Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: zaujas - 20 Ocak 2015, 16:23:10

Başlık: Kartalın Ruhu (Tamamlandı)
Gönderen: zaujas - 20 Ocak 2015, 16:23:10
(http://i59.tinypic.com/2by2jq.jpg)

Kartalın Ruhu

Bölümler
1 - Küçük Misafir (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg154808#msg154808)
2 - İzbe Orman (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg154811#msg154811)
3 - Loretta'nın Çiftliği (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg154876#msg154876)
4 - Gonetha (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg154938#msg154938)
5 - Kai Han (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg155003#msg155003)
6 - Cadı Avı (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg155173#msg155173)
7 - Beklenmeyen Ziyafet (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg155312#msg155312)
8 - Kadim Gözyaşı (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg155611#msg155611)
9 - Büyülü İksir (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg156159#msg156159)
10 - Soğuk Ölüm (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg156645#msg156645)
11 - Kan Kokusu (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg157266#msg157266)
12 - Gür Orman (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg157691#msg157691)
13 - Kan ve Şarap (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-12-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg158487#msg158487)
14 - Aven (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-13-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg159848#msg159848)
15 - Üçüncü Göz (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-14-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg160758#msg160758)
16 - Bake (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-15-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg162162#msg162162)
17 - Sampra (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-16-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg162739#msg162739)
18 - Konsey (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-17-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg162882#msg162882)
19 - Kartalın Ruhu (http://www.kayiprihtim.org/forum/kartalyn-ruhu-18-bolum-eklendi-t16384.0.html;msg162933#msg162933)

Bölüm 1: Küçük Misafir

Kahverengi kuyruğuyla ordan oraya zıplayan tavşan av olduğunu henüz fark edememişti. Onu izleyen keskin bir çift göz, olacakların habercisiydi oysa. Ormanın derinliklerinde tiz bir kartal sesi ve sert bir kanat şaklaması duyuldu. Küçük tavşan üzerine düşen gölgenin giderek büyüdüğünü gördüğünde artık çok geçti, görkemli kanatlar çoktan üzerine kapanmış ve keskin pençeler nefes almasını engelliyordu.

Tavşan son nefesini vermek üzereydi ki kartal bir anda kafasını çevirdi ve ormanın ilerisindeki kasabadan yükselen dumanları gördü. Tavşanı bıraktı ve telaşla yükseldi, hızlıca havada süzülerek dumanın kaynağına vardı. Alevlerin üzerinde halkalar çizerek uçmaya ve alevlere bakmaya başladı. Kasabada taş üstünde taş kalmamıştı. Her tarafta cesetler vardı, alevlerden kaçan atlar panik halinde koşuyorlardı ama kartalın dikkatini daha farklı birşey çekmişti, evlerin biraz ötesinde küçük bir göletti bu. Bir anda dalışa geçti ve göletin üzerindeki şeye daha yakından bakmak istedi. Biraz daha yaklaşınca bunun kundağa sarılı bir bebek olduğunu farketti, bebek bir tahta parçasının üzerine bırakılmıştı, pençeleriyle kundağı kavrayan kartal bebeği alarak tekrar geldiği ormana yöneldi.

Kartal bazen irtifa kaybeder gibi oluyor sonra tekrar yükseliyor ve güçlükle yol alıyordu, pençelerinde tuttuğu kundaktaki bebeğin ağlama sesleri ormanda yankılanıyordu. Zorda olsa ormana geri dönmeyi başaran kartal, kundağı ağacın yanında ölü gibi uzanan adamın yanına bıraktı. Adamın adı Ghia'ydı ve bir Gezgin Ruh'tu. Gezgin Ruh'lar seçtiği hayvanla bağ kurduğu zaman, onun gözleriyle görebilir ve onun gücünü kullanarak avlanabilirdi. Aslında Gezgin Ruh'lar genelde kurtlara hükmederlerdi ama Ghia bir kartalı tercih etmişti. Kartala Akina adını vermişti. Akina; Ghia'nın doğduğu topraklarda yoldaş anlamına gelen kadim bir kelimeydi. Onun gözleriyle dünyaya bakmak ve uçarken rüzgarın serinliğini hissetmek Ghia için paha biçilemez bir histi. Ghia bedenine geri dönerken, Akina bir anda sendeledi ve vücudu gagasından kuyruğuna kadar titredi. Tam bu sırada Ghia gözlerini açtı ve derin bir nefes aldıktan sonra hemen kundaktaki bebeğe baktı, bebek ağlamaya devam ediyordu. Ghia eğilerek kulağına efsunlu sözler fısıldayınca bebek bir an durdu ve sadece Ghia'nın gözlerine baktı artık ağlamıyordu. Bu Ghia'yı mutlu etmişti:

- Yoksa kadim Ugra dilini biliyormusun ufaklık? Dedikten sonra bebeğe daha dikkatli ve derin bakmaya başladı:

- Maku! Dedi Ghia,

-Senin adın Maku ufaklık, dağları aşacak kadar azimli ve ormanın karanlığında kaybolmayacak kadar yetkin.

Artık hava kararmaya başlamıştı ve yiyecek yemeği yoktu, gözüne kestirdiği bir ağaç kovuğuna girdi ve önünde güzel bir ateş yaktı. Ağaç kovuğunun içine taze çayırlarla bir yatak yaparak, Maku'yu üzerine yatırdı. Akina'da hemen yanıbaşındaki dala tünedi ve istirahate çekildi, bu ruh değişimi onu da fazlasıyla yoruyordu. Ghia heybesinden biraz peksimet çıkardı ama çocuğa yedirecek hiç bir şeyi olmadığı aklına geldi. Matarasındaki suyu kaşığa döktü ve efsunlu sözler eşliğinde yavaşca Maku'ya içirdi.

- Şimdilik bunla idare et bakalım. Hem seni mışıl mışıl uyutacak, hemde açlığını unutturacak. Kusura bakma misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş. Yarın belki biraz süt bulabiliriz.

Güneş yavaş yavaş yükseliyor ve ağaçların yapraklarından süzülerek Ghia'nın yüzünde dans ediyordu. Ama onu uyandıran şey, Akina'nın çıkardığı seslerdi. Ghia gözlerini yavaşça aralayarak bir süre gökyüzünü izledi. Aniden Maku aklına geldi. Hemen kundağı araladı ve uyuduğunu görünce gülümseyerek ayağa kalktı, üstünü başını düzelttirken bir yandan da esniyordu, kartal tüyleriyle süslediği başlığını aradı gözleri, başlığın zaten kafasında olduğunu anlayınca kendi kendine gülerek uzun beyaz sakalını sıvazladı. Aslında çok yaşlı değildi kırklı yaşlarının başındaydı ama zayıf yüzü ve uzun beyaz sakalları onu oldukça yaşlı gösteriyordu. Artık kahvaltı için sabırsızlanmaya başlayan Akina'nın yanına gitti. Günün ilk işi olarak Ghia muhakkak Akina'yı beslerdi:

- Kudretli Akina, yoksa bu zavallı bebeği kıskandın mı? Dedi ve elindeki kurutulmuş eti uzattı. Tüm parçayı çekip Ghia'nın elinden alan Akina eti bir çırpıda mideye indirdi.

- Bugün hem taze süt, hemde ikimizin yiyebileceği birşeyler bulmalıyız eski dostum, dedi Ghia ve Akina'ya ikinci bir dilim uzattı.

Maku kıpırdamaya başlamıştı, Ghia hemen yanına giderek kundağı araladı. Maku, Ghia'yı görünce gülümsedi ve bebek dilinde bir kaç şey söyledi. Artık gitme zamanıydı, Ghia etraftaki eşyalarını topladı ve Maku'yu kundağıyla sırtına bağlayarak yola koyuldu. Akina bu durumdan hoşnut değil gibi görünüyordu, hala tünediği dalda oyalanıyordu. Ghia biraz yürüdükten sonra, Akina'nın aşina olduğu ıslığıyla ona seslendi ve istemeden de olsa Akina daldan havalanarak Ghia ve Maku'nun peşine takıldı.

Ghia ilk önce Maku'yu bulduğu kasabaya giderek neler olduğunu anlamak istiyordu ve eğer hala bir kaç sağlam at kalmışsa kendine bir at ödünç alarak, hızlıca başka bir kasabaya gidip Maku'ya süt bulmak istiyordu. Kasaba ormana çok uzak değildi, patikada biraz yürüdükten sonra tepeyi aşarak açıklığa çıkan Ghia hala dumanı tüten kasabayı görebiliyordu. Biraz daha yaklaşınca neler yaşandığını daha iyi anlıyordu. Bu bir katliamdı, bir kasaba dolusu insan kılıçtan geçirilmiş ve evleri ateşe verilmişti. Bu hengamede yinede iyi bir insan ya da ailesinden biri katliamda zarar görmemesi için Maku'yu gölete bırakmıştı. Ghia'nın dikkatini çeken bir diğer şey cesetlerin arasında Bakean askerlerinin olmasıydı. Zırhlarının göğüs kısmındaki parlayan yıldızın içinde Tanrı'nın gözü imgesi onların işaretiydi. Bakean'lar, Vase Bake'nin peygamberliğine inanan insanlardı ama barıştan yana olmalarıyla bilinirlerdi. Belki de kasabayı korumak için gelmişlerdi ama biraz daha etrafına bakınan Ghia, bu katliamı Bakean'ların yaptığını anlamıştı.

Gözüne kestirdiği siyah atın yanına gitti ve eğerini kontrol etti. Heybesini eğere asarak ata bindi. Kasabadan biraz uzaklaşmıştı ki, bir atlının kasabaya girdiğini fark etti. Göletin olduğu kısma gelen gizemli atlı, sanki bir şey arıyormuş gibiydi, tam bu sırada tepedeki Ghia'yı fark etti. Dürbününü çıkarttı ve kundaktaki bebeği gördü.
Başlık: Bölüm 2: İzbe Orman
Gönderen: zaujas - 20 Ocak 2015, 16:24:29
Ghia atlının dürbünle ona baktığını görünce, olduğu yerde bekledi, bu gizemli atlı Maku'yu gölete bırakan koruyucusu olabilirmiydi? Tehlike geçince onu almaya gelmiş ve şimdide onu arıyordu belkide. Atlı biraz daha yaklaşınca, Ghia göğsündeki Bakean armasını farketti. Yoksa, küçük bebeği birinin kurtardığını fark etmişlerdi ve onu öldürmek için geri mi dönmüşlerdi?

Ghia izini kaybettirmek için hızlıca ormana doğru yöneldi ve gözden kayboldu. Atlı Ghia'nın ormana girdiğini görmüştü ve o da hızlı hareket etmeye çalışıyordu. Dört nala atını sürerken üzerinden bir gölgenin geçtiğini hissetti. Gökyüzüne baktığında ona doğru hızlıca gelen Akina'yı gördü. Akina tam pençelerini geçireceği sırada, ani bir hareketle eğilen atlı, Akina'nın ilk saldırısını savuşturmayı başarmıştı. Ama Akina tekrar saldırmak için yaklaşıyordu, bu kez atlı kendini korumak için kılıcını çekmeye çalışırken, dengesini yitirip attan düştü. Bu sırada Ghia ıslık çalarak Akina'yı geri çağırdı. Atlı düştüğü yerden kalkmaya çalışıyordu:

- Kahretsin! Bu kartalda nerden çıktı böyle?

Tekrar atına bindi ve Ghia'nın peşinden ormana girdi. Dikkatlice etrafını gözleyerek ilerliyordu. Nal izlerini görmeye, kırık dallardan fikir edinmeye çalışıyordu. Bu orman çok tekin bir yer değildi, kasabalara giden yolun kenarında, ortasından küçük bir patika geçen sık bir ormandı. Takip ettiğiniz şey her an size görünmeden arkanızdan dolanıp sırtınızdan vurabilirdi. Rüzgar dağlardan ormana doğru estiğinde, ağaçların arasından uğuldayarak geçiyor ve ormanın kadim sakinleri kuzgunlar çirkin sesleriyle rüzgara eşlik ediyorlardı. Ormanın ortasındaki açıklığa geldiğinde, ne tarafa gideceğini kestiremedi nal izleri sanki kaybolmuştu. Bir süre iç güdülerini dinleyerek takibe devam etti ama ümidini yitirmeye başlamıştı:

- Sanki yer yarıldı içine girdi, lanet şaman!

Hava kararmaya başlamıştı, çaresizce durdu ve geldiği yöne doğru atını döndürdü:

- Kader tam da böyle bir şey olmalı, dedi ne yöne gideceğini bilemeden.

Orman oldukça izbeydi takip edebileceği bir iz olmadan daha fazla devam edemezdi. Oysa Ghia gözü kapalı bile bu ormanda dört nala at sürebilirdi.

Ghia takipteki atlının izler olmadan, patikayı takip ederek ormanı dik bir şekilde geçeceğini öngörmüştü ve yoluna bir süre sonra ormanın doğusuna doğru devam etti. Kısa bir süre sonra ormandan çıkmıştı ama çok bitkindi, bir gündür boğazından doğru düzgün bir yemek geçmemişti. Üstelik Maku vardı artık, kendinden daha çok onu düşünüyordu. Onu kendisi gibi maceradan maceraya koşturamazdı. Başından beri Rolentha kasabasına gitmeyi düşünmüştü ama kasabaya giden yolu ayrımını çoktan geçmişti.
Daha kuzeyde yer alan Gonetha'ya doğru gidiyordu artık.

Gonetha kasabası çok daha güvenli ve adil bir lord tarafından yönetiliyordu. Kasabaya iyice yaklaşmışlardı. Kasabanın yamaca kurulmuş kalesinin meşaleleri çok uzaktan bile farkediliyordu. Ama Ghia kasabaya giden yolu tercih etmedi dik bir yamacı aştı ve küçük bir patikadan geçti. İlerideki koruluğun yanında bir çiftlik vardı:

- Loretta bakalım sütünü senle paylaşcak mı?
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (İkinci bölüm eklendi!)
Gönderen: Demircan - 21 Ocak 2015, 18:28:55
Bence nokta ile bitirilmesi gereken bazı cümleleri virgül koyarak uzatmışsınız. İyi olmamış. -de, -da eklerinde hatalarınız var. Bunun dışında kurguyu beğendim, sevdiğim türden. Fazla iyi bir yazar olmadığımdan sadece okur gözüyle gördüklerimi söyledim. Diliniz akıcı ve sıkmıyor. Daha fazla şey söylemek isterdim ama tecrübem ve bilgim bu kadarına yetiyor. Devam etmeniz dileğiyle, iyi akşamlar :)
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (İkinci bölüm eklendi!)
Gönderen: zaujas - 22 Ocak 2015, 08:49:10
Yorumun için çok teşekkürler, imla ve yazım hatalarım olabiliyor bazen bunun için kusura bakmayın. Hikayeyi beğenmene sevindim wattpad'de şu an dördüncü bölümü yayınlanmış durumda, dilersen ordan da takip edebilirsin.
Başlık: Bölüm 3: Loretta'nın Çiftliği
Gönderen: zaujas - 23 Ocak 2015, 09:54:13
Loretta, kalenin güvenli surlarının dışında kendine ait, insanlardan uzak bir hayatı tercih etmişti. Çiftliğinde keçilerinin sütünü sağmak, boş konuşan insanları dinlemekten daha iyiydi. Üstelik kalenin içinde sadece dört duvar bir evi olabilirdi ama burada; bir ormanı, yamacında oturup güneşin batışını izleyebileceği bir tepesi ve önemlisi huzuru vardı. Bu dünyada insanın huzurunu bir başka insan bozabilirdi sadece. Bazen sarhoş silahşörler ya da azılı hırsızlar musallat olmaya çalışsa da Loretta onlara haddini bildirirdi. Kasabadakiler ve ona bulaşanlar onun bir cadı olduğunu ve gizemli güçleri olduğunu düşünüyorlardı ama Ghia onun kalbindeki ışığı yıllar önce görmüştü.

Ghia tepeden aşağıya yavaşça inerken, Loretta gökyüzündeki Akina'yı farketti, elindeki işi bırakarak çitlere doğru yürüdü. Tatlı bir esinti çimenleri bir okyanusun yüzeyi gibi dalgalandırıyor ve Loretta'nın sarı saçlarını savuruyordu:

- Hangi dağda kurt öldü Ghia! Diye bağırdı. Aslında gözleri dolu doluydu ama hiç bir zaman duygularını belli etmezdi. Uzun zamandır Ghia'yı görmemişti ve şimdi Nefret ettiği Akina'yı bile görmek onu mutlu etmişti.

Ghia attan inerek, az kalan yolu atın eğerini tutarak yürüdü. Yüzünde garip bir tebessüm vardı. Sanki geçmişi gözlerinin önünden geçiyor gibiydi. Bu kadın vahşi bir at gibiydi ve onu Ghia ehlileştirmişti. Biraz daha yaklaşınca, Loretta Ghia'nın sırtındaki bebeği fark etti:

- Bu sırtındakinin senin yavrun olduğunu söyleme sakın!

- Senden başka bir kadından mı?, dedi ve bir kahkaha patlattı Ghia. Sonra konuşmasına devam etti:

- Hayır, bu Tanrının bana bir armağanı.

- Birde bunu bebeğe sormak lazım, seni henüz tanımadığı için şanslısın. Şu haline bak kıtlık zamanlarındaki inekler gibisin. Şu hastalıklı atını ilerdeki ağaca bağla, Dra'nın (Dra: kadim bir gök tanrısı.) çekici altında kalayım ki keçilerimle aynı ahırda yatamaz bu uyuz hayvan!

- Lore bu yavrucağı günlerdir efsunlarla avuttum, ona verecek sütün vardır umarım.

- Sana cehennemde olsan bile su vermem ama bu zavallı velet için her zaman taze keçi sütü bulunur bu çiftlikte. Hadi sallanmada içeriye girelim, bulutlar hayra alamet değil.

Kapıyı araladı ve yavaşça içeriye girdi, kapıdan ikinci giren Akina'dan başkası değildi. Bunu gören Loretta:

- Kendisi yetmiyormuş gibi kargasını da getirmiş, diye kendi kendine söylendi.

Akina doğruca pencerenin önündeki geniş pervaza süzüldü. Pencereden tüm ova görülebiliyordu ve ufukta toplanmaya başlayan gri bulutlar manzarayı biraz kasvetli ama görkemli bir mucizeye dönüştürmüştü. Ghia içeriye girince, Maku'yu sırtından indirdi ve sedirin üstüne bıraktı. Biraz sonra Loretta elinde bir kase sütle geldi, kendinden beklenilmeyecek kadar şefkatli bir şekilde sütü Maku'ya içirmeye çalışıyordu. Şöminenin yanında oturan Ghia bu sahneye odaklanmıştı. Kim bilir belkide hep burada kalsaydı şimdi Maku'nun yerinde kendi çocuğu olacaktı. Ama o gitmeyi seçmişti.

Loretta'nın yanına geldiğini konuşmaya başlayınca fark etti.

- Velet günlerdir aç olmalı bir büyük kase süt içti, sonrada hemen uyudu, dedi Loretta, Ghia'nın yüzüne hiç bakmadan. Konuşurken bir yandan ocaktaki közleri kurcalıyordu elindeki maşayla.

Bebek uyumuştu, Akina pencereye vuran yağmur damlalarını izliyordu. Kulübenin ortasında ateşin başında sadece ikisi vardı, eski günlerde olduğu gibi. Ghia bir şeyler söylemek zorunda hissetti kendini:

- Lore seni hep sevdim biliyorsun değil mi?

- Biliyorum Ghia, gitmenide anlıyorum. Sekiz yıldır gelmemeni anlıyamıyorum! Sekiz yıl sonra sırtında sana ait olmayan bir veletle çıkıp gelmeni anlayamıyorum!

- Koskoca sekiz yıl bu çocukla karşılaşmayı beklemişim Lore, şimdi anlıyorum. Başka ne açıklayabilir bu karşılaşmayı. Bazıları buna rastlantı diyebilir ama ben kader diyorum. Bu çocuk orada çaresizce benim gelmemi bekliyordu, kaderlerimizin kesişmesini bekliyordu. Yıllardır yakınından bile geçmediğim bu izbe ormana beni çağıran şey bu çocukla olan ortak kaderimizden başka birşey değildi.

- Herşeyi kader diyerek açıklayamazsın Ghia. Bu çocuğu nerde buldun, kimsesi yokmu?

- Akina ile avlanırken Oneth kasabasından dumanların yükseldiğini fark ettim. Dumanların nedeni yanan evlerdi, tüm kasaba ateşe verilmişti. Ama biri bu kargaşadan Maku'yu sakınmış ve bir tahta parçasının üzerinde gölete bırakmıştı. Tüm kasabalılar öldürülmüştü, her yerde ceset yığınları vardı. Cesetlerin arasında yaralılar olabilir ümidiyle tüm kasabayı dolaşmaya başladım. Cesetlerin arasında Bakean askerleri de vardı. İlk başta köylüleri korumaya çalıştıklarını düşünmüştüm ama okla vurulmuş yüzü koyun yatan bir Bakean'ı döndürdüğümde ağzında garip bir şey olduğunu fark ettim, bu bir et parçasıydı. Ağzına elimi sokup dışarıya çıkarttım; bu yerde yatan zavallı köylünün yüzünden bir parçaydı. Vahşi bir hayvan gibi altında yatan köylünün yüzünü ısırarak parçalamış ve sonra okla vurularak öldürülmüş olmalıydı. Etrafta yüzü parçalanan onlarca ceset vardı.

- Kra'nın ( Kra: kadim bir savaş tanrısı.) yıldırımları üzerime yağsın ki, Bakeanların bir gün böyle çığrından çıkacaklarını biliyordum. Sapkın yamyamlar ordusu!

- Bakeanları iyi tanırım Lore, bırak yamyam olmalarını, bu zamana kadar savaştıklarını bile duymadım. Vase Bake'nin (Vase Bake: Bakeanların peygamberi) öğretisi iyilik ve özgürlük üzerine kuruludur. Köleliği ve fahişeliği yasakladı, herkesin eşit olduğu şehirler ve bu şehirlere dev kütüphaneler inşaa etti. Üstelik bu yaptıklarını şiddete başvurmadan sadece inancını tebliğ ederek yaptı, tarihte savaşmadan bu kadar geniş topraklara ulaşabilen tek bir kral bile yoktur.

- O zaman Oneth'te ki insanları kim öldürdü Ghia, gözlerinle gördüğünü söyledin bu vahşeti.

- Bilmiyorum Lore, neler olduğu hakkında hiç bir fikrim yok. Huzur denilen şey bu dünyada yok sanırım, en azından benim için.

- Benim için huzur şu an bu kulübede ateşin başında senle konuşabilmekten başka birşey değil.

- Seni hep sevdim Lore, gözlerime senin gibi bakan bir çift göz asla olmadı ve olmayacak.

Bunu söylerken Loretta'nın gözlerinden bir an bile gözlerini ayırmadı. Loretta, Ghia'ya yaklaştı ve sıkıca birbirlerine sarıldılar:

- Artık hep yanımda ol Ghia, sonsuza kadar...
Başlık: Bölüm 4: Gonetha
Gönderen: zaujas - 26 Ocak 2015, 10:29:48
- Şu veleti susturmazsan, ikinizinde kıçına tekmeyi basacağım! Diye bağırdı Loretta, ağlayan Maku'nun sesiyle sabahın köründe uyanınca. Gözleri yarı kapalı bir hışımla yataktan kalktı ve alt kata indi. Maku sedirde bir başına ağlıyordu.

- Şu hale bak, zavallı velet. Böyle baktıktan sonra yirmi tane çocuğu aynı anda büyütebilir insan.

Loretta sinirli bir şekilde bahçeye çıktı. Bahçede sadece bir kaç tane serçe vardı, buldukları bir kırıntı için kavga ediyorlardı. Arka tataftaki ahırda keçilerden başka kimse yoktu, tepedeki yamaçta da. Akina ile avlanmaya gitmişti belkide yada... Sekiz yıl öncesini hatırladı Loretta, sabahın soğuk rüzgarı ormandan çiftliğe doğru yaprakları savurarak esiyordu, güneş bulutların arkasından kendini göstermek için çabalıyordu. Loretta gözlerini kapadı ve kendini rüzgara bıraktı. Gözlerinden süzülen yaş yanağından yavaşça kayıyorken:

- Ben bir aptalım, nasıl bu kadar saf olabildim. Nasıl, nasıl...

Tekrar içeriye girince, sedirde ki Maku'nun hala ağladığını farketti. Kucağına alarak sakinleştirmeye çalışırken, Loretta bir anda hıçkırarak ağlamaya başladı. Ghia'dan daha çok kendine kızıyordu aslında, sekiz yıl önce bir daha böyle bir şey yaşamıyacağına dair kendine söz vermişti ama yine aynı hataya düşmüştü.

Annelik içgüdüsüyle hemen Maku'ya yiyecek birşeyler hazırlamak için mutfağa girdi. Dolabın kapağını açıp süt koyabileceği uygun bir kap aradı, bu sırada dikkatini un çuvalı çekti, neredeyse bitmişti. Loretta bir çok şeye sahipti çiftliğinde; sütü, peyniri, bahçesinden topladığı sebzeleri vardı ama unu dışarıdan almalıydı. Bunun için kasabaya gitmesi ve ürettiği peynir ve sütü değirmenci Ugre'yle takas edip, uzun süre idare edecek kadar un almalıydı. Bu kez durum biraz daha farklıydı, kasabaya Maku ile birlikte gitmesi gerekiyordu.

Yaptığı peynirleri at arabasının arkasına yerleştirdikten sonra, süt güğümlerini almak için kulübedeki kilere girdi. Loretta güçlü bir kadındı ama güğümler oldukça ağırdı, sırtında Maku varken güğümleri taşımak daha da zordu.

At arabasını Loretta'nın tek atı olan, Ra çekiyordu. Normal atlara göre biraz küçük ama daha kaslı bir vücudu vardı, kahverengi beyaz lekeleriyle tipik bir Ruikan atıydı Ra. Ruikan atları çok sinirli oldukları için genelde binek olarak yada at arabalarında kullanılmazlardı. Kimse Ruikan atlarıyla boşa vakit harcamak istemezdi. Loretta, Maku'yu bir sepete yerleştirdi ve sepeti oturağın boş kısmına koyarak yola çıktı.

Gonetha kasabası en yakın kasabaydı ve yolu oldukça düzgündü. Kalın sur duvarlarıyla çevrili korunaklı bir kasabaydı. Loretta kasabanın kapısına yaklaşınca sağ kuledeki nöbetçi:

- Neler getirdin Loretta, arabanda neler var?
- Değirmende unla takas etmek için biraz süt ve peynir.
- Bir dahaki sefere bana da süt getir. Böyle bir güğüm için 3 gümüş para verebilirim.
- Parayla satacak sütüm yok, takas edecek bir şeyler bulmalısın.

Kapı gürültülü bir şekilde açıldı. Loretta değirmene doğru giderken nöbetçi diğer nöbetçiye:

- Cadı'nın dediğini duydunmu? Parayla satacak sütü yokmuş. Takas yapmalıymışım.
- Ona verecek bir şeyim var, diyerek hayalarını kavradı diğer nöbetçi ve bir kahkaha patlattı.

Surların içindeki kasaba genelde iki katllı evlerden oluşuyordu. Bakımlı ve taş duvarlı evlerin arasından arnavut kaldırımlı düzenli sokaklar kasabanın sonuna kadar devam ediyordu. Girişe yakın sokaklarda genelde askerlerin barınakları ve nispeten çok zengin olmayan insanların evleri vardı. Biraz daha ilerleyince hanların olduğu sokak ve bir kaç dükkan vardı.

Loretta gıcırdayan tekerlekleriyle yavaş yavaş değirmene doğru gitmeye devam ediyordu. Yolun sevmediği kısmı hanların önünden geçilen sokaktı, serseriler, at hırsızları ve haydutlar; bu sokakta tehlikeli olmayan bir tek adam yoktu. Loretta'nın kasabanın dışında tek başına yaşıyor oluşu, onu hedef haline getiryordu ama onlarla başa çıkmayı iyi başarıyordu Loretta bu yüzden ona cadı diyorlardı ve gizemli güçleri olduğuna inanıyorlardı.

Handan iki adam kolkola girmiş bir şekilde dışarıya çıktılar. O kadar içmişlerdiki ki kokuları tüm sokağı kaplamıştı. İçlerinden biri at arabasıyla onlara yaklaşmakta olan Loretta'yı fark etti:

- Şu gelen lanet cadı değil mi Anton? Yoksa içkiyi fazlamı kaçırdım, gerçi on fıçı içsemde bana dokunmaz, hıck...

- Gördüğün doğru üstelik yanında bir de bebek var, kimden peydahladı acaba?

