Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Berweuli - 11 Temmuz 2016, 11:46:33

Başlık: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 11 Temmuz 2016, 11:46:33
Cadı'dan daha fazla özendiğim ve daha fazla vakit harcadığım başka bir kurgumu göndermek için cesaret buldum sonunda. :) Biraz daha temkinli giden bir olay örgüsü kurmaya çalıştım, umarım beğenirsiniz :)


Davetsiz Misafir   
      
            
Ağır demir kapının açılması, uzun süredir gölgeler içinde oturan kişiyi telaşla döndürdü. Bakışlarını celbeden gelene duyduğu meraktan çok yalnızlığının bölünebileceğine dair hissettiği korkuydu. Kapının, yolunun üzerinden çekilmesiyle içeriye dolan meşalelerin ışığı onu rahatsız ederek başını aksi yöne çevirmesine sebep oldu.

Eflatun üniformalı ihtiyar bir gardiyan, geri çekilerek ardından gelenlere yolu açtı. Kendinden oldukça iri, hareketsizliğine bakılırsa baygın bir bedenin ağırlığı ile sırtı bükülmüş genç olan diğer gardiyan ise kesik kesik soluyarak içeri girdi. Ağır yükünü hücredeki boş yatağa bıraktıktan sonra ağrıyan belini geriye doğru esnetirken söylenmeye başladı.

“Hapishane değil de şifaevi sanki…” Keri, başgardiyanın kaşlarının çatıldığını fark etmemişti. Yaralının üzerine eğilerek, koltuk altına sıkıştırılmış, kurumuş kan lekeleri ile kaplı kumaşa uzandı. İğrenmesine rağmen merakına da engel olamıyordu. İki parmağının ucuyla paçavrayı kaldırmaya yeltendiği sırada, uyarıcı bir öksürük sesi ile elini ateşten çeker gibi yaralıdan uzaklaştı.

“Hemşire olmaya hevesli değilsen, işinin başına dön.” diye emretti yaşlı gardiyan. Öksürüğünün ima ettiğinin açıkça anlaşıldığından emin olmak istiyordu.

Keri, “Peki, efendim…” diyerek telaşla hücre kapısına seğirtti.

İhtiyar Başgardiyan Durwa, adamını takip etmeden önce diğer yatakta hareketsizce oturan kişiyi birkaç saniye süzdü. Yüzünü ikiye bölen,  burun kanatlarına doğru kıvrılmış gür, kırlaşmış bıyıklarının örttüğü ince dudaklar kısa bir an yukarıya kıvrıldı. Ufak tefek beden, beklediği gibi tepkisizdi. Önündeki sabit bir noktaya bakan bakışlarının aksine, hücredeki her bir sesi anında yakalamak için can kulağı ile dinlediğine emindi.

Kapıda bekleyen Keri, benzer kıyafetlere bürünmüş olsa da amirinden oldukça farklıydı. Enine geniş toparlak, kısa bir bedeni, irice bir yüzü ve gençliğine rağmen torba torba şişmiş gözleri ile tam bir tedirginlik örneği olarak kapıda dikiliyordu. Başgardiyan, biri baygınlıktan diğeri inattan sessiz kalan ikiliyi son bir kez süzdükten sonra omuz silkerek hücreden sessizce çıktı ve Keri, demir kapıyı gürültüyle üzerlerine kapattı.


***

Tekrar sessizliğe ve karanlığa bürünen hücrenin sahibi, yaralı konuğunu hoş karşılamakta isteksizdi. Bakmaz ise varlığını unutabileceğine inanıyor olmalıydı ki bakışları kapının karşısındaki duvardaki tek ışık kaynağına, parmaklıklı küçük bir pencereye dikildi. Bir süre sonra inlemeye başlayan yaralı karşısında kör olmak yeterli değildi artık,  sağır da olunmalıydı. Adeta bir iskelete ait parmaklar hınçla kulaklarını tıkadı. Yüzünü az önce yaslandığı duvara dönen beden o kadar uzun süre kıpırtısız durdu ki orada uyuyup kaldığı sanılabilirdi. Yaralı tekrar inlemeye cüret ettiğinde öfkeyle ayağa kalktı. Kapı ile duvar arasındaki kısa mesafede volta atarken, inlemeleri bastırmak için şarkı ile şiir arası melodisi olmayan sözler mırıldanıyordu.  Sesi bir fısıltı ile çıkıyor, kah konuğunun inlemesinin şevki ile hücreyi çınlatıyordu. Kilitte dönen anahtarın tanıdık sesini kendi gürültüsünün arasında yakaladı ve telaşla kapıya döndü. Fakat odayı dolduran ışığın yolundan çekilip istemsizce gölgelere sığındı.

Elinde ahşap bir tepsi ile gelenin Durwa olduğunu seçince, Başgardiyanın önünü öfkeyle kesti. “Onu buradan götürmelisin.”  Sesi çaresizlikle boğuktu.

Önündeki engeli yana attığı bir adımla rahatlıkla geçen Durwa “Bir ok yarası var. Sağ koltuk altından girmiş, Hala metal ucu içeride. Sanırım bunu kolayca halledebilirsin. Ayrıca birkaç önemsiz yara daha.” diyerek elindeki tepsiyi yatağın üzerine bıraktı.

“Kulaklarının iyi olduğunu biliyorum Durwa!”

Başgardiyan aldığı cevapla bir an gülümsedi. Arkasını dönünce peşinde dolanan ince bedenle yüz yüze geldi. Kara gözlerde yanan ateşi ilk defa bu kadar yakıcı görüyordu. Onlar konuşurken Keri, amirinin emri ile iki meşaleyi hücrenin duvarlarındaki haznelere yerleştiriyordu.

 “Çok geç olmadan onu bir şifacıya götürmelisin…” Ufak tefek mahkûm şifacı kelimesinin üzerine basıyor,  sesi inatçı bir şekilde çıkıyordu.

 “Uli… Neden bu kadar huysuzsun bugün?”  diyen Durwa onu endişe ile süzdü.

“Belki artık bir yabancı için çabalamaya değmeyeceğini düşünüyorum.”

“Belki de düşündüğün gibi değildir.”

“Durwa, lütfen… Artık istemiyorum.”

“Yani ölmesini mi istiyorsun?”

Durwa, cevap olarak uzun süren bir sessizlik alınca, başını sallayarak onları yalnız bırakmaktan başka çaresi kalmadığını anladı. “O sana emanet…”  Yanı sıra gelen ince bedene aldırmadan yardımcısının koridora çekilmesini sağlayarak kapıyı kapattı. Anahtarları döndürürken içeriden gelen boğuk sesi yakaladı.

“Bu sefer elimi bile sürmem… Duydun mu beni?”


***

Başgardiyan Durwa ve Keri, koridor boyunca ara ara yerleştirilmiş demir kapıların yanından geçiyorlardı. “Dediğini yapar mı, gerçekten?” diye sordu Keri endişeden çok merakla.

“Bilmiyorum. Hiç onu böyle görmemiştim …”

Uli’nin inatçılığı çok ender su yüzüne çıksa da o damarı tuttu mu, sonuçlarının hiç iyi olmadığına birkaç kere şahit olmuştu. Yaralının o anlardan birine rastlaması adamın kötü şansıydı. Yine de Durwa'nın, Uli’yi onunla yalnız bırakmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Daha güneş doğmadan, ödül avcısı Rebu ve adamları, Ngola Lu hapishanesine yaralı kaçağı bıraktıklarında, Başgardiyan Durwa postasının (vardiyasının) başındaki nöbetini yeni devralmıştı. Bir kanun adamı olmamasına rağmen Rebu'nun daha önce de yakaladığı adamları hapishanelerinde bir süre bıraktığına şahit olmuştu. Adamın kıta üzerinde kolunun uzanamadığı hiçbir krallık ya da beylik yoktu. Tıpkı Başgardiyanı olduğu bu hapishanenin kapıları gibi sarayların, en seçkin konakların parlak, süslü kapıları ya da yer altı kanallarının kirli olanları da ödül avcısı için kolayca açılırdı. Elbette onu bu kadar sosyal bir o kadar da dokunulmaz yapan iz sürücülüğündeki yeteneğini yönlendiren kurnazlığıydı. Üç Göz olarak da anılan adamın müşterisi ile pazarlığın istediği yönde gitmemesi ise kaçak için bırakıldığı yeri bir hüküm bekleme durağına dönüştürüyordu.


Uli kapanan kapının arkasından umutsuzlukla baktı. Durwa onu dinlememişti bile. Yaşlı gardiyanın, gözünün önünde olduğu sürece yaralıya acıyacağını, sonunda dayanamayıp iyileştireceğini düşündüğüne emindi. Bu zamana kadar hep öyle olmamış mıydı? Buna daha fazla devam edebileceğini zannetmiyordu. Hücresine getirilen her yaralı, iyileşip ayrıldıkça, ömür boyu mahkûm olduğu bu hücrede geride kalmaya katlanamıyordu artık. Gidişlerini izlemektense, gelmelerine hiç izin vermemeliydi.

Geriye döndüğünde, artık meşaleler ile iyice aydınlanan hücrede, adamın yüzü gözüne çarptı. Terden ıslanmış, kızıl uzun saçları geniş alnına yapışmıştı. Çıkık elmacık kemikler, kemerli uzun bir burun ve şu anda acı ile kaybolmuş ince dudaklara, yaklaşık birkaç haftalık kızıl sakal da eklenince, adam perişan görünüyordu. Tek tek bakıldığında göze hoş gelebilecek bu alın, çene, burun ya da yanakların bir araya geldiklerinde oluşturdukları yüz, yakışıklı sayılmazdı. Hücre yatağına sığmayan, uzun ve yapılı vücudu ile savaşta düşmanlarınınkini korkudan hoplatacağı ise kesindi. Üzerinde ne bir zırh ne de bir silah yokken, savaşçı olduğu ya da olabileceği fikrine nasıl kapılmıştı bilmiyordu. Burada olduğuna, hücresini onunla paylaştığına göre ancak bir suçlu olabilirdi.

 Adamı inceleyen bakışları yaranın olduğu yere kayınca, içinde bir yerlerin hareket ettiğini hissetti. Adam sanki Uli’ye daha fazla işkence etmek istercesine kızıl kirpiklerle çevrili gözlerini bu esnada aralamış, anlaşılmaz sözler mırıldanarak tekrar baygınlığın uyuşturucu kollarına dalmıştı.

Durwa’nın bıraktığı tepsiyi yatağından kaldırıp, yere, ayağının dibine bıraktı. Yaşlı kaçık her seferinde olduğu gibi yine hiçbir şeyi atlamamıştı; temiz bezler, su dolu geniş bir kâse,  küçük kaplarda çeşitli merhemler, bitkiler ve keskin-sivri bir bıçak, bir oku çıkarmak için gerekli olabilecek her şey. Yatağına sırt üstü uzanırken, adamın ölüp ölmemesinin onun sorumluluğu olmadığına iyice kendisini inandırmıştı.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 11 Temmuz 2016, 11:50:21
Konuya daha rahat girilebilmesi için bir kaç kısım birden gönderiyorum, keyifli okumalar. :)

***
Yaz aylarının en serin zamanlarında olmalarına rağmen hücre nefes alınamayacak kadar boğucuydu. Yaralının inlemeleri ile her ikisi içinde zor geçen gecenin ardından güneş doğmak üzereydi fakat Uli’nin gözüne bir damla uyku girmemişti. Geçen her dakikayla birlikte zayıflayan iradesi, yerini vicdan azabına bırakıyordu. Sırtını döndüğü yaralıya kısa bir an merakla bakma hatasında bulundu ve bıraktığı andan beri adamın terle ıslanmış yüzünün daha da solgunlaştığını gördü. 

Daha yakından bakabilmek için kalkıp, Kızıl’a doğru ilerledi. İsmini bilmediği adama içinden bu şekilde hitap etmek geliyordu; Kızıl. Yaraya bastırılmış kumaş parçalarını yavaşça araladı. Keskin ve rahatsız edici koku ve yaranın görüntüsü yüzüne adeta bir dalga gibi çarptı. Okun kırılmış tahta ucu, adamın her nefesiyle oynuyordu. Yaranın etrafındaki kızarmış, yer yer açılmış eti yoklayacak oldu, adam anında Uli’yi sürükleyecek bir güçle kolunu savurdu.

Uli aldığı darbenin etkisi ile kendi yatağına çarpmış ve olduğu yere oturup kalmıştı. Kızıl’ın yaralı olmasına rağmen gösterdiği güç, şaşkınlık vericiydi. Anlaşılan oku çıkarmaya çalışırken adamın kendisini engellememesi için ya hiçbir şey hissetmeyecek kadar baygın ya da elinin kolunun bağlı olması gerekiyordu.  Böyle bir güçle tek başına baş etmesi imkansızdı.
Canını yakanı görmek isteyen adam etrafını kolaçan ettiğinde, bakışları yatağın dibine çökmüş, esmer yüzü zayıflıktan bir iskeleti andıran, kısa koyu saçlarının altında zeytin gibi parlayan bir çift gözle buluştu.  “Bana dokunma… çocuk…” dedi adam güçsüz bir sesle. Sol tarafındaki acı, her nefes alıp verişinde beynini oyacak gibi zonkluyordu.

“Yardım etmeye çalışıyorum.” dedi Uli, kalkarken incinmiş gururu ile sızlayan poposunu tutuyordu. Durwa'nın alaycı gülümsemesiyle yüzleşecek olsa bile, en iyisinin onu çağırmak olduğuna karar verdi sonunda.

“Neredeyim? En son hatırladığım…” Adam daha fazla devam edemeden aklını toparlamak istercesine alnını kırıştırdı.

“Bir hücredesin.” dedi Uli kısaca, açıklamalara girmeye gerek duymayarak. Bu esnada demir kapıyı yumruklamaya başlamıştı. “Durwa!” diye bağırdı, hücrenin kalın kapısından sesinin dışarı taşmasını umarak.

“Evet, iyi yapıyorsun çocuk… Babanı çağır.” Adam kuruyan dudaklarının arasından zorlukla nefes alarak doğrulmaya çalıştı ancak başa çıkamayarak kendini sırt üstü bıraktı.

“Durwaaa!”

“Baban ne yapacağını bilir…”

“O benim babam değil… Sen de evinde değilsin… Durwaa!”

Sonunda anahtar kilitte döndü ve kapı aralandı. Fakat Durwa’nın ince uzun bıyıklı yüzünün yerine gündüz nöbetçisi ile karşılaştı.

“Ne var!” dedi Semu ters bir şekilde.

“Durwa?”

“Uyumaya gitti.” Hapishanede Durwa gibi birkaç gardiyan, ailesi olmayanlara tahsis edilen odalarda kalıyorlardı.

“Hemen çağır o halde…” diye emretti Uli, kendisinin bir mahkûm karşısındakinin bir gardiyan olduğuna aldırmadan.

“Yapamam… Şu an nöbetçi benim, bana söyle…”

“Onun gelmesi gerekiyor…” Uli kızmaya başladığını hissediyordu. Madem, yaşlı kaçık bu kadar vicdanlıydı ve bu adam için bu kadar endişeleniyordu, nasıl oluyordu da gönül rahatlığı ile odasına çekilip temiz bir uyku çekmeyi düşünebiliyordu.  Yatağından kaldırılmayı hak ediyordu o halde. “Yaralı ile ilgili olduğunu söyle…” Sesini yükseltirken neredeyse adamın üzerine yürümek için araladığı kapıya abanacaktı. Bunu fark eden Semu, kapıyı hızla örttü.

Kapının ardından sesini duyurabilmek için Uli, “Biraz konyak getirmesini de söyle.” diye bağırdı.

“Emredersiniz ekselansları…” dedi Semu alayla.

Uli geriye döndüğünde, Kızıl'ın gözlerinin kapalı olduğunu fark etti fakat bu kez baygın değildi çünkü kesik kesik, acıyla nefes alıyordu.

Uli, tepsiyi yerden kaldırarak yatağının üzerine koydu ve bıçağı meşaleye tuttu, Durwa'yı beklerken en azından metali yeterince kızdırabilirdi.  Çok geçmemişti ki koridordaki telaşlı ayak seslerinin ardından kapı hızla açıldı. Durwa kıyafetini değiştirmemiş görevdeyken giydiği üniforması hala sırtında, içeri girdi. Uli‘nin her an çağırmasını beklediği aşikârdı.

“Uli sorun ne?” Elindeki iki şişeyi yatağın ayakucuna bırakırken adamın baygın olup olmadığını anlamak için yaralıyı süzdü. Değildi, işte bu zor olacaktı, bir boğa kadar güçlü görünüyordu.

“Oku çıkarırken onu tutmalısınız,  yoksa ona dokunmama izin vermeyecek.”

“Semu, kapıyı kapa ve buraya gel.”

Semu, Başgardiyanı ikiletmeden hücreye girip kapıyı üzerlerine kilitledi. Bu arada Durwa adamı sol tarafına yatırırken, Semu’ya başucuna geçmesini işaret etti. Uli, bıçağın yeteri kadar temizlendiğini düşünerek ateşten çekti. Kızıl’ın başına geldiğinde Durwa konyağın bir bölümünü yaranın üzerine dökmekle meşguldü.

Yaraya değen alkol adamın gözlerinin acıyla açılmasını sağlamıştı. Elindeki bıçakla, üzerine yürüyen çocuğu karşısında görünce, “Seni kim verdi başıma, lanet olası? Baban nerde?” diye gürledi adam.

“Sakin ol! O ne yaptığını biliyor.” diyerek Durwa kendi sakinliğini yaralıya aşılamaya çalışırcasına araya girmişti.

Kızıl başını çevirip yeni fark ettiği ayakucundaki yaşlı gardiyana emretti. “Oğlanın elinden al şunu da kendin yap…” Kollarına abanmış olan Semu'dan ufak bir silkinme ile kurtuldu. “Bir ok yarası yüzünden kadınlar gibi bağıracak değilim.” O sırada yılmadan yaraya doğru eğilen Uli’ye, “Sakın dokunayım deme çocuk. Bir veledin elinde sakat kalmaya, hiç niyetim yok.” Yaşlı adama döndü tekrar öfkeyle. “Al şunu elinden be adam, yoksa elimden bir kaza çıkacak!”

Uli yüzüne doğru kükrenmesi karşısında ürkerek birkaç adım geriledi.  Durwa, Uli’nin vazgeçmesinden korkarak, adamı yatıştırmayı tekrar denedi. “Ondan iyisini bulamazsın, ne bu hapishanede, ne de bu şehirde. Bakma boyuna posuna… Bırak bildiğini yapsın.”

 “Bıçağı bana verin.” dedi Kızıl, çocuğun yapmasındansa oku kendisi çıkarmaya niyetli görünüyordu.

Durwa’nın bıçağı vermeye niyeti yoktu fakat Uli, yaşlı gardiyanın engellemesine fırsat vermeden bıçağı adamın eline tutuşturdu. Kızıl, harcadığı çabadan yüzü saçlarının rengine dönerken doğrulup, sol koluna abandı. Bıçağı beceriksizce yaraya değdirdiği anda acıyla inledi. Uli adam tekrar yatağa yıkılmak üzereyken elindeki bıçağa yapıştı fakat karşılaştığı direniş uzun sürmedi. Çocuğun gözü gözlerindeyken, Kızıl’ın eli gevşemiş bundan istifade eden Uli bıçağı yavaşça almıştı. Kızıl “Pekala.” diye inleyerek olacaklarını kabullenmiş görünüyordu.

Uli, bıçağı bir süre daha ateşte beklettikten sonra büyük bir teslimiyetle yatan adamın başına geçti. Kızgın metalin ete değmesi ile Kızıl inlese de tüm bu sürede dişlerini sıkmış Durwa’nın uzattığı eli reddetmiş ama çocuğu engellemek için hiçbir harekette bulunmamıştı. Kaburgasının dibine dayanmış olan metal saniyeler içinde bıçağının ucuna geldiğinde Uli küçük bir hamle ile oku yaradan çıkardı. Yatağın dibine kendisini bırakırken alnında biriken teri koluyla sildi. Kızılın doğrulmaya yeltendiğini görünce yatması için durdururken Durwa’ya başıyla işaret etti.

Durwa, Uli'nin bakışlardan ne demek istediğini anlamıştı. “Semu, bize temiz sargı bezi lazım.”  dedi adamını hücreden uzaklaştırmak için. Semu, yaradan çıkan oku incelemekle o kadar meşguldü ki odada dönen gizli bakışmaların farkına varmamıştı.  Kanlı ucu da yanında götürecekken Durwa, “Onu tepsiye bırak…” diyerek uyardı. Semu omuz silkerek sorgulamadan kendisine söyleneni yaptı ve az sonra kapanan kapıyı ardından kilitledi.

“Sen işine bak, Uli.”dedi Durwa, okun ucunu bir kesenin içinde yok ederken.

Kızıl sol tarafına yatıp yastığa yüzünü gömmüş derin derin nefes alıyordu artık. Ancak konuşulanların pek farkında değildi. Uli diz çöktüğü yerde biraz doğruldu, yaralının duruşundan yara ayan beyan gözlerinin önündeydi. Sol elini adamın göğsüne dayayıp destek alırken sağ elinin ayasını yarayı örtecek şekilde yerleştirdi.

Kızıl, vücudunda hissettiği temaslarla başını yastıktan kaldırıp “Neler oluyor?”  diye zorlukla soluduğunda bir an Uli ile göz göze geldi.

“Şişşşt! Sadece gözlerini kapa ve biraz dinlen…” dedi Uli yavaşça.

Şifacısının rahatlatıcı sesiyle, ok çıkarılmadan önceki şiddetli itirazlarının aksine adam uysal bir şekilde gözlerini kapadı. Uli elini santim kımıldatmadan gözlerini yumdu ve çok geçmeden derin bir transa girdi.

Durwa, Uli’nin kendininkiler dahil birçok yarayı iyileştirmesine şahit olmuştu. Bu nedenle kısa sürede Uli’nin gözlerini açıp elini yaradan çekeceğini düşünürken süre uzayıp, yerinden bile kımıldamayınca endişelenmeye başladı. Çocuğun alnında biriken ter damlaları çoğalıyor ama dakikalardır durumunu koruyordu. Neden yoğunlaşmayı bırakmıyordu ya da bırakamıyordu? En fazla Uli’nin beş dakikasını alacak bu işlem, yarım saat geçtiği halde bir türlü sona ermiyordu. Bunun Uli’ye bir zararı olup olmadığından emin olamıyor, yine de müdahale ederse ters bir şey yapacağından da korkuyordu. Başgardiyanın bu sıkıntılı nöbeti sırasında bir ara kapı açılmış fakat Semu’nun içeri girmesine izin vermeden elindeki sargıları alıp gardiyanı dışarıda tutmuştu.

Sonunda Uli nefesini bırakarak sarsıldı ve yavaşça elini yaradan çekti. Okun çıkarıldığı yerde dağlanmış bir boşluk yerine artık kapanmış ve pembeleşmiş bir yara vardı. Durwa, önce bitkin bir şekilde oturan yüzü kıpkırmızı Uli'ye ardından artık var olmayan yaraya şaşkınlıkla baktı.  “Ne biçim iş böyle?” dedi Durwa ve okkalı bir küfür savurdu.

Uli, gelen yoruma aldırmadan tepsideki temiz su dolu kapta sargıların bir parçasını ıslatıp yaranın etrafındaki kanı ve kiri temizlemeye koyuldu.

“Vur deyince öldürdün be kızım! Ben sana oku çıkar dedim adamı anasından doğmuşa çevirmeni değil.”

Hiçbir zaman Uli bu kadar ileriye gitmemiş, bir yarayı tamamen iyileştirmemişti. Önceden olsa yaranın tehlikeli sınırı aşmasına yardım ettikten sonra onu kendi haline bırakır, yara normal seyrinde, iyileşme sürecine girerdi. Böylece yaralı kendisine ne yapıldığını anlamaz ve rahatsız edici sorular sormazdı. Şimdi ise yeteneğini, eğer buna yetenek denirse, gözler önüne sermişti.  Adam kendine geldiğinde, artık olmayan yarasını gördüğünde ona ne diyeceklerdi?

“Haftalarca baygın olduğunu söyleriz.” diyen Durwa sesli düşünürken kendi sorusuna cevap verdiğinin farkında değildi. “Bir türlü ayılmadığını ve yarasının o esnada tamamen iyileştiğini söyleriz.

Uli, yaşlı gardiyanı dinlerken sakinliğini bozmadan diğer gardiyanları kandırmak için kullandıkları yöntemi uygulamaya devam etti. Küçük kaplardaki merhemi yaraya sürdü, ardından sargı bezlerini adamın geniş göğsüne doladı.  “Ya da hiçbir şey söylemeyiz.” dedi Uli Sesi yorgun çıkıyordu yine de kurulu bir makine gibi sargılara sıkı bir düğüm attı. Bu meseleye kafa yormaya ya niyeti yoktu ya da hali. Ortalığı toplama işini Başgardiyana bırakarak, Durwa’nın önünden kaçırdığı tepsinin boşluğuna, yatağına bitkinlikle bıraktı kendini.

Başgardiyan kendinden geçmiş, biri yaralı diğeri yorgun mahkumların üzerine hücreyi kilitlerken, Semu’ya emirler yağdırarak bir süre hücreden uzaklaşmasını sağladı fakat kendi zihnini oradan uzaklaştırabilmesi uzun bir süre mümkün değildi.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 11 Temmuz 2016, 11:51:27
***

Hızı bir türlü kesilmeyen hafif adımlar. Moita, gerçekle rüya arasında bocalarken uykusunu acımasızca bölen bu kıpırtılara lanet ederek gözlerini açtı. Yanı başında volta atan ince karaltının da katkısıyla, bir hücrede olduğunu anlaması uzun sürmedi. Başını tekrar şiltesine bırakırken buraya nasıl ve ne zaman getirildiğini hatırlamaya çalıştı. Hücreye şöyle bir göz gezdirmek bile Mekotoni’de olmadığını anlaması için yeterliydi. Soysuz Ladre’nin elinde olsaydı, çoktan diyarlar arasında geçiş yapmış ve muhtemelen tabut yaptırma zahmetine katlanmayıp, ölüsünün bile ayaklanacağından korkarak kuzeni üzerine tonlarca taş yığmıştı. Fakat hala yaşıyor olmasının yanında,  tek başına sıkılacağını düşünerek bir de hücre arkadaşı verildiğini düşününce, Moita alayla gülümsedi.

Yarasını hesaba katarak temkinle doğrulmaya yeltendiğinde, eliyle sağ yanını hızla yokladı. Beklediği acı yerine rahatlıkla kolunu oynatabildiğini fark etti. Doğrulup sargı bezlerinin ardındakini görmeye yeltendiğinde, hücredeki sinir bozucu adımların durduğunu işitti.

Yarasını unutarak, çocuğun ilgisini neyin çektiğini görmek için döndü ve giysilerine bir askılık görevi yaptığını düşündürecek kadar zayıf bedenin üzerine oturtturulmuş küçücük yüzü gördü. Ölümcül bir hastalığı varmış gibi solgun tene gömülmüş siyah gözler yarasının olması gereken yeri inceliyor, Moita’ya aldırmıyordu. Fakat kısa süre sonra ilgisini kaybetti ve hücrenin kirli taşlarını aşındırma işine geri döndü.

Moita çocuktan bakışlarını indirdiğinde yarasının yerinde sadece küçük kırmızı bir iz görünce “Kaç gündür buradayım?” sorusunu farkında olmadan dillendirdi. Aslında kaç gündür baygındım demek istemişti. Üç Güzeller savaşında baldırına yediği mızrak bile onu ancak iki gün yatakta tutabilmişti. Ufak bir iz kalacak kadar iyileşmesi günler alacak bir ok yarası vardı ve bu süreyi uyuyarak geçirdiğini aklı almıyordu. Rebu ganimetinin sağ salim teslim etmekle pek ilgilenmediği, ölüsüne bile para alacağından emin olduğu için uzun süre yarasına bakılmadan at sırtında taşındığını hatırlıyordu. Bu durumda olan her hangi bir kişi günlerce uyuyabilirdi yine de bunu kendine kondurmak da zorlanıyordu.

Yüzüne bile bakmayan çocuk kendisini duymamış gibiydi. Moita, oku çıkardıkları zamandan bölük pörçük birkaç görüntü hatırlıyordu. Çocuğun sağır ya da dilsiz olmadığına emindi. “Evlat, iyi iş çıkarmışsın.” diyerek tekrar cevap almayı denedi. Belki övülmek kilitli bir dili açabilirdi ama herkesin üzerinde işe yaramadığının kanıtı karşısında hala yürüyordu.

Moita sonunda çocuğu konuşturma çabasından vazgeçti. Yataktan kalktı ve bedenini yoklayarak durumundan emin olmak istedi. Üç Göz’ün ya da Soysuz’un hoşnut olmayacağı kadar sağlıklıydı. Hayret verici bir şekilde, iyi bir dövüşün ardından çekilen dinlendirici bir uykudan uyanmış gibi canlı hissediyordu kendisini. Yarasına tekrar bakarken, dar hücreyi dolduracak kadar iri ve uzun olduğunun farkında değildi.

Uli yürüyüşüne devam etmek için duvardan geriye döndüğünde, önünde dikilen kendisi için bir devden farksız adama çarpmamak için durdu. Kararsızca olduğu yerde sallanırken, Kızıl’ın bilerek kıpırdamadığının ve adamın kendisini inceleyen bakışlarının farkında değildi. Hücrenin kapısında dönen anahtar ile Uli önündeki engeli istekle aşarak ilerledi.

Durwa’nın gür sesi, görüntüsünden önce hücreye doldu. “Gezinti zamanı, evlat.”

Her gün güneşin batmasına yakın bir vakitte yağmura, rüzgara, kara aldırmadan Uli Durwa’nın eşliğinde batı duvarının mazgallarına çıkar bir süre kendisine verilen bu kısıtlı özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışırdı. Bu onun hücresinin dışında geçirdiği ender vakitlerden biriydi. Şimdi ise rahat bir nefes alacağı, Kızıl’dan kaçacağı çok değerli bir fırsat yakalamıştı. Durwa’yı bekletmeden minnetle kendisini hücreden dışarı attı.


Başgardiyan’ın yanında, Ngola Lu hapishanesinin dar koridorları boyunca yürürken Uli, oldukça düşünceli görünüyordu. Durwa onun rahatsızlığının hücre arkadaşından kaynaklandığını biliyordu. “Merak etme, seninle uzun süre kalmayacak. Yakında almaya gelirler.”  diyerek rahatlatmaya çalıştı.

“Kimler almaya gelecek?”

“Rebu.” Durwa’nın cevabı sade fakat bir o kadar açıklayıcıydı.

Düzenli gezintileri sırasında, ihtiyar gardiyan Ngola Lu kasabasındaki veya çevresindeki havadisleri, hatta Nzeli’nin küçük topraklarından dışarıya taşarak Krallıktaki saray içi entrikalardan, Beyler arasındaki çekişmelere kadar, kimi doğru kimi yalan birçok söylentiyi ona taşırdı. Uli, bunları nereden öğrendiğini sorduğunda da bir handa çorbanın yanında birçok şeyin kaynatıldığını söyler, pek ayrıntıya girmezdi. Rebu ismi de, başına ödül konmuş her firarinin isminin ardından muhakkak gelirdi ki Uli için hatırlanmaması imkansızdı. Koridorun bitimindeki merdivenlerin ortasında, Uli şüpheyle yavaşladı. Yanlarından geçen iki gardiyanın selamını alan Durwa’ya inanamayarak bakıyordu.

Bir mahkumun, hapishanede elini kolunu sallayarak dolaşmasını yadırgamayan gardiyanlar, Uli’ye aldırmadan yanlarından geçip gittiler. Uli uzun süredir buradaydı ve mahkumdan ziyade, varlığına alışılmış yokluğu ise fark edilmeyecek bir eşya gibiydi.

Uli, gardiyanların yeteri kadar uzaklaştıklarına karar verdikten sonra “Hangi suçtan aranıyordu?” diye şüpheyle sordu. Alacağı cevaptan hoşlanmayacağını hissediyordu.

 “Kral’ına ihanetten…” dedi Durwa sakinlikle.

“O halde… İdam edilecek.” Uli sesli düşünürken farkında olmadan adımları yavaşlamıştı. Ani bir kavrayışla Durwa’ya yetişmek için hızlandı. “Zaten ölü bir adamı mı iyileştirdim ben şimdi?” diyerek öfkeyle Başgardiyana çıkıştı.

“Son nefes verilene kadar hayattan umut kesilmez, kızım. Bunu en iyi sen bilirsin.”

 Uli, Durwa’nın sözlerine itiraz edecek kadar cesareti olmadığından sessiz kalmayı tercih etti. Birçok kilitli kapıların ve onların bekçilerinin yanından geçtikten sonra artık açık havada, çok geniş bir bahçeye çıktılar. Bir iki adımda, iki insan boyunda, kalın ve dikenli çalıdan duvarlar etraflarını sarmıştı. Gri, taştan hapishane binasını çepeçevre dolanan bu yabani bitkilerden dehlizler küçük çapta bir labirentti ve bir kaleyi kuşatan herhangi bir hendekten daha caydırıcıydı.

Bir zamanlar Uli bu dolambaçta, Durwa’nın rehberliği ile ancak yolunu bulabiliyorken şimdilerde gardiyanın ısrarı ile öne kendisi geçiyordu. Dehlizler de yol bulmak ya da gizli geçitler de bulmaca çözmek, onun yetenekleri arasında değildi. Yaptığı tüm itirazlara karşı yaşlı adamın cevabı, zihnini açmak için bulmaca çözmenin en iyi yol olduğuydu.

Uli, keşke her seferinde farklı bir yoldan gitmesini istemeseydi, diye düşünürken yönünden emin olamayarak dönemeçte bir an dikildi. Bulması gereken batı çit duvarının ardına kayan akşam güneşi, labirenti her zamankinden daha fazla gölgelerle dolduruyordu. Birkaç kere yolunu kaybedip çıkmaz tünellerden geriye dönerken, yaşlı gardiyan arkasında hiç müdahale etmeden yürüyordu. Uli, yanlışlarında uyarılmaması gibi doğrularında herhangi bir onay beklememesi gerektiğini çoktan öğrenmişti.

“Labirent çok karanlık ama.” dedi Uli sızlanarak.

“Bu da farklı bir bulmaca türü.” Durwa, bir dönemecin başında, yanında yükselen çalı duvarın karanlığına dayanmış, Uli’nin karar vermesini sabırla bekliyordu.

“Sağ.” diyen Uli, son anda vaz geçti. “Hayır, dümdüz gidiyoruz. Bir sonrakinden sağa döndüğümüzü hatırlıyorum.” Onaylaması için Durwa’ya dönmüştü fakat beklediğini alamayınca içini çekti. “Burada sabaha kadar dolanabiliriz biliyorsun değil mi?”

“Benim için hava hoş… Odam fırından farksız. Burada uyumayı tercih ederim.”

Uli, içinden bıyıklarını tek tek yolmaktan bahseden bir melodramın cümlelerini sıralarken ikinci sağda döndü. Önlerindeki ardı ardına sıralı üç çalıdan koridor da sola dönüyordu fakat hatırlıyordu ki ilerideki sağdakinden dönerse bu dolambaçtan çıkmalarını sağlayacak bir kapının önünde olacaklardı. Kısa bir an rahatlasa da labirentin belirli noktalarına yerleştirilmiş bu demirden kapıları bulmak yeterli değildi. Ya kalın metali yarıp geçecek kadar güçlü bir bileğin salladığı ağır bir baltaya ya da ufak bir anahtara ihtiyacınız vardı.

Sonunda önüne kadar getirdiği Başgardiyanın kapıyı açması yana çekilirken Uli alacakaranlıkta görünmeyeceğini bilse de kendisini takdir ederek gülümsedi. Taştan surlar ile bakımından sorumlu bahçıvanların haricinde fazla kullananı olmayan çalıdan labirent arasında kalan, sadece gardiyanların kullandığı geniş bir yola çıktılar. Sur duvarlarının üzerindeki pervazlara çıkan merdivenlerin iki yanında yakılmış meşaleler, labirentin loşluğundan sonra geniş yolu gündüz gibi aydınlatıyordu.

Önden merdivenleri tırmanan Durwa, “Orada daha fazla dikilirsen gün batımını kaçıracaksın.” dedi dalgınlıkla yolda dikilen Uli’yi uyararak.

Uli, yukarıdan kendisine bakan ihtiyarı kuşkuyla süzdü. Yıllardır adamın yakasını bırakmayan o disiplin ve çelikten irade, sanki bu günlerde uzaklara gitmiş gibiydi. Yaşlı adamın üzerindeki rahatlığı çözmeye çalışırken, bilmediği bir şeylerin son zamanlarda Durwa’yı mutlu ettiğini hissetti. Aklına gelen bir düşünceyle gülümsedi. Tahmininin doğru olup olmadığını öğrenmek hevesi ile hızla merdivenleri tırmandı.

Güneş batıdaki tepelerin üstünde birkaç dakika daha kaldıktan sonra geride, hala akşamın allı morlu renkleri içinde bir gökyüzü bırakarak battı. Fakat gün boyu ortalığı kavuran sıcaklığı hala havadaydı. Uli, ancak göğsüne kadar gelen duvarın sıcak taşlarına ellerini dayayıp yüzünü ileriye doğru uzattı. Sıcak yaz akşamının meltemi yüzünü yalayıp geçerken kısa bir süre için Durwa’yı sorgulama planlarını unuttu.  “Eee anlatmayacak mısın?”

“Bu akşam ne anlatmamı istiyorsun?” diye sordu Durwa Uli’nin yanında durmuş sırtını batıya vermiş labirentin üzerinden, hapishane binasının gri taşlarına bakarken bir tutam tütünü piposuna yerleştiriyordu.

“Son zamanlarda keyifli olmanın bir sebebi olmalı.” dedi Uli de artık kararan gökyüzüne bakmayı bırakıp geriye döndü.

“Mutlu mu görünüyorum?”

“Herkesi kandırabilirsin ama beni değil.”

Durwa, bıyığını sıvazlarken, piposunu dudaklarının arasına keyifle yerleştirdi. “Hayır, kendime bir kadın bulmadım.”

Hem tahmininde yanılmış olmak hem de uzun yıllar boyunca gerçekten Durwa’nın birisini bulması dileğinin bir türlü gerçekleşmemesi yine o vicdan azabını saklandığı yerden dışarı çıkartmıştı. Bunca yıl bakıcılığını yapan bu gardiyanın yalnızlığından sorumlu hissediyordu kendisini. “Onu demek istemedim.” diyen Uli sıkıntı ile gözlerini kaçırdı.

 “Her zaman demez misin, evlat?” diye sordu Durwa.

Uli düşünceli bir şekilde ayağının ucuyla ufalamaya çalıştığı zemine bakarak durdu bir süre. “Hakkında daha fazla ne biliyorsun?”

“Kimin hakkında?” Durwa piposunu yakarken dudaklarının arasından çıkan kelimeler normal biçimlerini kaybediyordu.

“Kızıl’ın kim olduğu, neden burada olduğu?”

“Krallığa ihanetten dedim ya…”

“Yapma ihtiyar… Daha fazlasını bildiğine eminim.”

Durwa keyifle sırıtırken konuşmaya başlamadan önce tütününden derin bir nefes aldı. “Krallığın beş bölümden meydana geldiğini zaten biliyorsun. 4 kanadın yöneticisi olan dört Bey, merkezde ikamet eden Kral’a bağlıdırlar ve onun atadığı adamlardır. İşte hücre arkadaşın da bundan yaklaşık üç sene önceye kadar kuzey batı kanadı Mekotoni’nin Bey'i idi. Ta ki Krallığın yıllardır savaş halinde olduğu doğudaki Vareste ile bir olup Kral Konur’un arkasından iş çevirdiği anlaşılıncaya kadar. Elbette o an yakalansaydı, idam edilecekti fakat pek sessizce olmasa da, ardında bir tabur ceset bıraktığı söylentiler arasında, büyük bir maharetle ortadan kaybolmayı bildi. Senin Kızıl dediğin o adam, çoğunluğu akrabalarından oluşan yandaşlarının da yardımıyla yıllardır kaçmaya başardı. Şu ana kadar da yakalanamadı.”

 “Gerçekten de düşmanları ile iş birliği yapmış mıdır?” diye sordu Uli kuşkuyla Durwa’nın sözünü kesti.

“Kral Konur öyle hüküm verdiğine göre… öyledir.  Ben bir gardiyanım Uli, yargılamam, yargılananları hapsederim.” Durwa’nn piposu, geçmişin anıları ile yarı yolda asılı kaldı.

Uli, tekrar yönünü surların ardına dönerek akşamın koyu maviliğinde yavaş yavaş belirmeye başlayan yıldızları seçmeye çalışırken mırıldandı. “Kimi para için topraklarını satarken kimisi de toprak için kendi kanından olanı satıyor. Kuzeyde ya da güneyde farklı olan hiçbir şey yok.”

“Bazen, söylentilerle gerçekler birbiri ile örtüşmeyebilir Uli. Daima kendi gözlemlerine inanmalısın… söylenenlere değil. Ben bile söylüyor olsam dahi… anladın mı beni? Sadece kendi yargılarına güven.”

Uli tüm neşesi kaçmış, asık bir suratla kendi koyu düşüncelerine gömülerek sessizce durdu.

“Zaman doldu. Hadi bir bulmaca daha çözelim, evlat.” dedi Durwa keyifle.
 
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 15 Temmuz 2016, 10:42:43
Mektup
Bir hafta sonra…
Göveri Hanı’nın salonundaki duvarlar yıllarında etkisiyle is ve tütünden kararmaya yüz tutmuştu. Tıkış tıkış yerleştirilmiş masaların arasından zar zor ilerleyen Barva, yaz akşamı yakılmamış olsa da şömineden uzaktaki bir masayı seçerek oturdu. Tahtaları birbirine tutturmak için çakılan çiviler gibi pürüzlü yüzeyi de insanın eline takılan masa, handaki birçok ahşap eşya ile aynı kaderi paylaşmış; zamanla kararmıştı. Adam daha bakımsız hanlar gördüğünden hanın ya da masaların durumuna aldırmıyordu.

Salonda kendisi ile birlikte sadece üç müşterisi olan han yaklaşan akşam yemeği için hazırlanıyordu, bu da Barva’ya fırtına öncesi sessizliği anımsatıyordu. İri yarı adam salonun kalabalıklaşmasını sabırla beklerken, mutfağın getir götür işlerine koşturan garsonlar ara kapıyı açıp kapadıkça salona dolan tabak, çanak ve aşçının telaşlı bağırışlarını bulunduğu yerden, duyabiliyordu. O sırada, salona giren bir müşteri, Barva’nın dikkatini çekti.

Yeni gelen adam, ince yapılı ve orta boydan biraz uzuncaydı. Sıcak yaz akşamında, pelerinini giymeye gerek duymadan omzuna tasasızca atmıştı. Rahat adımlarla bar tezgâhın önüne geldi. Kasabanın kıyısında köşesinde kalmış bu hanın alışkın olmadığı, dikkatli bir seçimin eseri olan şık ve bakımlı kıyafetleri, bir fularla ensesinde toplanmış uzun kahverengi saçları, beyaz teni ve yakışıklı yüzü ile bu çevreden olmadığı açıktı. Yüzündeki ifade bunun bilincinde olduğunu gösterirken bu da görünüşüne bir züppelik katıyordu.

Bar tezgâhının ardındaki barmenden yemek öncesi bir kadeh şarap istediğinde sesi hemen hemen boş olan salonda Barva’ya kadar ulaştı. Tane tane dökülen sözler ile o ana kadar kıyafetinden anlamadıysa bile kibar bir beyle karşı karşıya olduğunu kavrayan barmen,  kendine çeki düzen vererek tüm akşamüzeri yüksek çıkan sesini beceriksiz bir kibarlıkla alçalttı.

Barva bıyık altından gülümserken, bunun süslü tavus kuşunun muhatabında uyandırdığı olağan bir etki olup olmadığını düşünüyordu. Çünkü barmen gibi salondaki iki müşterinin ilgisi de yeni gelene yönelmişti. Fakat yeni gelen adam üzerine çevrilmiş bakışların farkında değilmiş gibi salonu kayıtsızca süzdükten sonra barmenin uzattığı bir bardak şarabı aldı ve Barva’nın sağında, birkaç masa gerisine oturdu.  Bacak bacak üstüne atarken, ciddi yüzünde durgun bir ifade ile içkisini yudumlamaya başladı. Bir ara başını kaldırdı ve ilk defa çevresini anlık bir merakla inceledi fakat bakılacak değerli bir şey bulamadığından tüm ilgisini koltuğunun altındaki deri bir kılıftan çıkardığı eski sayfalara çevirdi.

Barva, çok bekletmeden gelen yemeğinin ardından salondakileri izlemeyi bırakarak, tüm dikkatini midesinin beklentilerini karşılamaya verdi ve uzun süre de başını kaldırmadı. Hana akşam yemeği için gelenlerin gürültüleri, yavaş yavaş salonun kalabalıklaşmaya başladığını söylüyordu. Yemeğini yeni bitirmişti ki genç garsonlardan birisinin başında beklediğini fark etti. Ne var dercesine çocuğa başıyla işaret etti.

Genç çocuk, “Hancıya sorduğunuz adamlardan birisi, bayım,  az önce geldi… şu ilerideki masada oturan gardiyan.”  diyerek, cevap beklemeden, kirli tabaklarla dolu tepsiyle mutfağa doğru uzaklaştı.

Barva, yanına gitmeden önce garsonun işaret ettiği kişiyi, birkaç saniye inceledi. Kısa boyluydu. Toparlak, geniş yüzü omzunun üzerinde oldukça büyük duruyordu. Şişman desen değildi, zayıf ise hiç değildi. Gardiyanda hoşuna giden bir yön bulduğunda sırıttı; en az kendisi kadar iştahla yemek yiyordu. Tavus kuşunun da o sırada gardiyana baktığına fark etti; adamın yemek yiyişine hafifçe yüzünü buruşturduktan sonra tekrar önündeki eski sayfalardan bir araya getirilmiş kitabına dönmüştü.

Barva, kahverengi kısa saçları ve arasına kızıllıkların karıştığı kahverengi sakalı yüzünün neşeli kıvrımlarını gizlediğinden, olduğundan çok daha sert göründüğünün farkındaydı. Uzun boylu ve salondakilerin çoğundan iri olduğundan gardiyanın yanına gitmek için ayağa kalktığında, birçok bakışı üzerine çekmiş, bunun bilinciyle ağır ağır yürüyordu. Adamın masasına yaklaşırken önünden geçen garsonu kolundan yakaladı. Gür bir sesle “Bize iki bira!” dediğinde gardiyanın dikkatini çekebilmiş ve başını yemeğinden kaldırmasına sebep olmuştu. Teklifsizce masaya oturunca, adam ağzına yeni attığı lokmayı aceleyle çiğneyip yutmayı denerken neredeyse boğuluyordu. Şarap dolu kadehi masanın üzerinden böğrünü yumruklayan adama doğru kaydırdı ve kadehini boşaltmasını sabırla izledi.

Gardiyanın pembe beyaz yüzü daha da kızardı. Boğazını temizlemek için öksürükleri arasında  “Teşekkürler, bayım ama… ben…” diye bir şeyler geveledi.

Barva “Bia”  diyerek adamın sözünü kesti. Gerçek ismini saklarken geniş bir gülümsemeyle elini masanın üzerinden gardiyana uzattı.

Gardiyan, karşısındaki iri adamın elini sıkarken rahatladığı her halinden belliydi. Sanki bir dakika önce yabancı olan birisinin ismini öğrenmiş olması, bir dakika sonra ona güvenmesi için yeterliymiş gibi bir hali vardı. O esnada ağzına kadar bira dolu iki kupayla gelen garson, yükünü masaya bırakıp aceleyle mutfak tarafına seğirtti.

“Bira pek sevmem, bayım.” diye itiraz eden gardiyanın eli gayri ihtiyari şarap kadehine kaydı.

“Bedava biranın en kötüsü bile sirkeden tatlıdır.” dedi Barva kupayı adamın önüne doğru ittirirken “Haydi!” diyerek teşvik etmeyi de ihmal etmedi.

Gardiyanın yüzü ikramı alıp almamak konusunda kararsızlıkla karışsa da sonunda şarabını soluna kaydırarak bira kupasını kavradı.

Barva ilk birkaç cümlenin ardından durumu kavramış ve bu işin ne kadar kolay olabileceğinin farkına vararak biraz da olsa rahatlamıştı. “Ha şöyle!” Yüksek çıkan sesi yakınlardaki birkaç masayı kendilerine döndürdüğünde, Tavus Kuşu’nun kafasını kitabından kaldırmasa bile kaşlarını çattığını fark etti. Neden gidip şu lanet kitabını başka bir yerde okumuyordu ki?

Vakit ilerledikçe salonda artık boş masa kalmamıştı. Siparişlerini söyleyen müşterilerin sesleri ya da kendi aralarındaki sohbetleri, yemek taşıyan garsonların tabak bardak şakırtıları ile hayli gürültülü bir manzara ortaya çıkmıştı. Bir de buna, ateşi olmayan şöminenin yakınına çektiği sandalyesine kurulmuş bir şarkıcının çalgısını ayarlarken çıkardığı kırık dökük namelerde eklendiğinde Barva sohbeti koyulaştırmanın vaktinin geldiğini anladı.

“İsmin ne demiştin dostum, söyledin ama ben kaçırdım herhalde.”

“Adım Keri…”

“Hımm, direk konuya girmeyi severim, Keri … Kasabanıza bu sabah geldim.  Aslına bakarsan Kalaycı Ramys söylemeseydi bu kasabaya uğramak aklımdan bile geçmezdi ya neyse. Altı aya yakın Ramys’in yanında çalıştım fakat kalaycı kazandığı ile ancak kendi geçinebiliyor. Malum 12 boğazı beslemek çok da kolay değil. Hoş sen nerden bileceksin…” arada kısa bir kahkaha patlattı. “Bir de fazladan birisine maaş ödeyip beslemek haliyle belini büktü adamın.”

Barva, Keri’nin bahsettiği adam hakkında en ufak bir fikri olmadan kendisini dinlediğini görebiliyordu. Birasından birkaç yudum almak için ara verdiğinde gardiyan da otomatikman kendi kupasını kaldırıyordu. Gülümseyerek devam ederken Keri’nin böyle bir şey sormayacağını tahmin etmesine rağmen “Sen şimdi bunları sana neden anlattığımı soracaksın.” diyerek konuşmadan adama da pay verdi.

“Sahi, bana bunları neden anlatıyorsunuz bayım?”

“Güzel soru… Kalaycı Ramys,  halaoğlu ile çok övünür, kendisi hariç ailede bir tencereye kapak olabilmiş tek kişi diye. Bildiğim kadarıyla bu kasabadaki hapishanede baş aşçıymış. Topri'ydi galiba ismi."

“Topri Efendi, Akca kasabasındaki akrabalarından söz edip durur ama… muhtemelen o olmalı.”

“Evet, Topri Efendi’den duymuş. Hapishanenin mutfağına eleman lazımmış. Benim Kalaycı'ya, nemrut Başgardiyan yüzünden adam alamadığını ve nerdeyse un hamallığına kendi soyunacağından dert yanıp duruyormuş. Kalaycı bana sorduğunda hiç alınmadım beni göndermek istiyor diye. Haklı adam, 12 boğaz ve 12’sine bedel beni de listeye ekleyince…” Barva neşeli bir kahkaha daha attı.

Keri, adamın aslında tam zamanında geldiğini düşünüyordu. Hapishanede birkaç haftadır aşçıya yardımcı aranıyordu ve son zamanlarda bu Başgardiyan ile Topri Efendi arasında büyük bir sorun olmaya başlamıştı. Durwa, iş için başvuran hiç kimseyi kabul etmediği için Topri Efendi ile de yemek saatlerindeki aksaklıklar yüzünden sürekli tartışıyorlardı.

Barva, eğreti bir mühürle kapatılmış bir kağıt parçasını cebinden çıkarıp gardiyana uzattı. “Kalaycı bunu Aşçı Efendiye gösterirsem beni işe alacağına kalıbını bastı. Yoluma devam edebilmem için en azından birkaç ay daha çalışmalıyım,  anlıyorsun ya.” Parasızlığı bir nebze bile moralini bozmuyormuş gibi Barva hala neşeyle konuşuyordu.

Keri birasından bir yudum alıp yüzünü buruştururken başıyla onayladı. Gardiyanın kasabada pek arkadaşı yoktu.  Aslında Keri ne parasız kalmıştı ne de bu kasabadan bir kaç günlük mesafeden ilerisine gitmişti. “Yarın Topri Efendi’ye mektubu veririm.”

“Seninle gelirim.” dedi Barva, mektuba uzanan gardiyanın önünden kağıdı kaçırarak hızla cebine attı. Ne mektubu bu savruk görünüşlü gardiyana emanet edebilirdi ne de işini şansa bırakıp gecikebilirdi.  “Bu iş benim için çok önemli, anlıyorsun ya.”

“Elbette anlıyorum…”  diye tekrar etti Keri, bir kez daha anlamadan.

Barva konuşmayı burada bitirmemek için, “Bu kasabadaki tek iş kaynağı Ngalo Lu hapishanesi, sanırım…”  diye ilgiyle sordu.

“Hapishane bu bölgeye inşa edildikten çok sonra gardiyanlar, askerler ve aileleri hapishanenin yakınına evlerini inşa etmişler. Burada gördüğün herkes ya hapishanede çalışır ya da onunla ilgili bir işte. Çok az çiftçi var.”

“Sen de bu kasabada doğup büyümüş olmalısın, dostum.”

Konuşma bu noktadan itibaren kasaba ve hapishane hakkında uzayıp genişlerken yanmayan şöminenin başındaki şarkıcı güneye has yöresel neşeli bir türküyü çalıp söylemeye başlamıştı.

Vakit akşamı geceye doğru kovaladı. Barva Keri’nin birasını yeniledikçe Keri’nin konuşması kaymaya elinin hareketleri yavaşlamaya başladı. “Yeter artık dostum…” diyen Barva, yarısı boşalmış üçüncü kupayı gardiyanın elinden zorla aldı.

Keri ağzına kadar gelen geğirmeyi zorlukla midesine geri gönderirken “Hiç .. bu kadar çok içmemiştim…” diye itiraf etti ve mahcup bir şekilde sandalyesinde dik oturmaya çalıştı.   

“Bedava sirke bu, çarpar adamı… En iyisi seni evine götürmek, madem ben içirdim, bu iş de bana düşer.” dedi Barva yerinden kalkarken. Keri de kalkmaya yeltendiğinde tekrar gerisin geri sandalyesine kapaklandı.  “Anlaşıldı.” diye söylenen Barva, tombul adamı koltuk altından kavrayıp kaldırdı, kendi kolunun altına sıkıştırdı. Keri’yi salonun kapısına doğru kolayca yönlendirmesine rağmen Barva, dengesini kaybeden gardiyanın masalardan birine çarpmasına engel olamadı.

