6çBölüm Zamanın Pençesinde
Şiddetli bir sarsıntı... En mutlu zamanlarımdan beni koparmaya çalışan, karşı konulmaz bir güç ve geçmişin gölgesinden, içinde bulunduğum zamanın pençesine sert bir düşüş.
Tam karşımda, korkudan iri iri açılmış bir çift göz bana bakıyordu. Neler oluyordu. Uykudan uyanmışçasına sersemdim.
"Bir şeyler yaklaşıyor." dedi Aris. Korkmuştu. Bir yandan da, beni sert bir biçimde sarsmaya devam etmekteydi. Gözlerimi sıkıca yumup tekrar açtım. Bu hareketin zihnimin toparlanmasına yardımcı olabileceğini düşünmüştüm. Farkındalık, yavaş yavaş gerçekleşti. Vakit fazla geçmemişti. Tanıdık, karla kaplı manzara ve yabancısı olduğum, derin bir boşluk hissi.
Aris' in "Lütfen kendine gel." diyen endişeli sesiyle, hızla ayağa kalktım. Bu hareketim, başımın şiddetli bir şekilde dönmesine neden olunca, üzerinde durduğum deri örtüye çöktüm. Örtü, her ne kadar su geçirmez olsa da, erimiş karların bıraktığı ıslak lekeler üzerinde belirmeye başlamıştı.
Bir kenera yuvarlanmış hatıra taşını alarak, nazikçe kılıfına koydum. Avuç içi büyüklüğündeki küre, dokunur dokunmaz beni anılar denizine sürüklemeye çalışsa da şu an bunun zamanı değildi.
"Neler oluyor." diye sordum. Hala tam olarak kendime gelememiştim.
Aris, dik bir açıyla, aşağı doğru kıvrılarak ilerleyen patikayı işaret ederek "Dinle." dedi.
Bir süre hiç bir şey duymadım. Sonra kısa bir çelik şıngırtısı duyuldu ve yine sessizlik. Daha dikkatli dinleyince patikanın aşağılarından da aynı metalik seslerin geldiğini farkettim. Algı eğitimlerinde çok başarılı olmasam da, sesini duyabildiğim herhangi bir şeyi rahatlıkla sezebilirdim. Önce, zihnimde küçük bir alanı içine alan çember çizdim. İçinde Aris' in varlığı tüm canlılığıyla parlıyordu adeta. İstersem onun pırıltısına uzanabilir ve bağ kurup düşüncelerle konuşabilirdim. Çembere iyice yoğunlaştıktan sonra tüm gücümle ittim. Şimdi algılama halkam beş yüz metre daha yayılmış olmalıydı ama hala tek hissedebildiğim Aris' in varlığıydı. Yine aynı şakırtı sesi duyuldu. Bu seferki daha yakından gelmişti ve hemen ardından daha uzaklardan da aynı ses ritmik bir şekilde duyuldu.
Yeniden sessizlik hakim olduğunnda aklımdan tüm olasılıkları hızla gözden geçiriyordum. Kaçabileceğimiz hiç bir yer doktu. Nizura' nın kaldığı kulübenin arka tarafı sarp kaya ve buzdan, inilmesi imkansız bir uçurumdu. Kulübeye ulaşabilmenin ve aşağı inebilmenin tek yolu dik ve kaygan zeminli payikaydı. O yoldan ise ne olduğunu anlayamadığım ses tekrar yükseldi. Birbirine sürtünen çelik gıcırtıları. Aşağı baktığımda hiç bir şey görünmüyordu. Bunun nedeni, yolun yüz metre kadar ilerledikten sonra, dik bir açıyla tepenin diğer yanına dönerek gözden kaybolmasıydı.
"Kulübeye gir." dedim Aris' e. Kızın, maviye çalan siyahlıktaki saçları, hafif rüzgarda dans ederken aklıma eski bir anı geldi. Işıltılarla dolu imparatorluk sarayının balo salonu ve Gwen. Onunla tek bir dans ve bedel olarak hayatımdan yedi yılı örümceğin zindanlarında harcamak.
Aris dediğimi ikiletmeden kulübeye girdi. Kapıyı kapatmasını işaret ettiğimde bir an göz göze geldik. Endişeli görünüyordu. En son nezaman birisinin benim için endişelendiğini hatırlamaya çalıştıysam da başarılı olamadım.