- Kimden olacak şeytandan peydahlamıştır, benim adım Sore'yse bu kadın şeytanla düzüşmüş dostum, buna yemin ederim, hıck...

- Senin adın Solin değilmiydi yahu..

- Neyse ne! hıck...

Loretta yanlarından geçerken onlara bakmamaya çalışıyordu ve peleriniyle yüzünü örtmüştü ama iyice sarhoş olan Solin:

- Artık şeytanlardan çocuk mu peydahlıyorsun? Seni pis fahişe, dedi ve elindeki şişeyi arabaya fırlattı. Şişe tam arabaya çarpmak üzereyken bir an durdu ve gerisin geri Solin'in kafasında parçalandı. Bunu gören Anton kahkaha atarak:

- Ne zaman bir cadıyla uğraşılmayacağını öğreneceksin, saf adam, diyerek Solin'le alay etti.

Loretta hafifçe güldü bu duruma ve yoluna devam etti. Kasaba da ki herkes Loretta'ya kötü davranmıyordu; biraz ilerideki kasabanın manavı nazikçe eğilerek selam verdi ve bir elma ikram etti. Aynı şekilde terzide halini hatrını sordu. Loretta dört yolun kesiştiği Quart meydanına gelmişti, artık çok fazla yolu yoktu. Tam bu sırada sağ taraftaki yoldan hızla gelen bir atlı, arabaya çarpmadan zar zor durabildi ve atı şaha kalktı. Atın sesinden korkan Maku ağlamaya başladı. Siyah sivri uçlu bir şapkası ve yine siyah bir pelerini vardı adamın. Atın üzerinde oldukça heybetli duruyordu, şapkasının gölgesinden neredeyse yüzü görünmüyordu ve bu onu çok gizemli yapıyordu. Adı Kai Han'dı herkes gezgin olduğunu düşünürdü ama o bir kafa avcısıydı. Uç diyarlarda dolaşır ve başına ödül konulmuş suçluları yakalardı yada para karşılığı birilerini öldürürdü. Kai Han'ın hiç bir şey söylemeden, yoluna devam ederek arabanın yanından uzaklaştığını gören Loretta:

- Bir özür dilemek ne kadar zor değilmi kılık kıyafetine bakan adam zanneder! diyerek söylendi ve sert bir hareketle atı Ra'yı kırbaçladı. Kırbaç yemeye çok alışkın olmayan Ra bir anda zıpkın gibi koşmaya başladı.

- Hihaaaaa!
Başlık: Bölüm 5: Kai Han
Gönderen: zaujas - 28 Ocak 2015, 09:24:59

Ugre'nin değirmeni kasabanın sonunda ki Voret tepesindeydi. Değirmenin yanında küçük bir ev, evin yanında da değirmeni döndürecek kadar sığ bir su akıyordu. Loretta, saatlerce bu akan suyu izleyebilirdi, burayı ve burada olmayı seviyordu. Ugre ile konuşmak ve içindekileri anlatmak ona huzur veriyordu. Ugre'de iyi bir dinleyiciydi, zaten "Yaşlı adamlar anlatmaktan çok dinlemeli." derdi hep.

Loretta arabaya yüklediği süt ve peynirleri indirirken, Ugre değirmenden çıkarak onu selamladı:

- Loretta, gözüm yollarda kaldı. Nerelerdeydin?... Yanlış görmüyorum değil mi, arabada ki sepette bir bebek var!

- Gözlerin asla yanılmaz Ugre, evet baş belası bir bebek var sepetin içinde.

- Yoksa evlendin de haberim mi yok.

- Uzun hikaye Ugre, herşeyi anlatacağım sana ama ilk önce şunları birlikte taşıyalım.

Birlikte bir kaç seferde peynirleri ve süt güğümlerini kulübenin kilerine taşıdılar. Loretta ormandan topladığı rezenelerden getirmişti. Güzel bir çay demledi ve değirmenin yanında çardakta oturarak çaylarını yudumladılar. Küçük Maku'da sepetimin içinde oldukça keyifliydi. Su sesinin bebekleri sakinleştirdiğinin söylerler. Tam da Loretta'nın olmak istediği yer burasıydı işte ama olmak istediği zamanda mıydı bunu bilmiyordu. Bazen Ghia ile hiç karşılaşmamış olmayı istiyordu, keşke zaman bir an dursa ve herşeye en başından başlayabilseydi. Ugre meraklı bir şekilde lafa girdi:

- Evet, bebeği anlat bana...

Loretta uzun uzun olanları ve bebeği, Ghia'nın Oneth kasabasında bulduğunu anlattı. Kasabadakilerin katledildiğini öğrenince çok üzülmüştü Ugre. Oneth kasabasında sadece bir tane değirmen vardı ve artık çok eskimiş olduğu için Obethliler bazen Ugre'nin değirmenine gelir ve unlarını burda öğütürlerdi. Bu yüzden Obeth kasabasını ve orada yaşıyanları iyi tanırdı Ugre:

- Geçenlerde o kasabadan bir fırıncı gelmişti, Obeth Lordu Gaeski'nin Bakean elçisini nasıl azarladığını anlatmıştı. Elçi, artık Tanrı'nın ışığını yaymak için biat etmeyen klanlara ve kasabalara savaş ilan edeceklerini söyleyince Gaeski hiddetlenmiş ve elçiyi huzurundan kovmuş.

- Desene savaş kapıda...

- Obeth'e kadar olan topraklar için kimseyle savaşmadılar ama Obeth ve ötesindeki toprakların kadim ve köklü inançları vardır. İnsanlar inançlarından kolay kolay vazgeçmezler, bunun için gözünü kırpmadan savaşabilirler... Tabi Bakeanlar her insanın hoşuna gidecek şeylerden bahsediyorlar; köleliğin kalkması belki zenginlerin işine gelmeyebilir ama bugüne kadar köle yaşamış bir insan için yeni bir hayat demek. Bu dünyada özgür insalardan daha çok köle var.

Loretta unları arabaya yüklemeye başlamıştı, uzun bir süre kasabaya uğramayı düşünmüyordu. Şimdi tekrar hanların önünden geçmesi gerekecekti, sarhoş Solin ve Anton'un hala sokakta dikilmediklerini umuyordu.

Solin ve Anton handa hala içmeye devam ediyorlardı. Hanın içi sadece mumlarla aydınlanıyordu, küçük pencerelerinden o kadar az ışık giriyordu ki içeriye neredeyse karanlıktı masaların olduğu kısım. Hanın kapısı gıcırdayarak yavaşca aralandı, içeriye süzülen ışığın içinden Kai Han belirdi, sadece bir silüetti, hiç bir detayı görünmeyen bir gölge gibiydi. Sert adımlarla içeriye girdi ve hanın ortasında durup nereye oturcağına karar vermek için masaları kolaçan ettmeye başladı. Herkesin gözü üzerindeydi.

Bu sırada Solin, Anton'un kolunu dürttü ve Kai Han'ı gösterdi:

- Şu lanet kadından nasıl kurtulacağımızı sanırım biliyorum, dedi ve masaya bir para kesesi fırlattı.

Masanın üzerine saçılan gümüş paralardan biri masadan yuvarlandı ve salonun ortasında duran Kai Han'ın çizmesine çarptıktan sonra durabildi. Kai Han yerdeki parayı eğilerek aldı. Başparmağının üstüyle Solin'e doğru fırlattı ve seri bir hareketle küçük keskin bıçağını arkasından savurdu. Solin'in yanından geçen bıçak, gümüş parayla birlikte arkadaki ahşap duvara saplandı. Masaya doğru yaklaşan Kai Han:

- Gümüşlerin fazla geliyor olmalı?

- E, ee... Biz de tam senden konuşuyorduk Kai, dedi Solin.
Kai Han'ın vereceği tepkiyi merak ederek.

- Masaya saçılmış gümüşler ve benden konuşan iki serseri, kimi öldürmek istiyorsunuz?

- Bir cadıyı!

Bu sırada hanların olduğu sokaktan geçen Loretta sokakta kimsenin olmadığını farkedince, rahat bir nefes almıştı. Tekrar o serserilerle karşılaşmayı istemiyordu. Surların ortasındaki kapıya gelmişti, nöbetçiler bu kez hiç bir şey sormadan kapıyı açtı. Kasabadan çıkan arabalar onlar için önemli değildi belliki.

Artık güneş batmak üzereydi, Loretta tüm işlerini halletmişti, artık yine bir başınaydı ve bu onu keyiflendirmişti. Yanındaki Maku'ya dönerek:

- Küçük adam, belki de umduğumdan daha iyi bir ikili oluruz senle.

Çiftliğe varınca ilk önce keçilerin olduğu ahıra baktı. Her şey yolunda görünüyordu. Önlerine biraz daha taze çayır koydu ve arabanın yanına geldi. Unları kilere taşımaya başlayan Loretta, sırtında un çuvalıyla yürüyorken bir an durdu ve çuvalı sırtından indirdi. Birinin onu izlediğini hissetmişti. Koruluğun bittiği yere bakınca atlı bir adamın ona baktığını gördü. Bu Kai Han'dı!
Başlık: Bölüm 6: Cadı Avı
Gönderen: zaujas - 03 Şubat 2015, 09:00:39
Karanlık iyice çökmeye başlamış ve bulutlar gökyüzünü koyu gri bir örtüyle kaplamıştı. Loretta, gördüğü şeyden emin değildi. Belkide ağaç dallarının bir ışık gölge oyunuydu, gördüğünü zannettiği şey. Zaten artık görünmüyordu da. Ama duyduğu sesler? Gözler her zaman insanı yanıltabilirdi ama kulaklar asla yanılmazdı. Karanlığın içinden metal şıngırtıları ve ara sıra da at sesleri duyuluyordu. Orada bir yerlerdeydi.

Loretta sırtındaki Maku'yu mutfaktaki sedire bıraktı ve dışarıya çıktı. Kulübenin duvarına yaslanmış yabayı eline aldı. (Yaba: Harman savurmakta kullanılan, çatal biçiminde tarım aracı.) Tekrar çitlerin önüne kadar yürüdü ve etrafı gözetledi. Koruluğun olduğu tarafa odaklanarak sesleri dinlemeye çalıştı. Ama aniden tam tersi yönden bir gölgenin geçtiğini fark etti, hızlıca döndü fakat yine hiç birşey göremedi. Loretta iyice tedirgin olmuştu:

- Her kimsen buradan defol git! Belanı başka bir yerde ara...

Rüzgarın uğuldamasından başka bir ses yoktu. Loretta elindeki yabayla birlikte kulübenin etrafını dolaşmaya başladı, ahırın arka tarafına ve bahçe tarafına göz gezdirdikten sonra tekrar kulübenin önüne geldi. Bu durum artık onu sıkmaya başlamıştı:

- Yüzünü gösteremeyecek kadar korkasın demek!

- Korkak ve Kai Han kelimeleri yanyana gelemeyecek kadar kötü ikililer, diyerek karanlığın içinden kendini gösterdi ve bir adım ileriye çıktı Kai Han:

- Eline o yabayı aldığından beri buradan seni izliyorum, diye de ekledi.

Kai Han atından inmiş ve siyah peleriniyle karanlıktan da yararlanarak, Loretta fark etmeden sessizce kulübenin önüne kadar gelmişti. Çok yakın değildi ama uzak olduğu da söylenemezdi.

- Birileri senden hoşlanmıyor Loretta ve senin için bana bir kese gümüş para verecekler. Kasabadan ayrıldığından beri takip ediyorum seni. Seni ve kimden peydahladığın belli olmayan piçini!

- Seni şu sarhoş serseriler mi kiraladı? O kadar paraları olduğundan pek emin değilim. Kendine daha iyi bir iş bul!

Kai Han bir adım daha yaklaştı ve elini yavaşca pelerininin içine soktu. Elini çıkarttığında parmaklarının ucunda üç tane küçük bıçak parlıyordu. Bıçakları Loretta'da fark etmişti.

Kai Han bir anda bıçakları fırlatmaya başladı ama Loretta yerinden kıpırdamamıştı bile. Bıçaklar Loretta'nın bir adım önünde havada asılı kaldılar. Kai Han bunun bir cadı işi olmadığını biliyordu:

- Sen bir gözcüsün! Lanet bir gözcü...

İşte bu Loretta'yı şaşırtmıştı. İnsanlar gözcüler hakkında hiç birşey bilmezlerdi. Ama bu gizemli adam onun gözcü olduğunu anlamıştı.

Loretta bıçakları hızlı bir şekilde geriye fırlattı ve bir anda görünmez oldu. Bıçaklardan biri Kai Han'ın kolunu sıyırdı ve diğer ikisi ıskaladı. Kai Han kılıcını çekerek tedirgin bir şekilde etrafına bakmaya ve görünmez olan Loretta'nın nerede olduğunu bulmaya çalışıyordu. Karanlığın içinden Loretta'nın sesi duyuldu:

- Korkak ve Kai Han kelimeleri yan yana hiç de fena gelmedi gözüme, diyerek güldü.

Bu kez etrafında ki sesleri dinleme sırası Kai Han'daydı. Yerdeki çalıların kırılma sesleri ve hareket eden kumaşlar. Gözlerini kapatmış sadece bu sesleri dinliyor, Loretta'nın karanlığın hangi noktasında belireceğini kestirmeye çalışıyordu. Aniden eğildi ve elindeki kılıcı savurdu. Kılıç Loretta'nın karın boşluğunda orta büyüklükte bir yara açmıştı. Kai Han tam olarak neresine isabet ettiğini bilmiyordu savurduğu kılıcın ama bu durum hoşuna gitmişti:

- Seni bu gece cehenneme göndereceğim! demesiyle çenesine yabanın çarpması aynı ana denk geldi. Dengesini yitirerek yere düştü Kai Han ve az önce fırlattığı yerde duran bıçaklardan bir tanesi de sırtına saplandı.

Loretta artık görünürdü. Kai Han'ın yanında duran kılıcı aldı ve onun boğazına dayadı:

- Gözcüler hakkında ne biliyorsun?

- Güzel, dolgun kalçaları olması dışında mı? diyerek güldü ve ağzında biriken kanı Loretta'ya tükürdü.

Loretta kılıcı biraz daha bastırdı ve ufak bir kesik oluştu Kai Han'ın boğazında.

- Beni şimdi öldür pis fahişe yoksa bunu çok pahalıya ödeteceğim sana!

- Siz erkekler bir kadının ayaklarının altında olmaktansa yerin dibine girmeyi tercih edersiniz değil mi? Acısız bir ölüm istiyorsan gözcüler hakkında tüm bildiklerini anlat! Anlat ki kendi bağırsaklarınla seni boğmayayım!

- Sain! diye bağırdı Kai han.

- Sain mi? neden bahsediyorsun. Sain de nedir?

Kai Han her zamanki alaycı gülümsemesini takındı ve bir anda gözü Loretta'nın arkasındaki karartıya odaklandı. Loretta arkasına döndüğünde Kai Han'ın atıyla, Sain'le karşılaştı ve daha Loretta anlayamadan sağlam bir çifte geçirdi.

- Bundan sonra aynı masada yemek yemeliyiz senle Sain, diyerek elini atının yularına attı ve düştüğü yerden kalkmaya çalıştı Kai Han.

Loretta, Kai Han'ın güç bela atına bindiğini gördü ama Sain'in çiftesiyle vücudu o kadar sarsılmıştı ki yerdeki bıçakları hareket ettirmeye çalışsa da başaramadı ve tekrar yere kapaklandı. Kai Han karanlığın içinde atıyla birlikte kaybolurken, gecenin sessizliğini yine onun sesi bozdu:

- Bu iş burada bitmedi pis fahişe, Kai Han er ya da geç intikamını alır...er ya da geçç!
Başlık: Bölüm 7: Beklenmeyen Ziyafet
Gönderen: zaujas - 07 Şubat 2015, 22:27:48
Uçmak istiyordu Ghia, sadece uçmak. Gökyüzünde olmak ona huzur veriyordu ama bu geçici bir huzurdu. Loretta'yı ikinci kez yüz üstü bırakmayı kendine yediremiyordu bir türlü. Loretta'nın yanına sadece Maku'ya güvenli, şefkatli bir yuva bulmak için gitmişti ama Loretta'nın mavi gözleri onu geçmişe götürmüş ve içinden acaba demişti. Acaba bu kez dağların ve ormanların sesini değil de yüreğinin sesini mi dinleseydi? Ama yine içinde akan, damarlarında çağlayan çoşkun nehirin akışına bırakmıştı kendini, kalmak ona göre değildi hep yolda olmalıydı, bir yerlere gitmeliydi. Nasıl bir nehir tek bir bardağa sığamazsa, Ghia'nın ruhu da dört taş duvarın arasına sığamazdı.

Akina'nın bedenindeyken bile Ghia'nın aklında sadece Loretta ve Maku vardı, bu yüzden çok kolay avları yakalayamamış, şimdi de bu çorak topraklarda avlıyacak hiç bir şey bulamıyordu. Ghia açlığa alışkındı gerçi ama bu aralar uyumakta da zorlanıyordu. Uyuyabildiği zamanlardaysa; yüzü parçalanmış cesetler ve onları canlı canlı yiyen karanlık yaratıklara ait kabuslar görüyordu. Obeth kasabasının daha güneyinde kalan Letha kasabasına gidiyordu şimdi. Artık bu kabuslardan kurtulmak ve bir şekilde kafasındaki sorulara cevap bulmak istiyordu. Bakeanlara her zaman saygı duymuştu ama Obeth'te gördükleri onu endişelendiriyordu. Bu topraklarda uzun zamandır savaş olmamıştı ve herkes birbirinin inancına saygılıydı.

Sarp kayaların olduğu dağlık bir bölgedeydi Letha kasabası. Bir çok mağara vardı bu kayaların aralarında. Ghia küçük bir keçi yolundan ilerliyordu, yolun ucundaki düzlüğe gelince soluklanmak için biraz oturmak istedi. Matarasından küçük bir yudum aldıktan sonra, sırtını bir kayaya yasladı ve tam uyumaya hazırlanırken:

- Uyumak için enteresan bir yer, diye nerden geldiği belli olmayan bir ses duydu.

Hemen ayağa kalkan Ghia etrafına bakındı ama hiç kimseler yoktu. Ghia'nın göremeyeceğini anlayan gizemli ses. El sallayarak kendini göstermeye çalıştı. Ghia sesin sahibini görünce eliyle karşılık verdi:

- Adım Ghia, bir gezginim. Paylaşacak bir lokma ekmeğiniz varmı?

Adam hiç bir şey söylemeden eliyle yanına çağırdı Ghia'yı. Bu bir mağara girişiydi, yere eski bir kilim sermiş, öylece oturuyordu:

- Hoşgeldin Zhia, benim adım Asaeb. Burda madenciyim, diyerek eliyle oturmasını işaret etti Ghia'ya.

- Bu arada Adım Ghia, Zhia değil...

- Senin için önemli olmalı?

- Adları ve ruhları insanları var eder.

- Süslü laflardan çok anlamam, hele birde acıkmışken, diyerek yiyecek çıkarmak için elini heybesine attı.

Ghia peynir ve ekmek çıkarmasını umuyordu Asaeb'in. Bu yüzden heybeden çıkanları görünce şaşkınlığını gizleyemedi:

- Ne zamandan beri madenciler oğlak etiyle besleniyor?

- Bu karşında gördüğün hür adam kısa bir zaman önce köleydi... Efendim hayvan gibi çalıştırıp kuru ekmek verirdi sadece.

Bir yandan yemek yiyor bir yandan da konuşuyordu Asaeb:

-Şimdi o günlerin acısını çıkarıyorum... Tanrı ve onun ışığı Bake, başımızdan eksik olmasın. Ne kadar çalışırsan o kadar kazanabiliyorsun artık. Bu maden Bakeanlara ait, zaten tüm kasaba artık Bake'nin dinini kabul etti...Eğer istersen sende bir süre çalış bu madende, iyi kazanırsın, kimse hakkını yemez.

Ghia'nın yüzündeki ifadeden ne demek istediğini anlamıştı Asaeb:

- Bakean olmana gerek yok, sonuçta sen bir gezginsin, gezginlerin inançlısına denk gelmedim henüz, diyerek bir kahkaha patlattı ve bağdaş kurmuş Ghia'nın bacağına bir şaplak attarak konuşmasına devam etti:

- Ustabaşı iyi adamdır beni de sever...

- Teşekkür ederim, yolluk alabilecek kadar çalışsam yeter fazlasında gözüm yok, diyerek elindeki buttan büyük bir ısırık aldı Ghia.

Asaeb yemeğini yedikten sonra Ghia'ya beklemesini söyleyip mağaradan içeriye girdi. Ghia fırsattan yararlanıp büyük bir parça eti Akina'ya fırlattı. Elindeki but yetmezmiş gibi diğer eline de bir parça et aldı ve ağzında nefes alacak yer kalmayana kadar yemeye devam etti, ağzını o kadar doldurmuştu ki hepsini yutmakta zorlanıyordu. Midesi bomboşken şimdi tıka basa doymuştu ama gözü bir türlü doymuyordu. Etler bittikten sonra büyük bir salkım üzümüde mideye indiren Ghia, gayrı ihtiyari geğirdi.

Asaeb öksürerek Ghia'yı uyardı. Yanında Ustabaşıyla geri gelmişti ve Ghia onları fark etmemişti. Usta Başı:

- Ben bu madenin usta başı Velian. Asaeb senden bahsetti, gezginmişsin öylemi?

Ustabaşının göğsünde işlenmiş bir Bakean arması vardı, Ghia armayı görünce ister istemez Obeth katliamı aklına gelmişti ve hiç bir şey söylemeden armaya bakıyordu. Ustabaşı tekrarladı:

- Gezginsin değilmi?

- E ee evet bir gezginim, uzun zamandır yollardayım, günlerdir de çok birşey yememiştim. Burda bir kaç gün çalışıp kendime kasabadan yolluk bir şeyler alırım diye düşünüyorum.

- Sonrasında nereye gitmeyi planlıyorsun?

- Sanırım Galomalin'e gideceğim.

- Hımmm, şanslıymışsın. Bak ne diyeceğim iki gün sonra Sampra'ya gidecek bir kafile var, onlarla Galomalin'e kadar gidebilirsin. O zamana kadar Asaeb'le birlikte bu madende çalış ve kasabadan da istediklerini al.

Velian arkasını dönmüş giderken, Asaeb gülerek dirseğiyle Ghia'yı dürttü ve kazmayı uzattı.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Yedinci bölüm eklendi!)
Gönderen: seabiscuitxx - 14 Şubat 2015, 14:26:49
Başlangıcından itibaren insanı sarmalayan bir anlatımı var.Aralarda bazı hatalar olsada akcılığın ortasında kaybolup gidiyor hepsi.Okuyucu olarak beğendim.Kalite kokusunu aldım.Kaleminize sağlık.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Yedinci bölüm eklendi!)
Gönderen: zaujas - 14 Şubat 2015, 17:16:53
Beğenmene sevindim, elimden geldiğince eli yüzü düzgün bir hikaye ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Güzel iltifatların içinde ayrıca teşekkür ederim. Bu tarz yorumlar çok motive edici benim için.
Başlık: Bölüm 8: Kadim Gözyaşı
Gönderen: zaujas - 14 Şubat 2015, 17:17:54
Meşaleler sık aralıklarla ve düzenli olarak yerleştirilmişti ama içerisi hala çok karanlıktı. Mağara oldukça büyük olmalı diye düşündü Ghia. Karanlıkta bir süre yürüdükten sonra, ileriye doğru baktığında karanlığın içinde parıldayan ışığı gördü. Yerden yukarıya doğru gelen ışık mağaranın tavanını aydınlatıyordu. Ghia yanında Asaeb'le birlikte ışığa doğru yürümeye devam etti. Işığın kaynağı madencileri taşıyan basit bir asansördü. Asansörün bulunduğu boşluğa gelince Asaeb, aşağıya doğru eğilerek:

- Dridu, gönder asansörü! diye bağırdı.

Kısa bir süre sonra mekanik bir ses ve hareket eden zincirlerin sesi duyuldu. Ghia'nın beklediğinden daha uzun sürdü asansörün gelmesi. Asansöre bindiklerinde Asaeb tekrar seslendi ve asansör ters yönde çalışmaya başladı. Artık aşağıya doğru iniyorlardı, asansörün gelmesi uzun sürmüştü çünkü mesafe oldukça uzundu. Ghia daha öncede bir çok maden görmüştü ama bu maden onlarla kıyaslanmayacak kadar büyüktü. Asansör sert bir şekilde durdu.

Asansörün kol gücüyle çalıştığını gören Ghia şaşırmıştı, Dridu denilen adam neredeyse Ghia'nın iki katı uzunlukta ve bir o kadarda iriydi. Zincirlerin sarılı olduğu düzeni bir manivelayla yukarı aşağı hareket ettiriyordu tek başına.

Madenin bu kısmı daha aşağıda olmasına rağmen daha aydınlıktı, uzun bir koridora sağlı sollu iki küçük koridor daha açılmıştı. Ghia ve Asaeb koridorun sonuna kadar yürüdü, Asaeb durdu ve eliyle sol taraftaki yeri gösterdi:

- İşte burada çalışacaksın Ghia. Şanslıysan belki bir altın damarına denk gelirsin.

Ghia'nın kulağı ondaydı ama gözleri koridorun sağında yer alan koridordaki mavi parıltılardaydı. Ona bakmadığını fark eden Asaeb'de Ghia'nın baktığı yere doğru dönerek:

- Biz ona züğürt elmas'ı deriz, bu madende çıkardığımız herşeyden pay alırız ama şu boktan mavi taşlara dokunmamız yasaktır. Bu madendeki tek kural da budur.

- Dokunmanız bile yasaksa, kim onları çıkarıp arabaya yükledi?, dedi ve eliyle tahta vagona yüklenmiş taşları gösterdi Ghia.

- Sampra'dan gelen on, on beş kişilik askerden bozma bir madenci tayfası var. Sadece onlar çıkarır bu taşları. Zaten beş para etmeyen değersiz taşlar, sen altın bulmaya bak, onlarla erzak alamazsın, diyerek Ghia'yı diğer tarafa döndürdü ve önden giderek kazmaya başladı.

Ghia bir süre kazdıktan sonra, durdu ve kendi kendine güldü. Asaeb, Ghia'ya dönerek niye güldüğünü anlamaya çalıştı. Ghia bir anda ciddileşerek:

- Komik olan inançlar Asaeb, insanların inançları. Sizin burada züğürt elmas'ı dediğiniz taşlar kuzeyde kutsal sayılır. Kuzey halkları "kadim gözyaşı" der bu taşlara.

- Kadim gözyaşı mı? Züğürt elmas'ı daha güzel bir isim değilmi, dedi ve gülerek kazmaya devam etti Asaeb.

- İo cennetten kovulup yeryüzüne sürgün edildiğinde, eşi Are için her gece yıldızlara bakıp ağlarmış. Are'yi bulana dek kadim gözyaşlarının düştüğü her yerde mavi kristaller oluşmuş. Kuzeyliler için bu yüzden çok değerlidir mavi taşlar, bu çok eski bir inanç. Bakeanlıktan çok daha eski ve köklü.

- Tanrı İo'yu tekrar cennetine kabul etsin.

Her tarafta kazma sesleri yükseliyor, ter ve toprak kokusu birbirine karışıyordu. Ghia altının neden bu kadar değerli olduğunu düşündü; ne yenilebilir, ne içilebilirdi, insan için hayati bir şey değildi. Ama değerliydi aslında değeri olmayan bir maddeye insan bir anlam yüklemiş ve onu yüceltmişti. O kadar yücelmiştiki artık insan ona sahip olamazdı, o insana sahip olurdu.

Ghia biraz mola vermek hemde madeni keşfetmek için kazmasını yere bıraktı ve yürümeye başladı. Zamanında köle olan insanlar artık Bake sayesinde özgürlerdi, özgürce sabahtan akşama durmadan çalışıyor ve ellerindeki nasırlar patlayana kadar kazma sallıyorlardı. Hepsi kötü kalpli efendilerinden kurtulmuştu belki ama yeni bir efendinin, altının kölesi olmuşlardı:

- Özgür köleler, dedi Ghia kendi kendine hafifçe fısıldayarak ve gülümsedi.

Tüm bunları düşünürken, arkasına baktığında nerede olduğunu bir an kestiremedi. Sanki etraf daha karanlık ve boğucuydu. Bir ses duyduğunu düşünerek tekrar arkasına döndüğünde, siyah bir gölgenin üzerine doğru geldiğini gördü. Ghia korkmuştu ama ne yapacağını da bilmiyordu. Korkusunu belli etmemesi gerektiğini düşündü. Ama Gölge daha da yaklaşmıştı, Ghia daha dikkatli baktığında gölgenin aslında yüzü parçalanmış bir insan olduğunu fark etti. Kaçmak için hamle yaptığında dengesini kaybederek yere düştü, ayağa kalkamadan ayaklarıyla kendini uzaklaştırmak için çırpınıyordu ama bir adım bile uzaklaşamamıştı.