Kadehi devrilip önündeki kağıtları ıslatınca, sebebini görebilmek için, masanın sahibi yavaşça başını tepesinde güçlükle dikilen yabancılara kaldırdı.

Tavus kuşu ile göz göze geldiklerinde Barva “Pardon ahbap.” dedi adamın ağzını açmasına fırsat vermeyerek.

“Daha dikkatli olmalısınız.” diyen Tavus Kuşu kağıtların üzerindeki şarap lekeleri hakkında hissettiği hoşnutsuzluğunu, dudağının tek bir kıvrımı ile belli etti.

“Olabilseydik denerdik…” diye çıkıştı Barva, gardiyanı tutmaya çalışırken.

“Bundan tek bir sonuç çıkıyor ortaya, daha çok denemelisin…” Tavus kuşu istifini bozmadan tekrar bacak bacak üstüne atarak alayla gülümsedi.

Barva neredeyse kolunun altındaki Keri’yi kenara fırlatıp, adama yumrukları ile haddini bildirecekti ki Keri koltuğunun altından konuşmaya katıldı.  Yakındaki garsona peltek sesi ile “Beye… pardon Beyefendiye…” başıyla yakışıklı adamı selamlarken kafasını tutamayıp iyice yere doğru sarkıtmıştı. Barva kavrayışını sıkılaştırarak Keri’nin daha dik durmasını sağladı. “… benden bir kadeh şarap getir…”

“Sarhoş ama hala kibar olabiliyor…” Tavus kuşu sarhoş adamı başıyla yavaşça selamladı. Garsonun biri gelip şarabın ıslaklığını masadan ve kağıtların üzerinden bir bezle almaya koyuldu.

Barva, öfkeyle solurken Keri, salondan çıkışa doğru adamı sürüklemeye başladı. Hanın dışında, fenerlerin yakılmış olduğu dar sokaklardan Keri’nin sarhoş ağzından alabildiği kadarıyla gardiyanın evini bulmak için Barva bir hayli uğraştı. Bir saat içinde kasabayı iki kere turladılar. Arada Keri’nin midesindekileri rahatça çıkarabilmesi için molalar verdiler ve sonunda eve varabildiler.

Ahşap, cumbalı eve aşağıdan bakan ikili evin karanlık silueti önünde gölge gibi bir an dikildiler.  Barva sarhoş gardiyanın cebinden evin anahtarını bulup kilidi açtı. Kapının tam karşısında üst kata çıkan merdivenlerle sonlanan dar bir koridor ve koridorun sol tarafında duvarın ortasında ahşap bir kapı vardı. Keri’nin avucuna anahtarını sıkıştıran Barva “Hadi bakalım koca adam, merdivenleri kendin çıkarsın artık.” diye söylendi.

Bir saatlik tur ile zihnindeki bulutlar az da olsa dağılan Keri, teşekkür kavlinden bir şeyler mırıldanarak içeriye girdi.

“Yarın sabah handa, unutma” diye son bir kez içeri bağıran Barva, Keri'nin ardından kapısını kapatarak elleri pantolonunun ceplerinde hana doğru yürümeye başladı.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 22 Temmuz 2016, 10:55:15
***

Nöbetçileri haricinde, derin bir uykuda olan Ngola Lu Hapishanesi’nde, duvarları yarıp geçmek istercesine, Uli hücresini ızdırapla arşınlıyordu. Yine uyuyamayan Moita, yatmaya ikna edemediği Uli’yi dalgınca izlemekten başka çıkar yol bulamamıştı.

Moita haftalardır, baygın yattığı zamanı hala hatırlayamadığı için belki de bir aydır, dış dünyadan tecrit edilmiş bir şekilde bu hücredeydi. Uli beklentilerinin çok ötesinde ketum çıkmıştı.  Durwa ile hücreden ayrılmasının ardından dönüşünde kendisine katlanamadığını belli etmekten çekinmeyen bir tavra bürünmüş, yarasına bakmaya kalkışmamış en küçük bir merak emaresi göstermemişti. Bu elbette Moita’nın ona yaklaşmak için gösterdiği çabalarını sonuçsuz bırakıyordu.

Uli’nin değişken ruh halinin tek sabit noktası sessizliğiydi. Saatlerce kıpırtısız oturabilen bedeni bir anda hücreyi arşınlayan, duvardan duvara yüzünü dayayan halleri esnasında neleri düşünüp çözdüğü ya da çözemediği belirsiz günler geçirmişlerdi. Akşama yakın saatlerde Durwa’nın onu alıp götürmesi haricinde birbirinin aynı günler…

Moita iyice uzamış sakalını sıkıntıyla kaşırken “Yetmedi mi, çocuk?”  diye seslendi.

Uli başını demirli pencerenin altındaki taşlara dayarken, bir ara yağan yağmurla serinleyen gecede uzun zamandır sıcaktan kavrulan toprağın onlara kadar ulaşan taze kokusunu ciğerlerine doldurup sakinleşmekle meşguldü. Cevap vermek yerine derin bir nefes daha alıp yatağına sessizce uzandı ve her zamanki gibi sırtını Moita’ya döndü.

Artık uyuyabileceğini umarak sırt üstü uzanan Moita bir süre sonra hücredeki sessizliği bölen bir şarkının bozuk nağmeleri ile gözlerini tavana açtı. Çocuk, hüzünlü bir şarkıyı kırık dökük sözlerle söylemeye başlamıştı. Sesinin güzel olmadığını düşündü ama yine de tüm hüznünü sesine yüklediğinden şarkı bir o kadar etkileyiciydi. “Daha önce hiç duymamıştım.” dedi adam cevap almayı beklemeden.

“Güneyden.”

“Zaten güneydeyiz…”

“Daha da güneyden…”


***

Barva hapishaneye girişinin bu kadar zor olacağını asla tahmin etmemişti. Ngalo Lu gibi kıyıda köşede kalmış bir kasabanın, böyle küçük bir hapishanesi için giriş işlemleri can sıkacak kadar zorluydu. Keri ile birlikte mutfağa doğru yürürken, her geçtikleri yerde ayrı bir şaşkınlık yaşıyordu. Birkaç yıl öncesine kadar normal bir ailenin ikinci çocuğu olarak sıradan bir hayat sürdüğü düşünülürse, belki çok içip dağıttığı bir han yüzünden, bir gecelik nezarette konuk edilmesini saymazsa, hapishaneleri çok iyi bildiğini iddia edemezdi ama burası bildiği kadarına da hiç benzemiyordu. Çitten labirentler, çelikten kapılar ve bir sürü gardiyanın görev aldığı böyle bir yer beklemediğini Barva günün sonunda kendine itiraf etti.

Barva ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra asıl meselenin çalı çitler olmadığını anladı. Başgardiyanı ikna etmek işi almak için en büyük engeldi. Kalaycı’nın mektubunu vermesi Aşçı Torpi Efendi’ye bu engeli aşmak için gereken azmi ve inatçılığı sağlamış, güçlü bir müttefik kazanmıştı. Kalaycı Ramys gibi bir hısımın isteği, kısa boylu aşçıyı, Başgardiyanın karşısında bir deve dönüştürmüş ve zafer kolay olmasa da sonunda Topri Efendi’nin olmuştu. Barva’ya sadece koca mutfağın bir köşesinde, formaliteden bir test için çılbır pişirmek düşmüştü. Topri Efendi, Kalaycı’nın gönderdiği adam ne pişirirse pişirsin beğenmeye hazır olduğu için çok özenmesine gerek yoktu. Böyle basit bir yemeği yapıp Başgardiyana ve aşçıya tattırdığında aslında saatlerdir ikilinin tartışmalarının manasızlığı da ortaya çıkmıştı. Başgardiyan, dile getirmese de Barva’nın elinin lezzetini sessizce kabul etmişti. Topri Efendi’nin çalımlı duruşunu görmemezlikten gelerek mutfağı soğuk bir ifade ile terk etmişti.


Mutfakta Barva ve Başgardiyan Durwa’dan başka kimse kalmamıştı. Akşam yemeğini yiyen gardiyanlar çoktan ya nöbet yerlerine ya kasabadaki evlerine ya da hapishanedeki odalarına çekilmişlerdi.  Barva, bir ıslık eşliğinde tezgâhı ve kirli tabaklarla dolu masayı temizlerken, başgardiyan da hala ağır ağır akşam yemeğini yiyordu.  Bu gereksiz uzatılan yemek Barva’yı rahatsız etse de başlarda umursamadı fakat bu yemek yeme töreni bir saate kadar ulaşınca Barva’nın da düşünceleri değişti. İki gündür mutfakta çalışıyor, geceleri de kasabadaki handa düşük bir fiyata kalıyordu. Deneme süresinden sonra hapishanede diğer yamaklar gibi bir yer vereceklerini söylemişlerdi. Bu gece ise gece nöbetinde mutfak işleri ona kalmıştı.

“Hiç Mekotoni’de bulundun mu, evlat?” diye sordu Durwa, yaz gecesini daha da boğucu kılan sessizliği bölerek.

Barva tezgâhın önünde bulaşık yığınını eritmeye çalışırken, başgardiyanın sorusu karşısında bir an yavaşladı fakat arkasını dönmeden konuşmaya başladı. “Bir düşüneyim…” elleri su dolu teknede hızla çalışırken beyni de ona eşlik ediyordu. Bu adam böyle bir soruyu neden soruyordu ki. “Mekotoni’nin merkez şehrinde bir süre kaldım… Ya siz? Durun söylemeyin… siz de Keri gibi bu kasabanın dışına adımınızı bile atmadınız… öyle değil mi?”

“Biraz gezmişliğim var fakat Krallığa hiç gitmedim.  Kısa bir süre mi kaldın orada?”

“Belki bir ay belki bir iki gün fazla ya da eksik. Ne değişir?”

“Öyle olmadığını bilmesem doğma büyüme Mekotonilisin diyeceğim de, aklıma gelen dilime varmıyor.” Durwa önündeki yarısı dolu kupayı bir dikişte bitirdikten sonra eliyle bıyıklarını temizledi.

Barva, neşeli bir kahkaha atarken Durwa’nın yüzünü görebilmek için işini bırakıp gardiyana döndü. Sözleri ile yüzünün ifadesinin uyumunu merak ediyordu. Yaşlı gardiyanın ise eğleniyor gibi bir hali vardı. Soruların bir tesadüf olduğunu söyleyerek 00kendini teskin etmeye çalışırken bir yandan da sakin görünüşünü korumayı sürdürdü. “Aralarında bir süre yaşamakla kızıllık geçer mi bilmem ama… ne yalan söyleyeyim onları yakından tanıma fırsatı yakaladım. Özellikle kadınlarını...” Burada durarak sırıttı. “Emin ol benden daha kızıllar.”

“Anne ya da babanın kökeninde orayla bir bağının olmadığına emin misin peki? Belki de bilmediğin akrabaların filan vardır.” Durwa önündeki boş tabağı ileri ittikten sonra sandalyesine yaslanırken ince kağıda sarılı tütününü keyifle yaktı.

“Mekotonili olmamı çok istiyor gibisiniz.” dedi Barva kaşlarını çatarken.

“Eğer oralı olsaydın Mekotonili birisinin şuanda burada… yukarıdaki hücrelerden birinde hapsolduğunu bilmek, ilgini çekebilirdi diye düşündüm.”

“Evet, ilgimi çekebilirdi eğer sizin dedikodu yapmaya bu kadar meraklı olduğunuza inanabilseydim.“

“Neyse tahminlerimde yanıldığıma göre, konuşmayı daha fazla uzatmanın manası yok.” Sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra ayağa kalkarak gerindi. “Şimdi bir tepsiye bir tas yemek, ekmek ve su koy,  arkamdan gel.” 
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 22 Temmuz 2016, 10:56:16
Barva, Durwa’nın bu ani değişimini anlamasa da mutfaktan çıkmak için önüne kadar gelen bu şansı kaçırmaya hiç niyeti yoktu. Seri hareketlerle denileni yaptı. Tepsiyi eline alıp önünde kilitli kapıları ardına kadar açan Durwa’yı uysal bir şekilde takip etti. İlerledikçe her kat girişinde her koridor ağzında birer metal demirlerle perdelenmiş kapı ve her kapının ardında ve önünde birer gardiyanla karşılaşıyorlardı.

Sonunda başgardiyan iki kat sonra, koridorun ortasındaki penceresiz demir bir kapının önünde durdu. Fakat diğerlerinde olduğu gibi koridorun başında ve sonundaki kapıların önünde dikilen gardiyanlardan birisi eksikti. Durwa önündeki kapıyı ardına kadar açtığında içeride yanan meşalenin ışığının azlığı ile ilk önce hücreyi boş zannetti. Durwa içeri girmesi için yolu ona açtı ve Barva’nın ardından girerek tekrar kapıyı kilitledi. Bu esnada yataklardan birinin boş olmadığını fark etti.


Durwa misafiri ile içeri girdiğinde Moita hücrede yalnızdı. Keri, Uli’yi kısa bir süre önce hücreden çıkarmış ve her akşam olduğu gibi burçlara götürmüştü. İlk hareket Moita’dan geldi; uzandığı yerden hızla doğrulup yeni geleni sessizce süzdü.

Önünde sessizce bakışan iki adamı göz hapsine alan Durwa “Tepsiyi yatağa bırak.” dedi yeni aşçı yamağına. Barva tepsiyi söylenen yere bırakırken yeni bir emir bekleyerek bakışlarını mahkûmdan Başgardiyana çevirdi.

 Moita ise kapı altından itilen yemeklerinin böyle özel olarak getirilip önüne bırakıldığını o akşama kadar görmemişti. Uli hücrede değilken getirilmesini ise ayrıca şüpheli bulduğundan sabırla Başgardiyanın ne yapacağını bekledi.

Barva kapıya doğru ilerlerken, Durwa onu durdurdu. “Bu acele neden?” diye sordu iri yarı adama.

“Bir mahkûmun yemek yemesini izleyecek kadar vaktim yok. Mutfakta bir sürü işim var ve ilk günlerden Topri Efendi ile kötü olmak istemem.” Barva cevap verirken, gerginliğini saklamaya çalıştı.

“Senin işin ben ne dersem onu yapmak, Bia.” Durwa, bıyıklarını çekiştirirken şüpheyle sordu. “Gerçek ismin mi bu?”

“İsim konusunda sizin bir öneriniz var mı, efendim?” Barva, Moita’ya dönerek seyircisinin sempatisini kazanmaya çalışan bir şaklaban gibi sırıttı.

“Barva’ya ne dersin? Hem anlamı da ilginç; Rüzgar demek.” dedi Durwa tüm ciddiyetiyle. “Kim olduğunu biliyorum ve Moita ile bağını da. O yüzden daha fazla birbirinize kaş göz oynatmayın.” dedi sabırsızca.

Barva, kulaklarına gelen haberlerin doğru olup olmadığını kontrol etmek için bin bir dalavere ile Ngola Lu Hapishanesi’ne girmişti. Planları Moita’nın burada olup olmadığını kontrol etmek ve dışarıdaki arkadaşlarını bundan haberdar etmekti. Kasabadaki ve kuzeydeki arkadaşları Barva’nın kendilerine ulaştıracağı bilgilere göre harekete edeceklerdi. Sonunda kuzenini bulmuştu. Fakat biliyordu ki Yaşlı adam bir tilki gibi kurnazdı ve oldukları kişileri inkar etse bile bir işe yaramayacağını hisseden Barva, geri kalan her şeye omzunu silkerek Moita’ya gülümsedi. Bu akşam kendisine ulaşamayacak olan Mgeri, yakalandığını anlayacak ona göre konuştukları gibi hareket edecekti nasıl olsa.

Moita ile kısa bakışmalarının ardından durumu kavramış olmanın verdiği rahatlık ile iki adam hücrenin ortasında birbirlerine sarıldılar. Barva sonunda Moita’yı bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla, neredeyse kendisi kadar uzun olan adamın sırtına neşeyle vuruyordu. “İyi görünüyorsun. Yaralı olduğunu sanıyorduk.” dedi endişe ile.
“Tahmininden daha iyiyim.”

Barva, Moita’dan birkaç adım uzaklaşarak yetersiz ışıkta onu açıkça süzdü. “Hapishanenin yemekleri yaramış olmalı, yüzüne kan gelmiş.” diyerek Moita’yı onaylayan Barva, hücredeki boş yatağı işaret etti. “Sanırım sen sağdakini aldığına göre soldaki yatak bana kalıyor.”

“Gene ne planlıyorsun?” diye sordu Moita alayla.

 “Artık ikimiz de mahkûm olduğumuza göre.” dedi Barva Uli’nin yatağına oturarak. Şiltenin rahatlığını ölçmek için birkaç kere sarstı ve sonunda da geriye ellerine yaslanarak Moita’ya göz kırptı.

“Seni tembel… hemen öyle gevşeme. Yatağın sahibi birazdan geldiğinde siz yatak için kapışırken araya girmem şimdiden uyarayım.” dedi Moita. Başgardiyan’a hızlıca bir göz atarak.

Hücre kapısına yaslanmış olan Durwa önündeki gösteriyi biraz şaşkınlıkla biraz da pos bıyıklarının uçlarını yukarı kaldıran keyifli bir gülümse ile izliyordu. Böyle ciddi bir durumun bu kadar hafife alınması ne de olsa her zaman rastlanabilecek bir durum değildi. Fazla vakti yoktu bu yüzden araya girme ihtiyacı hissetti. Moita’ya hitaben, “Rebu, seni Krallığa teslim etmek için birkaç gün içinde dönecek.” diyerek onları gerçeğe döndürmeyi denedi.

“Beni hesaba katmıyor musun?” dedi Barva, yokmuş gibi devre dışı bırakılmasına karşı yapmacık bir içerleme ile.

Barva’nın çabalarına rağmen inatla Moita ile konuşmaya devam eden Durwa  “Ve ben sizi onlar gelmeden buradan çıkarabilirim…” dedi ve sözlerinin bıraktığı etkiyi izlemek için bekledi.

Hücrede uzun bir sessizlik oldu. Moita ve Barva kesinlikle bunu beklemiyorlardı.  Doğru duyduklarından emin olmak için birbirlerine bakarlarken, Durwa önlerinde sözlerinin ciddiyetini kanıtlamak istercesine sessizce dikiliyordu.

Moita yatağa oturarak bir süre gardiyanı süzdü. “Bizi kaçırmanın karşılığında bir şeyler istemeyeceğini düşünmek, büyük bir aptallık olur sanırım.” diye tahminde bulundu.

“Eğer Mekotoni hazinesinden bir şeyler talep edeceksen, unut bunu.” Barva, sinirle homurdandı. Durumun ciddiyetini kavramış, az önceki neşesinden eser kalmamıştı.

Durwa, “Sizden tek kuruş istemiyorum.” derken kendisine hakaret edilmiş gibi yüzünü buruşturdu. “Sadece…” dedi bir an duraklayarak. “Buradan kaçarken Uli’yi de yanınızda götüreceksiniz.” Hapishaneden kaçabilmelerinin başka yolu olmadığını gayet net bir şekilde açıkladığını düşünüyordu. Başka bir şey söylemeye gerek duymadan yanıtı için Moita’yı bekledi. Fakat adamın kaşları çatılmıştı.

“Uli de kim?” diye Barva merakla sordu.

“Yatağın sahibi.” dedi Moita kısaca. Adam, Durwa’ya dönerek sakin bir şekilde açıklamaya girişti. “Madem hakkımızda birçok şeyi biliyorsun. Kaçmanın Uli için ne kadar tehlikeli olacağını da bilmen lazım.”

“Evet, biliyorum.” dedi Durwa, uyarıyı umursamadan.

“Yanımdaki her bir kişi yakalanma ve yakalandıkların da başlarına gelebileceklerin farkındalar. Uli’yi yanımda götüremem. Eğer bizi buradan çıkarabilirsen eminim senin için yapabileceğim başka şeyler vardır ama bu imkansız.”

“Eğer Uli bu hücrede birkaç yıl daha kalırsa kendisini tüketecek. Artık onu daha kaç yıl gözetebilirim bilmiyorum. Yaşlıyım… belki bir beş yıl daha. Ya ondan sonra Uli’nin hali ne olur, düşünemiyorum. Senin yanında şansı daha fazla olacaktır.”

Konuşurken sanki Durwa’nın omuzları çökmüştü. Barva nerdeyse yaşlı adama acıyacağını düşünürken görmediği birisi hakkında tartışan kuzeni ve yaşlı adamın arasına girmeden kenarda oturmayı tercih ediyordu.

“Yolda perişan olur… Çok zayıf. Bize yük olur, yavaşlatır da. Arkamızda Rebu varken onu geride de bırakamayız.” diye ısrar eden Moita, daha fazla oturamadığından ayağa kalkmış ve Durwa’ya doğru birkaç adım atmıştı.

“Uli yoksa, bu işi unutun.” dedi Durwa, onlara açık kapı bırakmayarak. Bıyıklarını titreten bir hayal kırıklığı yaşıyordu.

“Dur…dur… dur.” diyerek Barva telaşla ayağa kalktı. “Hemen öyle kestirip atmayalım beyler, bir çıkar yol elbette vardır, değil mi Moita?” Barva Moita’ya güzel bir yumruk atmak için can atıyordu. Ne yapmaya çalışıyordu bu. Kolay kaçış şanslarını önemsiz birisi için tepiyordu.

Moita Barva’ya aldırmadan açıklamak için girişti. “Durwa eğer Uli bizimle gelirse hayatı boyunca bir kaçak…”

Durwa, Moita’nın sözünü kesti.  “O, zaten ömür boyu mahkûm. Böyle birisine ise ömür boyu kaçak olmak cennet gibi gelecektir. Hem yakalansa ne olur ki, cezasını mı arttıracaklar. Kaçarsa en azından bir şansı olur.”

Moita, şimdi birçok şeyi daha iyi anlıyordu. Çocuğun bunu hak edecek ne yaptığı ise hala bir soru işaretiydi. Ne gibi korkunç bir şey…  Başlarına yeni bir bela alıp almadıklarından emin değildi. Fakat artık onu burada bırakamayacağını da biliyordu. “Pekala Durwa. Onu yanımıza alacağız.”
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 26 Temmuz 2016, 20:43:42
Arka Kapı


Uli bu gece de uyuyamamıştı fakat bu sefer hücresini arşınlamak yerine sırtını duvara dayamış, yaz gecesinin boğucu sessizliği ile gece nöbetçilerinin rutin sesleri arasında tavana dalıp gitmişti. Yatağında sırtüstü uzanmış olan Kızıl’ın, uzun süredir hareketsiz yatmasına rağmen uyumadığını, adamın düzensiz nefes alıp vermesinden anlayabiliyordu. Her ne kadar adam bir ay zannetse de yaklaşık iki haftadır aynı hücreyi paylaşıyorlardı ve Kızıl’ın uykusunda, buna uyuma denilebilirse eğer, sık sık uyandığı o kısacık dalma anlarında huzursuzca kıpırdandığına çok kereler şahit olmuştu.

Ayaklarının altından gelen bir patlama ile yataklarında sarsıldıklarında, Uli gecenin tek düzeliği gibi dört duvar arasındaki zoraki sakinliğinin de bozulduğunu bilmiyordu. Sırtını korkuyla duvardan uzaklaştırırken Kızıl’ın tepkisi daha da büyük oldu. Hızla doğrulan adam, taştan duvarların izin verdiği her sesi yakalayabilmek için dikkat kesilmişti. Gözleri Uli’ye dikili olmasına rağmen bakışları onu görmeden geçip gidiyordu sanki.

İlk büyük patlamada tüm huzuru kaçan hapishanede o ana kadar uyuyan bir kaç mahkum ya da gardiyan varsa eğer, ikinci ve hemen ardından gelen üçüncü sarsıntı ile hepsi ayaklanmış olmalıydı. Kulak kesilmelerine gerek yoktu artık. Mahkumların merak ve korku dolu bir şekilde neler olduğunu anlamak için sordukları sorulara gardiyanların sakin olmaları için azarlayan ya da onları yatıştırmaya çalışan sözleri karışıyordu.

Uli’yi ne patlamanın sebepleri ne de sonuçları ilgilendiriyordu. Sırtını tekrar duvara yaslarken artık ayaklanmış olan Kızıl’ın hareketlerini merakla izlediğinden, duvardaki parmaklıklı pencereden hücreye dolan dumanı çok geç fark edebildi.

Moita, köşedeki sürahiyi alıp çarşafını ıslattığında, duman hücrenin bir kısmını kaplamıştı bile. Islak çarşafı pencerenin tamamını kaplayacak şekilde sıkıştırmaya çalışan adam Uli’yi harekete geçirmek için öksürükleri arasında seslendi. “Kapıya yakın dur!”

Uli yatağından şaşkınlıkla kalkıp gerilerken bir yandan da Moita’nın pencereyi kapamak için harcadığı çabayı dumanların içinden tedirginlikle izliyordu. Sırtı kapıya çarpınca durabildi fakat dayandığı çelik aniden açıldı. Eğer Durwa’nın koca elleri onu omuzlarından yakalamasaydı, düşecekti.

“Buradan çıkıyorsunuz.” dedi Durwa, hiçbir şey açıklamadan.

Başgardiyanın emri üzerine çarşafla uğraşmayı bırakan Moita, kapıya koşarak temiz havayı aceleyle ciğerlerine çekti. Semu’nun çıkardığı kelepçeyi fark ettiğinde Moita, bağlanacağını anladığından söylenmesine gerek kalmadan hoşnutsuzlukla ellerini önde birleştirdi. Durwa kelepçelediği adamı kolundan tutarak yönlendirirken, Semu’nun yanında Uli’nin serbestçe yürümesine izin verdi.

Dumana maruz kalan yakınlardaki hücreler de boşaltılıyor, mahkûmlar gardiyanlar refakatinde başka katlara ve hücrelere naklediliyorlardı. Başgardiyan refakatindeki iki mahkûmu, zemin kata indirmek için koridorun sonundaki merdivenlere yönlendirdiğinde diğerlerinden farklı yöne gittiklerini fark eden Semu, “D bloğuna götürmeyecek miyiz, efendim?” diye merakla sordu.

Durwa “Ceza hücrelerine gidiyoruz.” derken sorudan rahatsız olduğunu kaşlarını çatarak belli etti.

Semu anlamakta biraz gecikti. “Ama diğerleri...”

“Diğerlerini almaya Rebu gelmeyecek.” dedi Durwa, Moita’nın önemini Semu’ya hatırlatarak.

İtiraz şansı kalmayan Semu uysal bir şekilde Başgardiyana boyun eğerken iki kat daha indiler. Ceza hücreleri L şeklindeki hapishanenin alt kuyruğunun en ucundaydı. Zemin katta ilerledikçe boş hücreler çoğaldı, koridor ya da merdiven başlarındaki demir kapılar azaldı. Ceza hücrelerinin bulunduğu koridor ise gardiyanlardan tamamen arınmıştı ve hücreleri boştu. 

Başgardiyan yanındaki anahtarlarla bir hücrenin demir kapısını açtığında Uli, Kızıl’ı buraya kapatmalarına hak verse de diğerleri ile birlikte yukarı götürebilecekken neden ona da Rebu’nun kaçağıyla aynı muamelenin yapıldığını sorguluyordu. Durwa nasıl oluyor da buna izin veriyordu bunu anlamakta zorlanıyordu. Hücrelerinden çıkarıldıklarından beri ihtiyar ile göz göze gelmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Yine de içerlediğini belli etmemek için sessizliğini korudu.

Penceresiz koridorları geçerken taşıdığı meşale ile önden yürümüş olan Semu hücreye de ilk girdi.  Moita ve Uli’nin peşinden giren Durwa, ardından kapıyı kilitlediği esnada önlerinden gelen bir gürültü ile hızla döndü. Semu boş bir çuval gibi düşerken beraberinde götürdüğü meşale yerde yuvarlanıyor, hücredeki tek ışık bir kaybolup bir parlıyordu. Hızla kılıcına davranan Başgardiyan daha muhatabını göremeden kolundaki acıyla silahını elinden düşürdü. Uli hücrede kendilerinden başka kaç kişi olduğunu göremiyordu fakat Durwa’yı korumak için panikle kapıya doğru atıldı.

“Dur! Bekle.” Moita, Semu’nun üzerine eğilerek bağlı ellerinin izin verdiği ölçüde gardiyanın hareketsiz bedenini kontrol etti.

O anda Uli, yüzünü göremediği iri yarı karanlık bir siluetin Kızıl’ın sözünü dinlediğini şaşkınlıkla fark etti. Durwa’ya dönerek “Kaçacaklar.” derken ihtiyarın kolunu görebilmek için gömleğinin kolunu sıyırmaya çalışıyordu.

“Gerek yok. İyiyim.” dedi Durwa Uli’nin elini durdurarak.

“Ölmemiş sadece bayılmış. Dadali bazen haklı, elinin ayarı yok, Barva.” dedi Moita rahatlayarak. Ayağa kalkıp, sönmek üzere olan meşaleyi aldı, tutacaklardan birine yerleştirdi. Alevler yavaşça canlanarak karanlık hücreyi aydınlattı.

“Bazen mi? O her zaman haklıdır.” dedi Barva sırıtırken, ablasının haklı olmasından bu kez hoşlandığını hissetti.

Uli artık saldırganı tam olarak görebiliyordu. Adam Kızıl’dan daha iriydi fakat onu asıl şaşırtan Moita ile olan benzerliğiydi. Durwa, koluna dokununca irkildi. Aşırı tepki vermiş olmalıydı ki iki adam da aniden ona döndüler.

“Uli ile tanış. Bizi buradan çıkaracak asıl kişi o.” Moita açıklama yaparken onlara doğru yaklaşmıştı.

Uli doğruldu ve ince bedeniyle başgardiyana siper olmaya çalıştı. “Sizinle hiç bir yere…” Durwa’nın yanından uzanarak Moita’nın kelepçelerini çözdüğünü görünce, az önce kararlı çıkan sesi aniden kısıldı. “...gelmiyorum.”

Moita şimdiye kadar, Uli’nin de bu planın içinde olduğunu, her şeyden haberdar olduğunu düşünmüştü fakat yanıldığı ortadaydı. Durwa, Uli’den büyük bir itirazla karşılaşacağını bildiği için kaçışı oldubittiye getirmek istemiş olmalıydı. İhtiyarla çocuğun meseleyi halletmesi için uzaklaştı ve Barva’nın uzattığı gardiyan kıyafetlerini giymeye koyuldu.

Anahtarları Barva’ya fırlatan başgardiyanın ağzını açmasına fırsat kalmadan Uli atıldı. “Durwa! Kaçmalarına yardım mı edeceksin?”

“Evet.”

“Bunu neden yaptığını anlamıyorum.” diye fısıldadı Uli, büyük bir hayal kırıklığı ile.

“Seni yanlarında götürmeleri karşılığında onlarla anlaştım.” diyen Durwa, şefkatle Uli’ye uzandı.

Durwa’nın sözleri karşısında Uli geriledi ve gardiyanın elinden kurtuldu. “Sen ne dediğini bilmiyorsun.”

“Buradan kurtulmak için yakalayabileceğin tek fırsat bu. Kaçmakta uzman olduklarını düşünürsen onlarla gidersen güvende olacaksın.” Durwa ikna etmek için kararlı bir şekilde konuşurken Uli’nin omzunu tekrar yakaladı. Yaralı kolu yanında sarkıyordu.

Uli korkuyla büyümüş gözlerini kırpmaya bile cesaret edemedi. “Topraklarını sattıkları gibi beni de satmayacaklarını nereden biliyorsun?” Duyulmaktan çekindiğinden, dinlenip dinlenmediğinden emin olmak için Kızıl’ı ve yanındaki adamı kontrol etti. Giyinmekle meşgul görünüyorlardı. Durwa’ya dönerek “Onlara güvenemeyiz.” dedi aynı kararlı tonla.

“Hiçbir şey bilmiyorlar, merak etme.” dedi Durwa, Uli’nin omzunu hafifçe sıkarken.

Durwa’nın onu kaçırmak için bu kadar kararlı olduğunu görmek, düşünmediği, gerilere ittiği tüm korkularını bir anda yüzeye çıkarmıştı. Yıllarca bir hücrede yaşamaya zorlandıktan sonra, şimdi gitmesi isteniyordu. Durwa onu hiç bilmediği topraklara hiç tanımadığı insanlarla gönderiyordu. Ne hapse girerken ne de hapisten çıkarken fikri bile sorulmuyordu. Uli, korkuyla kapıya doğru geriledi. “Yapamam, artık dışarıda yaşayamam… Ne olur Durwa, beni gönderme.” diye yalvardı.

“Seni bulurum… Nerede olursan ol bulurum.”

Uli başını iki yana inatla sallarken “Hayır, gitmek istemiyorum.” diye inledi.

Durwa çaresizlikle Uli’yi süzdükten sonra Moita’ya “Hadi, götürün onu!” diye bağırdı.

Bir kendisine doğru yaklaşan Moita’ya bir de Durwa’ya şaşkınlıkla bakan Uli, ihtiyara yalvardı. “Lütfen… gönderme…” Moita’nın ellerini itmeye çalıştı. Fakat kendisinin iki katı olan adamın gücünü engelleyebilmesi imkansızdı.

Moita bir deri bir kemik olan bedeni kapıya doğru sürüklemekte zorlanmadı. Uli’nin çırpınmalarından çok hala onu göndermemesi için acıyla yalvaran sesi, hıçkırıklarla sarsılan bedeni elini kolunu bağlıyordu. “Durwa için işi daha da zorlaştırıyorsun.” diye Moita fısıldadığında Uli’nin elleri kolları yavaşça düştü. “İşte böyle, evlat.”

Durwa, Barva’ya dönerek başıyla işaret etti.

“Bunu görmesen iyi olur.” Moita, Uli’yi hücreden uzaklaştırırken Barva, ihtiyara sert bir yumruk attı.


Barva birkaç dakika içinde Durwa’nın kılıcıyla yanlarına geldiğinde elindeki kan lekelerini gizlemeye çalıştı. Uli ile göz göze geldiklerinde iri yarı adam utanarak bakışlarını kaçırdı. Fakat “Durwa nasıl?” diyen Uli’nin endişeli sorusundan kaçamadı.

Barva kısaca “Bayıldı.” dedi fakat ihtiyarın birkaç kaburgasının kırdığını söyleyemedi.

“Kaçışımızla bir ilgisi olmadığını kanıtlamak için bu gerekliydi. Kendisi böyle olmasını istedi. Anlıyor musun?” diyen Moita, kendini Uli’nin gözlerinde neden temize çıkarmaya çalıştığına anlam veremedi.

“Ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Uli hiç de istekli olmayan bir sesle. Gözyaşlarını yanağından silmeye çalışırken öfkeyle Kızıl’ı süzüyordu; eğer Moita yakalanıp buraya getirilmeseydi ihtiyarın aklına onu kaçırmak gibi bir fikir düşmeyecekti.

“Bizi labirentlerden dışarı çıkar, ondan sonrasını bize bırak. Bizde seni bu hapishaneden, bu kasabadan güvenli bir şekilde uzaklaştıralım.” dedi Moita Uli’yi ikna etmek için.

Uli, ‘ya sonra?’ diye sormak istedi ama dudaklarından farklı şeyler döküldü. “Şu anda nerede olduğumuz hakkında hiç bir fikrim yok.” dedi önlerindeki karanlık koridoru çaresizlikle gösterirken.

“Meşale taşımayı göze alamayız.” diye açıkladı Moita.

“İhtiyar, bu koridorun sonundan sağa dönmemizi, ardından sol yapmamızı söyledi. Kilitli bir kapı bizi labirente çıkaracakmış. Orasını biliyormuşsun Uli. İki gün önce, akşam gezintisinden hapishaneye oradan girmişsiniz.” Barva, Başgardiyanın sözlerini aktarırken Uli’nin yeni bir isyanı ile karşılaşmaktan tedirgindi.

Uli, Durwa’nın tüm o bulmaca saçmalıklarını bu yüzden, kaçma durumunda yolunu bulabilsin diye yaptığını şimdi anlıyordu. Başını kabullenmişlikle sallarken, karanlıkta göremeyebileceklerini hatırladı. “Orayı biliyorum.” diye ihtiyarın sözlerini onayladı.

Barva, Uli’nin sakinliğini görünce rahatladı. “O çıkıştan sonra bizi surun arka kapısına götürmen gerek.”

“Orası çok sıkı korunur. Çıkardığınız yangına rağmen nöbetçiler yerlerinden ayrılmayacaklardır.” dedi Uli itiraz ederek.

“Sen bizi labirentten geçir, gerisini merak etme.” dedi Moita. Uli’nin koluna dokunarak yürümesi için yönlendirdi.

Barva, hiç bir talimat beklemeden öne geçti. Moita Uli’yi aralarına aldı ve arkayı kollayarak ilerledi. Herhangi bir sorunla ya da gardiyanla karşılaşmadan labirente açılan kilitli kapıyı buldular. Durwa’dan aldığı anahtarlarla kapıyı açan Barva’nın ardından karanlıkta bile yeşili insanı boğan çalıdan dehlizlere aceleyle girdiler.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 26 Temmuz 2016, 20:44:52
Geriye doğru bakınca labirentin yüksek duvarlarına rağmen gökyüzüne yükselen kızıl ışıklar rahatça görülüyordu. Anlaşılan Barva’nın başlattığı yangın dakikalar geçtikçe azalmak yerine çoğalıyordu. Uli uzun süredir evi olan bu yapının aldığı zarara sevinemediğini hissetti.

Uli “Kapı bu duvara gizlenmiş durumda.” derken kendisinin de artık onlardan biri olduğunu unutarak, bakışlarını arkasındaki iki kaçağa çevirdi. Labirenti geçmeleri kolay olmuş, kendisini bile şaşırtarak yollarını kaybetmeden onları çıkışa getirebilmişti. Gündüz olsa, bozulmuş dallar ve yapraklardan yerini saptamak çok daha kolaydı fakat şimdi karanlıkta gizli kapıyı bulması gerekiyordu. Sert bir nokta arayarak duvar boyunca elleri ile yaprakların arasını yoklamaya başladı. Ne yaptığını anlayan iki adam da ona katıldı.

Kısa bir süre sonra karanlıkta “Burada.” diyen Barva’nın kısık sesi duyuldu. Diğer taraflara göre daha gevşek olan dallar arasından elini uzatarak kilidin yerini araştırdı. Kısa sürede uygun anahtarı da bularak özgürlüklerine açılacak kapılardan birisini daha kolayca araladı fakat iri bedenini çalıların arasından geçirmekte zorlandı. Tamamen dışarı çıkmadan önce, labirentin yüksek çalı duvarları ile surun taştan duvarları arasındaki yolu dikkatle kontrol etti. İçeride kalan kolu ile yolun serbest olduğunu Moita ve Uli’ye işaret etti. Barva’nın tüm bedeni çalılar arasında kaybolunca Moita Uli’nin de geçebilmesi için dalları araladı.

Geniş kandillerle yol ışıklandırılmıştı. Aydınlık yüzünden gözlerini kırpıştıran Uli, Barva’nın kendisini duvarın dibine neden çektiğini göremedi. Tam kapıdan çıkmak üzere olan Moita, Barva’nın işareti ile geriledi.

Surun yüksek duvarlarının üzerinde rutin yürüyüşünü yapan nöbetçinin, gözlerini yangından uzaklaştıramadığından, burnunun ucundakini dahi göremeyecek durumda olması o anda kaçakların hızla gizlenmesini kolaylaştırmıştı. Diğer gardiyanların da bu kadar dikkatsiz olmaları için dua ederek, nöbetçinin uzaklaşmasını nefeslerini tutarak beklediler. Tam rahatlayıp yol boyunca sola doğru yürümeye başlamışlardı ki çok geçmeden arkalarından gelen aceleci ayak sesleri ile yavaşladılar. Artık duvar dibine sinmek ya da saklanmaya çalışmak sadece şüpheleri daha fazla üzerlerine çekmek demekti.

Moita Uli’nin kolunu kavradığında hem ona bir mahkum görüntüsü vermek adına hem de gönülsüz çıktığı bu yoldan Uli’nin geri dönme ihtimaline karşı bir uyarı niteliğindeydi. Adımlar yanlarına yaklaştığında yavaşladı. Yol, bir atlı arabanın geçebileceği kadar genişti. Dört kişi yan yana yürürken yeni gelene bakmamak imkansızdı. Moita, genç gardiyanın terli yüzündeki çekingen ifadeyi yakaladı ve Uli’nin belli belirsiz bir şekilde “Yeni…” diye fısıldadığını duydu.

“Yanlış yöndesin evlat. Yangın geride kaldı.” diyen Moita genç gardiyana sert bir şekilde çıkıştı.

Uli, evlat lafına yüzünü buruşturdu. Kızıl’ın kendinden genç gördüğü herkesi evlat edinme gibi bir huyu olmalıydı.

“Hayır efendim. Arka kapıda ki nöbetçi ile yer değiştirmem söylendi.” Yeni gardiyan içini çekerken sanki kendi kendine söylenir gibi, “Yangında benden daha çok yararlı olacakmış.” diye ekledi.

“Hadi koş evlat, seni oyalamayalım o halde. Görevin acil.” dedi Moita ve Barva’ya kısa bir bakış attı.

Uli, daha ancak birkaç adım ilerleyebilmiş olan genç gardiyanın ardından Barva’nın harekete geçtiğini fark etti. İri yarı adamın genç gardiyana bir şey yapacağını anlayınca ağzından ufak bir çığlığın kaçmasına engel olamadı. Barva, geriye dönmeye fırsat bulamayan gardiyanın ağzına bir kumaş parçasını yapıştırdı. Kumaşa gömülen sessiz haykırışlar ve kurtulmaya çalışan çaresiz hamleler kısa sürede durdu. Barva, gardiyanı bir bebek taşır gibi surun dibine bıraktı.

Uli, gardiyan için attığı çığlıktan utanmıştı. Hala kolunu tutan Kızıl’dan kurtulmak için ondan uzaklaşmaya çalıştı fakat başarılı olamadı.

“Her ihtimale karşı…” dedi Moita kaşlarını çatarak.

“Hangi ihtimale karşı?” Uli, tam aksi olması gerekirken kendisine güvenilmemesinden rahatsız oluyordu.

Moita tekrar yürümeye başladıklarında “Kapıya geldiğimizde, bu kez seni tanıyacaklardır. Şüphelenmemeleri önemli.” dedi açıklayıcı olduğunu umarak.

“Onları uyarmayacağım.” diyen Uli’nin yanlış anladığı açıktı.

“Biliyorum ama bizi tanımayacakları için Barva ile benim yeni olduğumuza inanmaları lazım.”

“Durwa hiçbir zaman beni bu şekilde, bir yerlere sürüklemezdi.” dedi Uli adeta tıslayarak.

Uli’nin bu ateşli haline alışkın olmayan Moita, “İşte biz de tam da buna güveniyoruz…” derken çocuğu merakla süzüyordu. Barva'nın uyarısı ile açıklamasını yarıda bıraktı. Özgürlüklerine açılacak kapıya yaklaşmışlardı.

Arka kapı labirenti de içine alan surların kuzey tarafındaki ön kapıdan daha küçüktü. Genellikle yük arabalarının geçişi için kullanılan kapının iki kanadı da metal parçalarla desteklenmiş, kalın, ahşap plakalardan ibaretti. Taş duvarların arasında dışarıya çıkıntı veriyor ve bu yüzden önündeki yol genişliyordu. Kapının her iki yanında surun üzerine çıkan yüksek taş merdivenler ve onların ilk basamaklarında sıkıntı ile oturan iki gardiyan vardı.

Üçlü yaklaştıkça gardiyanların bakışlarının üzerlerinde kilitlendiğini hissettiler ve merak edilen soruyu daha dillenmeden fark ettiler. Uli, Gardiyan Kelther’i hemen tanıdı. Gardiyanın bakışları ise Uli ve yanındaki yabancı gardiyanlar arasında gidip geliyordu.

Barva tanınma ihtimaline karşın özellikle başını kaldırmamaya dikkat ederken Moita, Uli’yi de yanına çekerek biraz öne çıktı ve “Ateşiniz var mı, efendim?” dedi. Bir eliyle ceplerini karıştırırken bir yandan da gardiyanlardan yaşça daha büyük olana yaklaştı. Sanki piposunu bulamıyor gibi bir süre oyalandı.

“Başgardiyan nerede?” dedi Kelther, Moita’ya sormasına rağmen cevabı Uli’den bekliyor gibi ona bakıyordu. Durwa her zaman Uli ile ilgili her türlü işi kendisi yapmakta ısrarcı olmuştu ve çocuğu yalnız bıraktığı pek nadir görülürdü. Fakat bu gecenin normal bir gece olmadığını hatırladı. Yıllardır Ngola Lu Hapishanesinin başına gelmiş en kötü olay, bu yangındı. Bu sırada genç gardiyanda kendilerine yaklaştı. İnce bir çubuğu kandillerden birinde tutuşturup ateşi Moita’ya doğru uzatırken Kelther’den daha şüpheci görünen hali dikkat çekiciydi.

Uli’den ses çıkmayacağını anlayan Moita, “Başgardiyan yangının başında.” dedi ateşe uzanırken. “Bu gece gördüğüm ateşin hayatım boyunca yeteceğini zannetmiştim ama…” Moita tütüne düşkünlüğünün mazeret olarak kabul edilmesini umarak omzunu silkti. O esnada bir türlü bulamadığı piposunun yerine cebinden çıkan eli, sert bir yumruk halinde ateşi veren gardiyanın yüzünde patladı.

Uli, ağzını örterek çığlığını son anda engellerken hızla geriye çekildi. O ana kadar kenarda bekleyen Barva, Kelther’e doğru hamle etmişti. Gardiyanın Moita’ya yönelen kılıcını Durwa’nın kılıcı ile yarı yolda karşıladı. O kadar sessiz bir şekilde beklemişti ki iki gardiyan da nerdeyse iri yarı adamın varlığını unutmuşlardı. Diğer tarafta Moita’nın yumruğunun burnuna inmesini engelleyemeyen genç gardiyan bu kez can havli ile kılıcına davrandı. Moita, gardiyanın kınından çıkarmaya çalıştığı kılıcın kabzasını adamın elinin üzerinden kavradı ve kabzayı gardiyanın kanamaya başlamış burnuna, yukarıya doğru çekti. Uli dehşetle kemiğin kırıldığını duydu. Artık kınından çıkmış kılıcı Kızıl’ın eline teslim eden gardiyan acıyla burnundan akan kanı engellemeye çalıştı. Bu yüzden kabzanın ensesine indiğini göremedi ve merdivenin dibine yığılıp kaldı.

Kızıl’ı izlemekten Barva’yı kaçırdığını fark eden Uli, Kelther’in başına gelmiş olabileceklerden endişeli, o yana döndü. Gardiyan eflatun üniformasının üzerinde belirmeye başlayan koyu kırmızı lekeleri elleri ile örtmeye çalışıyordu. Adamın şaşkın bakışları Uli’nin gözlerine kilitlendi. Sanki acısını çocuğun şaşkınlığı ile hafifletmeye çalışıyordu.

Barva, gardiyanın yolundan çekilmesi üzerine, beklemeden kanatlı kapıları tutan büyük kalasa yöneldi. Ancak Moita’nın yardımı ile ağır ahşabı yerinden kaldırdıklarında kanatlar hafif bir gıcırtı ile aralandı. Onları izlerken Uli’nin solukları ağırlaştı. Bu ne yüzüne çarpan sıcak yaz esintisi ile ne de geride bıraktığı yaralı Durwa ya da Kelther ile ilgiliydi. Sadece uzun zaman sonra özgür olarak aldığı ilk nefes ciğerlerini yakıyordu.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 01 Ağustos 2016, 12:03:27
Doğru bir yöntem mi kullandım bilmiyorum ama aşağıya kurgunun kaba bir haritasını ekliyorum. Bu konuda bir arkadaşımla yaptığımız ilk harita çalışması. Harita üzerindebir kaç mantık hatası ve kurguyla örtüşmeyen bir kaç nokta var ama özellikle gönderdiğim bir sonraki bölümlerin daha iyi anlaşılması için bu haliyle de olsa eklemeyi uygun buldum. Umarım beğenirsiniz, Keyifli okumalar. :)

(https://s-media-cache-ak0.pinimg.com/564x/c7/5c/24/c75c24fc7af87782b0d14c3c5e271925.jpg)

Alizarin Çölü

Kaçaklar bir süredir hapishanenin güneyindeki tarlalarda yaya olarak ilerliyorlardı. Onları takip eden ne bir kuş ne de bir insan vardı.  En azından Uli, geriye tedirginlikle baktığı o kısa anlarda kimseyi görememişti. Sadece  karanlığın içinde bir kandil gibi yanan hapishaneyi uzaktan zar zor da olsa seçebiliyordu. Bakışlarını önüne kaydırırken karamsarlıkla içini çekti. Ona hiçbir şey söylemiyorlardı. Nereye gidiyorlardı, yayan mı kaçmayı planlıyorlardı, ne zaman duracaklardı, Uli’nin hiçbir fikri yoktu. Kızıl işin bu kısmını düşünmemesi gerektiğini birçok kere söylemişti fakat Uli yine de endişeleniyordu. Bir de sanki geride kalırsa onu bırakacakları korkusuyla Moita ve Barva gibi güçlü kuvvetli iki adamın temposuna yetişmek için çabalıyordu.

Tükendiğini hissettiği bir anda aniden durduklarında Uli istemsizce olduğu yere, dizlerinin üzerine çöktü. Kalbi o kadar gürültü çıkarıyordu ki sanki kulaklarında atıyordu. O esnada tarlaların bitimindeki ağaçların arasında hareket eden birilerini fark etti. Hızla ayağa kalkarken Kızıl ya da Barva’nın da onları görüp görmediğini anlamaya çalıştı.

 Barva’nın adeta kükremesi ile Uli donup kaldı. “Mgeri! Şaşırttın beni. Gömleklerini valizine, ütüsü bozulmadan yerleştirmeye çalışırken baya gecikeceğini düşünüyordum.” 

Dört atı yedeğinde getiren ince, orta boylu bir siluet onlara yaklaşırken yeni gelenin sesi kibar bir şekilde boş tarlada yankılandı. “Hayatın gömleklerin gibi çok sıradan dostum. Tüm şaşkınlığın bundan.”derken atların yularını Barva’ya fırlattı. Kızıl’ın koca eli, Barva’nın tüm kışkırtmalarına kibar bir gülümsemeyle cevap veren Mgeri’nin elini sertçe kavrarken, Uli rahatlayarak tekrar oturdu. Barva için neredeyse Moita’nın kardeşi denebilecek benzerliğine rağmen yeni gelen adam, Uli’nin üzerinde ikilinin tam zıttı bir izlenim bırakmıştı.

Moita, onları şaşkınlıkla izleyen Uli’ye dönerek “Ata binmesini biliyor musun, evlat?” diye sordu.

Titrek bir sesle “Evet” diyen Uli, bir ata binmeyeli yıllar geçmiş olmasına rağmen en azından artık yürümeyeceklerine memnundu. Atlardan en küçük ve kontrol edilebileni seçen Moita, Uli’yi yanına çağırarak binmesine yardım etmek için iki elini önünde birleştirdi.

Göveri Hanı’nda birbirlerini tanımıyormuş gibi davranmalarına rağmen Mgeri, sürekli Barva ile iletişim halinde olmuş ve hapishane dışında, her türlü ihtiyaçlarını ve bilgiyi temin etmişti. Barva yanlarına birisini daha almak zorunda olduklarını söylerken Mgeri’yi küçük bir at bulması için uyarmıştı. Fakat Mgeri, Moita’yı kaçırmalarının bedelinin, bir iskelet kadar zayıf ve hastalıklı görünen böyle bir çocuk olacağını tahmin etmemişti. Uli’yi merakla süzerken “Yanınızda hapishaneden bir hatıra mı getirdiniz?” diyerek kendi atına çeviklikle atladı.

Moita, Uli’nin eyerine yerleştiğinden emin olduktan sonra kendisi de atına bindi.  “Asıl oraya bıraktığımız hatıra uzun yıllar boyunca unutulmayacak.” dedi neşesiz bir sesle.



Moita ve Barva’nın yaklaşık üç senedir, at sırtında yemek yedikleri, uyudukları, dinlendikleri bu seyahat şekli Uli’yi birkaç saat içinde tüketmişti. At üstünde düşmeden durabilmesi bile bir mucizeyken bu şekilde daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Parmaklarının tek tek gevşemesi ile Uli, dizginlerin elinden kaydığını hissetti. Atın boynuna doğru eğilip dizginleri yakalamaya çalışırken, neredeyse düşüyordu.

O esnada Uli’yi kontrol etmek için arkasına dönmüş olan Moita, yardım edebilmek için atını geri çevirdi. Dizginleri yakalayıp çocuğun eline teslim ederken “İyi misin?” diye endişeyle sordu.

Uli utandığını hissediyordu. Adamın yüzüne bakmaya cesaret edemeden “İyiyim.” diye mırıldandı.

Moita “Yorulduğun zaman haber ver. Bir çaresine bakarız.” derken aslında Uli’nin durumunun farkında olmasına rağmen şuanda mola vermek için çok erken olduğunu düşünüyordu. Durwa’nın tahminlerine göre, Rebu’nun hapishaneye dönmesine çok az zaman kalmıştı, belki birkaç gün belki de sadece birkaç saat. Kaçtığını öğrendiğinde, Üç Göz tekrar peşlerine düşmek için oyalanmayacaktı. Bu da mesafeyi açmak için onları zorluyordu. Önde olmanın avantajından ne kadar faydalanabilecekleri ise hızlarını korumalarına bağlıydı. Yolun izin verdiği ölçüde Uli’ye cesaret vermek için Moita atını onun yanında sürerken ikisi de ne korkularına ne de endişelerine dair tek bir kelime etmediler.

Tüm gece at sırtında geçtikten sonra gece sabaha kavuştuğunda Ngola Lu Hapishanesi ile aralarındaki mesafe iyice açılmıştı. Yoldan uzak durarak seyrek ağaçlar arasındaki patikalardan ya da tarlaların sınırlarından ilerleyerek mümkün mertebe doğuya doğru hızlarını düşürmeden ilerlediler.

Moita, tırmandıkları tepenin ağaçsız zirvesinden, kuş uçuşuyla bir günlük mesafede olan Krallık’a bakıyordu. Buradan, Quri Kanadı’nın sınırı olduğunu tahmin ettiği dağların kızıl pus içindeki siluetlerini belli belirsiz seçebiliyordu. Sabah güneşinin pırıltılarını yansıtan çayın çizdiği yolu gözleriyle takip etti. Kuzeyde bir kanyonun kızıl, çorak kayalarının ardında kaybolana kadar manzaranın tek düzeliğini kıran bu bodur yeşilliğin müsebbibi olan çay, güneyde gözlerden uzakta Kuzgun Nehrine karışarak Quri Kanadı’nın içinden geçtikten sonra denize kavuşuyordu.