Birbirini izleyen metalik şangırtıların yankısını tekrar duyduğumda, düşünceleri bir kenara bırakıp içinde bulunduğum zamana odaklandım. Hiç bir canlı hissi yaymadan ilerleyen, bildiğim iki varlık vardı. Bunlardan en korkuncu, unutulmuş çağlarda teknoloji denilen bir güçle yapılmış olan mekaniklerdi. Diğeri ise gücün köleleri. Mekanikleri olasıklar dışına çıkardım çünkü Harranion' daki tek mekaniği yok etmiştim.
Ayaz diş adını verdiğim silahın kabzalarını birleştirerek iki metre uzunluğunda, buzdan bir mızrak şekillendirdim. Eski sahibi olan bekçi, bu silahı, biri diğerinden daha uzun iki farklı kılıç şeklinde kullansa da benim her zaman tercihim mızraktan yana olmuştu. Arkama kulübenin gök ağacından yapılma sağlam kapısını alarak beklemeye başladım. Eskiden heyecanlı hissedeceğim bu durum karşısında içimde hiç bir duygu kıpırtısı yoktu.
Dik patikayı tırmanmayı başaran ilk gurup elli metre ilerde belirmişti. Arkalarından gelen sesler, diğerlerinin de çok geçmeden zorlu tırmanışı bitireceklerini işaret ediyordu. Ateş, ölüm, kaybetme korkusu, acı gibi insani duygulardan yoksun bırakılarak köleleştirilmiş, bu sefil varlıkları, hedeflerinden vazgeçirtecek hiç bir şey yoktu.
Altı kişilik ilk gurup tüm iğrençliğiyle, hantal ama kararlı bir şekilde kulübeye doğru yaklaşıyordu. İki ucu ok başı şeklinde yapılmış kalın zincir, eskiden insan olan kölelerin vücutlarını delip geçerek, onları birbirlerine bağlıyor, her adımlarında şangırdayarak ses çıkarıyordu. Birtanesinin göğsünden girip sırtından çıkan kalın zincir, bir diğerinin karnından girip kalçalarından çıkmış ve kiminin omuzundan, kimininse bacağından saplanıp devam ediyordu.Tek zarar görmemiş yer başlarıydı çünkü Sothre' nin beyine sağlam ihtiyacı vardı.
En öndekinin elinde uzunca bir pala yerde sürtünerek karlı zeminde düz bir çizgi bırakmaktaydı. Beni görünce elini kaldırıp adımlarını hızlandırdı. Pala, tehditkar bir şekilde güneşin ısıtmayan ışıklarını yansıtıyordu. Arkasındaki köle, silahsız olsada görüntüsü çok daha korkutucuydu. Boyu iki metreyi aşıyordu ve elleri kesilerek yerlerine çivili topuzlar yerleştirilmişti.
Aslında tüm bunlara gerek yoktu. Gücün köleleri, zincirle birbirlerine tutturulmadan da beraber hareket edebilir ve eğer eski hallerindeyken iyi silah kullanıyorlarsa, savaş anında aynı yetenekle dövüşebilirlerdi. Bu şekilde çarpıtılmalarının tek sebebi, Sothre' nin insan vücudunu aşağılaması ve insanlardan kendince intikam almasıydı. Onları, iplerinin ucundaki ölümcül birer kuklaya çeviriyordu. Bir çok şehirde kendisinden kuklacı ve gücün kölelerinden de kuklalar diye bahsedildiğine şahit olmuştum. Harranion' da ise herzaman kendisine verdiği isimle anılırdı.
Palanın havayı yırtarken çıkardığı sesi duyuyordum. Bir diğeri ise devasa bir baltayı savurmuştu. Her kavgamda olduğu gibi, zaman, öfkemin yoğunluğu arasında sıkışıp yavaşlamıştı adeta. Hemen pozisyon alıp, toprağı döven yıldırım diye bilinen hamleyle mızrağımı savurdum.
Öndekinin palası benim için tehlike yaratıcak bir noktaya gelmeden ayaz diş boğazından girip ensesinden çıkarak hemen arkasındaki, elleri yerine topuzlar bulunan devasa kölenin göğsüne saplanmıştı. Mızrağımı geri çektiğimde ikisi de çoktan buzdan birer heykele dönmüşlerdi ve baltalının darbesi zincirlerini gerince paramparça oldular. Bir adım geri çekilerek balta darbesinden kolaylıkla kurtulup mızrağımı tam göğsüne sapladım. Fakat beklediğim gibi buza dönüşmedi ve hiç bir yara almamışçasına baltasını tekrar savurdu. Baltanın keskin kısmından kaçmayı başarsamda dengemi kaybetmiştim ve birbirlerine bağlı oldukları kalın zincire takılarak yere düştüm.