- İyi misin? diye seslendi yüzü parçalanmış karanlık gölge

- Arkadaşım iyi misin?

Ses, Ghia'yı kendine getirmişti. Artık daha da yakınında olan adama tekrar baktığında onun bir Bakean askeri olduğunu gördü, üstelik yüzü de şimdi normal görünüyordu. Bunun şaşkınlığını yaşarken adamın uzattığı elinden güç alarak ayağa kalktı. Asker gülen bir ifadeyle...

- Bu taraftaki madenlere girmenizin yasak olduğunu sana söylemediler sanırım. Sen şu yeni madenci olmalısın Velian senden söz etmişti. Adım Marean, keşif ekibindenim.

- Hiç farkında değilim, biraz mola vermek istemiştim bir anda kendimi buralarda buldum.

- Senin evcil bir kartalın olduğunu duydum doğrumu?

- Akina, evet.

- Sormak istediğim şeyler var sana, bende küçükken bir atmaca yakalamıştım ama şimdi bulabilirsem bir kartal satın almak istiyorum. Güneydeki şehirlerde pazarlarda satıldıklarını duymuştum. Akşama istersen kulübelerin ordaki küçük handa oturabiliriz, birşeyler içeriz hemde kartallardan konuşuruz.

Bu fikir Ghia'nın hoşuna gitmişti, Marean oldukça saygılı ve akıllı bir gence benziyordu. Ghia Marean'ın yanından ayrılarak tekrar hala kazma sallayan Asaeb'in yanına döndü. Ghia'yı fark eden Asaeb istifini hiç bozmadan azimle kazma sallamaya devam ediyordu:

- Böyle bir hafta çalışsan bile, bir somun ekmek alamazsın daha gayretli olmalısın gezgin...

Ghia bir şey söylemedi ve kazmasını eline alarak yavaşca kazmaya başladı. Zamanında simyaya merak sarmış ve genç yaşlarında taşları altına dönüştürmeye uğraşmıştı. Yaşı ilerleyince altının ve insanların değer verdiği diğer şeylerin insana mutluluk vermediğini anlamış ve kendini doğaya adamıştı.

Ghia'nın kazdığı yerde küçük bir parıltıyı fark etti, kazmayı tekrar aynı yere salladığında parıltının kaynağı daha da ortaya çıkmıştı. Bu orta büyüklükte bir altın yumrusuydu, önündeki küçük altın tozlarını topraktan ayırmaya çalışan Asaeb, Ghia'nın elindeki altını görünce hem şaşırmış hemde içinden söylenmişti. Bunu farkeden Ghia:

- Şanslıyım, bunla küçük bir oğlak sürüsü alıp yanına da bir kulübe yapabilirim...

- Şanslısın gezgin! diyerek somurtup kazmaya devam etti Asaeb.

Akşam olunca, madenin biraz aşağısındaki kulübelere gitmek için ellerindeki işleri bıraktılar. Madende çalışan ve evi olmayan madencilerle birlikte Sampra'dan gelen madenciler burada kalıyordu. Obeth'e saldıran askerlerde dönüş yolunda mola vermişlerdi ve bir süredir buradaydılar. Obeth katliamı sonrası bir intikam saldırısı olabileceğini öngörerek, yakında Sampra'ya gidecek kafilenin güvenliğini sağlayacaklardı dönüş yolunda.

Ghia, Marean'ın bahsettiği hana girince, tüm masaların dolu olduğunu gördü ve tam dışarıya çıkarken kapıda Marean'a rastladı:

- Bende seni arıyordum Ghia, Akina nerede...

Ghia ıslık çalarak Akinayı çağırdı, ıslığa tiz çığlığıyla karşılık veren Akina zıpkın gibi inişe geçerek Ghia'nın uzattığı koluna kondu.

- Bu gerçekten müthiş bir kartal, çok şanslısın...

Hanın ilerisinde Bakean askerlerinin kampının hemen yanında bir kayanın üzerinde oturdular. Marean yanında bir şişe Da ( Da: Bir çeşit meyve şarabı) getirmişti. Hem sohbet ediyorlar hemde şarap içiyorlardı. Marean, Akina'ya dokunmak için elini uzattığında Akina ona öyle keskin bir bakış fırlattı ki Marean'ın eli havada kaldı. Ghia bir kahkaha patlattı ve Da şişesini kafasına dikledi.

Bu sırada karanlığın içinde dürbünüyle biri onları izliyordu. Ama dürbünle bakan kişinin aradığı şey onlar değildi.

- Altmış kadar Bakean askeri var birde madenciler, hatta bir tane de kartal...

- Altmış demek, oldukça az sayıdalar... bu arada bir dürbünün olduğunu bilmiyordum Ghoul...

- Bende şu tuttsak Bakean'dan araklayana kadar bilmiyordum.

- Sürüden ayrılırsa başına bunların geleceğini bilmeliydi saftirik Bakean...

- Kimse bu kadar hızlı bir şekilde bu olaylardan haberimiz olacağını ve buralara kadar geleceğimizi bilemezdi, ama Bakeanların Sampradan yola çıkan askerlerini duyduğumda Obeth'te yapacakları şeyler aklımın ucundan bile geçmezdi. Keşke biraz daha önceden yola çıksaydık. Nure Sufi olanları öğrenince çok sinirlenecek...

- Baksana adamların keyfi yerinde içip eğleniyorlar. Bake'nin en büyük hatası fahişeliği yasaklaması oldu bence, bu kadar adam birbirini mi becerecek şimdi, diyerek kahkaha attı.

- Zevzekliği bırak istersen Sille!

Gizlendikleri yerden yavaşca geri çekildiler ve karanlıkta kayboldular.

Terkedilmiş bir madende bekleyen yüze yakın asker vardı, sarp kayalığın önünde Ghoul ve Sille görününce Aza Sael yerinden doğruldu ve onlara doğru yürüdü. Ghoul:

- Efendim altmış civarı asker var, birde madenciler...

- Altmışmı, verdikleri kayıpları düşünürsek yetmiş, yetmiş beş tane askerlemi Obeth'e saldırdı bunlar? İyice baktınız mı?

- Her tarafı gözetledim dürbünle, zaten biliyorsunuz Obeth'in etkin bir savunması yoktu. Bu kadar asker yeterli olmuş olabilir.

- Yine de saçma geliyor...

Ay ışığının aydınlattığı sarp kayalıklardan ilk önce bir yayın gerilme sesi duyuldu, okun hedefindekilerin duyamıyacağı ama kudretli Akina'nın duyabileceği bir sesti bu. Bir anda yaydan fırlayan ok hedefine doğru yol almaya başlamıştı. Eğer Ghia madende gitmemesi gereken o yere gitmeseydi ya da han'da boş bir masa olsaydı; bu ok zavallı Marean'ın sağ şakağına saplanıp onu öldürmeyecekti. Marean'ın elinden düşen şarap şişesinin kırılan parçaları havada savrulurken, gökyüzündeki onlarca alevli ok geceyi aydınlatıyordu.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Sekizinci bölüm eklendi!)
Gönderen: seabiscuitxx - 14 Şubat 2015, 19:09:45
Kısa bir süre sonra mekanik bir ses ve hareket eden zincirlerin sesi duyuldu.
Bu ibaredeki "Kısa bir süre sonra" kışını çıkarıp tekrar okursan kulaa daha iyi geliyor.Birde asansör bölümünde fazlaca asansör kelimesi var.

- İyi misin? diye seslendi yüzü parçalanmış karanlık gölge

- Arkadaşım iyi misin?
Bu iki diyalog arasına hayalle gerçeği ayıracak bir ayrıntı konulabilir.

Bir ara Akina nerede diye düşünürken ortaya çıktı.Sürükleyici olduğu bir gerçek.Devamını bekliyorum.Kolay gelsin.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Sekizinci bölüm eklendi!)
Gönderen: zaujas - 14 Şubat 2015, 19:41:54
Yazım ve anlatım hatalarım olabiliyor, zamanla yazdıkça daha iyi olacağını düşünüyorum her şeyin.
Her hafta cumartesi günü yeni bir bölüm eklemeye çalışıyorum, umarım bu düzende devam ederim. Yorumların için tekrar teşekkürler.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Sekizinci bölüm eklendi!)
Gönderen: seabiscuitxx - 20 Şubat 2015, 23:26:39
tabiki hatalar olacaktır.Yazma tecrübesinin yazdıkça kazanıldığına ve geliştiğine inanıyorum.Özellikle hem yazmak hem okumak yazarın kalitesini artırıyor.

Bu düzende devam etmeni isterim.Sonunda kaliteli bir yazar olmaya uzak değilsin.Kolay gelsin.
Başlık: Bölüm 9: Büyülü İksir
Gönderen: zaujas - 21 Şubat 2015, 19:02:42
Oklar gökten yağmur gibi yağıyordu, insanlar sağa sola kaçışıyor ve alevli okların hedefi olmamaya çalışıyorlardı. Şimdiden kulübelerin çoğu tutuşmaya başlamıştı. Bağrışmalar arasında askerler ok menzilinin dışına çıkarak bir düzen almaya çalışıyorlardı.

Ghia, Akina'yı uygun bir anda salarak uzaklaşmasını sağladı, etrafına bakınıp kendini koruyabileceği bir yer aradı ama her yer alevler içindeydi. Askerlerin toplandığı alana doğru gitmeye karar verdi.

Madencilerin bir kısmıda askerlerin yanına sığınmıştı. Askerler gergin bir şekilde ok yağmuru sonrası kılıçların konuşacağı anı bekliyorlardı. Bazı madenciler askerlerden kılıç istiyordu, Asaeb'de bunlardan biriydi ve şanslıydı kısa boylu bir asker ona bir kaç tane kılıç uzattı:

- Bunları savaşmak isteyenlere dağıt sende!

Ghia yanına gelince Asaeb ona da bir kılıç uzattı. Ghia hiç bir zaman savaştan yana olmamıştı ama bir gezgin her an tehlikeyle burun burunadır, insanların pek bilmediği tekin olmayan yerlerde gezdiği zamanlardan kılıçlara aşinaydı aslında. Kılıcı aldıktan sonra, yeni alev alan bir kulübe dikkatini çekti:

- Asaeb! Kulüben yanıyor...

- Neeeea olamaz, altınlarım, altınlarımm...

Asaeb, kulubesi diğer kulübelere göre biraz daha uzakta olduğu için okların kulübeye kadar gelemeyeceğini düşünmüştü ama yanılmıştı. Kulübenin yanına geldiğinde tekme vurarak kapıyı kırdı ve içeriye girdi. Her taraf alev içindeydi, hemen altınların olduğu alet sandığını açtı ve altınlarını kucağına doldurmaya başladı. Alevler çatıyı tutan kirişlere sıçramıştı, bir kalas parçası Asaeb'i sıyırarak yanına düştü. Hızlı hareket etmeye çalışıyor ve bir yandanda gerisinde altın bırakmak istemiyordu. Altınlara elbette alevler çok bir şey yapamazdı ama yağmacılar hepsini talan edebilirdi. Kapıdan çıkmak üzereyken alevlerin arasında parıldayan bir altın parçası dikkatini çekmişti, aceleyle altınları toplarken kucağından düşmüş olmalıydı. Tekrar geri döndü ve yerdeki altını almak için eğildi ama bu kez de diğer altınlardan bir kaçı yere saçıldı. Biraz çabayla hepsini tekrardan kucağında toplayıp , hızlıca dışarıya doğru koşmaya başladı. Yanarak düşen ilk kalas çatının zayıflamasına neden olmuştu, büyük bir gürültüyle tüm çatı Asaeb'in üzerine çöktü. Ama hayattaydı, giysileri tutuşmaya başladığında can havliyle kendini çatının yıkıntılarından kurtarıp, güçlükle de olsa ayağa kalkarak koşmaya başladı hala altınların bir kısmı kucağındaydı. Karanlığın içinde tüm vücudunu alevler kaplamışken amaçsızca koşuyordu. Artık acıya dayanamıyordu, gücünün tükendiğini hissetti ve tökezleyerek düştü, kucağında ki altınlar etrafına saçılırken, belkide son nefesinde de olsa öğrenmişti; asla özgür bir insan olamamıştı, değeri olan şeylere değer vermemiş, boş şeyler peşinde koşmuştu.

Ghia, Asaeb'i durduramayacağını biliyordu ve bu yüzden onu engellemeye çalışmamıştı bile. Ama evden alevler içinde çıkarak koşmaya başladığını görünce ona doğru koşmuştu. Şimdi alevler içindeki Asaeb'in yanındaydı. Pelerinini çıkarıp ateşleri söndürmeye çalışsada artık çoktan olan olmuştu. Bu sırada hızla ona doğru koşan bir madenciyi fark etti:

- Kaçın! geliyorlarrr! geliyorlarrr!

Ghia, bir an durdu; bu onun savaşı değildi. Bakeanlar masum insanları öldürmüştü ve bu yaptıklarının karşılığıydı. Şimdi onların yanında savaşamazdı. Koşarak, kulübelerin olduğu bölgeden uzaklaşmayı ve izini karanlıkta kaybettirmeyi umuyordu. Belki kimsenin umrunda bile değildi ama yinede kendini bu çorak topraklardan kaçıp kurtarmak istiyordu. Gidebileceği iki yoldan birinde okçular mevzilenmişti, tek bir seçeneği kalmıştı. Karanlığın içinden çıkan süvariler, bu yolun da kapalı olduğunu gösteriyordu. Kulübelerin etrafı sarılmış olmalıydı. Süvarilerden biri Ghia'yı fark etmişti ve atını hızlıca ona doğru sürüyordu, tam bu sırada Akina yıldırım gibi bir anda ortaya çıktı ve süvarinin atından düşmesine neden oldu. Süvari çaresiz şekilde yerde kendini toparlamaya çalışırken Ghia'nın kılıcı göğsünden girip sırtından çıktı. Ama diğer süvarilerde yaklaşmıştı, Ghia bir süvarinin en büyük silahının atı olduğunu biliyordu ve bir anda atın bedenine girerek süvariyi üzerinden savurdu. Hemen kendi bedenine dönmeliydi, gezgin ruhlar beden değiştirdiklerinde kendi bedenleri bir ölüden farksızdır ve savaşın ortasında sahipsiz bir beden ölmeye mahkumdur. Eğer başka bir hayvanın bedenindeyken kendi bedeni ölürse sonsuza kadar o hayvanın bedenine hapsolabilirdi. Bu anlık bir durumdu, Ghia bedenine döndüğünde, yere yığılmak üzereydi. Düşmesini engelleyemeyen Ghia atik bir hareketle yerde yuvarlandı ve kılıcıyla ona doğru saldıran süvarinin bacaklarını biçti. Akina başka bir süvariyi fark etti ve keskin pençeleriyle ona saldırdı ama süvari eğilerek Akina'dan kurtulmayı başardı, Ghia süvariyi fark ettiğinde artık çok geçti kılıç sol omzuna derin bir yara açtı ve yere düştü. Ghia kulübelere doğru baktığında karanlığın içinden ona doğru koşan Bakean askerlerini gördü ama kendinden geçerek bayıldı.

Bakean'lar hem atik hemde güçlüydüler, az bir kayıp vererek süvarilerin geri çekilmelerini sağladılar. Yedi tane süvariyi öldürmeyi başarmışlardı. Bakean askerlerinden biri yerdeki Ghia'nın yanına geldi ve kemerinden çıkardığı küçük yeşil şişeden içmesini sağladı, iksirin etkisiyle Ghia hemen kendine gelerek gözlerini açtı. Etrafındaki Bakean askerlerinin bazılarının gözleri tamamen yeşildi ve parlıyordu. Ghia'nın korktuğunu fark eden Bakean:

- Sakin ol madenci, bu bir kabus değil korkmana gerek yok, diyerek güldü ve şişeden bir yudum aldı. İksirin etkisiyle gözleri bir anda yeşil bir alev gibi parladı.

Ghia yerden kalkmak için kılıcından destek aldı ve ayağa kalkarken kılıçtaki yansımasını gördü, gözleri onların ki gibiydi üstelik kendini olduğundan daha enerjik ve güçlü hissediyordu. Omzundaki yara hala kanıyordu ama acısını hissetmiyordu.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Dokuzuncu bölüm eklendi!)
Gönderen: seabiscuitxx - 22 Şubat 2015, 00:36:47
Bu bölümde çok güzeldi.Olaylar şaşırtıcı bir şekilde gelişiyor.Ghia ve akina karakterlerini şimdi daha iyi tanımaya başlıyorum.Okudukça kabaca şöyle diyorum."Oha la konu nereye gidiyor."
Emeğine sağlık.Her bölüm için haftasonunu beklemek gerekmesi dışında herşey güzel :)
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Dokuzuncu bölüm eklendi!)
Gönderen: cankutpotter - 22 Şubat 2015, 03:08:07
Selamlar.

Güzel bir kurgu olmuş. Bütün karakterler çok ilginç. Loretta'nın gözcülüğünün ne olduğunu, bebeğin bu hikâyede sonradan bir rolü olup olmayacağını ve Ghia'nın yaşayacağı maceraları merak ediyorum.

Bence anlatım açısından gayet sürükleyici, üslubun da harika.

Birkaç yazım hatası dışında pek bir şey yok sanırım.

Neyse, devamını merakla bekliyorum.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Dokuzuncu bölüm eklendi!)
Gönderen: zaujas - 22 Şubat 2015, 10:21:26
@seabiscuitxx her bölüm için üşenmeden yorum yazdığın için çok teşekkürler. Umarım sonuna kadar böyle keyif alarak okursun. Haftada bir yazmıyorum aslında stok bölümler var ama aksamaması için bu şekilde yayınlıyorum.

@cankutpotter karakterleri biraz  gizemli bir hikaye oluyor sanırım ama kafanızdaki tüm sorulara cevap bulacaksınız diye düşünüyorum. Anlatım konusunda çok olumlu yorumlar alıyorum ve ilk hikayem olduğu için bu tarz yorumlar bana çok gaz veriyor :)
Başlık: Bölüm 10: Soğuk Ölüm
Gönderen: zaujas - 28 Şubat 2015, 00:15:50
- Efendim süvariler geri çekilmek zorunda kalmış. Beklemediğimiz bir direnç gösteriyor Bakean'lar. Bazı askerler kara büyü kullandıklarını söylüyorlar...Güney girişinin savunmasıda en az kuzey kadar güçlü... Yerleşkenin etrafı geçit vermez kayalıklarla çevrili.

Aza Sael bir kayanın üzerinde oturmuş elindeki kılıca bakıyordu. Dar Güney geçidinden giren süvariler kuzeydeki askerlerin de güneye kaymasını sağlayacak ve kuzey savunmasını zayıflatacaktı, sonrasında askerleri daha geniş bir girişi olan kuzeyden girerek, etkili bir hücum yapacaklardı. Her iki tarafı savunacak kadar askerleri olmadığını düşünmüştü Aza Sael ama kuzeydeki askerlerin çoğu hattını muhafaza etmiş ve az sayıdaki Bakean askeri süvarilere yetmişti. Başka bir planı ve seçeneği yoktu. Yaveri Quian'ın yüzüne bakmadan iki eliyle kılıcının kabzasını kavradı ve yere sapladı:

- Bu kılıcın adının neden "Soğuk Ölüm" olduğunu biliyormusun Quian?

Quian böyle bir soru beklemiyordu. Aza Sael'in yanında yeniydi ve onu iyi tanımıyordu. Şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak soruyu yanıtladı:

- Hayır efendim.

- Çeliği o kadar soğuktur ki, kestiği her kimse sıcak kanı üzerinden akarken bir yılan gibi tıslar. O kadar keskindir ki bir saçı diklemesine ikiye bölebilir ve öylesine öfkelidir ki çıkardığı kıvılcımlar savaş meydanını aydınlatır. Ama bu kılıcı yapan ustanın çok sevdiğim bir lafı vardır; " Kılıçları efsane yapan ne yapıldığı cevher ne de maharetli demircilerdir. Bir kılıcı efsane yapan onu tutan eldir." der... Şu süvariler Knoha'nın en iyi at binen, kılıç kuşanan silahşörleri. Onlara harcanan gümüşlerle küçük bir kasabayı büyük bir şehire dönüştürebilirsin...

- Dri ve Sonagre'yi bana gönder, dedi ve eliyle çekilmesini işaret etti.

İstediği askerler gelince, ayağa kalktı ve zırhını düzeltirken bir yandan:

- Şu Bakean esirini alın ve Knoha'ya doğru yola çıkın. Yalnızca geceleri hareket edin ve dikkatli olun. Bu adam bugün burda ölecek her bir Knoha askerinin ölümünü anlamlı kılacak kadar değerli bir tutsak. Oraya varınca esirin konsey üyesi olduğunu ve sorgulanması için benim tarafımdan gönderildiğini söyleyin! Bir an önce yola çıkın!

Aza Sael, Soğuk Ölüm'ü kınına geçirdi ve atına binerek askerlerin olduğu yere doğru ağır ağır ilerlemeye başladı. Yenilgiye tahammülü olmayan, cesur bir savaşçıydı ve askerlerinin cesaretsizliği onu kızdırmıştı. Nasıl olurda onlarca süvari bir avuç Bakean'ı oyalayamaz diye düşünüyordu.

Doğduğu ve ailesinin hükmettiği güneydeki Drira topraklarından zoraki bir sürgünle Knoha'da Nure Sufi'nin himayesine girmişti. Sürgün edilmesinin nedeni Bake'ye biat eden toprak lordlarının ailesine sırtını dönmesiydi, tüm ailesi katledilirken gizlice Drira kalesinden ayrılmış ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Knoha'ya varmıştı. Topraklarını terk etmeyi bir acizlik olarak görmüyordu, intikam alacağı gün için yaşayacaktı.

Nure Sufi, Aza Sael'in değerli bir komutan olduğunu düşünüyordu. Onu öncü birliğin başına geçirmiş ve ilk emir olarak Obeth'e doğru yola çıkan Bakean'ları gözleyerek gerekirse savaşmasını emretmişti. Güçlü bir savaşçıydı ama askerleri arasında onun ayarında bir elin parmağı kadar bile askerin olmadığını düşünüyordu. Elini taşın altına sokma vakti gelmişti, mağlup bir şekilde Nure Sufi'nin karşısına çıkmak istemiyordu.

Askerlerin toplandığı alana vardığında, hiç bir şey söylemeden sadece onları süzdü. Süslü kelimelerle onları motive etmeye çalışmayacaktı. Askerler bakışları altında eziliyordu. Sadece dudağının bir tarafıyla alaycı bir şekilde gülümsedi ve atını döndürerek kuzey girişine doğru sürmeye başladı. Askerler şaşırmıştı, ne yapacaklarını bilmeden birbirlerine bakıyorlardı. Ama Aza Sael ne yapacağını biliyordu, kanının son damlasına kadar savaşacak ve ne kadar Bakean'ı kendiyle birlikte cehenneme götürebilirse götürecekti.

Bakeanlar ok yağmurundan sonra büyük bir hücum bekliyorlardı ama hiç bir hareketlilik yoktu. Knoha'lıların gelebilecekleri yerler belliydi. Güney geçidini yoklamışlar ve geçemeyeceklerini anlamışlardı Kuzey geçidinde ki Bakean'lar karanlığın içinde parlayan yeşil gözleriyle onları bekliyordu. Hava iyice kasvetlenmiş ve bulutlar ayın ışıklarını geçirmeyecek kadar çoğalmıştı, etrafa zifiri karanlık hakimdi.

Kuzey yolunu gözetleyen askerlerden ikisi konuşuyordu:

- Ben sana söyliyeyim Hildar, Knoha'lılar çoktan annelerinin kucağına dönmüştür, yoktan yere iksirleri heba ettik...

- Boşver tadı çok güzel, insanın içini ısıtıyor bu meret, diyerek şişeden bir yudum daha aldı Hildar.

- Ne yapıyorsun! Bence fazla abartma, Obeth'te ki çıldıran askerleri duymadın sanırım.

- Onlar uç güneyliydi, Boş Mezar ( Boş Mezar: Güneyde ki en uzak yerleşim yeri.) denilen izbe yerden. Ordakilerin insan eti yediğini duymuştum, dedi ve şişeyi sonuna kadar içti.

Odaren, Hildarın kolunu dürttü ve karanlığın içinden onlara doğru gelen silüeti gösterdi. Dörtnala onlara doğru gelen Knoha'lı Aza Sael'den başkası değildi.

- Geliyorlarrr! diye bağırarak Odaren diğer askerleri uyardı.

Komutan Mitar okçulara işaret verdi ve hazırlanmalarını istedi. Okçular Mitarın atış işaretini bekliyorlardı ama etrafta başka atlı olmadığını gören Mitar okçulara beklemelerini işaret etti. Tek başına bir atlı hiç bir şey yapamazdı. Gülerek yanındaki okçudan tek bir atış yapmasını istedi:

- Eğer tek atışta indirirsen benden sana iki gümüş...

Okçu kısa bir süre Aza Sael'i izledi, rüzgar kuzey doğudan esiyordu ama şiddetli değildi. Dik bir atış yapacaktı, yayını yavaşca gerdi ve uygun anın geldiğini düşünerek oku fırlattı. Ok o kadar yükselmişti ki karanlığın etkisiyle tamamen görüş alanından çıkmıştı, inişe geçmeye başlayan ok biraz sonra Aza Sael'in sol omuzunu sıyırarak bacağına saplandı ama Aza Sael atını sürmeye devam ediyordu. Bacağına saplanan oku çıkarmak için eğildiğinde bir anda askerlerini gördü. Quian önderliğinde komutanlarının arkasından gelmişlerdi.

Bakean okçuları seri atışlarla Knoha'lılara kayıp verdirmeye çalışıyordu, gökyüzünde onlarca ok Aza Sael ve askerlerinin üzerine yağıyordu. Kalkanlarıyla bekleyen Bakeanlarla, Knohalı'lar şidddetli bir ilk temas sonrası birbirine girmişti. Aza Sael atını sonuna kadar dört nala koşturmuş ve kalkanlara yaklaşınca atının üzerinden fırlayarak ilk önce ona uzanan bir mızrağı savuşturmuş ve sonra kıvılcımlar saçan Soğuk Ölüm'le ön safta bekleyen hazırlıksız bir askerin başını vücudundan ayırmıştı ama bu dengesiz atlayış bir mızrağında boşluğuna saplanmasına neden olmuştu. Diğer askerlerinde devreye girmesiyle Bakean'ların savunma hattı yarılmıştı. Aza Sael yaralarına rağmen daha şimdiden bir kaç Bakean'ı haklamıştı.

Destek çok gecikmedi neredeyse tüm Bakeanlar kuzey girişindeki savunmaya katılmıştı. Aza Sael önüne çıkan bir Bakean'ın savurduğu kılıcı kolundaki çelik plakayla karşıladıktan sonra kılıcı göğsüne sapladı ve ayağıyla ittirerek saplanan kılıcını çıkarttı. Arkasından gelen Bakean'ı fark etmemişti, Quian'ın uyarısıyla olduğu yerde eğildi ve arkasını dönmeden kılıcını adamın boşluğuna sapladı ve yaralarına rağmen olanca atikliğiyle dönüp kellesini uçurdu. Bakean askerlerinin sayısı arttıkça Knoha'lıların verdiği kayıplar artıyordu. İksirin etkisiyle bazen bir Bakean üç, dört Knohalı'yı öldürüyor, yaralansalar bile savaşmaya devam ediyorlardı.

Hildar içtiği fazla iksirin etkilerini damarlarında hissediyordu. İçinde bastırılamaz vahşi bir içgüdü vardı, kılıcıyla ya da başka bir savaş aletiyle değil düşmanlarını dişleriyle parçalamak istiyordu. Durdu ve ellerine baktı bir kaplanın pençeleriydi sanki. Kalabalığın arasından kendine bir av aradı ve Aza Sael'i seçti. Koşarak ona doğru ilerliyordu, önüne çıkan Knoha'lıları elleriyle savurduktan sonra Aza Sael'in karşısına çıkmıştı. Aza Sael kılıcını ona doğru savurduğunda, kenara çekilerek sol koluyla Aza Sael'in kılıç tutan kolunu sıkıştırdı ve diziyle karın boşluğuna sert bir darbe vurdu. Aza Sael yere yığılınca, üzerine atlayan Hildar çıldırmış gibi böğürerek dişleriyle yanağını parçaladı. Aza Sael'in acı çığlığı savaş meydanında yankılanırken Quian kılıcını hala Aza Sael'in üzerindeki Hildar'ın boynuna sapladı ve Aza Sael'in koluna girerek onu uzaklaştırdı. Aza Sael ilk kez ölümü bu kadar yakınında hissetmişti ve şu an Bakean'lara duyduğu lanet intikam hırsından eser yoktu. Savaş alanında ki karmaşadan yararlanan Quian, Aza Sael'le birlikte ata binerek karanlıkta gözden kaybolmayı umuyordu ama çok az uzaklaşmışlardı ki sırtına saplanan ok buna engel oldu. Quian, Aza Sael'i oktan korumuştu ama kendisi ölmekten kurtulamamıştı.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Onuncu bölüm eklendi!)
Gönderen: seabiscuitxx - 28 Şubat 2015, 01:09:29
Çok iyi bir bölümdü. Aza Sael muhteşem girdi hikayeye. Hildarla kapışması ve ayrıca Hildarın ölümü fazla ani oldu. Bence uzatabilirsin. Savaşın anlatımına daha fazla hareket sıkıştırabilirsen son bölüm daha güzel olacak.