Takipçileri, muhakkak Krallık ve doğu yerine onların batıya doğru kaçacaklarını, Alizarin Çölü’nü geçmeyi göze alamayacaklarını düşüneceklerdi. Moita’nın asıl güvendiği de bu şaşırtmacaydı. Çok iyi bildiği topraklara uzaktan bakarken arkasından gelen gürültü dikkatini dağıtmasaydı o anda tüm molayı manzarayı izleyerek geçirebileceğini düşünüyordu.

Uli, durdukları esnada atından düşerek yere yığılmış ve bembeyaz bir yüzle yerde yatıyordu. Moita, Mgeri’yi çocuğun üzerine eğilmiş endişe ile yüzüne vururken buldu. İnce bedende adamın tüm çabalarına rağmen bir hareket yoktu.

“Burada bir süre dinlenelim.” dedi Moita atından inerken. Eğerinin arkasına asılı matarasını çıkardıktan sonra Uli’nin yanına diz çöktü.

“Önemli bir şeyi yok sadece yorgunluk ve sıcaktan bayılmış.” dedi Mgeri. Oldukça endişeli görünen Moita’yı rahatlatmak için söylediği sözleri kendisi de aslında pek inandırıcı bulmuyordu. Yine de Uli’yi hafifçe kaldırarak sırtının kendisine yaslanmasını sağladı. Moita’da bu esnada kurumuş dudaklara matarayı dayarken çocuğun bir parça su içmesini umut ediyordu.

“Onun bu kadar dayanabilmesi bile bir mucize… Umalım ki sadece hareketsizliğin verdiği hamlık olsun ve birkaç gün içinde bu tempoya alışsın.”

Moita’nın söylediklerine başını sallayan Mgeri, bir yaz gecesinin serinliğinde yapılan at üstündeki bir yolculuğun etkisinin güneşin alnında yapılandan farklı olduğunu bilmesine rağmen Moita’ya itiraz etmedi.

Sağlarında yükselen sabah güneşinden kaçınmak için bulundukları tepeden aşağıya indiler. Alçak toprak yükseltilerini siper alarak gölgede bir mola yeri buldular. En fazla bir saat diye düşündü Moita, daha fazla oyalanmaları söz konusu değildi.

“Bu noktadan sonrasında izimizi çok rahat sürerler.” dedi Moita başlarına gelebilecekleri arkadaşlarına açıklayarak. Ayakta, önlerindeki kırmızı topraklarları süzerken kaşları çatılı ve düşünceliydi.

“Buraya kadar gelebilirlerse eğer…” dedi Barva az önce yedikleri birkaç parça yiyeceğin kalanlarını toplarken. Mgeri sırt üstü uzanmış gözleri kapalı biraz daha dinlenebilmenin keyfindeydi. Baygınlığı atlatmanın ardından Uli, ne kadar çabalarsa çabalasın onları eninde sonunda yavaşlatacağını düşünerek yakaladığı fırsatı değerlendirmenin peşinde derin bir uykuya dalmıştı.

“Sen de biraz dinlensen iyi olur. İlk nöbeti ben alırım.” diyen Barva, Moita’nın yanına giderek koca elini kuzeninin omzuna dayadı. Çölün uyanmaya başlayan sıcağını gözlerini kısarak süzdü. “Bir ok yaran var. Hiç şikâyet etmezsin, bilirim ama bu kadar kısa sürede iyileşmen de bir mucize olurdu.” Barva, Durwa’nın onu bir yemek tepsisi ile hücreye götürmesinin ardından Moita ile bir daha bir araya gelmemişler, tüm kaçış detaylarını ince ince işlemiş olan Durwa’ya güvenerek dikkat çekmemek için birbirlerinden uzak durmuşlardı. Dün gece kaçarken de durup konuşacak vakitleri olmamıştı.

Moita, Barva’ya kaşlarını çatarak döndü. “Koskoca bir aya sen kısa bir süre mi diyorsun?” diye sordu.

“Ne bir ayı, Rebu’nun tuzağına düşmenin üzerinden sadece iki hafta geçti. Hapishanede benim bilmediğim bir şey mi içirdiler sana?” dedi Barva alayla gülerek.

“Sadece iki hafta mı?” Moita, emin olmak için tekrar sorma ihtiyacı duymuştu.

“Tatil gibi değil mi? Ben diyorum ki bir dahaki sefere dinlenmek istediğinde daha güneye inelim. Bu sıcağa denizsiz katlanılmıyor.” dedi Barva sırıtarak. Moita’nın kafa karışıklığının farkında değildi.

Barva konuşmasına devam ederken, Moita artık onu dinlemiyordu. Sırtını kendilerine dönmüş, top halinde, sert toprağın üzerinde büzülmüş Uli’ye bakarken, Durwa ve çocuk tarafından fena kandırıldığını düşünüyordu.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 01 Ağustos 2016, 12:05:12
Ağza ve burna dolan toz, beyinlerini kaynatan bir güneş ve arkalarında kızıl toprakta bıraktıkları izler için duydukları endişe, Moita ve arkadaşlarını çaya ve ardından kanyona varmak için acele ettiriyordu. Buna rağmen Moita, hızlı yol almak yerine güçlerini koruyabilmek ve atlarını kaybetmemek için tempolarına dikkat ediyor ve grubunu zorlamamaya çalışıyordu.

Uli uyansa bile atının üzerinde düşmeden yolculuk yapabilmesine imkân olmadığından üç adam sırayla onu arkalarında taşımaya karar vermişler ve yüklerinin bir kısmını Uli’nin boşta kalan atına yerleştirmişlerdi.

Beline sıkı sıkı tutunarak düşmemeye çalışan beden o kadar zayıftı ki Mgeri onu ilk gördüğünde, Uli onda bağlandığı ipler sayesinde ayakta durabilen, sıska bir kukla izlenimi uyandırmıştı. Çirkindi, acınası bir perişanlık hali vardı üzerinde. Eski sağlıklı bedenine kavuşsa güzel olur muydu onu da kestiremiyordu. Onu ilk gördüğü andan itibaren yirmisinde bir erkek olduğunu düşünmüştü ta ki Moita’nın rahat su içirebilmesi için Uli’yi göğsüne yasladığı ana kadar. Sürekli evlat ya da çocuk diye çağırmasına rağmen Moita’nın da bir süre aynı hücreyi paylaştıkları Uli’nin bir kadın olduğunu biliyor olması gerektiğini düşünüyordu. Belki de anlamamıştı. Eğer öyle ise ona anlatacak olan kendisi değildi ve öğrendiğinde yüzünde oluşacak ifadenin hayali ile keyifle gülümsedi.

Çayda verilen kısa bir mola ile serin akan su, öğle güneşinin altında kavrulmuş bedenlere can katmış, yüzlerdeki toz ve toprak su ile hızla yıkanıp gitmişti. Mataralar tekrar dolup, atlar sulandıktan sonra oyalanmadan çayı sağlarına alarak tekrar kuzey doğuya, kanyona doğru yola çıktılar.

Moita atına binmesine yardım ederken fark etti ki Uli gittikçe solan yüzü, gölgelenmiş gözleri ve sıcaktan çatlayan dudakları ile çok fazla zorlanıyordu. Atına binip, kızın arkasına yerleştikten sonra diğerlerine döndü. “Güneş batmadan önce şu kanyona varalım, beyler!” dedi artık tempolarını arttırmaları gerektiğine işaret ederek.

“Dadali yakınlarda bizimle bağlantı kuracaktır… Gözünüz açık olsun.” Barva bir yandan söylenirken diğer yandan gökyüzünü tarıyordu.  Sonunda atını hızlandırıp Mgeri’nin ardından Moita’ya katıldı.

Öğlen güneşi altında kızılın en göz alıcı renklerini giyinip gölgesini soyunan, yaklaştıkça büyüyen vadiye varmak için atlarını zorladılar. Kanyon, ne yolu kesilecek bir ticaret kafilesinin güzergâhı üzerindeydi ne de yerleşim yerlerine yakındı. Arasından geçen küçük çay da olmasa, buralarda ne bir bitki barınabilirdi ne de bir av hayvanı bulunabilirdi. Bu yüzden her ıssız yolda karşılaşmaktan korkulan eşkıyalarla karşılaşılabilecek bir yer de değildi. Uzun süre devam eden tozlu bir kızıllıktı sadece. Tek cezp edici tarafı kanyonun her iki yanındaki kayalık yarların gölgesindeki güneşten uzak serinlikti.

Uli, Mgeri ile yol alırken arada başını tutamayıp uyukladığından Moita’nın önünde otururken kendisini daha iyi hissediyordu. Bu sebeple gecenin karanlığının ve yorgunluğunun izin vermediklerini şuanda yapabiliyor, gözünün önünden geçen manzaraya dikkat edebiliyordu. Etrafını izlerken hapishanenin duvarlarından gördükleri ile örtüşmeyen çevrenin farklılığının ya da her istediği yere gidebilecek olmasının onu heyecanlandırmadığını fark etti. O kadar özgür olmadığını hissediyordu. Şuanda onun yükünü sırtlanan bu adamlara muhtaçtı. Onların çıkarları ile örtüştüğü sürece onu alıkoyacaklardı. Gerçekten özgür olsaydı nereye gidecekti ki? Gittiğinde sevinç ve özlemle karşılanacağı, ait olduğu bir yer yoktu. Azuran’a geri mi dönecekti? İçini öfkeyle çekti. Bu Moita’nın dikkatinden kaçmamış, başını yana yatırarak Uli’yi kontrol etme ihtiyacı duymuştu. O ise her zamanki gibi bakışlarını hızlıca adamdan kaçırdı.

Moita, hafifçe gülümseyerek başını kaldırdı. Sıradan bir günde karşılıklı içilen soğuk bir içkinin arasında yapılan günlük bir sohbetteymişçesine “Uli, isminin tamamı mı?” diye merakla sordu.

Kısa bir sessizliğin ardından cevap geldi. “Hayır.”

Moita güldü. “Hımm… Ses tonuna bakarak bana tüm ismini söylemeyeceğini hissediyorum.”

“Haklısın.” Uli, hücredeki deneyimlerinden Kızıl’dan kurtulamayacağını hissediyordu. Üstelik yılmadan hala sormaya devam ediyordu.

 “Kaç yaşındasın evlat?”

“Sence?” Uli Moita’yı çok bekletmeden bir çırpıda söyleyivermişti.

Moita bir süre düşündü. “Zayıflığın açıkçası bana pek yardımcı olmuyor. Fakat yapabildiklerini düşündükçe sana gençliği yakıştırmak da zor…20 mi?”

“Doğru bildin.” Uli konuyu çok fazla uzatmadan adamı, söylediği şeyin doğruluğuna inandırmak istiyordu. “Senin yaşını da ben tahmin edeyim mi?”

“Elbette, hatta merakla bekliyorum.” Moita sırtını dikleştirerek, göğsüne yaslanmış Uli’nin de dik durmasını sağladı.

Uli sadece gülümsemekle yetindi. Yarasını iyileştirirken adamın bedeni ona tahmininden de çok bilgi vermişti. Üzerinden kaç mevsim geçtiğinin dışında ensesine yakın saçlarının arasında, gençliğinden kalma yarayı hatta sol kolunun zamanında kaç yerinden kırıldığını bile söyleyebilirdi. Daha en başından yaşının kaç olduğunu bilse de sanki karar veremiyormuş gibi görünmek işine geldi. Ayrıca adamı şaşırtmaktan hoşlandığını hissetti. “33 yaşındasın…”

Moita cevap vermeden bir süre şaşkınlıkla şüphe arasında bocalayarak Uli’yi süzdü. “O kadar yaşlı gösteriyorum ha?” Moita sakallarını hoşnutsuzlukla kaşıdı. “Peki, nasıl bildin?” Sesinde hayranlıktan çok Uli’ye karşı temkinli olması gerektiğini düşündüren bir ciddiyet vardı.

“Ben sana nasıl bildiğini sormadım.” Uli rahatsızlığını gösterircesine kımıldandı.

“Sormadın çünkü… doğru değildi. 25 yaşındasın.”

 “Durwa mı söyledi?” Bu Uli ve Durwa’nın soranlara söylemek için kararlaştırdıkları bir rakamdı.

“İnkâr etmiyorsun.”

“Hakkımda başka neler söyledi?”

“Durwa’ya boşu boşuna kızıp durma. Başka bir şey söylemedi.” Moita, Uli’nin yüzünü görebilmek için öne eğildiğinde onun iyice solduğunu gördü. “Bizi ne olarak görüyorsun bilmiyorum ama endişen yersiz.” dedi çocuğu rahatlatmaya çalışarak.

“Size güvenmiyorum.” derken Uli, Kızıl’dan bakışlarını kaçırdı. Hem onlara muhtaçtı hem de yüzüne karşı onlar hakkındaki kötü düşüncelerini söylüyordu. Yanılıyor olsaydı bile bu sözlerinin karşısında onu yolda bıraksalar kızamazdı.

“Biliyorum.” Moita daha fazla Uli’nin üzerine gitmeden konuşmanın bitmesine izin verdi. Şüphelerini doğrulamış olması yeterliydi. ‘En yakınımdakiler güvenmemişken senin sözlerin sahildeki bir kum tanesi gibi.’ diye içinden geçirdi.


   
Uli, tüm yorgunluğuna aldırmadan uykunun tatlı sıcaklığına direnmeye çalıştı. İlk defa bu kadar uzun süre mola vermelerine rağmen bundan faydalanmak yerine uyanık kalmak istiyordu. Çöle girmelerinin üzerinden iki gün geçmişti ve o bu sürenin bir kısmını yarı baygınlık geri kalanını da nerde olduğuna aldırmadan uyuyarak geçirmişti.

Güneş, hiç bu kadar yakından hissetmediği sıcaklığı ile bedenindeki tüm gücü tüketiyordu. Güneyde güneşin rengi soğuğun rengi olan mavi ve griydi ama bu topraklarda, buradaki her şey, taş, toprak, ender de olsa rastladıkları çöl hayvanları gibi, sarı ya da kızıldı. Kuzeydeki her şeye alışabilirdi fakat sıcakla ve güneşle baş edemeyeceğini biliyordu. Evini hatırlatan gecenin soğuğunu daha da hissedebilmek için örtülerini üzerinden aceleyle attı.

Mgeri ve Moita uyuyorlardı. Barva ise kayalıkların siperine yaktıkları ateşin başında hareketsizce oturuyordu. Güneşin doğmasına daha birkaç saat vardı fakat gündüze göre sıcaklık o kadar düşmüştü ki koskoca adam örtülere gömülmüş ve küçülmüştü. Kendi battaniyesini de yanına alarak ateşin başına Barva’nın karşısına oturdu. Üşümüyordu fakat bunu ona belli etmemek için bir sevgili gibi örtülerine sarıldı.

“Uyuyamadım.” Barva sormasa da Uli açıklamak istemişti.

Barva tarafından hoş karşılanmadığının bilincindeydi. Mgeri’nin sessiz nazikliği Moita’nın ilgili korumacılığının aksine Barva, daima kabalıktan uzak bir umursamazlık içerisindeydi. Şimdi bile kendisine bakmamıştı.

“İki gündür, bir haftaya yetecek kadar uyudun zaten.” diye mırıldanan Barva yıldızsız gökyüzünü süzüyordu.

Uli utanarak bakışlarını kamp ateşine indirdi. Bu onlara yük olduğunu söylemenin farklı bir yolu olmalıydı. Labirentten onları geçirerek kaçmalarına yardımcı olmamış mıydı? Neden bunun için bile bu adam kendisine müteşekkir olmuyordu. Ettikleri iki cümlenin ardından Barva’nın bakışları gökyüzünde, Uli’nin ki alevlerin ışığında dakikalarca sessizlik içinde oturdular.

 “Genç gardiyanı… hani kaçarken ağzına bir şey dayadın ya… Nasıl?” Uli ağzında kelimeleri gevelemeye başladığını anlayınca sustu.

“Nasıl mı, bayılttım?” Barva, sırıtırken örtülerin altına dalan eli, kesesinin içinden, koca avucunda çok küçük kalan metal bir kutuyu çıkardı ve açıp Uli’ye doğru uzattı. “Özel bir bitkinin yağı ve aromasıdır. İki nefes bayıltmak için yeterli.” Zefir’in ismini kendisine saklamıştı. O sırada Uli’nin geriye doğru bedenini çekerek nefesini tuttuğu Barva’nın dikkatinden kaçmadı. Mgeri’ye kutuyu ilk gösterdiğinde, güzel kokulara duyduğu meraka yenilerek, adamın iki saniye de bayıldığını hatırladığında keyifle sırıttı. En azından, bu çocuk Mgeri’den daha sağduyuluydu.

 “Biraz daha uyusam iyi olacak.” dedi Uli. Aceleyle kalkarken beceriksiz bir şekilde battaniyelerine dolandı.

Barva, Mgeri’nin mizah anlayışının yarısına sahip değil diye geçirdi içinden. “Uyumakta zorlanıyorsan biraz koklamak ister misin?” diyerek kutuyu Uli’ye doğru salladı.

Uli, kendi kendine gülen adama şaşkınlıkla bakarken o yağa ihtiyacı olmadan uyuyabileceğine emin olduğunu söylememek için kendisini tuttu. Korkuyla başını sallarken, aceleyle uzaklaştı.

Barva, kutuyu yerine kaldırırken, “Sağduyulu fakat kesinlikle espriden anlamıyor.” diye mırıldandı.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 05 Ağustos 2016, 10:48:21
Kulağına çalınan seslerle Uli’nin gözleri kendiliğinden aralandı. Kıvrıldığı kayanın dibinden, duyduğu kadın sesinin sahibini ileride bir çember halinde oturan gölgeler arasında zar zor seçebildi. Kadın yine konuştu. Uli daha iyi görebilmek için ayağa kalkarken omuzlarından kayan örtüsünü son anda yakaladı. Konuşmalar kısa bir an durdu ve başların bir kısmı kendisine döndü. Moita ve diğerleri de grubun içerisindeydiler. Anlaşılan günlerdir onları bekleyen adamlarla buluşabilmişlerdi.

Barva’nın, neden sürekli gökyüzüne baktığını bir gün önce öğrenebilmişti. Mgeri’nin bir atmaca olduğunu söylediği kuş kendilerine doğru alçaldığında, Barva’nın sevinç nidası ile korkup kaçmadıysa ancak ya çok cesur bir hayvan olmalıydı ya da bir tanıdık. Atmacanın her iki özelliğe de sahip olduğunu Uli kısa sürede anlamıştı. Barva’dan başkasına yanaşmayan Toli, Moita’nın adamlarının, onları Son Vadi’de beklediğini yazan bir pusulayla gelmişti. Şimdi ise ne zaman ve nasıl ulaştıklarını fark edemediği Son Vadi dedikleri yerde olmalıydılar.

Mgeri, yerinden kalkarak tekrar uyumaya meyilli Uli’nin kararsızlığını sonlandırdı. Yanındaki yeri gösterirken, “Bizimkilerle tanışma vakti…” diyerek Uli’ye nazikçe gülümsedi.

Gökyüzündeki aydınlık, güneşin doğmak üzere olduğunu söylüyordu. Ateş yakılmamıştı, bu yüzden Uli yüzleri tam olarak seçemiyordu fakat çölü birlikte kat ettiği üç adamın haricinde üç kişi daha saydı. Yeni gelenleri merakla incelerken, Mgeri tanıştırma görevini kendiliğinden üstlendi.  Orta boylu tıknaz olan Guroni’ydi. Onun kardeşi Arte ise daha uzun boylu ve inceydi.

Mgeri, en çok merak ettiği kadını en sona bırakmıştı. “Dadali. Moita’nın kuzeni ve bu iri oğlanın ablası.” derken sağ yanındaki Barva’nın omzuna tozunu almak istercesine iki kere vurdu.

Dadali, ismi söylenirken sanki ışığın yetersizliği iyi görmesine engel değilmiş gibi Uli’yi dikkatle inceliyordu. Uli, kızardığını hissetti. Kadının varlığının, zayıflığını, çelimsizliğini ve kadınlıktan uzak görüntüsünü daha da vurguladığını hissediyordu. Uli kendisi ile kıyasladığında gömleği ve bir erkek gibi giydiği pantolonuna rağmen arkadaşlarından kesinlikle ayrılıyor, oturuyor olması bile bunun anlaşılmasını engellemiyordu. Sabahın alaca aydınlığında kızıl olduklarına yemin edebileceği, kalın bir örgü halinde sırtına bıraktığı uzun saçları da Uli’nin fikrini destekliyordu; kendisini saymazsa bir grup erkeğin arasındaki tek kadındı.

O esnada Barva yanında oturan ablasının omuzlarına kolunu doladı. “Suç benim mi? Soyumuzun erkekleri her daim iri olmuştur.”

 Mgeri alayla güldü. “Pisboğazının suçunu soyuna atıyorsun yine.”

 Dadali, ikisini de görmezden gelerek Uli’ye sordu. “Peki, sen kimsin?”

Uli sadece ismini söyledikten sonra sustu. Kadının sesi oldukça güzel diye düşündü. Belki de Dadali’nin sesiyle uykusundan uyanmasının sebebi buydu. Bir an onu şarkı söylerken hayal etti. Sonra hayalperestliğine kızarak Mgeri’nin uzattığı bardağa sarıldı ve diğerleri tarafından unutulmayı bekledi. Bir süre sonra Uli’nin pek hoşsohbet olmadığı anlaşılınca yarım kalan tartışmalarına aynı hızla geri döndüler.

“Hala, o ihtiyar gardiyan ile ayağımıza kadar gelen mektubun bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.” dedi Dadali ısrarla. Konuyu aynı noktaya getirip duruyordu.

“Sadece bir tesadüf olabilir.” En gençleri olan Arte bıkkınlıkla ekledi.

Dadali, alayla ona döndü. “Bu kadar tesadüfe ancak çocuklar inanır.”

Guroni, Dadali’nin bazen çekilmez birisi olduğunu biliyordu hele ki inatçılığı su yüzüne çıktığında katlanılması zor oluyordu. Yine de kadının mantığının şaşmazlığına birçok kereler şahit olmuştu. “O halde bizi de inandır.” diyerek kardeşi Arte ile kadının arasına girdi.

“Pekâlâ…” Dadali, nasıl olurda gözlerinin önündekini göremiyorlar diye düşünürken içini çekti. “Moita’nın tuzağa düşürüldüğü yerden birkaç saatlik mesafedeki İsina’da tesadüf bu ya Bia’ya rastlıyoruz.” Guroni, kadını başıyla onaylarken Dadali, aynı ciddiyetle anlatmaya devam etti. “Nedense hancı da sadece bizim kulaklarımıza, Rebu’nun yakaladığı yaralı kaçağı hangi hapishaneye bıraktığını söylemekte pek hevesliydi. Böyle bir bilginin dışarı sızmasını Rebu’nun isteyebileceğini pek sanmıyorum. Bize, gelin, Moita’yı bu hapishaneden kurtarın diye mesaj bırakacak hali de yok.”

“O halde?...” Moita, Dadali’nin konuşmak için arada şevklendirilmeye ihtiyacı olduğunu bildiğinden nefes aldığı bir andan faydalanarak araya girdi.

“O halde… Geriye tek seçenek kalıyor; Ngola Lu’dan birisi dışarıya bilgi sızdırdı. Rebu’nun kaçağının kimliğini açıklayabileceği kişilerden birisi de bu Başgardiyan. Başka türlü olsa ihtiyar adam, hayatında hiç görmediği Moita’yı nasıl tanısın? O hapishanede Moita’nın kaçmasından çıkarı olabilecek başka kimse olmadığını da zaten biliyoruz.”

Dadali, dâhil bütün bakışlar son cümle ile birlikte Uli’ye döndüğünde, “Çocuğun son ana kadar hiçbir şeyden haberi olmadığını söyledim.” diyerek Moita tüm soruları Uli’den uzaklaştırdı.

Uli, başını önüne eğerken, ihtiyarın kollarının ne kadar geniş olabileceği, kulağının ne kadar delik olabileceği hakkında bir fikirleri olmadığını düşünerek kendi kendine gülümsedi. Rebu, kaçağının Moita olduğunu söylemeseydi bile Durwa’nın kesinlikle bunu bileceğinden emindi.

Dadali, haklılığından emin devam etti. “Durwa, Moita’yı ve onun İsina kasabasının yakınlarında yakalandığını biliyordu ve arkadaşlarının da muhakkak oraya gelip araştırma yapacaklarını da tahmin etti. İsina’daki hancıyı tanıyor ve güveniyor olmalı. Bu bilgiyi gerekli yerlere iletebilmesi için - ki o gerekli kişiler biz oluyoruz- bir handan daha uygun bir yer de bulamazdı zaten.“

Arte dalgınlıkla ilk aklına geleni sordu. “Hancı sizi nasıl tanıdı?” Dadali’nin ters ters kendisine baktığını görünce açıklama ihtiyacı hissetti. “Yani… alnınızda, biz kaçaklarız, diye yazmıyor.”

“Alnımızda biz yabancılarız, diye yazıyordu.” Mgeri Arte'ye göz kırptı.

“Mgeri’nin de daima, ben buralara ait değilim, diye gezindiğini de unutuyorsun.” Barva, taşı gediğine koyduğundan emin bir şekilde Mgeri’ye başını eğdi. Mgeri oturmasının izin verdiği ölçüde iri adama reverans yapıp gülümsedi.

“O tarz kasabalarda çok fazla gelen giden olmaz.” Dadali, konuşması arasında birbirlerine takılma fırsatını kaçırmayan Mgeri ve Barva’ya ters ters baktı. “Hancı, dedikodu yapacak çok kişi bulamadığından, her gün aynı yüzlere aynı şeyleri söylemekten sıkıldığından dem vurup, uzun saatler masamızda oturmuştu hatırlarsanız. Laf arasına da ünlü bir kaçağın Ngola Lu’ya götürüldüğünü sıkıştırmıştı.”

Kafası karışmış bir şekilde Arte tekrar araya girdi. “Başgardiyan Bia’yı nasıl ayarladı peki?”

“Hancı tanıştırmasaydı Bia’yı fark etmemiz çok güçtü aslında. Kıyıda köşede oturan, çekingen birisiydi.” Dadali, sanki önemli bir mesele değilmiş gibi geçiştirdi Arte'nin sorusunu.

“Hancının Bia’nın nereden gelip nereye gittiğini bildiğine eminim.” dedi Mgeri aynı ehemmiyetsizlikle.

Arte hafifçe öksürerek araya girdi yine. “Bu demek oluyor ki Başgardiyan bir kaçağın hapishanesine geleceğini biliyordu ve haftalar öncesinden kaçağın adamlarını içeri sokabilmek için mutfaktan adam kovup, yerine geçecek olanı da başka kasabalardan çağırdı. Bu gardiyanla gerçekten tanışmak isterdim, inanılmaz birisiymiş.”

Dadali ne söylediğinin farkında olmadan konuştu. “Bia’ya rastlamamız tamamen tesadüftü bence.”

“Hâlbuki biz tesadüflere inanacak kadar çocuk değiliz.” Arte alay ve Dadali’nin tezini çürütmüş olmanın hazzıyla geriye kaykıldı. Aynı anda Guroni’nin takdir dolu kalın dirseğini karnında hissetti fakat Dadali’den soğuk bir bakış aldı.

“Sizin Ngalo Lu’ya geleceğinizden haberdardı bence. Bir yolunu bulup muhakkak sizi içeri sokardı.” Sessizlikten faydalanan Uli, ansızın araya girdiği için herkesin şaşırdığını biliyordu. Kızararak Moita’ya döndü. “Senin hapishaneye getirilmenden sonra tuhaf davranmaya başlamıştı. Bir şeyler çevirdiğini anlamam lazımdı. Hâlbuki her şey gözümün önündeydi ama anlayamadım.”

“Eğer tahminlerimiz doğruysa, Durwa’ya çok şey borçluyuz, Uli. Bunu asla unutmayacağımı bilmeni istiyorum.” Moita, elindeki kupayı Uli’ye doğru kaldırdı ve bir dikişte bitirdi. Diğerleri de aynı şeyi yaptığında Uli, hapishaneden kaçtığından beri ilk defa içinin rahatladığını hissediyordu. O esnada Uli, onların Durwa’nın çabalarını hak edecek kişiler olmalarını diledi.

Bardaklar boşalınca sessizlik tekrar aralarına çöktü.

“Belki yakalanman bir rastlantı sonucu olmuş olabilir ama bir kere madenin kaynağını gördü mü, Rebu senin elinden kaçmana kolay kolay izin vermeyecektir.” Dadali yine dayanamamıştı.

“Benim de yakalanmaya niyetim yok.” derken Moita, Dadali’yi rahatlatmak için gülümsedi. “Bir gün daha bu güzergâhtan ilerleyip, sonra kuzeye döneceğiz. Daha fazla kuzey doğuya doğru ilerlersek Rebu’nun yapamadıklarını çöl ziyadesiyle yapacak. Üç gün boyunca önümüze tek bir su kaynağı çıkmayacak, haberiniz olsun.”

Guroni, geldikleri yönü işaret etti.  “Neden, bizim geldiğimiz yoldan, batıya dönmüyoruz? Kuzeye gitmek yerine batıya denize doğru gitmek bizi daha fazla hızlandırmaz mı?”

“Bu yönden kaçtığımızı anlasalar bile çöl bizi olduğu kadar onları da yavaşlatacaktır. Belki de bu kadar düşünmeye bile gerek kalmamıştır, bilemiyorum. Onların çölden geçmeyi göze aldığımızı bildiklerinden emin değiliz. Eğer tahmin ediyorlarsa çöle girmeden batıda yolumuzu kesebilirler. Alizarin Çölü isminin bile bizi korkuttuğunu düşünüp içinden geçmekten alı koyduğuna inanmalarını ümit ediyorum.”

“Her zamanki gibi hayalperestsin…” derken Dadali başını sallayarak kuzeninin iflah olmazlığına gülümsedi. Kadın, geçmişte de olduğu gibi şimdi de onu takip edecekti, çölün içlerine doğru olsa bile.

“Bazen babamızın o romantizminin sen de tekrarlaması beni de şaşırtmıyor değil.” Barva sözlerinin manasını düşünmeden konuşmuştu.

“Bu bir iltifattan çok Moita’nın annesine hakaret gibi…” dedi Mgeri kahkaha ile gülerek.

Uli, sözlerin manası ile boğazına kaçan acı içeceğin yarattığı öksürüğü durduramadı.

“Alışkın olmayanların yanlarında yaptığın şakalara dikkat et, Mgeri. Hadi ben bunlara aldırmayacak kadar romantik bir adamım ama neredeyse çocuğu boğacaktın.” Moita bir bardağa doldurduğu suyu Mgeri’nin Uli’ye içirmesi için uzattı.

Uli öksürüklerinin arasından kan hücum etmiş yüzünü saklamaya çalışarak “Ben ufaklık değilim.” diye itiraz etmeye çalıştı. Ama genzindeki acı buna izin vermedi. Suyu minnetle yudumladı.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Gunslingers - 11 Ağustos 2016, 14:13:50
Yazım diliniz ve detayları aktarış hızınız insanı hikayenin içine çekiyor.
Bu hikayenin yanı sıra Cadı isimli olanıda merak ile takip ediyorum.
Akışınızı bozmamak ve bitişte daha faydalı eleştirilerde bulunabilmek için yorum yazmadım ama bir yerde beğenimi ifade ederek teşvik etmeninde faydası olabileceğini sanıyorum.
Elinize, dilinize sağlık.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 11 Ağustos 2016, 22:18:31
Gunslingers, güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Cadı'da bir kaç güzel yorum almıştım ama burada ses çıkmayınca acaba bu kurguda bir şeyleri yanlış mı yapıyorum hissine kapılmadım değil ama yorumunuz dediğiniz gibi teşvikten öte mutlu etti :D Hem teşekkür edip hem de yanıtı bölümsüz  bırakamamak istedim. Keyifli okumalar :)



***

“Peşimizdeler.” Dadali’nin uyaran sesi, tüm başların geriye dönmesine sebep oldu.

 Uli, kadını duymasına rağmen geriye bakacak gücü kendinde bulamadı. Güneş çok yakıcıydı, hava çok kuru, idareli tükettikleri su ise sürekli kuruyan dudaklarını bile ıslatmaya yetmiyordu. Uli, hayatı boyunca böyle bir eziyete maruz kalmamıştı. Hâlbuki hapishaneye kapatıldığında bile daha zor durumlarla baş edebilmişti.  Eski gücü yerinde olsaydı bu sıcak onu bu kadar etkiler miydi, bilmiyordu. Üstelik bir süredir diğerlerinin arkasında oturamayacak kadar da bitkindi. Şuanda Moita’nın önünde, adamın tek kolu ile kendisini desteklemesiyle eyerde düşmeden durabiliyordu. İşte Rebu onlara yetişmişti, o anda zihninde bu cümle neşeyle yankılandı. Zaten kaçmayı da o istememişti ki. Bu diğerlerine ihanet gibi hissettirse de bir süredir yakalanmayı diliyordu.

Moita, kucağındaki Uli’nin dualarından habersiz, geride bıraktıkları kızıl çölün değişmeyen manzarasını taradı. Ağzını ve burnunu tozdan korumak için sardığı kumaşın kıvrımları arasından görünen bir çift mavi göz, kaygı ile kısıldı. Yer yer kızıl kayaların yükseldiği eğimsiz arazide ne bir toz bulutu ne de bir hareket fark edebildi. Dadali’nin işareti ile bakışlarını yerden yükselen sıcak dalgaların bulanıklığından bulutsuz mavi gökyüzüne çevirdiğinde belli belirsiz bir noktanın bir eksen etrafında döndüğünü gördü.

Dadali’nin atmacası Toli’den başkası değildi. Sahibine yerlerini bildirmek için yaptığı gibi işaret etmek istediği yerin üstünde bir daire çiziyordu. Sessizce ama altındakilerin varlığını sadece başlarını kaldırarak fark edebilecekleri şekilde yüksekten uçuyordu.

Moita, öfkeyle yakıcı havayı kumaş kıvrımları arasından solurken Dadali ve Barva ile bakıştılar. Onların da kaşları endişeyle çatılıydı. Tüm öngörülerinde yanılmıştı. Üç Göz’ün bu kadar ısrarcı olabileceğini hesaba katmamıştı. Rebu, hayatını bir çölde tehlikeye atacak kadar gözünü karartabildiğine göre, Soysuz’un ona ne kadar altın vaat ettiğini merak etmemek elinde değildi.

O esnada göğsüne düşen bir ağırlıkla başını eğdi. Uli yeniden kendinden geçmişti. Bu adamlar onları yakalayamasa bile, tıpkı yaşlı gardiyanı daha önceden uyardığı gibi, yol Uli’nin canına okuyacaktı. Onu yanlarına katan Durwa’ya içinden söylenirken diğerlerini harekete geçirmek için atını mahmuzladı.

Dört gündür çok kısa molalarla kuzey yönünde ilerlemişlerdi ama beklentilerinin aksine çöl tükenmek bilmiyordu. Atlarıyla da paylaştıkları suları ancak onları bir gün daha ayakta tutabilirdi. Onlar da kendileri gibi zor koşullara idmanlı güçlü hayvanlardı ama bahtlarına Alizarin Çöl’ü düşmüştü. Eğer bu gece bir su kaynağına ulaşıp biraz dinlenemezlerse, devam etmekte oldukça zorlanacaklardı. Arkalarındakilerin, ödül avcıları olmadıklarını, öyle olsa bile, daha görüş mesafesine ulaşamadıklarını düşünmekten başka umutları yoktu.

Bunu bilen Moita, Toli’nin uyarısından sonra, tepelerinde beyinlerini kaynatan güneş ikindiye dönene kadar adamlarını durmaksızın ilerletti. Önlerinde seyrek bir bitki örtüsü belirmeye başladığında, diğerlerine belli etmediği yollarını kaybettiklerine dair endişeyi sırtından atabildi. Yapraksız uzun dikenlere sahip, şekilsiz çalılar sonunda bir su kaynağına yakın olduklarına işaretti. Kısa bir süredir hızını düşürmüş olan gruba öncülük eden Guroni, araştırdığı yönde, temiz su sağlayabilecekleri bir kuyu olduğunu haber verdiğinde Moita rahat bir nefes alabildi.

Sıcağa rağmen, gece yönlerini kaybetme korkusu ile şu ana kadar gündüz yolculuk etmişlerdi. Artık devam edecek halleri kalmadığından, peşlerindekiler cehennem zebanileri bile olsa hiç kimsenin iyice dinlenene kadar yerinden kıpırdamaya halinin olmadığını bilen Moita, kuyunun yanına geldiklerinde erken mola verilmesini söyledi. Bir süredir bilmediği bir dilde sayıklayan Uli kucağındayken atından yavaşça kaydı. Onu kuyunun yakınlarında yere dikkatle yatırdıktan sonra matarasında kalan son suyu kızın kurumuş dudaklarına değdirdi. Uli uyanmayınca “Hadi Uli… içmelisin.”  diyerek ısrar etti.

Gözlerini aralayan Uli, sudan bir yudum aldıktan sonra üzerine doğru eğilen bir çift mavi göze odaklandı. “Esvara?” Gülümseyerek Moita’ya bakıyordu ama onu görüyor gibi değildi. Gözleri başka yerlerde dolanırcasına cam gibiydi.

“Esvara mı?” Yanlarına çöken Mgeri son anda duyduğu kelimeyi tekrarladı.

“Hayal görüyor.” Moita, bir yudum daha içmesi için matarayı tekrar yaklaştırırken “Benim Esvara.” diyerek Uli’yi yatıştırmaya çalıştı. İkinci yudumu içemeden tekrar daldığında Moita, boynuna inmiş kumaşı çözüp çocuğun başının altına koydu.

Güneşin batması ile düşen ısı, bedenleri ani bir ivme ile soğuturken Moita adamlarının ancak gece yarısına kadar dinlenmelerine izin verdi. Yola ay ışığında devam edeceklerdi. Boşalan mataralar ve kaplar dolduruldu, atların ihtiyaçları olabildiğince giderildi. Dinlenmiş bedenlerle birlikte moraller biraz daha yükselmişti. Moita için artık peşlerindekilerin de aynı zor şartlarla baş etmeye çalıştıklarını bilmek yeterli değildi. Çölde yalnız olmadıklarını anlamak, iyimserliğinin pek de işe yaramadığını açıkça kanıtlamıştı. Tekrar yola çıkmak için ayaklandıklarında, eşyalarını atına yerleştiren Barva’ya seslendi. “Kuyuyu doldurun!”

Bir anda ani bir sessizlik aralarına düşmüştü. Barva, tüm şaşkınlığına rağmen Moita’nın sözünü tekrarlattırmadan Arte ve Guroni’yi de yanına alarak kuyunun başına gitti. Çevredeki kızıl kayaların çokluğu işlerini kısa sürede bitirmelerini sağlayacaktı. Suya düşen taşların çıkardığı gürültü bir süre sonra duyulan tek ses oldu.

 “Uzun süre karşılaşabilecekleri tek kuyuyu kapatırsak, çölden sağ çıkamayabilirler, farkında mısın?” diyen Mgeri,  Moita’nın yanına gelirken oldukça gergindi.

“Farkındayım.”

“Ya Rebu’nun adamları değillerse. Bizimle hiç alakası olmayan insanların hayatları ile oynuyor olabiliriz.”

Moita atının boynundaki kayışları kontrol ederken Mgeri’ye bakmadan cevap verdi. “Uzun süredir çölde gördüğümüz tek hareket onlar. Ardımızda hiç kimse yokken, bu mesafeyi bu hızla kapatan Rebu’dan başkası olamaz.”

“Ya değillerse?” diye Mgeri ısrar etti.

“Öyle ya da değil, bu riski göze alıyorum.” diyen Moita,  kaşlarını çatmış olan Mgeri’ye döndü.  “Arkamızdakilerin biraz akılları varsa bizim peşimizden gelmek yerine doğuya dönerler. Sadece bir günlük mesafede birkaç kuyu daha var. Oraya kadar idare edebilirler. Bu çölü geçmeye cüret eden birinin en azından bu kadarını bilmesi gerekir. Onlar kuyu bulmakla oyalanırken biz de çölden çıkmak için yeteri kadar zaman kazanmış oluruz.” Moita, Mgeri’nin itirazlarındaki haklılığını kabul etse de bu kararı almak zorunda olan kişi, kendisi olduğu için arkadaşını şanslı saydı. En azından bunun yükünü o taşımayacaktı.

İlgilenmesi için Uli’nin başına gönderdiği Dadali, şimdi yanlarındaydı. Mgeri’nin Moita’nın emirlerine karşı çıktığını duyduğu belli, kadının kaşları yine çatılmıştı. Uli’nin kendine geldiğini söyleyecek kadar yanlarında oyalandıktan sonra soğuk bir bakışla Mgeri’yi süzdükten sonra ayrıldı.

Mgeri, Moita’nın annesiymiş gibi davranan kadının korumacı tavırlarına alışkın olduğundan aldırmadı. “Umarım haklısındır.” diye söylendi kendi atı ve eşyaları ile ilgilenmek için ayrılırken. Kuyuya tek bir taş bile atmaya niyeti yoktu.

Moita,  Mgeri’nin uzaklaşmasının ardından Uli’nin uzandığı yere gelip çömeldi, sıcak eliyle kızın alnına dokunurken endişeyle sordu. “Beni iyileştirmek için yaptığın şey, her neyse, neden onu kullanmıyorsun?”

Uli göz kapaklarını aralamaya üşendi, alnındaki sıcak temastan kurtulmak istese de kıpırdayamadı. “Yapamam… Gücüm yok.” Moita’nın iyileştirme gücünü biliyor olmasını fark etmedi bile. Derin bir nefes aldı. “Beni bırakacak mısın?” Kızıl’ın yüzünü görebilmek için şimdi kahverengi gözlerini kocaman açmıştı. Özgürlüğe bu kadar yaklaşmışken geriye dönmek istemiyordu. Nasıl yakalanmayı dileyebilmişti? Şimdi de adamdan bunun aksini duymak için can atıyordu.

“Bunu yapacaksam eğer seni şimdi burada bırakmam akıllıca olur. Böylelikle Rebu seni bulur ve hapishaneye geri götürür. Fakat ne yaparsın ki Durwa seni bıraktığım için cehenneme gitsem bile beni bulur ve derimi yüzer. Açıkçası o ihtiyar, darağacından çok daha korkutucu.”

Moita sözlerinin karşılığında Uli’den hafif, titrek bir gülümseme aldı. “Yakalanırsan gerçekten asılacak mısın?”

“Yakalayabilirlerse…” dedi Moita, Uli’nin doğrulmasına yardım ederken, böyle bir ihtimale inanmadığı sesinden anlaşılıyordu. “Oldukça uzun süredir kaçıyoruz. Bu sefer de ipe gitmeye hiç niyetim yok.”

“Üç yıldır, değil mi?”

“Yoksa Durwa hikâyemizi çoktan anlattı mı?” Moita, oldukça eğleniyor, ihtiyarın daha ne kadarını bildiğini merak ediyordu. Uli’nin su içmesi için matarayı yaklaştırdı.

İki yudum arasında “Çok kısa tuttu.” dedi Uli aceleyle. Sanki Durwa’nın ağzı sıkılığından memnun değildi.

“Uzun bir hikâye olduğunu mu düşünüyorsun?” dedi Moita. Çocuğun hikâyesini en az onun kadar merak ettiğini hissetti. O esnada Barva yanlarına gelerek her şeyin hazır olduğunu söyledi. Moita, Uli’nin hafif bedenini rahatlıkla yerden kaldırırken kulağına fısıldadı. “Belki bir gün anlatırım.”



Kuyunun yanında verdikleri moladan itibaren takip edildiklerine dair bir hareket yoktu. Fakat bir süredir Moita’yı asıl endişelendiren yakalanmaktan ziyade Uli’nin yüksek ateşiydi. Sudan başka bir şey içmeyi ya da yemeyi reddeden Uli, bilinçsiz bir şekilde uyuyor ve bir türlü iyileşmeye yanaşmıyordu. Bu durumda Barva’nın şifa bilgisi ve bitki kesesi de çaresiz kalmıştı. Çocuğun rahat bir yatakta, bakıma, serin bir ortama, direncini arttıracak şekilde beslenmeye ihtiyacı varken, toz ciğerlerine doluyor, boğazı kısıtlı su ile ıslanıyor ve kemiklerini birbirine geçirecek bir tempoda at sırtında yapılan bu yolculukla başa çıkmaya çalışıyordu.

Çölden çıkalı sadece iki gün olmuştu. Kuzey doğudan, dağlardan gelen çayın yanında dinleniyorlardı. Yazın son günleriydi, cılız su ancak ayaklarını ıslatacak kadar, neşesiz bir şekilde akıyordu.  Öğleni bodur ağaçların gölgesinin altında dinlenerek geçirirken çevreyi incelemek için ayrılan Dadali dönmüş, Guroni ise hala ortalarda yoktu.

 Uli’yi bedenini kavuran ateşi ile baş başa, bir ağacın gölgesinde bırakan Moita ve diğerleri, bulduklarını ve gördüklerini anlatan Dadali’nin etrafına toplanmışlardı.

“Kanyon Mezarlığı’ndan çıktığımız tepeye kadar tırmandım.  Gözle görülebilecek kadar yakın mesafede hiç bir hareket yok fakat her ihtimale karşı Toli’yi daha güneye gönderdim. Aslında kapalı kuyuya kadar yaklaşması niyetinde değildim.” Dadali kuyunun kapalı olmasının sorumlusu değillermiş gibi konuşurken Mgeri’nin teki kaşı alayla kalkmış, dudağının kenarı yukarı doğru kıvrılmıştı. Bunu fark eden Dadali sözünü yarıda keserken adamın alaycı yüzünü taklit etti.  “Önceden bu yufka yürekliliğini, Moita’nın mali hesaplarının arasında sıkışıp kalmana bağlardım, Mgeri. Eline kılıç aldığında yüreğinin biraz da olsa katılaşacağını düşünmüştüm ama geçen bunca zamana bakıyorum da değişen hiç bir şey yok.”

“Her ne kadar bunu sen söylüyor olsan da değişmediğimi duyduğuma mutlu oldum, Dadali.” Mgeri, kadının çıkışını sakinliğini koruyarak bastırmaya çalıştı.

“Ama ben değiştim. Zamanında bize kimse acımadı şimdi de durmuş, kaybettiklerimizin yanında bir kuyunun hesabını yapmayacağım.”

“Kaybettiklerimizi unutmuyorum ama…”

Dadali’nin sesi acıyla keskinleşti.  “Ben geleceğimi kaybettim ya sen Mgeri?”

Mgeri, kadının gözlerindeki acıyı görmeye daha fazla dayanamayacağını hissederek cevap vermeden başını çevirdi.

Barva o ana kadar ablası ve Mgeri arasında geçen tartışmaya müdahil olmak istememişti fakat her iki tarafında kendilerini eski üzüntülere kaptırmak üzere olduklarını hissediyordu. “Hadi ama… geçmişi deşmenin zamanı değil. Rebu’nun arkasından güldüğümüzde istediğiniz kadar birbirinize girersiniz.”

Dalgın bir şekilde sessizce oturan Moita, “Devam et, Dadali.” diyerek araya girdi. 

Genç kadın, Mgeri’ye bakmadan tekrar anlatmaya başladı fakat sesinde az önceki güçten eser yoktu. “Planladığın gibi yollarını değiştireceklerini düşünüyordum fakat Toli benim bulunduğum yüksekliğin çok aşağısında bir harekete rastladı.”

Kızıl kahve sakallarının bir gölge gibi kapladığı yüzünü buruşturan Barva homurdandı. “Bu Rebu ahmağı kendini öldürmeyi kafasına koymuş.”

“İnatçı bir adam, hapishaneye kadar onunla çok kısa bir yolculuk yaptım ama kolay pes eden bir tip olmadığı adamlarını yönlendirişinden belli. Acımasız da. Hafife almayın.” Dadali’ye döndü. “O olup olmadığına dair bir kanıta hayır demezdim, Dadali.” Moita’nın mavi gözleri kadının üzerinde beklentiyle birkaç saniye dolaştı.

Dadali kucağındaki kumaşın kıvrımlarını hızla araladı ve eline aldığı oku Moita’ya fırlattı. “Toli bir hatıra alarak, aralarından sıyrılmayı başardı.” Atmacasının becerileri ile her zaman övünen kadın az önce olanları unutmuş gibi kuzenine keyifle gülümsedi.

Moita yakaladığı oku incelemek için göz hizasına doğru kaldırdı. Alelade bir gövdenin ucuna yerleştirilmiş kırmızı, üç yönlü tüyler ile sıradan bir metal uçtan oluşan okun onu böğründen yaralayan oka benzeyip benzemediğinden emin olamadı, yarasından oku çıkaran Uli’ye göstermeden de olamayacaktı. Oku kadına geri verdi. “Bu sende kalsın… Uli kendine geldiğinde doğrulatırız. Planda değişikliğe gerek yok. Bu adamlar kuzeyi bizim kadar iyi tanıyamazlar bu avantajımızı kullanarak yapabildiğimiz kadar kısa sürede Nzeli topraklarından çıkacağız…”

O esnada bir atın aceleci ayak sesleri ve birisinin yere hızla atlayan adımları ile başlarını geriye döndürdüler. Guroni, terden ıslanmış ve kızarmış yüzü ile Dadali’nin yanına hızla çöktü. Oturur oturmaz eline tutuşturulan, çayın soğuk suyu ile dolu maşrapayı arada yudumlayarak alelacele anlatmaya başladı. “Önümüz temiz. Yerleşim yerlerinden çok uzak değiliz ama sadece kuzey batıya doğru inen vadide, bir saatlik mesafemizde güney batıya yönelmiş bir konvoy var. Tüccar değiller. At arabaları için seçtikleri kumaşların rengi onlarca mil öteden fark edilebilecek cinsten. Çingeneler olduklarına eminim.”

“Uzun Livan’ın çingeneleri olabilirler mi?  Onları unutmuştum. Aslında güneye göçmek için tam zamanları…” Moita’nın dudaklarında hafif bir gülümseme peyda oldu. Livan, lakabı gibi, Barva ve kendisine bile boyun ağrıttıracak kadar uzundu, bir o kadar da ince…

“Benim de aklıma ilk onlar geldi. Emin olmak için biraz yaklaşmayı göze aldım. Gecikmemin sebebi de bu. At arabalarının haricinde yanlarında hayvan kafesleri de var…”

“Vahşi hayvanları ehlileştiren tek çingene kabilesi Livan ve ailesidir. Onlardan başkası olamaz.” dedi Moita düşünceli bir şekilde sakalını kaşıyarak.

“Onların bu kadar yakınlarında olup da yanlarından geçip gitmek yazık olacak.” diye hayıflandı Barva. Kısa bir an durduktan sonra düşünceli bir şekilde Moita’ya baktı. “Aslında Uli’yi bırakabileceğimiz onlardan daha güvenilir kişiler bulamayız.”

“Kesinlikle olmaz.” diyen Moita öfkeyle soludu.

“Şifacı değilim ama bu şekilde giderse Yuzini’ye varmadan onu kaybedeceğiz. Bunu anlayabilecek kadar ölüm gördüm…” dedi Barva, ısrarla.

“İkisine de söz verdim. Ne olursa olsun…”

“Eminim Durwa da onun ölmesini istemez. Barva kırk yılda bir, doğru bir laf eder. Bu da onlardan birisi.” Mgeri uzun süredir koruduğu sessizliğini aniden bozmuştu.

Dadali de Moita gibi Mgeri’ye şaşkınlıkla baktı. Moita kadar olmasa da Mgeri başından beri Uli için endişelenmiş ve sık sık onunla ilgilenmişti. Moita, adamın söylediklerinde ciddi olduğunu kavrayınca Dadali’ye döndü. “Sen ne düşünüyorsun?”

“Uli için en iyisi bu. Bizim için de tabi ki.” Dadali, Moita’nın kararan yüzünü gördüğünde kuzeninin, hoşuna gitmese de bu fikri kabul ettiğini anladı.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 16 Ağustos 2016, 09:55:06
El Kapısı

“Yaşayacak mı?” diye soran Dina, endişe ile Kusta’nın vereceği cevabın iyi olmasını diledi.

“Bir şey söylemek için erken.” Kusta, kumaş katları arasından süzülen sütü, koca nasırlı elleri arasında kımıldanan yavru kaplanın ağzına tutuyordu. Küçük bedende çırpınan minik kalbin aceleci atışlarını hissedebiliyordu.  Sirklerinin tek dişi kaplanı Okro, sabaha doğru üç yavru dünyaya getirmişti. Yavruların anneyi emmediğini ancak ikisi öldüğünde fark edebilmişlerdi.  Annenin sütünde bir sorun olmalıydı çünkü şu anda Kusta’nın verdiği at sütünü yavru az da olsa içiyordu.

 “Peki Okro nasıl?” Livan, Kusta’nın başının üzerinden ileriye baktı.

Demir parmaklıklı kafesin içinde volta atan iri sarı kaplan, kendinden söz edildiğini anlamış gibi onlara doğru hırladı.

 “Yavruyu reddetmez değil mi?” Dina, dayanamayarak yavrunun kürkünü, beyazın üzerindeki siyah tüyleri parmağıyla hafifçe okşadı.

“Okro’nun ilk doğumuydu. Yavruyu emziremezse yanına yaklaştırmama ihtimali yüksek.”

Az önce yanına gelen Livan’ın oğlu Vasili, kocasının kulağına bir şeyler fısıldarken Dina, hayvan bakıcısı Kusta’nın sözlerine dikkatini kaybetti.

Livan, “Sizden başkası görmedi değil mi?”  diye sordu oğlunu araştırarak.

“Palu hemen bana haber verdi.” Vasili, kendilerini dikkatle dinleyen üvey annesini gülümsemesiz bir bakışla selamladı.

“Gidelim.” Livan, yavru kaplanı ve akıbetini ertelerken Dina’yı da yanında sürükledi.

Dina, “Ne oluyor?” diye mırıldandı.

“Oraya gittiğimizde anlarsın.” Livan daha fazla açıklama yapmak istemedi.

Konakladıkları kamp yerinden ve kalabalıktan uzaklaşırken, Vasili ikisini ağaçlıkların ilerisine götürdü. Palu ve iki nöbetçinin yanında, yabancı üç kişi vardı. Arkalarından vuran ışıktan dolayı, ağaçların bitiminde, sadece karanlık bir siluetten ibarettiler.