Dördü birden vahşice üstüme çullandı. Bir balta hamlesinden son anda kurtuldum ama, tek eli kanca olan, başka bir kölenin savurduğu darbe sol omuzuma saplandı ve beni ayakları altına sürükleyerek diğer elinde tuttuğu hançeri hızla vücuduma savurdu. Son anda bir tekme atarak hançeri savuşturdum ve ayaz dişi tam başına sapladım. Buza dönüşmese de beynini delip geçen mızrak ölmesini sağlamıştı. Ayaz dişin gücünün giderek azaldığını hissediyordum. Silah, gücünü kanı akan varlıklardan alıyordu ve köleler karşısında giderek zayıflamaktaydı. Olduğum yerden yuvarlanarak uzaklaşıp ayağa kalktım ve kulübenin dik bir uçurum olan batı kanadına doğru geri çekildim.
Kölelerin birbirine zincirli olması onları yavaşlatmış, peşlerinde ölü bir bedeni sürüklemek zorunda kalmışlardı. Yanıma yaklaştıklarında, aklıma gelen en basit planı uygulayarak aralarına daldım. Birkaç darbeyi kolaylıkla savuşturarak, öldürdüğüm köleyi, uçuruma doğru biraz daha yanaştırmalarını sağladım ve sonunda cansız bedeni aşağı yuvarladım.
Beklediğim etkiyi yaratmıştı. Uçurumdan düşerken diğerlerinin de dengesini bozmuştu ve sonunda hepsi kaygan zeminden aşağı doğru birbiri ardına yuvarlandılar. Yere düşmenin onları öldürmeyeceğini biliyordum ama biraz olsun zaman kazandığıma inanıyordum. Omzumdaki yara hiç durmadan zonklayıp, dalga dalga acı sinyalleri göndererek adeta "ben buradayım unutma" diye haykırıyordu.
Geçici zaferim çok kısa sürmüştü. Ben kavgaya dalmışken iki gurup daha patikayı tırmanmış ve hiç bir şeye aldırmaz adımlarla kulübenin yolunu tutmuşlardı. Guruplardan birinde yedi diğerinde üç kişi zincire vurulmuştu. O an hedeflerinin ben olmadığım gerçeğini kavradım. Aris' de olamazdı. Buraya yaşlı ana için gelmişlerdi. Koşar adım kulübenin kapısına vardığımda küçük olan gurupla aramızda yirmi metre mesafe kalmıştı. Telaşla kapıyı çalıp seslendim.
Aris vakit kaybetmeden kapıyı açmıştı ve hemen içeri dalarak kapıyı arkamdan kapatarak kilitledim. Neyseki kulübe ve kapı tamamen gök ağacından yapılmıştı ve kırılması neredeyse imkansızdı. Birbiri ardına darbeler kapıya yağarken, pencerelerin uçuruma bakan kısımda olmasının büyük bir şans olduğunu düşündüm. Tabi gerçekten şans eseri o şekilde yapıldıysa. Nizura ' nın bir şekilde her olasılığı hesaba katarak davranabilme yeteneği vardı.
Aklıma birbiri ardına düşünceler yağmaya başladı. Nizura bu saldırıyı biliyor olabilir miydi? Bu yüzden mi apar topar gitti? Eğer biliyorsa neden beni uyarmadı?
Aris koluma nazikçe dokunarak "Yaralanmışsın." dedi. Basit deri ceketin kol kısmı tamamen kan içinde kalmıştı. "Önemli bir şey değil." diyerek geçiştirdim. Üzerimdeki kıyafetlerin hiç birisinin buranın soğuk iklimine uygun olmadığını fark ettim. Buna karşın Aris tam bir Harranion'lu gibi giyinmişti. Üstelik tüm giysileri üzerine tam olarak oturuyordu. Bu beni şaşırtmamıştı. Arkamdaki kapı hala sert darbelere maruz kalsa da ufacık bir sarsıntı hissedilmiyordu. Bir süre daha emin olmak için bekledikten sonra dışardaki kölelerin kapıyı kırmayı başaramayacaklarına kanaat getirerek, pencere kenarındaki yataklardan birisinin üstüne oturdum.
Şans ya da alışkanlık mı bilmiyorum, Nizura ile kaldığım zamanlarda yattığım yatağı seçmiştim. Aris endişeli gözlerle kapıya bakarken her an kırılmasını bekliyor gibi bir hali vardı.
"Dışarıda ne var." diye sordu.