Bu kadar çok karakteri yönetmek zorlu bir iş olsa gerek. Gözlerimiz Ghia yı aradı herhâlde yaralıydı kenarda bekledi bu bölüm :) Yeşil iksir fikri çok orijinal ama iksirin nasıl yapıldığı nereden geldiği de merak konusu. İlerleyen bölümlerde göreceğiz galiba.

Fantastik türü sevmeye başladım.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Onuncu bölüm eklendi!)
Gönderen: zaujas - 28 Şubat 2015, 01:32:23
Aslına bakarsan çok karakter var ama hikayenin akışını belirleyen bir kaç karakter sadece. Bazen rol çalan karakterler olmuyorda değil tabi :) hikayenin akışını değiştiren karakterler çıkabiliyor. Kendime bir sözlük hazırlıyorum şu an karakter isimleri ve diğer kullandığım özel isimler için.

İksir fikri çokta orjinal değil aslında, hikaye bittiğinde hiç bir soru işareti kalmayacak aklınızda ;)
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Onuncu bölüm eklendi!)
Gönderen: cankutpotter - 28 Şubat 2015, 13:28:30
Merhaba.
Aksiyon dolu oldukça güzel bir bölümdü.

Ancak en önemli şeyi henüz bilmiyoruz hâlâ: bu savaş neden oluyor? Umarım onu da yakında öğreniriz.

Neyse, ellerine sağlık, devamını merakla bekliyorum.
Başlık: Bölüm 11: Kan Kokusu
Gönderen: zaujas - 07 Mart 2015, 16:24:57
Güneşin ilk ışıkları sarp kayalıkları yavaş yavaş aydınlatırken, kuzgun güneşte parıldıyan kanatlarıyla yavaşca süzüldü ve yerdeki cesedin göğsüne kondu, etrafını kolaçan ettikten sonra açık yarayı gagalamaya başladı ama tedirgindi. Etrafta cesetleri taşıyan askerler vardı. Biraz gagaladıktan sonra kanlı gagasıyla etrafa bakınıyor sonra kaldığı yerden devam ediyordu. Kayalıklara tünemiş diğer kuzgunlar etrafın güvenli olmadığını düşünüyor olmalıydı, cesetlerin arasında dolaşan insanlar onları ürkütmüştü ama bir yandan da cesetlerin kokusu kuzgunları sabırsızlandırıyordu. Cesetler kulübelerin olduğu tüm alana yayılmıştı. Kimisinin kolu kopmuş, kimisinin vücudu ve başı ayrı yerdeydi, kimileride hala inleyerek ölmeyi bekliyordu.

Nedenini bilmedikleri bir savaşta kendilerine bir neden yaratmışlar ve o neden için ölmüşlerdi. Oysa sadece oynanan oyunda birer piyonlardı. Komutanları ve efendileri için savaşıp ölen diğer insanlar gibi hepsi aynı çukura gömülecek ve adları asla hatırlanmıyacaktı.

- Kısa ömrümüzü daha da kısaltıyoruz, dedi Ghia yanındaki Odaren'e dönerek. Sargılı omuzunda ki yara iksirin etkisi geçtikten sonra canını yakmaya başlamıştı, kendini iyi hissetmiyordu.

Odaren yüzükoyun yatan bir Bakean cesedinin yanında durdu, cesette tanıdık bir şeyler görmüş olmalıydı, cesedi yavaşca çevirdi. Yanılmamıştı, bu nöbet arkadaşı Hildar'dı. Aza Sael'in yüzünün bir kısmı hala ağzındaydı. "Ne kötü bir ölüm..." diye geçirdi içinden Odaren. Obeth'te böyle başka askerler hakkında hikayeler duymuştu ama şimdi yakın bir arkadaşını böyle görmek moralini bozmuştu:

- İksir... Şu lanet iksirden defalarca içmişti. Kara büyüden başka bir şey değil. Bir kaç yudumdan fazla içince kendini kontrol edemez bir hale getiriyor insanı...

- Obeth'te de bu tarz cesetler görmüştüm ama kara büyü değil bu... İksirdeki baskın Zalvia tadını alana kadar bende öyle düşünüyordum ama kesinlikle kara büyü değil. Tapınak Çölünün şamanları da ayinlerinde kullanır Zalvia'yı. Günlerce uykusuz ayakta kalabilirler onun sayesinde. Ama birbirini parçalayan şaman görmedim hiç. Gerçi Zalvia şurubunun rengi de mavidir bu iksirler yeşil renkte, demek ki başka şeylerde karıştırılıyor...

- Sen bir büyücüsün değil mi? Şu şaman dediklerinden... Onlardansın.

- Şamanlar hakkında ne duydun bilmiyorum ama hepsi büyücü değildir ve görüp görebileceğin en yüce ruhlu insanlardır. Zalvia'yı birilerini öldürmek veya zevk için değil ritüelleri gereği içerler. Bana gelirsek, hayır ben bir şaman değilim, sadece bir gezginim.

- Gezginlerin bilmediği tek şey Tanrı'nın ışığıdır, diyerek araya girdi komutan Mitar ve devam etti:

- Çok bilgili bir adamsın Ghia, üstelik cesursunda; süvarilerle nasıl başettiğini anlattılar. Şu meşhur kartalın ner... derken konuşması askerlerin sesiyle kesildi.

- Komutan Mitar!

Askerlerin olduğu yere doğru baktığında ellerinde bir dürbün olduğunu gördü. Ghia'da askerlere doğru bakıyordu ve bu dürbün ona hiç yabancı değildi. Obeth'te ki gizemli adamında buna benzer bir dürbünü olduğunu anımsadı hemen. Komutan Mitar askerlerin yanına gittiğinde, dürbünü eline aldı ve inceledi. "Naukra'nın dürbünü...", dedi alçak bir sesle, üzerinde Naukra'nın bıçakla kazıdığı "N" ve "K" harfleri vardı. Ama dürbün bir Knoha'lının üzerinden çıkmıştı. Dürbünü alarak daha ilerdeki karagah çadırına girdi. Çadırda onun gibi rütbeli iki asker vardı:

- Üstad Naukra Knoha'lıların eline düşmüş ve büyük ihtimalle öldürülmüş...

Bu sırada siyah atının üzerinde siyah pelerinli gizemli bir adam kuzey girişinde belirdi. Ağır ağır cesetlerin arasından geçerek Ghia ve askerlerin olduğu yere doğru ilerliyordu. Bir asker diğerini dürttü, Ghia dahil herkes gelen bu gizemli adama bakıyordu.

- Eğlenceyi kaçırdığımı söylemeyin sakın, diyerek kapüşonunu açtı ve yüzünü gösterdi. Bu Kai Han'dan başkası değildi. Kai Han ünlü bir kafa avcısıydı ve hakkında herkes iyi ya da kötü birşeyler bilirdi. Atından sırtını tutarak güçlükle indi ve yere tükürerek, hiç kimseye birşey demeden karargah çadırına yöneldi. Çadırın önündeki nöbetçiler mızraklarını çaprazlayarak geçmesine izin vermediler. Yaverlerden biri yanına gelerek:

- Ne istiyorsun!

- Komutanına bilmesi gereken önemli bir haberim olduğunu söyle...

Yaver çadıra girerek durumu Mitar'a anlattı. " Kai Han mı? Ne işi var o köftehorun burada... Bırakın gelsin bakalım haberi neymiş." Mızraklar yana çekildi ve giriş açıldı. Kai Han çamurlu çizmeleriyle içeriye girdi. Mitar Kai Han'ı görünce:

- Seni buraya getiren nedir Kai, kimin kellesini almaya geldin. Yoksa benim mi? diyerek kaba bir kahkaha patlattı.

- Kan kokusu beni her zaman heyecanlandırır biliyorsun... Şu Knoha'lılar savaşmayı ne zaman öğrenecekler.

- Sadede gel!

- Size Naukra hakkında söyleyeceklerim var.

- Ne yoksa yaşıyormu, gördünmü onu...

- Bunu söyleyebilmem için bir kese gümüşe ihtiyacım var.

Mitar kuşağındaki küçük bir keseyi çıkarttı ve Kai Han'a doğru fırlattı. Kai Han hızlı bir hareketle keseyi havada yakaladı. Kesenin içinde gümüş yoktu ama altın parçalarıyla doluydu.

- İnsanların nasıl gönlünü fethedeceğini biliyorsun Mitar... Naukra'yı dün gece yarısı iki Knoha atlısıyla birlikte gördüm. Elleri bağlı bir şekilde ata bindirilmişti.

Mitar oldukça düşünceliydi, askerleri bu toprakları daha yeni yeni tanıyordu. Hızlı hareket etmeliydiler. Mitar, Kai Han'ın iz sürmedeki hünerlerini biliyordu ama başına buyruk bir adam olduğunuda biliyordu. Bir ikilemdeydi, yapacak çok fazla şey yok diye düşündü, Naukra konsey üyesi ve keşif komutanıydı. Böyle bir adamı kendi kaderine terk edemezdi.

- Onu bulmamızı sağlarsan bu keseden çok daha fazlasına sahip olabilirsin, ne diyorsun?

Kai Han pis pis sırıttı ve gözleri parladı:

- Av başlasın!
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (11. Bölüm Eklendi)
Gönderen: seabiscuitxx - 07 Mart 2015, 22:29:33
Ya zaujas hangi dünyada yaşıyorsun. Bu bölümde de döktürmüşsün. Hayal gücüne hayranım.  Anlatım, diyalog ve geri dönüşlü anımsatmalar kusursuz olmuş. Karakterler çok olsa da takibi hiçte zor değil. Konunun sabit bir duruşu yok sanki sürükleniyor okuyucuyu da sürüklüyor. Merakta bırakan bir yolculuğa çıkarıyor.
Arada geçen köftehor kelimesine bile takılmadım. Olsun dedim.

Çok güzeldi. Eline sağlık.

Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (11. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 07 Mart 2015, 22:46:44
Güzel yorum için nedesem bilemedim, çok teşekkürler...

Köftehor kelimesine sen öyle deyince şimdi ben takıldım :) bu arada iksirle ilgili merakını biraz giderdim sanırım bu bölümde :D
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (11. Bölüm Eklendi)
Gönderen: cankutpotter - 08 Mart 2015, 14:44:06
Selamlar.

Öncelikle ellerine sağlık, çok güzel bir bölümdü.

Her şey gittikçe daha da merak uyandırıcı bir hal almaya başladı. Kafa avcımız da buralara geldiğine göre işler karışır gibi geliyor bana. Haydi bakalım, devamını merakla bekliyorum, görüşmek üzere!
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (11. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 08 Mart 2015, 14:53:51
Çok teşekkürler cankutpotter,
Bu bölümün çok fazla beğenileceğini düşünmemiştim yazarken aslında bir geçiş bölümü olduğu için biraz durağandı ama hikaye ilerledikçe artık önceki bölümlerde okuduğunuz şeyler daha çok anlam kazanıyor ve bu da merak duygunuzu artırıyor diye düşünüyorum.

Bakalım haftaya neler olacak :)
Başlık: Bölüm 12: Gür Orman
Gönderen: zaujas - 12 Mart 2015, 16:34:49
Kai Han yerdeki nal izlerine bakarak:
- Üç atlı ve hemen arkalarından bir başka atlı daha... Knoha'ya gidiyorlar, dedi. Dikkatini yerdeki kan izleri çekmişti. Atından inerek parmağıyla yerdeki kana dokundu ve parmaklarına bulaşan kanı kokladı.

- Sonuncu atlı yaralıymış, çok fazla uzaklaşamamış olmalı... Ölüm kokuyor.

Komutan Mitar, yanına on adam vermişti ama Kai Han tek başına gitmek istemişti. Kendi işini kendi halletmeyi seven bir adamdı. Sonra Mitar'ın ısrarına dayanamayarak üç adamın onla gelmesini kabul etmişti. Benim onlara ihtiyacım yok ama onlar bensiz bir adım bile ilerleyemez diye düşünüyordu. Güneye indikçe Letha'nın çorak ikliminden daha yeşillik ama kuzeyle boy ölçüşemeyecek verimsiz topraklardan geçiyorlardı ve izler toprak zeminde rahatlıkla seçilebiliyordu. İyi bir iz sürücüydü, izleri bir kitap gibi okuyabiliyordu.

Bakean askerleri kendi aralarında Kai Han hakkında sağdan soldan duydukları şeyleri birbirlerine anlatıyorlardı:

- Bir keresinde sadece elleriyle bir adamın kellesini gövdesinden ayırmış diye duymuştum...
- Şu gözlerini oyduğu adama ne demeli, bu adam tam bir cellat.

Kai Han bu konuşulanları duyuyordu. Korkutucu ve herkesin çekindiği bir adam olarak anılmak hoşuna gidiyordu. Ama şimdi bunlar umrunda bile değildi. Sırtındaki ağrı aklına bir kadın tarafından nerdeyse öldürülüyor olduğu o anı getirdi. Sırtını tuttu, Loretta'yla kapışması sırasında sırtına saplanan bıçağın yarası hala ilk gün ki gibi ağırıyor ve canını yakıyordu. Ama o ünlü bir kafa avcısıydı ve küçük bir yaradan dert yanamazdı, hemen elini sırtından çekti ve kendine çeki düzen verdi.

- Siz soytarılar orada ne kaynatıyorsunuz, gözünüzü dört açın! Her an kafanıza bir ok yiyebilirsiniz...

                                                                    * * * * *

Kai Han izlerin belli bir noktada ayrıldığını fark ettiğinde neredeyse güneş batmak üzereydi. Yaralı atlı Gür Orman'a doğru gitmiş olmalıydı. Diğer atlılarsa Knoha'ya doğru devam etmişlerdi.

- Siz bu izlerin peşinden gitmeye devam edin... Şu yaralı adamın işini kolaylaştıralım, hiç kimse cehenneme gitmek için bu kadar acı çekmemeli...Geçitte size yetişirim.

Bu ormana Gür Orman denmesinin nedeni, etrafta çok az sayıda cılız ağaç varken, bir anda ortaya çıkan devasa ağaçlar ve bu ağaçlardan oluşan ormanın sık bitki örtüsüydü. Kai Han ormana doğru atı Sain'le birlikte ilerlerken, kendi uydurduğu bir şarkıyı mırıldanıyordu:

 "Ölmeyi bekleyen adam
  Kai Han gelecek
  Ormanda saklanan adam
  Kai Han seni öldürecek
  Korkudan altına yapan adam
  Canın çok acımayacak"

Aza Sael sık ormanda bir ağacın gövdesini kendine siper etmiş ve Kai Han'ı gözlüyordu. Nefes nefeseydi, takati kalmamıştı. Yüzünden kopan parça ağzı kapalıyken bile dişlerinin görünmesine neden olmuştu. Karanlık bir yaratık gibi soluyordu. Ormanın içine doğru ilerlemeye devam etti ve dayanamayarak dizlerinin üzerine çöktü, sürünerek bir ağacın yanına kadar ilerledi ve ağacın kovuğuna saklandı. Kai Han'ın söylediği şarkıyı duyabiliyordu. Aza Sael'in gözleri yavaşca kapandı, artık Kai Han'ın ayak seslerini de duyabiliyordu. Bu dünyada son duyacağı şeyin Kai Han'ın garip ölüm şarkısı olduğu gerçeği onu güldürmüştü. Eskiden yaşadığı güzel günleri hatırlamak istedi son kez, Drira'da geçirdiği mutlu çocukluk yıllarından herhangi bir anıyı.

Kai Han izleri takip ederek ağacın önüne kadar gelmişti, tam bu sırada ağacın arkasından fırlayan iri bir kurt Kai Han'ın atı Sain'i korkutmuştu, bir kaç tane daha kurtun geldiğini gören Kai Han kılıcını çıkararak kurtları savuşturmaya çalıştı ama kurtlar daha da sinirlenmişti. İçlerinden biri sıçrayarak Kai Han'ın kolunu ısırdı. Kai Han kolunda asılı duran kurdun bağırsaklarını deştikten sonra, diğerlerini haklamak için hamle yaptı ama nasıl bir şeyle karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Kurtların sayısı gittikçe artıyor ve etrafı sarılıyordu. Ağaç kovuğunda yatan yaralı adama baktı, kurtlar için iyi bir atıştırmalık olacak diye düşündü. Sırtındaki ağrı dayanılmaz bir hal almıştı daha fazla burada kalmasını gerektiren bir şey olmadığını düşündü. Sain'i mahmuzladı ve hızla ormanın derinliklerinde gözden kayboldular.

Aza Sael kurtlar karşısında bir şansı olmadığını biliyordu, atlı ve kılıçlı bir adam bile onlarla baş edememişti. İri kurt hırlayarak Aza Sael'e bakıyordu ve yavaş yavaş yaklaşıyordu, diğer kurtlarda bundan cesaret almışlardı. Tam bu sırada ormana yayılan garip bir tınının ardından kurtlar küçük köpek yavruları gibi tehditten uzak bir hale büründü ve oldukları yerde kaldılar. Yine görünüşleri kurt gibiydi ama gözlerindeki nefret yok olup gitmişti. Hafif bir rüzgar ağaçlardaki yaprakları savuruyorken etrafındaki herşeyin hızlandığını hissetti Aza Sael. Sarmaşıklar hızlıca ağaçlara sarılıyor, karıncalar hızlı hızlı sırtlarındaki yaprakları taşıyor bir anda rengarenk mantarlar ortaya çıkıyor ve ağaçlar kabuk değiştiriyor gibi sesler çıkarıyordu. Yeşil bir parıltı hakim olmuştu ormana. Kurtların arasından yaklaşan silüeti fark etti Aza Sael. Yaklaşan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken etraftaki bu yeşil parıltının kaynağının onun gözleri olduğunu fark etti. Bu yarı çıplak bir kadındı, düzgün vücudu ve güzel yüzüyle cennetten yeni düşmüş gibiydi yeryüzüne ve mucizevi bir ses tonuyla seslendi Aza Sael'e:

- Evime hoş geldin yabancı... Burası yeryüzünde görebileceğin en nadide yer...

                                                                    * * * * *  
Kai Han askerlerden önce gelmişti geçide. Sain o kadar hızlı koşmuştu ki, bir yıldırım gibi yol almışlar ve hemen geçide varmışlardı. Askerler geçide vardığında Kai Han bir kayaya sırtını vermiş uzanıyordu. Askerleri görünce kurt tarafından ısırılan elini gizlemeye çalıştı.

- Adamı hakladınmı Kai Han? diye sordu askerlerden biri.

- Bir kabus gibi üzerine çöktüm, daha ne olduğunu anlayamadan öbür taraftaydı...diyerek yanıtladı askeri Kai Han ve dikkatini ateş yakmaya çalışan bir başka asker çekti. Askerin yanına yaklaşıp kıçına sert bir tekme attı. Asker ne olduğunu anlıyamadan kendini yerde bulmuştu.

- Sizi aptallar gece gündüz durmadan yol alacağımızı size kaç kere daha söylemem lazım!

Kai Han yeni tutuşmaya başlamış çalı parçalarının üzerine işeyerek ateşi söndürdü ve:

- Herkes atlarına binsin ve bir daha benim iznim olmadan atlarınızdan inmeyin!

Kai Han, Naukra'yı Knoha'ya götüren adamları bir an önce bulmak istiyordu  ve gerekirse bunun için hiç uyumayacaktı.

Geçidin ilerisinde yer alan küçük bir koruluktan geçiyorlardı. Knoha'ya iki günlük yolları kalmıştı ve Naukra'yı kaçıran adamlarla aralarında yarım gün fark olduğunu düşünüyordu. Geceli gündüzlü hızlı bir şekilde ilerlerse bu açığı kapatıp onları yakalayabileceğini biliyordu.

Aniden karanlığın ortasından bir çığlık yükseldi, koruluğun güneyinden gelen bu ses Kai Han'ı harekete geçirdi. Koruluğun ilerisinde yer alan kayalık bir bölgeden gelmişti ses  ve sesin geldiği yerden dumanlar yükseliyordu. Bir anda yüzü gözü simsiyah olmuş bir adam atın önüne attı kendini ve nefes nefese bir sesle:
 
- Yardım edin, ne olur yardım edin...diyerek yere yığıldı.

Kai Han gözlerine inanamamıştı, bu Naukra'ydı.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (12. Bölüm Eklendi)
Gönderen: seabiscuitxx - 13 Mart 2015, 14:51:18
Bu hafta erken davranmışsın. Bölüm iyiydi ama Ghia ve akina nerelerde diye sormadan edemiyorum. Ayrıca bu bölüm aceleye gelmiş gibi ve acilen düzeltilmesi gereken yerler var.

Girişteki bölümlendirme güzel olmuş. Okumaya devam. Eline sağlık
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (12. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 13 Mart 2015, 15:07:45
Aceleye geldiği konusunda haklısın :) Bu hafta hem öykü seçkisine bir şey yazdım, hemde tek atışlık veya bir kaç bölümlük yeni bir hikaye yazmaya başladım. Bir yandanda yayın evleriyle paylaşabileceğim kalitede uzun soluklu tamamen yeni bir hikayenin kurgusunu oluşturuyorum ara ara yazarak.

Fazla karakter olmasının dezavantajıda bazen bir kaç bölüm bazı karakterlerden bahsedememek, Loretta örneğin epeydir ondan bahsedemedim :)

Gözüne takılan kısımları muhakkak paylaş, anlatımla mı alakalı yoksa kurguyla mı?
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (12. Bölüm Eklendi)
Gönderen: seabiscuitxx - 13 Mart 2015, 17:23:09
Çalışmalarında başarılar dilerim. Bende Mars kitabının ikinci bölümüne başladım. Bu aralar yoğunum. Başımı kaldıracak zamanım yok ama senin hikayeni okuyabilmek için her zaman vaktim var. Uzatmadan eleştirilere geçeyim.

1.Bölümde bir sıkıntı görmedim.

2.Bölümde;

"Bu ormana Gür Orman denmesinin nedeni, etrafta çok az sayıda cılız ağaç varken, bir anda ortaya çıkan devasa ağaçlar ve bu ağaçlardan oluşan ormanın sık bitki örtüsüydü. Kai Han ormana doğru atı Sain'le birlikte ilerlerken, kendi uydurduğu bir şarkıyı mırıldanıyordu bir yandan:"
bölümünde anlatımda sorunlar var. Ormanı daha güzel anlatabilirdin. Şarkı güzel olmuş.

Şarkıdan sonraki paragraflar sanki özensiz olmuş. Bir daha elden geçmeli. Tek tek eleştirmeye gerçekten vaktim yok. Kusura bakma.

3.Bölümde sıkıntı yok hatta tarzını çok beğendim. Eline sağlık.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (12. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 13 Mart 2015, 17:45:10
Orman konusunda haklısın, biraz daha betimlemem gerçekten iyi olabailir.

Şarkı aslında çok aklımda olmayan bir şeydi ama Kai Han'ın karakterine yakıştığı kanısındayım bende, beğenmene sevindim. Yazarken zevk aldığım bir karakter Kai Han, hem gizemli hem de eğlenceli bir karakter olduğunu düşünüyorum.

Şarkıdan önceki kısımları üç günde yazdım sonraki kısımlarıysa bir günde toparladım.

Eğer ekstra bölümler eklemezsem 8-9 bölüm sonra bitirmeyi planlıyorum.
Ama macera "Ormanın Ruhu" adında yeni bir hikayeyle devam edecek :D
Başlık: Bölüm 13: Kan ve Şarap
Gönderen: zaujas - 22 Mart 2015, 20:02:47
Rüzgar etraftaki kuru otlarla birlikte toprağı havaya savuruyor ve akşam serini kendini hissettiriyordu. Letha civarındaki topraklar kayalık, çorak ve ıssızdı. Kai Han'ın Naukra ile karşılaştığı bu yerde küçük koruluklar ve çalılıklardan başka sadece boş çayırlar, izbe kayalıklar ve bir kaç tane ulu ağaç vardı. Kai Han, arkasından bir şeyin geçtiğini hissedip dönüp baktığında, karanlığın ortasında sırtı tutuşmuş ve ne yapacağını bilmeden can havliyle koşan bir Knoha askeri gördü. Knohalı üzerindeki alevlerden kurtulmak için kendini yere atıyor, yuvarlanıyor ama yanmaya devam ediyordu. Kai Han ve yanındaki askerler artık üzerlerindeki ilk şaşkınlığı atmış ve gülerek yanan adamı izliyorlardı. Eğlencelerini bitiren, işinin ehli biri tarafından atıldığı belli olan bir ok oldu. Yanan Knohalı askerin göğsüne saplanan ok üzerindeki alevleri söndürememişti ama acılarına bir son vermişti. Okun nerden geldiğini anlamaya çalışırlarken bir saplanma sesi daha duyuldu, bu kez ses yakından gelmişti. Kai Han'ın yanındaki asker kafasına saplanan okla birlikte yere yığıldı ve ardından bir ok daha, eğer Kai Han eğilmeseydi şimdi bir kaç karış üzerinden geçen ok ruhunu bedeninden ayırabilirdi.

- Lanet olsun! diye, bağırdı Kai Han " Herkes saklansın!"

Kai Han, Naukra'nın koluna girdi ve çalılığı kendilerine siper ettiler. Arkalarından bir tane daha ok atıldı ve bu ok diğer Bakean askerinin bacağına saplandı, okun acısıyla çığlık atan Bakean bu kez kafasından vurulmaktan kurtulamadı. Bu sırada Kai Han'ın atı Sain ve diğer atlar hiç bir şey olmamış gibi otlanmaya devam ediyorlardı, etraflarında yaşanan hengame pek umurlarında değildi. Derin bir sessizlik çökmüştü her yere, Kai Han dikkatlice okçunun olabileceği yerleri gözlüyordu, bir yandan da kafasında bir plan oluşturmaya çalışıyordu. Naukra'ya döndü ve "Kaç kişi bu Knoha'lı piçler, ellerinden nasıl kurtuldun!" diye sordu.

- İki kişiydiler, sadece biri benim başımda bekliyordu. Arkası dönüktü ve ateşte birşeyler pişiriyordu. Elimdeki ipleri çözdükten sonra sıkı bir tekme geçirip onu ateşe ittim. Hemen kayalığın arkasındaki atlara doğru koştum ama bir anda gökten oklar yağmaya başladı ve kaçarken size rastladım...

- Sağlam bir okçu! Göz açıp kapayana kadar sıradaki oku fırlatıyor, ıskaladığı için şanslısın, dedi ve düşünmeye başladı Kai Han hem Naukra'yı korumalı, hem de oklara hedef olmadan bu adamın işini bitirmeliydi. Kai Han okçu gibi düşünmeye çalıştı ve bir an korkuyla gözleri büyüdü. Okçu durumu lehine çevirmeye çalışacaktı ve bunun ilk adımı Kai Han'ı atsız bırakmaktı. Okçu peş peşe üç ok fırlattı, Kai Han'ın korktuğu gibi bu kez atları hedef almıştı. Üçüncü oku atarken zırhı parlayan okçu yerini belli etmişti ama Sain ve diğer atların yere yığıldığını gören Kai Han, açığa çıkarak Sain'in yanına gitmeyi tercih etti.

Okçu Kai Han'ı görünce tekrar ok atmaya başlamıştı, oklardan biri yine Sain'e saplandığında Kai Han nefret dolu gözlerle karanlığın içinden okçunun olduğu yere baktı ve bir anda ayağa kalkarak tüm gücüyle koşmaya başladı. Bu durum okçunun hoşuna gitmişti:

"Ölümüne doğru koşmaya devam et," diyerek elini sırtındaki sadağa attı ama hiç oku kalmamıştı. Az önceki özgüveni yerini yavaş yavaş korkuya bırakıyordu. Elindeki yayı bırakarak kendi atlarının olduğu yere doğru koşmaya başladı ama atların orada olmadığını fark ettmesi fazla uzun sürmedi. Şimdi tek şansı vardı, kılıcını çekecek ve Kai Han'la kapışacaktı.