Yaklaştıklarında eşini kucaklayan adamın kızıl kafası Dina’yı sevinçle gülümsetti. “Moita! Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”

Livan’dan ayrılan Moita birkaç adım gerisinde çingene liderinin ikinci eşinin neşeyle parlayan yüzüne gülümsedi. Kadın eşinin omzuna gelecek kadar uzundu. Livan’ın çingenelerinin kadınlarının ününü hak edecek kadar da güzeldi. “Ben de sizleri tekrar gördüğüme memnunum fakat acelemiz var.”

“Olmadığı zaman mı oldu?” Dina, sitemkar bir şekilde kollarını göğsünde kavuşturdu.

 Livan’ın uzun kolu eşinin beline dolanırken “Yine hangi arı kovanına çomak soktunuz?” diye sordu merakla.

“Rebu peşimizde.” Moita, Livan’ın dudaklarından dökülen uzun ıslıkla adama keyifle sırıttı. Bu ıslık ona göre bir takdir ifadesiydi.

Moita’nın arkasında sadece kucağında bir yığın taşıyan Barva ve Guroni’den başkasını göremeyince merakla kaşları yükselen Livan “Diğerleri nerede?” diye endişe ile sordu.

“Onlarla daha sonra kuzeyde buluşacağız.” Moita geriye Barva’ya dönüp Uli’yi ondan aldı.

“Yolunuzu ayıran nedir peki?”

“Yardımınıza ihtiyacımız var.” Moita kucağındaki Uli’nin yüzünü açarken Dina ilgiyle öne çıktı. “Yanımızda götüremeyeceğimiz kadar hasta.”

Livan’ın kaşları çatılırken Dina çoktan, baygın Uli’nin alnını yoklamış, nabzını tutmuştu. Görüntüsünün acizliği yüreğini titretirken kaygıyla kaşları birleşti. “Onu bu hale nasıl getirdiniz?”

“O da bizim gibi bir kaçak. Yanınızda bulunması bile sizi tehlikeye sokmaya yeter.” Livan onu almayı reddetse bile Moita onları suçlayamazdı ama reddedeceğine inansaydı bunca yolu da gelmeyeceğini biliyordu.

Dina onu şefkatle adamın kollarından alarak kolayca kucakladı. Livan’a kalmadan Dina çoktan kararını vermişti. Livan kolunu Dina’nın omzuna dolarken gülümsedi. “Emin ellerde olacak merak etme.”

Moita, Dina’ya yaklaşarak “Uyandığında ve gittiğimizi öğrendiğinde çok kızacak, biliyorum. Bunu ona verirsen belki beni anlar. Ayrıca geri almak için döneceğimi de söyle.” Boynundan çıkardığı bir zincire takılı kadın yüzüğünü Dina’nın avucuna bıraktı. Barva ve Guroni, Moita’nın ne verdiğini gördüklerinde şaşkınlıkla kısa bir an bakıştılar. Rebu’ya yakalandığında, ailesine ait armanın küçük bir kopyasının işlendiği yüzüğünü, yakaladığı kişinin Moita olduğunu kanıtlamak için ondan alınmış fakat buna dokunulmamıştı.

Üçlü atlarına binerken Dina, sonradan aklına yeni gelmiş gibi Barva’yı uyardı. “Bir abla tavsiyesi, Tena’nın gözüne görünmeden gidin.”

Mahcup bir şekilde ensesini kaşıyan Barva, “Beni gördüğünü söylemezsin değil mi?” derken, koca adam kızardı. Tena’nın erkek kardeşlerini düşünürken ablası Dina’yı hesaba katmadığını fark etti. Hele ki kadının kendisinden yana olduğunu hiç düşünmemişti.

“Daha ölümüme susamadım, oğlum.” Dina sırıtırken Barva daha da mahcup oldu.

Dina’nın kucağındaki Uli’ye son bir kez süzen Moita, Vasili ile de vedalaştıktan sonra arkasına bakmadan konaklama yerinden hızla uzaklaştı.


***
Moita’nın ayrılışının ardından sadece bir gece geçmişti. Vasili, bir gün içerisinde ikinci defadır, yabancı birilerinin konak yerlerine yaklaşmakta olduğunu, babasına haber veriyordu. Farklı olarak ilkinin aksine bu seferkine hazırlıklıydılar. Livan tedbiri elden bırakmayarak konakladıkları yerin çevresine daha sık ve daha uzağa gözcülerini yerleştirmiş,  yaklaşan birilerini çok önceden öğrenme şansını elde etmişti.

Bu yüzden Livan, en büyük oğluyla birlikte Dina’nın tüm gece ayrılmadığı çadıra girdiğinde her şey planladığı gibi ilerliyordu.  Eşi, çingenelerinin şifacısı yaşlı Opampe ile birlikte, ilk gördüklerinde erkek zannettikleri çocuğun etrafındaydılar. Yüksek ateşinden başka bir yarası ya da sorunu olup olmadığını anlamak için iskeletten farksız bedenini yokladıklarında bir kız olduğunu keşfetmişlerdi. Cinsiyetiyle birlikte bilmedikleri diğer mevzu ismiydi. Ne Moita aceleyle ayrılırken söylemeyi akıl edebilmişti ne de onlar adama sormayı. Kendine gelemediği için de ona soramadıklarından ismi sadece ‘kız’ olarak kalmıştı.

Livan eşinin olumsuz bakışlarından kızın durumunun düzelmediğini anladı.  “Ne zaman burada olurlar?” Vasili’ye sormasına rağmen Dina ile endişeli bakışlarını paylaşıyordu. 

“Yarım saati bulmaz.”

“Dina, kızı hazırlayın… Vasili…” Livan bir an durakladı, eliyle alnındaki saçlarını geriye doğru tararken bakışlarını oğluna çevirdi. “Kusta’ya söyle Okro’yu kafesten sandığa alsın. Biz de birazdan geliyoruz.”

Vasili babasının emrinin sebebini sorgulamadan hızla yanlarından ayrılırken Livan’ın ne yapmaya çalıştığını anlayan Dina itiraz etti. “Okro yeteri kadar sakinleşmedi. Kızın kokusunu aldığı anda kapıyı kırabilir.”

“Rebu, bütün kampı aramak isteyecektir. Tek bakamayacağı yer, vahşi hayvanların kafesleri.”

“Boz’un ki olmaz mı?” Dina, Livan’ın kızı kucaklamasına yardım ederken hala endişeliydi.

“O kaplana güveneceğime kızı Rebu’ya elimle teslim ederim daha iyi.”


Konak yerinin kuzeyine yerleştirilmiş kafeslerin arasında, Vasili’den aldığı işaretle Kusta, adamlarına emirler yağdırıyordu. Büyükçe bir kafesin kapağına sadece bir kaplanın ayakta durabileceği ebatlardaki kalın tahtadan, sağlam bir sandığın ağzını dayamışlar, Okro’yu sandığa sokmaya çalışıyorlardı. Okro’yu kolayca ikna etmek için avlanmış ceylanın hala sıcak bedeni kaplanı sandıkta bekliyor olmasına rağmen, taze etin kokusu bile dişi kaplanın inadını kıramıyordu. Sonunda Kusta’nın sabrı bitti, kafese doğru birkaç kere sertçe savurduğu kırbaç darbesiyle dişi kaplan sandığa girmeye mecbur kaldı. Sandığın tepesindeki kişi anında demir kapağı aşağıya indirdi. Tekerlekli sandığı iterek kafesten uzaklaştıran adamlar demir parmaklıklar arasındaki kapının açığa çıkmasını sağladılar.

 Livan ile daha önce konuştukları gibi Kusta, hazır ettiği büyük bir kova çamuru, işinin bitmesini kenarda bekleyen Dina ve yaşlı şifacıya teslim etti. Dün gece Çingenelerin Lideri ve ileri gelenleri ile yaptıkları istişarede Okro’nun kokusunu almaması için kızı çamura bulamaktan başka çare bulamamışlardı.

Kadınlar söyleneni hızlıca yerine getirdiklerinde, Uli, neredeyse burun deliğine kadar kalın bir çamur tabakası ile kaplanmıştı. Çamur yığınını, kafesin arkasındaki kapalı bölmeye taşıyan Kusta Dina’nın endişeli bakışları arasında kızı zemindeki saman süprüntülerinin üzerine bıraktı. Bölmenin kapısını kapadı ve üzerine kilitledi. Kafesten ayrılan Kusta’nın hemen ardından adamları sandığı büyük bir hızla kafesin ağzına dayadılar ve kapağı açtılar.

Okro, hızla sandıktan fırlarken dokunmadığı ceylanı geride bırakmaya aldırmıyor görünüyordu. Kafesine döner dönmez içeride birkaç tur attı. Sarı parlak tüylerinin arasından geçen çok sayıda siyah şeritler, demir kafesinde hırçın bir şekilde dolandıkça güçlü kaslarının üzerinde, gün ışında parlıyordu.  Kapalı bölmenin kapısının önünde durdu arka ayaklarının üzerine kalkarak kapıyı birkaç kez tırmaladı, gerindi. Birkaç turun ardından bunu yineledikten sonra sonunda pes ederek kapının önüne yattı.

Livan, Okro’yu izlerken karısının omzuna sarılıp onu rahatlatmaya çalıştı. “Her şey iyi olacak, bana güven. Hadi, gelenleri sakinlikle karşılayalım.”


***
Vasili babasının sağ yanında dikilirken bıyık altından konuştu. “Hırpani görünüşlerine bakılırsa… Moita epey yormuş bunları.”

On kişilik atlı grubu hızlı manevralarla at arabalarının arasından sıyrılıp Livan’ın, birkaç adamı ile onları beklediği açıklığa geldiler. Günlerdir çöl güneşinin altında ve kızıl tozun arasında yapılan yolculuk, kıyafetlerine pejmürdelik, yüzlerine hoşnutsuzluk ve bakışlarına, her an patlamaya hazır bir gerginlik eklemişti.

“Bir de onlara giderlerken bak, evlat. ” diyen Livan Rebu’yu ilgi ile süzüyordu. Üç Gözle birkaç kere yolları keşişmiş fakat hiçbir zaman şimdiki kadar içli dışlı olmamışlardı.

Önde, doru atın üzerindeki Rebu’ydu. Livan’a birkaç adım kala atını durdururken dikleşti. Çingenelerin liderini inceleyecek kadar kısa bir an gözlerini kıstı. “Bir grup kaçağı arıyoruz. Karşılaşmış olma ihtimaliniz yüksek. Bu yöne doğru geldiklerine dair izler bulduk. Hiç böyle birilerini gördünüz mü?” Sesi sert ve ahenksizdi. Ne kendini tanıtma ihtiyacı duymuştu ne de sorusunun cevapsız kalacağına dair bir tereddüdü vardı. Orta boylu ve ince yapılıydı. Yaygın kullanışın aksine kısa olan kumral saçları, adamın dar alnının büyük bir bölümünü işgal ediyordu. Kısık gözlerinin altındaki gölgeler yorgunluğunun tek belirtisiydi. İnce dudakları kemikli yüzünde güçlü bir iradenin altını çizen ince bir çizgi gibiydi.

"Kaçanın ya da kovalayanın iyi olup olmadığı beni ilgilendirmez ama bunları sormak için yetkinizi görebilir miyim?” dedi Livan aksi bir sesle.

Rebu’nun adamın cevaplarına ihtiyacı olduğundan hiç olmadığı kadar uysal davrandı. Eyerinin deri gözünden çıkardığı, kendisine istediği soruyu sorma ya da istediğini alma hakkını veren ve Batı Nzeli’nin tüm kapılarını açan, Nzeli Kralı’nın mührünü tam kalbinde barındıran parşömeni, öne çıkan Vasili’nin ellerine bıraktı. Çingene liderinin parşömeni inceleyen yüzünde mührün etkisinin oluşmasını sabırla bekledi. Nedense yazıların üzerinde gezinen gözlerde oldukça rahat bir ifade vardı. Bu Rebu’nun zihnine, ya saklayacak hiçbir şeyi olmayacak kadar masum ya da yakalanmayacağını düşünecek kadar kendinden emin bir adam görüntüsü çiziyordu.

Livan mühre bakıp ödül avcısına gülümsedi. Parşömeni tekrar oğluna verip Rebu’ya geçirmesini izlerken “Bunu, kabilemi korumak için yaptığımı anlayışla karşılamalısınız.” diye belirtti.

“Elbette… elbette…” diye sabırsızlıkla söylenen Rebu, parşömenin eyerinin gözünde hızla kaybolmasını sağladı. “Buna yetkim olduğunu gördüğünüze göre…” Olduğu yerde sürekli hareket eden atını geriye döndürürken “Kaç gündür burada konaklıyorsunuz?” diye eski sorularına bir tane daha ekledi.

“Beş gün oldu.”

“Yabancı birilerini gördünüz mü?”

“Sadece dün üç kişi yardım için kampımıza geldi. Aradığınız kişiler mi bilemem ama aralarında hasta bir kişi olduğunu söylediler. Şifacımız olup olmadığını sordular.”

“Sadece üç kişiler miydi?” Rebu, sorularını sorarken kendilerini izleyen meraklı kalabalık artmaya başlamıştı. 

“Evet.” Sanki ardından gelecek soruyu tahmin etmiş gibi Livan ekledi. “Hasta yanlarında değildi.”

Ödül avcısının atından inmemesi, onları merakla dinleyen çingene kabilesi tarafından saygısızlık addedildiğinden homurdanmalar yükselmeye başladı. Omuzlarına bile gelmediği liderlerinin önünde ezilmemek için inmediği düşüncesiyle birkaç yüzde oluşan küstah ifadeyi ise Rebu kaçırmadı.

“Kampı arayın.” Rebu adamlarına dönüp, sebepsiz emrini verdiğinde, yedi kişi itaatkar bir şekilde atından hızla inip arabaların ve çadırların arasına dağıldılar.

Sözüne itimat edilmediğini fark eden çingenelerin liderinin yüzünde ve kalabalık arasında yükselen hoşnutsuzluğun içinde Rebu, atında sakince oturdu. Arama için bir sebebi olmasa da yüzlerde silinen küstahlığı izlerken memnun bir şekilde gülümsedi. Çadırında kalmaya daha fazla dayanamamış olan Dina, eşinin yanına gelmiş ve verilen emri duymuş, aramayı asık bir yüzle izliyordu.

Ödül avcıları her at abasını taradılar, her sandığı açtılar, her çadırın örtüsünü kaldırdılar. Geride bıraktıkları dağınıklığa aldırmadan, kızgın sahiplerinden bir özrü esirgeyerek bakılmadık delik, açılmadık kilit bırakmadılar. Kafeslerinin etrafında dolanan iki ödül avcısının varlığı o taraftan yükselen hayvanların ve bakıcıların isyankar seslerini yükseltirken Livan, tüm bu arama işinin bitmesini sakinlikle bekledi. Tütününü çıkarıp sardı, hala atının üstünde duran Rebu’ya da ikram etti. Red cevabını alınca hiç mi içmediğini sordu.  Yine hayır cevabı ile karşılaştı.

Bu isteksiz sohbet esnasında, adamları parça parça Rebu’nun yanına gelerek hiçbir şey bulamadıklarını bildirdiler. Rebu, sonuca şaşırmadı. Kampı arama işi ona birkaç saat kaybettirse de çingenelere kendisinden çekinmeleri gerektiğini anlatmak için gerekliydi.  Dün gelen üçlünün ne yöne gittiğini öğrenip izlerini de kontrol ettikten sonra artık bu sefil göçebeler arasında oyalanmasına gerek kalmadı. Arkasına bakmadan adamlarını kuzeye doğru yönlendirdi.

Kusta birkaç dakikadır geride Rebu ve adamlarının ayrılmasını sessizce bekliyordu. İstediği gerçekleşince uzun Livan’a yaklaştı. “Görmeniz gereken bir şey var.” dedi hala dağılmamış kalabalığa duyurmadan. Gözleri Livan ve Dina arasında gidip geldi. Dina endişeyle içini çekerken, eşinin kaşları birleşti.

“Okro kapıyı kırmış.”

Dina korkuyla içini çekti. “Ya kız?”

“Kendiniz görmelisiniz.” Kusta daha fazla bir şey söylemeden kafeslere yöneldi.

Vasili’den Rebu ve adamlarının yeteri kadar uzaklaştığının onayını bekleyen Livan’dan önce, Dina hayvan terbiyecisinin ardına düştü.

“Hazırlanın! Yarın sabah gün doğumu ile buradan ayrılıyoruz.” Livan kalabalığı dağıtacak sihirli kelimeleri yüksek sesle duyurdu. Ardından Dina’yı Okro’nun kafesinin yanında buldu. Karısı ağzından çıkması muhtemel herhangi bir çığlığı iki eli ile örterken üzüntüden uzak bir şaşkınlıkla manzarayı izliyordu. Dina’nın başının üzerinden Livan’ın gördüğü de çingenelerin liderinde benzer bir etki yarattı.

Kız, Okro’nun altın sarısı tüylerini döşek yapmış, dişi kaplanın göğsüne başını dayamış uyuyordu. Hayvan her nefes alıp verdikçe, kendi teri ile yıkanmış kızın çamurlu yüzü yavaşça inip kalkıyordu.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 19 Ağustos 2016, 11:15:59
Aile Yadigarı

Gri bulutlar, yağmurla yıkadıkları gökyüzünü parlak yıldızlara terk etmeye başladığında dolunay yeni doğmuştu. Hızı gittikçe azalan damlalar ağaçlara, yapraklara, toprağa düşmeye devam ediyor, ormanın sessizliğinde masallarda cirit atan devlerin adımları gibi gürültü çıkarıyorlardı. Üzerine uzandıkları toprak gibi hiçbir kuru yeri kalmayan Rebu ve adamları, geceyi ormanın derinliklerinde geçirirken ateş yakamayacak kadar çaresizdiler.

 Rebu, zamanın aleyhine işlediğini ve her geçen dakika ile Moita’nın elinden kayıp gittiğini bilmesine rağmen ne geri dönmeye ne de bir süre önce avuçlarında hissettiği zaferin yakıcı ateşini unutmaya niyetliydi. İçlerinde güvendiği sadece iki adamı olan grubunu bir arada tutan ödülün çekiciliği Alizarin çölünün sıcağı karşısında erimiş, bir kısmı çöle girmeden bir kısmı da çölden çıktıktan sonra ayrılmışlardı. Gün geçtikçe grupta yükselen hoşnutsuzlukları bastıran ve onları devam etmeye iten hırsının, bu akşam yağmurla birlikte sabun köpüğü gibi kaybolduğunu hissediyordu.

  Gecenin sakinliğini bölen bir ok,  nöbete gönderdiği adamlarının olağandışı sessizliğini  Rebu’ya haber verdi fakat artık çok geçti. Ödül Avcısı, başının bir karış yukarısından dayandığı ağacın gövdesine gömülen okun hedefini çok iyi bildiğinden emindi. Kılıcına davranırken yanında uyuyan adamını sert bir şekilde tekmeledi. Ayağa kalkıp açık bir hedef haline geldiğinin farkında olarak bekledi. İsteselerdi, kimsenin ruhu bile duymadan çoktan ölmüş olacağını biliyordu.

 Nöbette olan dört adamının artık ona faydasının olmayacağı belliydi. Geriye kalan adamları da bir çığın yardan aşağı hareketlenmesi gibi hızla uyanıyorlardı. Bir adamının korkuyla atların bağlandığı tarafa doğru koşarken olduğu yerde durduğunu ve arkadaşına çarpana kadar geri geri yürüdüğünü gördü. Ardından kaçış umutlarının bağlarının çözülüp kovalandıkları duyuldu, atları salmışlardı. Yayını kaldıran bir adamı sanki karanlığı okunun ucuyla dağıtmak istercesine korkuyla çevresini tarıyordu fakat hedefte kimseyi bulamadı. Rebu, birilerinin ortaya çıkacağından emin, temkinle bekledi.

Kısa bir süre sonra iri yarı bir siluetin onlara doğru, telaşsız adımlarla yaklaştığını gördüler. Rebu adamlarını ani bir hareket yapmamaları için uyardı. “Yalnız değil.” Eh bir akılsızlık yaparlarsa artık onların sorunuydu.

Mgeri karanlığı Moita ile arasına alırken önündeki iri gövdenin siperinde takipteydi, bunun bilincinde olan adam rahat bir şekilde yürüyordu. Sağındaki ağaçların arasında Arte, solunda atları kaçıran Guroni, ödül avcılarının arkasında da Dadali pusuya yatmıştı. Ok ve yayla bir türlü yıldızı barışmayan Barva da ablasının yakınlarında bir yerdeydi. Moita, sonunda sırtlarını birbirine verip bir çember oluşturmayı başarabilmiş gruba beş altı adım kala durdu. İki yay kendisine doğrultulmuş, tüm kılıçlar çekilmişti. Ayın ışığında birkaç hançerin parıltısı gözüne ilişti ama ödül avcısını ayan beyan görmesini engelleyecek kadar göz alıcı değillerdi.

“Baktık siz gelmediniz, biz size gelelim dedik.” dedi Moita ince bir alayla.

“Ne istiyorsun, çay ikramı mı?” diye sordu Rebu bir adım öne çıkarak.

Moita “Yüzüğümü...” dedi kısaca ne düşündüğünü belli etmeden.

Rebu’nun arkasından bir yayın kirişinin gerildiği duyuldu fakat karanlıktan bırakılan başka bir ok, sanki sesle tetiklenmişçesine yay sahibinin sırtına saplandı. Ödül avcısının adamlarından biri yüzükoyun yere kapaklandı.

 ‘Dadali…’ diye içini çeken Moita, çaresizlikle ellerini iki yana açtı. “Gördüğün gibi ben de adamlarımı kontrol edemiyorum. O yüzden çaya gerek yok, muhabbeti de daha fazla uzatmayalım derim.” dedi adam tüm neşesini geride bırakan bir sesle.

“Yüzüğü cesedimden alman daha kolay olmaz mıydı?” diye sordu Rebu merakla.

Moita “Ne yazık ki bir cesetle birilerine mesaj gönderemezsin.” dedi lafı dolandırmadan amacını açıklayarak.

 Rebu’nun gömüldüğü sessizlikte öfke yüklüydü. Kapana kıstırıldığı yetmiyormuş gibi bir de ona ulak muamelesi yapmak,  dişlerini sıktı ama tek kelime etmedi. Bir eli sıkıca kılıcının kabzasını kavrarken diğeri gömleğinin içine kaydı.

Moita, o gömlekten yüzük yerine bir hançerin çıkabileceğini bilecek kadar tetikteydi. “Soysuz’a söyle: kendi pisliğini kendisi temizlesin.”

Rebu, ay ışığında parlayan altın halkayı, Moita’nın görebileceği şekilde elinde bir kaç kere tarttı ve yüzüğünü tanıdığından emin olduktan sonra mücevheri adama doğru fırlattı. Yakalamasını beklemeden hafifliğinin avantajıyla Ödül Avcısı ileri atıldı ve o ana kadar zar zor tutulan yayların boşalıp, kılıçların çekilmesi için gerekli işareti vermiş oldu.

Rebu, Moita’ya doğru koşarken başını yalayıp geçen okun ürpertisini saç diplerinde hissetti fakat aldırmadı. Kılıcına yoldaş olsun diye belinden hançerini de çekti. Moita çok istediği yüzüğün yanına düşmesine aldırmadı, uzun zamandır Üç Göz ile karşılaşacağı bu anı bekliyordu.

Rebu ince, kısa kılıcını Moita’nın karnını boydan boya kesmek için savurdu. İri yarı adam kendisinden beklenmeyecek bir hızla doksan derece dönerken dirseğini geriye indirdi. Rebu boyunu avantajına kullandı. Sert dirsekten başını geriye çekerek kurtulan ödül avcısı beklemedi, sol elindeki hançeri Moita’nın belinden omuzlarına doğru kaydırdı. Metal ete değemeden kızıl adam az öncekinin aksi yönünde döndü. İki rakip, yanlarından geçen bir vızıltı ile birbirlerinden hızla uzaklaştı.

Mgeri’nin bıçaklarından biri aralarındaki havayı yarıp ilerideki ödül avcılarından birinin omzuna saplandı. Paralı adamların arasında yay tutan diğer bir adam okla vurulmuş yerde hareketsiz yatıyordu. Guroni soldan arbedeye girmiş şimdi de iki adamı karşısına almış, büyük bir ustalıkla onlarla baş ediyordu.

Diğerlerinden daha genç olan bir ödül avcısı, ilk işinde bu kadar şansızlıkla karşılaşmasına küfrederek, canını kurtarma telaşı ile Dadali ve Barva’nın kucağına doğru gittiğini bilmeden ağaçların arasına daldı. Alacağı para ile geçireceği sefahat içindeki birkaç ay artık umurunda değildi. Karanlıkta bir deve tosladığında arkalarından bir kadının hayal kırıklığı yüklü sesi duyuldu.

“O benimdi!”

“Bütün erkekler senin olamaz ablacım.” Barva, kaçağı yakasından yakalayıp ileriye fırlattı. Ağaca sert bir şekilde çarpan bedenin başına gelen Barva, hafifçe tekmeleyerek adamı yokladı. “Bayılmış.”

“Zaten hepsini kim ister ki.” dedi Dadali hoşnutsuzlukla. Yayını indirmeden kardeşinin yanına geldi. Olduğu yerden Moita’nın Rebu’yu köşeye sıkıştırdığını görebiliyordu. Kuzeninin ağır kılıcı karşısında bir hançer ve kılıçla mücadele veren ödül avcısı dövüşteki tüm ustalığına rağmen an geçtikçe yoruluyor gibiydi. Mgeri ve Guroni birer ödül avcısını kendilerine pay etmişler, dövüşüyorlardı. Yerde yatan üç avcı kıpırtısız, büyük ihtimalle ölüydüler. Diğer bir tanesi yaralıydı, acısından etrafla ilgilenecek hali yoktu.  Diğer bir tanesi ise ayaklarının dibinde baygındı.

“Bir kişi eksik…” Dadali, soluna döndü ve kardeşini beklemeden ilerledi.

Dadali’nin uyarısıyla kamp yerini aceleyle gözden geçiren Barva, hızla ablasını geçti.  Çıkardığı gürültüye aldırmadan Arte'nin kollaması gereken bölgeyi taradı. Az sonra metalin metalle mücadelesinin soğuk sesleri kulaklarında yankılandı. İri yarı adam toprağı titreten hızlı bir koşu tutturdu. On adım ilerisinde Arte'yi son ödül avcısı ile kapışırken buldu. Adamın ardı ardına gelen hamleleri ile gerileyen Arte'nin sağ kolu boş bir çuval gibi yanında sarkıyor, sol eline aldığı kılıcı ile rakibinin hamlelerini karşılamakta zorlanıyordu. Biraz daha dayanmasını ümit eden Barva, ormanı çınlatan bir nara ile ileri atıldı.

Arte, vahşi çığlıkla en az avcı kadar afallayarak duraklamıştı. Barva ‘hadi önüne dön be çocuk’ diye içinden küfretti ama Arte'nin dikkatini toplamasını beklemeden kılıcını savuran avcının eli hava da asılı kaldı. Barva, arkasından rüzgârdan daha hızlı gelen, ona yetişen ve geçen ok ile rahatladı. Genç adamın yanına gelene kadar Arte yorgunlukla dizlerinin üzerine çökmüş, eliyle omzunu kapamaya, akan kanı geçte olsa engellemeye çalışıyordu.

 “Bağırman şart mıydı?” diyen Arte acıyla iri adama çıkıştı.

“İşe yaramadığını söyleyemezsin.” dedi Barva keyifli bir övünçle.

“Baş edemediğimi söyleyemezsin.” Arte sesindeki hayal kırıklığını bastırmaya çalıştı.

“Barva söyleyemese de ben söylerim; baş edemiyordun.” Dadali, önlerinde ölü olarak yatan adamın sırtına ayağını dayayarak destek aldı ve okunu hızla çekti. Okun üzerindeki kanı cesedin ıslak giysisine sildi.

“Ona nasıl katlanıyorsun?” diye fısıldadı Arte, omzunu incelemek için üzerine eğilmiş olan Barva’ya.

“Çoğu geceler keşke Guroni ablam olsaydı diye dua ederek uyuyorum.” diyen Barva, Arte'nin sağlam omzuna elini koyarak genç adamı yatıştırmaya çalıştı. “Korkma yaşayacaksın.” derken sırıtıyordu.

Arte, Guroni’nin yaralandığını duyduğunda vereceği tepkiyi düşünerek yüzünü buruşturdu. Onu koruyup kollamalarına gerek olmadığını söylemesi, abisinin üzerinde artık bir işe yaramayacaktı.

Barva, Arte'nin sol kolunu omzuna alarak onu ayağa kaldırdı. “Bakalım bizimkiler ortalığı temizlemişler mi?”

Dadali, kamp yerine yaklaştıklarında arkadaşları tarafından kazara vurulmamak için  “Biziz!” diye seslendi.

Kısa süre önce ortalığı çınlatan tüm o hengâme artık yoktu. Mgeri, teslim olmuş bir ödül avcısını kaçmaması için bağlıyordu. Guroni etrafa saçılmış eşyaları karıştırıyor, ganimetleri kontrol ediyordu. En iyi ihtimalle işlerine yarayabilecek bilgiler barındıran bir parşömen bulurdu, en kötü durumda ödül avcılarının ceplerini boşaltırlar ya da yiyeceklerine el koyarlardı. Her ne kadar aç kalmak gibi bir dertleri olmasa da fazladan yiyecek yolculuklarını daha da hızlandıracaktı.

Guroni, Barva’nın desteğindeki kardeşinin Dadali’nin arkasından ağır aksak yürüdüğünü görünce elindeki eşyalara hışımla yere fırlattı.

Diğerlerinin bir şey söylemesine izin vermeden “Barva dikkatini dağıttı.” dedi Dadali aceleyle. Arte'nin onlar varmadan çok önce yaralandığını Guroni’nin bilmesine gerek yoktu.

“Dikkatinin dağılmasına izin vermemeliydin.” diye Guroni azarlarken kardeşinin yanında sarkan koluna gözü takıldı. Devam edemedi, diğer yandan kolunu beline dolayarak kardeşini destekledi.

“Demesi kolay.” diyen Arte bıkkınlıkla söylenirken Barva ile Guroni onu en yakın ağacın altına taşıdılar.

Dadali Moita'yı bir ağacın önünde dikilirken buldu ama Rebu'yu göremiyordu. Genç kadın kuzenine yaklaşırken yerdeki altın bir parıltı dikkatini çekti. Eğilip Moita’nın ve onun ailesinin amblemi olan, pençeleri arasında hançer tutan bir şahin figürünün kabartıldığı yüzüğü aldı.  Onu Moita’ya uzatırken Rebu’yu kuzeninin önünde, bir ağacın dibinde bağlanmış buldu. Ödül avcısının kanayan burnu kırılmış olmalıydı bir de dizinin üst kısmından pantolonu kızıla boyayan bir yara dikkat çekiyordu.

Moita, Dadali'nin uzattığı yüzüğü aldı ve şöyle bir inceledi. Rebu, onu Ngalo Lu hapishanesine bıraktığında, Soysuz Ladre’ye tutsağının kimliğini kanıtlamak için yüzüğünü ondan almıştı. Rebu’dayken çizildiğine ya da sahtesi ile değiştirildiğine dair bir işaret, bir iz arıyor gibiydi fakat hiçbir şey söylemeden yüzüğü parmağına taktı.

Elinden kaçırdığı ganimetini izleyen Rebu “Yüzüğü aldığında daha çok sevineceğini umuyordum.” dedi ve kırık burnundan ağzına dolan kanı ikilinin ayaklarının dibine tükürdü.

Moita yüzüklü elini yumruk yaptı. “Yüzük bahaneydi.” diye sırıttı.

Rebu’nun kırık kahkahası ormanda çınladı. “Bana saldırmak için…” burnundan hırıltılar çıkıyordu. “… bahaneye mi ihtiyaç duydun?”

“Düzeltiyorum.” dedi Moita gülümsemesi daha da büyüyerek. “Beni tekrar elinden nasıl kaçırdığını Soysuz’a açıklarken senin bahaneye ihtiyacın olacak diye düşündüm.”

“Ona hiçbir şey açıklamak zorunda değilim.” diyen Rebu öfkeyle haykırdı. Kelimeler ya kırık burnunda takılıyor ya da kan dolu ağzında boğuluyordu. 

Moita, bir dizini yere dayayarak Rebu’nun boyuna indi. “Bu mesele seninle benim aramda değil. Eğer öyle olsaydı, şu anda ağzınla bile nefes alamazdın.”

“Ben sadece para ile ilgilenirim.” Rebu dişlerinin arsından nefretle fısıldadı. “Benim ki de kişisel değil.”

“Anlaştık o halde.” Moita yüzüğünü görebilmesi için yumruğunu adamın gözünün önünde tuttu. “Bu mesele Soysuz’la benim aramda. Bu yüzük gibi onda benim olan ne varsa geri alacağım.

“Maleni Hanım’ı da mı?” Rebu kızıl dişlerini göstererek zevkle gülümsedi, adamı ilk defa sarstığını hissediyordu.

Moita, göz ucuyla Dadali’nin hareketlenmesini yakaladı, eliyle kuzenini durdurdu. Ayağa kalktı ve Rebu’yu tepeden süzdü ve hiçbir şey söylemeden dönerek bir daha görmemeyi dilediği adamdan uzaklaştı.

Yanında yürüyen Dadali, “Üzerinde bir şey buldun mu?” diye sordu. Maleni’nin ismine değinmemesi gerektiğini çok iyi biliyordu.

“Temiz.” dedi Moita kısaca.

Barva, Arte'nin yarasını sarmış, kalın bir askı ile  boynundan sarkıtmıştı.

“Ata binebilir mi?” diye sordu Moita ve Guroni’nin omzuna sanki kardeşinin yaralanması kendi suçuymuş gibi özür dilercesine dokundu.

“Gündüz molaya kadar idare eder. Kanamayı durdurdum. Yarayı günışığında dikmek en iyisi…” Barva içini çekerek doğruldu. Arte'nin kolunu kullanamayacak kadar derin yaralandığından korkmuştu ama uzun süre eskisi gibi olamayacak olsa da genç adamın durumu umduğundan daha iyiydi.

Aldığı tatmin edici cevapla “Sağ kalanlara yiyecek bir şeyler bırakın...” diyen Moita etrafını hızlıca inceledi. "Gidiyoruz."

Ellerinin bağlı olmalarının ödül avcılarını çok oyalamayacağını biliyordu. Artık onların peşine düşmek gibi bir arzuları kaldıysa eğer ormana dağılan atlarını bulup onları takip edebilecek geride yaralı üç kişi bırakıyorlardı. Barva ve Guroni, Arte'yi aralarına alırlarken Mgeri yiyecekleri bağlı adamlardan birinin önüne bıraktı. Dadali kendisinin olmadığına aldırmadan ortalıkta ne kadar ok varsa topladı. Oyalanmadan kamp yerinden yaya olarak uzaklaştılar. Artık birilerini sürekli enselerinde hissetmeden, en önemlisi de kış gelmeden Kuzey’e varabileceklerdi.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 29 Ağustos 2016, 15:38:43
Sis

Opampe’nin at arabası, geniş yolda ilerleyen konvoyun sonlarındaydı. Tekerleklerin ve atların çakıl taşları üzerinde çıkardığı gürültüye, tenteye düşen yağmurun sesi de karışıyordu. Eylül ayına ve sabahtan beri yağan yağmura aldırmayan hava, şaşırtıcı bir şekilde ılıktı. Arabanın arkasından sarkan gerektiğinde bir kapı görevi gören örtü yola çıkmadan önce yaşlı şifacı tarafından kaldırılmıştı. Uli, açıklığın dibinde dakikalardır hareketsiz oturmasından dolayı, güneyin en sert rüzgârlarının bile donduramadığı ellerini ısıtabilmek için yünlü bir şalın kıvrımları arasına gizlemişti. Yine de ne kavurucu çölü ne de tepelerinden kolay kolay inmeyen o kızgın güneşi özlüyordu.
 
Oturduğu yerden sadece sırtını görebildiği yaşlı şifacı, önde arabayı sürüyor, arada sırada atları şevklendirmek için diliyle damağını dövmeleri duyuluyordu. Sabah yola çıkarken onun da yanında oturması için ısrar etmiş ama Uli bir yere yaslanmadan uzun süre oturmakta zorlandığını bahane ederek yanaşmamıştı. Şuanda bile, sırtını kalın direğe dayadığı halde tekerlerin her çukura girişinde arabayla birlikte sarsılıyordu. Bakışları, bir süredir arkalarındaki arabayı çeken iki atın hareketlerine kilitlenmiş, ne çevresine dikkat ediyor ne de düşüncelerinin izini sürüyordu. Sadece atların ıslak sırtlarından yükselen buharı dalgın bir şekilde izliyordu.

Kabile Reisi’nin eşi olduğunu söyleyen bir kadın, ismini söylemişti ama Uli şimdi ne olduğunu hatırlayamıyordu, uyandığında zincire geçirilmiş bir kadın yüzüğünü avucuna bırakmış ve Moita’nın onu geri almak için döneceğine dair verdiği sözü aktarmıştı. Kızıl'ın onu çingenelere bırakmasının üzerinden 15 gün geçtiği söylenmişti, dağınık zihninin kendine gelmesinden sonra sayabildiği kadarıyla ise sadece altı gün. Birbirinin aynı günler boyunca kendi içinden çıkmayı reddeden Uli ne çingenelere bir fayda sağlıyor ne de yollarına tümsek oluyordu. 

Onu bu halinden çıkarmak isteyen Şifacı'nın yardımına yetişen Reis'in eşi, günün kısa bir bölümünde Uli ile birlikte yolculuk etmekte ısrar ediyordu. Kızın ağzını açıp tek kelime etmeyişine aldırmadan, yanında sabırla oturuyor; kendinden, ailesinden ve kabilesinden bahsederken Uli’nin tepkisiz kalması onu yıldırmıyordu. Fakat Uli, ne o kadınla ne de o çok sevgili kabilesi ile ilgileniyordu. Ateşini düşürüp onu iyileştiren bu insanların isimlerine bile ilgi duymadığı gibi yüzü dahi kızarmadan umursamazlığını onlara belli ediyordu.

İlk zamanlarda Moita’ya karşı hissettiği öfke zamanla yerini, yine terk edildiğini düşündüğünden, yakıcı bir acıya bırakmıştı. Moita’ya kızgın, Durwa’ya ise kırgındı. Yaşlı adam, artık onu koruyamayacağını düşünüp yükünü bir başkasının sırtına, Kızıl'a yükleyerek kurtulmuştu. Moita’nın ise onu neredeyse otuz yıl boyunca kollayan Durwa gibi olmasını beklemiyordu ama birkaç gün bile olsa ona katlanamamıştı işte.

Uli, ne kadar nankör olduğunu fark edemeyecek kadar kendine acımakla meşguldü ki bulanık aklı, tıpkı şuanda onu tedavi etmek için ellerinden geleni yapan çingeneler gibi hapishaneye gelene kadar Kızıl'ın da onun için bir yabancı olduğunu hatırlamıyordu bile.

Yanlarından hızla geçen bir atlının araba sürücülerine durmalarını söyleyen çağrısı ile tek sıra halinde ilerleyen konvoy, kısa bir an, durmaya çalışan tekerleklerin çıkardığı seslere boğuldu. Anlaşılan akşam için konaklama yeri seçilmişti. İki arabanın yan yana ilerleyebileceği genişlikteki yolun sağını işgal eden at arabalarını bu gece tarlalara sokup çember oluşturmayacaklardı. Yağmur durmuş olmasına rağmen çamur olan araziye girip batma riskini göze almayacaklardı.

Arabalarından inen çingeneler akşam yemeğini hazırlamak ve uyuyacakları çadırları kurmak için neşeli ve gürültülü bir şekilde koştururken Uli onları sessizce izledi. Opampe bile elindeki kaplarla temiz su aramak için seyrek ağaçların arasına giren kadınların arasına karışmıştı.

Uli’nin nazarında her şey o kadar soluk ve renksizdi ki çingenelerin bu kadar canlı ve neşeli olabilmesine anlam veremiyordu. Bir süre sonra pamuk ipliğine bağlı olan dikkati dağıldı ve başı yaslandığı at arabasının tahta duvarına düştü.



Uli’yi uyandıran yaşlı şifacının üzerine eğilmiş gölgesi ve kalkmasını fısıldayan yaşlı sesi oldu. Rüyasız bir uykudan gözlerini gecenin karanlığa açtığında arabada olmadığını fark etti. Küçük bir ateşin yanında, kalın örtülerin arasında yatıyordu.

 “Yemek vaktini kaçırdın.” dedi Opampe cevap alamayacağını bilerek. Kızın sesini çok az duymuşlardı. Bu yüzden yaşlı şifacı her hangi bir cevap beklemeden Uli’nin omuzlarına şallarından birini attı ve eline tahtadan bir kâse ve kaşık sıkıştırdı.

“Senin için birkaç parça et ayırabildiğime şükret. Yoksa bizim aç kurtların seni düşünecekleri yok.” diyen Opampe kızın karşısına oturdu,

Uli kâseye hoşnutsuzlukla baktı. İri parçalar halinde doğranmış et ve patatesten oluşan yemek yiyebileceğinden de fazlaydı. Şifacının dediği gibiyse eğer, yemeğinde gözü olan birileri varsa seve seve ona verebileceğini düşündü. Opampe’nin keskin bakışlarını yüzünde hissedince aceleyle iri bir patates parçasını ağzına attı. Zorda olsa sonunda kâsenin yarısını erittiğinde daha fazla yutamayacağını hissetti. Kaşığı bırakırken özellikle Opampe ile göz göze gelmemeye dikkat etti.

Opampe kâseyi almak için yerinden kalkarken “Bu gece kampta eğlence var.” dedi cevap alamayacağını bile bile. “Yazın son gecesi ve sonbaharın da ilk. Çok yorgun değilsen aramıza katılabilirsin.” diye ekledi. Yaşlı şifacı ısrar etmedi. Zaten hiçbir şey için ısrarcı değildi. Uli’nin yemediği dolu tabakları önünden aldığında bile tek kelime etmezdi ama bu gece inatla oturup kızın lokmalarını saymıştı.

Opampe, yarı yolda aniden döndü. “Hala ismini söylemeyecek misin?” Yaşlı şifacı Uli’yi sorusuyla gafil avlamıştı. Kadın geriye yürüyerek aralarındaki birkaç adımlık mesafeyi hızla kapadı ve tepesine dikildi. Şaşkınlığından yararlanıp kızın ismini ağzından kaçırıvereceğini düşünür gibiydi. “Hadi kızım söyle de biz de seni ‘kız’ diye çağırmaktan kurtulalım. Bizim sirkte kafesteki maymunun bile ismi varken bir isminin olmadığını söyleyerek beni aptal yerine koymaya da kalkma sakın.”

“İsmim var ama…” Uli hoşnutsuzlukla başını ateşe çevirdi. “Beni istediğiniz şekilde çağırın.” dedi bir hışımla.

Opampe hâlbuki istediği cevabı bu sefer alabileceğine o kadar emindi ki. “Annenden daha iyi bir isim vereceğimize güvenin tamsa eğer..." Kızdan hiçbir itiraz gelmeyince “İstediğin gibi olsun.” dedi yaşlı şifacı hoşnutsuzlukla.

Uli, diğerlerine göre büyük olan ateşe doğru Opampe’nin ilerleyişini izlerken sağ yanına uzanıp örtüleri üzerine çekti. Yeni başlayan melodinin neşeli nağmeleriyle dans eden çingenelerin, ateşin kızıllığını yansıtarak koyulaşan sarı başlarının temposunu izledi.

Opampe, Uli’nin artıklarını köpeklerin önüne boşaltırken söyleniyordu: “Şeytan diyor ki, git başına çök, ismini öğrenene kadar da uyutma.”

Livan, yaşlı kadının, onu fark etmediğini bilerek öksürdü. “Hiç yakıştıramadım.” Reis’in dudakları eğlenircesine yukarı kıvrılmıştı.

“Neden yakışmayacakmış?” Opampe elindeki kâseyi arabanın kenarına iliştirdikten sonra ellerini kalçalarına yerleştirerek Reis’e döndü. Kır saçları yüzüne vuran meşalenin ışığında alev alevdi. Kırışıklıkların yüzünde oluşturduğu gölgeler ışıkla daha da derinleşirken ifadesini sertleştiriyordu. Yüzüne aniden yayılan bir gülümseme hala sağlam ve bembeyaz olan dişlerini ortaya çıkardığında tüm gölgeler silindi. Yaşlı kadının gülümsemesi ile Livan, yaşlı kadının gençliğindeki o ihtişamını hatırladı.

Bir zamanlar çingeneler arasında hatta kabilenin dışında bile güzelliği dillere destandı. Onu izlemeye gelenlerden panayır çadırı dolup taşardı ama o, hayranlarının hiçbir iltifatına metelik vermez, onların vermek istediklerini kibarca alır ama almak istediklerini büyük bir beceriyle geri çevirirdi. Ta ki o esmer yabancı gönlünü çalmayı başarana kadar bir afet ama bir o kadar da ulaşılması zor bir kadın olarak kalmıştı.

Çingenelerin birbirlerine tutkuyla bağlı oldukları o zamanlarda bile herkes tarafından bilinirdi. Hep kendi aralarında evlenmişler, ne güzel kadınlarını dışarıya vermeye gönülleri razı olmuş ne de konakladıkları yerlerde her hangi birinin kızına, karısına yan gözle bakmaya tenezzül etmişlerdi. Bu, kabilelerinin yazılı bir kuralı ya da ceza gerektiren bir kanunu değildi fakat çingenelerin erkekleri, çocukluklarından beri bilirlerdi ki dünyanın en güzel kızları bir gün eşleri olacaktı. Zaman zaman istisnalar olsa da bu hep böyle ola gelmişti.

Opampe’nin o yaz, esmer yabancı ile gitmesine kimse engel olmamıştı. Arkasında, kabilesini ve ailesini üzüntü içinde bırakmıştı ama hiçbir zaman, adı lanetle anılmamış aksine hüzünlü bir özlemle zikredilmişti. Aylar sonra, utanç ve pişmanlıkla, kucağında; kara saçlı, kara gözlü bir bebekle döndüğünde aldatılmanın ve yüzüstü bırakılmanın kederini yüzüne vurup daha fazla üzüntüsünü arttırmamışlardı.

Livan, kimseye başından geçenleri anlatmasa da Opampe’nin bir daha ne şarkı söylediğini duymuş ne de dans ettiğini görmüştü. Ninesinden kalma aile geleneğini devralmış ve şifa dağıtarak kabilesinin arasında bir gün bile şikâyet etmeden yaşamıştı.

“Seni neyin bu kadar sinirlendirdiğini merak ettim.” diyen Livan, arabaya tek omzuyla yaslandı.

“Önemli bir şey değil.” Opampe omzunu silkerek konuyu değiştirdi. Livan’ın yanındaki Kusta’yı yeni görmüştü.  “Yine hayvanlarından biri mi rahatsızlandı?” diye hayvan terbiyecisine kuşkuyla sordu.

“Öyle de denilebilir.” dedi Kusta, Livan’a bakarak. Söze Reis’in girmesini beklediği bakışlarından anlaşılıyordu.

“Okro yine huysuzlandı.” dedi Livan aceleyle.

Opampe konuşmanın nereye varacağını anlıyordu ama inatla bunu belli etmeye yanaşmadı. Kusta’ya uyarıcı bir bakış atmayı da ihmal etmedi.

“Kusta iki gündür bir şey yedirememiş. Yavrusunu zaten yanına yaklaştırmıyor. Düşündüm ki…”

Yaşlı Şifacı, Reis’in sessizliği uzayınca  “Düşündün ki?” diye sordu ardından ne geleceğini tahmin ederek.

“Düşündük ki...” diye düzeltti Livan eliyle Kusta’yı işaret ederek. “Bir ihtimal ama belki kız işimize yarayabilir.”

“Olmaz.” Opampe hızla kestirip attı.

Livan doğrularak uzun boyu ile yaşlı kadının önünde dikildi. “Hayatının tehlikede olmayacağına eminim. Okro öldürmek isteseydi kapıyı kırdığında kız zaten ölmüştü.”

“Neden bilmiyorum ama endişe ettiğim onun hayatı değil. Kızın hayvanlardan daha çok insanlarla vakit geçirmeye ihtiyacı var. Okro’nun da öyle.”

“Bu her ikisine de iyi gelebilir.” Kusta, yaşlı şifacının keskin gözlerinin bir açıklama beklediğinin farkındaydı. “Okro yanına yavrusunu yaklaştırmıyor ama kız ikisinin arasını yapabilir. Kızla kaplanın bir şekilde iletişim kurduklarını düşünüyorum.”

“Nasıl?” Yaşlı adamı anlamaya çalışırken Opampe’nin kaşları birleşmişti.

"Emin değilim ama dokunarak yaptığını söyleyebilirim. Bence aralarındaki bağlantı kızın ellerinde. Benim bunca yıl yapamadığımı o küçük kız bir dokunuşla yapabildiyse bunu denemeye değer.” Kusta hararetle fikrini savunurken şifacının allak bullak olduğunu fark edemedi.

“Çocukken kendi ninemden bazı şifacıların hiçbir bitki ya da araç kullanmadan hastaları iyileştirebildiklerini duymuştum ama hiç görmedim. Ama bir dokunuşla bir hayvan ile iletişim kurmak... apayrı bir şey." Opampe, inanamayarak başını iki yana salladı.

“Bunu öğrenmenin tek yolu var.” Livan merakını tatmin etmeye hevesli görünüyordu.

Opampe, yorgun kollarını göğsünün altında birleştirdi. “Kıza soracağım ama eğer istemezse kimse onu o kafese zorla sokamaz haberiniz olsun.”

“Ben Dina’ya haber vereyim.” dedi Livan memnun bir şekilde yanlarından uzaklaşırken.

“Karının bundan hoşlanacağını sanmıyorum.” Opampe keyifle Reis’in arkasından seslendi.

“İnan onu ikna etmek senden daha kolay.” dedi Livan aralarına yeterli mesafe koyduğundan emin olduktan sonra.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 29 Ağustos 2016, 15:39:43
Her ne kadar şalına ve battaniyelere sıkı sıkı sarılmış olsa da Uli, müzik eşliğinde dans edenleri, önünde uzandığı ateşin alçak alevleri üzerinden dikkatle izliyordu. Şifacının tekrar başına geldiğini fark ettiğinde sıkıntıyla içini çekti; ona istediği isimle seslenmesini söylememiş miydi, neden hala ısrar ediyordu?

Opampe kızın yanına diz çöktü. “Reis’in senden bir ricası var.” dedi tereddütlü bir sesle. “Kaplanlardan biri için yardımın lazım, kızım.”

“Maymunlar gibi kaplanların da bir isimleri var zannediyordum.” Uli’nin sözleri, artık ateşe diktiği boş bakışlarını yalanlıyordu.

Opampe’nin yaşlı kahkahası Uli’yi irkiltti, neden güldüğünü anlayamamıştı.

“Günlerden beri senden duyduğum, konuştuğun zamanlarda elbette, en anlamlı sözdü.” Opampe, kızın üzerindeki battaniyeleri kaldırırken Reis’in ve Kusta’nın isteklerini aceleyle sıraladı. Uli’yi ayağa kaldırılıp kafeslere doğru yönlendirirken kızın sessizliğini beklemediği onay olarak kabul etti.

Dina ve Livan onlardan önce gelmişler kafesin birkaç adım gerisinde bekliyorlardı.  Şifacı çevreyi hızla taradığında Kusta haricindeki tüm hayvan bakıcılarının uzaklaştırılmış olduğunu fark etti. Kızı Okro’nun kafesine yönlendirdikten sonra oradan çok fazla uzaklaşamadı, Reis’in yanına gitmek yerine kızın arkasında sessizce dikiliyor, endişesini sezdirmeyen bakışları, dişi kaplan ile kızın arasında temkinle gidip geliyordu.

Okro kafeste sinirli turlarından birini daha tamamladı ve kafesin izin verdiği ölçüde kızın yakınında durdu. Derin derin nefes alırken hareketlenen burnu demir parmaklıklardan dışarıya taşıyordu.

Uli, parmaklıklara bir kol boyu mesafe kala durdu. Kendinden ne istendiğini anlamıştı anlamasına da bunu herkesin önünde tekrarlamaya gönlü yoktu. İnsanların gözünde bir büyücü, bir ucube olmamak için Durwa ile yılardır saklamaya çalıştıkları her şeyi şimdi gözler önüne sermesini istiyorlardı ondan. Kendisini bir ganimet gibi görüp, onu da bu kaplan gibi bir kafese kapatıp para karşılığında sergilerler miydi? Bu düşünce ile bir adım geriledi. Opampe ondan yardımını istediğinde keşke kabul etmeseydi. Geriye bir adım daha attı fakat bu kez kararlıydı. Döndü ve meşale ışığında mümkün olduğu kadarıyla Reis’le göz göze gelmeye çalıştı.

“Ne yapmamı istediğinizi anlamıyorum. Hayatımı kurtardığınızı biliyorum ama o kafese tekrar girmeye niyetim yok.” Opampe’nin yüzüne bakmadan kafeslerden, beklenti içindeki insanlardan ve kaplandan nerdeyse koşarak uzaklaştı.

Livan kızın önünü kesmek için hareketlendiğinde Dina kocasını engelledi. Ne demişti, kızı istemediği bir şeyi yapmaya zorlamayacaklardı. Reis içini çekip hoşnutsuz bir kabullenişle Kusta’yı bir el hareketi ile durdurdu.


 
  Kamp sessizlik içinde uyurken Uli uyumak için çabalamaktan yorgun Opampe’nin yanında uzanıyordu. Dayanamayacaktı, kendisine kızarak doğruldu. O esnada yaşlı şifacı sırtını Uli’ye döndü ve uykusunda derin derin soludu. Uli yavaşça arabanın arkasındaki, kumaştan perdeyi araladı, yere inerken gözü şifacının sırtındaydı; işini kolaylaştırdığı için yaşlı kadına içinden teşekkür etti.

Kampın içinden kafeslere doğru yürürken göremediği nöbetçilerin her an önüne çıkma ihtimaline karşı yüreği ağzındaydı. Acaba hayvanların başında da nöbetçiler var mıydı? Bu fikir zihnine üşüştüğünde artık kafeslerin önündeydi. Daha fazla ilerleyemeden endişeyle etrafını dinledi; hayvanların kıpırtılarından başka bir şey duyulmuyordu.