Yaramın durumuna bakmak için ceketi çıkarmaya çalışınca dayanılmaz bir acı yaralı omuzuma saplandı. Aris hemen yanıma gelip ceketi çıkarmama yardım etti. Kancanın açtığı yara tam eklem yerindeydi ve neredeyse kemiğe kadar iniyordu. Hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturarak "Bence bu önemli bir yara. Kolunu kullanamayacaksın ve tedavi edilmezse enfeksiyon kapar...hatta kesilmek zorunda bile kalabilir. Üstelik kol değil omuzdan yaralandığın için enfeksiyon ciğere ya da kalbe doğru yayılırsa ölümcül olur."
Kendimi gülmekten alı koyamadım ve gülünce acı tekrar omuzuma saplandı. Dışarıda kapı hala aralıksız olarak dövülüyordu. Sadece kapı da değil kulübenin ön ve yan cepheleri tamamen sarılmış olmalıydı. Her yandan duvarlara vuruyorlardı. Tek bir zayıflık bulsalar kurtulma şansımız yoktu.
"Söylediklerimde ciddiyim. Bunun gülünecek bir tarafı yok." diye adeta beni azarladı.
"İçimi öyle ferahlattın ki o yüzden güldüm. Hangisi daha güzel haber karar veremedim doğrusu. Kolumun kesilmesi, enfeksiyon yüzünden ölmek, dışarıdakilerin, içeri girmeyi başarması durumunda olacaklar.....Doğrusu seçim yapmak zor. Tüm bunları nereden biliyorsun" dedim.
"Nereden bildiğimi bilmiyorum ama yaran gerçekten ciddi. O omuzundaki ağaç desenlerinin bir anlamı var mı? Daha önce hiç böyle bir ağaç gördüğümü sanmıyorum. Neden mavi?"
Yaralı olan omuzumun üst kısmındaki üç mavi ağaca baktım bir an. Üç ruhu simgeliyorlardı. Birincisi kendi ruhumdu ve doğuştan benimleydi. Bir diğeri kendisini bana teslim etmiş ve beni kurtarmış bir ruhtu. Üçüncüsü ise, öfke dolu bir anda zorla söküp alarak hapsettiğim bir ruh.
"Teker teker soru sorarsan cevaplamam daha kolay olur." diyerek yaramı izlemesini istedim.
Ağaçların birisine odaklandım. Şu an varlığına en çok ihtiyaç duyduğum kişiye aitti. İçinde bulunduğum oda artık benim için yok olmuştu. Masmavi ağaçlarla dolu bir ormandaydım. Yanı başımda, alabildiğince uzanan gölün kıpırtısız yüzeyi, bir ayna gibi ormanı yansıtıyordu. Hava ne titretecek kadar soğuk, ne de terletecek kadar sıcaktı.
"Özlettin kendini."
Arkamı döndüğümde Shali karşımdaydı. Urza denilen mavi ağaçlardan birinin geniş gövdesine yaslanmış, bana bakıyordu. Üzerinde, etekleri yerlere kadar uzanan beyaz bir elbise, çıplak ayaklarından teki ağacın gövdesine dayalı, her zaman yaptığı gibi kıvırcık saçlarını parmaklarına dolayıp çekiştirmekten de geri kalmıyordu.
"Gerekmedikçe urzaların gücünü kullanmıyorum." dedim.
"Özlediğin için geldiğini sanmıştım." Sesinde alayla karışık sitem vardı.
"Vaktim az Shali." diyerek omuzumdaki urza şeklini gösterdim. Ağacın mavi yapraklarının neredeyse tamamı dökülüp yok olmuştu. Bir süre sonra genç bir filize ardından da yavaş yavaş tohuma dönüşecekti ve sonunda buradaki zamanım dolmuş olacaktı.
"Eh madem öyle sorun nedir söyle bakalım."
"Diğer tarafta yaralıyım ve başım dertte. Bir an önce yaramın iyileşmesi lazım."
"Acıtacak mı?"
"Sadece omuzumdan yaralıyım. Ama biraz acıtacak."
Shali elimi tuttu ve acıyla yüzünü buruşturdu. Sol omuzunda bir yara ortaya çıkmış ve beyaz elbisesi kanla ıslanmıştı. Elbisesine olanlardan hoşnutsuz bir şekilde elimi bıraktı. Onun yarasının elimi bırakır bırakmaz iyileştiğini biliyordum.
"Bir dahaki sefere benim için gel." dedi ve dudaklarıma ufak bir öpücük bıraktı.
"Söz." diye ağzımda geveledim.
Shali' nin yanından ayrılmak her zaman içimi burkuyordu. Bu nedenle mecbur kalmadıkça uğramıyordum. Kalbimde aynı burukluk hissiyle, içinde bulunduğum gerçekliğe döndüğümde Aris' in şaşkın bakışları karşısında buldum kendimi.