Kai Han kısa bir süre sonra adamın karşısına dikilmişti, yüzündeki tebessüm Knoha'lının daha da korkmasına neden oldu. Kai Han ilk hamleyi onun yapmasını bekledi ve beklediği gibi adam koşarak kılıcını savurdu. Kılıcıyla bu atağı karşılayan Kai Han, adama sıkı bir tekme geçirdi ve tökezleyip düşmesini sağladı, elindeki kılıcıda kenara savruldu. Düştüğü yerden kılıcına uzanmaya çalışırken Kai Han bu kez yüzüne sert bir tekme savurdu ve adam sersemleyerek çaresiz bir şekilde sırt üstü yere serildi. Kai Han adamın kolunu çizmesiyle yana doğru açtırdı ve bileğine bastı, "Bir okçunun en önemli silahı yayı değil, elidir." diyerek kılıcını avcunun içine sapladı. Adamın çığlıkları göğe yükselirken, diğer eliyle hala bileğine basan Kai Han'ı ittirmeye çalıştı. Kai Han bu kez hızlı bir hareketle kılıcını savurdu ve Knoha'lının ona uzanan kolunu dirseğinden kesti. Eğildi ve kolundan kanlar fışkıran adamın kulağına:

 - Sana bir iyi bir de kötü haberim var, kötü haber sanırım bundan sonra ok atamıyacaksın, iyi haber öteki tarafta ok atmaya ihtiyacı olmayacak, diye fısıldadı ve sonra kılıcını adamın alnına sapladı.

                                                                            * * * * *

Kai Han için atı bir arkadaş gibiydi, gaddar ve vurdum duymaz bir adam gibi görünüyordu ama şimdi gözünün önünde Sain'in can çekiştiğini görünce gözleri dolmuştu. Naukra uzaktan onu izliyordu, Kai Han yavaşca kılıcını çıkardı ve Sain'in acısına son verdi.

- Kai Han atın için üzgünüm, sana borcumu nasıl öderim bilmiyorum...

Kai Han hiçbir şey söylemedi, sırtındaki yara bu kadar harekete dayanamamış ve açılmıştı. Naukra kanayan yarasını görünce:

- Yaralanmışsın!

- Daha eski bir yara, diyerek elini sırtına attı ve yarayı yokladı, yarası iyi durumda değildi.

- Burada bir kamp kuralım ve biraz yaranla ilgilenelim, diyerek dostça omzuna dokundu Naukra ve çalıçırpı toplamak için yanından uzaklaştı.

Naukra kamp ateşini yaktığında Kai Han elinde bir matarayla gelerek yanına oturdu. Bir yudum aldı ve yüzüne bakmadan matarayı Naukra'ya uzattı:

- Şarap... o saçma sapan Da'lardan değil üstelik gerçek bir şarap...

Naukra gülümsedi ve matarayı aldı. Gerçekten iyi bir şaraptı, tadı insanı alıp üzüm bağlarının olduğu güzel bir kıra götürüyordu. Sadece üzüm değil içinde elma ve böğürtlen tatlarıda gizliydi sanki. Tüm bu tatların ardından insanın başını döndürecek bir keskinliğe sahipti.

- Uzun zamandır böylesini içmemiştim dostum. Belki yaranı şarapla temizleyebiliriz, iyi gelir.

Kai Han pelerinini ve gömleğini çıkarttı. Naukra şarabı yaranın üzerine döktükten sonra kuşağıyla etrafını temizledi ve sardı:

- Birini sırtından bıçaklayacak kadar alçalmamalı hiç bir adam.
- Kadındı...
- Ne? o zaman çok kızdırmış olmalısın...
-  Kadınların işi budur, arkadan bıçaklamayı severler. Ama onlarsız asla olmaz değilmi. Gonetha'da Loretta diye baş belası bir kadın vardı. İki sarhoş bu kadını öldürmem için bana epey bir para teklif etti. Kadının cadı olduğunu söylediler, buna kim inanırki... Kadını rahatça öldürüp paramı alırım diye düşündüm hatta güzel bir kadınsa belki tadına da bakardım ama pek düşündüğüm gibi olmadı, kadın sıkı çıktı. Çok çok sıkı hemde. Bir anda görünmez olup beni iyi bir benzetti, ona savurduğum bıçakları havada durduruyordu. İnanabiliyormusun, kadına hiç bir şey işlemiyordu. Sanırım bir gözcüydü.

Gözcü lafını duyunca, ağzındaki şarap nefes borusuna kaçan Naukra öksürmeye başladı. Şaşırdığını belli etmeden:

- Gözcü'mü, daha önce hiç duymamıştım. Nerde gördüm dedin bu kadını.
- Gonetha'da, surların dışında küçük bir korunun yanında çiftliği var. Deli olduğumu düşünüyorsan git ve kendi gözlerinle gör. Ama kesinlikle tavsiye etmem.

Naukra şüpheci gözlerle Kai Han'ı süzüyordu:
- İlginçmiş, Gözcüler hakkında başka ne biliyorsun.

- Bundan beş altı yıl önce rastladığım yaşlı bir adamın bana anlattıklarını.

- Yaşlı bir adam mı?
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (13. Bölüm Eklendi)
Gönderen: seabiscuitxx - 26 Mart 2015, 21:40:43
"- İki kişiydiler şu okla vurulan, benim başımda beklerken diğeri atları bağlıyordu. Yanımdaki ateşle ilgilenirken tekmeleyip ateşe ittim. İkisinin atları şu büyük kayanın ardındaydı. Sesleri duyunca diğeri geldi beni görmeden arkasından dolaştım, tam atları çözmüştümki peş peşe oklar fırlatmaya başladı. "
Bu paragrafta bir anlam karmaşası var. Anlamak için birkaç kez okudum ama anlayamadım. Düzenlenmeli.

Peş peşe okumadığımız için hikayenin başıyla sonunu kaçırmaya başladım. Akina ortada yok. Hikayenin merkezine Kai Han geçti birden. Tabi ileride hikaye birbirine bağlanacaktır mutlaka.

Bölümde bir sorun göremedim. Bir anda bitti ve merakta bıraktı. Nereye gidiyor bu hikaye bakalım görecez...

Eline sağlık. Kolay gelsin.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (13. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 27 Mart 2015, 13:18:40
Yine her zamanki gibi tek yorum yapan kişi sensin :) çok teşekkürler vakit ayırıp yorum yazdığın için. Bahsettiğin kısmı düzeltmeye çelıştım ve yeni birşeyler yazdım.

Daha öncede söylediğim gibi bu ilk hikayem ve ilk hikaye için çok karışık bir yapıya sahip aslında. Ben sadece genel hatlarını belirledim başı ve sonu belliydi. Yazmaya başladıktan sonra eklenen karakterler hikayeyi apayrı yerlere götürdü. Zaman zaman, kopukluklar birazda bu yüzden oluyor. Ghia'dan bahsederken Kai Han'ın gizemli dünyasına kapıldım bir kaç bölümdür :D

Bir sonraki bölümde Kai Han'la alakalı sonraki bölüm Ghia ve Akina :) okuduğun için tekrar teşekkürler.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (13. Bölüm Eklendi)
Gönderen: cankutpotter - 29 Mart 2015, 14:39:31
Selamlar. İki güzel bölüm okudum.

Kai Han'a geçiş çok ani oldu, adam birden bire hikâyenin merkezine oturunca şaşırdım ama olanlar ilginçti. Okçu ve ormandaki kadın olayları en ilginçleriydi, bölümün sonu ise bayağı bir merak uyandırıcı; bakalım neler öğreneceğiz gözcüler hakkında.

Loretta ve bebek benim asıl merak ettiğim iki karakter, bu hikâyedeki rolleri ne olacak acaba, gerçekten çok merak ediyorum.

Ellerine sağlık, devamını merakla bekliyorum. Görüşmek üzere...
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (13. Bölüm Eklendi)
Gönderen: Baal Adramelech - 29 Mart 2015, 15:00:55
Daha öncede söylediğim gibi bu ilk hikayem ve ilk hikaye için çok karışık bir yapıya sahip aslında. Ben sadece genel hatlarını belirledim başı ve sonu belliydi. Yazmaya başladıktan sonra eklenen karakterler hikayeyi apayrı yerlere götürdü. Zaman zaman, kopukluklar birazda bu yüzden oluyor. Ghia'dan bahsederken Kai Han'ın gizemli dünyasına kapıldım bir kaç bölümdür :D

İlk hikayeler (uzun olanlar en azından) biraz dağınık oluyor evet. Fikirler birbirlerini eziyor, birisi diğerinin yerini alıyor falan derken hikayenin çok acayip yerlere gittiğini fark ediyor insan.

Ben sadece son bölümü okuyabildim, birazdan dönüp diğer bölümleri okuyacağım. Bir kaç söylemek istediğim şey var.

İlk olarak, konuşmalar için tırnak mı, çizgi mi kullanmak istiyorsun? Tek satır halinde olunca bile tırnak içine almak veya cümle içinden çıkarıp tek satırda çizgili halde yapmak iyi olur. Gerekli değil elbette şu haliyle de anlaşılır ancak, sanırım, bana biraz o açıdan düzensiz gibi geldi.

Küçük kelime hataları var, "atamıyacaksın", "avcunun" gibi. Ayrıca bir kaç tane de/da, soru eki ve ki ayrımı hatası da gördüm. Ben de kaçırıyorum bu tarz şeyleri, word gibi bir programdan geçirmeniz çok iyi olur o yüzden.

Son olarak da, "Sana bir iyi bir de kötü haberim var, kötü haber sanırım bundan sonra ok atamıyacaksın, iyi haber öteki tarafta ok atmaya ihtiyacı olmayacak" tarzı cümleler olunca, söyleyen adamın vurulmasını bekliyorum ben.

Hikaye hakkında pek yorum yapamıyorum, önceki bölümleri okuduktan sonra yaparım. : )
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (13. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 29 Mart 2015, 15:15:55
@cankutpotter gözcülerle ilgili sır sonraki bölümde çözülüyor. Ama Loretta ve Maku hakkında sanırım biraz havada kalacak hikaye, en azından şu anki taslakta öyle.

@Baal Adramelech artık tırnak kullanmaya başlıyacağım sanırım :) bir süredir benimde gözüme çarpan bir durum. Bu hikayeyi öyle ya da böyle tamamlayıp bundan sonra uzun bir süre daha kısa hikayeler yazmayı planlıyorum. Tüm bölümleri okuduktan sonra yorumunu merak ediyorum.
Başlık: Bölüm 14: Aven
Gönderen: zaujas - 09 Nisan 2015, 13:25:21
Ateşten savrulan parıltılar etrafta uçuşuyor ve alevler dans ediyordu. Karanlığın içinde yüzlerini  ateşin aydınlattığı iki lacivert gölge şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. Konu bir anda açılmış ve Kai Han kendini yıllardır kimseye anlatmadığı şeyleri Naukra'ya anlatırken bulmuştu. Naukra , Kai Han'ın neler anlatacağını merakla bekliyor ama belli etmemeye çalışıyordu. Kai Han mataradaki şaraptan bir yudum daha içti:

"Bu anlatacağım şeyleri daha önce kimseye anlatmadım, biraz garip bir anı çünkü. Sanırım altı yıl önceydi... ya da yedi de olabilir. Tüm paramı Rardorwen'de ki kerhanede aklımı başımdan alan bir fahişe için harcamıştım. Fahişenin adı Nadine'di, güzel Nadine... Gözleri Voria'nın buzullarını eritebilirdi inan bana. Onu ilk gördüğümde böyle bir kadın neden fahişelik yapar diye kendi kendime sormuştum. Ama bu boktan hayat bazen bizi rüzgarının önüne katıp sürüklüyor öyle değilmi? Onunla çok güzel bir gece geçirdiğimi hatırlıyorum , birde ertesi gün kerhaneye yetecek kadar param kalmayınca bir hana girip gözüm açık rüyalar görebilecek kadar sarhoş olduğumu. Aklımdan onu çıkaramıyordum ve bir anda olan oldu. Handan fırlayıp kerhaneye daldım, beni engellemeye çalıştılar ama durduramadılar ve Nadine'in olduğu odaya girdim. Gördüğüm şey beni şaşırtmamıştı. Bir şövalye Nadine'in üzerindeydi. Adamın bağırsaklarını deşmem çok fazla vaktimi almadı, cesedini pencereden sokağa savurmam da... Nadine korkudan tir tir titriyordu. Onu kolundan tuttuğum gibi sırtıma vurdum ve önüme çıkan bir kaç zibidiyi de öbür tarafa gönderdim. Sevdiğim kadınla başka bir şehirde güzel bir hayat yaşayabilirim diye düşünüyordum o an, bir kafa avcısı ve fahişe. İyi bir çift olabilirdik... Ta ki Nadine elimden kurtulup beni kendi bıçaklarımdan biriyle sırtımdan bıçaklayana kadar, olduğum yerde kalakalmıştım. Koşarak sokağa çıktım ama şövalyenin cesedinin başına toplanan arkadaşları beni fark etmişlerdi. Tekrar kerhaneden içeriye girip, üst kattaki odalardan birinin penceresinden kendimi çatıya attım. Çatılarda dolaşıp bir şekilde izimi kaybettirmeyi umuyordum ama öküz gibi içmiştim, daha ilk çatıya atlarken yere serildim. Arka sokaklarda  hızlıca koşarak gizlenmeye çalıştım ama ensemdeydiler. Evlerin kuzeyindeki tekin olmayan ormana girmeyi bir şekilde başarmıştım. Sık ormana atlarıyla giremeyeceklerini biliyor ve izimi kaybettirmeyi umuyordum ama adamlar atlarından daha iyi koşuyordu doğrusu. O üzerlerindeki zırhlarla nasıl koştuklarını görmeliydin.

Arkama bakıp sürekli ne kadar yaklaştıklarını görmeye çalışıyordum. Zırhlarından çıkan sesler çok yakından geliyordu. O anda olanca hızımla bir ağaca çarptım ve yere yığıldım. Beni yakalamışlardı karşımdaki piç kaçmamı engellemek için ayağıma hedef alarak bir ok fırlattı ama ok bana saplanmadan havada asılı kaldı, sonrada yere düştü. Bu da yetmezmiş gibi bir anda etrafımı şeffaf mavi bir kubbenin sardığını farkettim. Şövalyelerin hareketlerinden bu mavi kubbe yüzünden beni göremediklerini anlamıştım. Bu bir mucizeydi kesinlikle ama Tanrının beni bu kadar sevmesi için ne yapmış olabilirdim? İlk önce bu durum bana eğlenceli gelmişti ama ne ile karşı karşıya olduğumu bilmiyordum ve korkmaya başlamıştım. Etrafımdaki mavi kubbe bir anda yok olduğunda ağaçların arasından elinde asasıyla yaşlı bir adam belirdi. "Korkma, benden sana zarar gelmez." diyerek yanıma yaklaştı. Uzun sakallı yaşlı bir adamdı, üzerinde kirli bir pelerin ve ayaklarında şimdiye kadar görmediğim türden garip bir çizme vardı. Pelerininin içinden mavi bir ışık yayılıyordu. Yaralı olduğumu söyleyip bana yardım etmesini istedim, o günlerde zehirli bıçaklar taşıyordum ve kimsenin o bıçaklarla beni bıçaklayabileceğini düşünmemiştim doğrusu. Zehir yavaş yavaş vücuduma yayılıyor ve hareketsizleşiyordum.

Yaşlı adam pelerininin içinden mavi ışık yayan o şeyi çıkartı, küçük metal bir küreydi bu. Küreyi bana doğru tutarak parmaklarıyla bir kaç yerine dokundu ve küre şekil değiştirerek bir küpe dönüştü. Küpün üzerindeki mavi ışıklar daha da genişleyerek üzerimde dolaşmaya başladılar. "Hemen icabına bakmalıyız bu zehirin, yoksa bütün vücuduna yayılacak.", dedi yaşlı adam ve hızlı bir şekilde koluma girip beni yerden kaldırdı. Ormanın içine doğru bir süre yürüdükten sonra durduk ve yaşlı adam pelerinin içinden tekrar o gizemli küreyi çıkarıp havaya kaldırdı, bir anda karşımızdaki orman görüntüsü yok oldu ve metal bir kapı belirdi. Kapı yaşlı adamı tanımış gibi kendiliğinden açıldı. İçerisi daha da garipti, şimdiye kadar gördüğüm hiç bir şeye benzemeyen eşyalarla donatılmış bir odaydı. Beni hemen yatağa yatırdı, daha doğrusu yatağa benziyordu ama daha garip birşeydi yüzü koyun uzanmamı istedi ve tekrar mavi ışıklar etrafı kapladı. Ama ışıklar bu kez küreden değil yatağın üzerinde kendiliğinden hareket eden başka birşeyden yayılıyordu. Etrafımdaki herşey büyülü gibiydi. Sıradan büyücülük işleri değillerdi ama, bu adam istediği anda Sampra'ya gidip Bake'yi tahtından edebilecek kadar mucize sahibiydi. Bir anda yaranın olduğu yerde bir sıcaklık hissettiğimi ve hemen arkasından yaşlı adamın yarama bir iksir püskürttüğünü hatırlıyorum,püskürtüğü bu iksir o kadar soğuktuki kışın yağan kar, bunun yanında ateşten saçılan korlar gibi kalırdı. Elimi sırtıma atıp yaradan eser kalmadığını fark ettiğimde, sadece şaşkın gözlerle yaşlı adama baktığımı hatırlıyorum. O ise sakince "Şimdi biraz uyu ve dinlen." dedi."

Naukra, Kai Han'ın elindeki matarayı aldı ve bitirene kadar kafasına dikledi. "Bu büyücüyle nerde karşılaştım demiştin." diye sordu.

"Rardorwen'in kuzeyindeki izbe ormanda... Herneyse, ertesi gün hava kararınca gözlerimi açtım. Epey uyumuştum. Gözlerim yaşlı adamı aradı, biraz bakındıktan sonra dışarıya çıktım ve  gökyüzünü izlerken buldum onu. Beni fark edince "Yıllardır beni bulmalarını bekledim, gelsinler ve beni tekrar Aven'in yeşil vadilerine götürsünler diye bekledim. Ama ömrümü Gaea'nın anlamsız topraklarında heba ettim."  diyerek hayıflandı. Neden bahsettiğini bilmiyordum ve bahsettiği yerler hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yeryüzünün her yerini karış karış bilen biriydim ama bu isimlere aşina değildim. Gaea'nın nerede olduğunu merak ettiğimi söyleyince; "Çok fazla yaşadım,  düşündüğünden çok daha fazla ve çok değişik yerler görme fırsatım oldu. Gaea'da bunlardan biriydi... Ama şimdi dönüp baktığımda pişmanlık duyduğumu fark ettim. Kendim için yaşamadığımı fark ettim. Gaea neresi öyle mi? Gaea üzerinde yaşadığın bu toprağın, yeryüzünün benim memleketim Aven'de ki ismidir. Aven'in nerede olduğunu bilmek istersen de kafanı kaldırıp yıldızlara bakman gerekir. Çünkü gökyüzünde gördüğün her bir parıltı, her bir yıldız keşfedilmeyi bekleyen yeni bir dünyadır. Tıpkı üzerinde yaşadığın bu yer gibi,"  dediğinde artık bir deliyle karşı karşıya olduğumu düşünmeye başlamıştım, bu adam aklını yitirmeye başlamış yaşlı bir büyücü olmalıydı. Anlatmaya devam etti. "Anlattıklarımı anlayabildiğinden çok emin değilim ve bunları sana niye anlattığımı da bilmiyorum ama anlatmaya devam edeceğim. Bunları anlatmalıyım çünkü bu gördüğün tüm büyülü aletler ve mucizeler çok yakında işe yaramaz bir hale gelecek. Burada gördüğün herşey enerji denilen bir sihire ihtiyaç duyar ve bu sihirden çok az kaldı. Enerji olmayınca artık evime dönme şansım kalmayacak ve yeni gözcülerin gelmesi de onlarca yıl sürebilir."

Demek yıldızlardan geldin yaşlı adam ve geri dönmek istiyorsun ama dönemiyorsun, belkide İo gibi cennetten kovulmuşsundur sende, ne dersin? diye alay ettim. "İo ile aynı yerden geldiğim doğru ama o yerin cennet mi cehennem mi olduğuna siz karar vermelisiniz. Yeryüzü bir ateş topundan farksızken benim atalarım geldiler ve yaşamın ilk tohumlarını ektiler. Çünkü İo gibi insanların Aven'de yaşamasını istemiyorlardı onlara yeni bir dünya tasarladılar. İo cennetten değil Aven'den sürgün edildi. Şeytana karşı geldiğinden dolayı değil üstelik, sevgilisi Are'nin kocasını öldürdüğü için sürgün edildi." diyerek bana cevap verdi.                                                                               

Bildiğim herşeyi unutup senin safsatalarına inanacak değilim. Madem dünya bir sürgün yeri sen ne suç işledin diye sorunca, "Buraya gelmek için sadece suçlu olmak gerekmiyor, benim görevim İo'nun torunlarının neler yaptığını öğrenmekti sadece. Gördüklerim beni şaşırtmadı aslında, birbirinizi öldürme içgüsüsüyle doğuyorsunuz. Hep daha fazlasına sahip olmak ve istediğinizi elde etmek için yaşıyorsunuz ve içinizdeki boşluğu asla dolduramıyacaksınız. Eğer geri dönebilseydim eminim buraya başka gözcü göndermeye tenezül etmezlerdi." O tüm bunları anlatırken yavaşca bıçağımı çıkarttım ve gırtlağına sapladım. Yaşlı adam ölürke..."

Kai Han konuşmasını yarıda kesmiş havada asılı duran bıçağa bakıyordu. Bu sırada yerdeki pelerininin cebinden kendiliğinden bir kaç bıçağın daha çıktığını gördü. Bıçaklar kendi başlarına yerden yükselip havada asılı bir şekilde duruyorlardı. Naukra ani bir hareketle Kai Han'ın kollarını yakalayıp arkaya kırdı ve "Demek benim gezegenimden birini öldürdün seni ahmak."diyerek zihniyle hareket ettirdiği bıçakların Kai Han'a saplanmasını sağladı. Kai Han yere yığılırken son nefesinde gökyüzündeki yıldızlara baktı, gece yolunu bulmak için kullandığı Mauro yıldızına ve kutsal Are yıldızlarına. Küçük ateş parıltılarından farkları yoktu. Gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu, son gücüyle "Her bir parıltı, her bir yıldız keşfedilmeyi bekleyen yeni bir dünya. Tıpkı üzerinde yaşadığım bu yer gibi..." dedi ve dünyadan bir kafa avcısı eksildi.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (14. Bölüm Eklendi)
Gönderen: seabiscuitxx - 09 Nisan 2015, 18:05:58
Detayları çok beğendim. Hikaye güzel bağlandı. Mavi kubbe beni heyecanlandırdı. Ayrıca kurduğun dünyanın nasıl var olduğu hakkında ipuçları verilmiş. Belli ki çok farklı karakterlerle donatılmış. Oldukça kalite uyandırıyor. Sonu şok edici olmuş. Tam da karaktere alışmışken.

Şunu belirtmem lazım. Başladığın bölümlerle son beş-altı bölüm arasında bağ kurulmuyor yani iki farklı hikaye var gibi. Buna bir çözüm bulmalısın. Ghia nın ismini hatırlamak için geriye dönmek zorunda kaldım. Kai-Han fazlaca öne çıktı.

Her şey güzel özellikle anlatım ama kurguda problem var. Eline sağlık.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (14. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 10 Nisan 2015, 18:08:46
Yorumun için teşekkürler,

Aslında bitmiş bir hikaye olmadığı için ve bölümleri peş peşe okuyamadığınız için biraz da kopukluk oluyor. Ama kurgu olarak çok eli yüzü düzgün bir iş olmadığının farkındayım. Bir daha böyle parça parça uzun soluklu bir hikaye yazmayı düşünmüyorum, çünkü müdahale etme şansın kalmıyor yazdığın bölümlere. Hikaye yazdıkça şekilleniyor ve son bölümü yazarken bile ilk bölüme müdahale etmek isteyebiliyoruz.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (14. Bölüm Eklendi)
Gönderen: cankutpotter - 12 Nisan 2015, 00:26:49
İlk kez uzun soluklu bir HP kurgusu yazdığım zaman, aynı şeyler olmuştu. Fikirler birbiriin üzerine çıkmıştı, başta söylediğim şeylerle sonda söylediklerim uyuşmuyordu. Bu tür mantıksal hatalar uzun soluklu kurgu yazdıkça oturuyor, kurguya neyi koyacağını daha rahat belirliyorsun.

Hikâye çok güzel gidiyor, son kısımsa tam bir ters köşe olmuş. Bunu beklemiyordum. Ama yukarıda da söylendiği gibi, kurguda bir kopukluk var gibi duruyor; ama birkaç bölümle bunları bağlayabilirsin bence. Ellerine sağlık, devamını merakla bekliyorum, görüşmek üzere.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (14. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 12 Nisan 2015, 01:00:04
Bu hikayede birbiriyle uyuşmayan bir durumdan ziyade bazı güme giden ayrıntılar ve gereksiz bölümler söz konusu. Bunun nedeni de tek bir karakter üzerinden ilerlemememden kaynaklı, bildiğin dizi mantığında ama her bölümde tek olaya odaklı bir anlatımla uzun soluklu bir hikaye yazmak çok zor gerçekten. En kötüsü dediğim gibi sonradan aklına gelen bir şeyi ekliyemiyorsun bu şekilde.

Yorumun için çok teşekkürler.
Başlık: Bölüm 15: Üçüncü Göz
Gönderen: zaujas - 23 Nisan 2015, 00:08:15
Ne güzel bir kahvalltı diye düşündü Ghia, Loretta'nın çiftliğinin bahçesinde kurulu masada sadece kuş sütü eksikti. Gonetha'nın meşhur pastırmaları, Loretta'nın özenle hazırladığı peynirler ve kırlardaki nadide çiçeklerin özünden altın renginde bir kase bal. Loretta, Ghia'nın fincanına rezene çayı doldururken, küçük Maku'da elindeki kaşıkla oynayıp sevimli sesler çıkarıyordu. "Lore, bu masadaki en lezzetli şeyin sen olduğunun farkındasın değil mi?", diyerek elindeki küçük kır çiçeğini Loretta'ya uzattı Ghia. Loretta hin bir tebessümle dönerek, her zamanki sivri dilliliğiyle cevap verdi "Peki sen bu masadaki en büyük yalancının kim olduğunu biliyormusun?"

Ghia çayından bir yudum aldı ve önlerinde uzanan yeşil vadiye şöyle bir baktı. Ne kadar büyük aptallıktı bu güzellikleri terk edip gitmek. Mavi gökyüzündeki dev beyaz bulutlar yavaşca süzülüyor, sığırcık kuşları sabahı ve güneşin doğuşunu selamlıyor ve şu havada uçuşan kaşıklar... "Nee?! kaşığı sende gördünmü Lore!"

Loretta için sanki bu sıradan bir durumdu, sakince yerinden kalktı ve kaşığı alarak tekrar Maku'nun eline tutuşturdu. " Sana kaç kere dedim bir şeyleri ulu orta böyle uçurmamalısın Maku!"

Ghia oturduğu yerden kalktı ve şaşkınlıkla Maku'nun başucuna gitti. Maku sevimli bir şekilde gülümsüyorken elindeki kaşığı tekrar uçurmaya başladı ve Ghia'ya dönerek "Bu kadar erken gitmeseydin olmazmıydı yaşlı adam", dedi. Ghia ikinci kez şaşırmıştı, Maku daha dört beş aylık bir bebekti nasıl konuşabilirdi? Loretta, Ghia'ya döndü ve "Sanki kaşıkları uçurması çok normal değil mi?" diyerek tekrar havadaki kaşığı aldı ve sakince masaya bıraktı. Ghia, Loretta'nın haklı olduğunu düşünerek gülümsedi ve sandalyesine oturdu ama bu kezde kuşağındaki altın kesesinin hareket ettiğini hissetmişti; "Seni küçük hırsız şimdide altınlarımı mı yürütüyorsun..", derken Akina'nın tiz çığlığıyla uyandı.

Ghia'nın her şeyin rüya olduğunu anlaması çok uzun sürmedi, ama gerçektende altın kesesi çalınmıştı. Bir hırsız elinde Ghia'nın altın kesesiyle hızla ormana doğru koşarken, Ghia yanından geçen şeyin sadece rüzgarını hissetti, yıldırım gibi bir anda ortaya çıkan Akina ağaçların arasından seri kanat hareketleriyle sıyrılıp bir anda hırsızın karşısına çıktı. Akina'nın pençelerinden kendini sakınmaya çalışan hırsız, altın kesesini düşürüp çaresizce ormanın derinliklerine doğru koşarak gözden kayboldu. Avını yakalamış gibi, kesenin üzerine tüneyen Akina, heybetli bir şekilde kanatlarını açtı ve keskin bir zafer çığlığı attı. Ghia, Akina gibi bir kartalı olduğu için ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu tıpkı şimdi onları izleyen ve birlikte Sampra'ya gitmekte olduğu kafiledeki diğer askerler ve madenciler gibi.