Hatırladığı kadarıyla kaplanınki, kafes sıralarının ortasındaydı. Belki çingeneler ayak seslerinden uyanmamıştı ama yanlarından geçerken hayvanların bir kısmı, uykularını bölenin kim olduğunu anlamak için, başlarını kaldırıp mahmur mahmur bakarken bir kısmı parmaklıkların ardından hırlamalar ile gözünü korkutmaya çalışıyordu. En gürültücüleri olan maymunların önünden hızla geçti. Büyük bir kedi, gölgeler arasında parlayan sivri dişlerini göstererek kızı tehdit etti, Uli boş bulunarak panikle sıçradı. Sırtı sert demir çubuklara çarptı, ensesindeki ıslaklık ile yeni bir şok daha yaşadı. Ağzından çıkan hafif çığlığı eli ile bastırmaya çalıştı. “Lanet olsun!” Şuana kadar iyi gitmiş olsa bile bütün kampı uyandırmasına az kalmıştı. Kafese döndüğünde gözleri hayretle açıldı, kendisini yalayan hayvan aradığı kaplandı.

“Okro’ydu değil mi?” diye sordu Uli. Arabanın tekerine basarak kendisini yukarı çekti. Kafesin kilit sürgüsünü çekerken altın sarısı kaplana kendisini tanıtmaya gerek görmedi. İçeri süzülürken arkalarındaki kafesten gelen ikinci bir kükreme ile ikisi de oldukları yerde kaldılar. Uli beyaz kaplanı ilk defa fark ediyordu; Okro'dan belki daha iriydi ama kaplan kafesinin izin verdiği ölçüde onlara yaklaştıkça gecenin karanlığında bile kar gibi beyaz kürkü ortaya çıkmıştı. Bu kükremeli protestonun ne demek olduğunu belki Okro anlamıştı fakat Uli’ye hiçbir şey ifade etmiyordu.

Altın kaplan komşusuna aldırmayıp kıza yanaştığında Uli’in aklından beyaz kaplan hızla uzaklaştı. Artık bir kol mesafesindeki Okro’nun kafasında elini yavaşça gezdirdi. Yakaladığı  ilk his güçlü bir sitemdi. Ardından bunu desteklercesine Okro dişlerini göstererek sanki ona cilve yapıyormuşçasına hırladı.

Dokunmak kişinin bedenini Uli’ye açar, yoğunlaştığında ise o canlıdaki her bir hücreye ulaşabilirdi. Bu aynı zamanda kendi iyileştirme gücünü dokunduğu bedene aktarma gibi masumane yetenekleri Uli’ye bahşetse de düşünceleri kontrol edemezdi.  Rebu’nun baskını sırasında, şuanda uysal bir kedi gibi elinin altında keyifle mırıldanan kaplan saklandığı kapıyı kırdığında, tek bir dokunuşla kaplanın sakinleştirmemiş miydi?

Uzanan kaplanın yanına oturduktan kısa bir süre sonra uykunun onu çağırdığını hissetti. Gözlerini kaparken uzun zamandır hissetmediği kadar mutlu bir şekilde gülümsedi.


Sis denizden esen meltemle arabaların arasını ve bulabildiği tüm boşlukları yavaşça dolduruyordu. Opampe’nin görüşü de aynı hızla daralırken yaşlı şifacı çaresizlikle etrafında döndü. Sabaha karşı uyandığında kızı yerinde bulamadığındaki endişesi dakikalar geçtikçe artıyordu.

Bu telaşla bütün kampı ayağa kaldırdığında Vasili kızın kaçtığını iddia etmiş ancak içlerine kadar girip kaçırılmış olma ihtimaline de öfkeyle itiraz etmişti. Onun ve adamlarının haberi olmadan kampa girilmesini hakaret addetmesine rağmen kaçanı engellemeyeceklerini de beyan etmişti. Yine de adamlarına tüm kamp ve çevresinin, kızdan bir iz bulunana kadar aranması emrini vermişti.

"Bu siste başka kimse kaybolmasa bari." diye söylendi yaşlı şifacı kafeslerin olduğu alana girerken. Hayvanlar da en az yaşlı şifacı kadar huzursuzdu. Opampe’nin aklına en son gelen ama aslında ilk bakması gereken yer kaplanların kafesiydi. Orada da kızı bulamazsa ne yapacağını bilmiyordu.

Kafeslere çok fazla yaklaşmaması gerektiğini bilmesine rağmen sisten bir adım ötesini dahi net göremiyorken tedbiri elden bıraktı. Kafasını parmaklıklara korkuyla yaklaştırdı. Manzara şaşırtıcıdan çok rahatlatıcıydı. Kızın kafası Okro’nun göğsünde uyurken, ne sis ne de kamptaki telaş onlara ulaşamamıştı.

“Pulera.” diye fısıldadı yaşlı kadın. Eski lisanda ‘sis’ anlamına gelen bu sözcük o an kıza çok yakışmıştı. Zaten kendisine istediği gibi seslenebileceğini söylememiş miydi?

“Kızı buldum!” diye bağırdı kadın kampa doğru. “Pulera’yı buldum!”

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 05 Eylül 2016, 10:59:07
Eve Dönüş

Uli için artık her gün bir öncekinin tekrarıydı. Sabahları, kim tarafından taşındığını hatırlamadan, Opampe’nin ağır aksak ilerleyen arabasında gözlerini açıyordu. Öğlen verilen kısa molalarda Reis’in eşinin ziyaretlerine metanetle katlanıyor, güneş batmadan önce belirlenen mola yerine kadar arabanın arkasında boş bir çuval gibi oturuyordu. Geceleri ise Okro’nun kafesinde zaman daha hızlı geçiyordu. Çingenelerin ateş başında çalıp söyledikleri şarkılara Okro’nun kalp atışları karışıyor hiç olmadığı kadar huzurlu bir uykuya dalıyordu.

Yıllarını tükettiği hapishanede bile Çingenelerin arasındaki kadar tembellik yaptığını hatırlamıyordu. Hapisken her koşulda kendisini oyalayacak bir şeyler bulmuş, en kötü ihtimalle hücresini arşınlayarak enerjisini tüketmişti. Hatta Durwa, Nzeli Krallığı’nda konuşulan, ortak lisana göre daha kaba olan dillerini bile ona öğretmişti. Çocukluğunda aldığı eğitimin bir parçası olarak kuzeyde kullanılan ortak lisanı biliyordu. Karşılık olarak lisanını, Azure olmayanlara öğretilmesi yasak anadilini, ihtiyara memnuniyetle öğretmişti. Uli yasağı delmişti ama bir Azure'nin Azuran topraklarının dışına çıkması da yasaktı. Yasakları önce onlar delmişken vicdan yapmaya gerek görmemişti o zamanlar.

Hapisken bir şekilde, çoğunlukla Durwa’nın sayesinde olsa da hayata tutunurken şimdi hiç olmadığı kadar özgür olmasına rağmen oturduğu yerden bir adım dahi uzaklaşamayacağını hissediyordu. Başının üzerinde yükselen gökyüzü yıllarını dört duvar arasından geçirmiş birisi için fazlasıyla geniş, soluduğu hava fazlasıyla ferah, çevresindeki insanlar ise hiç görmediği kadar renkliydi.  Tüm bunlarla yüzleşmek yerine uzun zamandır alışkın olduğu gibi başının üzerinde alçak bir tavana, rahatça nefes almak yerine uykuya, insanlarla konuşmak yerine sevgili kaplanına kaçıyordu.

Rutin geçen bu yolculuk, sık sık yağan yağmurun eşliğinde sonunda denizin kokusunu onlara ulaştırdı. Uli, hatırladığından daha meyus, daha uysal bulduğu denizi göründüğünde kafilenin sevincini önce anlayamadı fakat daha sonra Opampe’den güneş batmadan önce evlerine varacaklarını öğrendi. Akşama doğru zik zak çizen yolun artırdığı eğimden dolayı arabalar daha temkinli ve yavaş hareket ediyordu artık. Eve varmak düşüncesi çingeneler gibi onda her hangi bir coşku yaratmasa da bir arabanın üstünde yolculuk yapmaktan yakında kurtulacağı için memnundu.

Gözlerini yoldan ayıramayan yaşlı şifacı arkasına heyecanla seslendi. “Pulera, bu manzara kaçmaz! Civane’yi böyle görme fırsatını uzun süre bulamazsın.” Uli düşüncelerini bölen bu çağrıya aldırmadı. “Eğer orada öyle boş bir çuval gibi oturmaya devam edeceksen, kasabaya vardığımızda Dina’ya söyle, sana kalacak başka bir yer bulsun.”

Uli Opampe’nin arkadaşlığına alışmıştı fakat diğerlerinin yanında hissettiği gerginlikten bir türlü kurtulamadığından yaşlı kadının tehdidini yerine getireceğinin korkusuyla öne doğru isteksizce emekledi. Arkalıksız sıraya tırmanıp suratsız bir şekilde bacaklarını öne geçirdi. Yaşlı kadının yüzüne bakmayı akıl edebilseydi, alaycı bir gülümseme görecekti fakat onun yerine az önce heyecanla methedilen manzaraya odaklandı.

Yağmur bugünkü yükünü bırakmış gri renkli bulutlar dağılmaya başlamıştı. İkindi güneşi, millerce uzaklıktaki denizin dalgalı yüzeyine,  bulutların arasından sızarak ışıktan bir perde gibi iniyordu. Aydınlıktan nasibini alamayan yerler koyu gölgelerle doluydu. Açık yeşilden neftiye yumuşak geçişler yapan, bodur ağaçlarla kaplı tepenin ardında ise sahil saklanıyordu.

“Nasıl ama? Dediğim kadar var değil mi?” diyerek Opampe memnuniyetle içini çekti.

Opampe kaç yaşındaydı? Zihnine düşen bu soruyla Uli, dönüp ilk defa yaşlı kadının profilini merakla inceledi. Dolgun bir yüzü vardı, alnı ve elmacık kemiklerinin üzerindeki cildi pürüzsüzdü. Gözlerinin ve ağzının kenarındaki yoğun çizgiler olmasa bu yüze yaşlı demek, bu dimdik oturan bedene ihtiyar demek insafsızlık olurdu. Uli şifacıyı incelerken Opampe de avuçlarında sımsıkı tuttuğu yularları yukarı aşağı sallayarak atları hızlandırdı. Yaşlı kadının hareketleri tutuksuz ve hızlıydı. Hayır, ihtiyarlığa ait kusurlardan uzaktı. Bakışlarını kendi ellerine indirdi. Kucağında birleştirdiği kemikten parmakları birbirinden ayırsa destekleri ortadan kalkınca titreyeceklerini biliyordu. Şimdi kim yaşlıydı o mu kendisi mi?

 “Şu kayalıkları dolandık mı, evdeyiz.” Opampe gözlerini bir an yoldan ayırıp keyifle kıza baktı. Evine döndüğü için gözlerinde yanıp sönen ışıltılar gibi yaşlı kadının içi de sevinçle kıpır kıpırdı. Uli’nin ‘ev’ kelimesine vermiş olduğu tepkiyi, dudağının bir ucunun neşesiz bir şekilde yukarı kıvrılmasını, gördüğünde tekrar bakışlarını yola çevirdi. “Eh bir süre için burası da senin evin olduğuna göre, şu yüzündeki ekşi süt içmiş ifadeyi sil artık.” 

Uli, ekşi sütten bir yudum daha almış gibi yüzünü biraz daha kararttı. Eve varmak için duydukları heyecanı kıskanıyordu sadece… ama bunu kabullenmeye yanaşmadı. ‘Beni istemeyenleri ben de istemeyeceğim.’ Bunca yıldır kendi kendine yinelediği cümlenin bir kez daha üzerinden geçti.

Ağaçlı tepeninin eteklerinden dolandıklarında, sollarında iki insan boyunda dik kayalıklar, sağlarında ise irili ufaklı kayalar ve çakıllarla kaplı bir sahil göz alabildiğince uzanıyordu. Düz giden yol, bir süre sonra yay çizerek denizden uzaklaşmaya başladı. Konvoy daha yarım daireyi tamamlayamadan heyecanlı bir kalabalık tarafından önleri kesildi. Uli kafilede neden hiç çocuk olmadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Arabaların çevresinde gürültüyle dolanan en büyüğü 12 - 13 yaşlarında yirmiden fazla çocuk onları neşeyle karşılıyordu.

Önlerinden koşarak geçen iki oğlan Opampe’ye el sallayıp gülümsedi. Küçük olanı, yaşlı kadının yanında oturan yabancıyı fark ettiğinde yavaşlayıp durdu. Arkadaşını da kendi yanına çekip eliyle kızı işaret etti. Gülümsemiyorlardı, merakla kendisini inceliyorlardı. Uli rahatsız olarak yüzünü diğer tarafa çevirdiğinde şalı ile yüzünü kapama isteğini zorlukla bastırdı. Aylardır görmedikleri ailelerinin onları çağırması ile kıza olan ilgilerini kaybeden çocuklar koşarak uzaklaştılar.

Bakışları üzerine çekecek kadar perişan mı görünüyordu? Hapishanede yıllar geçip giderken, aynadaki aksini görmeye olan arzusu gittikçe solmuştu. Gençliğinin ilk yıllarında aynanın önünden ayrılmayan Uli en son ne zaman aynadaki yansımasını görmüştü. Yüzünü örtme arzusu bastıramayacağı düzeye geldiğinde hiçbir şey söylemeden tentenin karanlığı altına girdi,  Opampe de kalması için ısrar etmedi

Kayalıkları döndükleri esnada kısa bir an sahilin görüntüsü, ardından deniz Uli’nin önüne serildi, bulutlar gibi griydi şimdi. Takiplerindeki arabanın görüşünü kapatmasıyla, deniz uzaktan gelen dalgaların sesiydi şimdi. Azalan denizin sesi ile yer değiştiren rüzgârın uğultusu yol boyunca peşlerini bırakmadı, ağaçların hışırtısı ise gittikçe arttı.

Opampe köyünden bahsettiğinde Uli’nin gözünde birkaç evden oluşan dağınık bir görüntü canlanmıştı. Ancak hayalinden çok farklı bir manzara ile karşı karşıyaydı şimdi. İç içe geçmiş, duvarlarının birbirine yaslandığı, bahçesiz İki katlı, ahşap ve taş işçiliğinin ilginç bir karışımı olan evlerin arasından geçiyorlardı. Aylardır görmedikleri komşularına ya da akrabalarına, cumbalarından ve pencerelerinden sarkan çingeneler el sallayıp, hoş geldiklerini söylüyorlardı. Kimisi evlerinden çıkarak onlarla birlikte yürümeye bile başlamışlardı.

İlgi ile bakan yaşlı bir adam ile göz göze gelince Uli örtüyü kapatıp arkasına yaslandı. Yine de merakına yenilerek Opampe’nin sırtından kalan açıklıktan dışarı bakmaya devam etti. Evlerin arasından çıktıklarında, önlerinde uzun ağaçların kalın gövdelerinin sınırını çizdiği geniş bir açıklık uzanıyordu. Konvoydaki her bir araba, hayvanları taşıyanlar hariç, ikinci bir sınır gibi ağaçların çok yakınına yan yana dizildiler. Opampe de atları diğerlerinin yanına yönlendirdi. Yularları oturduğu yerin kenarındaki çiviye taktıktan sonra arkasına bakmadan arabadan indi. Kavuşma heyecanı ile Uli’yi unutmuş olmalıydı.

Uli de kendini hatırlatmaya kalkışmadı. Gelenleri karşılayan, kasabadaki sakinlerin görüntüsü midesinin dehşetle kasılmasına yetmişti. Heyecanlı seslerini duyduğu insanların gürültüsü yavaşça uzaklaşırken uzun süre arabada tek başına oturdu.



Yüzüne dokunan bir el Uli’yi ürpertti. Sıçrayarak doğruldu. Aynı anda küçük bir gölge de geriye kaçtı, arabanın diğer köşesine çekildi. Bir süre karanlıkta birbirlerini tartarak beklediler. Uli yüzünü seçemediği ama ufak tefekliğine bakarak bir çocuğa ait olduğunu tahmin ettiği gölgeye sordu. “Ne kadar zamandır burada uyuyorum?”  Vakti anlamak için etrafına göz gezdirdi. Onu çevreleyen karanlık aysız bir geceyi işaret ediyordu. Opampe’nin gece yarılarına kadar onu arabada unutmuş olmasına içerlediğini hissetti.

Sonunda habercisi arabanın önüne kayıp yere atladı. “Opa, seni yemeğe çağırmamı istedi.” Küçük bir kızın tatlı sesi onu bilgilendirirken Uli ‘Opa’ kelimesine takıldı. Yaşlı şifacı, isminin böyle kısaltıldığını biliyor muydu acaba? Bu düşünceyle hafifçe gülümsedi.

“Hadi gel!” Uli’nin ağır hareketleri küçük kızı sabırsızlandırmıştı. 

Sonunda arabadan çıktığında Uli arkasına merakla baktı; atlar arabalardan alınmıştı. Ağaçların arasından sızan karanlık genç kızı ürküttü. Rüzgâr durmamacasına aralarında gezinirken “Gelmiyor musun?” sözleri ile Uli bir kez daha sıçradı. “Korkma, ağaçlar birbirleri ile konuşuyorlar sadece.”

Uli, küçük kızın korkusunu sezerek onu teskin etmeye çalışmasına şaşırdı. “Hep böyle midir? Rüzgâr hiç dinmez mi?” Yan yana yürüyorlardı artık. Evlerin pencerelerinden sızan soluk ışıklar gittikçe yaklaşıyordu ve arkalarındaki karanlıktan yavaşça uzaklaşıyorlardı.

“Ben onların konuştuklarını düşünmeyi tercih ediyorum.”

Uli, küçük kızın hayal gücünün yoksunluğundan dolayı onu küçümsediğini sezdi.

“Hep böyle değiller. Kışın daha gürültücü olurlar.”

Kız neden daha hızlı yürümediğini anlamaya çalışarak iki adım hızlansa geriye dönüp Uli’ye bakıyordu. Çamurların, çimenlere ve çakıllara karıştığı bir araziyi boydan boya geçerken daha hızlı yürümesi mümkün değildi. Tüm sabırsızlığına rağmen küçük kız, Uli’nin yavaşlığına sinirleniyor gibi de görünmüyordu.

“Adım Minta. Opa, isminin Pulera olduğunu söyledi.”

“İsmimi veren o zaten.” Uli hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturdu.

“Benimkini de.” diyen Minta genişçe gülümsedi.

Uli, evlerin cumbalarına asılmış fenerlerin ışıklarının altında küçük yüzü inceledi.On yaşında bile görünmüyordu fakat yaşından beklenmeyecek kadar ciddi bir yüzü vardı, küçük ama bir çocuğa göre oldukça güzeldi. Beyaz solgun tenini daha da solduran yetersiz ışık bir an mavi gözlerinde parladı. Saçları çingenelerin çoğunda rastlanan altın sarısıydı.  Küçük kızın büyüyüp genç bir kadın olduğunda neye dönüşeceğini merak etti.

Uli de tıpkı onun gibi inceleniyordu fakat Minta’nın yüzünden geçen ifadelerden anladığı kadarıyla onun beğenisinin zerresi küçük kızda yoktu. Bakışları öğlen onu gören çocuklardaki korkuya benzer izleri aradı ama yerine merhametli bir ciddiyet ile karşılaştığında korkulmayı tercih edeceğini düşündü.

“Ben seni çağırmaya daha önce gelecektim aslında ama Opa bana izin vermedi. Herkesin evlerine çekilmesini beklememi söyledi.”  Gülümsedi. “Ne demek istediğini şimdi anladım. Ama merak etme Opa’nın yemeklerine ihtiyacın var sadece.” diyen Minta açık yüreklilikle teşhisini söylemişti.

Uli ise arabanın içinde unutulduğunu düşünüp durmuş, Opampe’ye içerlemişti. Boğazını tıkayan şeyi yutmak için uğraşırken Minta, bu kez onu kendi hızından kurtarmak için, elini küçük avucunun içine aldığında Uli de memnuniyetle bunu kabul etti. Şaşkınlığı dakikalar geçtikçe artarken küçük kızı bir büyük, kendisini ise çocuk gibi hissetmeye başlamıştı ve bu uzun süredir tatmadığı bir duyguydu.

Evlerden dışarıya taşan, solgun ışıklar ve ev sakinlerinin bölük pörçük sesleri arasında sokağı boydan boya geçtiler. Minta, sokağın sonundaki evlerden birinin önünde Uli’yi durdurdu. Erişebilmek için parmak uçlarında kalkarak kapının yanından sarkan kalın bir sicimi çekince ardından gelen tık sesi ile kapı açıldı. Girdikleri alan karanlıktı, yukarı kattan gelen hafif titrek bir ışık tavanı aydınlatmaya yetiyordu sadece. Basamakların önüne geldiklerinde üst kattan gelen öfkeli bir erkek sesi ile durdular.

“Çocuk bakıcılığı yaptığım için olmasın sakın!”

Sesin sahibi yeni gelenleri göremediği gibi Uli de onu göremiyordu. Minta onu yüreklendirmek için gülümseyerek elinden tuttu fakat Uli yukarı çıkmakta isteksizdi. O esnada Opampe kendisine bağıran gence anlayamadıkları bir şeyler söyledi.

Minta daha fazla dayanamayarak Uli’nin elini bırakıp merdivenleri tırmanarak geldiklerini onlara haber verdi. “Pulera’yı korkutuyorsun.”

Küçük kızın uyarısına bir homurtu eşlik etti. “Ne bu, beş yaşında mı?”

Merdivenlerin başına gelen Opampe’nin gölgesi ile Uli de yukarıya çıkmaktan daha fazla kaçınamayacağını anladı. “Amma uyuyorsun be kızım. Seni uyandıramayınca arabada bırakmak zorunda kaldım. Bir kemik torbasından farkın yok ama bu yaşlı kadıncağızın seni kucağına alıp taşımasını da beklemiyorsun umarım.”

Basamakları aştığında yaşlı kadının omzunun arkasından görüşüne giren oğlan, Uli’yi hoşnutsuzlukla süzüyordu. Sağ elindeki bastona verdiği ağırlıktan dolayı duruşu yana doğru kayıktı. Bir de siyah uzun saçlarını fark etti. Siyah, Uli’nin çingeneler arasında görmeye alışık olmadığı bir renkti. Oğlanın keskin bakışlarına Uli de aynı şekilde karşılık vermek isterdi fakat attığı kaçamak bir iki bakıştan sonra Opampe’ye telaşla döndü. Ondan bir cevap beklemediğini biliyordu fakat o anda keskin bakışlardan kaçmak için bahane olarak sarıldı. “İçirdiğin otlardan olmalı.”

“Eminim ondandır.” Opampe’nin yumuşak ses tonu hızla azara geçti. “Kabalık yapma da hoş geldin de.”

Uli, yaşlı kadının kendisine bakarak söylediği sözleri, üzerine alınmadan edemedi. Buna gerek olmadığını söylemek için ağzını açınca Opampe onu durdurdu. “Sen değil Pulera.”

Sözün muhatabı, Opampe’nin sırtına öfkeyle kısa bir bakış attı. “Hoş geldin.” Zoraki söylenmiş olduğu her harfinden belliydi. Daha fazla bu sahneye bakmaya dayanamayarak, sofada kurulu masaya yönelirken sağ bacağına yüklenmemek için dayandığı bastonun ahşap zeminde çıkardığı sesten başka bir şey duyulmadı.

“Torunum, Oguz” diyerek Opampe başıyla arkasını işaret etti. “Hadi yemekleri soğutmadan yiyelim. Uzun bir gündü. Yorgunum ve açım. Bu yaşlı kadının devrilmesi için bu kadarı bile yeterli.”

Opampe masanın başına otururken Uli de onun soluna geçti. Minta Oguz’un yanına, tam karşısına oturduğunda ikisini de rahat rahat inceleme fırsatı buldu.

Opampe, Minta için torunum dememişti. Küçük kızın da Opa’sından bahsederken nine diye bir hitap kullanıp kullanmadığını hatırlayamadı. Yaşlı kadın ile Oguz arasında bir benzerlik aradı, onu da bulamadı. Minta’nın sarı saçları, beyaz duru teni, Opampe’yi daha çok anımsatmasına rağmen Oguz dış kapının dış mandalı kadar farklıydı. Siyah uzun saçlarını ensesinden özensiz bir şekilde toplamıştı. Yemeğini yerken siyah kaşlarının altından parlayan siyah gözleri arada bir Uli’yi kontrol ediyordu. On yedi-on sekiz yaşlarında olmalıydı. Yeni bitme seyrek sakallarını kesse, saçına tarak sürse ve şu öfkeli bakışlarını silse güzel bir çocuk tanımına girerdi ama buna aldırmadığı açıktı.

Oguz, tabağındakileri yemek yerine kızın onu ve Minta’yı incelediğini fark etti. Başıyla ninesini işaret ederken “Onun torunu ben değil de Minta olmalı diye düşünüyorsun, değil mi?” dedi alayla. Uli’nin cevap vermek yerine bakışlarını tabağına indirmesine aldırmayan oğlan “Bence de Minta olmalıydı.” diye açıkça memnuniyetsizliğini ortaya döktü.

“Oguz!” Opampe’nin uyaran nidası, masaya az önceki sessizliği geri getirdi fakat kaçan iştahlar için aynı şey söz konusu değildi. Uli açısından yemek yemek uzun süredir talep gören bir konu değildi fakat Minta’nın Oguz’un yorumundan olumsuz etkilendiğini görebiliyordu. Masada, tabaklarındakilerle oynayarak on beş dakika daha oyalandılar.

“İyi ki döndünüz.” Alayla ortaya koyduğu cümlenin ardından, Oguz bastonuna dayanarak masadan kalktı ve sofanın karşısındaki kapının ardında öfkesiyle birlikte kayboldu.

Uli, yaşlı şifacının sakinlikle yemeğini devam etmesine şaşkın bir şekilde zoraki birkaç lokmayı daha midesine gönderdi.

“Bütün yaz burada kalmak onu huysuz yapıyor. Yoksa döndüğüne sevindiğine eminim Opa.” Minta, Oguz için bahaneler bulurken yaşlı şifacı tabağını ve bardağını alarak kalktı.

“Onun yerine özür dilemekten vazgeç, küçük hanım.”

Sofra, yaşlı kadın ve küçük kız tarafından kısa sürede kaldırıldı. Uli’ye Minta’nın odasında ufak bir yer yatağı ayarlandı. Ardından saatin erken olmasına rağmen, lambalar söndürülerek herkes odasına çekildi. Tanıştıklarından beri sürekli konuşan Minta’nın uyumamasına rağmen garip sessizliği dışarıda esen rüzgârın uğultusu ile büyüyordu. Uli uyuyamayacağını düşünmesine rağmen, çok kısa sürede uykuya daldı.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 13 Eylül 2016, 14:42:37
Öğleden sonra başlayıp bütün akşam yağan yağmurla yerler çamurdan bir geçide dönüşmüştü. Uli kayıp düşmemek için yavaş yürüyor bu da refakatçisini sabırsızlandırıyordu.

Bir haftadır her akşam Opampe’nin eşliğinde Okro’nun yanında birkaç saat vakit geçiriyordu. Bu akşam farklı olarak sirkin evlerine dönüşü şerefine tavernada bir eğlence düzenlendiğinden Opampe’nin yerine Kusta’nın çıraklarından birini göndermişlerdi. ‘Şimdi tavernada arkadaşları ile içmek yerine;  kaplanı ziyaret eden sıska bir kızla, üstelik yağmurun altında, çamurlar içinde tüm kasabayı boydan boya geçiyordu. Uli oğlanın düşüncelerini rahatlıkla tahmin edebiliyordu.

Hayvanların barınaklarından çıkmışlardı ki bir gölge önlerini kestiğinde ikili korkuyla sıçradı. Çatıları, saçakları döven yağmurun gümbürtüsünden başka bir şey duymadıklarından gafil avlanmışlardı. Çingenelerin Liderinin oğlu Vasili gülümsemez bir şekilde önlerinde dikiliyordu.

Oğlanın omzuna vuran adam “Böyle mi gardiyanlık yapıyorsun Toma? Eğer öyleyse kızı elinden aldılar haberin olsun.” dedi şakayla karışık. Sokak lambasının ışığında bakışları sözlerini yalanlarcasına ciddiydi. “Kızı eve ben bırakırım sen tavernaya git.”

Uli kapüşonun altından, oğlanın Vasili’nin sözlerini ikiletmeden çamurları etrafına sıçratarak sokaklar arasında kaybolmasını izlerken içini çekti. Vasili’nin neden kendisine refakat etmeye bu kadar istekli olduğunu merak ediyordu. Şuana kadar onunla fazla ilgilenmemişti. Adam eliyle ileriyi işaret ederken Uli, çamurun içinde tekrar debelenmeye isteksiz yürümeye başladı.

“Daha iyi görünüyorsun.” dedi Vasili kızı ilgiyle süzerken.

Uli, adamın sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu anlamak için kapüşonun altından adama şöyle bir baktı. Sert hatlarına rağmen sakin görünen yüz karşısında, hafifçe gülümseyerek inanmadığını belli etti.

“Emin ol seni bize bıraktıklarındaki halinle kıyaslanamaz bile.” dedi Vasili, kızın kat ettiği yolları takdir ederek.

“Sizin sayenizde. Ne kadar minnettar olsam azdır.” Uli adamın duymak istediği şeyleri sıralarken sıkıldığını hissetti.

“Moita’yı nereden tanıyorsun?” Vasili sıradan bir şeymiş gibi sormasına rağmen inceden bu sözlerin nereye dokunduğu seziliyordu.

“Hapishanede.” Uli, Opampe’nin evinin sokağına girdiklerinde rahatladı.

“Gardiyan olmadığın kesin…” Vasili kızın koluna dokunarak onu durdurdu.

“Hayır değildim.” Uli yanaklarına hücum eden kırmızılığı saklamak için bakışlarını yere dikti.

“Alınma ama neden hapse girdiğini sormak zorundayım. Her ne kadar Moita’ya güvensem de ailemi ya da kabilemi tehlikeye sokamam.”

Uzun zamandır ilk defa Uli ne diyeceğini bilemiyordu. “Ben… “ Duraksadı. Kuruyan dudaklarını yalarken onu kapı dışarı edebileceklerinin düşüncesi ile bocaladı. Doğruyu söylemekten başka çaresi yoktu. “Ben de bilmiyorum.”

“Hadi ama buna kimse inanmaz.” Vasili kollarını göğsünde kavuştururken çıkmaz sokak gibi karşısında dikiliyordu.

“Gerçekten bilmiyorum.” Uli, kapüşonun düşmesine aldırmadan uzun boylu adamın yüzünü görebilmek için başını arkaya attı. “Aileme sor. Ancak bir geminin deposunda uyandığımda beni başlarından attıklarını anladım. Sen sattıklarını düşün, ben doğmam bile hataydı diyeyim.” Körük gibi inip kalkan göğsünü sakinleştirmek için elini kalbine götürdü.

 Vasili’nin eli kızın omzunu sıktığında Uli bir adım geriye çekildi. Alacakaranlıkta gözleri çakmak çakmak parlayan kız ilk defa bu kadar canlı görünüyordu. “Sakinleş. Kimsenin seni bir şeyle suçladığı yok.”

“Beni burada istemiyorsanız giderim.” Nereye gidebilirdi ki? Hapishaneye geri dönmekten başka ne yapabilirdi.

 “Kimse senden öyle bir şey istemiyor. Hem Moita’yı başımıza bela etmeye mi çalışıyorsun? Gidersen kesinlikle yakalanırsın, onunla kaçtığın için büyük ihtimalle Krallığa ihanetten asılırsın. Moita asılmanı isteseydi seni arkasında bırakırdı, bize değil. Sana sahip çıkamadığımız için bize yönelteceği öfkesini inan bana görmek istemezsin.” Vasili biraz abarttığının farkındaydı fakat kızın gözünü korkutarak kaçıp gitmek gibi aptalca bir şey yapmasını önlemek istiyordu.

Uli, Vasili’nin sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu anlamaya çalışırken şaşkınlıkla mırıldandı. “Sadece hapishanede birkaç hafta geçirdik. Gitmem ya da ölmem Kızıl’ın neden canını sıksın ki?”

Kızın Moita’yı Kızıl diye çağırması Vasili’nin komiğine gitmişti. Sanki evcil hayvanına isim koyar gibi kız, diyarlarda hain olarak aranmasının yanında korkusuzluğu ile ünlü koca adama isim takmıştı. Cüretine eğlenmemek mümkün değildi. Yine de gülümsemesini sakladı. “O kadarını bilemem ama söz verdiyse mutlaka yerine getirir.”

Yağmur sonunda durmuştu. Çamur içindeki ayaklarını süzen Uli “Durwa’ya söz vermiştir.” diye mırıldandı. Yanında yokken bile onu kollayan yaşlı gardiyanın ne yaptığı, nasıl olduğu, kaçışlarından dolayı suçlanıp suçlanmadığını bilmek isterdi.

“Senden bir şey isteyebilir miyim?” Uli tekrar yürümeye başlayan Vasili’yi takip etti.

“Ne istediğine bağlı.”

“Biz kaçtıktan sonra Ngola Lu hapishanesinde neler olduğunu öğrenebilir misin?”

Vasili, Opampe’nin evinin önüne getirdiği kıza döndü. “Biraz zaman alır ama denerim.”

“Teşekkür ederim.” Uli kapıdan sarkan ipi çektiği sırada eli havada kaldı.

“Son bir şey daha.” dedi Vasili aklına yeni gelmiş gibi durdu.

“Evet?” Merakla Vasili’ye döndü.

“Artık serbest olduğuna göre yeteri kadar güçlendiğinde seni neden başlarından attıklarını öğrenmek için aileni görmeyi düşünmüyor musun?”

“Hayır. Onları bir daha görmek istemiyorum.”



 
Kuzey

“Bu yoldan geçenler kimdir? Kendinizi tanıtın!”

İğne yapraklı ağaçların çoğunlukta olduğu kuzey ormanının içinde dolanan, ancak iki atın yan yana yürüyebileceği genişlikteki dağ yolunda, önlerinden gelen çağrı ile atlarını durdurdular. Ağaçların arasından, göremedikleri gerilen yay kirişlerinin sesleri, oldukları yerde kıpırdanırken atların nallarının altında ezilen çakılların gıcırtılarına karışıyordu.

Moita, arkadaşlarına kıpırdamamaları için eliyle komut verirken diğer eli kılıcının kabzasını sıkıca kavradı. Sesin geldiği yöndeki ağaçların arasından hafif zırhlı üç atlı, çok bekletmeden açığa çıktı. Adamların zırhlarındaki mavi-yeşil amblem Yuzini askerleri ile karşı karşıya olduklarını gösteriyordu.

Çavuş olduğu sağ kol zırhına bağlı mavi kurdeleden anlaşılan genç adam öne çıkarak yolculara yaklaştı.“Kimsiniz ve nereye gidiyorsunuz?” Soru yinelenirken sesinden ilk uyarıyı verenin de Çavuş olduğu anlaşılıyordu. Uzun boyu ile zırhının içinde, atının üzerinde dimdik oturuyor, genç olduğu yüzünden anlaşılıyordu fakat sesi, gençliğinin bilincinde ama otoritesini kabul ettirmeye kararlı bir sertlikteydi.

Moita atının huzursuzca kendi etrafında bir tur atmasına izin verdi. “Güneyden, Zeni vadisinden geliyoruz.” dedi atının aksine sakince. “Şozi avlaklarından Barsuk ile bir antlaşmamız var. Zeni’ye kürk teslimatı yaptık,  ödeme için geri dönüyoruz.” 

“Avcı Barsuk’un kafilesi beş gün önce buradan kuzeye geçti.” dedi genç çavuş biraz daha yaklaşarak.

“Barsuk’u tanıyan herkes bilir, avı bolsa kürk nakliyatı için birden fazla sefer yapar. Bu yaz da dağlarda geyik sürüleri boldu.” dediği sırada Moita, yanındaki kıpırtıyı son anda göz ucuyla fark edebildi.

Dadali’nin atmacası Toli, kadının omzuna yüklenerek kanatlarını birkaç kere çırptı, ardından keskin bir feryat ile havalandı. Moita, teğmenin arkasındaki iki askerin hareketlendiğini fark etti. Ağaçların arasından beceriksizce fırlatılan bir ok atmacanın ardından havalandı ama Toli, hızla yükselir ve okun yanından hızla geçerken bir zafer çığlığı attı.

Dadali atını birkaç adım öne sürerken yayını eline aldı. “Ne yaptığınızı zannediyorsunuz? Evcil bir hayvan o!” diye bağırdı genç askere.

Moita geriye dönerek arkadaşlarına sakin kalmaları için uyaran bir bakış attı. “Adamlarınıza sakin olmasını söyleyin Çavuş.” dedi önüne dönerek.

“Ani harekete tepki vermeleri normal.” Genç çavuş kibirle çenesini kaldırdı.

“Dost mu düşman mı olduğumuzu anlayın bir,  sonra yeteneklerinizi konuşturursunuz.” diyen Dadali’nin dudağının bir köşesi alayla yukarı kıvrıldı. Acemi bir birlik oldukları o kadar açıktı ki az önceki öfkesini küçümsemesinin arkasına sıkıştırdı.

Moita gözlerini devirirken Mgeri sanki arkadan iyi göremiyormuşçasına atını Moita’nın yanına sürdü,  dirseğini dayadığı eğerine abandı ve “Dadali üzerine bir bronz.” dedi sadece Moita’nın duyabileceği bir sesle.

“Üçe bir, oldukça iyi bir bahis.” diye mırıldanan Moita, arkadaki iki atlının Çavuş’un yanına konumlanmalarını başıyla işaret etti.

“Yuzini Krallığının askerlerinin karşısındasınız ve topraklarımızdaki her bir yabancı, dost oldukları kanıtlanana kadar…”

“Peki peki. Sizinle geliyoruz.” Dedi Dadali bezgin bir sesle. Genç kadın, atını sözünü kestiği çavuşa doğru yavaşça sürdü.

“Bizimle mi geliyorsunuz?” Horoz gibi şişinirken sözü kesilen genç çavuş şaşkınlıkla nefesini bıraktı.

“Bizi tutuklamayacak mısınız?” dedi Dadali, gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırırken.

“Evet. Elbette” diyen genç çavuş, “Bayana eşlik edin!” diye yanındaki adamlara komut verdi.

Moita elini Mgeri’ye doğru uzattı. Mgeri’nin sorarcasına baktığını görünce “Üçe bir askerler kazandı yani bahis ben de.” dedi keyifle. 

Homurdanarak elini ceketinin iç cebine atan Mgeri çıkardığı bronz sikkeyi adamın eline bıraktı.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 21 Eylül 2016, 09:17:52
Sonbaharın son günleri olmasına rağmen ılık geçen gün yerini akşam serinliğine ardından gece ayazına bırakmıştı. Moita ve arkadaşları, günlerdir sert zeminde yatıp ısınmak için kamp ateşi ve birkaç battaniyeden fazlasına sahip olmadan geçirilen molalarla kıyaslandığında oldukça konforlu bir akşam geçiriyorlardı. Üstlerindeki çatı ve etraflarında rüzgarı geçirmeyen ahşap duvarlara ek olarak içerinin soğuğunu kıran ocaklar odanın iki yanında yanıyordu.

Savunma amacından çok konaklama için yapılmış, dağların buzlu sularını vadiye taşıyan çayın yakınlarındaki iç karakollardan birine askerler tarafından, getirilmişlerdi. Mgeri, okumaktan yıpranmış defterinin sararmış sayfalarını karıştırmaktan vazgeçmiş, Moita ile sohbet ederken aynı zamanda genç askerlerin yemek hazırlıklarını izliyorlardı. Birkaç dakika önceye kadar yanlarında oturan Barva yemek yapmaya çalışan adamların aralarındaki tartışmalara dayanamayarak kepçeyi eline almış, şimdi ise bir askeri azarlıyordu.

“Kekiği hiç duymadın mı?” Barva umutsuzlukla içini çekti. “Bir meşale al ve gelirken geçtiğimiz açıklıktaki çalıların dibini bir kolaçan et. Zamanı geçmiş olsa da meret hala güzel kokar. Küçük yapraklıdır, sapı ince olmasına rağmen odunsudur. Ondan birkaç dal kap gel.” Kendisine boş boş bakan askere çıkıştı. “Anan sana hiç bir şey öğretmedi mi?”

“Ben ne olduğunu biliyorum.” Duvar dibinde oturan askerlerden tıknaz bir oğlan, yaşının yirmiye erişmediği aşikardı, ayağa kalkıp Barva’nın yüklendiği arkadaşını kapıya doğru sürükledi.

“Kekiksiz yahni mi olur?” diye söylenen Barva erzak çuvallarının yığılı olduğu köşeye gitti. “Ah! Birkaç mantar da olsaydı keşke.” dediğinde birkaç asker aceleyle iri yarı adamdan uzaklaşmıştı. 

“Mantarsız da yenir. Çocukları çok yorma.” Dadali’den gelen yorum ile Barva sırıttı.

“Her zamanki gibi yemeğin hakkını vermiyorsun sevgili ablacım.” dedi Barva, sevecen bir sesle.

Dadali, kolunu başının altına almış uzandığı divandan doğrulmadan kardeşine çıkıştı. “Bir gün yemekten başka bir şeyin hakkını verdiğini görürsem saçlarımı keserim.”

Barva, karakolun köşesine dayanmış hücrenin, demir parmaklıklarına iri omzunu yaslarken “Sen de denemelisin.” diye önerdi ablasına.

“Neyi?” Dadali bakışlarını tavandan ayırma zahmetine bile girmemişti.

“Yemek kadar basit bir şeyin bile tadını çıkarmayı.”

Kardeşinin sesindeki bir şeyler Dadali'nin dikkatini çektiğinden Barva’yı görebilmek için doğruldu; ocakların ve kıyıda köşede yakılmış bir kaç mumun ışında Barva'nın yüzünde, görmeye alışmadığı bir ciddiyet vardı. Genç kadın tekrar başını yatağa bıraktı ve gözlerini tavana dikti. “O zaman da gelecek merak etme.” dedi kestirip atarak.

 “Bence gelmeyecek.” dedi Barva, ablasından bakışlarını ayırmayarak. Bir tepki alamasa da inatla devam etti. "Amacımıza ulaşsak bile sen böyle kalmaya devam edeceksin."

Dadali, amaçlarına ulaşamama ihtimalleri olduğuna mı yoksa 'böyle' kelimesinin arkasına saklananlara mı öfkelendiğini kestiremeden hücredeki yataktan fırladı. Aralarındaki parmaklıklara rağmen kendisinden uzun olan kardeşinin dibine girdi. “İsimlerimiz temizlenip Moita, hakkı olanları geri alana kadar yemek yemek, ya da az önce neyi ima ediyorsan onlar, bir araçtan öteye geçemez benim için." dedi, öfkesini fısıltısına gizlerken askerlerin onu duyup duymadıklarından emin olmak için etrafını kolaçan ediyordu.

"Amacına ulaşırken araçlarından olabilirsin ablacım."

"Ne demek istediğini açıkça söylesene sen." diye patladı Dadali bir solukta. Genç kadının kaşları her zamanki hızla çatılmıştı.

"Arte'nin yarası yüzünden yolda fazla oyalandık diye söylendiğinde ne kadar kabalaştığını ya da Mgeri’nin rahatlığının seni ne kadar sinirlendirdiğini görmemek için kör olmaya bile gerek yok. Son zamanlarda ne kadar huysuz olduğunu hesaba katmıyorum bile. Söylenmediğin zamanlarda diyarın en iyi ablası olduğuna kalıbımı basarım ama çoğunlukla seni boğmamak için kendimi zor tutuyorum.”

Dadali bir şeyler söylemek için ağzını açtı fakat ne diyeceğini bilemeyerek aynı hızla kapadı.

“Biraz kendine çeki düzen vermezsen…” Barva bilinçli olarak cümlesini yarım bıraktı.

“Ne o, yoksa beni arkada mı bırakacaksınız?” diyerek Dadali öfkeden alaycılığa çabuk bir geçiş yaptı.

“Hayır. Dizime yatırıp poponu bir güzel kızartmayı planlıyorum.” dedi Barva şaşırtıcı bir sakinlikle. “ve bunda da ciddiyim.” Elindeki tahta kepçeyi ablasına doğru birkaç kere salladı. Barva’nın dikkati o anda içeri giren iki askere yöneldi. “Kekikleri buldunuz mu gençler?” dedi onlara yönelerek. Uzatılan otları incelediğinde keyifle kokladı. “Acaba oralarda mantara rastladınız mı? Şöyle turunculardan. Hayır mı? Ne yapalım bunlarla idare edeceğiz.” Aceleyle uzaklaşan askerlerin arkasından masumca sırıttı.



Barva’nın pişirdiği yahni uzun süredir ilk defa midelerine lezzetli bir şeyler giren askerler tarafından kısa sürede tüketilmişti. Bir tehdit olmaktan uzak gördükleri kürk ticareti ile uğraşan bu becerikli adamların yanında çoktan rahat davranmaya başlayan askerlerin kimileri karakolun dışında tütün içmek için, kimileri içerideki sıcağı tercih ederek gruplar halinde çevreye dağıldıklarında vakit akşamdan geceye dönmüştü. Kapıldıkları rehavetten memnun olan her iki tarafı da garezle süzen genç Çavuş, gözcünün Yüzbaşı Unat’ın birliğiyle on dakikaya karakolda olacağını haber verdiğinde keyifle gülümsedi.

Ellerini arkasında birleştirip karakolun önünde volta atarak üstünü bekleyen Çavuş Korba, Yüzbaşı’nın tepkisinden emin, adamlarının önünde alacağı takdirin erken gururu ile bir hindi gibi kabarıyordu.

Ağır zırhlılardan oluşan bir müfreze askerin önündeki uzun mızraklarda dalgalanan yeşil ve mavi flamalar, Karakolun önünden orman içlerine doğru dizili fenerlerin ışığında rahatça seçilebiliyordu. Atlılar yaklaştıkça Çavuş Korba, şövalyelerin arasındaki iki yabancıyı fark etti. Toplayıp karakola getirdiği tüccarlar gibi, kalın ve kürklü kıyafetleri kullanışlı fakat bir o kadar da gösterişsizdi. Yüzbaşı’nın atını tutmak ve inmesine yardım için iki adamı koştu, Teğmen birkaç adım geride durarak Yüzbaşı’nın selamını hevesle bekledi.

Yüzbaşı Unat, sert bir bakışla Çavuş’u selamladı ardından ağır adımlarla karakola girdi. Hemen ardından tüccar kılıklı iki adam geçip Yüzbaşı’yı takip ettiğinde Çavuş Korba olanlara bir anlam veremeyerek arkalarından karakola koşturdu.

Yuzini Krallığı'nın üst düzey askerlerinden biri olan Yüzbaşı Unat, orta boylu fakat enine doğru genişlemiş heybetli bir adamdı. Giydiği zırh onu olduğundan daha kalın gösterse de hareketleri hızlı ve şaşırtıcı bir şekilde rahattı. Koyu kahve saçları erken ağarmış, uzatılmaya ise layık görülmemişti. Kırmızı yüzündeki siyah gözleri ise zeka ile parlıyordu.

Çavuş, Yüzbaşı'nın, gözaltına aldıkları adamlardan önce uzun kahverengi saçlı olan ardından iri yarı kızıl ile tokalaştığını gördüğünde daha fazla ilerlemeyi göze alamayarak, kapının önünde şaşkınca dikildi. Beklediği kesinlikle bu değildi.

 “Bizimkiler umarım sizi iyi ağırlamışlardır.” diyen Yüzbaşı Unat’ın kaşları kalkmış ve sorgularcasına bakışları odanın içinde dolanmıştı. O arada bir asker hızla hücrenin kapısını açmayı akıl ederek Dadali’nin geçmesi için geriye çekilmişti. “Kibarlık edip buradaki tek yatağı size mi verdiler Dadali Hanım?” derken Yüzbaşı, kalın eldivenli elinin içine aldığı kadının beyaz küçük elini tutup dudaklarına götürürken çapkınca gülümsedi.

“Israr ettiler ben de kıramadım Yüzbaşı.” dedi Dadali, utancından hala öne çıkamayan Çavuş’a, Yüzbaşının başı üzerinden manalı bir bakış atarak.

Çavuş Korba, artık daha fazla uzakta kalamayacağını anlayarak öne çıkarak üstünü hafif bir topuk hareketi ile selamladı. “Elimizden geleni yaptık, Efendim.” dedi kısaca konuyu çok dallandırıp budaklandırmaktan korkarak.

Mgeri “Bizimkilere nerede rastladınız?” diye araya girerek sordu. Guroni ve Arte eşyalarını duvarın dibine yığmakla meşgullerdi.

“Rova ovasının girişinde karşılaştık. Guroni ve Arte da o esnada kasabadan canhıraş bir şekilde ayrılıyorlardı. Daha doğrusu kaçıyorlardı." Yüzbaşının başına üşüşen iki yardımcı Unat'ın kollarını açması ile zırhını tek tek sökmeye başladılar. "Sanırım kasabalıların biraz canlarını sıkmışlar."

"Aldığımız tavuğun parasını ödemekte fazla ısrar edince..." Arte, erzak çuvalını Barva'nın karıştırdığı yere başıyla işaret ederken anlamsızca sırıttı. "Bunun hata olduğunu çok geç fark ettik."

Deri tunik ve pantolonu ile kalan Yüzbaşı, karakolun içindeki askerlerin ve dışarıda kalan şövalyelerinin duyabileceği şekilde "Rahat asker!" diye komut verdi. "Bu gece buradayız."



Odanın bir ucundaki ocağın etrafına yerleştirilmiş alçak taburelerden birinde oturan Yüzbaşı Unat, bir yanına Mgeri ve Moita'yı diğer yanına Dadali ve Guroni'yi almış beş aydır görmediği bu adamların başından geçenleri dinlemek için can atıyordu. Çavuş dahil, askerlerini etraflarından uzaklaştırarak gizli bir ortam oluşturmuş ve gerekli mahremiyeti sağlamıştı.

 Karakolun dışında yakılan büyük bir ateşin başına kurulan şövalyeler, soğuğa aldırmadan belki de yüzüncü defa birbirlerine anlatıp dinledikleri, eğitimlerindeki ve savaş alanlarındaki anıları ile genç askerleri kendilerine hayran bırakıyorlardı. Barva ve Arte da yüzbaşı ile konuşmayı diğerlerine bırakarak her zaman dinleme şansı bulamayacakları kahramanlıkların ateşi ile dışarıya çekilmişlerdi.

 "Sayenizde sınırlarımızdaki hareketlilik son üç sene de oldukça arttı." dedi Yüzbaşı Unat Moita’ya takılarak. Ocaktaki ateş etli yüzünü şimdi daha da kırmızı gösteriyordu. "Başınıza konulan ödülü duyan her işsiz güçsüz serseri Yuzini'ye koşuyor." Durumdan şikayet etmekten uzak dudakları belli bir keyifle yukarı kıvrıldı.

"Kral Aurang, Yuzini'ye sığınmamıza izin verdiğini duyurmakla hata etti." dedi Moita büyük bir ciddiyetle. "O zaman da söyledim, hiç yoktan Kral Konur’un garezini de üzerinize çektiniz."

"Kuzey'de yılın nerdeyse sekiz ayı kar altında geçiyor. Yolları bu kadar uzun süre kapalı olan bir ülkede tüm kış eğlenecek çok az şey buluyoruz. Azıcık sataşıp can sıkıntısını atamayacaksa insan, komşular ne işe yarar." Yüzbaşı, Moita'nın sırtına tombul eli ile hafifçe vurdu.  "Hem Kral Konur'un doğudan başını kaldırıp da kuzeye kafa tutacak hali yok şu sıralar. Hoş eskiden de olmazdı ya. Vareste sizin yıllardır başınızın belası ama o zamanlar senin komutandaki ordu ile bu işi çözeceğinize dair bir umudum vardı." Yüzbaşı'nın neşeden uzak bir kahkahası karakolda çınladı. "Geçmiş olsun, onu da sizin akılsız Kralınız kullanamadı."

Moita'nın kaşları sorularla çatılmıştı. Rebu enselerindeyken de ondan kurtulduklarından sonra da uzun ve tenha yolları tercih ettiklerinden havadislerden uzak kalmışlardı. "Bilmediğimiz bir şeyler mi oldu Yüzbaşı?" diye sordu Moita.

"Üç hafta önce Aşkar geçidinde yeni bir saldırı olduğuna dair duyumlar aldık." dedi Yüzbaşı, sözlerinin dinleyenler için yeteri kadar açıklayıcı olduğunu biliyordu. "Kral Konur'un donanmasının bir kısmını Talay Körfezinden kuzeye boğaza kaydırdığı söyleniyor."

Krallığın Vareste ile yüzyıllardır süre gelen mücadelesinin iki cephesinden birisi kuzey doğudaki, iki kıtayı ve ezeli düşman iki ülkeyi birbirine bağlayan dar boğaz, Aşkar geçidi idi. Diğeri daha güneydeki Talay körfezi ve körfezin gerisindeki Dazkırı çölüydü. Moita'nın yönetimindeki piyade ve atlıların uzun yıllar korudukları Aşkar geçidi bir kaç yıldır Vareste tarafından daha fazla taciz edilir olmuştu. Şuana kadar geçit düşmemiş olsa bile Krallığın kara kuvvetlerindeki değişimin etkisi ile ki hain Moita'nın yerine kuzeni Ladre geçmişti, eski başarılarından geriye bir şey kalmamıştı.

"Konur'un donanmayı kuzeye gönderdiğine inanamıyorum." dedi Mgeri, sesindeki hayal kırıklığı ile.

“Ben inanırım." diye mırıldandı Dadali. Kahverengi gözlerini ateşe dikmiş, ülkesinin başına gelebileceklerin endişesi ile kaşları çatılmıştı. “Kral ne zaman aklı başında adamları dinledi ki. Sadece duymak istediklerini söyleyenlere kulak verdi.”

Moita'nın itirazları nedeniyle, Kuri Kanadının Bey'i Elebars'ın, boğazın büyük savaş gemileri için uygun olmadığını kabul etse de manevra kabiliyeti daha yüksek ve daha küçük yelkenlilerin kuzeye kaydırılması isteği uzun süre dikkate alınmamıştı. Elebars Bey de daima, Vareste Hükümdarı Galvorn'un, Aşkar boğazının yakınlarında gemi bulundurmaya uygun kıyısının olmadığını öne sürmüştü ve o bölgede savaş gemisi avantajlarına olduğu konusunda ısrar etmişti. Gemicilik ve donanmada bir adım ileride olan Vareste İmparatorluğunun kara muhaberelerinde zaferlerinin azımsanacak düzeyde olduğu düşünüldüğünde Krallığın donanmayı ikiye bölmesi güney doğu kıyılarında her hangi bir baskında kaybetmeleri demekti. Moita, Aşkar geçitlerini koruduğu sürece ki bu zamana kadar düşmandan tek bir askerin bile batıya geçmesine izin vermemişti, boğazda herhangi bir gemiye ihtiyaçları olmamış ve Kral Konur’un Elebars Bey’in isteklerini göz ardı etmesi kolay olmuştu.