" Yaratıcı aşkına! Sadece düşünerek yaralarını iyileştirebiliyor musun?" diye sordu.
"Pek sayılmaz." diyerek omuzumdaki ağaç dövmelerini gösterdim. İçlerinden birisi şimdi genç bir filiz şeklini almıştı. Kapı bir kez daha şiddetle gümbürdeyince ikimizde bir an irkildik.
"Buradan nasıl çıkacağız."
Bu benim de cevabını aradığım güzel bir soruydu fakat bir çıkış yolu bulabilmiş değildim. Kızın korkusunu hissedebiliyordum ve soğukkanlı davranabilmesi hoşuma gitmişti.
"Öncelikle üstüme giyecek birşey bulmalıyım. Yoksa kölelerden kurtulsak bile Harranion'un soğuk iklimi beni öldürür." dedim.
Yatağımın yanındaki sandığı işaret ederek "Eşyalarına bakmayacak mısın?" diye sordu.
Eski sandığımın kapağını aralarken menteşelerinin gıcırtısı odada yankılandı. İçinde bir şey olacağını sanmıyordum ama yanılmıştım. Buz yurttayken kullandığım giysiler tam takım halinde duruyordu. Buz kurdu pelerinim, kalın deriden içlikler, kürklü tüniğim ve kaymadan yürüyebilmeyi sağlayan patriler. Şaşkınlık ve mutluluğum birbirine karışmıştı ama hala kulübeden nasıl çıkabileceğime dair fikrim yoktu.
"Bir süre sonra Sothre uykuya dalar ve köleler, onun iradesi olmadan cansız bir şekilde yere yığılırlar."
Yalan söylemiştim. Ama kızın biraz olsun rahatlayabilmesi için bu yalana ihtiyacı vardı.
"Tüm bunları neden yapıyor."
Neden...? Yıllarca hep bu sorunun peşine düşmüştüm. Her cevabın, beni alıp başka bir soru yığınına götürmesini sağlayan tek bir soruydu. Tüm sorular içerisinde, cevapları en tehlikeli olan soru.
"Hikayemi dinlediğinde kendi cevabını kendin bulacaksın. Ama bulduğun cevap sana ne kadar yetecek bilmiyorum."
Aris hemen yanı başımdaki bir diğer yatağa yerleşti. Uzandığı yerden doğru, bana dönerek "Hadi ozaman kaldığın yerden devam et." dedi.
Sanki, yatmadan önce masalını dinlemek isteyen, küçük bir çocuk gibi bana bakıyordu. Hevesli...Aç gözlü....
"Uyumak istemez misin?" diye sordum.
"Dışarıda o şeyler varken mi? Şaka yapıyor olmalısın."
"Beni, kendime getirmen gerekirse hatıra taşının üstünü ört, ama ona dokunma. Henüz buna hazır değilsin." diyerek isteğini kabul ettim.
Zihnimi kaça bölersem böleyim, henüz kendi irademle taşın gücünden çıkamayacağımı anlamıştım. Yatağın bir kenarına bıraktığım pelerinimin cebinden, küçük küreyi aldım. Dokunuşuma hemen cevap verdi. Üzerinde yavaş yavaş dağılmaya başlayan bulutsu beyazlıktan bakışlarımı ayıramıyordum ve taşın derinliklerindeki görüntülere doğru savruldum. Hayatım, geriye doğru hızla akıyor gibiydi. Gwen' in ihaneti, Dogo' yu cezalandırışım, Nizura' nın attığı tokat ve öfkesi... tam bir görüntüye tutunacakken diğeri beliriyordu. Zihnim yolunu adeta kendisi buluyordu ve sonunda durmayı başardı...
Mirdakhar ve Sorhre' ye Dair
Genç ormanı kuşatan seyrek ağaçların arasında, derin bir sessizlik hakimdi. Burada ne kuşların cıvıltısı, ne de böceklerin belli belirsiz sesleri duyulmuyordu. Bölgenin hakimi soğuktu ve ona direnebilecek az sayıda canlı, soğuğun esaretinde yaşam savaşı veriyordu.
Hepimiz, Nizura' nın kurduğu oturgahta beklenti içinde karşılıklı oturmuştuk. Dışarıda, kızağa bağlı kurtların ara sıra gelen hırlamaları dışında, ortamdaki sessizliği bozan hiçbir şey yoktu. Bu beklenti dolu bir sessizlikti ve böyle sessizlikler, kısacık da zaman alsa, sanki olması gerekenden çok daha uzun sürmüş gibi hissedilirdi.