Ghia Sampra'ya doğru yola çıkan kafileye katılmıştı ama Galomalin'de kafileden ayrılarak eski dostu demirci ustası Dalare'yi görmek istiyordu. Aklında Letha'da ki madende bulduğu altını bir sarrafa satarak demirci dostuna güzel bir hediye almak vardı. Sonrasında Tapınaklar Çölüne gidip eski günlerdeki gibi bir süre şamanlarla yaşamak istiyordu. Tüm bu savaşlardan ve ölümlerden sıkılmıştı. Şöyle bir dönüp baktığında kendini huzurlu hissetiği tek yer Çöl'dü ve her ne kadar şimdi kendine itiraf etmesede Loretta'nın yanında da o huzuru hissetmişti.

On beş yıl kadar önce Loretta genç bir kadınken tanışmışlardı. Ghia matarasına dereden su doldururken Loretta'yı görmüş ve o an afallayarak dereye düşmüştü. Loretta'nın mucizevi bir güzelliği yoktu ama çirkin bir kadın da değildi. Yüzüne bakan herkes asil bir kadın olduğunu rahatlıkla anlayabilirdi, düzgün bir fiziğe sahipti. Loretta, Ghia'nın şaşkın hallerini görünce onu sempatik bulmuş ve sıcak davranmıştı. Birlikte uzun orman yürüyüşlerine çıkıyor ve sohbet etmekten keyif alıyorlardı. Bir süre sonra aşkları tutkulu bir hal aldı ve Ghia bugüne kadar hiç bilmediği duyguları ve deneyimleri Loretta ile keşfetti. Artık ondan bir çocuğu olsun istiyor ve bebekleriyle birlikte mutlu bir aile olabilecekleri küçük bir dünya hayal ediyordu. Ta ki bir süre sonra gizemli ve karanlık adamların Loretta ile konuştuklarını görene kadar. Ghia bu durumu açıklığa kavuşturmak için bir ispinoz kuşunun bedenine girmiş ve ormanda onları takip etmişti. Adamların kıyafetleri alışılmışın dışındaydı ve üzerlerinden parlak mavi ışıklar yayılıyordu. Loretta'ya Aeron diye sesleniyorlar ve ona Ghia'nın anlamadığı şeylerden bahsediyorlardı. Ghia sonrasında gördüklerini Loretta'ya anlatıp ondan bir açıklama beklemiş ama Loretta olanları kabul ettiği halde ona olan biteni anlatmamıştı. Sevdiği kadının ondan birşeyler saklaması hoşuna gitmemişti, hayal kırıklığıyla çıktığı uzun bir yolculuğun sonunda Ghia kendini Tapınaklar Çölü'nde şamanlarla birlikte Zalvia iksiri içerken bulmuştu. Ghia Yedi yıl sonra tesadüfen Loretta'nın Gonetha'da yaşadığını öğrenince, kırgınlığını bir kenara bırakıp kolundaki kartalı Akina ile Loretta'nın karşısına çıkmış ve ne olduğun ya da geçmişin umrumda değil seni seviyorum demişti. Loretta'da tekrar kavuşmanın verdiği heyecanla ona herşeyi anlatmıştı. Evet, gerçek ismi Aeron'du ve dahasıda vardı o başka bir dünyadan, Aven'den buraya gelmişti. Ama artık adı Loretta'ydı ve Gaea evi olmuştu. Ghia ufku geniş bir adamdı, yıldızlar hakkında şaman Dae'den çok şey öğrenmişti. Loretta'nın anlattıklarını  tam manasıyla idrak edememişti ama ona inanıyordu. Bu kez ikiside mutlu aile hayalleri kuruyordu ama Loretta, Ghia'da ki değişimi görüyordu. Çöle gittikten sonra dünya'ya bakış açısı değişmişti Ghia'nın. Bir kulübede yaşamak, bağ bahçe işleriyle uğraşmak ona göre değildi. Bunlara sevdiği kadın için bile katlanamayacak bir ruh hali vardı artık. Bir gece dağlar ve nehirlerin sesine kulak verip ansızın ortadan kaybolu vermişti ta ki sekiz yıl sonra kucağında Maku ile çıkıp gelene kadar.

                                                                        * * * * *

Kafile Bakean askerleri tarafından sıkı bir şekilde korunuyordu. Arabalarda sadece mavi kristaller yüklüydü ve Ghia hiç bir değeri ya da kullanım alanı olmayan bu taşlara neden bu kadar önem verildiğini anlayamıyordu. Kuzeyliler için bu taşlar kutsaldı ama Bakean'ların inancında böyle bir şey yoktu. Ghia bir süre sonra bunları düşünmektense saman yüklü bir arabanın arkasında güneşin tadını çıkarmayı tercih etti ama zihni doluydu. Bu kez gördüğü rüya vardı aklında. Rüyasında da olsa Loretta ve Maku'yu görmek onu mutlu etmişti ama rüyanın tüm bu güzel atmosferinin ardında gizemli ve karanlık bir şeyler gizliydi sanki.

"Güzel yer bulmuşsun kendine Ghia.", diyerek gülümsedi Odaren ve ekledi " Omuzun nasıl hala ağırıyormu?" Ghia, Odaren'in de kafilede olduğunu bilmiyordu ve onu görmekten mutlu olmuştu. Odaren temiz yürekli ve iyi bir insandı, en azından savaş sonrasında bir arada oldukları kısa sürede onu bu şekilde tanımıştı. "İksir iyi gelmişti Odaren ama sonrasında hep canımı yakan bir sızı oldu. Burada biraz yatınca daha iyi hissettim kendimi, birde şu otlar sırtımı kaşındırmasa. Bu arada seni gördüğüme sevindim Odaren, tanıdık bir yüz her zaman iyidir.", diyerek elinden tuttu ve arabaya çıkmasına yardım etti. Bu hareketin etkisiyle omuzundan keskin bir ağrı yayıldı vücuduna.

"Birazdan mola vereceğiz, neredeyse Sharmena'ya geldik sayılır." dedikten sonra kendini saman yığınlarının üzerine bıraktı Odaren. "Bulutlar bu dünyada ki en güzel şeyler bana kalırsa, küçükken onların pamuk olduğunu sanıyordum... gerçi bana hala pamuk gibi geliyorlar ya!" diyerek gülümsedi. Güneşli gökyüzü ve bulutları izlerken arada sırada yola kadar uzanan ağaç dalları görüş alanına giriyor ve gözlerini kapatınca, karanlığın içinde turuncu, kırmızı lekeler dans ediyordu.

Öğle saatlerinde Sharmena'ya varan kafile, mola vermek için uygun bir yerde durdu. Burda bir han ve ormanlık bir alan vardı. Yolun ilerleyen kısımlarında böyle ağaçlık yerler çok nadirdi ve bu yüzden herkes bu molayı iyi değerlendirmek istiyordu. Sampra, Tapınaklar Çölü'nün kuzeyinde çorak bir bölgede kurulu olduğu için genelde kum ve güneş diyarı diye anılırdı.

Handaki tüm masalar dolmuş ve Bakean askerleri su gibi şarap içiyordu. Hanın sahibi Jasle adında koyu bir Bakean'dı. Jasle kendi elleriyle tüm askerlere tek bir gümüş bile kabul etmeden şarap dağıtıyor ve uygun fiyata et satıyordu. Ghia ile Odaren'de boş bir masa bulup oturmak ve etin tadını çıkarmak istiyorlardı. Etraflarına biraz bakındıktan sonra, şarap fıçısından devşirme bir masa buldular ama Odaren oturmadı;

"Ghia sen otur ben iki maşrapa şarap alıp hemen geliyorum yaşlı Jesla'yı yormuyalım değil mi?" diyerek bir anda hızlıca kalabalığın arasında gözden kayboldu, biraz sonra elinde iki maşrapa ve pastırmayla geri döndü. Maşrapaları tokuşturduktan sonra tam içmeye başlamışlardı ki, birisi Ghia'nın elindeki  maşrapayı alıp yere fırlattı:

"Bu şarap inançsız şamanlar için değil seni adi adam, çabuk bu hanı terket!" diyerek hiddetle parladı Jesla.

Odaren ve Ghia ne yapacaklarını şaşırmış şekilde Jesla'ya bakarlarken, handaki herkeste susmuş onlara bakıyordu. Odaren cesaretini toplayarak ayağa kalktı:

"Şarabı esirgediğin bu adam Letha'da Knoha'lılara karşı savaşmış bir gezgindir. Omzundaki yara senin gibi burda gelip geçene sataştığı için değil, tek başına Knoha süvarilerine kafa tutan bir savaşçı olduğu için var!"

"İsterse babam olsun, bu handa ışık yolunda olmayan hiç kimse tek bir yudum şarap içemez!"

Ghia mahcup bir şekilde kıpkırmızı olmuş ve ne yapacağını bilmiyordu, Odaren'in söylediklerinde haklılık payı vardı elbette ama biraz da abartmıştı doğrusu. Ama Ghia hiç bir zaman münakaşayı sevmemişti:

"Rahatsızlık verdiysem kusuruma bakmayın..." diyerek yavaşca ayağa kalktı ve hanın kapısına yöneldi. Odaren o an Jesla'nın yüzüne sıkı bir yumruk geçirmemek için kendini zor tuttu ve o da Ghia'nın peşinden gitti.

"Neden Sharmena'ya Bakean ocağı dediklerini şimdi anladım sanırım... Kusura bakma Ghia.. Bir şey de yiyemedik şu gerzek Jesla yüzünden!"

Ghia, "Bu ormana pek aşina değilim, burda ne çıkar karşımıza bilmiyorum ama en kötü bir kaç bıldırcın denk gelir belki, istersen ava çıkabiliriz sonra bir ateş yakıp yakaladıklarımızı pişiririz.", diyerek Odaren'e ava çıkmayı teklif etti.

"Bıldırcın mı? Bıldırcını boşver, bu civarda Rok denilen bir tavşan cinsi vardır, eğer onlardan yakalayabilirsek harika olur. Eminim hayatında böyle bir et yememişsindir. Üstelik kuyruğu şans getirir derler..." diyerek hemen hazırlanmaya başladı. Akina'yla ava çıkma fikri hoşuna gitmişti Odaren'in ama Akina ortalarda yoktu.

"Hay aksi nerde bu kartal?"diyerek Odaren'i meraklandırmaya çalışan Ghia meşhur ıslığını çaldı ve Akina'da bir çığlık atarak karşılık verdi. Ve kısa bir süre sonra havada süzülüp Ghia'nın uzattığı koluna konmuştu bile.

"Bunun yavrusu felan yokmu Ghia, muhteşem bir yaratık." dedi ve kanatlarına dokunmak için elini uzattı Odaren, tam bu sırada Akina aniden dönüp keskin gözleriyle bakınca, Odaren'in eli havada kaldı ve hiç bir şey olmamış gibi davranmaya çalışarak elini yavaşca indirdi.

"Karşındaki kedi değil Odaren, dikkat et!"

                                                                        * * * * *

Orman genelde kızılağaçlardan oluşan ve yer yer meşe ağaçlarının yaşadığı verimsiz bir yerdi. Ağaçlar solgun ve hastalıklı görünüyordu. Zemindeki dikenler tavşanların çok sevdiği şeyler değildi ve bunu Ghia iyi biliyordu:

"Burada tavşan olduğuna emin misin Odaren! Tavşanlar bu tarz yerleri pek sevmezler..."

"Şey... biraz daha ilerde daha uygun yerler var diye biliyorum ama tabi bu yıllar önceydi belki herşey değişmişte olabilir ama yinede bir bakmak lazım...", diyerek ittiyatla cevap verdi Odaren.

"Eğer tavşan bulamazsak Akina'yı doyurmak için birşeyler bulman gerekebilir!"

"Sabırlı ol Ghia, biraz daha ilerlemeliyiz ve bu kadar çok konuşursan ta Letha'daki köstebekler bile sesinden ürkebilir."

Etrafta yanlızca rüzgarın hareketlendirdiği ağaç dallarının ve ayaklarının altında ezilen bir önceki yılın yapraklarının sesi işitiliyordu. Yerde çok fazla yaprak vardı ve etrafta herhangi bir canlıya ait iz yoktu. Ormanın ilerisinde bir açıklık var gibiydi, tam oraya yöneldiklerinde çirkin sesiyle yanlarından hızlıca bir kuzgun geçti.

"Burası çok tekin bir yere benzemiyor Odaren, etraftada tek bir kuzgundan başka bir şey yok!" dedi Ghia ama yürümeye devam ediyorlardı. Bu sırada kuru yaprakların arasında farklı bir şey gördü Ghia. Ayağının ucuyla yaprakları üzerinden attığında bu şeyin bir et parçası olduğunu anladı. Bu andan itibaren keskin bir leş kokusu almaya başladı her ikiside. Ağaçların ilersinde yerde bir ceset olduğunu görünce hızla cesetin yanına koştular. Bağırsakları parçalanıp, gözleri çıkartılmış bir kadın cesediydi bu. Kadın yakın bir zamanda ölmemişti ama vücudu da çok fazla çürümemişti. Alnına üçüncü bir göz çizilmiş ve etrafına ışık hareleri yapılmaya çalışılmıştı.

Odaren dehşet dolu gözlerle Ghia'ya döndü ve "Bu kadını Bakeanlar mı öldürmüş?" diye sordu.
Ghia sadece kafasını evet anlamında salladıktan sonra eliyle ormanın ilerisindeki açıklığı gösterdi.
Halka şeklinde dizilmiş kazıklara bağlı bir düzine insan cesedi vardı ve ortadaki cesedin boynuna bir yazı asılmıştı; "Karanlığı aydınlatan ışığı görmeyen gözler!"

Tüm cesetlerin gözleri çıkartılıp burda ölüme terk edilmişlerdi ve hepsinin alnına üçüncü bir göz kazınmıştı. Vase Bake'nin karanlığın içinde görmeyi sağlayan üçüncü gözü; Bakeanların arması.  
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
Gönderen: cankutpotter - 23 Nisan 2015, 13:47:40
Selam dostum. :)
Öncelikle ellerine sağlık, çok güzel bir bölüm olmuş. Hikâye ilginçleşmeye başladı, En baştaki rüya sahnesinde bir anormallik olduğunun farkındayım. Bebeğin daha birkaç aylıkken konuşması, üstelik Ghia'nın da rüyasıyla ilgili çekincelerinin olması birtakım şüphelerimi güçlendiriyor.
Yanlış hatırlamıyorsam daha önce Bakeanların aslınd barışçıl bir toplum olduğunu söylemiştin. O halde bu durumun sebebi ne acaba?
Neyse, devamını merakla bekliyorum, görüşmek üzere...
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 23 Nisan 2015, 14:08:16
Yanlış hatırlamıyorsam daha önce Bakeanların aslınd barışçıl bir toplum olduğunu söylemiştin. O halde bu durumun sebebi ne acaba?
Neyse, devamını merakla bekliyorum, görüşmek üzere...

Bu durum biraz insan doğasıyla alakalı. Çoğunluk olma, baskın olma içgüdüsü insanları uç noktalarda davranmaya itebiliyor bazen. Üstelik bu sadece hikayelerde olmuyor maalesef çok yakın zamanda bunu biz bile yaşadık tam olarak aynı şeyler olmasada.

Hikayeyi bıkmadan okuduğun ve yorumlarını paylaştığım için çok teşekkür ederim.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
Gönderen: seabiscuitxx - 24 Nisan 2015, 00:04:45
Yine iyi iş çıkarmışsın. Doğa betimlemelerin çok profesyonel. Yani bunları nereden buluyor diye soruyorum kendime. Geçen söylemiştim. Fazlaca isim, inanış, karakter olsa da rahatsız etmiyor. Bu bölümler oldukça oturaklı ve ilgi çekici. Kısa bir seri diyordun ama buradan bir game of thrones çıkabilir.
Aslında hikayeler arası geçişleri biraz daha homojen hale getirsen ve ayrıntılar içinde dolaşırken okuyucuya bir amaç verirsen ortaya güzel bir şey çıkacak.

Eline sağlık...
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 24 Nisan 2015, 00:40:03
Kısa bir seri diyordun ama buradan bir game of thrones çıkabilir.

Kısa bir seri olduğunu söylemedim aksine bir üçleme olacak :)
Umarım tüm hikayeyi tamamlarım. okuduğun için sağol ;)
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
Gönderen: Light - 24 Nisan 2015, 17:25:29
Öykünüz hep gözüme takılıyordu, şansıma bugün nöbetçiydim ve açıp okudum. Sizin için notlar aldım geldiğim yere kadar. Bunlar:
Alıntı yapılan: Not
-Virgül tekrarları
-Gereksiz sözcük kullanımı
-''hiçbir'' hatası, ''de'' bağlacı yazım hatası, ''bir şey'' hatası, ''birkaç'' hatası gibi şeyler
-Gereksiz ek kullanımı
-Eksik ek kullanımı
-Anlatımı aceleye getirme
-Bu aceleye bağlı olarak hafif irrasyonel örnek-ifadeler(kurguyu anlatırken)
-Ara sıra hayatın yaşanış yerine göre ifadeler, epiğin yanında psikolojik, kişiliksel tanımlar ve ifadeleri kullanmak, psikolojik yapımsal ve yıkımsal olgular kullanılmalı

Belli bir yere kadar geldim, fazla ileri gitmedim çünkü maalesef özgün bulamadım. Hep bir yerlerden esintiler sezdim ve bana bir şey katacağını düşünmedim; biraz da yazım hataları soğuttu. Fakat gayet güzel bir yazım stiliniz var, devamını dilerim. :)
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 24 Nisan 2015, 17:58:36
Sana hepsini okutamamışsam iyi bir yazım stilim yok demektir :) Yinede iltifatın için teşekkürler.
 
Okuyup yorumladığın için de ayrıca teşekkür ederim, yazdıkça daha iyi olacağıma inanıyorum. Yazım ve anlatım hatalarını düzeltmek için biraz özel çaba harcamalıyım sanırım. Özgün bulamamanıza üzüldüm açıkcası çünkü direkt olarak varolan bir esere öykünmeden tasarladım ve yazdım. Hangi eserlerle benzerlik bulduğunuzu da merak etmedim değil.




Başlık: Bölüm 16: Bake
Gönderen: zaujas - 24 Mayıs 2015, 14:03:01
- 17 yıl önce
 
"Otuz beş, otuz altı... otuz yedi! Bir tane eksik... Şu sis tam çökecek vakti buldu!" diyerek bir anda etrafını saran sise söylendi Vaspe. Keçilerinden biri eksikti. Diğer keçilerin de kaybolmasını göze alamazdı, bu yüzden bir an önce tüm keçileri ahıra sokmalıydı. Sis hafifleyince kayıp keçiyi aramaya çıkmak daha mantıklı bir düşünceydi. Uzaktan bakınca kulübe tüm o gri beyaz perdenin ardında soluk bir gölge gibi görünüyordu. Vaspe sürüyü bir arada tutmaya çabalarken bir yandan da ayakta durmaya çalışıyordu. Çimenlerin üzerindeki su damlacıkları dönüş yolunu kayganlaştırmıştı. Vaspe yürümekte zorlanıyor, yamaçtan aşağı inerken ayağını yan yan basarak dikkatlice inmeye çalışıyordu. Keçiler, Vaspe ile alay edercesine atlaya zıplaya önünden geçiyordu.  
 
Vaspe tüm keçileri ahıra soktuktan sonra kulübenin artık iyice eskimiş kapısını gıcırdatarak açtı ve ocağın başına gitti. Üşüyen ellerini ocakta ısıtırken, bir yandan kaynamakta olan tencerenin kapağını açınca nefis bir yemek kokusu odaya yayıldı. "Bu kız annesinden bile daha maharetli." diyerek içerdeki odaya doğru yürüdü. Kapıyı yavaşça araladı, dokuz on yaşlarında küçük bir kız çocuğu odanın penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Kulübe Gra Ane'de yer alan küçük bir yayla köyünün en tepesindeydi ve pencereden bakınca insan kendini kuş gibi hissediyordu. Bulutsuz bir günde güney yamacından bakıldığında Tapınaklar Çölü bile görünebilirdi bu yükseklikten. Babasının içeriye girdiğini görünce küçük kız gülümsedi ve koşarak babasına sarıldı. "Bake, güzel kızım eğer mum yapmayı bitirdiysen sana ihtiyacım var. Keçilerden biri kayboldu." Annesi öldükten sonra mum yapma işini Bake devralmıştı. Sampra pazarından satın aldıkları balina yağıyla yaptıkları mumları Glomalin ve Letha'ya giden kafilelere satıyor ve kazandıkları altınlarla yeni keçiler alıyorlardı. Vaspe karısının vefatından sonra artık mum yapmayı bırakıp bu dağ köyüne yerleşmişti ama Bake'yi mum yapmaktan vazgeçirememişti, bu ona annesinden kalan bir miras gibiydi.
 
Bake özenle çizmelerini giydi ve babasının peşinden yürümeye başladı. Babasının yürüyüşüne ayak uydurmaya çalışıyor ve yarı koşar halde, nefes nefese yamaca tırmanıyordu. Vaspe keçileri otlattığı yere vardığında, artık bulutlar köyün bulunduğu dağın eteklerine çekilmiş ve gökyüzü turuncu mavi kıyafetini giymişti. Buradan bakınca bulutlar denizi ve bulutlardan sıyrılan yüksek tepelerde birer adayı andırıyordu. Bake durdu ve derin bir nefes alarak etrafına baktı. Soğuk rüzgarın yüzünde gezinmesini ve güneşin kaybolmak üzere olan son turuncu ışıltılarını seviyordu. Gözlerini kısarak yavaş yavaş batmakta olan güneşe baktı, hala göz kamaştırıcı ve ışıltılıydı. Bake gözünü kapadığında sanki hala güneşe bakıyor gibi soluk bir hayalet güneş dolaşıyordu zihninde. Artık gözlerini açsa bile etrafını karanlık görüyordu. Vaspe yaklaştı ve kızına sarıldı, soğuktan üşümüş yanağını öperek "Karanlık daima aydınlığın içinde gizlenir küçük kız. Çok fazla güneşe bakarsan artık aydınlığın ne demek olduğunu unutur gözlerin. Tıpkı iyilerin içinde saklı olan kötülük gibi."
 
Vaspe "Kartal Yuvası"  denilen sarp kayalık yamaca bakmak için Bake'nin yanından ayrılırken, "Bake Dikkatli ol! Sis yine çökebilir, sakın kaybolma!" diyerek onu uyardı. Mağaraların olduğu tarafa doğru yürüyecekti. Bölgenin en yüksek tepesinde yer alan mağaralar eski zamanlarda, şamanların ritüel mekanlarıydı ve bu mağaralarda şamanların Zalvia içerek Tanrı ile konuştuklarını anlatan hikayeler anlatılırdı. Bake bu hikayeleri seviyordu, çünkü bazen o da Tanrı ile konuşuyordu. Annesinin vakitsiz ölümünün nedenini anlayamıyordu ve Tanrıdan bir cevap bekliyordu. Ama hiç bir zaman sorusuna bir cevap alamamıştı. En sonunda Tanrının yaşlandığını ve kulaklarının iyi duymadığını düşünmeye başlamıştı. Babasına bu düşüncesini anlattığında, Vaspe ilk önce şaşırmış sonrada kahkahayı patlatmıştı. "Tanrı rüzgar dilinde konuşur, çok az insan onu duyabilir. Ağaçlar ve kuşlar onun yaveridir. Onların sesine kulak ver belki sorduğun sorunun cevabını sana fısıldarlar."
 
Bake eğilip yerdeki küçük yün parçasını eline aldığında taze kan izini fark etti. Endişeli gözlerle etrafına bakındıktan sonra, kan izlerinin ileriye doğru artarak devam ettiğini gördü. Babasına seslendi ama sesini duyurabildiğinden emin değildi. Korkarak ta olsa kan izlerini takip etmeye devam etti. Cesur bir çocuk değildi ama meraklıydı. Küçük keçi yaralanmış olmalıydı, belki de daha kötüsü bir kurt onu parçalamış olabilirdi. Tüm bunları düşünürken sonunda şamanların mağaralarının olduğu yere varmıştı. Mağaraların içine bugüne kadar hiç girmemişti ama yakınındaki mağaradan gelen sesleri duyunca her zamanki gibi merakına yenilerek sese doğru yürüdü. Karşısına bir kurt çıkarsa ne yapabileceğini düşündü, yerden bir taş alarak sıkıca tuttu. Bir keresinde saldıran azgın bir köpeği bu şekilde uzaklaştırmayı başarmıştı. Daha da yaklaşarak sessizce içeriye bakmaya çalıştığında küçük keçinin derisini yüzen bir insan silueti ile karşılaştı. Deştiği karnından keçinin iç organlarını çıkarıyordu. Bake dehşet dolu gözlerle korkarak geri çekildi. Küçük yüreği, çöl bedevilerinin tam tamları gibi çarpıyordu. Gördüğünden emin olmak istiyordu, içinden korkmaması gerektiğini kendine telkin ederek yaklaşıp göz ucuyla tekrar baktığında mağaranın boş olduğunu fark etti.
 
Hayal mi görmüştü yoksa gölgeler ve karanlık mı onu yanıltmıştı. Peki ya hala burnuna gelen kan kokusu. Elindeki taşı yavaşça yere bıraktı ve mağaranın ortasına kadar yürüdü. Bu bahaneyle ilk kez mağaralardan içeri girmişti, bir tehlike olmadığını anlayınca daha da cesaretlenmişti. Aklındaki soruyu bir kez de burada sormalıydı belki de, henüz rüzgar dilini öğrenememişti ve hala Tanrı'nın cevabını merak ediyordu. Üstelik bu yer Tanrı ile konuşmak için uygun bir yerdi. Tanrı bir zamanlar şamanlarla burada konuşmuşsa pekala onunla da konuşabilirdi. "Yeri ve göğü yaratan yüce ruh, neden beni annesiz bıraktın! o daha çok gençti... Bu kez sesimi duyarsın umarım ve şamanlarla konuştuğun gibi benimle de konuşursun."
 
Her zaman ki gibi sorusuna bir cevap alamamıştı. Yavaş adımlarla ışığa doğru yürüdü. Dışarıda neredeyse hava kararmak üzereydi ve yağmur başlamıştı. Mağaranın önündeki taşa oturup başını ellerinin arasına alarak yağan yağmuru izlemeye başladı. " Annesi ölen ilk çocuk sen değilsin!" Bake bu sesle irkildi ve ayağa kalktı, ses mağaradan geliyordu. "Yaşam nasıl mucizevi bir şeyse, ölüm de en az onun kadar mucizevidir." diye devam etti konuşmasına mağaradan yükselen ses. Bake, konuşmaya devam etmek istiyordu ama korkuyordu.  "Benim annem çok iyi bir insandı ve asla sana saygısızlık etmedi. Daha kötü insanlar dururken neden benim annem..."
 
"Bir gün herkes ölecek ve işledikleri günahlar için cezalandırılacaklar. Bu senin bu dünyadaki sınavın, annen olmadan da ayakta durabilmelisin! O kadar iyi bir insan olmalısın ki insanlar seni görünce ışığınla aydınlanmalı. Karanlığı aydınlatan bir ışık gibi olmalısın."
 
"Peki iyi insanlar, onlara ne olacak?"
 
Yağmur şiddetini artırmış ve yıldırımlar çakıyordu. Tam bu sırada mağaranın girişinde bir adam belirdi. Çakan şimşekler adamın yüzünün görünmesini engelliyor ve onu gizemli bir karartıya dönüştürüyordu. "Kızım her yerde seni arıyordum..." diyerek, koştu ve küçük kızına sarıldı Vaspe. Küçük kız ürkek bir kuş gibi titriyor ve derin derin nefes alıyordu.
 
"Konuştu... Benimle konuştu Baba."
"Kim seninle konuştu, kimden bahsediyorsun kızım?"
"Tanrı... Tanrı benimle konuştu... Aydınlatmalıymışım, tüm karanlıkları aydınlatmalıymışım..."
 