Moita, ateşin ışığı ile alev alev yanan saçlarını elleri ile geriye taradı. Bir hain olarak yıllardır dağ bayır kaçtıklarına mı yansın yoksa Krallığı için emeklerinin ve çalışmalarının birkaç akılsızın elinde harcandığına mı daha çok kahretsin bilmiyordu. Kederi ile kendi düşüncelerine dalan Moita, Yüzbaşının sorusunu duymamıştı.

Moita’nın dalgınlığını fark eden “Mgeri, kuzeye dönene kadar başlarından geçenleri Yüzbaşı’ya anlatmaya başladı. Yüzbaşı ile birbirlerini uzun süredir tanıyorlardı. Mgeri, Şozi Avlakları’ndan dayısının yanına, saraya gönderildiğinde daha on yedi yaşındaydı. Babasının bir av sırasında yaralanıp tekrar ayağa kalkamadan yatakta geçirdiği iki ayın sonunda ölüme yenik düşmesi ile dayısı, babası hayattayken gerçekleştiremediği arzusuna sonunda kavuşmuş ve Mgeri’yi doğup büyüdüğü yerden koparıp saraya getirmişti. Mgeri, babasının avcı ruhu ile annesinin saraylı mizacını karışımı bir genç olup çıktığında avlaklarda dahi dikkat çekici bir gençken sarayın hayatının içinde kolaylıkla sivrilmişti. Yakışıklı yüzü ve endamı da bu hoş karışıma eklendiğinde sarayın kızları ve kadınları arasında gördüğü iltifat da şaşırtıcı değildi.

Mgeri o zamanlar öğrenmeye meraklı ve zeki bir delikanlıydı. Güzel giyinmeyi, güzel konuşmayı, birkaç yabancı dili, çok sevdiği şiiri ve matematiğin sonsuz denklemlerini, kürk tacirlerinin arasında öğrenme şansının olmadığını bildiğinden dayısının onu yanına almasına daima minnettar olmuştu.

Yüzbaşı Unat, zamanında Mgeri’ye atıcılığın yanında kılıç kullanmayı ve dövüşmeyi öğretirken onu neşeli ve hayatı hafife alan halleri ile tanımıştı. Yıllar sonra babasının kasabasına gidip saraya geri döndüğünde artık yirmili yaşlarında olan genç adamın neden sarayı ve ardından Yuzuni’yi terk ettiğini de hiçbir zaman anlayamamıştı.

Mgeri, Moita’yı hapisten nasıl aldıklarını anlatırken Yüzbaşı da genç adamın yakışıklı yüzünden geçen ifadeleri izliyordu. Saraya ilk geldiğinde bıyıkları yeni terlemiş, biraz züppe ama büyüklerine saygılı bir genç olarak Mgeri’yi hatırlıyordu. Tasasız ama her daim öğrenmeye açtı o zamanlar. Şimdi ise ateşin titreyen alevlerinin loş ışığında, gözlerinin çevresinde ve ağzının iki yanında gölgelenen çizgileri ile genç bir adam daha olgun görünüyordu.

Rebu’ya baskın gecesini anlatmayı bitirdiğinde Mgeri’nin yüzüne yayılan gülümsemeyi Yüzbaşı Unat açık bir endişe ile karşıladı. “Yerinizde olsam o para avcısını bu kadar hafife almazdım.” dedi ciddiyetle. Eliyle yeni çıkmış sakallarını sıvazladı. “Kralım, Rebu gibi adamların kullanılmasına hiçbir zaman müsamaha göstermemiştir. Para için karısını bile satar böyle tipler. Temkinli olun derim. Peşinizi bırakmayacaktır hele ki böyle bir küçük düşmenin ardından daha da hırslanacaktır.”

“O gece söylendiği kadar olmadığını bizzat gördük Yüzbaşım.” dedi Dadali, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzüne küçümsemenin izleri yayılmıştı. “Moita’yı aptallığı yüzünden elinden kaçırdıktan sonra bir de avcıyken av oldu. Kolay lokma olmadığımızı anlamıştır ve peşimize düşmeye cesaret edemez artık.”

Yüzbaşı Unat, Dadali’nin yorumu karşısında canlı bir kahkaha attı. “Bizim buralarda bir söz vardır Dadali Hanım; yaralı ayı dövüşe doymaz derler.”

“Yaralı erkekler desek şuna kısaca.” dedi Dadali alayla.

“Yıllardır beş erkekle yabanda dolanan bir hanımın sözlerine itiraz edecek değilim.” dedi Yüzbaşı Unat, ellerini kaldırarak teslim olduğunu gösterdi.

Moita’nın katılmadığı gülüşmelerin ardından Yuzini’deki gelişmelere kayan sohbet gece yarısına kadar aynı ateşle devam etti. Yüzbaşının son görevinin ardından Kral Aurang’ın en küçük kızının, beş gün sonraki düğününe katılmak üzere sabah gün doğmadan yola çıkacağını zaten onları görmek için yolundan ayrıldığını söylemesi üzerine birbirlerine veda edip karakolda bir duvar kenarına kurdukları uyku tulumlarına çekildiler.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 27 Eylül 2016, 16:41:07
Evde İki Huysuz

Minta, yatakta bağdaş kurmuş, odayı arşınlayan kızı kaygıyla izliyordu. Küçük kız sabah banyoya giderken Uli’nin odasının önünde, yığılmış eşyalara takılıp düşmüştü. Bir halı, sandalyeler, küçük bir koltuk, sehpa ve gömme raflardaki ufak tefek süs eşyaları kapı dışarı edilmişti. Merakla odaya göz attığında geriye, yatak haricinde bir sandık ve pencereleri ışık sızdırmaz bir şekilde örten perdelerin kaldığını görmüştü.

Uli’nin ileriye diktiği boş bakışları hiç kimseyi görmüyor gibiydi. Minta birkaç kere ne yaptığını sormuş ama herhangi bir cevap alamamıştı. Bir ara Opa’yı çağırmayı düşünmüş ama hipnotize olmuş gibi kızı izlerken onu da unutmuştu.

Minta eşyaların ne suçu olduğunu merak ediyordu. Kendi odasındakileri de çıkarsa mıydı? Hem Opampe her hafta odasını temizlemesini istediğinde işi daha kolay olurdu. Acaba Uli eşyaları o yüzden mi çıkarmıştı ama daha Opa ondan temizlik yapmasını istememişti ki.

Uli hiç uyarmaksızın bir şarkıya başladığında Minta dalgınlığından hızla sıyrıldı. Hiç duymadığı bir dilde, melodisi yabancı ama sürekli yürüyen birinin ağzından çıkınca rahatsız edici bir şarkıydı. Odanın kapısı telaşla açıldı. Opampe’nin arkasından Oguz’un kafası merakla içeriye uzandı.

“Ne yapıyor?” Oguz alayla kızı süzdü.

“Volta atıyor sanırım.” Opampe anlayış ve merhametle kızı süzdü. Moita ile hapisten kaçtığını öğrendikten sonra kızın tuhaflıkları kafasında oturmaya başlamıştı. Sürekli kapalı yerde kalmak istemesi, az konuşması ya da kimseye güvenmemesi anlaşılıyordu. Zavallı kızın başına kim bilir neler gelmişti. Yaşlı kadın onun suçlu olabileceğini aklına bile getirmemiş, hatta masumiyetini çoktan kabul etmişti.

“Volta nedir?” diye Minta yaşlı kadına merakla sordu.

“İleri geri yürümek canım.”

Minta heyecanla sordu. “İpte yürüdüğümüz gibi mi?”

Oguz alayla dudaklarını büktü. “Bu daha çılgıncası.”

“Dalga geçiyorsun.” diye Minta, hayal kırıklığı ile.

“Aynen öyle.” Oguz, Uli'ye son bir kez bakıp odasına dönerken gülmeye başladı. “Neyse… evde bir hapishane kaçkınımız eksikti.” Sesini Uli’ye duyurmak istediği apaçıktı.

Oğuz yorumunun ardından bile hızını kesmeyen Uli'ye dehşetle bakan Minta kalkıp Opampe’nin dizlerine sarılırken “Onu durduramaz mıyız?” diye endişeyle sordu.

“Kötü bir şey yapmıyor merak etme. Çok uzun süre bir odada kapalı kaldı. Dışarıya alışması için zamana ihtiyacı var sadece.” Anlayışla küçük kızın altın sarısı saçlarını okşadı.

“Beni iki gün bu odaya kapasanız pencereden kaçardım. Pulera ne kadar kalmış o odada.”

“Bilmiyorum. Hadi kahvaltıyı hazırlayalım.” dedi Opampe. Minta'yı bir an önce odadan uzaklaştırıp Uli'yi kendi haline bırakmak en iyisiydi.

Kapıyı kapatıp mutfağa doğru yöneldiklerinde Minta, aklına geleni telaşla dile getirdi. “Oguz da odasından hiç çıkmıyor.”

“Onunki arsızlığından.” Opampe ocağa odunları yığarken öfkeyle söylendi.

“Volta da atamaz. Bacağı sakat.” Minta üzüntüyle içini çekti.

“O da tembelliğinden.” Yaşlı kadının torununa Minta gibi merhamet duymadığı aşikârdı. “Nerde bu? Neden bıraktığım yerde durmaz ki!” Etrafta elleri ve gözleri ile aranırken sesi sabırsızlıkla yükselmişti.

“İşte al.” Minta kavı yaşlı kadına uzatırken odalarına kendilerini hapseden iki mahkûmu düşünüp büyüklere anlam veremeyerek içini çekti.



Uli, göz ucuyla baktığı aynadaki yansımasında, tanıdık bir şeyler ararken buldu kendisini. Ne gözlerindeki o eski canlılıktan, ne de dudaklarındaki o neşeli kıvrımlardan eser yoktu. Gözlerinin beyazı hastalıklı bir sarıya dönmüş, dudaklarının yanlarındaki kıvrımlar ise somurtkan bir şekilde aşağıya sarkmıştı. Belki o zorlayıcı çöl seyahatinden belki de perişan zayıflığından, emin değildi ama o pırıl pırıl buğday teni iyice kararmıştı. Görüntüsünün hayal kırıklığı yaşatmadığını hissetti; aslında tam da beklediği gibiydi.

Keçeden farksız saçlarını alnından geriye doğru eliyle sertçe yatırdı. Aynaya doğru eğilerek yüzünü daha yakından inceledi. Değişen bir şey yoktu hala bir yıl önceki gibi çirkindi. Sanki var olanı değiştirebilecekmiş gibi yüzüne hızla bir avuç su çarptı. Çenesinden süzülen damlaları silerken ani bir fikirle durakladı. Aceleyle mutfağa geçerken çıkardığı gürültünün farkında değildi. Çatal kaşıkların bulunduğu kutuları heyecanla karıştırdı. Sonunda bulduğu makas, biraz hantal ve eski de olsa işini görürdü.

Banyoda aynanın önünde saçlarını eliyle yoklarken ne kadar uzadıklarını yeni yeni fark ediyordu. Durwa’nın yaptığı gibi parmaklarının arasına aldığı kahverengi bukleyi dibine kadar kesti. Saçlarını sürekli kısa tutmak erkek gibi görünmek için harcadığı çabalardan biriydi sadece. Hapishaneden kaçalı neredeyse iki ay olacaktı. Saçları kulaklarını aşmış yeteri kadar uzamıştı. Hırsla bir bukleyi daha yakaladı.

“Ne yapıyorsun?”

Oguz’un sesi ile boşta bulunarak sıçradı. Oğlanın yaklaştığını fark etmemişti. Oguz nadir olarak bu şekilde Uli'ye direk hitap ederdi. Genellikle alaycı bir sessizlikle uzaktan onu izler, çoğunlukla Opampe’yi kızdırmak için onunla konuşurdu. Uli hiçbir şey söylemeden az önce korkuyla düşürdüğü kolunu kaldırarak tekrar saçını kesmeye girişti.

Oguz kesin bir yargı ile konuşurken kapının kenarına yaslandı. “Ben bir kaçak olsaydım..." Bir an kızın tepkisini ölçmek için durakladı. "Görünüşümü mümkün olduğunca değiştirirdim.”

Bu kez Uli’nin kolu kararsızlıkla havada asılı kaldı. Hapishanede erkek olmak birçok tehlikeden onu korumuştu. Eğer Moita ve adamlarının şöhretlerinin gölgesinde kalmadıysa dışarıda onu bir oğlan olarak arıyorlardı. Acaba onun gibi kıyıda köşede kalmış birisini yakalayıp tekrar hapsetmek için vakitlerini harcarlar mıydı? Elbette Moita gibi bir suçlu ile kaçmamış olsaydı umurlarında bile olmazdı. Oguz bu sefer haklıydı. Yıllardır yaptığı gibi saklanmak için bir erkek gibi görünmeye çabalamak yerine bu sefer beklediklerinden farklı görünmek işine daha çok yarayacaktı. Kolu düşerken “Haklısın.” diye mırıldandı.

“Hatta pantolonla gezmek yerine kız gibi elbise giymelisin.” Oguz, bıyık altından güldü. “Saçlarını uzatman yeterli mi acaba?” Oğlan söylediklerini tartar gibi eliyle yeni yeni tüylenmeye başlamış çenesini ovaladı. “Babaannem saçlarını sarıya boyayabilir mi emin değilim.”

Uli “Unut gitsin!” dedi korkuyla gözlerini açarak.

Oguz kızın kaçmasını engellemek için atıldı. “Sen de fark etmişsindir; çingeneler arasında siyah saç pek yok. Dur yahu, ne diyorum; sadece ben varım. Anlarsın ya dış kapının dış mandalı.” Kıza yalnız değilsin demek istercesine göz kırptı. “Seni anne tarafından uzaktan kuzenim olarak tanıtırsak kimse şüphelenmez belki. Saçını boyamak zorunda da kalmayız.” Kendi çözümünden oldukça memnun kızın geçebilmesi için banyonun kapısından çekildi.

Uli, ne oğlanı onayladı ne de karşı çıktı. Söylediklerinde haklı olduğunu biliyordu ama şuana kadar hoşlanmadığı Oguz’un yardımını kabul etmek de oldukça ağrına gidiyordu. Opampe’nin merdiven başında onları dinlediğini banyodan çıkınca fark etti. Bugün herkesin gizliden birbirini dinleme ya da takip etme günü olmalıydı.

Opampe, kızı yüreklendirmek için gülümsedi. Torununa döndüğünde her zamanki gibi bakışları buzdan bir parçaydı. “Kırk yılın başında doğru bir laf ettin.”

Oguz, abartılı bir şekilde eğilerek yaşlı şifacıyı selamladı.

“Livan ile konuşurum, bundan sonra da uzaktan akrabamız olarak bilinirsin Pulera. Kimse de varlığını sorgulamaz. Öyle akşam karanlığında sokağa çıkmaktan da kurtulursun.”

Kısa bir süre düşünen Uli “Tamam.” dedi itiraz etmeyerek. Oguz teklif ettiğinde rahatsız edici olan bu fikir Opampe tarafından kabul edildiğinde, gözüne o kadar da kötü görünmüyordu. Saçını kesmeyecekti, makası mutfağa bırakarak kaçarcasına kendisini odasına attı.

“Kızla uğraşmayı bırakmanı söylemedim mi sana?” Opampe, torununu azarlarken sesinin odaya gitmemesi için oğlana yaklaştı. Torununa laf geçirememekten yılmıştı artık. Sırf onu kızdırmak için çevresindekilerle özellikle Minta ile uğraşırdı. Son zamanlarda bulduğu yeni hedefinin, zaten yeterince zor olan hayatını daha da çekilmez hale getirmesine katlanamıyordu.

“Hayatımdaki tek eğlenceden vaz mı geçeyim?” Oguz bastonuna iki eli ile yaslanırken yaşlı kadının öfkesinden sonsuz bir keyif alır gibiydi.

“Kendine başka eğlenceler bulmanın zamanı geldi de geçti bile. Önce kendini düzelt çocuk. Acınacak haline bakmadan Pulera’ya ya da Minta’ya akıl vermeye kalktığında komik duruma düşüyorsun.” Yaşlı kadın daha fazla konuşmayı uzatmak istemediği için Uli’nin odasına yöneldi. Oguz’u banyonun önünde şaşkınlık içinde bıraktığının farkında değildi.

Oğlanın içi önce öfke ile taştı kabardı. Dili tutulduğu için kendine en ağır sözleri layık gördü ama araya babaannesini de sıkıştırmayı ihmal etmedi. Bastonunun tıkırtılarını arkada bırakarak odasına kapadı kendisini.

Opampe, odaya girerken ne ile karşılaşacağından emin değildi fakat kızın pencerenin önündeki bir sandalyede oturmasına hazırlıklı değildi. “Oguz’un kusuruna bakıp somurtacaksan bir temiz sopayı hak ediyorsun demektir.”

“Neden bu kadar aksi?” Uli bakışlarını yatağa oturan Opampe’ye çevirdi. İlk defa yüzünden bir merak emaresi okunuyordu. “Bacağı yüzünden mi?”

“Onun derdi benimle kızım. Size sataşarak benden hıncını almaya çalışıyor. Aldırmayın siz ona.”

“Peki sana neden öfkeli?” diye sordu Uli artık tüm ilgisini yaşlı kadına verdiği, sırtını pencereye dönmesinden belliydi.

“Bacağını iyileştiremediğim için” diye açıkladı Opampe. Anlatacakları neşeli şeyler olmamasına rağmen kızın ilgisi hoşuna gitmiş ve dili çözülmüştü. “Üç sene önce, yazın gösterimizi yapmış Civani’ye dönüyorduk. O güz başında yağmurlar fazlaydı ve o kadar başarılı bir yaz geçirmiştik ki sirki toparlayıp yola çıkmakta geciktik. Yolun yarısına geldiğimizde bir tepeyi aşmamız gerekiyordu. Konvoy’un başı bir dönemeci geçmişti fakat toprak yağmurdan dolayı yumuşamıştı; çok geç fark ettik. Zemin daha fazla o ağırlığı kaldıramadı ve çöktü. Hiçbir şey yapamadık sadece izledik. Oguz da arkadaşı ile aşağıya yuvarlanan arabalardan birindeydi. Kendisi yaralandı ama diğer çocuğu kurtaramadık. Minta’nın anne babası da o kaza da öldüler. Değerli insanlarımızı, hayvanlarımızın bir kısmını da orada bıraktık.

Oguz, zaten anne babasız büyüdü. Bundan dolayı hırçın bir çocuktu. Kazadan sonra elimden geleni yapmama rağmen kendi torunumun sakat kalmasını önleyemedim.” Yaşlı kadının güçlü sesi belli belirsiz titrerken bakışları pencereden dışarıya kaymıştı. “Bunu hiçbir zaman affetmedi.”

Uzayan sessizliği bölen Uli “Oguz’un anne babasına ne oldu?” diye sordu merakla.

“Annesi nerdedir ne yapar bilmiyorum fakat babası olacak o hayırsız Oguz’u bana bırakıp gittiğinde daha üç yaşındaydı.” Opampe, kıza döndüğünde “Minta da nerdeyse anne babasız büyüdü. Yetim kaldığında daha yedi yaşlarındaydı ama görüyorsun nasıl da akıllı bir çocuk.” diyerek içini çekti. “Diyeceğim o ki benim huysuz oğlana aldırma.”

Uli bir şey diyemeden sadece başını sallamakla yetindi. Kahverengi saçları ancak kulaklarını örtüyordu, Oguz onu yakaladığında kestiği birkaç kısa tutam alnında tuhaf bir açı yapmıştı.

“Biraz daha uzasınlar saçlarını bir şekle sokarız. Sana birkaç elbise de ayarlamak lazım.” Kızı tutup ayağa kaldıran Opampe, Uli’nin etrafında bir tur attı.

“İstemiyorum.” diyen Uli, kollarını göğsünde çapraz birleştirirken artık yüz yüze geldikleri yaşlı kadına kaşlarını çattı.

“Bazen Oguz ile sizi birbirinize çok benzetiyorum.” dedi Opampe. Torunu ile konuşurken takındığı o otoriter ifade ile “Evde iki huysuzla birden uğraşamam bilesin.” diye homurdandı ve kapıya yönelip çıkmadan önce istersen giyme dercesine ekledi. “Ben bir şeyler ayarlarım.”
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 30 Eylül 2016, 14:50:55
Şifacı

Raflar arasında dolaşırken Uli'nin kırmızı renkli küçük bir şişe dikkatini çekmişti. Tozunu eliyle silerek içindekinin ne olduğunu dışarıdan anlamaya çalıştı ama rengi camın rengine karışıyor ve kimliğini inatla saklıyordu. Merakına yenilerek tıpasını açıp burnunu şişeye dayadığında keskin koku ile hapşırmaya başladı.

“Pulera, hemen köşede! Bulamadın mı hala?”

İçeriden gelen Opampe’nin sesiyle Uli, kırmızı şişeyi aceleyle yerine kaldırıp yaşlı şifacının istediği otları köşedeki küçük sepetten aldı. Burnu hala kaşınıyorken hapşırma riskini göze alamadığından diğer odaya geçtiğinde otları konuşmadan masaya bırakıp bir adım geri çekildi. Bir kaç gündür yaşlı şifacı, odasına kapanmasına izin vermiyor evin giriş katındaki bitkilerini sakladığı, insanların hastalıklarını dinleyip karışımlar hazırladığı iki odalı şifahanesine indiriyordu. Minta cambazlık antrenmanları için nerdeyse her gün uzun saatler boyunca ortadan kaybolurken canı birilerine sataşmak istemediği sürece Oguz da odasından çıkmıyordu.

Opampe önündeki kasede bazı tohumları ezerken “Birkaç yaprak koparıp verir misin?” diyerek Uli'ni kaçmasına engelledi.

Masanın diğer tarafındaki kadının onu süzmesinden rahatsız olan Uli, başını yapraklara eğdi.

Genç kadın öksürükler arasında “Kendine bir çırak bulmuşsun.” dedi ilgili bir şekilde.

“Benimkilerden hayır yok." dedi Opampe Oguz ve Minta'yı kast ederek. Bir kağıda sardığı ezilmiş otları kadına uzattı. “Kaynar suda biraz beklettikten sonra süzüp içeceksin. Senin oğlana da içir, ihmal etme.”

“Teşekkürler Opampe.”

Kadın öksürükleri ile uzaklaşırken kapıdan bir çocuk telaşla içeri daldı. “Opa! Bir kaza oldu. Reis seni çağırıyor. Çadırların orda.” Nefesini kontrol etmeye çalışan oğlan masaya dayanmıştı.

Yaşlı şifacı ne olduğunu sormaya gerek duymadan arka odaya telaşla girdi. Döndüğünde elindeki deri çantaya bazı şişe ve aletleri doldurdu. “Üzerine bir şeyler al Pulera. Üşütürsen bir de seninle uğraşamam.”

Uli itiraz etmeden sandalyeye bıraktığı pelerinini omuzlarına aldı. Oğlan onlar için çoktan kapıyı açmış hazırlanmalarını bekliyordu. Hava sanki kışın tüm ayazını yüklenmişti yüklenmesine ama insanlarla alay edercesine de güneşliydi. Gece donan toprak hala çözülmemiş yürüdükçe ayaklarının altında çatırdıyordu.

Uli, her ne kadar sadece yaz aylarında gösteri yapsalar da çingenelerin yolda geçirdikleri süre haricinde formda kalmak için kış boyunca çalıştıklarını ve hayvanlarını eğittiklerini biliyordu. Muhakkak bu idmanlar sırasında bir kaza olmuştu fakat Uli, Opampe'nin neden onu da yanına aldığına anlam veremiyordu. Gerçekten onu halefi olarak yetiştirmeyi mi planlıyordu? Durumun ironisine gülerken buldu kendini.

Devasa iki çadır, kasabanın çıkışında hayvan barınaklarının yanındaydı. Küçük olanın önündeki kalabalığa bakarak kazanın hangi çadırda olduğunu tahmin etmek kolaydı. Uli Okro’yu ziyaret ederken birçok defa yanlarından geçmiş olmasına rağmen çadırlara girmemişti. Opampe’nin gelişi kalabalığı girişten kısa bir süre de olsa uzaklaştırdı. Şifacıyı takip ederken onu kimsenin fark etmediğini görmek Uli’yi daha rahat davranmak için yüreklendirdi. Etrafını incelerken şifacıyı takip etmeye de özen gösteriyordu.

Büyük çadırın ortasında geniş bir alan boş bırakılmış, etrafı irili ufaklı kafeslerle bölümlere ayrılmıştı. Uli, burasının hayvanların talim çadırı olduğunu tahmin etti fakat kaza nedeniyle şimdi tüm çalışmalar durmuş hayvanların bir kısmı çoktan çadırdan çıkarıldıklarından kafeslerin bazıları boştu.

Opampe insanların etrafında yığıldığı kafese yöneldiğinde Livan, onları yarı yolda karşıladı. “O kaplanı öldüreceğim!” derken yumruk yaptığı elini diğerinin avucuna geçirmişti.

Öfkesi karşısında Opampe, Reis'in omzuna vurup bir şey söylemeden aceleyle ilerledi. Kusta, kafesin içinde yerdeki bir adamın başında diz çökmüş, gömleğini omzundan karnına doğru yırtıyordu. Adam Kusta’nın yetiştirdiği genç ve güçlü bakıcılardan birisiydi fakat şimdi karnına yığdıkları kumaşlar kana bulanmış,  baygın bir halde yatıyordu.

Opampe yanına diz çökerken Kusta ile göz göze geldi. Yaşlı şifacı, adamın karamsar bakışlarından gözlerini kurtarıp kumaşı yavaşça araladı. İri bir pençe adamın karnını birkaç yerden yarmıştı. Uli, Kusta’nın karamsarlığını, Livan’ın öfkesini şimdi daha iyi anlıyordu çünkü adamın durumu umutsuz görünüyordu.

Opampe, yaralı hakkında yorum yapmak yerine emirler yağdırmaya başladı. “Temiz su getirin!” Arakasında bekleyen Livan’ı gözleri ile bulup “Kalabalık dağılsın. Dina nerde?”  diye sordu.

Livan, sağlam birkaç adamı bırakarak diğerlerini kafesten uzaklaştırırken “Çağırttım birazdan gelir.” dedi.

Yaşlı şifacı Kusta’ya döndü bu sefer. “Temiz bir örtü istiyorum.” Gelen su ile Uli’nin ellerini yıkamasını söyledi. Çantasından çıkardığı temiz bezleri kızın eline tutuşturdu. Yaranın üzerindekileri kenara iterken kızın elindekileri işaret ederek “Ben söyleyene kadar yaranın üzerinde tut.” dedi.

Uli Opampe'nin söylediklerini yaparken Kusta kalın bir örtü ile dönmüştü. Şifacı örtüyü kafesin dışında temiz bulduğu bir alana serdiğinde Dina çadıra girmişti. Kocası ile sessiz bir konuşmanın ardından Opampe’ye sokuldu. Üç adam yaralıyı dikkatle örtünün üzerine taşırlarken Uli çekemediği eli ile onları takip ediyordu. Sarsıntının etkisiyle ayılan adamla göz göze geldiklerinde yüreklendirmek istercesine gülümsemeye çalıştı. Vücudunun acıyla titremesini elinin altındaki bezlere rağmen hissedebiliyordu. Şimdi yaralı ile yalnız kalabilse acısını hafifletmeyi başarabilirdi bunu biliyordu ama herkesin gözünün önünde bunu yapamazdı.

Yaralıyı örtünün üzerine yatırdıklarında Opampe adamların hemen ayrılmasına izin vermedi. Omzundan ve bacaklarından tutmalarını istedi. Uli’nin elini kaldırırken “Kan tutmaması iyi. İğne batsa bayılan tiplerden nefret ederim.” dedi huysuzca. Islattığı havluyla yaranın etrafını silmeye başladı.

Uli “Pek tutmaz.” diyebildi sadece. Ellerindeki kırmızılığa bakarken kendi kendine gülümsedi; Opampe, hapishanede daha kötü yaralar gördüğünü bir bilseydi.

“Aferin kızıma. Şimdi beni yarayı dikerken dikkatlice izle.” Dina’nın eline tutuşturduğu iğneyi tarttı önce, ardından adamlara sıkıca tutmaları için uyarıcı bir bakış attı. Yaralının inlemeleri ve küfürleri arasında geçen yarım saat, çadırda kalan kişileri en az yaşlı şifacı kadar yormuştu. Sonunda yaralı baygın düştüğünde Opampe sargılarla yarasını rahatça kapatabildi. Hazırlanan derme çatma bir sedye ile Opampe’nin evine taşınacak ve bu geceyi, muhtemelen daha birçok geceyi şifacının gözetiminde geçirecekti.

Diz çöktüğü yerden yaşlı şifacının kalkmasına yardım eden Livan, “Durumu nasıl?” diye sordu korkuyla.

“Midesine kadar ulaşmış." dedi Opampe, lafı evirip çevirmeden. "Acar bu, bir katır kadar güçlüdür. Gençliğini de hesaba katarsan kurtulma şansı var. En azından öyle olmasını umut ediyorum."

Dina şifacının koluna girerken Uli de toparladığı çantayı omzuna yüklenmişti. Şifacının isminin Acar olduğunu söylediği adamın örtüye bıraktığı kan lekelerini süzerken şansa bırakamayacağını biliyordu.



“Acar uyanmış!” Minta merdivenleri hızla çıkarken müjdeli haberi yukarıdakilere duyuruyordu.

Uli elindeki tabakları masaya yavaşça bıraktı. Gülümsemesini saklamak için hızla mutfağa yöneldi. Gece yaralı adamı ziyaretinin sonuçlarını duymak memnuniyet vericiydi.

“Hani durumu çok kötüydü?” diye sordu Oguz hayretle.

“Dina diyor ki bu bir mucizeymiş.” Minta masaya nefes nefese otururken tabaktan eliyle aldığı bir parça peyniri ağzına attı.

Uli, rahat davranmaya çalışarak mutfaktan seslendi. “Dina geldi mi? O zaman Opampe biraz yemek yiyip dinlenebilir. Minta, onları kahvaltıya çağırabilir misin?”

Minta, sesini mutfağa duyurabilmek için bağırdı. “Yarayı tekrar sardıktan sonra yukarıya geleceklermiş.” Küçük kız bir yandan zeytin kasesini önüne çekerken neşeyle bacaklarını masanın altında sallıyordu.

Oguz duyduklarına inanamayarak “Acar o kadar iyi yani?” diye sordu kuşkuyla.

Minta başıyla oğlanı onayladı. O sırada merdivenlerdeki ayak sesleri ile gelenlere döndüler. İki çift meraklı göze, Uli mutfaktan eli kolu yiyeceklerle dolu olarak katıldı.

Opampe oldukça düşünceli görünürken Dina her zamanki iyimserliği ile onları selamladı. “Günaydın çocuklar. Günaydın Pulera."

“Günaydın.” dedi Oguz kendisinden beklenmeyecek bir girişkenlikle. Ardından ilgisiyle şaşırtmaya devam ederek “Acar nasıl?” diye sordu Dina'ya.

“Ateşi düşmüş, iltihabı kaybolmuş. Şaşırtıcı değil mi? Bir gece önce bilinçsizce sayıklıyordu.” Dina, Minta’nın yanına otururken küçük kızın saçlarını şefkatle karıştırdı.

“Gerçekten şaşırtıcı. Sizce normal mi bu?”

Oguz’un şüpheci tavrı üzerine Dina oğlana baktı. “Babaannenin şifa yeteneğinden şüphe mi ediyorsun yoksa? O harika bir şifacı. Ona sahip olduğumuz için biz de çok şanslıyız.”

“Eminim öyledir.” Oguz, Uli’nin önüne koyduğu fincanına şeker katıp karıştırırken kendi düşüncelerine gömüldü.

Opampe, ellerini yıkamış sofraya otururken ne kendisine yöneltilen övgüye teşekkür etti ne de torunun alaycı tavrına çıkıştı. Yaşlı kadın, üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına rahat nefes alıyordu artık ama iki gün boyunca bir kaç saatlik uykunun sonucu olan yorgunluk ve Acar'ı kaybetme endişesinin izleri yüzünden belli oluyordu. Uli, çay dolu koca bir kupayı yaşlı kadının önüne koyarken uzun süredir ilk defa neşeyle gülümsedi.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 06 Ekim 2016, 10:21:54
İlk Aşk

12 yıl önce Şozi avlakları

Gölün durgun sularını dalgalandıran eli, suya vuran aksini onlarca parçaya bölerken Loresima keyifle gülümsedi. Bileğinden başlayıp ancak parmaklarına ulaşmadan kaybolan derin bir yanık izi suyun içindeki kırılmalardan dolayı neredeyse pürüzsüzdü. Yüz üstü uzandığı yerden doğrulduktan sonra üzerindeki otu ve toprağı hızlıca silkeledi. Gölden uzaklaşırken ağaçların arasından gelen bir sesle gülümsemesi kayboldu, temkinle sesi tekrar duyabilmek için etrafını dinledi. Bir hayvanın hırlamasına benzeyen ses kulağına eriştiğinde, bir dakikadır korkuyla nefesini tutuyordu. Gölün batısındaki ağaçların içinden fırlayan kara bir beden, donmuş olan tüm uzuvlarını koşması için harekete geçirdi.

Bir köpeğin bodur bedenine, yaban kedilerinin suretine ve bir domuzun dişlerine sahip olan Zağarlar önceleri insanlardan uzak durdukları için zamanla soyları çoğaldıkça, çekildikleri dağların içlerinden çıkacak kadar gözü kara olmaya başlamışlardı. Kurtlar gibi sürüler halinde avlanıp yaşamak yerine kıt akılları ile bir arada bulunduklarında ufak anlaşmazlıklarda bile birbirlerini kolayca öldürdüklerinden yalnız yaşayıp yalnız avlanırlardı.

Gölün kenarına su içmek için gelen hayvanları avlamayı amaçlayarak pusuya yatmış olan bu genç Zağar, uzun süredir gölün kenarında oyalanan insan dişisinin varlığı ile beklentilerinin ötesinde bir keyifle doluydu. Dişinin yalnız olup olmadığını anlamak için bir süredir sabırsızlıkla ağaçların arasında pusuya yatmıştı. Bir daima ikiden daha kolaydı. Hele bu bir dişi ise…

Sabırsızlığının sonucu olarak çıkardığı sesler insanı uyandırmış, ani baskın planını bozmuştu. Yine de gençliğinin verdiği ateşle kendine güvenle dolu olan Zağar, kovalamak için ağaçların arasından o vakit fırlamıştı.

Kız, yaşıtlarının aksine uzun etekli bir elbise yerine dizlerine ulaşan hafif çizmeler, pantolonun üzerine uzun gömlek görevi gören deri bir tunik giyiyordu. Eteklerin engelleyici bağlarının yokluğunda mı belli değil, şaşırtıcı derecede hızlı koşuyordu. Başlardaki acemiliğini çabuk atlatmış gibi görünüyor, atacağı adımı iyi seçiyor, gideceği yön konusunda tereddüt yaşamıyordu. Korkunun allak bullak ifadesinin olmadığı yüzünde, heyecanın etkisi ile kızarmış yanaklarına ulaşan bir gülümse vardı.

Zağar'ın sonucundan emin olduğundan yavaş hareket eden adımları, insanın çoktan boynuna geçmesi gereken dişlerinin boş kalması ile hırsla hızlandı. Kısa bacaklarının elverdiği ölçüde koşarken yavaş yavaş insan ile arasını kapatıyordu. Birkaç saniye önce duyduğu endişe kaybolmuş, zaferin yakınlığı sebebi ile ayakları sanki yerden kesilmişti. İnsanın sırtına pençesini geçirebilmesi için neredeyse on adım kalmıştı. Biraz daha hızlandı ve şimdi ise beş adım. Önüne çıkan devrilmiş ağacı insandan daha çabuk aşmıştı. Şimdi iki adım. Biraz daha gayret ederse dişlerini ensesine geçirmesi işten bile değildi. Son bir çaba ile ayaklarını yerden kesti. Tüm dişlerinin ortaya çıkmasına izin vererek onları taze ete gömmek için hazırlandı. Fakat boğazını yarıp geçen acıyla bir an havada asılı kaldı.

Loresima, yayından ayrılan okun çıkardığı sesi duyduğunda adımlarını her ihtimale karşı yavaşlatmadan geriye bakmaya cesaret edebildi. Boğazından girmiş okla vurulan Zağar, birkaç metre gerisinde kıpırtısız yatıyordu. Durup ellerini dizlerine dayayarak nefesinin normale dönmesini bekledi. Ağaçların kalın gövdelerinin arkasından çıkan eli yaylı iki gençten birisi hayvanın başına gidip ayağıyla yokladı. "Ölmüş."

Diğeri kızın yanına doğru yürüyordu. Loresima derin derin nefes alırken bir yandan da gülümsedi. “Bu seferki fena değil gibi?”

“Ama bir dahaki sefere olmayacak. Ne halt etmeye çalışıyorsun? Lanet köpeği kendine çok yaklaştırdığının farkında değil misin?”

Böyle bir tepki beklemeyen kız doğrularak itiraz etmeye girişti. “Yakında olduğunuzu biliyordum, o yüzden biraz yavaşlamış olabilirim… Hem biliyorsun ki ikinizden de daha hızlı koşuyorum. Eğer ben olmazsam bir dahaki sefere sen mi yem olacaksın yoksa Kunt mu?”

“Boşuna bahaneler bulma, bence yaşlandıkça hızın düşüyor, Lore.”

Loresima, Mgeri'nin onu sinirlendirmek istediği zaman ismini kısaltarak söylediğini ve kasıtlı olarak yaşlanmayı ima ettiğini biliyordu ama yine de istediğini elde etmişti. Mgeri sırtını dönüp, Kunt’ın yanına doğru yürürken, yüzünde endişesini gizleyen bir memnuniyet ifadesi vardı.

Kız sinirle yumruklarını sıkarken, bağırdı. “Bundan böyle, dibinden ayrılmayan o çıt kırıldım kızları koştur o zaman.”

Kunt, ikilinin didişmelerine alışkın, aralarına girme gibi bir aptallığı yapmaktan uzun süredir vazgeçmiş olarak av bıçağını çıkarmış ve hayvanın kürkünü yüzmeye başlamıştı. Büyüklerin haberi olmadan beş diş ve üç kürk biriktirmişlerdi. Bu öleninkileri de eklenince iyi bir para alabilirlerdi.



“Neredeydin?” Loresima, yan yana atlarını sürerken Mgeri'ye öfkeyle sordu.

“Ne zaman?” diye sordu Mgeri alaycı bir şaşkınlıkla.

“Anlamamazlıktan gelme.” dedi Loresima, kaşlarını çatarak.

“Neyi? İnan ki neden bahsettiğini bilmiyorum, Lore.”

“Of!” Loresima atını hızlandırarak, önlerindeki Kunt’ın arkasına geçti. Bir dakika geçmeden Mgeri, kıza yetişmiş ve iç içe sarılı küçük bir kumaşı bir şey söylemeden kıza uzatmıştı. Loresima kumaşı almadan önce “Bu nedir? Bir hediye mi?” diye alayla sordu.

“Taze nane yaprakları.”

Kızın iki kaşı kuşkuyla kalkarken kumaşın kıvrımlarını araladı. Yeni koparılmış taze nane yapraklarının keskin kokusu kaşlarının birleşmesine sebep oldu.

“Yanık izi sebepsiz yere yanmaya ya da ağrımaya başladığında annemin bunları kullandığını hatırladım.”

Mgeri’nin ciddi ifadesini süzen Loresima, “Bu ağrıların aklımın bir ürünü olduğunu söylerdin hep… Şimdi ne değişti?” diye alayla sordu. “Dur bir dakika… Hem elimin ağrıdığını da nereden çıkardın?”

“Uykunda sürekli elini ovuşturup duruyordun.” Mgeri yanılmış olabileceğini zannetmiyordu.

“O yüzden mi ortadan kayboldun?” Kunt’ın alay yüklü sesi onları önden dinlediğini açık ediyordu. İri yarı genç geriye dönüp Mgeri’ye eğlenerek kısa bir bakış attı.

“Ortadan kaybolduğum yoktu. Seslenseydiniz sizi duyabilecek mesafedeydim.” Mgeri önüne düşen saçlarını karıştırırken, sesi oldukça alçaktan geliyordu.

“Bunun seni affettirebileceğine inanıyor musun?” Kunt’ın sesi önden tekrar yükseldiğinde, Mgeri öfkeyle soludu. “Kızlara çiçek yerine nane otu vereni ilk defa görüyorum.” dedi Kunt arkadaşını kızdırdığına aldırmadan.

Loresima iki gündür ilk defa neşeli bir kahkaha atarken, Mgeri Kunt’ın ensesine boğazını sıkmak istiyormuş gibi öfkeyle baktı.



Günümüz Şozi avlakları

Mgeri, geniş gövdeli ağacı kendisine siper alarak gizlenen Kunt’ın ensesine uzaktan öfkeyle baktı. Yaklaşık iki saattir vadinin iç kısımlarına doğru akan derenin yakınlarında sessizce bekliyorlardı. Dün gece Arte’nin ava çıkma ısrarlarına hayır diyemediği için bir kez daha kendisine lanet etti. Genç adamın ısrarı ile yanlarına katılan Kunt ile birlikte üçü güneş doğmadan sıcak yataklarından çıkmışlar ve köyün gerisindeki tepeyi aşarak Değmen çayının yakınlarına konuşlanmışlardı. Şozi avlaklarının kuzeyindeki dağlardan kopup gelen çay bazı bölgelerde birikerek ufak gölcükler oluşturuyordu, Arte bir saat önce yanlarından ayrılarak bu göllerden birinin yakınlarına pusuya yatmıştı. 

Çetin geçen kış sebebiyle durgun su kaynakları donduğundan çay ve nehir kenarları av için beklemeye en uygun yerlerdi. Aksi takdirde böyle soğuk bir havada bir geyiğin ya da bir yaban keçisinin ardından dağ bayır dolanmak akıl işi değildi. Fakat su kaynaklarının çoğu buz tutmuşken hayvanların az kalan seçeneklerinin önünde onları tuzağa düşürmek de Mgeri’nin kabullenemediği yöntemlerdendi. Nasıl ki bir geyiğin gezinebileceği yerlere tuz döküp hayvanı oraya alıştırdıktan sonra eliyle koymuş gibi vurmayı övgü hanesine yazanlara öfkelendiği gibi şuanda kendilerinin yaptıklarını da aynı kefeye koyuyordu.

Mgeri, kısa bir ıslık çalarak Kunt’ın dikkatini çekmeye çalıştı. Kunt, sorarcasına geriye döndüğünde Mgeri sağ tarafı, Arte’nin olduğu kısmı işaret etti. Kunt, adamın sıkıntı ile kararmış yakışıklı yüzüne sırıtırken başıyla onayladı ve önüne dönerek gözlerini beyazın çeşitli tonları ile örtülü ormanın içlerine doğru kıstı. Mgeri’nin hareketsizliğe dayanamayacağını bildiğinden Arte’ye gerçek bir avın nasıl olduğunu göstermek adına gelmeyi kabul etmişti. Her sabah Loresima’nın yanından kalkmak ayrı bir zorken bugün çok daha fazla isteksiz uyanmıştı. Yine de genç adamın hevesini kıramamış ve kuzeyde nasıl avlanıldığını göstermek için karnı burnundaki karısının yanından sessizce ayrılmıştı. Aksi takdirde Mgeri’nin eline kalan Arte bir saat soğukta beklemenin ardından ellerindeki boşluğu büyük bir hüsranla doldurarak köye dönecekti.

Mgeri, Kunt’ın geniş sırtına bakıp daha fazla dişlerini sıkmak zorunda kalmayacağını düşünerek rahatladı. Ancak ayak bileklerine ulaşan karı çiğneyip geçerken Arte’nin bıraktığı ayak izlerini takip ederek ağaçların arasından sessizce ilerledi. Genç adamı gölün birkaç adım gerisinde, ağaçsız alanın bitimine sinmiş olarak buldu. Tecrübesiz gözler için orada birisinin olduğunun fark edilmesi çok zordu, Arte etrafındaki çalıların karla örtünmesi gibi kalın kıyafetlerinin en üstüne aldığı beyaz kürkten bir pelerine sarınmış, koyu renk saçlarını gizlemek için de yine beyaz kürk bir başlık takmıştı.

Gençken Loresima ve Kunt ile sık sık geldikleri bu göl ile ağaçların arasındaki düz alan şimdi bodur çalılarla kaplanmıştı. Tıpkı onlar gibi doğa da değişiyor diye düşünen Mgeri konuşmadan sırtını göle dönerek genç adamın yanına kendini bıraktı.

Arte’nin giydiğinin bir benzeri beyaz kürklerle kaplı pelerinine iyice sarınarak olduğu yerde büzülen Mgeri, artık av ile ilgilenmiyordu. Orada sessizce ne kadar oturdu bilmiyordu, genç adamın dirseği ile başını kaldırdığında Arte'nin de pes ettiğini gördü.

"Bugün bir şey vurabileceğimiz yok. Kunt'ı alalım dönelim artık." dedi Arte bıkkınlıkla. "Belki o bizden daha şanslıdır." diye ekledi genç adam, ağaçların arasında girerken.

Bir süre önce tekrar yağmaya başlayan kar, bir süredir hareketsiz oturmanın sonucu olarak Mgeri'nin üstünde birikmişti. Bir kurt gibi silkelenerek ayağa kalktı. Ormanın sessizliği ile bir an sanki havayı koklamak istercesine başını yukarı kaldırdı. Arte’nin arkasından ilerlerken bütün duyuları ayaklanmıştı.

Kunt'ı tek başına bıraktıkları taraftan yaklaştıkça hayvan hırlamasına karışan bağırışları duymaya başladı. Mgeri, seslerle olduğu yerde donup kalan Arte’nin yanından koştu ve hızla ağaçları aştı. Kunt'ı nehrin yakınında buldu, bir okla yere serdiği bir geyiğin yanında bu kez kendisi avlanmış olan adam, bir eli ile sağ baldırını tutarken geyiğin derisini yüzmek için kullandığı av bıçağını kendisine kalkan etmişti. Bakışlarını av bıçağının gösterdiği yöne çeviren Mgeri, Kunt'ın bir kaç metre ilerisinde bembeyaz dişlerinin arasından köpüklerin taştığı gri bir kurt ile bakıştı. Etrafta sürüsünden bir iz olmayan kurt yalnızdı ve deli bakan gözleri aslında ona birçok şey söylüyordu, belli ki hayvan kuduzdu.

Gözleri dehşetle Kunt'ın beyaz karlar üzerinde kırmızı lekeler bırakan bacağına kaydı. 'Lanet olsun!' diye bağırmak istiyordu. Arkasında Arte’yi hissedince, kolunu yana uzatarak genç adamın daha fazla ileriye gitmesini engelledi. Kuduz hayvan bir iki adım geri çekilirken başını daha da eğmiş ve salyalarını karın üzerine akıtıyordu. "Yayını çıkar." diye fısıldadı Mgeri. "Ben kurdun dikkatini dağıtırken senden iyi bir atış bekliyorum."

Arte’nin cevabını beklemeyen Mgeri, Kunt'ın önüne koşarken iki bıçağı da aynı hızla ellerine yerleşmişti. Onunla birlikte hareketlenen hayvanın gözlerine baktığında içlerinde yanan deliliği bir kez daha gördü, eğer kurttan kurtulabilirlerse Kunt'un da bu hale gelmeyeceğine dair bir şansa inanmak istedi. Bir saat önce adamın boğazını sıkmanın hayalini kurarken şimdi bu işi kuduz bir kurdun eline bırakmaya niyeti yoktu. Hırlayarak, köpüklerini saçarak üzerine sıçrayan hayvanın kafasının engellemek için sağ kolunu soluna doğru çekti, bıçağı hızla elinde çevirerek yönünü dışarıya doğru ayarladı. Sivri dişler etine geçmeden önce sağ kolunu hayvana doğru savurdu. Bıçak ve ok aynı anda kurdun boynuna gömülürken parmaklarını açtı ve bıçağının kurtla birlikte düşmesine izin verdi. Arte’ye onaylayan kısa bir bakış attı ve gerisindeki Kunt’a döndü.

Koca adamın yüzü bembeyazdı, eliyle kapadığı yaradan sızan kan, parmaklarını ve yer yer ayağının altındaki karı kızıla boyamıştı.

“Kuduzdu değil mi?” dedi Kunt dişleriyle birlikte bacağındaki elini de sıkarken.

Sadece başını sallamaktan başka bir şey elinden gelmeyen Mgeri, Kunt’ın sağlam bacağındaki ayak bileğinden dizlerine ulaşan kürkü tutan kalın ipi çözmeye girişti. Arte şaşkınca yanında dizlerinin üzerine çöktüğünde genç adama açıklamaya girişti. “Kuduz zehrinin kanla birlikte vücuda dağılmasını önlemeliyiz.” dedi Mgeri. Kunt’ın ısırılmış bacağında, dizinin altından geçirdiği ipe sıkı bir düğüm attı. Kunt’ın yüzünü buruşturmasına aldırmadan ipin altındaki kürk ve pantolonu gözünü kırpmadan bıçakla kesti. “Yardım et de çaya götürelim. Yarayı en azından yıkayalım.” dedi Arte’ye aceleyle.

Koltuk altına girdikleri uzun boylu adamın sırtlarını büken ağırlığı altında dereye taşırken Kunt sinir bozucu bir kahkaha attı. “Loresima beni kuduzdan önce öldürecek.”

“Seni değil kesin beni öldürecek.” diye mırıldandı Mgeri. Kunt yerine kendisinin ısırılmasını bin kere tercih ederdi. Biliyordu ki Loresima olanları öğrendiğinde tüm öfkesini yılların nefreti ile kendisine yönlendirecekti.

Suya girdiklerinde parmaklarını donduran soğuğa aldırmadan, Mgeri adamın bacağına doğru eğildi ve yarayı hızlıca yıkadı. En az dört dişin açtığı deliklerden sızan kan, suda bir yol bulup önlerinde dağılırken kimse birbirine endişelerini sıralayacak, Kunt’ın başına gelebileceklerin tasvirini yapacak cesareti bulamamıştı.

Kunt’ı geride atları bağladıkları alana taşıdılar. Daha önce kuduz bir hayvanla karşılaşmamış olan Arte,  ava çıkmalarını teklif ettiği için bin pişman, Mgeri’nin her söylediğini ikiletmeden sessizce yaparken yaramazlık yaparken yakalanan bir çocuk gibi sessizdi.



Kimse fark etmeden Şozi’ye döndüklerinde Kunt‘ın isteği üzerine adamı kendi evi yerine, konukevine taşıdıktan sonra Barsuk'u aramak için Mgeri koşturmuş, Arte'yi de Barva'yı bulmaya göndermişti. Yabandaki hayvanlarda kuduz salgını ihtimali Kürk tacirlerinin Şefi Barsuk'u kaygılandırsa da öncelik oğlu Kunt'dı. Yine de bir kaç adamını Mgeri'nin tarif ettiği bölgeyi kontrole yollamış ve kurdun cesedinin bulunarak yakılmasını emretmişti. Daha sonra tüm adamlarına bölgeyi kolaçan ettirebilirdi. Bunun ardından ortaya çıkacak sonuca göre de tüm kasaba kuduz konusunda uyarılacaktı ama şimdi kimseyi telaşlandırmanın zamanı değildi.

Barsuk'un haber saldığı şifacılardan hemen sonra peşinde Arte ve Guroni ile gelen Barva bitki heybesi ile Kunt'ın yanına girdiğinde Mgeri dışarıdaki odada kalmayı tercih etmişti. Kunt'ın gür sesi karısına bir şey söylerlerse onları tek tek öldüreceğini haykırırken Mgeri odadaki bir sedire çöktü. Guroni, artık pişmanlığın arasına saklanan çaresizliğe yenik düşmüş Arte'yi bir kaç dakika önce alıp götürmüştü.

Mgeri neden odaya girmediğini bilmiyordu. Belki utanç belki Arte'den daha yakıcı bir şekilde hissettiği çaresizlik elini kolunu bağlamıştı. Ne içeri girebiliyor ne de konukevinden uzaklaşabiliyordu. 'Lore öğrendi mi?’ Bu üç kelime kafasında dönüp dururken karşılaştıklarında kadına ne diyeceği sorusu zihninde bir yetim gibi cevapsız kalıyordu. 'Yıllar önce gidip dönmediğim gibi sevgili kocanı da kurtlara yem ettim.' mi diyecekti kadına. Dirseklerini dayadığı dizlerine daha fazla abanarak elleri ile yüzünü ovuşturdu. O esna da omzunu kavrayan kişiyi görmek için hızla başını kaldırdı.

Moita yanına otururken "Üzgünüm." dedi.  Arkadaşının perişan halini süzdü hızlıca. Giysileri ıslaktı, yakışıklı yüzü yaşadıklarının ağırlığı ile solgundu. Mgeri'nin tepkisi sadece başını sallamak oldu.

O esnada konuk evinin kapısı hızla açıldı. Hamile bir kadın arkasındaki kadınların uyarı ve itirazlarını göz ardı ederek içeriye girdi. Siyah saçları örgülerle başının etrafına toplanmıştı, kalın elbisesi ise çok sevdiği mavi renktendi. Üzerine ne bir pelerin almış ne de buna aldırmıştı. Hızlı hızlı solurken göğsü geniş karnı ile birlikte inip kalkıyordu. İçeriye girdiği anda bir an durup sanki Mgeri'yi hissetmiş gibi onun oturduğu tarafa bakmıştı.

Üzerine dikilen kadının siyah gözleri acı ile büyümüş, dökemediği gözyaşları ile kızarmıştı. Hızla yerinden kalkan Mgeri, ne yapacağını bilemez şekilde Loresima'ya doğru bir adım attığında kadın hızla bakışlarını ondan çevirdi ve kocasının olduğu odaya girdi. Mgeri kalktığı gibi aynı çaresizlikle oturdu.

Kadınlardan bir kaçı, Loresima ile birlikte odaya girmiş, diğerleri kapıda kalmışlardı. Gençliğinden tanıdığı bir kaç yüzün çatık kaşları altında Mgeri, Kunt'ın karısını dışarı çıkarmalarını söyleyen bağırışlarını dinledi. Sonunda kadınların arasından Loresima'nın perişan yüzü belirdiğinde Mgeri, hamile kadının geldiği gibi hışımla konuk evinden ayrılacağını zannediyordu fakat uzun boyuyla önüne gelip dikildiğinde Moita'nın yanına öylece kalakaldı.