Yaşlı ana, anlatacaklarına nereden başlaması gerektiğini düşünürken, karşımda bağdaş kurmuş oturmakta olan Shali, başını öne eğmiş, kıvırcık saçlarıyla oynuyordu. Ayaz diş sürüsünün lideri Taruth ise dik dik bana bakmakta, sanırım benimle ne yapması gerektiğine dair kafasında planlar oluşturmaktaydı. Sonunda Nizura hafifçe öksürerek boğazını temizledi ve "Sothre bir varlık değil isimdir. Tıpkı Kayra gibi, ya da Taruth veya Shali gibi." diyerek sessizliği bozdu. Konuşurken dalgın gözlerle adeta başka bir yerdeymişçesine, oturgahın üstü açık kısmından gök yüzüne bakıyordu.
"Kendinize dakhara diye rütbe veriyorsunuz fakat dakhara ne onu bile bilmiyorsunuz." Bu sözleri Taruth' a yönelikti. Genç lider yerinde hoşnutsuzlukla kıpırdansa da bir şey demedi.
"Dakhara, eski dilde kirlenmiş demek. Harra ya da hara kirli demek. Yani sandığınızın aksine bir yerleşim yeri değil. Harranion tüm kirlilerin bir arada yaşadığı yer." derin bir nefes aldı. Nizura şimdi gözüme çok daha yaşlı görünmüştü.
"Ben dakharayım. Sothre' de dakharaydı. Eğer isyan etmeyip, insanların arasındaki yaşamımıza devam ediyor olsaydık Kayra' da dakhara olurdu. Mirdakhar ise en kirlenmiş yada baş kirlenmiş anlamına geliyordu ve en güçlümüz oydu. Gerçek ismini hiç öğrenemedik. Ama eminim Sothre biliyordur. Çok uzun ve acı dolu hayatımızın sadece bilmeniz gerektiği kadarını anlatacağım. Hepimiz insanların kölesiydik. Sadece çok zenginlerin sahip olabileceği değerli oyuncaklar. Daha bebekken Quat Doai adasına ya ailelerimiz ya da bizi kaçıranlar tarafından satılmıştık. Harralar dışında, yedi yaşını geçmiş olarak bulunan her mavi gözlünün öldürülmesi insanlar için kutsal bir görev sayılırdı. Eminim hala geçerli bir kuraldır."
Taruth "İyi ama bu çok saçma. Burada herkes mavi gözlü. Eminim diğer diyarlarda da mavi gözlü olanlar vardır." diye araya girdi.
Nizura lafı kesildiği için kaşlarını çatarak "Neden yanlışlıkla buz yurda yolu düşen her gemiyi batırıyor ve kurtulan herkesi öldürüyorsunuz. Ayaz diş, kanlı ay, ağlayan kaya, soğuk in...Birbirinizle durmadan çekişirsiniz ama tek ortak özelliğiniz ne?"
Taruth yeni bir şeyi idrak eden küçük bir çocuk edasıyla başını sallayarak "Hiç bir yabancı buz yurdu görmemeli ve görenler asla geri dönmemeli." dedi. Aslında daha çok kendi kendisine konuşuyor gibiydi.
"Doğru." diye onayladı Nizura. "Eğer ki diğer diyarlar burada yaşayanlardan haberdar olsa, aralarındaki düşmanlıkları unutur ve tüm güçleriyle sizi yok etmeye çalışırlar."
"Hele bi denesinler." dedi Taruth kendine güvenle.
"HAH! Denesinlermiş. Çok güvenirsin kendine ayaz dişten Taruth. Tüm sürülerin toplamından en az yirmi kat daha fazla askerleri var. Bunu biliyorum. Şimdi izin verirsen devam edeyim. Sorularınızı daha sonra sorabilirsiniz."
Hiç birimizden ses çıkmadı. Shali oturduğu yerde biraz kımıldanarak öne doğru kaydı. Taruth kafasında birşeylerin hesabını yapar gibi düşünceli görünüyordu.