Vaspe, küçük kızın sürekli titremesinden ve öksürmesinden endişelenip, aşağıda ki köyden bir şifacı getirmek için evden ayrılmıştı. Şifacıyla birlikte eve doğru yürürken Vaspe kulübeden yayılan ışığı fark etti. Dağın tepesindeki kulübe bir deniz feneri gibi görünüyordu. Vaspe, şifacıyı arkasında bırakıp hızla koşmaya başladı. Kayganlaşmış patikada düşe kalka ilerliyor ve bu ışığın kaynağının ne olabileceğini düşünüyordu. Eve girer girmez küçük kızın odasına koştu ama kapı açılmıyordu, kapının altından sızan ışık tüm evi aydınlatıyordu. Kapıyı omuzuyla bir kaç kere vurduktan sonra ancak açabilmişti.
 
Yüzlerce mum, mavi karanlığı aydınlatan küçük alevleriyle odayı mucizevi bir ışıkla doldurmuştu.
Mumlar daire şeklinde dizilmiş ve ortasında küçük Vaspe çıplak bir şekilde boylu boyunca uzanıyordu. Hala vücudu titriyor ve kendinden geçmişçesine sayıklıyordu;
 
 "Karanlığı aydınlatmalıyım..."
 
 
* * * * *

Ghia tüm gece boyunca gördüğü kabuslardan kurtulmak için bir matara dolusu şarap içmişti ama sızmayı başaramamıştı. Bunun yerine halüsinasyonlar görmeye başlamıştı. At arabası ağır ağır ilerlerken yol kenarında gözü oyulmuş ve yarılmış karınlarından bağırsakları sarkan insanlar görüyordu. Pelerinini iyice kafasına çekip kendi iç dünyasına çekilmek belki de en iyisiydi. Karanlık, neydi karanlıkla insanların derdi? Sonsuz bir karanlık hayal etti Ghia, işte aradığı huzur bu karanlığın derinliklerinde gizliydi. Bir anda gözlerini kamaştıran güneş ışıkları tekrar her şeyi normale döndürmüştü. Odaren, Glomalin'de kafileden ayrılacak olan Ghia'nın yanına gelmiş ve  onu pelerinine sarılmış bir ölü gibi yatarken gördüğünde endişelenmişti. ormandaki cesetleri gördüklerinden bu yana Ghia durgun ve düşünceliydi. Odaren onu neşelendirmek için; "Galomalin yolcusu kalmasın!"
 
"Hayır, Galomalin'de inmeyeceğim Odaren... Sampra'ya geliyorum, Sampra'ya gelip Vase Bake ile konuşmalıyım."
 
"Evet sarayın kapısında seni beklediğinden emin olabilirsin! Eski püskü giysileriyle bir şamanı sarayın yakınına bile yaklaştırmazlar."
 
 "Şaman olduğumu da nerden çıkardın?" Odaren bu cevaba şaşırması Ghia'yı neşelendirmişti. Keyifle bir ıslık çaldı ve Akina ıslığı duyar duymaz bir anda ormanın derinliklerinden fırlayıp kafileyi takip etmeye başladı. Görkemli kanatları ve pençeleriyle tüm kudretini kafiledekilere sergiliyor,  herkes büyülenmiş gibi onu izliyordu. At arabaları Galomalin tabelasının olduğu yol ağzından geçerken Ghia biraz düşünceli ama umutlu bir şekilde gökteki Akina'yı izliyordu.
 
 "Kanatlarını sonuna kadar aç
Ve yüksel göklere
Bulutların da üzerine
Umut oralarda bir yerde
Çöl kumlarının rüzgarla savrulduğu,
Okyanus tuzunun tenini yaktığı günlere git
Umut eskiden olduğu yerde
Kanatlarını sonuna kadar aç ve yüksel
Her defasında daha da yukarı
Ta ki yıldızlara değene kadar"

 
Galomalin ile Sampra'yı birbirinden ayıran Serin Nehir bu civardaki nadir su kaynaklarındandı. Oldukça güçlü akan nehri aşmak için yüzyıllar önce yapılmış ve hangi halkın inşa ettiği çoktan unutulmuş olan Vaex Maera köprüsünden başka bir alternatif yoktu. Ghia, Vaex Maera adının yanlış telaffuz edildiğini düşünüyor ve muhtemelen köprünün asıl isminin "Vaez Mair" olduğunu iddia ediyordu. Vaez Mair, Ugra dilinde "Konuşan Köprü" anlamına geliyordu. Bu yabana atılır bir düşünce değildi, çünkü altından geçen nehrin uğultusu dev bir yaratığın homurtusu gibi gelirdi yoldan geçenlerin kulağına. Nehrin iki tarafı siyah ile beyaz kadar birbirinden farklıydı. Sampra çöl ikliminin hüküm sürdüğü bir bölgeydi. Sarı ve kızıl tonların hakim olduğu yer yer küçük bitki gruplarının yer aldığı çorak topraklardan oluşuyordu. Galomalin ise Sampra'ya oranla daha yeşildi ama kuzeyin ormanlarıyla kıyaslanacak tek bir orman bile barındırmıyordu. Bu civardaki en yakın orman Sharmena'da yer alıyordu ki o bile üç günlük mesafedeydi. Galomalin'de daha çok küçük çalılıklar ve insan eliyle yapılmış koruluklar vardı.
 
Sampra çok sıcak bir bölge olduğu için kervanların ve kafilelerin mola verebilmeleri için yol kenarında "Gölgelik" denilen içi boş ve kalın duvarlardan oluşan onlarca küçük yapı inşa edilmiş ve bölge bir konaklama yerine dönüştürülmüştü. Binaların küçüklü büyüklü kubbeleri ve arkalarındaki heybetli Gra Ane dağının manzarası gün batımının kızıllığıyla birleşince, insanı büyüleyen bir görüntü ortaya çıkıyordu. Yapıların duvarlarını, artık sadece Tapınaklar Çölü'nde yaşayan ama geçmişte bu topraklara hükmeden bedevilere ait motifler süslüyordu.
 
Şimdi Bakean askerleri soğuk nehir suyunun ve Gölgelik'lerin tadını çıkarıp şarap içiyorlardı. Kafilenin Sampra'ya bir günlük yolu kalmıştı ve herkes sağ salim evlerine döneceği için oldukça mutluydu. Gölgeliğe boylu boyunca uzanmış askerler kendi aralarında konuşuyorlardı;
 
"Sonunda evimizdeyiz işte buna içilir. Tanrı biliyor ya Vase Bake şarabı da yasaklayacak diye ödüm kopuyor."
 
"Fahişeliği yasaklaması iyimi oldu sanki. Hemen evlenecek bir kadın bulmalıyım."
 
"Raon, bana sorarsan seninle iki eli ve iki ayağı olan hiç bir kadın evlenmez."
 
"Eli ve ayağı olması çokta önemli değil benim için..." diyerek kahkahayı patlattı Raon ve konuşmasına devam etti; "Çok fazla şarap içtim, birazını boşaltmam lazım devam etmek için."
 
"Yakın bir yere işeme sakın, Komutan Mitar kellemizi uçurur sonra."
 
"Mitar'ın canı cehenneme..." diyerek gölgelikten çıkan Raon etrafına bakındı ve uygun bir yer aradı. Tepeye doğru bir kaç küçük çalı ve kayaların olduğu yer uygun görünüyordu. Hızlı adımlarla ilerledi ve tekrar etrafını kolaçan ederek işemeye başladı. Arkasından bir gölgenin geçtiğini hissedip bir anda döndüğünde, sadece gözleri açıkta olan bir adam elindeki taşı kafasına geçirdi. Ne olduğunu anlayamadan Raon yere yığılmıştı. Gizemli adam hızlıca bir kaç yumruk daha atarak Raon'u iyice sersemletti ve kıyafetlerini alarak hızlıca oradan uzaklaştı. Raon yarı çıplak bir şekilde çalılıkların arasından çıkmaya çalışırken tekrar dengesini kaybederek düştü ve toprakla birlikte sürüklendi.

* * * * *

 
 Odaren bir süredir Ghia'yı arıyordu ama nereye baktıysa bulamamıştı. Artık endişelenmeye başlamıştı ama bir yerlerden çıkıp geleceğinden de emindi. Kenardaki gölgeliklerden tenha olan birine girdi ve yere oturarak içmeye başladı. İçerisinin serinliği ve nehirde soğuttuğu matarasındaki şarabın tadı Odaren'i keyiflendirmişti. Gölgelikler o kadar ince bir zekayla yapılmıştı ki, ufak bir esinti bile büyük bir hava akımına dönüşüp insanı serinletiyordu. Kubbe şeklindeki tavanlar öğle sıcağında bile içerinin serin kalmasını sağlıyordu. Ama Odaren'in keyfi uzun sürmemişti. Yanına yaklaşan asker;
 
"Şarabından içebilir miyim?" diye sordu. Odaren yüzüne bile bakmadan;
 
"Kendine başka bir enayi bul dostum.", diyerek başından savmak istedi ama adam inatçıydı.
 
"Elindeki şarabı istiyorum dedim, işi yokuşa sürme istersen!"
 
Odaren iyice sinirlenmişti, bir hışımla ayağa kalkıp yumruğunu tam geçirecekken, karşısındaki askerin Ghia olduğunu fark etti.
 
"Bu kıyafetleri nereden buldun, Çıldırdın mı sen?"
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (16. Bölüm Eklendi)
Gönderen: cankutpotter - 27 Mayıs 2015, 15:26:38
Selam.

Öncelikle ellerine sağlık, çok güzel olmuş. :)

Bake küçük bir kız mıymış? Doğrusu şu an olanları merak ediyorum, ilgi çekici bir imparatorluk olabilir ya da belki savaşmalarının sebebi başka olabilir. Bakalım, göreceğiz.

Bölümün geri kalanındaysa ise anlamadığım tek şey, o bedevi gibi olan adam kimdi?

Neyse, hepsini diğer bölümlerde göreceğiz, devamını merakla bekliyorum, görüşmek üzere!
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (16. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 27 Mayıs 2015, 15:59:01
İşlerimin yoğunluğu nedeniyle oldukça geç yazdım bu bölümü, kusura bakmayın.

Okuduğun için teşekkür ederim.

Bake'nin hayatından bir kesitle başlıyor bölüm, bu kısımlar hikayenin geçtiği tarihten 17 yıl öncesini anlatıyor. Sonrasında hikayenin normal zamanına dönüyoruz ve burada hikaye kaldığı yerden devam ediyor.

Bedevi'nin olduğu kısma yorumun sonrası küçük bir ek yaptım.
Başlık: Bölüm 17: Sampra
Gönderen: zaujas - 12 Haziran 2015, 23:40:06
Günün ilk ışıklarıyla çölün kahverengi kızıl kumları geceden kalan serinliklerini yavaş yavaş yitirirken, kafile neredeyse Sampra'ya varmıştı. Herkesin yüzünde garip bir mutluluk ve mutluluklarının gölgesinde saklı, görünmeyen ama kendini hissettiren bir hüzün gizliydi. Yıllarca tek bir damla kan akıtmadan yayılan inanç, sınırlarına ulaştıkça hırçınlaşmaya başlamış ve Tanrı'nın emriyle artık Bakeanlar inançlarını savaşla yaymaya başlamışlardı. Obeth ve Letha'da ki savaşlar, ölen arkadaşlar ve katledilen yüzlerce insan. Kan kokusu üzerlerine sinmiş askerler artık hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını biliyorlardı.
 
Sena tepesi kafilenin aşması gereken son engeldi. Bu tepeyi aşmanın ilk ödülü muazzam Sampra manzarasıydı. İşte günün ilk ışıklarıyla çölün ortasında bir mücevher gibi parıldayan Sampra şehri. Etrafı yüksek surlarla çevrili uçsuz bucaksız bir şehir vardı karşılarında, girişteki görkemli dev kapıların yanında iki kadim savaşçı heykeli ve ortalarında taştan oyulmuş ışık yayan göz arması yükseliyordu. Göz heykeli, Bake bu şehre yerleştiğinde konsey üyeleri tarafından bir hediye olarak, ünlü heykeltıraş Ravella'ya yaptırılmıştı. Alelade bir taş oyması değildi, günün ilk ışıklarıyla birlikte ortasındaki mercekten geçen ışık, odaklanarak şehrin merkezinde yer alan  piramidin içinden geçerek üç farklı yöne dağılır ve surlardaki kuleleri birleştiren ışıktan bir ağ oluştururdu. Şehirdeki evler ve kuleler de yine büyüleyici güzellikte inşa edilmiş ve insan elinden ziyade gökten inen tanrılar tarafından yapılmış hissi veriyordu bu şehri ziyaret edenlere.
 
Dev kapılar gürültülü zincir şıngırtıları ve mekanik seslerle açıldı, yakından bakılınca kapının iki yanında duran savaşçı heykelleri çok daha ihtişamlı görünüyorlardı. Sağdaki heykel dev bir kalkanla şehri korurken, soldaki heykel iki eliyle kılıcını kavramış ve savaşmaya hazırdı. Heykeller Bakeanlardan çok daha eski bir geçmişe sahipti ve yer yer bazı kısımları çöl rüzgarlarından aşınmış, bazı kısımları da dökülmüştü.
 
Girişteki nöbetçi Bakean askerleri tüm kafileyi selamlarken, birinci kuleden sallanan bayrakla birlikte karşılama boruları çalınmaya başladı. Mitar hemen öne atılarak;
 
"Aptallar, kesin şu saçmalığı! Kafilede konsey üyesi kimse yok en rütbeli kişi benim... Kesin dedim!"
 
Nöbetçilerden biri hızla geldi ve Mitar'ın önünde diz çökerek;
"Efendi Naukra'nın kafileyle geleceği haber verilmişti kumandan, hatamız için kusura bakmayın... ışığın şehrine hoş geldiniz."
 
At arabaları ve kafile  şehrin sokaklarında yavaş yavaş ilerlerken, Ghia aklındaki eski Sampra'yı düşünüyordu; Tapınaklar Çöl'ünden günlerce yürüyerek gelmiş ve şimdi yerine görkemli bir konak inşa edilmiş ama o zamanlar bakımsız eski bir han olan binanın önünden geçiyorlardı. Zaman nasıl da hızlı akıyordu. Sampra o zamanlarda da güneyin en gösterişli şehirlerinden biriydi ama tarihinde hiç bir zaman bugünlerde olduğu gibi bolluk ve bereket hakim olmamıştı bu şehre. Ghia'nın aklında çölün ortasında kuraklıktan mustarip ama her şeye rağmen kadim bir şehir olarak kalmıştı Sampra. Bake inancının Gra Ane'nin köylerinden başlayarak yayılması Sampra şehrinin şansı olmuş ve savaşmadan teslim olan güneydeki ve Obeth'e kadar olan kuzeydeki toprak sahibi Lord'lar tüm kaynaklarını Bakeanlara aktarmıştı.
 
Kafile şehrin ortasına geldiğinde durdu ve kristal yüklü arabalar kafileden ayrılmaya başladı.
 
"Neden durduğumuz hakkında bir fikrin var mı Odaren?"
 
"Kristal arabaları Çeliknefes'e gitmek için kafileden ayrılıyor! Diğer kalanların bir kısmı da Kumtepe'ye gidecek, sen de benimle birlikte saraya geleceksin... Tabi hala Bake ile konuşmak istiyorsan."
 
Ghia durdu ve kristal yüklü arabalara baktı;
"Sanırım artık önceliğim şu kristaller..."
"Kristaller mi? Boşver o kıytırık şeyleri... Biri seni fark etmeden bir an önce Bake ile konuşmalısın.
Asker olmadığın anlaşılırsa zindanı bile boylayabilirsin."
 
Odaren'in ne söylediği Ghia'nın pek umrunda değildi hızlı adımlarla yeni yeni hareket etmeye başlayan bir kristal arabasına atladı ve gülerek Odaren'e seslendi;
 
"Bir ara yanına uğrarım!"
 
Odaren, Ghia'nın anlık kararlarına ve her şeyi akışına bırakmasına bir türlü alışamamıştı. Alçak bir sesle kendi kendine;
"Çılgın şaman, merakın umarım başını derde sokmaz..."
 
Çeliknefes, askeri üniformaların, kalkan ve kılıçların hazırlandığı önemli bir kaleydi. Sampra'da Çeliknefes'e benzer iki kale daha bulunuyordu. Zindanlarıyla meşhur Kumtepe ve elit askerlerin ikamet ettiği Bükülmez. Çeliknefes'in bulunduğu bölge Eski Şehir olarak bilinirdi ve sokakları çok meşhurdu ama meşhurluğu mimarisinden veya sokaklarının güzelliklerinden değil hala sokaklarda yasaklanmasına rağmen gizli fahişelerin dolaşıyor olmasından ve tekin olmayan güneyli tiplerden geliyordu. Karanlık ve izbe sokaklarda ansızın karşınıza yankesiciler çıkabilir ve sizi gizemli ara sokaklara sürükleyerek kimsenin haberi olmadan boğazlıyabilirlerdi.
 
Ghia at arabasının arkasında sırtını üzeri çuvallarla kapatılmış kristalleri dayamış şehri izliyordu. Çeliknefes'e yaklaştıkça sanki güneş etkisini yitirmiş gibiydi, burada yer alan evler daha eski ve evlerin arasındaki uzun dar sokaklar da ürkütücü derecede karanlıktı. Ghia etrafı seyrederken, evlerin arasında yer alan dar bir sokaktan bir elin uzandığını fark etti. Sokak çok karanlık ve izbe olduğu için Ghia biraz daha dikkatli bakmaya çalışırken, karanlığın içindeki elin sahibi biraz daha kendini gösterdi. Bu yarı çıplak bir fahişeydi ve işveli hareketlerle Ghia'yı yanına çağırıyordu.
Kadın çöl insanlarına özgü koyu bir ten rengine ve renkli gözlere sahipti, sergilediği vücudu her erkeğin aklını başından alacak cinstendi.
 
"Yerinde olsam çok heveslenmezdim, tüm paranı alıp kıçına tekmeyi basarlar. Bu sokaklar çok tekin değildir... Bu arada ben Dhloa, seni daha önce gördüğümü hatırlamıyorum, hangi birliktensin?"
 
"Eee... Ben madenciyim, ya sen?"
 
"Madenciden daha çok süvariye benziyorsun, bu üzerindeki süvari üniforması değil mi?"
 
Ghia bir an ne diyeceğini bilemedi ama sonra durumu toparlayarak konuşmaya devam etti;
"Letha'daki savaşta yaralandıktan sonra ölü bir askerden ödünç aldım bu kıyafetleri, benimkiler pek giyilecek gibi değildi." diyerek, omzundaki yarayı gösterdi.
 
Çeliknefes'in kapısı gürültüyle açıldı. Üç katlı çok büyük olmayan bir kaleydi ve kalenin ortasında bir açıklık vardı. Açıklığın sonunda giriş kapısına benzer büyüklükte yine bir kapı yer alıyordu. Zeminde demirci ve marangozlar, üst katlardaysa terzihanelerle asker koğuşları bulunuyordu. Günün bu saatlerinde askerler merdivende oturmuş ve içeriye giriş yapan arkadaşlarını izliyor, sohbet edip, gülüyorlardı. Kristal arabaları kalenin ortasında toplandıktan sonra, bir  asker  ambar kapağını açtı. Kapak açılınca, kristaller buradaki eğimli büyük tahta oluğa boşaltılmaya başladı. Oluğa dökülen kristaller hızla kayarak karanlığın içinde gözden kayboluyordu.
 
Kristallerin hepsi boşaldıktan sonra atlar ahıra götürüldü ve arabalarda marangoz atölyesinin önüne çekildi. Letha'dan gelen askerler dinlenmek için kendilerine gösterilen koğuşlara yerleştirilirken Ghia'nın kristallere olan merakı daha da artmıştı. Kristaller kalenin ortasında neden depolanıyordu ve en önemli soru; kristaller ne için kullanılıyordu. Ghia gün boyunca dinlenmekten ziyade tüm katları dolaşarak etrafında ki askerlerle sohbet edip, kristaller hakkında bilgi edinmeye çalışmıştı. Ama hiç kimse kristaller hakkında birşey bilmiyordu. Bilenlerde bu konu açıldığında şüpheli gözlerle Ghia'yı süzüyor ve yanından bir bahaneyle uzaklaşıyordu.
 
Ghia oldukça yorgundu. Akşam olunca üçüncü kattaki koğuşuna gitmek için merdivenden çıkarken gözüne kalenin ortasındaki dev kapının aralıklarından sızan ışık çarptı. Hafif mavi bir ışık bir anda parlamış ve sonra kaybolmuştu. Konuştuğu askerler, bu kapının ardında bazı gizemli şeyler olduğundan bahsetmişlerdi. Hatta bir tanesi mavi alevler saçan bir ejderhadan bahsetmişti ama Ghia bunlara safsata gözüyle bakmıştı neticede ejderhalar varlığından emin olunmayan hayali yaratıklardı ve hangi ejderha mavi alev saçardı ki? Bir an hayal gördüğünü düşünmeye başladı, çok fazla şarap içmişti ve bu tip hayal ürünü ışık patlamaları alkolün etkisiyle ortaya çıkabilirdi. Tüm bunları düşünürken tekrar mavi ışığı gördü ve merdivenin ortasında durdu. Gidip bu ışığın nerden geldiğini bulmalıydı. Hızla merdivenleri inerek girişe vardı ve emin adımlarla kalenin ortasındaki büyük kapıya doğru yürümeye başladı. Ayağı karanlıkta göremediği ambar kapağına takıldı ve yere düştü. Söylenerek ayağa kalktı ve kapağı yavaşça araladı. Oluğun sonunda ne olduğu belli değildi ama yönü gizemli kapıya doğruydu. Kafasındaki soruya bir yanıt bulmak için sonuna kadar gitmesi gerektiğine ikna etti kendini. Oluğun üzerine çıktı, ardından kapağı özenli bir şekilde ses çıkarmadan kapattı. Kapak kapanınca içerisi tamamen zifiri karanlığa gömülmüştü. Ayaklarını oluğun kenarlarına bastırarak yavaşça ilerlemeye başladı.
 
Artık bu şekilde ilerlemek yorucu olmaya başlamıştı ve çok ağır ilerliyordu. Bir an kendini bıraktı ve hızla kaymaya başladı, ta ki oluğun ucunda biriken kristallere çarpana kadar. Kristallerden yayılan gürültü, ambarın içinde yankılandıktan sonra. Ghia kafasını kaldırdı ve ne olduğunu anlamaya çalıştı. Oldukça büyük bir Kristal ambarıydı bulunduğu yer ve kristaller etrafı loş bir mavi ışıkla aydınlatıyordu. Ghia etrafına bakındığında, oluğa sabitlenmiş tahta bir merdiven gördü. Muhtemelen kristallerin akışını engelleyen bir tıkanıklık olduğunda müdahale etmek için yapılmıştı. Merdivenden sessizce inerek, ambarın ortasındaki kapıya yaklaştı. Bulunduğu yerden az da olsa bir şeyler görünüyordu. Kapının ardında oldukça büyük bir demir atölyesi vardı. Atölyenin ortasında ise bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir top inşa ediliyordu. Akşam olmasına rağmen işçiler hummalı bir şekilde hala çalışıyordu. Yapılan top daha önce gördüğü hiç bir topa benzemiyordu. Zaten sadece güneyli korsanların küçük gemi toplarını ve Rardorwen'in meşhur savaş toplarını görmüştü şimdiye kadar.
 
Ghia'nın toplar hakkında bildiği tek şey; büyük bir topun, büyük savaşlar ve daha fazla ölüm anlamına geldiğiydi. Bakeanlar Gonetha ve Rardorwen gibi büyük surlarla korunan şehirlere saldırmayı planlıyor olmalıydı, peki ama niçin? İnançlarını diğer insanlara dikte etmek onlara daha fazla ne kazandırabilirdi?
 
Bir anda oluğun ucunda kalan kristaller büyük bir şıngırtıyla aşağı akmaya başladı. Atölyenin içinde yer alan işçiler sesin geldiği yöne baktılar. Ghia hızla merdivenden yukarı çıktı ve oluğun kenarlarından tutunarak güçlükle de olsa çıkışa doğru yürümeye başladı. İnmesi kolay olmuştu ama çıkarken kan ter içinde kalmıştı. Kapağı sessizce açtı ve kendini yukarıya çekerek ambarın içinden çıktı. Soluk soluğa kalmıştı ve gücü tükenmişti, ambarın içine girerken her taraf zifiri karanlıktı oysa şimdi her yer daha aydınlıktı sanki.
 
"Asker dön ve bize yüzünü göster..."
 
Ghia şimdi etrafın neden daha aydınlık olduğunu anlamıştı. Ambar kapağının etrafında askerler ellerinde meşalelerle onun çıkmasını bekliyorlardı. İçlerinden biri; 
 
"Ghia?"
 
Ghia şaşkınlıkla konuşan kişiye baktı, ismini biliyor olması onu şaşırtmıştı. Ona seslenen kişiyi gördüğünde şaşkınlığı ve korkusu bir kat daha arttı, bu sıradan bir asker değil komutan Mitar'dı.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (17. Bölüm Eklendi)
Gönderen: cankutpotter - 13 Haziran 2015, 02:37:19
Selamlar.

Doğrusu güzel bir bölümdü ve merak uyandırıcıydı aynı zamanda.

Kristaller konusu daha önce geçmiş miydi hatırlamıyorum; ama Bakeanların ne yapacaklarını ben de çok merak ediyorum.

Bunca kristal, bana kalırsa, sadece çok büyük bir saldırıcı için alınmış. Top bu yüzden hazırlanıyor olabilir. Ama bunu bilemeyiz. Bakalım.

Her neyse, ellerine sağlık, devamını merakla bekliyorum.
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (17. Bölüm Eklendi)
Gönderen: zaujas - 14 Haziran 2015, 12:59:36
Kristaller, Kadim Gözyaşı adlı 8. bölümde ilk ortaya çıkmıştı ama bölümleri peş peşe okuyamadığınız için hatırlayamaman çok normal.

Israrla okumaya devam ettiğin ve yorumlarını esirgemediğin için teşekkür ederim.
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere :)
Başlık: Bölüm 18: Konsey
Gönderen: zaujas - 21 Haziran 2015, 09:36:03
Şehrin ortasında görkemli bir görüntüye sahip olmayan ama kadim zamanlardan beri ayakta kalmayı başarmış Deugan sarayı yer alıyordu. Şaşaadan ve gösterişten uzak, uzun ve karanlık koridorları, sütunlu salonlarıyla Sampra halkının kutsal saydığı bir yapıydı. Sarayın en geniş salonunda sütunlarda yer alan tüm meşaleler söndürülmüş ve salonun sonunda yer alan kaidede sadece bir tane mum yanıyordu. Mumun aydınlattığı yerde diz çökmüş dua eden Bake, salonun kapısının açılmasıyla irkildi ve bir anlık duraklamadan sonra duasına kaldığı yerden devam etti.
 
Bakean arması işlenmiş büyük ahşap giriş kapısından içeriye Cala girdi. Cala konseyde Bake'den sonra söz sahibi olan en yaşlı üyeydi. Sakin ve kendinden emin adımlarla Bake'nin olduğu yere doğru yürüyen Cala biraz yürüdükten sonra durdu ve Bake'nin duasını bitirmesini beklemeye başladı.
 
Cala, karanlığa gözleri alışınca, sütunları süsleyen bayraklara göz gezdirmeye başladı. Daha öncesinde bu sarayda yaşayan kral ve kraliçelere ait bayraklar salonun on üç sütununu süslüyordu, yalnızca bir sütunda bayrak asılı değildi. Bunun nedeni bir kehanete dayanıyordu. Bu sarayda on dört kral hüküm sürecek ve son kralın soyundan gelen insanlar yeni bir krallık kurarak yeryüzüne barışı egemen kılacaklardı. Bake bu sarayda ki on üçüncü emanetçiydi; kehanete istinaden kendini böyle tanımlıyor ve böyle hitap edilmesini istiyordu.
 
Bake duası bitince hafifçe kafasını Cala'nın olduğu tarafa döndürerek yaklaşmasını işaret etti.
 
"Işığımızın kaynağı, bugün toplanacak konseyi yönetmeyi arzu ediyor musunuz?... Ukra Vara savaş stratejilerimiz hakkında bir gözden geçirme talebinde bulundu."
 
"Eskiden rüyalarımda Gra Ane dağlarının rüzgarını hissederdim... Küçük bir çocukken dolaştığım yamaçlarda görürdüm kendimi. Şimdi masum çocukların cesetlerinden ve çığlıklarından başka hiç bir şey yok rüyalarımda."
 
"Efendim bu savaş yüce ruhlu tanrımızın sizin aracılığınızla kullarına ilettiği bir istekti. Gra Ane'ye son ziyaretiniz de ki mucize hala tüm halkınız tarafından dilden dile dolaşıyor. Ve Tanrının bu isteğini yerine getirip inancımızı yaymak için canını feda etmeye hazır cesur askerlerden kurulu bir ordu hazırlamayı başardık. Şimdi çok daha büyük hedeflerimiz var."
 