"Neden geldin?"  Kadın iki yumruğunu göğsüne indirdiğine Mgeri ne kımıldayabildi ne de cevap verebildi. "Neden döndün? Doğacak bebeğime yemin olsun ki eğer Kunt'a bir şey olursa sizi kendi illerimle teslim ederim." dedi sıktığı dişlerinin arasından. O esnada bir eli ile karnını kavrayan Loresima olduğu yerde iki büklüm kaldı. Mgeri düşmemesi için kadına hamle yaptığında kadının acı dolu haykırışı ile konukevi çınladı.

"Doğuruyor!" diyen kadınlar, Mgeri'nin elinden aldığı Loresima'yı az önce boşalan sedire telaşla yatırdılar. Birbirlerine emirler sıralarken Mgeri ile Moita'yı öfkeyle kovaladıklarında iki adam ne olduğunu anlayamadan kendilerini dışarıda bulmuşlardı.

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 14 Ekim 2016, 15:19:50
Hanımlar ve Beyler

Kraliçe İlay, geldiği haber verilen konuğunu karşılamak için çalışma masasından kalktı. Elindeki mürekkep lekelerini mendili ile temizlemeye çalışırken yaklaşan ayak sesleri ile çaresizce içini çekti. Geç kalmıştı, Tongar Bey’i bu şekilde karşılamaktan başka şansı yoktu. Nasıl olsa tüm saray halkı ve kanatların Beyleri ile Hanımları bu hallerine alışmışlardı artık. Yüksek kapılar yanlara doğru açılırken sevilen bir dostu karşılamanın heyecanı ile Kraliçe’nin yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. İçeri giren, orta yaşı geçmiş, ihtiyarlıktan çok önce hafif kamburu çıkmış adama mürekkep lekelerine aldırmadan elini uzattı.

“Yine en son siz geldiniz, Tongar Bey.” Kraliçe'nin kuşların neşeli cıvıltısını andıran ince sesi ahenkle taş odaya yayıldı.

“Yaşlılık Kraliçem.” Tongar Bey, Kraliçe’nin beyaz elini alnına götürdükten sonra, karşısında doğrulabildiği kadar dik durmaya çalıştı. Kadının, elleri gibi beyaz teninde öne çıkan kahverengi gözlerine çevirdi bakışlarını. “Yataktan çıkmaya pek istekli olmayan dizlerime bu sıralar söz geçirmekte zorlanıyorum.”

Krallıkta Kraliçe’nin elinin öpülmesi Kral’a saygısızlık addedilir bu yüzden el sadece alna değdirilirdi. Bu ayrıcalığa da sadece Beyler ve Hanımları sahipti. 

Bey’i, çalışma masasının önünde karşılıklı duran koltuklara yönlendiren Kraliçe İlay, hafif bir kahkaha attı. “İnanın bugünlerde benim de dizlerim oldukça gürültü çıkarıyor.” dedi Kraliçe halden anlar bir hayıflanmayla.

“Prenses Azraf’ın çıkardığı gürültüden dizlerinizi duyabiliyor musunuz?” diye sordu Tongar Bey.

“Kızımın ağlamasını Quri’den bile duyabiliyor musunuz?” diyerek Kraliçe soruya soruyla karşılık verdi.

Krallığın Quri kanadının Bey’i olan adam gülümsedi. “İki yaşında olmasına rağmen kızınızın sesi şimdiden Quri’nin şarkıcılarını kıskandırıyor Kraliçem.”

Neşeli kahkahaları, hizmetçilerin sıcak içecek servisi için odaya girmeleri ile bölündü. Kuzeye bakan bu oda sarayın en soğuk odalarından birisiydi. Odada kapının karşısındaki duvarı kaplayan büyük şömineden yaz kış ateş, sakinlerinin önünden de sıcak içecekler eksik olmazdı. İki adet geniş penceresine rağmen yeteri kadar da aydınlanmayan odayı kullanmakta ısrarcı olan Kraliçe İlay, Kral’ın çalışma odasından uzaklığından dolayı burayı tercih ettiğini dile getirmekten kaçınıyordu. Kral’ın günün her saati ziyaretçi temposunun gürültüsünden kaçmanın bahanesi olarak kuzey ormanının önündeki mavi gölün huzurlu manzarasını kullanıyordu.

Ormanın üzerini kaplayan kar, soğuğunu odaya bırakırken büyük bir hararetle yanan şöminenin çıtırtılarına tabak ve fincanların el değiştirirken çıkardıkları tıngırtılar karışıyordu. Tekrar yalnız kaldıklarında Kraliçe eliyle, Tongar Bey’i sıcak çay ile sunulan küçük kurabiye ve poğaçalara davet etti. “Kral Konur diğerleri ile dün sabah ava çıktılar. Güneş batmadan dönmelerini umuyorum. Her ne kadar yarına kadar dönmeyeceklerine dair birbirlerini ikna etseler de bu soğuk havada bir gecede daha dışarıda kalmak istemeyeceklerine eminim.” dedi Kraliçe açıklama ihtiyacı ile.

“Toplantı çağrısını gördüğümde çok acil olduğunu düşünmüştüm. Anlaşılan o ki bir kaç gün daha bekleyebilirmiş. ”

Tongar Bey’in Kralı ve Beylerini yargılayan sözleri karşısında ciddileşen Kraliçe bardağını önlerindeki alçak sehpaya yavaşça bıraktı.

“Unutmayın ki sizi yarından önce beklemiyorduk. Ayrıca hiçbir zaman Moita’nın hain olduğuna inanmadığınızı herkes biliyor ama rica ediyorum bunu her yerde bu kadar açıkça söylemeyin.”

“Kraliçem, Kral Konur’un bu toplantıya beni neden çağırdığını düşünüyordunuz?” Babacan bir tavırla karşısında sıkıntıyla oturan Kraliçesine gülümsedi. “Elbette ki düşüncelerimi açıkça söylemem ve diğerlerinin de bunun aksini hararetle savunmalarını izlemek için. Kralı bu keyiften mahrum bırakmayı ikimiz de istemeyiz.”

“Kralın huzurundan bahsetmediğimi biliyorsunuz.” Kraliçe mürekkepli parmaklarını eteklerinin kıvrımları ile gereksiz bir örtme çabasına girişerek sıkıntısını atmaya çalıştı. “Keşke herkes kocam kadar sağduyulu olsa.” dedi kocasına duyduğu büyük bir inançla.

“Benim için endişenizin kıymetinin farkındayım Kraliçem ama inanın bu gereksiz. Benden istenilen neyse sadece onu karşılıyorum ne eksik ne fazla.”

“Biliyorum, aklımı böyle şeylere yormamalıyım.” diyerek kocasının sözlerini omuzlarını silkerek tekrarladı: yönetim işleri erkeklerin meselesiydi.

Tongar Bey, kadının sözlerindeki imayı sezmişti. “Benim için kendinizi yormayın yeterli Kraliçem. Ama toplantılara hanımlar da katılsaydı şüphesiz ki birçok mesele çok daha kolay hallolurdu.”

Kraliçe gözünün önüne düşen bir görüntüyle çapkınca gülümsedi. “Evet toplantı masanızı nakışlı örtülerle süsler, bu sene hangi rengin revaçta olduğunu saatlerce tartışabilir üstüne çocukların diş çıkarma sorununu da Krallığın en önemli meselesi ilan ederdik.  Bir de o kadar rahat bir şekilde toplantı masasında yiyip içemezdiniz. Kuşkusuz ipek örtülerimde şarap lekesine tahammül edemezdim. Her toplantı sonrası salonu nasıl bıraktığınızı bilmiyorum sanmayın.”

“Sanırım bu konuyu bir daha düşüneceğim.” Tongar Bey,  sahte bir ciddiyet tanınarak poğaçaların tadına bakmaya girişti. En son verdikleri moladan beri altı saat geçmişti.

“Hanımlar batı salonundalar. İsterseniz ikindi çayı için onlara katılalım.” Kraliçe teklifinin reddedilmeyeceğinden emin ayaklandı.

Tongar Bey, Kraliçe’yi takip ederken “Cevza çoktan akşam yemeğine geçmiştir.” diye hayıflandı içini çekerek.

“Kız kardeşinizin de geldiğinden haberim yoktu.”

“Cevza soğuktan pek hoşlanmıyor, Kraliçem.” Tongar Bey, kardeşinin kraliçeyi görmeden doğrudan hanımlara katılmasına kardeşi adına mazeretini sunarken özür diler gibi gülümsedi.

Kraliçe İlay, rahat nefes alabildiği değerli zamanlarının çoğunu odasına borçlu olduğunun bilincinde kadının kabalığını bağışlamaya dünden razı olarak odasından ayrıldı. Koridorda ilerlerken Kraliçe’nin özel muhafızları kapıdan ayrılarak birkaç metre geriden onları takip ediyorlardı.



Pencerenin önündeki genç kadın kollarını göğsünde çaprazlamış, zarif kaşlarını da kollarına uydurmuştu. Odadaki tüm kadınlardan daha uzundu ve incecik bedeni ile daha bir endamlıydı.  Sarı saçları özenle başının etrafında biçimlendirilmiş ve değerli taşlarla bezenmişti. Yeşil gözleri dışarıda her tarafı örten kar tanelerinin yere inişini bıkkınlıkla takip ederken içerideki konuşmaları dinlemiyor görünüyordu.

“Bir sonuca varamayacaklar. Adamda şeytan tüyü var. Sürekli ellerinden kaçıyor ama bu seferki birilerinin kellesini başından ayırabilir.” Cezva, elindeki fincandan koca bir yudum alarak sözlerine ara verdi. Karnına isabet eden hafif bir darbe ile fincanı telaşla önündeki sehpaya bıraktı. Uyarıya aldırmadan omuzlarını silkti. Abisi Tongar Bey gibi gözleri zeytin taneleri kadar iri duran kadın bir dal kadar zayıftı. Giydiği koyu renk elbisesi ile açık renk koltukta bir gölge gibi oturuyordu. Pencere önündeki kadına kaçamak bir bakış attı.

Cevza’yı uyaran Mira, orta yaşın üstündeki kadının felaketlerin üzerinde dolanan bir akbaba olduğunu düşünürdü çoğu zaman. Mira, Sifteri kanadının Bey’i Kezer ile evlenmeden önce de Cezva’yı tanırdı. Gençliğinde, başkentte katıldığı yemek ya da balolarda bir araya geldiklerinde Cezva'nın o zaman bile saray çevresindeki nahoş olaylar ile beslendiğine ve bunları konuşmaktan keyif aldığına birçok defa şahit olmuştu.

“Benim lafım Üç Göz Rebu'ya. Yoksa Ladre Bey’in bu işte hiçbir ihmali yok gözümde.” dedi Cevza sesini pencere önüne duyurabilmek için yükselterek.

Mira, içini çekerek son bir aydır iyice büyümüş karnına ellerini dayadı. Doğuma iki ayı vardı fakat bu kadın yüzünden bebeğini erken kucağına alabilirdi. İlk çocuğunu kendi evinde kendi yatağında doğurmak istiyordu, başkentte değil. Tombul parmaklarını karnında tempo tutarak sıkıntıyla oynattı. “Kezer Beyime göre Rebu’nun ilk beceriksizliğiymiş bu.” Kullandığı kelime yüzünden biran tombul yanakları kızardı. “Yani... bir kaçağı ilk defa yakalayamamış birisi için eminim Kralımız merhametle hüküm verir.” Konuya noktayı koymuşçasına tabağındaki yemişlerden birini ağzına attı, keyifle çiğnedi. Oldum olası iştahlı bir kadın olmuştu ama son günlerde daha sık acıkıyordu.

Cevza, fincanının üzerinden Mira’nın iyimserliğini alayla süzdü. “Moita’yı yakaladıkları gibi Rebu’yu da yakalasınlar önce. Sonra asarlar elbet."

Pencerenin önünden keyifli bir kahkaha odaya doldu. Maleni sırtını pencereye dönerek odadakilerle yüzleşti. “İşte buna içilir Cezva.” Çeşitli sıcak içecek ve yiyeceklerin renklendirdiği masaya yaklaştı. Sıcak şarabı kadehine döküp zarif bir şekilde kadehini kadına kaldırdı.

"Ladre Bey'e bir pusula gönderip sırra kadem basan adamı yargılamaktan konuşmak kulağa komik geliyor.” diyen Cevza, aldığı övgüyü perçinledi.

Mira iyimserliğine yöneltilen sıcak eleştirilere omuz silkti. “Tongar Bey ile Kraliçe nerde kaldılar acaba?” diyerek konuyu değiştirmeye yeltendi.

“O soğuk odada donup kalmışlardır." Cezva’ya soğuğun düşüncesi bile elleri ile kollarını ovuşturmasına yetmişti. “Bu soğukta beni başkente kadar sürükleme dedim abime ama bensiz o yolun çekilmeyeceğini söyleyip durdu.”

Maleni ve Mira, kadının omuzları üzerinden manalı bir şekilde bakıştılar. Cezva, yer yarılsa da kendisini içine davet etse merakından bu teklifi geri çevirmezdi. Tongar Bey’in bir kere söylemesi ile başkente gelirken yanına alacaklarının listesini zihninde yapmaya başladığına yemin edebilirlerdi.

Büyük oymalı kapılar ağır ağır açılırken konuşma yarıda kesildi. Kraliçe’nin yanında Tongar Bey ile gelişi odadaki bayanların hızla toparlanmasını sağladı. Mira iri karnını tutarak en son ayağa kalktı. Hafifçe eğilerek Kraliçelerini selamladılar.

“Gözümüz aydın Hanımlar. Beylerin bir yerleri donmuş ve akşama saraya dönüyorlarmış.” Mira’nın aksine kullandığı dilden utanmadan elindeki ufak kağıdı odaya doğru salladı. Mira’nın yanakları sevinçle aydınlanırken Maleni, halasına Kraliçe’ye kadehini hoşnutsuzlukla kaldırdı.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 23 Ekim 2016, 16:50:28
Kış güneşinin cimriliği üzerindeydi. Öğle vakti olmasına rağmen, ortamın loşluğunu kırmak için erken yakılan mumlar büyük odayı bir mabede çevirmişti. Fakat dikdörtgen masanın etrafına kurulmuş Beylerin rahat konuşmaları,küçük bardaklarda servis edilen kahveler bu kutsal mekanı sıradan bir kahvehaneye dönüştürmeye yetiyordu.

Güneyden getirilen kahve çekirdekleri kralından köylüsüne kadar tüm Krallığın ortak zevklerinden biriydi. Beyler de dışarıda geçirilen üç soğuk gecenin ardından iyi bir uyku çekmiş, zengin bir kahvaltı yapıp kahvelerini yudumlarken Kral’ın aralarına teşrif etmesini bekliyorlardı.

“Mira Hanım avın nasıl geçtiğini sormadı mı?” diyen Tongar Bey, yanında oturan uzun boylu genç adamın, fincanını yavaşça masaya bırakmasını ilgiyle izledi. Sifteri Kanadının Beyi,  Mira Hanımın kocası Kezer Bey,  kumral kısa saçları, tıraşlı yüzü ile kırk yaşından çok daha genç gösteriyordu. Ava olan merakı Mira Hanımın tüm çabalarına rağmen evlendikten sonra bile devam etmişti.

Dün, akşam yemeğini kaçıran kafile ıslak kıyafetlerinden kurtulup donmuş ayak parmaklarını ısıtmak için odalarına çekilmekte aceleci davranmışlardı. Tongar Bey, bekar olan Elebars haricindeki beylerin, üç gündür yalnız bıraktıkları Hanımlarından işittikleri azarları, özlem yüklü sitemleri az çok tahmin edebiliyordu. Bu sebeple kendinden esirgenen bilgiyi, Kezer Bey’in irice bir domuzu tek bir mızrakla indirdiğini, ava eşlik eden askerlerden öğrenmişti.

“Deli misin? Karım erken doğum mu yapsın? Elbette ki bütün avın başarısını Elebars’ın üzerine attım.” diyen Kezer Bey, bembeyaz parlayan dişlerini ortaya serdi. Karısına avlanmayacağına dair evlenmeden önce verdiği sözü hiçbir zaman tutamamıştı. Durum bu haldeyken avladığı hayvanların sayısından ya da cüsselerinden övünmenin keyfini sadece adamları ya da diğer kanatların beyleri arasındayken çıkarabiliyordu.

İsmini duyan Kuri Kanadı’nın beyi Elebars, “Domuz gelip mızrağının ucuna kendini attı deseydin. İki seferdir başarının günah keçisi ben oluyorum." diye hayıflandı. "Mira Hanım, bebeğinizi sevmeme izin vermezse sorumlusu sensin bilesin.” Siyah uzun saçları ile birleşen kısa sakalı genç Beyi yaşından daha olgun gösteriyordu. Ağır başlı hareketleri ve mantıklı kararları ise Bey'in görünüşünübir hayli pekiştiriyordu. Kuri Kanadı’nın beyi olduğunda yüzyıllardır atanan beyler arasındaki yazılı olmasa da en genç Bey unvanına sahip olmuştu. Krallıkta, Beyliğin babadan oğla geçmesi bir kural değildi elbette ama sıra dışı da olmamıştı hiçbir zaman. Kral Konur, iki sene önce Elebars’ın babası mülayim ve bilgeEkan Bey ölünce yerine hırslı ve cesur oğlunu atamakta bir sakınca görmemişti.

“Beni bile yaklaştıracağında emin değilim ve beyler hiçbirinize bu konuda söz veremem. Çok heveslenmeyin!” dedi Kezer Bey hayıflanarak. “Hem başkasının sana izin vermesini beklemek yerine, donanmadan başını kaldırıp karaya daha sık çıkarak bir hanım bul da kendi bebeğini kucağına al artık.” diye de ekledi hevesle.

“Aman Beyim, daha gencim. Geçtim çoluğu çocuğu bir kadının çenesi ile uğraşacak sabır bu bünyede hala mevcut değil. Hem bana gelene kadar önümde Ladre Bey var.” diyen Elebars imalı bir şekilde yanında kıpırdanan adamı işaret etti.

Ladre, Maleni’yle bir bebeği aynı odada düşününce içten içe keyifle güldü. Yine de “Maleni, pek halasına çekmemiş.” diyerek kestirip attı bu öneriyi. Yeğeni Maleni’den sadece birkaç yaş büyük olmasına rağmen Kraliçe İlay'ın anaç tavrı ve yakın zamanda üçüncü çocuğunu doğurmuş olması hele ki Maleni’nin çocukların yanındayken takındığı kasıntılı tavırları bilindiğinden Ladre’nin sözleri oda da yüksek perdeden kahkahalara sebep oldu.

“Maleni Hanım, Kraliçe’me ne yönden çekecekmiş .” Kral Konur’un odaya girişi ile tüm Beyler neşelerini kaybetmeden saygıyla ayağa kalktılar. Siyah kısa ve gür saçlarının arasından parlayan altın tacı belli belirsiz parlıyordu. Siyah kısa sakalları arasındaki ince dudaklarında gülümsemenin eksikliği ile oldukça keyfisiz görünüyordu.Beylerine oturmaları için eliyle işaret ederken uzun masanın başındaki büyük arkalıklı sandalyeye yerleşti.

 “Her yönden benzese dünyanın en mutlu adamı olurum.” diye cevap verdi Ladre, bariz bir şekilde yaltaklanarak.

Kral Konur, “En mutlu adam unvanını sana kaptırmaya niyetim yok Ladre.”dedi neşesiz bir sesle, ruh halinin sergileyerek. “Evet Beyler, lafı uzatmayalım. Üç gündür eteklerinizde sakladıklarınızı masaya dökün bakalım.”

Ladre rahatsızlıkla kıpırdanırken, Tongar Bey, kamburunu dikleştirmeye çalışarak masada ellerini birleştirdi. Başkente geç geldiği için Kral’ın ve Beylerin, resmi bir tartışmanın disiplininden uzakta da olsa başkente çağırılma nedenleri olan Moita’nın hala yakalanamaması üzerineyaptıkları kritikleri kaçırmıştı. “Rebu’nun sırra kadem bastığı doğru mu?” diye sordu yaşlı Bey kulağına çalınan bilgilerin doğruluğundan emin olmak istercesine.

 “Elimizin ulaşamadığı bir yerlere kaçtığı kesin.” dedi Elebars, açıklama yapmaya hevesli olmayan Ladre'nin yerine. “Adam Moita'yı yakalayacak kadar zeki ama elinden kaçıracak kadar da aptal." Adamın sesi küçümseme ile takdir arasında sıkışmıştı. "Yine de  o zaman da dediğim gibi Ladre tek başına Rebu ile anlaşmaya kalkışmamalıydı.” Moita'yı yakalamışken bir kaç kese altın için ki Ladre'nin daha fazlasını gönlünü eğlendirmek için harcadığı tüm Krallıkta bilinirken,  daha azı için Moita'yı elinden  kaçırdığını bilmek Elebars'ı öfkelendiriyordu. Toplantıdaki tavrını av boyunca da göstermekten kaçınmamıştı. “Kuzenini..." dedi kelimeyi vurgulayarak "...tek başına yakalamanın getireceği şöhreti ve ödülü kendine saklamak istemeni anlıyorum ama…”

 “İşin büyüklüğünü görünce adi herif vaat edilen miktarın iki katını istedi. Hemen altınları avucuna mı dökseydim?" diyen Ladre, Elebars’ın lafını aynı şiddetteki öfkesiyle kesti. Ladre’nin solgun teninde iri lekeler gibi duran çillerle bezeli yüzü hiddetle kırmızıya dönmüştü.Moita’nın anne tarafından kuzeni olmasına rağmen aralarında bir benzerlik bulmak oldukça zordu. Sakal yerine çillerin kapladığı, sarı pembe yüzü ile ince bedeni, düşük dar omuzları ile otuzunu geçmiş olmasına rağmen ergenliğini atlatamamış bir oğlan gibi görünüyordu. Omuzlarını oynatarak oturduğu yerde dikleşirken “Krallığın her bir sikke altınını korumak da benim görevim."dedi böbürlenerek.

Kral Konur, yaslandığı sandalyesinde hafifçe kımıldadı ve gülümseyerek kadehini Ladre’ye kaldırırken alaycı takdirini sundu.

“Yine de çok hevesli görünmeseydin keşke.” dedi Kezer, Kral'ın Ladre'ye kaldırdığı kadehe aldırmadan. Konur'un böyle toplantılarda Beylerinin farklı fikirleri hararetle tartışmasını engellemediği hatta ateşe odunlar attığı bilinirdi.

“Büyük ihtimalle seni görünce iştahı kabardı.” dedi Elebars da daha yoğun bir alayla. Moita’nın tekrar ellerinden kaçışından direk Ladre’yi suçlasa sözleri bu kadar ağır olamazdı.

"Beyler!" diyerek araya giren Tongar Bey olmasaydı, Ladre'nin kırmızı ardından mora dönen yüzünden ateşli bir tartışmanın başlayacağı belliydi."Beyler." diye tekrarladı Tongar, yeterince dikkat çektiğini kanaat getirince konuşmaya devam etti. "Rebu'nun peşinden gitmenin artık bize bir faydası yok. Moita'yı buraya zorla veya kendi ayakları ile getirerek Kralımızla yüzleştirmenin bir yolunu bulmalıyız. Ona kendisini savunması için söz vermek yerine yakalanır yakalanmaz idamını ilan ettik, affedersinizEkselansları ama gerçek bu." diyerek yaşlı adam, fikirlerinden dolayı özürlerini Kralına saygıyla başını eğerek gönderdi. "Üç koca yıl boyunca da bir zamanlar Beyimiz olanbir adamı domuz gibi kovalayarak avlamaya çalıştık ama gördüğünüz üzere başarılı olamadık."

"Adam bir tilki gibi kurnaz, kendi ayağı ile ölse gelmez." dedi Elebars, Tongar'ın nereye varmak istediğini anlamayarak.

Tongar Bey, hafifçe eğilerek kaşlarının altından Elebars'ı süzerken "Eğer gidecek bir yeri kalmazsa..." dedi.Tam yerinde susarak Beylerin ve Kral'ın kast edileni kavramasını bekledi.

Kezer kaşlarını çatmıştı. "Yuzini Kralı Aurang'ı, sığınma hakkı verdiği bir adamı kapı dışarı etmesi için nasıl ikna etmeyi düşünüyorsun, merak ediyorum doğrusu."

"Aurang, tok gözlüdür." diye araya girdi Kral Konur, ilk defa fikrini beyan ederek. "Ve sözüne sadıktır. Bu devirde zor bulunan bir meziyet." Küçümseyici dudakları alayla kıvrıldı.

"Kralım, sizinkinin yanında Kral Aurang'ın sadakatinin lafı edilemez." dedi Tongar Bey. "ama üç yıldır yakalayamadığımız bir kaçak; düşmanlarımızın yüreklerine saldığımız korkuyu silecek, dostlarımızın gözündeki itibarımızı düşürecek niteliktedir."

"O halde Yuzini Krallığına bir gözdağı vermenin vakti geldi geçiyor bile!" diye öne atıldı Ladre, kaçak kuzenini ellerinde hissetmenin ateşi ile.

"O kadar aceleci davranma Ladre." diye uyardı Kral Konur, Beyi'ni. Elebars'a dönerek kara gözlerini bir süre düşünce ile kıstı. "Aşkar geçidindeki gemilerin durumu nedir?"

"Gemilerimizin karşısına çıkacak bir güç ve yürek Galvorn'da yok, majesteleri."

"Bir kaç balıkçı köyünü denizden yağmalamaktan bahsetmediğini umarım." dedi Kral koltuğunda biraz daha arkaya yayılarak.

Vareste ile yüzyıllardır süren savaş bir kaç aydır fırtına öncesi sessizliğine gömülmüştü. Denizden ya da kuzey doğudaki Aşkar geçidi üzerinden devam eden vur-kaçlar ve sızmalar artık olağan bir hal olarak kabul görüyordu. Krallık Vareste ile batı arasındaki tek sağlam duvardı. Krallığın batısındaki ufak tefek beylikler ya da ülkeler, Vareste’nin yağmacı ve zalim saldırılarından korunmanın yolunun Krallık olduğuna güvenerek yıllar önce imzaladıkları paktın üzerine mühür basmaktan öteye geçmeyerek,bu savaşta Krallığa yardımcı olmak adına hiçbir çaba göstermemişlerdi.

Kral Konur babasının ölümünün ardından altın bir taç ile kıtadaki en büyük topraklarave büyük bir donanmaya sahip olmuş buna rağmen doğuda sürekli tetikte bekleyen bir düşman ile batı da ise büyük bir çöl devralmıştı. Denizde ne kadar başarılıysa karada savaşacak kadar deneyimli ve güçlü bir ordunun eksikliğini, Moita’nın babası tarafından savaşlardaki başarıları ile Mekotoni Beyi olması ile hızla kapatmaya başarmıştı başarmasına fakat Moita'nınGalvorn ile anlaşıp ezeli düşmanlarına bilgi sızdırması ile kara kuvvetleri deneyimsiz ve beceriksiz Ladre’nin eline kalmıştı.

"Kralım, Aşkar geçidine gönderdiğimiz donanmanın ardından güney doğudaki hareketlilik gözle görülür şekilde azaldı." dedi Elebars durumu bir kaç cümle ile özetleyerek.

"Moita'nın Aşkar geçidine donanmayı kaydırmamıza neden ısrarla karşı çıktığı buradan da anlaşılıyor Kralım. Galvorn ile danışıklı hareket ettiği besbelli." diye lafa atladı Ladre kuzenini kötüleme fırsatını kaçırmayarak.

"Yuzuni Kralı Aurang'a bir ulak gönderin." dedi Kral Konur, kısa bir an eline yasladığı çenesini sıvazlayarak. Beylerinin, Krallarının amacını anlaması ile ağızlarından dökülecek olan itirazlar oracıkta mırıltılara dönüştü. "Aurang'a diyin ki Moita'yı ya kendi elleri ile teslim eder ya da bir kaçağı beslemenin sonuçlarına katlanır."  Kral Konur'un sandalyesini iterek kalkması ile tüm Beyler saygı ile onu takip ettiler. Toplantı kısa sürmüş ama uzun süredir kafaları meşgul eden bu mesele en azından bir karara bağlanmıştı.



Not: İlk defa karşılaşılan karakterlerin çokluğundan dolayı buraya kısa bir liste koymak istiyorum. Umarım yardımcı olur :)

Krallığın Kanatları

Mekotoni -(Kızıl Şahin)

      Beyi: Ladre. Sarışın, 30 yaşlarında. Karısı Maleni.

Kuri –(Aladoğan)

      Beyi: Elabars:  (Elebars'ın babası : Ekan) Kumral , 28  yaşında.

Quri -(Kuzgun kuşu)

      Beyi: Tongar. 50 yaşlarında, ergenlikten kalma hafif kambur. Hiç evlenmemiş. Kız kardeşi Cevza, 45'inde dul.

Sifteri –(Atmaca)

      Beyi: Kezer. Kumral 40'lı yaşlarda. Karisi Mira 25'inde tombul beyaz tenli

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 28 Ekim 2016, 10:18:50
Kardan Ev

Uli, bir önceki gece ihtişamla hükmünü ilan eden kar yağışının uyuyan evlerin kuytuluklarında tipiye dönüşmesini penceresinin ardından izlerken hissettiği özlemi ve dışarı çıkma arzusunu zorlukla bastırmıştı. Güneş bembeyaz bir örtünün üzerine doğduğunda yatakta daha fazla kalamayacağını anlayarak kendisini dışarı atmış, Okro'yu görmek için barınaklara uğradığında kar ve soğuk nedeniyle kafeslerdeki bazı hayvanların küçük çadıra taşındığını öğrenmişti.

Sert esen rüzgar,  iğneden sivri kar tanelerini yüzüne savururken pelerinin başlığını keyifle arkaya attı   ve  çadırın önünde durarak yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Hava kar kokuyordu, doğup büyüdüğü yer gibi kokuyordu. O esna da 'Beni istemeyip gönderdikleri yer gibi' diye düşünmeden edemedi. Ardında kalan her şeye rağmen soğuğu ve bu beyaz örtüyü özlediğini inkar edemezdi. Eriyen kar tanelerinin ıslattığı yüzüne hüzünle karışık bir gülümseme yayıldı. Burası yeni evi olabilir miydi bilmiyordu ama o çok sevdiği soğuğa ve kara, birkaç gün ya da birkaç hafta da olsa burada sahipti. Yerden bir avuç kar alarak keyifle içeriye girdi, Okro'yu da bu eğlenceden mahrum etmeyecekti.

Çadırın karanlığını kırmaya çalışan kıyıda köşede yanan birkaç meşalenin yardımına ortaya yakılmış kocaman bir ateş yetişiyordu. Uli kafesler arasında dolaşırken pelerinini saman balyalarının üstüne attı. Okro’nun kafesini büyük kedilerininkinin arasında göremeyince platformunun arkasına dolandı. Gösteri için sırasını bekleyenlere ayrılmış olan kapalı alana dayanmıştı fakat kafes boştu.

Platformu çepeçevre dolanan demir parmaklıklara girişi sağlayan kapının sürgüsünü çeken Uli, “Okro!” diye kapalı alana seslendi. İçeriden gelen homurtu üzerine “Anlaşıldı, yerin değiştirildi diye huysuzsun bu sabah.” diye yorumladı kaplanın keyifsiz seslerini. Arkasından kapıyı kapatırken platformun sonundaki bölmeden çıkmakta nazlanan Okro'nun gerinerek esnediğini pençelerinin ahşapta çıkardığı seslerden tahmin etti. “Suyu sevmiyorsun, biliyorum ama dışarıda çok güzel kar yağıyor.” Muzip bir pırıltı ile bakışları, havaya atıp tuttuğu kartopunu takip etti.

Kapalı alandan fırlayan, dışarıda yağan kar kadar beyaz kaplan üzerine atladığında “Boz!” diye dehşetle soludu. Şaşkınlık ve korku ile havaya attığı kartopunu yakalamayı unutmuştu.

Kızı sırt üstü yatıran Boz'un oyun oynamak gibi bir niyetinin olmadığı açıktı. Uli, ince kollarını kendini korumak için kaplanın boynuna dayayarak milim milim yüzüne yaklaşan sivri dişleri uzaklaştırmak için beyhude yere uğraştı. Parmaklarını Boz ile bağlantı kurabilme umuduyla beyaz kürkün içine gömdü ve Okro’da olduğu gibi, kaplanın bedenine ulaşmaya çalıştı. Fakat parmak uçlarından zihnine dolan Boz’un katıksız nefreti ile nasıl baş edeceğini bilemedi.

Beyaz kaplan, sanki kızın çabalarının farkındaymışçasına Uli’nin ellerinden kurtulmak için hırlayarak silkindi ve kızı parmaklıklara doğru fırlattı. Uli, demir çubuklara sertçe çarparak durduğunda acıyla haykırdı. Fakat kafeslerinde hapis, hayvanlardan başka onu burada duyacak kimse olmadığını biliyordu. Boz'a dokunarak bir tehdit olmadığına onu ikna edebilmek, önyargısını yıkıp ördüğü duvarların ardına ulaşabilmek için Uli’nin anlık temaslardan daha fazlasına ihtiyacı vardı. Boz ise sanki bunun farkındaymışçasına onu parmaklıklara fırlatarak az önce aralarına uzun bir mesafe koymuştu.

 Şimdi ise buz mavisi gözleri ile Uli'yi bir insan gibi süzüyordu. Doğrulmaya çalışırken Boz'un ona doğru gelişini korkuyla izledi. Burada can mı verecekti,  bir evim olabilir dediği bu yerde mi ölecekti?

Uli, olamaz, diye panikle inledi. İncelip daralıp demir parmaklıkların arasından kaçabilecekmişçesine sırtıyla arkasına yüklenmeye ne kadar çalışırsa çalışsın keskin tırnakların hedefinden uzaklaşmasının yolu yoktu. Nefret dolu kaplan kolunu birkaç yerden yardığında acıdan bembeyaz kesilen dudaklarından keskin bir çığlık daha döküldü.

Sanki tiz sesinden rahatsız olan Boz'un geri çekilip önünde sinirle bir tur atmasını fırsat bildi, lime lime olmuş gömleğini kızıla boyayan kanı durdurmakla oyalanmak yerine Uli sonunda ayağa kalktı. Kapıya ulaşmalıydı. Olabildiğince hızlı bir şekilde parmaklıklar boyunca yürümeye çalıştı. Bu arada neredeyse tüm bedenindeki kanın kolundaki yaralara doğru yürüdüğünü hissediyordu. Göz açıp kapayana kadar derin yarıklar birleşip üzerlerini pürüzsüz bir deri ile örterken beyninde zonklayan acı da aynı hızla kayboldu.

Daha bir kaç adım atabilmişti ki Boz, Uli’nin sol bacağına güçlü bir pençe attı. Etini parçalayan tırnaklar kemiğine gömülürken Uli yere düşmesini avantajına çevirmek isteyerek bedenini kaplanın sırtına bir çuval gibi bıraktı. Bacağındaki yara gözle görülür bir hızla kapanıyor, Uli günlerce sürecek bu iyileşmeyi saniyeler içinde gerçekleştiriyordu. Buna rağmen kendini toparlamasına fırsat bulamadan karnının yanına saplanan acı ile afalladı. Beyaz kürkü kavrayan parmakları gevşedi. Sırtı üstü arkaya düşerken az önce iyileştirdiği koluna gömülen dişlere aldıracak dermanı kalmamıştı. Sağlam eli karnına gittiğinde parmaklarının arasından sızan kanın sıcaklığına rağmen titredi. Yanındaki yaralar öncekilere kıyasla bu sefer çok daha yavaş iyileşiyordu. Gücü azaldıkça iyileşme hızı düşüyor, yaralar uzun süre açık kaldıkça gücü de tükeniyordu.

Bir şeyler yapmazsa bu kafeste ölecekti.  Kendi kanıyla boyanmış elini Boz’un göğsüne dayadı, umutsuzca hayvanın bedenini kontrol eden hislerine ulaşmaya çalıştı. Önceki gibi yoğun bir şekilde hissettiği nefret kaplanın damarlarında dolaşıyor, tüm hücrelerinden Uli’nin zihnine doluyordu; onun düşmanı olmadığına ikna etmek için dokunuşları ile adeta yalvardı, sakinleşmesi için zorladı ama aşamadığı güçlü bir engelle karşılaştı. Fakat bu sırada kaplanın tüm direnişinin arasında hızlanmış kalp atışlarını yakaladı. Uli, kendinden başkasının bedenindeki en küçük zerreye bile ulaşarak normalden daha hızlı iyileşebilmeleri için kendi yeteneğini onlara aktardığı gibi Boz’un kalbini de durmaya zorlayabilir miydi? Bu fikir ile bir an dehşete kapıldı. Şuana kadar yeteneğini bir canlıyı öldürmek için kullanmamıştı, şimdi de yapabileceğinden emin değildi.

Boz’un çenesinin kapandığı kolundan tüm bedeninde yankılanan acı ile düşünceleri dağıldı. Çığlıklarını göğsünde kalmaya zorlayarak dişlerini sıktı. Bir şey demir parmaklıklara vurmaya başladığında birbirlerine dolanmış Boz ile Uli aynı anda şaşkınlıkla döndüler.

Oguz bastonunu parmaklıklara vurarak gürültülü bir şekilde varlığını belli ediyordu. Uli, platforma girmiş oğlanın ağır aksak yürüyüşüne dehşetle baktı. Boz’un hırlamaları yeni gelene yöneldiğinde istediği ilgiyi elde eden oğlana “Git buradan! Git ve yardım çağır.” diye bağırdı. Oğlan'ın Boz'un karşısında hiç bir şansı yoktu.

 “Bu bacakla…” dedi Oguz alayla. “Ben yardım getirene kadar seni parçalara ayırır.” Kapıdan daha fazla uzaklaşmaya cesaret edemeden kaplanın kendisine gelmesini bekleyerek parmaklıklara vurmaya devam etti.

Uli, oğlana doğru hareketlenen Boz’u tutabilmek için boşuna çırpındı. Beyaz kürkler parmaklarının arasından kayarken üzerlerinde kırmızı lekeler bırakmıştı. “Hayır Boz!” diye haykırdı Uli ümitsizlikle.

Oguz, diğer elindeki ince boruyu ağzına götürdü ve bastonuna sıkıca dayanırken tüm gücüyle üfledi. Tüylü bir iğne borudan ileriye doğru fırladı ama hızla hareket eden kaplanı ıskaladı. Bakıcılar sakinleştiremedikleri hayvanları iğnenin ucuna sürdükleri, Opampe'nin hazırladığı, özel bir karışım ile bayıltırlardı. Oguz birçok sefer Kusta'nın bu boru ile hedefi vurduğunu izlemişti ama uygulamaya gelince o kadar da kolay olmadığını fark etti. Elindeki diğer iğneyi boruya yerleştirirken titriyor, korkudan bir gözü kaplana kayıyordu. "Hadi ama... hadi..!" Boruyu doğrultamadan çoktan oğlana yetişen Boz sanki zayıf yanını biliyormuşçasına sakat ayağına dişlerini geçirip kopartmak istercesine kafasını silkeledi.

Oguz "Lanet olsun!" diye haykırırken sırtüstü yere serildi ve boru elinden uzağa fırladı. Bacağını kopartmaya azmetmiş kaplana, düşerken bile sıkıca yapıştığı bastonunu tüm gücüyle indirdi. Bir adım geri çekilen Boz, hız alarak oğlanın üzerine tekrar atıldı ve bastonu dişleyerek elinden koparıp kenara fırlattı. Oguz, bastonun arkasından dehşete baktı. Boruyu ardından da bastonunu kaybetmişti. Kafese girerken ne bekliyordu ki? Tek bacaklı kahraman! Bütün kasabayı dehşete düşüren kaplanı bastonu ile dize getirip kızı kurtarmayı mı?

Oguz, bakışlarını korkuyla kaplana çevirdi. İşte onun boğazını parçalamaya geliyordu. Gözlerini kapamadan önce en son hayvanı ona doğru atlarken havada gördü. Sonrasında kaplanın ağır bedenini hızla üzerine düştüğünü hissetti. Bir kaç saniye sivri dişlerin boğazına saplanmasını bekledi. Fakat beklediği olmayınca sımsıkı yumduğu gözlerini merakla açtı. Boz'un yüzü ile kendisininkinin arasında sadece bir kaç santim vardı ama kaplanda tek bir hareket yoktu. Oguz ne olduğunu anlayamayarak gözlerini kırpıştırdı. Kaplanın kıpırtısız kafasını parmağıyla yokladı. O anda Uli'nin kaplanın arkasından üzerine eğilmiş yüzüyle burun buruna geldi.

"Yetişemeyeceğim sandım." dedi Uli nefes nefese. "İyi misin?"

"Ne oldu? Neden hareket etmiyor?" diye sordu Oguz. Sanki hayal kırıklığına uğramış gibiydi.

Uli "Bilmiyorum. Bayılmış olmalı."  dedi umursamayarak.

Uli, Boz'un iri bedenini oğlanın üzerinden kenara almak için eğilirken oğlan kapalı olmalarına rağmen her an canlanacakmış gibi kaplanın gözlerine dikmişti bakışlarını. Sonunda kaplandan gözlerini ayırıp kıza dönebilen Oguz, bakışlarını Uli'nin karnında kapanmaya yüz tutan yaralara dikti. Saniyeler içerisinde arkalarında kandan izler bırakarak sanki hiç var olmamışlar gibi gözlerinin önünde kayboldular. Kafesin dışındayken Boz'un kıza geçirdiği pençelerini görmüştü ve şuanda Uli, sanki hiç bir şey olmamış gibi kaplanı üzerinden kaldırmaya uğraşıyordu. Onun normal olmadığını biliyordum, diye düşündü haklı çıkmanın sevinciyle.

Oğlanın nereye baktığını fark eden Uli, soru sormasına fırsat vermemek için atıldı. "Bacağın nasıl?"

Oguz, kaplanın ağırlığından kurtulduğunda bacağındaki yaranın farkına varabilmişti. Ölüm ile karşı karşıyayken tamamen yok saydığı acı korkunun yok olmasının ardından tüm ihtişamı ile geri dönmüştü. İki eli ile kavradığı baldırlarını sanki kanın akmasını durdurabilecekmiş gibi sıktı.

Uli, oğlanın bacağının üzerine endişe ile eğildi. Kötü hırpalanmıştı, anormal bir şekilde bükülmüş olan ayak büyük ihtimalle bilekten kırılmıştı. Oguz’a durumu anlatmaya isteksiz "Hadi buradan çıkalım.” dedi doğrulurken. “Boz her an kendine gelebilir. Uyandığında burada olmak istemiyorum." Oğlanı koltuk altından tutup aya kalkmaya zorladı.

 "Kusta'nın iğnelerini yiyen bir hayvan bir saatten önce uyanamaz." dedi Oguz, Uli'nin hızlı davranması için yaptığı telaşa gerek olmadığını anlatmaya çalışarak.  Kıza yardımcı olmak için sağlam bacağına dayanmaya çalıştı.

Uli, oğlanı tekrar yere bırakırken "Hangi iğne?" diye şaşkınlıkla sordu. Boz'u bayıltmak için o garip boruyu ve tüylü iğneyi kullandığını sanan oğlana bir an bocalayarak baktı." Tabi tabii. İğne..." dedi en sonunda daha fazla sorgulamayarak.

"Kaplanı iğne ile bayıltmadın değil mi?" diye sordu Oguz hızlı bir kavrayışla. Acısına rağmen hala merakının peşinden gidiyordu.

"Bacağın kötü görünüyor. Hemen Opampe'yi çağırmalıyız. Hadi biraz gayret et. Seni tek başıma taşıyamam." dedi Uli, oğlanı azarlarken onunla göz göze gelmekten kaçınarak.

"Burada neler oluyor?"

Arkalarından gelen öfkeli bir ses ile donup kaldılar. Oguz ve Uli, Livan ve Kusta'nın platformun girişinde dikilen siluetleri ile yüz yüze geldiklerinde ne diyeceklerini birbirlerinden sorarcasına telaşla birbirlerine baktılar, ne kadar tuhaf göründüklerinin farkında değillerdi.

"Sonra açıklarım. Lütfen önce buradan çıkalım." diye isyan eden Uli, oğlanı tekrar kaldırmaya yeltendi.

 Kıyafetleri parçalanmış, kana bulanmış kızın yaralı olup olmadığını anlayamayan Livan kuşkuyla kaşlarını çattı. Eğer yaralıysa bile kendisinden çok Oguz için endişeli görünüyordu. Daha sonra açıklayacağını söylememiş miydi? O da bekleyebilirdi.  Kızı kenara iterek bacağı kan içinde kalan oğlanı belinden kavradı.

Livan ve Kusta’nın ardından platforma girmiş olan Acar, yaralı olduğu belli olan oğlana aldırmayarak kaplanın önünde diz çöktü. Bedeni yoklayarak bir yara ya da her hangi bir kalp atışı bulabilmek için kan lekeli beyaz kürkün üzerinden hayvanın göğsünü hızla kontrol etti.

"Kalp atışları hafif de olsa düzenli." dedi Acar, Boz'un durumunu az ilerideki Kusta’ya açıklayarak.

Yaşlı Bakıcı ise Oguz'un bastonunu, boru ve iğneyi eline alarak yardımcısına döndü. "Bayılmış olmalı. Bu yarı akıllılar..." başıyla perişan haldeki ikiliyi işaret etti. "En azından kafese girerken bunları yanlarına almayı akıl etmişler."

Kaplanın üzerinde herhangi bir iğne bulamayan Acar, yanına gelen Kusta'ya kuşkularını açıklama fırsatı bulamadı. O esnada başını yerden kaldıran kaplan boş bakışlarını önündeki genç adama dikti. Acar doğrulurken belindeki kamçıyı hızla eline aldı ve Kusta'yı çıkışa doğru itti. Boz, uyuşukluğundan kolayca kurtulacak gibi görünmüyordu. Yine de şansını zorlamak istemeyen Acar, kamçıyı kullanmasına gerek kalmadan Kusta’nın ardından demir parmaklıklardan çıkıp kapıyı kilitledi.

Livan saman balyalarına Oguz’u dayamış ve platformdan çıkan Acar’ı gözüne kestirmişti. “Hemen Opampe’yi getir ama olanları anlatma.” diye uyardı genç adamı. Oguz’a ters bir şekilde bakarken. “Buraya gelene kadar kalbine inmesin zavallı kadının.” diye ekledi.

“Opampe’yi telaşlandırmanıza gerek yok.” diye atıldı Oguz nefes nefese. Yüzü acı ile solmuş, havanın soğuğuna rağmen alnında terden damlacıklar oluşmuştu.

O sırada Uli oğlanın bacağına eğdiği başını hızla kaldırdı. Oguz ile göz teması kurmaya çalıştı fakat oğlan ona aldırmadan konuşmaya devam etti.

“Pulera da bacağımı iyileştirebilir. Hem de daha hızlı bir şekilde.” dedi Oguz, Reis'e.

“Hayır… Hayır, ben daha o kadar bilgili değilim.” derken Uli ayağa kalkıp birkaç adım geriledi. Sanki oğlanın bacağını iyileştirmesi için zorlayacaklarmış gibi panik içindeydi. “Opampe’ye şişe getirip, şişe vermekten öteye geçemedim daha. Hem parmağınıza kıymık batsa bile çıkaramam.” Ümitsizce çingenelerin Reis’ine baktı. Uzun boylu adamın kaşları neler döndüğünü anlamaya çalışırken birleşmişti.

“O yüzden mi bacağımı dikkatle inceliyordun.” diye çıkıştı Oguz Uli'ye. “Hem Acar’ı da Pulera iyileştirdi.” derken bu kez Reis’e döndü onu ikna edebilmek için.

Uli, bir an oğlanı da Boz’a yaptığı gibi bayıltarak susturmak istedi. Kusta’nın yanında şaşkınlıkla dikilen Acar ile göz göze gelen kız, kafasını Oguz’un sözlerini reddederek iki yana salladı. 

Livan,  Oguz’un yüzünü görebilmek için çömeldi ve elini oğlanın omzuna yerleştirip sıktı.  Oguz’a bakmaya devam ederken  “Acar, Opampe’yi hemen buraya getir.” diye emretti.

“Ama…” diye itiraz edecek olan Acar'a geçit vermez bakışlarını çeviren Livan,  başıyla çadırın dışını işaret etti.

Acar yanlarından ayrılmadan önce “Gelince bir açıklama istiyorum.” dedi neden uzaklaştırıldığını anlamayarak.

Acar'ın gittiğinden emin olan Livan, oğlanın başına eğilerek "Ne söylediğinin farkında mısın, evlat?" diye sordu.

Yüzü solmaya başlayan Oguz, artık dönmeye başını durdurmaya çalışırken kısık sesle konuşmaya başladı. “Pulera’yı Acar’ın başında gördüm. Beni fark etmedi. Zaten Acar ile yalnız kalabilmek için bir önceki gece de herkes uyurken aşağıya indiğini görmüştüm fakat muhtemelen o gece aşağıda Dina kaldığı için hemen yukarı çıkmıştı.”  Karşısındaki balyalara dayanmış olan kıza özür dilercesine baktı. “Ertesi akşam tekrar aşağıya indiğini fark edince dayanamadım gizlice izledim. Opampe gece bir doğum için çağrılmıştı ve Acar bu kez yalnızdı. Nasıl yaptı bilmiyorum ama sadece dokunmasıyla yaranın etrafındaki iltihapların anında yok oluğunu gördüm. Ama Acar’ı az önce kendisine yaptığı gibi tamamen iyileştirmedi. Sanırım şüphelenmemizi istemediği için işini yarım bırakmış, Acar'ın ölmeyeceğinden emin olacak kadar iyileştirmişti.” Yalvaran bir yüzle Livan’a döndü. “Reis, Pulera’nın beni iyileştirmesine izin vermelisin. Bunu yapabilir. Belki tekrar yürüyebilirim. Lütfen Reis.”

“Oguz’un söyledikleri doğru mu?” diye sordu Livan kıza dönerek.

Reis’in sır vermez ifadesinden ne düşündüğünü anlayamayan Uli, başını onaylayarak salladı. Durwa’nın gözetimindeyken sırlarını saklamak ne kadar da kolaydı. Tek başına kalınca eline yüzüne bulaştırmış ve ne olduğunu kolayca anlamışlardı. İnkar etmek için çabalamanın bir anlamı yoktu artık.

“Oguz’u da şimdi, burada iyileştirebilir misin?” diye sordu Livan aynı ciddiyetle.

Tekrar bir şey söylemeden söyleyemeden başını sallayan Uli, yerinden kalkarken ellerdeki kanları tuniğine silmeye çalıştı. “Biraz su alabilir miyim?” Livan’ın sorarcasına baktığını görünce “Kendim için istiyorum. Biraz güç toplamam lazım.” dedi açıklayıcı olmasın umarak.

Kusta su için kafeslerin arasında kaybolurken, Reis birkaç adım geriye çekilerek uzun boyuyla balyalar arasındaki boşluğu doldurmuştu.

Konuşurken dayandığı yerden gittikçe kayan Oguz, güçlükle de olsa sırtını dikleştirip oturur hale geldi yeniden. Uli’nin oğlanı olacaklardan haberdar etmesi gerekiyordu. “Normalden daha hızlı iyileşmen demek hiçbir şey hissetmeyeceğin anlamına gelmiyor. Eğer sadece Boz'un açtığı yaraları iyileştirecek olsam sorun değil ama sakatlığını da iyileştireceksem bir kaç kemik kırmam gerekebilir bu da emin ol canını çok yakacak.” Uli sanki Oguz’un acı çekmesinden keyif alır gibi belli belirsiz gülümsedi. “Hem de çok fazla acıyacak. Bacağınla ilgilenmeye başladığımda ne kadar kötü olursa olsun senden dikkatimi dağıtmamanı istiyorum. “ diyerek oğlanı uyardı. Uli, Kusta’nın eline tutuşturduğu matarayı günlerdir susuz kalmış biri gibi içip boşaltmadan önce “Onu sıkıca tutmanızı istiyorum.” dedi.



Uli, ters dönmüş bileği hızla çekip çevirirken Oguz’un feryadı çok uzaklardan geliyordu. Oğlanın tüm çırpınışlarını Livan ve Kusta’nın tutuşlarına bırakmıştı. Bileği iki eli kavradı. Tüm yorgunluğuna rağmen genç bedene nüfuz etmek bir kaplanı dize getirmekten çok daha rahattı. Belki de Boz’un katı direnişinden sonra oğlanın teslimiyeti işini daha da kolaylaştırıyordu. Oguz’un bedenine sakin olmasını telkin etti. Anında da sonucunu aldı, oğlanın nefes alışları yavaşladı, kalbi daha yavaş atmaya başladı.

Her zaman yaptığı gibi hemen iyileştirmek yerine tuttuğu bedende kısa bir keşfe çıktı. Baldırındaki diş ve pençe yaralarının haricinde ayak bileğinde yanlış kaynamış iki kemik buldu. Opampe’nin kendi torununu iyileştirememesini şimdi anlıyordu. Eklemdeki o üç parçayı düzgün bir şekilde birleştirse bile kemiğin kaynaması için gereken günler boyunca kaydırmadan onları bir arada tutabilmek çok zordu. Usta şifacı bile bu kadarını yapamazdı ama Uli o küçük kemiği tekrar üç parçaya ayırıp dakikalar için de tekrar birleştirebilir, ardından da Boz’un açtığı yaraları iyileştirebilirdi.

Reis’i olacaklardan uyarmadan bileği sıkıca kavradı. Verdiği komutla kırılan kemiğin sesi Oguz’un çığlıkları arasında kayboldu ve ardından diğeri geldi. Oğlanın acısını hissedebiliyordu yine de tutuşunu hafifletmedi. Kendi gücünün parmaklarından bileğe akışına izin verdi. Parçalar, hava da uçuşan kar taneleri gibi yer değiştirip birleşirken yorgunluğu ağır basmaya başladı. Beynindeki karıncalanmaya aldırmamaya çalıştı. Kısa süre içinde oğlanın baldırındaki kırıklar da bileği ile birlikte kaynamaya, bacağındaki diş ve pençe ile açılan yaralarda kapanmaya başladı.  Son hücreye kadar tutamayacağını hissettiğinde Uli, kendisinin ve Boz'un kırdığı kemiklerin birleşmesi ile elini hızla çekti. Sırtı çadırın saman serili zeminine çarptığında bir süre gözünü açamadı, kendi nefes alış verişlerinden başka bir şey duyamıyordu.

“İyi misin?”