"Mirdakhar benim eğitmenimdi. Sert, acımasız,kural tanımaz ve kindardı. Kendi eğitmenini turnuvada öldürerek baş eğitmenliğe yükselmişti. Bize ormanın güçlerini kullanmayı öğretti. Ama sanılanın aksine mavi gözlü olan herkes bu güce sahip değildi. Sadece tohum taşıyanlar mavi ormanların kudretini kullanmaya layıktı. Pek çok çocuk güçten yoksun olduğu için çığlık yükseltisinden denize fırlatılırdı. Çocukların düşerken attıkları çığlıklar yüzenden oraya böyle diyorduk. Güce sahip olanlarımız ise eğitilir, güçle dövüşmeyi öğrenir ve zenginler için ölümüne dövüştürülürdük. Öldürdüğümüz her dakhara için bir kasa altın artardı değerimiz..." bir süre duraksadı. Konuyu toparlamaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. "Her neyse daha sonra Sothre geldi. Bir başka Harra da eğitim görmüş ve ödül olarak kazanılmıştı. Neredeyse Mirdakhar' a denk güçteydi ama eğitim düellolarında onu hiç yenememişti. Yine de Sothre bir bakıma onu fethetti. Akar suyun, kayaları yıllar içinde değiştirmesi gibi Mirdakhar' ı yavaş yavaş değiştirdi. Ona umut verdi ve başka bir yaşam şansı olduğuna, bu duvarların ötesinde bir gün mutlu olacaklarına inandırdı. Beraber özgürce yapacakları şeylere dair hayaller kurdular. İkisi de gençliğin ateşiyle kurdukları hayallerin gerçekleşeceğine öylesine inandılar ki, içinde bulundukları gerçekliği unuttular. Nasıl hayallere dalmasınlar ki. Daha yirmi yaşındaydılar. Sothre adı gibi ışık saçan güzelliğiyle Mirdakhar' ın karanlığını aydınlatmış, onun insanlara olan nefretini unutturmuştu. Ta ki herşeyin değiştiği güne kadar.
İçten içe kaçma planları yapmaya başlamışlardı. Sadece ikisi buna kalkışsa belki başarabilirlerdi ama Sothre hepimizi kurtarmak istiyordu. Bu gidişata dur demek. Ama her yerde olduğu gibi aramızda hainler çıktı. Doai muhafızları durumdan haberdar olunca ikisini arenada dövüştürmeye karar vermişlerdi. Onlar kalabalığın coşku dolu haykırışları altında arenaya götürülürken ağladığımı hatırlıyorum. İkisi de rakibinin kim olduğunu bilmiyordu. Göz kilitleri çıkarılınca birbirlerini gördüler. Şaşkınlık ve birbirlerini görme sevinci çok kısa sürdü. İçinde bulundukları durumun dehşeti ikisini de ele geçirdi.
Hiç bir şey yapmadan öylece duruyorlardı. Bizler, dakharalara ayrılan parmaklıklı hücrelerden olan biteni görmek için adeta birbirimizi eziyorduk. Üzerlerine yüzlerce arbalet doğrultulduğunda bile öylece birbirlerine bakıyorlardı. Mirdakhar çok değerli olduğu için uyarı olarak Sothre' yi bacağından tek bir okla yaraladılar.
Değişimin ilk adımı böylelikle atılmış oldu. Mirdakhar' ın o anki haykırışı gök gürültüsü gibiydi. Öfkesi ise korkunç. Tüm okçuları aynı anda etkisi altına aldı ve tüm izleyicileri ok yağmuruna tuttu. Öfkelendikçe gücü daha da arttı. Üzerlerine saldıran muhafız birlikleri bir anda haykırarak korkudan deliye döndüler. Hepsi kendi kabuslarının esareti altına düşmüştü. Bizi tutan parmaklıklar parçalandı. Hepimize bir cesaret gelmişti ve insanlara güçle saldırdık. Fırtınalarla çatıları, depremlerle kayaları dövdük. Fakat gücümüz bir süre sonra azalmaya başladı. Ağaçlarımız solup tohuma döndü. Çıkan kargaşada kaçmayı başardık. Sothre daha gücünü hiç kullanmamıştı. Mirdakhar ise tamamen öfkesini kusmuş ve bitap düşmüştü.
Limanlara ulaşmamız zor olmadı. Bizleri özgür gören herkes panikle kaçıyordu ve gemilerden birisini alarak yola çıktık. Bilinen güzergahlar yerine, bilmediğimiz bir yön olan kuzeyi seçtik. Doai muhafızları hemen toparlandı ve biz daha limandan uzaklaşamadan pek çok gemi peşimize düştü. Üstümüze ok yağmurları yağdı. Yanımıza yaklaşan gemilerden askerler gemimize saldırdı. Hiç bitmiyorlardı. Sonunda sekiz kişi kalmıştık ve elliden fazla gemi tüm mürettebatıyla üzerimize geliyordu.