"Surları bile olmayan şehirlere saldırmak gibi mi?..."
 
"Obeth'de bazı üzücü hadiseler olduğu doğrudur efendim ama o kasaba kuzeye giden yolda aşılması gereken bir engeldi. Obethi geçmeden Gonetha'yı ve onun gibi büyük kuzey şehirlerini işgal etmemiz mümkün değil. Kaldı ki tüm Obeth halkına ve lordlarına inancımız tebliğ edilmişti ama inanmak istemeyen kalplere bazı şeyleri anlatmak çok meşakkatli olabiliyor ve yöneticilerin aldığı hatalı kararlar masum insanların kaderlerini de tayin ediyor..."
 
"Yalnızca dua etmek istiyorum..." diyerek, tekrar dua etmeye başlayan Bake tüm düşüncelerini sorgulamaktan kendini alamıyordu. İnsanları aydınlığa çıkarmak için yürüdükleri bu yol artık daha dik ve keskin çakıl taşlarıyla bezeliydi. Cala geldiği gibi sessizce salondan ayrıldı.
 
Büyük toplantı masasının etrafında yer alan on sandalyeden ikisi boştu. Taş duvarlarda Bakean armalarıyla süslü kalkanlar ve masanın üzerinde tavana zincirlerle asılmış on dört mumlu bir avize vardı. Sütunlardaki bayraklar gibi bu avizedeki mumlardan da yalnızca on üçü yanıyordu. Masanın üzerinde gümüş tabaklarda meyveler ve yine gümüş kadehlerde şaraplar servis edilmişti. Cala tüm konsey üyelerini süzdükten sonra konuşmaya başladı;
 
"Vase Bake hazretleri üzülerek bugün ki konseyimize katılamayacağını iletti. Bildiğiniz üzere bugün Ukra Vara'nın isteği doğrultusunda toplanmış bulunmaktayız. Top imalatı sırasında yaşanılan bazı olumsuz gelişmeler kuşkusuz tüm stratejimizi değiştirecektir. Kuzeyde ki şehirlerin savunma gücü oldukça yüksek ve kalın surlarla çevrili kalelere sahipler. Konu hakkında neler söylemek istersin Ukra Vara..."
 
Ukra Vara konseyin ikmalden sorumlu üyesiydi. Aynı zamanda bir ilim adamı ve bilgindi. Yapılmakta olan top, onun kontrolünde imal ediliyordu. Konuşmasına başlamadan önce masanın ortasına elindeki metal küreyi yerleştirdi ve küreden etrafa şok dalgası şeklinde mavi bir ışık yayıldı. Bu bir ses separatörüydü ve konuşmaların dışarıdan dinlenmesini engellemekte kullanılıyordu. Ukra Vara tekrar yerine oturarak konuşmasına başladı.
 
"Letha'da ki madenden elde edilen Platron kristalleri şehrimize son gelen kafileyle ulaştı ve ambara depolandı. Ancak beklediğimizden daha yüksek saflık derecesindeki kristallerin plazma topunda kullanılması için regüle edilmesi gerekiyor. Şu an için elimizde bir Platron regülatörü maalesef mevcut değil. Bu bizim kullandığımız Pulsar teknolojisinden daha eski bir teknoloji. Bu teknolojiyi Birinci kuşak gözcülerin istasyonlarında enerji dönüşümünü sağlamak için kullandığını ve Gaea'da bu istasyonlardan iki adet bulunduğunu biliyoruz ama uzun zamandır keşif görevinde olan ve bu istasyonları arayan Naukra'dan aylardır haber alamıyoruz."
 
"Şu teknik saçmalıklarla laf kalabalığı yapmayı bırak Ukra, ne yapmamızı tavsiye ediyorsun!" diyerek lafa giren Kriyan önündeki şarap kadehini hızlı bir şekilde kafasına dikti ve hepsini içtikten sonra elinin tersiyle ağzını silerek konuşmasına devam etti.
"O topu yapamayacaksan bunu Obeth'i kana bulamadan önce söylemeliydin! Artık geri dönüşü olmayan bir yoldayız. Biz onlara savaş açmasak da onlar bize saldıracaktır."
 
Askeri kanatın ikinci konsey üyesi Mauna söz alarak konuşmaya başladı;
"General Kriyan haklı, öyle ya da böyle artık bu savaşın içindeyiz. Letha'da saldıran Knohalılar bunun en büyük örneği. Artık Gonethalılarda tetikte bizi bekleyecektir. Belki de Knohalılarla işbirliği yapıp direkt olarak saldırabilirler bile. Ordumuz şu an tam manasıyla bir savaş tecrübesine sahip değil. Ve Sampra şehrinin surları çok eski."
 
Konseyin kadın üyeleri Andhera, Phulia ve Kitia sessizce konuşmaları dinliyorlardı. Kitia elindeki akrep işlemeli bıçağı masaya sapladı ve;
 
"Oturup Naukra'nın gelmesini ya da onların bize saldırmasını mı bekleyeceğiz?"
 
Toplantı odasının kapısı bir anda açıldı ve Naukra içeriye girdi;
"Yerinizde olsam beklerdim..."
 
Tüm üyeler şaşkınlıkla Naukra'ya bakıyordu. Tek başına çölü aşarak şehire ulaşmayı başarmış ve günler sonra Sampra'ya gelebilmişti. Üzerinde hala çöl kumları vardı ve dudaklarındaki çatlaklar uzaktan bakınca bile fark ediliyordu. "Ben gelmeden kuzey şehirlerine saldırmayı düşünmüyordunuz değil mi? O övündükleri surları darma dağın edeceğimiz günü görmeden ölmek istemezdim doğrusu."
 
Cala ayağa kalktı ve Naukra'ya sarıldı: "Seni tilki, çölleri tek başına nasıl aştığını merak ettim doğrusu, anlatacak çok şeyin olmalı... Seni tekrar aramızda gördüğümüze gerçekten çok sevindim. Ama kötü haberlerimiz var sana... Bizde tam kuzey şehirleri hakkında konuşuyorduk... Maalesef topu henüz tamamlayamadık."
 
"Tamamlayamadık değil, sadece regülatöre ihtiyacımız var mühendislik kısmı tamamlanmış durumda. Yani teknik olarak artık bir topumuz var. Sadece regüle edilmeden kullanılırsa ilk atış sonrası ortadan ikiye bölünebilir." diyerek Cala'nın söylediklerine karşın kendini savundu Ukra Vara ve devam etti; "Bir regülatör yapmamız elimizdeki teknolojiyle imkansız ya daha basit ve güçsüz toplar yapacağız ya da gözcü istasyonlarına bir şekilde ulaşıp hala çalışan bir regülatör bulmaya çalışacağız."
 
Naukra gülümsedi ve sakin bir şekilde sandalyesine oturdu;
"O zaman size iyi haberlerim var... Ve bir tane de kötü haberim." dedi ve önündeki kadehe sürahiden biraz şarap doldurdu. Küçük bir yudum aldıktan sonra konuşmasına devam etti; "İyi haber gözcü istasyonlarından birinin nerede olduğunu artık biliyoruz..."
 
Ukra Vara ağzı kulaklarına varmış bir şekilde;
" Sen ciddi misin?... Evet... Ciddisin... Bu harika bir haber. Hemen bir kafile ayarlayıp yola çıkalım." ama  Naukra'nın gülmediğini görünce; "Kötü haber nedir peki..."
 
Naukra daha da ciddileşerek;
"İstasyon Rardorwen topraklarında ki bir ormanda gizlenmiş durumda."
 
Kitia gülerek lafa girdi;
"Yani bir aslanı öldürmek istiyoruz ama tek silahımız yine o aslanın midesinde öylemi." diyerek şen bir kahkaha patlattı.
 
Kitia kızıl saçları ve deri kıyafetleriyle bir hanımefendiden çok savaşçı gibi görünüyordu. İki omzunda yer alan metal zırh parçaları ve akrep işlemeli metal tokaya sahip kemeri; karizmatik ve gizemli görünmesini sağlıyordu. Aslında güzel denilebilecek yüz hatlarına sahipti ama erkeksi duruşu ve konuşma şekli erkeklerin daima ona karşı mesafeli davranmasına neden oluyordu.
 
Diğer kadın üyelerden Phulia da Kitia'nın verdiği örneğe gayri ihtiyari gülerken Cala ile göz göze geldi ve bir anda ciddileşti. Phulia güzelliği ile büyüleyen bir kadındı ve Cala'nın metresiydi. Zaten Cala'nın metresi olmasa şu an muhtemelen konseyde de olamayacak kadar sadece güzelliği ve dişiliğiyle ön plana çıkan bir kadındı.
 
Cala döndü ve şu ana kadar tek konuşmayan üye olan Andhera'ya;
"Sen ne düşünüyorsun..."
 
Andhera olgun ve bilgili bir kadındı. Cala onun düşüncelerine önem verirdi.
"Rardorwen'e bir kaç asker sokmak sorun olmazdı ama regülatörün bir şekilde en azından Letha'ya taşınması gerekiyor. Böyle bir şey için özel yapılmış bir araba ve bir düzine katır lazım. Ve bir o kadar da adam. Bence diğer istasyonu bulmaya çalışalım, belki de bizim hakim olduğumuz topraklardadır. Biri kuzeydeyse diğerinin güneyde olma ihtimali çok yüksek." diyerek cevap verdi.
 
Naukra tekrar söz alarak;
"Aslında çok daha mantıklı bir fikir var aklımda ama gerçekliğinden emin değilim. Karşılaştığım çok güvenilmeyecek bir adam bana hala hayatta olan bir gözcüden bahsetti. Gonetha'ya yakın bir çiftlikte yaşıyormuş... Eğer onu bulabilirsek muhtemelen tüm istasyonların yerini öğrenebiliriz."
 
"İlk gözcülerden yaşayan biri öylemi, yaşayanların hepsini öldürdüğümüzü sanıyordum. Neden bu adama inanalım?" diyerek bu düşünceye şüpheli bir şekilde yaklaştı Kitia.
 
"Bunları bana anlatan adam kendi elleriyle başka bir gözcüyü öldürdüğü için gözcüleri tanıdığını ve bu kadının kesinlikle bir gözcü olduğunu iddia ediyordu. Bizim hakkımızda çok şey biliyordu, başka bir gezegenden geldiğimizi bile biliyordu. Öldürdüğü gözcü her şeyi anlatmış... Tabii bende onu öldürdüm, bildiği şeyleri başkalarına da anlatabilirdi."
 
Cala; "O halde hemen bu gözcüyü bulmalıyız. Bunun için bir kafile hazırlayın ve yanınıza sadece güvendiğiniz adamları alın."
 
"Peki şu casus konusunda ne yapacağız Cala?" diye sordu Mauna.
 
"Komutanlardan Mitar adamı şahsen tanıdığını söyledi. Letha'da ki savaşta Knohalılara karşı savaşmış bir gezginmiş adam, dağ tepe dolanıp kartalıyla avlanan sıradan zararsız bir gezgin, fazlası değil." diye cevapladı onu Cala.
 
Naukra bir anda "Kartalıyla avlanan bir gezgin mi? Bu adam nerede şu an..."
 
"Tabii ki Kumtepe'de zindan da. Yargılanmayı bekliyor."
 
* * * * *

 
Şehrin batısında yer alan ve yüksek surları, kasvetli görüntüsüyle her yerden görünebilen Kumtepe. Tüm şehire hakim kulelerinden ziyade karanlık ve izbe zindanları ile biliniyordu. Kumtepe'nin diğer adı Günahkar Mezarıydı; mezardan farksız ve sadece duvarlarındaki küçük parmaklıklı boşluklardan giren gün ışığının aydınlattığı hücrelerden dolayı bu isim takılmıştı .
 
Giriş kapısından sızan ışık hücrelerin bulunduğu uzun koridoru hafifte olsa aydınlatıyordu. Kapının açılmasıyla bir kaç küçük fare etrafa dağıldı ve hızla gözden kayboldular. Gardiyan tek tek hücrelere günlük istihkakları olan buğday lapası ve ekmeği bıraktıktan sonra, sert bir şekilde kapıyı kapatıp gözden kayboldu. Küçük siyah fare bunu fırsat bilerek yine ortaya çıktı ve etrafı koklamaya başladı. Arkadaşları onun kadar cesur değildi ve saklandıkları yerlerden onu izliyorlardı.
 
"Pisst... Pissst, küçük dostum gelip yemeğime eşlik eder misin?"
 
Fare sesin geldiği yöne bakınca, ekmek ve buğday lapasını gördü. Ürkek bir şekilde ve temkinle hücreye yaklaşıp parmaklıklardan içeriye girdi. Küçük diliyle lapanın tadına baktıktan sonra içerideki adamdan korkup kaçan fare, adamın hareketsiz durmasından cesaret alarak tekrar gelip bu kez ekmekten yemeye başladı. Ekmekten küçük parçalar kopardıktan sonra biraz etrafına bakıp sıkıca tuttuğu ekmek parçasını hızlıca yutu veriyordu. O ana kadar hareketsiz duran adam bir anda atıldı ve fareyi yakaladı.
 
Parmaklıklı havalandırmaya yaklaşan adamın yüzü artık net bir şekilde görünüyordu bu Ghia'ydı. Ayak parmaklarının üzerinde kendini yükselterek fareyi dışarıya sarkıttı ve meşhur ıslığını çaldı. Şehrin üzerinde uçan Akina ıslığı duyar duymaz hemen karşılık vererek, Kumtepe'ye doğru kanat çırpmaya başladı. Kumtepe'nin olduğu yere varınca bir süre Ghia'yı arayan gözleri kulenin ortasındaki küçük boşluktan sarkan fareyi gördü ve hızla dalışa geçip fareyi kaptı. Tam bu sırada Ghia ile göz göze gelen Akina meşhur çığlığını atarak Ghia'yı selamladı ve tekrar yükseldi.
 
Koridorun kapısı açıldı ve ayak sesleri duyuldu. Gardiyan ve Naukra, Ghia'nın hücresinin önünde durdu. Gardiyan kilidi açtıktan sonra, Naukra; "Sen çekilebilirsin." dedi ve adama bir gümüş para fırlattı. 
 
Hücreden içeriye giren Naukra, yerde oturan Ghia'nın yanına geldi ve eğildi, sert bir şekilde gözlerinin içine bakarak;
"Beni hatırlayamadın mı? Ben seni oldukça iyi hatırlıyorum. Obeth'te izini kaybettirmeyi başarmıştın ama görüyorsun ya dünya çok küçük.”
 
Başlık: Bölüm 19: Kartalın Ruhu
Gönderen: zaujas - 24 Haziran 2015, 14:24:35
"O gün dürbünün ucunda gördüğüm yüz, işte şimdi karşımdasın ama tek bir farkla şimdi her şey benim elimde... Gizlenebileceğin bir orman ve lanet kartalın yok. Sadece sen ve ben... Seni öldürmemem için bana bir şeyler anlatmalısın; çocuğun nerede olduğuyla başlayalım istersen."
 
Ghia artık karşısında ki adamın kim olduğunu biliyordu, bir anda o gün ki gibi kan ve duman kokusunu ciğerlerinde hissetti. Obeth'te ki o zavallı küçük bebek; Maku gözlerinin içine bakarak ağlıyordu ve Ghia'nın içindeki ses tüm ömrünü bu an için yaşadığını fısıldıyordu. Kadere inanıyordu ve bu çocukla bir şekilde kaderi kesişmişti; "Zavallı savunmasız bir çocuğu elinizden kurtardım ve şimdi onu tekrar kendi ellerimle sana gerimi vermemi istiyorsun."
 
"Kurtarmak mı?" diyerek şaşkınlığını belli etti Naukra, aklında çok daha farklı şeyler vardı Ghia'yla ilgili. Naukra boş boş duvara bakarken aniden döndü ve Ghia'nın yüzüne sıkı bir yumruk geçirdi; "Şimdi bana hemen o çocuğun yerini söyleyeceksin... Yoksa bu hücre senin mezarın olabilir!"
 
Ghia eliyle kanayan dudağını sildikten sonra, ağzında biriken kanı yere tükürdü ve Naukra'nın gözünün içine bakarak; "Ben yeterince yaşadım ama o çocuğun göreceği şey var..."
 
Naukra karşısında ki adamın verdiği bu tepkiye ve çocuğu bu kadar sahiplenmesine bir türlü anlam veremiyordu. Nihayetinde oradan rastlantı eseri geçen bir adamdı ama karşısında sanki öz çocuğunu savunan biri vardı. İnsanların birbirine bu kadar bağlanabilmesi onu hep şaşırtmıştı.
 
"Orada neler olduğu konusunda hiç bir fikrin yok değil mi? Sen ve senin gibiler kendi kafanızda bir hikaye yazarsınız ve artık ona gerçekmiş gibi inanmaya başlarsınız... O çocuğun gerçekten kim olduğunu öğrenmek ister misin?" diyerek Ghia'nın yanına oturdu. Ghia artık merakla Naukra'nın neler anlatacağını bekliyor ve Maku'nun hikayesini merak ediyordu. Kaderleri kesişmeden öncesini.
 
"On üç gün önceydi..."

* * * * *

13 gün önce
 
Genç kadının ismi Onia'ydı, sırtındaki bebekle karanlık sokakta yürüyordu. Aklında bir an önce eve gitmek ve üzerindeki bu tedirginlikten kurtulmak vardı. Tedirgindi çünkü fırından çıktığı andan itibaren gizemli bir adam onu takip etmeye başlamıştı. Obeth kendi halinde bir kasabaydı ve böyle tekinsiz tipler nadirdi ama hava kararmaya başladığı için sokaklarda çok az insan vardı. Serin bir akşamdı bu yüzden insanlar pelerinleriyle dolaşıyordu ve hepsi siyah birer gölge gibiydi.
 
Onia eve yaklaştığında durdu ve arkasına baktı, boş bir sokak ve küçük bir sokak kedisinden başka bir şey yoktu. Biraz rahatlamıştı, evin kapısını açıp içeriye girdikten sonra, kapıyı sıkıca kapattı ve sırtındaki bebeği yavaşça sedire bıraktı. Buğulanmış pencereye doğru yürüdü, elinin tersiyle camın buğusunu silerken bir yandan da sokağı kolaçan ediyordu. Bu sırada arkasından uzanan gizemli bir el sıkıca ağzını kapattı ve Onia'yı kendine doğru döndürdü. Onia korku dolu gözlerle gizemli elin sahibiyle göz göze geldi ve adamın elini ısırdı. Isırığın etkisiyle elini çeken adam, bir anda gülmeye başladı. Onia da gülüyordu;
"Naukra kalbime indirecektin, sendin değil mi?... Beni takip eden şu adam sendin?"
 
Naukra tekrar kapüşonu kafasına geçirdi ve yüzüne ürkütücü bir görüntü vermeye çalıştı. Sonra Onia ve Naukra aynı anda birbirlerine doğru yaklaşarak öpüşmeye başladılar. Uzun zamandır görüşme fırsatları olmamıştı ve birbirlerini seviyorlardı.
 
Naukra, "Oğlum, Lukka'm nasıl?" diyerek, küçük bebeğin yanına gitti ve kucağına aldı. Lukka'yı yanağından öperken, küçük bebekte babasının burnuna dokunup kendi dilinde anlamsız sesler çıkarıyordu. Naukra bebeği kucağından indirmeden Onia'ya döndü ve;
 
"Çok fazla zamanımız yok Onia, hemen buradan gitmelisiniz! Bu gece Bakeanlar tüm Obeth'i yerle bir edecek."
 
"Neler söylüyorsun! Bakeanlar mı?... Hem sende bir Bakeansın buna nasıl müsaade edersin!"
 
"Gaea'lı bir kadından çocuk peydahladığım duyulursa hepimizi öldürürler... Hadi çabuk arka kapıdan çıkalım!"
 
Onia yanına küçük bir çanta alarak kapıdan ilk çıkan kişi oldu. Naukra, Lukka ile birlikte arkasından çıkıyorken, Onia alnına saplanan bir okla yere yığıldı ve ardından bir kaç tane daha ok kapıya saplandı.
 
Naukra, ne yapacağını bilmiyordu. Öndeki kapıya yöneldi ve koşarak kapıdan çıktı. Sokağın alt kısmında, karanlığın içinde parlayan yeşil gözleriyle Bakean askerleri görülüyordu. Bazı askerlerde evlerin kapılarını kırarak içerdekileri dışarıya çıkararak kılıçtan geçiriyor sonra evleri ateşe veriyordu. Evden çıkmak istemeyenler, evlerle birlikte alevlerin içinde kalarak can veriyordu. Acı çığlıklar göğe yükselirken, Naukra sokağın ilerisinde ki küçük gölü fark etti. Hızlı adımlarla göle doğru ilerledi, bir kayıkla gölün diğer kıyısına geçerek izbe ormanda izini kaybettirmeyi umuyordu. Ama gölün kıyısında sadece yarısına kadar suya batmış, kırık dökük bir kayıktan başka hiç bir şey yoktu.
 
Arkasına dönüp baktığında iki Bakean askerinin göle doğru geldiğini gören Naukra, kayıktan bir tahta parçası kopararak küçük bebeği üzerine koydu ve kuşağıyla onu tahtaya bağladı. Suya girerek tahtanın üzerindeki Lukka ile suyun içinde ilerlemeye başladı ama kıyıdan çok az uzaklaşmışken, sazlıkların arasından bir Bakean fırladı ve kılıcını Naukra'ya doğru savurdu. Kılıç ıskalamıştı ama Bakean çok yakınındaydı. Eliyle Lukka'nın üzerinde olduğu tahta parçasını uzaklaşması için ittiren Naukra, Bakean'a sıkı bir yumruk geçirdi ve suya bastırarak boğmaya çalıştı ama Bakean direniyor, suyun içindeyken bile yumruk savurmaya çalışıyordu. Naukra adama daha da sert bir yumruk attı ve sersemleyen adamın boynunu kırdı. Dönüp Lukka'ya baktığında kıyıdan çok fazla uzaklaşmış olduğunu gördü. Bu sırada uzakta yine Bakean askerleri görünüyordu, göle daha fazla askerin gelmemesi için ceseti suyun dışına çekti ve sazlıklara sakladı. Sonrasında gölün yanından uzaklaşarak karanlığın içinde kayboldu.
 
 
Üzerindeki pelerini çıkarıp tenha bir sokaktan kasabanın meydanına doğru koşmaya başladı. Göle doğru giden askerleri görünce;
 
"Sizi aptallar nereye gittiğinizi sanıyorsunuz, orada kimseler yok! Yoksa savaştan mı kaçıyorsunuz"
 
"Üstad Naukra! Göle giden kardeşlerimiz geriye dönmedi onları arıyoruz."
 
"Sanırım duymadın, orada kimse yok dedim!" diyerek eliyle ters yönde yürümeleri için işaret etti.
Askerler şaşkın şaşkın birbirlerine baktıktan sonra, geri döndüler ve kasaba meydanına doğru uzaklaştılar.
 
Gecenin sonunda şehir tamamen yakılmış ve sokaklar cesetlerle doluydu. Bakeanlar Letha'da ki karargaha çekilirken Naukra bir bahane bularak karargâha giden gruptan ayrılıp tekrar Obeth'e döndü. Hemen gölün kenarına gitti ama Lukka ortalıkta yoktu. Etrafına bakınırken, karşıdaki tepede onu izleyen bir atlı gördü.
 
Dürbününü çıkarıp baktığında Lukka'nın adamın sırtında olduğunu gördü.

* * * * *

"Lukka... Demek gerçek adı Lukka. Ben ona Maku ismini verdim... O gün orada olmam kaderin ta kendisiydi ama bu çocuğun kaderinde ne sen varsın ne de ben. Onu ilk kucağıma aldığımda ruhunu bir kitap gibi okudum, gözlerinin içine baktığımda tek başına hür bir çocuk gördüm. Dizginlenemeyen bir Kue atı gibi, ormanın ruhunu elinde tutan, rüzgarla konuşan ve dağların ilmini bilen bir çocuk. Ve onu bu dünyada emanet edebileceğim en iyi insana teslim ettim... Onu bulmak istiyorsan kuzeye gitmelisin ve en az kuzey kadar hırçın olan Loretta'yı onu sana vermesi için ikna etmelisin..."
 
"Loretta'mı dedin sen!" Bu ismi ilk Kai Han'dan duymuştu.

"Şu Gonetha'da çiftliği olan kadın, öyle değil mi?"
 
"Onu tanıyor musun?"
 
Bu sırada hücredeki zincirler bir anda hareketlenerek Ghia'nın boynuna dolanmaya başladı. Ghia zincirlerden kurtulmak istedikçe zincirler daha da geriliyor ve nefesini kesiyordu. Ghia'nın elinden çaresizce çırpınmaktan başka bir şey gelmiyordu.
 
"Sence neden hep masumlar ölüyor Ghia..."
 
Eğilip ne diyeceğini duymak istermiş gibi Ghia'ya yaklaştı; "Dur ben söyleyeyim, çünkü aptaldırlar. Tüm masumlar aptaldır. Hep olmamaları gereken yerlerde, olmamaları gereken insanlarla birlikte olacak kadar, aptaldırlar!"
 
Naukra yavaşça ayağa kalkıp hiç bir şey olmamış gibi kıyafetini düzeltti ve acınaklı bir ifadeyle Ghia'ya son kez bakarak hücreden çıktı.
 
Ghia artık hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu. Küçük parmaklıklı boşluktan son kez gökyüzüne baktı. Aklındaki son görüntü bu güneşli gökyüzü olsun istiyordu. Bulutsuz ve alabildiğine mavi gökyüzü, rüzgarlı ve alabildiğine özgür gökyüzü... Derken Akina girdi bu küçük kareye ve Ghia'ya son selamını vererek gökyüzünde yankılanan bir çığlık attı. Ghia elini kaldırdı ve parmağının ucunu Akina'nın uzaktaki görüntüsüyle kesiştirdi. Elini havada daha fazla tutamadı ve gözleri usulca kapandı.
 
Sampra şehrinin üzerinde süzülen Akina bir anda kasıldı ve hızla düşmeye başladı. Düşerken sanki Ghia ile kesişen kaderlerindeki tüm güzel günler etrafından akıyordu. Akina neredeyse yüksek bir kuleye çarpacaktı ki bir anda tekrar kanat çırpmaya ve yükselmeye başladı. Yine güçlü bir çığlık attı ve Sampra şehrinin üzerinde daireler çizerek yükselmeye başladı, yükseldi ve daha da yükseldi ta ki bulutlara karışarak gözden kaybolana kadar...

* * * * * SON * * * * *

Hikayeyi başından beri bir üçleme olarak düşündüm ve bu ilkiydi. Seri "Ormanın Ruhu" adlı ikinci hikayeyle yoluna devam edecek.

Hikayeyi okuyan ve olumlu, olumsuz yorumda bulunan herkese teşekkürler. Bu benim için bir ilk, 34 yaşındayım ama bu hikaye ilk yazdığım uzun soluklu hikaye oldu. Çok fazla kısa hikaye yazmış biri de değilim.  Bu hikayeye başlarken tek amacım kafamda tasarladığım gibi bitirebilmekti ve bunu yapabildiğim için çok mutluyum. Yazım hataları, kurgusal yanlışlar vesaire hepsi benim için önemli tecrubeler oldu ve bu hikayeyle birlikte, sonraki hikayemi yazarken neler yapıp neler yapmamam gerektiğini artık daha iyi biliyorum.

Yeni hikayelerde buluşmak üzere ;)






 
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Tamamlandı)
Gönderen: cankutpotter - 24 Haziran 2015, 16:29:32
Merhaba. Çok güzel iki bölüm okudum. Ancak olanlar şaşırtıcıydı.

Bebeğin gerçekte kim olduğu ve Ghia'nın ölümü beklediğim şeyler değildi. Ghia bir ana karakter gibiydi; ancak belli ki ikinci hikâyeyle beraber olaylar farklı şekillerde ilerleecek. Naukra'ya karşı bir an yumuşasamda son yaptığı pek hoşuma gitmedi. Ancak yolumuz uzun, daha neler olur kim bilir?

Ben çok güzel ve eğlenceli bir hikâye okudum. Devamının bundan daha iyi olacağından kesinlikle eminim. Devamını büyük bir merakla bekliyorum, görüşmek üzere...
Başlık: Ynt: Kartalın Ruhu (Tamamlandı)
Gönderen: zaujas - 24 Haziran 2015, 17:10:07
Ben çok güzel ve eğlenceli bir hikâye okudum. Devamının bundan daha iyi olacağından kesinlikle eminim. Devamını büyük bir merakla bekliyorum, görüşmek üzere...

Güzel yorumlarınla her zaman için destek oldun ve yorumlarını esirgemedin, tüm hikaye boyunca bu beni yazmak için hep motive etti. Bu yüzden en büyük teşekkürü sen hakediyorsun ;)