Kurtulmaya dair ümidimiz yoktu. Ben en küçükleri olduğum için aralarına alıp etrafımda koruma çemberi oluşturmuşlardı. Acımasızca ok yağmurları başladı. Hepsi bir şairin zarafetiyle okları savunuyordu ama yorgunluk onları yavaşlatmaya başlamıştı. Mirdakhar pek çok yara almıştı ve sırtına saplanan bir ok onu yere sermeyi başardı. Sonrası ise tam bir kaos. Sothre o ana kadar sakladığı yüzden fazla ağacın gücünü boşalttı. Deniz adeta ikiye ayrıldı. Peşimizdeki gemiler uçurumdan düşer gibi denizin dibine doğru düştüler ve deniz üstlerine kapandı. Gücünü ortaya çıkartan öfke öyle yoğundu ki rüzgarlar yelkenlerimizi doldurup bizi hızla sürükledi. O günden beri olayın yaşandığı sular kin denizi, Sothre' nin buzlu kıyıya vardığımızda günlerce ağladığı yer ise göz yaşı sahili olarak anılır. Mirdakhar' ın öfkesi kaçışımızı, Sothre' nin öfkesi ise kurtuluşumuzu sağlamıştı. İkisi de öfkelerini doğru kullanabilselerdi herşey çok farklı olabilirdi.
Kıyıda atalarınız olan bozlarla tanıştık ama Sothre onlara da düşmanlık gösterdi ve karşılaştıklarımızın zihinlerine girip ilk kölelerini oluşturdu. Sonraysa zaman içinde bildiğimiz Sothre' ye döndü. İçi tamamen nefret ve kin ile kavrulup kurumuş, kendini tüketmiş vahşi bir yaratık."
Dalgın bakışlarını gök yüzünden indirerek hepimizin üzerinde gezdirdi. Hikayesinin bize anlatacağı kısmın bittiğini düşünüyordum. Yine de geçmişe dair hiç bir şeyi doğru dürüst hatırlamadığım için, Taruth ya da Shali kadar ağzım beş karış açık görünmediğimden emindim.
"Ama bu imkansız." diye düşüncesini ilk dile getiren Taruth oldu. "Dedemin dinletilerinde bile kin denizine ait yüzlerce yıl öncesine dayalı hikayeler olurdu. Sen denizin ismini kazandığı zamanı yaşadığını anlatıyorsun.."
Nizura derin bir iç çekti. "Sana anlatacağım her şeyde bana soracak bin farklı soru zihninde belirir. Şu an konumuz dahilinde düşün. Belki başka bir gün sana zaman dışı salon ve 3 taştan oluşan anahtarı anlatırım. O zaman nasıl bukadar zamandır yaşadığımıda öğrenirsiniz. Şimdi Kayra ile ilgili kararın nedir."
Taruth kısa bir an düşündükten sonra "Çocuk kalabilir ve eğitime devam edebilir. Onun Sothre olmadığına karar verdim." dedi.
İçime resmen ılık sular serpilmişti. Hayatım bağışlanmış, köpeklere katılmaktan kurtulmuş ve hatta eğitime devam edebilecektim. Nizura bana dönüp "Bu hikayeden ne ders çıkardın peki." diye beklemediğim bir soru sorunca sevincimi bir süre ertelemem gerekti. Sessizliğini en başından beri bozmamış olan Shali bile Taruth' un kararından memnun görünüyordu. Hikayede görmem gereken bir şey olduğu açıktı ama bir türlü bunu başaramıyordum. DÜŞÜN KAYRA diye kendi kendime kızdım. HER ŞEY NASIL BAŞLAMIŞTI... Cevap çok basitti. Bukadar düşünmem bile ahmakçaydı. Herşeyi başlatan öfkeydi. Güçlerim ortaya çıkmadan hemen önceki halimi düşündüm ve sonunda "Öfkemi doğru yönlendirmezsem kaçınılmaz olarak kötü sonuçlar doğurur." dedim.
Nizura' nın kırışık yüzünde hoş bir tebessüm belirdi. "Bu günkü dersini aldın Kayra. Peki sen Shali, kendine ne pay çıkardın bu hikayeden."
O ana kadar sessiz sedasız bir köşede duran Shali adeta yerinde sıçradı. Yüzü kızarmıştı. Birşeye canının sıkıldığı her halinden belli oluyordu. Neredeyse fısıltı sayılabilecek bir sesle " Ne gibi sonuçlar doğuracağnı düşünmeden önce, asla bir şey yapmamak gerekir."
"Aferin kızım. Ya sen Taruth."
Taruth' un düştüğü şaşkınlık hali karşısında gülümsememe engel olamadım. Tabi bu gülümseyiş öfkeli bakışlara maruz kalmama neden olmadı desem yalan olurdu.
Homurdanarak "Kimse hakkında ön yargılı davranmamam gerektiği." dedi.
"Eh!" dedi Nizura yavaşça oturduğu yerden doğrulurken. "Herkes dersini aldığına göre işlerimizin başına dönebiliriz..."