Uli, bir an Reis’in kalın sesini hayal ettiğini zannetti. Başını hafifçe salladı. Yan yatarak dizlerini karnına çekerek sarıldı ve “Çok yorgunum.” diye mırıldandı.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 02 Kasım 2016, 15:32:52
Uli, gözlerini açtığında, buraya nasıl geldiğini hatırlayamasa da kendi yatağında yatıyordu. Yorganı üzerinden attı ve gerindi. Zihni açık vücudu ise ağrısızdı. Kalkarak sımsıkı kapalı perdeleri merakla araladı, dışarısı karanlıktı. Sokak fenerlerinin ışığında kar yağışının devam ettiği anlaşılıyordu. Hafifçe gülümsedi; en azından kar yağışını hayal etmemişti. Sabah tüm yaşadıklarına rağmen hala erimemiş oldukları için mutluydu.

Odasının dışından gelen seslere bakılırsa Opampe’nin misafirleri olmalıydı. Uli'nin yavaşça kapıyı açması ile sofadaki tüm başlar ona döndü. Livan, Dina’nın yanında oturmuş, bir kolunu kadının omzunda dinlenmeye bırakmıştı. Oğuz, masada oturan Reis'in ve Dina’nın arkasındaki divanda, arkasında yığılı yastıklara sırtını, ayağının altındakilere de bileğini dayamış, oturuyordu. Yüzü, bir köşede gürül gürül yanan sobanın sıcaklığı ile mi yoksa neşeli ruh halinden mi bilinmez sağlıklı bir kırmızılıkla parlıyordu.

Uli'nin bakışları, divanın yanına çektiği bir sandalyeye kurulmuş ve uzun bacaklarını üst üste atmış oturan kişiye hayretle takıldı, Vasili… Diğerleri neyse de Opampe’nin eski ve küçük odasında en son görmeyi düşüneceği kişi oydu. Bu adam, bir akşam Okro’yu ziyaretinden dönerken karşısına çıktığında hissettiği korkuyu şu anda tekrar yaşatıyor, kum rengi, kısa saçları, gri gözlerinin sert ifadesini yumuşatamıyordu. Peki, neden buradaydı? Onu yine sorgulamak için mi? Genç adamın varlığı başlı başına bir olayken sağ yanında hissettiği hareket ile dondu kaldı.

Dumanı tüten kupaların dizildiği ağır bir tepsiyi taşıyan Opampe’nin ardı sıra mutfaktan çıkan Kusta, kıza keyifle göz kırptı. Uli de şaşkınlıkla yaşlı adama gözlerini kırpıştırdı. Sirkin hayvan terbiyecisini ehlileştirip bildiğin ev dedesine çevirmiş olan Opampe ise tabak tabak yiyecekleri yığdığı tepsi ile yanından aceleyle geçti.

Uli’nin mutfak tarafına beklenti dolu bakışını fark eden Dina, “Bu gece çocuklara Elissa bakıyor.” diye açıkladı.

Uli, Dina’nın en büyük kızı Elissa’yı hatırlıyordu. Babası Livan gibi uzun boyluydu, annesinden çok üvey abisi Vasili’nin havası vardı kızda.  On beş yaşından daha olgun bu kızla, daima görevini ciddiye alan bir refakatçi ile bir geceyi düşleyen Uli “Minta bu partiyi kaçırdığını biliyor mu?” diye sordu merakla, başıyla odayı işaret ederek. Parti iması Vasili’nin yüzüne keyifli bir gülümseme yerleştirmişti. Uli, bu insanların neden burada olduklarını biliyordu, merak ettikleri sorulara ondan cevaplar istiyorlardı. Partinin baş konuğu da uyanmış, aralarına katılmıştı sonunda.

 “Gitmemek için çok direndi. Üstüne Vasili’nin de geldiğini görünce karnının ağrıdığını bile uydurdu ama nafile.” dedi Oguz sırıtarak. “Opampe’den kurtuluş yok.”

Uli, Kusta’nın onun için çektiği sandalyeye yorgun bir şekilde kendisini bırakırken Oguz’a ters bir şekilde baktı. “Beni takip etmek için Minta’yı da kullandın mı?” diye çıkıştı ters bir sesle.

Uli’nin sitemi karşısında daha da kızaran Oguz’un imdadına yaşlı şifacı yetişti. “Kötü durumdayken Acar’ın bir gecede iyileşmesinden tek şüphelenen Oguz değil kızım.” dedi, sanki düşüncelerinden utanmış gibi hafif bir tebessüm geçti dudaklarından.

“Hepiniz mi?” diye sordu Uli inanamayarak.

“Kabul etmelisin, yapabildiklerin göz ardı edilebilecek şeyler değil. Bunca yıldır hayvan terbiyecisiyim ama ben bile bir kaplanın koynunda bir gece geçirecek kadar taş…” Kusta, öksürüklerini beceriksizce kahkahaya çevirirken Opampe ve Dina’nın çatılmış kaşlarından başka her yere bakıyordu.

O sırada ağırlığının altında ahşap merdivenleri inleten adımların sesi duyuldu. Acar tırabzanın üzerinden başını çıkardı. Çalışırken bağladığı uzun sarı saçlarını bu akşam açık bırakmış, kalın pelerinin üzerinden omuzlarına dağıtmıştı. Kıyafetlerinde hala erimemiş karların kalıntılarıyla dışarının soğuğunu içeri getirdiğinin farkında değildi. Masa etrafında toplanmış ve önlerine çayları iliştirilmiş kalabalığı, geç kaldığı için hayıflanarak şöyle bir süzdü. Bakışları en son Uli’ye ulaştığında hayatını kurtardığı söylenen, ufak tefek esmer kızı ilk defa görüyormuş gibi merakla inceledi. “Bir şey kaçırdım mı?” derken bakışları Livan’a kaydı.

“Çaya yetiştin.” dedi Livan iğneleyici bir dille.

Opampe kupalardan birini, masanın yanından geçip Vasili’nin tarafına yönelen Acar’a uzattı.

“Sağolasın Opampe ama kalsın. Daha sert bir şeyleri tercih ederim.” dedi Acar sırıtarak. Masadan aldığı sandalyeyi ters çevirdi, pelerinini arkasına attı ve ata biner gibi otururken sandalye altında hafifçe gıcırdadı.

Uli, daha gelecek kimse olmadığını umut ederek tuttuğu nefesini bıraktı. ‘Tamam, Vasili’nin bir asker gibi sert ve tehlikeli olmasından kaynaklanan ulaşılmaz bir hali var ama Acar’ın ki de biraz haksızlık olmuyor mu?’ diye düşünürken yakaladı kendisini. Çayına bolca şeker atarak kupası ile birlikte zihnini de karıştırdı.

Bir süre odada, kupalarda dönen kaşıklardan ve alınan sıcak yudumlardan başka ses duyulmadı. Dayanamayarak “Ne zaman gitmem gerekiyor?” diye sordu Uli başını kupasından kaldıramadan.

“Sana gitmeni söyleyen oldu mu?” dedi Dina kocasına şüpheyle bakarak.

“Ne saçmalıyorsun Pulera?” dedi Opampe, torunun yaptıkları yüzünden kızın gideceğinden korkarak.

“Gidersen Minta beni kesin Boz’a yedirir.” dedi Oguz umutsuzca.

Herkes bir ağızdan konuşurken Livan “Kimse bir yere gitmiyor.” dedi tüm sızlanmaları bıçak gibi keserek. Uli dahil herkes beklentiyle Reis’e döndü. “Sabahki meseleyi dinlemek için buradayız ama istersen sadece Opampe ve benimle de konuşabilirsin, Pulera.” Dina’nın itiraz etmek için ağzını açtığını görünce uyaran bir bakış attı karısına. Anlamıyor muydu, kız zaten yeni yeni toparlanmıştı ve tekrar içine kapanmasını istemiyordu.

“Anlatacaklarımın buradan dışarı çıkmayacağından nasıl emin olacağım?” diye sordu Uli. Gitmesini istemedikleri için rahatlamıştı, eğer isteselerdi ne yapardı bilemiyordu. Belki de Durwa’yı bulur ve... Bu fikri kafasından hızla uzaklaştırdı. Yaşlı kaçığın bir yerlerde iyi ve huzurlu olduğunu bilmekten başka bir şey istemiyordu. Durwa’nın da istediği bu olmalıydı yoksa onu Moita’ya teslim etmek yerine onlarla birlikte kaçardı ve şuanda her şey daha farklı olabilirdi.

“Sözüm senindir ve bu odadaki herkes için kefilim.” dedi Livan güven verircesine kıza gülümseyerek.

Uli, tek tek herkesin yüzünü inceledi. Hiç olmadıkları kadar ciddi görünseler de her birinin gözlerindeki merakı sezebiliyordu. Belki bir parçada, özellikle Oguz’un gözlerinde, yakaladığı hayranlığa şaşırdı. Tiksinme ya da korku değil, sempati ve hayranlık, umduğu tepkiler bunlar değildi.

“Pekala, ne bilmek istiyorsunuz?” diye sorarken arkasına yaslanarak rahatlamaya çalıştı. Durwa duysa acaba aptal olduğunu mu düşünürdü, bilemiyordu. Ama daha ne kadar birilerine güvenmeden yaşayabilirdi ki?



Herkes birbirinin yüzüne bakarken Uli, kupasında yüzen siyah çay parçaları izliyordu.

“Hayatımı kurtardın.” dedi Acar uzayan sessizliği bozarak. Ayağa kalktı ve sağ elini kalbinin üstüne götürerek abartılı bir baş eğme ile  “Hizmetindeyim.” diyerek kızı selamladı.

Opampe sesli bir iç çekme ile Dina’ya döndü. “Beyhude yere başını beklemişiz.”

“Sizlerin de Hanımlar.” diye ekledi Acar, Dina ve şifacıya dönerek.

“Ama Pulera’ya özel bir ihtimam var sanırım.” dedi Dina, adama incinmiş bir şekilde bakarak.

 Acar iki kadını da söylediklerini kast etmediklerini bilecek kadar iyi tanıyordu. Sandalyesine tekrar otururken bakışlarını Uli’ye çevirdi. “İstese hiç bir şey yapmayabilirdi. Kimse ondan haberdar bile değilken beni de umursamayabilirdi. Bu yüzden ona ayrıca minnettarım, hanımlar.” Son cümleyi sarf ederken Dina ve Opampe'ye dönmüştü.

Uli, genç adamla göz göze gelirken yanaklarına basan ateşi kontrol etmeye çalıştı. Bir omzunu silkerken yeteneğini hafife almayı denedi. “İsteseydiniz siz de beni yanınıza almayabilirdiniz. Moita beni size getirdiğinde bir kaçağı saklamayı reddedebilirdiniz. Ben de onların peşlerinde, atlarının terkisinde kesin kısa sürede ölürdüm.”

“O herifin getirdiği sen değil, kaynanam bile olsa kabul ederdim.” dedi Livan. Oda da keyifli birkaç kahkaha yankılandı.

Dina, kocasının annesi hakkındaki fikirlerine alışkın,  merakla masanın üzerine dayadığı ellerine doğru eğilerek Uli’ye “Moita, seni bize teslim ettiğinde ateşler içinde yanıyordun ve kendinde değildin. Fakat Boz sana saldırdığında Oguz yaralarını anında iyileştirdiğini söylüyor. Neden o zaman da kendini iyileştirmedin? Günlerce baygın yattığını düşünüyorum da…” diye ardı ardına sorularını sıraladı.

Uli, her şeyi onlara söyleyemeyeceğini biliyordu. Sıcaktan rahatsız olduğunu hele ki çöl sıcağında gücü kuvveti yerindeyken bile zorlanacağını itiraf edemedi. “Çok zayıftım, güçsüzdüm ve o haldeyken at sırtında bir çölü geçtiğimizi hatırlıyorum.” dedi ve bir an durup ne söyleyeceğini kafasında tarttı. “Aylarca bir hücrede yaşadıktan sonra böyle bir kaçış bedenime fazla gelmiş olmalı.” Gerçeklerin arasına yalanlarını sıkıştırırken herkesin kendisini dikkatle dinlediğini görebiliyordu. “Bakın, iyileştirme yeteneğim sınırsız değil.  Daha önce çöldeki gibi bir durumla da hiç karşı karşıya kalmamıştım. Hem iyileştirmem gereken bir kılıcın ya da bugün olduğu gibi bir pençenin açtığı bir yaram yoktu. Sıcak ve susuzluğun üzerine aylarca iyi beslenmediğimi ve günlerce at sırtında dinlenmeden kaçtığımı ekleyin.” Sözlerindeki gerçeğin payı yadsınamazdı. “Hiçbir zaman güçlerimi sınamak gibi bir derdim olmadı.” Uli ne diyeceğini bilemeyerek omuzlarını silkti. “Yorgunluk ya da ümitsizlikle ben bile baş edemiyorum sanırım.”

“Senin yerinde olsaydım neler yapabileceğimi düşünüyorum da! Kimseden korkmama gerek kalmazdı. Bir kere dokunmamla herkes ayaklarıma kapanırdı.” Oguz hevesle araya girerken Uli’nin az önceki sözlerini dinlemediği açıktı. Kızın yüzünü buruşturduğunu görünce ileri gittiğini anlayarak sustu.

“Benim ne olduğumu düşündüğünüzü bilmiyorum ama ben de sizin gibi bir insanım.” dedi Uli,  ani bir öfkeyle. “ve kimsenin önümde diz çökmesini de istemiyorum.”

Oguz’un kız üzerine kurduğu hayaller Vasili’nin aklına soruların üşüşmesine sebep olmuştu. “Oguz’un söylediklerinde gerçek payı yok değil.” dedi kızın sinirlenmesine aldırmayarak. “Dünyayı dize getirmene gerek yok ama Boz gibi bir kaplanı etkisiz hale getirebildiğine göre o hapishaneden kaçman mesele olmamalıydı. Gardiyanları öldürmene bile gerek yok, bayıltıp etkisiz hale getirebilirdin. Ama sen ancak Moita’nın ve şu gardiyan arkadaşın Durwa’nın yardımıyla kaçabildiğini söylüyorsun.”

Uli, kasabaya geldiği ilk zamanlarda bir akşamüzeri yolunu kesen Vasili ile ayaküstü yaptıkları konuşmada adama neler söylediğini hatırlamaya çalıştı. Gürül gürül yanan sobadan olmadığına emin olduğu bir ateş yüzünü yalayıp geçti. Nasıl açıklayacaktı? “Bugüne kadar birisini bayıltabildiğimi bilmiyordum.  Sadece iyileştirebildiğimi zannediyordum.” dedi biraz da utanarak. Şaşkınlığın yarattığı bir sessizlik aralarında dolaştı. Nasıl olurda bu kız kendini bu kadar boş verebilirdi ya da bu kadar umursamaz olabilirdi, herkesin kafalarında benzer sorular dolaşırken Uli umutsuzlukla açıklama ihtiyacı duydu. “Sizin hoşunuza giden bu… bu halim benim için o kadar da harika bir şey değil hatta bazen ağır bir yük oldu benim için.” Hapishanede, Durwa’nın getirdiği yaralıları iyileştirmek istemeyişini hatırladı.  Başkalarının öğrenip onu kullanmalarından korktuğunu anlayamıyorlar mıydı?

Opampe, Uli’nin konuşurken sıkıp açtığı masanın üzerindeki yumruğuna birkaç kere hafifçe vurdu. “Bu yaşıma kadar birçok ölüme şahit oldum kızım. Genç, yaşlı… birçok kişi ellerimde gözlerini yumdular. Ama senin gibi bir...” Yaşlı şifacı kızı tanımlayacak bir kelime bulmaya çalışırken alnındaki kırışıklıklar artmıştı. “Senin ki gibi bir hediyem olsaydı onları kurtarabilirdim.”

“Ne olduğunu öğrendikleri anda onlar da seni bir hapishaneye kapatırlardı.” dedi Uli bir hışımla.

“Sana böyle mi yaptılar? Hapishaneye mi kapadılar?”  diye sordu Opampe.

Yaşlı kadının sesine yayılan saklayamadığı merhamet Uli’yi sarstı. Ne diyecekti? Yine gerçeğin içine birkaç parça yalan katmaktan başka şansı yoktu. “Ailem, çok hızlı bir şekilde kendimi iyileştirebildiğimi fark ettiklerinde korktular. Kötülüğün beni ele geçirdiğine inandılar. Lanetlenmekten korkarak beni öldürmeye de cesaret edemiyorlardı ama kimse öğrenmeden benden kurtulmak da istiyorlardı. Ömür boyu onlardan uzak kalacağımdan emin olacakları bir yer buldular.”

“Neden?” Dina, kızın ailesinin yaptığı zalimlik karşısında kapıldığı öfkeyle konuşmuştu. “Aptal mı bunlar? Yaralanmasından korkmayacakları bir çocukları var diye mutlu olmalılardı. Hem ölümcül yaraları bile iyileştirebiliyorsun.”

Livan dudaklarını küçümseyerek büzdü. “Ne kadar şanslı olduklarının farkında olmadıkları kesin. Ailen zengin miydi bilmiyorum ama değillerse bundan iyi para kazanabilirlerdi." Reis söylediklerinin yanlış yöne çekilebileceğinin fark ederek “Elbette biz öyle yapacağız demek istemedim.” dedi telaşla. Dina’nın öldürücü bakışlarını yok sayması mümkün değildi.

Uli, gözlerini kupasına indirdi. Onu hapse gönderirken ne düşündüklerini bilmeyi o da çok istiyordu. Ondan neden korktuklarını şu ana kadar anlayamadığı gibi artık bulmak için uğraşmak da istemiyordu. “Korksalar bile beni kullanamazlardı. O zamanlar, başkalarını da iyileştirebildiğimi bilmiyordum.”

“Kızım bu kadar da olunmaz ki!” Kusta sandalyesinde sırtını dikleştirdi. “Kendin hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Üstüne üstlük ilgilenmiyorsun da.” Opampe’nin dirseği böğrüne indiğinde yaşlı adamın ağzından ufak bir çığlık kaçtı.  Çığlığı öksürmeye çalıştı ama sonunda tuhaf bir sese dönüştü.

Uli tüm akşam boyunca ilk defa gülümsedi. Bir bilseydiler. “Durwa benim adıma yeteri kadar merak ediyordu zaten. Kendim dışında birisini iyileştirip iyileştiremeyeceğim fikri aklına geldiğinde nasıl heyecanlandığını hatırlıyorum.” Kızın dalgın bakışları, eski günlerin üzerinden geçtiğine işaret ediyordu. “Eline attığı küçük kesikleri iyileştirmem için beni ikna etti ve bildiğiniz gibi haklı da çıktı.”

“Durwa kim?” diye sordu Acar. “İkidir ismi geçiyor?”

“Bir gardiyan.” diye açıkladı Uli. “Hapse ilk girdiğim andan beri beni kolladı. O olmasaydı, ne yapardım bilmiyorum.” Beni bulduğu andan beri tüm hayatını bana adadı dememek için dilini ısırdı.

Moita ve kızın hapisten kaçmalarını sağlamasını da hesaba katınca “Esaslı adammış.” dedi Acar takdir dolu bir sesle.  “Ama aklıma takılan bir mesele var. Neden o da sizinle kaçmadı?”

Uli, kendi düşüncelerine daldığından genç adamın sorusunu duymamış, Livan ve Vasili’nin bakışmalarını da kaçırmıştı.

Bakışları ile babasından istediği izni alan Vasili,“Durwa’nın, Pulera’nın izlerini yok etmek için arkada kaldığını düşünüyorum.” dedi Acar'dan çok Uli’ye hitaben.  “Herkes onu bir oğlan olarak biliyor olsa da kaçtıktan sonra Pulera hakkında çok fazla soru sorulmasını istemiyordu. Moita’nın oğlanı kullanarak başgardiyanı tuzağa düşürdüğüne ve oğlanın bir çeşit kurban olduğuna inanılması için çabalamasına dayanarak böyle konuşuyorum elbette.”

 Uli heyecanla bakışlarını Vasiliye çevirdi. “Onu buldunuz mu?” diye sordu.

“Benden onun iyi olup olmadığını öğrenmemi istedikten sonra bir adamımı Ngola Lu'ya gönderdim. Evet onu bulduk. Adamım,  bir ay önce ayrıldığında hala orada, kasabadaymış.”

“İyi mi? Başı belaya girmemiştir umarım.” dedi Uli, ümitle.

“Sizi elinden kaçırdığı için üç aya yakın mahkûmiyetten sonra masum olduğu anlaşılsa da gardiyanlık görevinden alınmış.” Vasili devam edip etmemekte kararsız bir an susup kızı inceledi.

Uli, üzüntüyle sandalyesine çökmüştü. “Biz kaçarken yaralıydı, ben yokken nasıl iyileşti acaba?” diye sordu fısıltıyla kendi kendine. 

Ama Vasili kızın yorumunu duymamıştı. “Her ne kadar senin kandırıldığını söyleyip durmuş olsa da asıl kurbanın kendisi olarak görülmesinden de kurtulamamış. Kolladığı mahkum tarafından kullanıldığı için kasabanın maskarası durumuna düşmüş. Adamım, yaşlı arkadaşının pek alaylara aldıracak durumda olmadığını da söyledi. Ayık gezdiği görülmüyormuş.” Vasili kızın ne kadar üzüldüğünü görebiliyordu. “Sana yanlış fikir vermek de istemem ama bana göre Durwa'nın ayyaşlığı da bir oyun.” dedi Uli’yi bir nebzede olsa rahatlatabilmek için. “Sizi hapishaneden kaçıracak kadar zeki bir adamın tüm kasabayı masum olduğuna hatta kandırıldığına inandırdığını duyduktan sonra kendini bu kadar salmış olmasını benim aklımı almıyor. Mutlaka öyle olmalı. Arkadaşın bence bir kez daha tüm kasabayı parmağında oynatıyor."

Vasili’nin yorumunun ardından çıt çıkmayan odada Acar, sandalyesinde kıpırdanırken altında gıcırdayan ahşabın sesi büyüdükçe büyüdü. “Bence de bu kadar kurnaz bir adamın ayyaşlığından da şüphelenmek lazım.” dedi Vasili'yi onaylayarak. "Öyle iki dedikoduya pabuç bırakacak birisine benzemiyor."

Hiç görmedikleri gardiyana atfedilen takdir dolu mırıldanmalar odayı kısa bir an doldurdu. Söylenenler karşısında Uli yavaşça başını sallarken yüzünden buruk, yarım bir gülümseme gelip geçti ve Opampe'nin yaşlı ellerini yine kendininkilerin üzerinde hissetti.

"Teşekkür ederim." diye mırıldandı Uli.

Oguz "Sanırım bizimle kalma teklifimizi kabul ediyorsun." diye atıldı. 

Uli, Reis ile göz göze geldiklerinde "Yani hala aynı fikirdeyseniz?" dedi tereddütle.

"Fazladan bir şifacıya hayır dersem diyardaki en aptal kişi ben olurum." dedi Livan. "İstediğin sürece bizimle kalabilirsin. Bu akşam buradaki hiç kimseden de..." arkasında kalan Oguz'a dönerek ikaz eden bir bakış gönderdi. "tek laf dışarıya çıkmayacağından eminim." diye bir kez daha sözünü yineledi.

Kısa bir sessizliğin ardından  "Kimse yemeklere dokunmadı bile. Ben çayları tazeleyeyim. Hadi... Hadi..." dedi yaşlı şifacı ellerini sallayarak. Opampe, kupaları tepsiye dizmesine yardım eden Dina ile birlikte mutfak tarafında hızlıca kayboldu.

"Pulera, şu bayıltma işini daha hızlı yapmak için alıştırma yapmaya ne dersin?" diye sordu Oguz, sessizlikten yararlanarak aklındakileri ortaya dökmek için can atıyordu. "Başkalarını iyileştirmek için Durwa'nın ellerini kesmesi gibi bayıltma yeteneğini de geliştirebilirsin."

"Hızlı gitmiyor musun evlat?" diye uyaran Vasili, oğlanı omuzlarından çekerek tekrar yastıklara sırtını dayamak zorunda bıraktı.

"Neden hızlı olsun ki." dedi Oguz teklifinde ısrarcıydı. "Nasıl başkalarını iyileştirmeyi öğrendiyse kendini savunmayı da pekâlâ öğrenebilir. Böylelikle yenilmez olur ve de ölümcül." Fikirlerinin hayali zihninde canlanırken Oguz'un gözleri heyecanla parladı.

"Durwa gibi antrenmanlarında Pulera'ya yardımcı olacaksan fena fikir değil. Her gün bir kaç tur bayılman benim de işime gelir." dedi Opampe alayla. Odaya döndüğünde torunun sözlerini son anda yakalamıştı.

Kahkahaların arasında Oguz keyifsizce yüzünü buruşturdu. Öncekinden daha cansız bir sesle "Ben Boz'un gönüllü olabileceğinden emindim aslında." dedi.

"Orada dur bakalım evlat. Boz'u günahım kadar sevmem ama Pulera'nın böyle tehlikeli bir durumun içine tekrar girmesine de izin veremem." dedi Livan uyararak.

"Peki, Okro?" dedi Oguz pes etmeyerek.

Kusta ve Uli'den aynı anda itirazlar yükseldi.

"Bir kaç kupa birayı devirdikten sonra bir kaç saat uyumaya hayır demem." diyen Acar, gönüllü olduğunu sakince odaya duyurdu. Aslında hiç kimse Uli de dahil Oguz'un önerisini ciddiye almamışken Acar'ın yardımcı olmak için öne çıkması Uli'nin kendini korumayı öğrenmesi fikrini akıllarına yatırmıştı.  "Boz, Pulera'nın elinden sağlam kurtulabildiyse ben de dayanabilirim." diyerek sırıtan Acar, Uli'ye çapkınca göz kırptı.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 07 Kasım 2016, 10:01:21
Kırmızı Kar Yağınca

Şozi Avlakları’nda kar aylar boyu hükmünü sürdüğünden, güneyin sıcak iklimine alışkın bedenler, kat kat giyinseler bile kemiklerine kadar üşümeye engel olamazdı. Yine yağışsız fakat soğuğun kol gezdiği bir günde, uzun sarıçam ağaçlarının diplerinde belli bir düzen ile dizili beyaz taşların alçak tahta çitlerle çevrelendiği Şozi mezarlığının dışında küçük bir kalabalık toplanmıştı.  Grubun dışında ağaçların altında dikilen Dadali, evcil bir geyiğin boğazına dayanan bıçağın pırıltısına dalıp gitmiş, aylar boyunca aralarında geçirdiği süre içerisinde kuzeyde işlerin güneydekinden ne kadar farklı işlediğini düşünüyordu. Doğan her çocuk bir aylık olduğunda anne ve babası, gücü ölçüsünde hayvanlarından en güzellerini Tanrı’ya şükür için kesip meydanda bir şenlik havasında yakılan ateşte pişirip dağıtıyordu.

Grubun ortalarında siyah saçlı bir kadının kucağında kürklere sarılı bebeğine bakarken gözlerindeki parıltıyı yakalayan Dadali, eğer Soysuz Ladre Moita’yı tuzağa düşürmeseydi şimdi nerede ve nasıl olacaklarını tam önündeki sahnede görebiliyordu. Yıllardır yabanda dolanmak yerine şimdi Tanur ile kendi bebeklerine sahip olabilirlerdi. Siyah saçlı kadının omuzlarını koca kolları ile saran iri yarı adamın yüzündeki mutluluk ve eşine bakışındaki sevgiye daha fazla bakamayacağını anlayan Dadali, tüm bu huzurlu tablodan uzaklaşmak için arkasını döndüğünde az önce hissettiği imrenmenin kıskançlığa dönüşmüş yansımasını Mgeri’nin bakışlarında yakaladı. İzlendiğini fark eden adamın ifadesi saniyeler içinde değişirken Dadali, onunla dalga geçmenin içinden gelmediğini fark etti.

“Memleketinin ilginç adetleri var.” diye belirten Dadali, yürüyüp gidecekken Mgeri’ninde onunla ayrılmaya karar verdiğini fark etti.

“Bir de ağaçlar tomurcuklandığında yaptığımız şenliği görmelisin.” dedi Mgeri dalgınca. Omzunun üzerinden arkaya kısa bir bakış attığında Kunt’ın Loresima’nın saçlarına bıraktığı buseyi hızla gerisinde bırakarak Dadali’ye döndü.

Dadali kafasında hesaplamaya çalışarak Şozi’deki meyve ağaçlarının ne zaman çiçek açacağını bulmaya çalıştı. İşin içinden çıkamayınca “Kırmızı kar yağınca mı?” diye sordu alayla.  “Burada kar kalkıyor mu ki?”

“Birkaç ay da olsa toprağı gördüğümüz oluyor.” diyen Mgeri, aklına düşen bir görüntü ile yüzüne keyifli bir gülümse yayıldı. “İnanmayacaksın ama buralarda gerçekten kırmızı kar yağıyor.”

Dadali’nin kaşları alayla yükselirken “İnanmadım zaten.” dedi.

“Mekotoni de hasat zamanı, burada Huş ağaçlarının yapraklarının kızarma zamanıdır. Ağaçlar kızıla dönen yapraklarını birer birer döktüğünde yerde ve havada kırmızıdan geçilmez.”

Kadının kahkahası bahsedilen ağaçların kar yüklü dallarının altında yürürken ormanda çınladı. “Görmek isterdim.” dedi merakla.

“Ben de isterdim ama Moita’nın aklında başka bir şeyler var sanırım.” dedi Mgeri düşünceli bir sesle. “Geçenlerde, birkaç hafta içinde güneye gitmekten bahsediyordu.”

“Şu oğlanı merak ediyor.” dedi Dadali, ağaçlık alandan köyün tek katlı evlerinin sıralandığı meydana girerlerken.

Mgeri, ‘hangi oğlanı? ’diye soracakken Dadali’nin Uli’yi kast ettiğini anlayarak “Uli’yi mi?” diye sordu.

“Uli erkek olmasa, başka şeyler düşüneceğim ama…” diyen Dadali, yürürken bir yandan da alçak bir duvardan aldığı kar yığınını parmaksız eldivenlerinin içinde evirip çevirip avucuna sığacak bir top yapmaya çalışıyordu.

Mgeri’nin hiçbirine Uli’nin bir erkek olmadığını söylemek içinden gelmemişti. Moita’nın onun kız olduğunu öğrendiğindeki halini kesinlikle kaçırmak istemiyordu. “Ne gibi şeyler?” diye sordu Mgeri. Bir yandan da güldüğünü belli etmemek için bakışlarını kadından uzağa, ortada yakılan koca ateşe çevirmişti. Meydan yavaş yavaş dolmaya başlarken törende hizmet edecek kadın ver erkekler ateşi büyütmekle, tabak çanak için uzunca bir masayı donatmakla meşguldü.

“Biliyorsun işte. Maleni’den sonra Moita, başka hiçbir kadına ilgi duymadı. Onun Ladre ile evlendiğini öğrendikten sonra iki gün tek kelime etmediğini hatırlamıyor musun?” dedi Dadali. Elindeki kartopunu hızla ileride ki ateşe doğru fırlatmak isterken o anda önünden geçen iri yarı bir adama denk gelince şok ile bir adım geriledi.

Adama üzgün olduklarını söyleyerek yoluna gitmesini işaret eden Mgeri, kahkahaları arasında “İlk defa ıskaladığını görüyorum.” dedi.

“Görüp görebileceğin ancak budur.” diyen Dadali düştüğü durumla eğlenerek ufak bir kahkaha attı.

Kadının soğuk ile kızarmış yanaklarına doğru yayılan dudakları alışkın olmadığı havadan dolayı çatlamıştı. “Gülmek sana yakışıyor.” dedi Mgeri kendini tutamayarak. Dadali ile ilk tanıştıklarında on yedi yaşındaki kız, aşkın heyecanı ile göz kamaştıran mutluluğun ayaklı bir timsali gibi ortalarda dolanıyordu. İlk ve tek aşkı Tanur ile evlendiklerinde de neşesi ile daima etrafına canlılık katmıştı. Fakat Mekotoni’den kaçarken yaralanan Tanur’u yolda kaybetmeleri ile Dadali, hiçbir zaman eskisi gibi olmamıştı. Tüm huysuzluğuna, memnuniyetsizliğine katlanabilirdi ama kadının kederi ile karşı karşıya kalmak ne Barva’nın ne Moita’nın ne de kendisinin baş edemediği bir şeydi.

Kızıl-kahve saçlarını örten kürklü başlığın ortasında parlayan güzel yüzündeki gülümseme yavaşça solarken “Daldın?” dedi Dadali.

Rüzgârda uçuşan bir tutam saçı kadının başlığının içine sıkıştırmaya çalışan Mgeri “Yok bir şey, birisini hatırladım sadece.” dedi.

“Sanırım hatırladığın kişi buraya geliyor.” Dadali başı ile adamın arkasındaki Loresima’yı işaret ederken gülümsedi. “Ben sizi baş başa bırakayım.” Dadali, Mgeri’nin cevap vermesine fırsat bırakmadan yanından ayrılıp Barva’nın geyiklerin pişirme için hazırlanmasına yardım ettiği haneye yürüdü.

Mgeri, derin bir nefes alarak Loresima ile yüzleşmek için arkasını döndüğünde, siyah saçlı kadının yürüyen kürklere benzeyen Dadali’nin ardından gülümseyerek baktığını gördü. “Her an kavga etmeye hazır bir hali var ama az önce güldüğünü gördüğüme yemin edebilirim.” dedi Loresima dalgınca.

“Eskiden daha çok gülerdi.” Mgeri, artık yüksekliği bir insan boyunu geçen ateşin arkasındaki bir evin içinde kaybolan Dadali’den bakışlarını artık kendisine bakan Loresima’ya çevirdi.

“Onu güldürebildiğine göre kadınlar üzerindeki etkin hala yerli yerinde.” Loresima ne söylediğini fark ettiğinde mahcup bir şekilde gülümsedi. “Özür dilerim. Buraya sana sataşmaya gelmedim aslında.”

Mgeri önemli değil dercesine omzunu silkerken “Dadali ile aramızda zannettiğin gibi bir şey yok.” dedi.

“Olsa bile beni ilgilendirmezdi.” diyen Loresima, ileride kızı ile şakalaşan Kunt’a bakıp kendi kendine gülümsedi.

“Neden geldin peki?” diye sordu Mgeri dayanamayarak.

“Sana teşekkür etmek istedim.” dedi Loresima. Nasıl söyleyeceğini bilemeyerek Mgeri’nin kahverengi gözlerinden kaçırdığı bakışlarını ellerine indirdi.

“Emin ol herkes aynı şeyi yapardı.” dedi Mgeri, kadının Kunt ile kuduz kurt arasına girmesini kast ettiğini sanarak. Tüm köyde kurt katili olarak biliniyordu artık.

Mgeri’nin neyi kast ettiğini anladığında Loresima’nın çatılan kaşları rahatlayarak düzelmişti. “O da var tabii.” dedi.

“Başka ne vardı ki?” diyen Mgeri, kadının ağzındaki baklayı çıkarıp bir an önce gitmesi için dua ediyordu.

“Saraya gittiğinde benim için geri döneceğini söylemiştin ya.” dedi Loresima hafifçe kızararak. “Senin dönmeni yıllarca bekledim. Boşuna seni bekleyerek yıllarımı tükettiğimi söyleyen herkese o sözünü tutar derdim. Saraydaki havalı kadınlara dalıp beni unutmaz derdim ama… dönmedin.”

Mgeri, “Ben…” diyerek söze başlayacak oldu, ne diyeceğini bilemeyerek sustu.

 “İyi ki dönmemişsin ve bunun için sana teşekkür ederim. Kunt, saldırıya uğradığında ve doğum sancılarım başladığında ne kadar aptal olduğumu anladım. Seni beklerken duyduğum özlemle, dönmediğinde hissettiğim öfke ile yıllardır elimde olanların kıymetini bilememişim.” Loresima ellerini iki yana açarak çaresizliğini tarif etmeye çalıştı.

Mgeri, kadının sözleri ile köyüne döndüğünde, artık her şey için çok geç olduğunu anladığında ve Lore’sinin Kunt’ın eşi olduğunu öğrendiğinde hissettiği pişmanlığı şimdi tekrar yaşıyordu. Sarayın debdebesine dalmış, ilgi başını döndürmüştü. Kendi aptallığı yüzünden bir zamanlar sevdiği kızı geride bıraktığını hatırladığında hatalarını düzeltmek için çok geç kalmıştı. Tüm bunları yutmaya çalışırken boğazında büyüyen yumruyu belli etmemek için birkaç kez öksürdü.

“Mutlu olmana seviniyorum Lore.” dedi Mgeri düz bir sesle. “Kunt seni hak edebilecek tek erkek.”

“Umarım sen de benim kadar mutlu olursun.” dedi Loresima, içini dökmenin rahatlığıyla iyi niyet dağıtmakta fazla bonkör davranarak.

Loresima Kunt’a doğru gülümsemesinin en güzelini sunarak yürümeden önce genç adam, “Teşekkür ederim.” diyebilmişti sadece.

Mgeri, meydanda birkaç dakika daha dolanıp ortadan kaybolmanın planlarını yaparken omzuna vuran ağır bir el ile istemsiz olarak sıçradı.

Moita, adamın boş bulunması ile “Talay’da gemilerin mi battı?” diye sordu.

“Bir daha Yuzuni’de bir yere saklanacak olursak saraya gidiyoruz, haberin olsun.” diye köpüren Mgeri, arkasını dönerek meydandan uzaklaşmaya başladı.

 “Bizi de oradan çağırdılar zaten.” diyen Moita, Mgeri’nin söylediklerini anlamayarak durup dönmesi üzerine  “Kral Aurang’ın ulağı az önce buraya ulaştı. Keşke başka şey isteseymişsin Mgeri. Mümkün olan en kısa zamanda Kral bizi sarayda görmek istiyor. Barva ve Dadali’yi bulup, Barsuk’un evine gelin. Yola çıkmadan önce ne yapacağımızı bir konuşalım.”
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 24 Kasım 2016, 13:44:45
Hayvan Terbiyecisi

Büyük çadır, soğuk geçen bir kışın ardından havaların yumuşaması ile başlayan yoğun bir hareketliği yaşıyordu. Minta ve Uli ayakaltından uzakta, küçük sandıkların üzerine oturmuş provaları izlerken boş vakitlerinin tadını çıkarıyorlardı. Şu sıralar en büyük eğlenceleri prova yapan oyuncuların performanslarını kıyaslayıp yorumlamaktı. Uli’nin tüm kışkırtmaları karşısında Minta, kabilesindeki her bir çingenenin muhteşem yetenekler ile doğduğunu hararetle savunuyordu. Ona göre belki daha öğrenecek birkaç şeyleri olabilirdi ama hepsi harikaydı.

Büyük bir tartışmayı böldüğünü fark etmeyen Oguz dinlenme arasını geçirmek için kızların yanına gelmişti. “Beni izlediniz mi?” diyerek ilgilerini çekmeye çalışsa da o esnada çadırın ortasına getirilen beyaz bir beygir ve onun ardından emirler yağdırarak gelen kadın, oğlanın fark edilmek adına olası şansını da yok etti.

Minta, görüşünü engelleyen Oguz’u kenara çekilmesi için çekiştirdi ve  “Çok güzel değil mi?” diyerek hayranlığını ortaya serdi.

Önce Minta’nın beyaz attan bahsettiğini düşünen Uli, sonrasında kadını kastettiğini anladı. Aynı anda Oguz’un kendi provası ile ilgili kaygıları dağıldı, daha rahat izleyebilmek için kendisini küçük kızın yanına bıraktı. “Sirk kurduğumuz şehirlerde sırf Tena’nın gösterisini izlemek için çevre kasabalardan gelirler. Provalarının da gerçek bir gösteriden farkı yok aslında.”

Uli, çadırdaki birçok kişinin işini gücünü bırakıp güzel kadını seyretmeye hazırlandıklarını gördü. Bu kadar övülen kadını diğerleri ile birlikte merakla inceledi. Aylardır Çingenelerin arasında çirkin ördek yavrusu gibi dolandıktan sonra kabilenin kadınlarının güzelliklerinin çok fazlasıyla ayırımındaydı. Fakat beline ulaşan altın sarısı saçları, uzun ince endamı ve yüzünün çarpıcılığıyla Tena’nın kabilesinin güzellik tahtında tek başına oturduğunu kabul etti. Giydiği yumuşak dökümlü mavi kumaş, ayak bileklerinde büzülürken, şalvarın üstüne giydiği ipekten pembe gömleği kadının tatlı kıvrımlarını ortaya çıkarıyordu.

Tena, bin bir söylenmenin ardından bindiği, beygirini çadırın içinde rahvan koşturmaya başladı, seyircilerini çok bekletmeden hızlandı ve atın ritmine ayak uydurarak eyerinin üzerinde dikildi. Sıradan insanların ayaklarının altında sağlam bir zemin varken bile yapamayacağı her türlü akrobatik hareketleri,  atının üzerinde sergilerken güzel kadın çok rahat,  bir o kadar etkileyiciydi.
Uli, önünde cömertçe sergilenen gösteriyi keyifle izleyip her tehlikeli hareketinde yerinden sıçrarken Minta’nın çıkışması ile Kusta’nın çırağı Toma’nın yanlarına geldiğini fark etti.

“Önümüzden çekil, Toma.”

Toma, buraya neden geldiğini hatırlayarak gözlerini, Tena’dan uzaklaştıramadan mırıldandı. “Usta Kusta, Pulera’yı çağırıyor.”

Uli, isteksiz de olsa doğrulduktan sonra poposunu döverek oturdukları sandıktaki tozlardan kurtulmaya çalıştı. Nasıl olsa her gün bu provaları izleme şansı olacaktı, Kusta’yı bekletmek istemiyordu.

“Biraz daha izleseydik.” diye sızlanan Minta da Uli ile birlikte kalkmıştı.

“Zaten seni çağırmamış ufaklık. Pulera’yı istemiş.” dedi Oguz, kızın saçlarını çekiştirerek.

Uli, Oguz’a uyarıcı bakışlar gönderdi. Ardından küçük kıza dönerek “Gerçekten de senin gelmene gerek yok Minta. Çok uzun süreceğini zannetmiyorum hem provayı kaçıracaksın.” dedi at ve binicisinin durdukları yeri başıyla işaret ederek.

Minta, kararını çoktan vermişti. “Okro’yu sevmeme yine izin verir misin?” diye heyecanla kızın eline yapıştı.

Uli, ilerideki üstü açık, yüksek korkuluklarla çevrili daire şeklindeki platforma yürürken kaplanın evcil hayvanı olmadığını küçük kıza anlatmayı bir daha denedi. “Benden değil Okro’dan izin almalısın.”

Oguz, hayran hayran Tena’yı izleyen Toma’yı kızların arkasından adeta sürüklerken Minta, oğlanların da peşlerinde olduğunu görünce Uli’ye fısıldadı. “Neden sürekli benimle uğraşıyor ki? Eski halini özledim.”

“Oguz’un suratsız ve huysuz halini mi? Asla! Onu getirip bunu geri gönderseler bacağını tekrar kırar tekrar iyileştiririm.” dedi Uli yapmacık bir huysuzlukla.

Minta kıkırdarken Oguz’un duyup duymadığını anlamak için arkaya baktı. Oğlan, kızların kendisinden bahsettiklerinden şüphelense de ne dediklerini duyamamıştı. Yine de “Boz’u görmek için geliyorum.” diyerek kendisini savundu.

Büyük kafes dairesine ulaştıklarında Kusta, telaşla Uli’yi karşıladı. “Okro’yu kafesinden çıkartamıyoruz. Yine huysuzluğu üzerinde, bu hayvanın huyu suyu değişti sen geleli.” Kusta, kaplanı mı kıza, kızı mı kaplana şikâyet etsin karar veremiyor gibiydi.

Okro’nun kafesi platformun bitimindeki bir aralığa yanaştırılmıştı. Kafesin kapısı açık olmasına rağmen dişi kaplan açıklığa en uzak noktada uzanmış çıkmamakta ki inadını sergiliyordu. Kaplanın önünde diz çöken Uli, arkadaşının altın rengi gözlerindeki parıltıyı yakaladığında daha dokunmadan Okro’nun inadının bir oyun olduğunu anladı. Kaplanın iri başını iki eliyle hızla kaşırken “Seni huysuz kız!” diye azarladı. Ardından kaplanın kulağına eğilerek fısıldadı. “Hadi bakalım bütün kış tembellik yaptın. Artık çalışma vakti.”
 
Aldığı tatlı uyarı ile hızla ayağa fırlayan Okro, hiç nazlanmadan Uli ile kafesini terk ederek platforma adım attı. İri kaplanın yanında yürürken Uli olduğundan daha ufak ve narin görünüyordu. Hayvan bakıcılarının ve Kusta’nın, az önce onların Tena’yı izledikleri gibi kendisini hayranlıkla izlediklerinin farkında değildi. Okro’yu kafesten çıkarınca işinin bittiğini zanneden Uli kapıya doğru döndüğünde Kusta’nın müdahalesiyle karşılaştı.

“Biraz daha kalsan sorun olmaz umarım, yeniden inat etmemesi için. Boz’u merak etme, biz idare ederiz.”

Uli şaşırsa da başıyla yaşlı adamı onayladı. Okro’nun yanına yürürken Minta’nın çoktan kafesin dışından kaplana yanaştığını gördü. Kızın cesaretine hayran olsa da Okro’nun ne yapacağını kestiremediğinden küçük kız için endişeleniyordu. Kolunu parmaklıkların arasından kaplana doğru uzatan Minta’yı uyarmak için ağzını açtı fakat dişi kaplan küçük kızın elini yalarken Minta neşeyle gülüyordu. Yine de azarlamaktan kendini alamadı. “Beni beklemeliydin, Minta.”

“Ama Pulera, gördün Okro beni seviyor.” Kızı onaylarcasına dişi kaplan evcil bir kedi gibi keyifle mırladı.

Uli başını sallayıp gülerken bir yandan da “Sizinle baş edilmez.” diye ikisini azarladı.

Dişi kaplanın kafesinin yerine şimdi Boz’unki yanaştırılmıştı. Beyaz kaplanın sabırsızlığı kafesin daracık alanını arşınlayan halinden anlaşılıyordu. Bunu ispatlarcasına kapısı açılır açılmaz platformun içine atıldı. Kusta’nın adamlarından Acar ve Savni kamçılarını hazırda bekletiyorlar ve hayvanı dikkatle izliyorlardı. Boz’un Okro ve hala kaplana elini yalatan Minta tarafına yönelmesi ile kamçılardan birisi havada şakladı. Bu beyaz kaplanın geri çekilmesine sebep oldu.

Uli, Okro ve Boz'un gösterisini daha önceden izlemediğinden terbiyecilerin ne yapacaklarını kestiremiyordu, aslında hayatı boyunca bir sirk gösterisi izlemediği düşünüldüğünde, bugünkü provalar onun için bir ilk olacaktı.

Okro ve Boz’un platform üzerinde yaptıkları uyumlu hareketleri izlerken Acar öne çıkıp kaplanları kamçısı ve ince sopası ile yapmaları gerekenler için yönlendirdiğinde Uli heyecanlanmaya başladı. Nedense gösteriyi Kusta'nın yöneteceğini düşünmüştü ama Acar'ın görüntüsünün ve fiziğinin yaşlı adama göre daha gösterişli olduğu göz önüne alınınca yanıldığını anladı. Genç adam uzun boylu olmasına rağmen ince ve sırım gibiydi. Sarı uzun saçlarını ensesinde bol bir şekilde toplamış, tıraş olmadığı için kısa sakalları yüzüne yayılmıştı.
Her ne kadar Oguz’u iyileştirdiği günün akşamı Opampe’nin evinde Acar, Uli’yi çalıştırmak için öne atılmışsa da Uli sıcak bakmadığı bu fikri sürekli geçiştirmiş ve genç adamı bu fikirden sonunda vaz geçirmişti.

Uli hafifçe gülümseyerek Acar'ın Okro'ya istediklerini yaptırmasını ama Boz'da bir o kadar zorlanmasını izledi. Her gittikleri şehirde bu gösteriyi yapıp yapmadıklarını bilmiyordu ama biraz heyecana ihtiyaçları olduğunu Uli bile anlayabiliyordu. Belki Acar daha fazla kaplanlara yaklaşmalı ve yürekler biraz daha ağza gelmeliydi. Boz'un hırçınlığı ve onun tarafından yaralanmasının etkisiyle Acar'ın kaplandan çekinmesi birleşince elde edilen sonuç pek içi açıcı değildi. Kusta'nın bunu izlemesi için mi onu içeride bıraktığından emin olamadı.

Acar, Boz'u kenarda dinlenmeye bırakarak Okro ile ilgilenmeye başladığında adamın gevşediğini ve rahatlıkla kaplanı yönettiğini gördü. Dişi kaplanı sandıklar üzerinde hoplattı, arka ayaklarının üzerine dikti, ön ayağının üzerine çökertti, kaplana dokunmak haricinde her şeyi yaptı.

"Hayır Minta!" Oguz'un tüm çadırda yankılanan sesi ile küçük kızın kafesin parmaklıkları arasından Boz'a uzanmış kolu bir an havada titredi ama uyarıya rağmen durmadı.

Uli Boz’u durdurmak için koşarken beyaz kaplanın gözlerindeki pırıltıyı yakaladı. Acar'ın kamçısını onlara doğru salladığını göz ucuyla gördü. Boz, kendisine gösterilen ilgiyi geri çevirmeyerek sandığından inmiş çoktan parmaklıkların önüne dayanmıştı. Uli, Minta için hissettiği korkusundan aldığı nefesin ciğerlerini yaktığını hissederken parmaklıklar ile Boz’un arasına girdiğinde beyaz kaplanın pençesi bir iki saniye tereddütle havada asılı kalmıştı. Uli ile yüz yüze geldiğinde Boz, sivri dişlerini göstererek kıza titrek bir hırlama sunsa da bir adım geriye çekilerek hafifçe başını ön ayaklarına doğru eğdi.

Oguz kafesin dışından Minta’yı kucaklayıp uzaklaştırırken oğlanın az önceki çığlığı ile tüm çadır Tena’yı izlemeyi bırakmış ve kafesli platforma yanaşmıştı. Uli, üzerine yoğunlaşan ilginin farkında olmadan, Boz’u gerilemeye zorlarken “Aferin oğlum.” diyerek kaplanı övmeyi de ihmal etmiyordu. Birkaç saniye sonra parmaklıkların ardı seyirci kaynıyordu ve anormal bir sessizlik kısa sürede neşeli tezahüratlara bırakmıştı yerini. Acar’ın da yardımı ile Uli, Boz’u kafesine kadar götürüp kapısını kapatırken ancak bu gürültünün sebebinin kendisi olduğunu anlayabilmişti.

Kusta, çoktan dibinde bitmiş ve sırıtıyordu. “İşe alındın.” dedi kızın afallamış yüzüne doğru.

“Ne işi? Ne alınması?” diye kekeleyen Uli, başların üzerinden atının sırtındaki Tena’nın keskin mavi bakışları ile karşılaştı. İşte o zaman az önce farkında olmadan Boz ile yaptığı ufak gösterinin gözlerden kaçmadığını anladı.

“Bu kaplanlarla senden başkası baş edemez Pulera. Livan ve Opampe ile ben konuşurum. Yaza kadar Acar ve senin için harika bir gösteri hazırlayabiliriz. Kadın bir hayvan terbiyecisi! Şu zamana kadar ne görüldü ne de duyuldu.” Kusta hevesle aklındakileri ortaya sererken Uli yaşlı adama o anda itiraz etme gücünü kendinde bulamadı. Ona bu kadar iyilik yapmış insanlara seve seve yardım ederdi ama bir gösteriye çıkıp tüm bakışları üzerine çekmek mi?

Uli ne yapacağını bilemeyerek Acar’ın onu cesaretlendirmeye çalışan gülümsemesine titrek bir karşılık verirken buldu kendisini. Madem bir gösteriye çıkacaktı şartlarını öne sürmeliydi. “Tamam, ama elbise giymem.” dedi inatla.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 12 Mayıs 2017, 09:51:46
Altın Yüzük

Aylar sonra…

Üzerine düşen gölgeye duyduğu hoşnutsuzlukla mırıldandı. "Minta gelmek istemediğimi kaç kere söyledim." Uli, güneşe verdiği yüzünü Okro'nun göğsüne gömerek uzandığı yerde yan döndü. Minta ve diğer çocukların çayırda oynama isteklerini reddederek öğleden sonra tembellik yapmak istemişti. Okro'nun kafesine kaçarak sessizliği garantiye aldığını düşünmüş olsa da yanılmıştı işte.

Gölge ısrarcı varlığını sürdürürken Okro'nun gittikçe artan hırıltısı kaplanın karnından doğru kızın kulaklarını tırmalıyordu. Eğer Minta ya da diğer kızlar yakınında olsaydı kaplanı bu kadar gergin olmazdı. Uli, hızla dönerken elini gözlerine siper etti fakat tek görebildiği güneşi arkasına almış bir erkek siluetiydi. Ziyaretçisinin bir yabancı olduğunu ondan önce anlayan Okro, doğrularak gölgeyi tehdit etmeye başladığında bahtsızlığına söylenerek ayağa kalktı.

Karşısında bir yabancı vardı ama aynı zamanda tanıdıktı da geliyordu. Uli, adamı daha önce nerde gördüğünü hatırlamaya çalışırken "Minta olmadığın kesin." diye mırıldandı. Okro'yu sakinleştirmek için artık kendisi gibi ayaklanmış kaplanın sırtındaki altın sarısı tüyleri okşarken zihni de hapishaneden kaçtıkları geceye gitti. Labirentten uzakta onları tarlaların bitimindeki ağaçlıkta bekleyen Mgeri şimdi karşısındaydı. Kahverengi uzun saçlarını yine ensesinde toplamış, yine temiz ve güzel giyinmişti. Yakışıklı yüzünde bu sefer züppelikten çok yorgunluk ve ona duyduğu merak vardı.

Uli, şaşkınlığını saklamak için pantolonunu döverek üzerine yattığı kafesin zeminine serpilmiş samanlardan kurtulmaya çalıştı. Yüzüne sevimli bir ifade takınarak "Yolunuzu mu kaybettiniz?" diye sordu. Onu tanıdığını belli etmek o anda içinden gelmemişti.

Çingenelere hiçbir şekilde benzemeyen kızın kim olduğunu tahmin etmek Mgeri için kolay olmuştu; esmer teninde küçük kahverengi gözleri rahatsız edilmekten dolayı keyifsizce parlıyordu. Uli'yi çingenelere bıraktıklarında kısacık kirli ve darmadağın olan saçları tatlı bir koyu kahveye dönmüş ve omuzlarına ulaşmıştı. En şaşırtıcı olan ise o zamanlar bir kemik torbasından farkı olmayan kızın yerinde şimdi yeller esiyordu. Vücudu dolgunlaşmış ve genç bir kadının hoş kıvrımlarına ulaşmıştı yine de o iri kaplanın yanında dikilirken olduğundan daha da ufak görünüyordu. Mgeri, Moita'nın akıbeti konusunda endişelendiği kızın yeni halini gördüğünde yüzünün alacağı şekli görmek için sabırsızlanıyordu.

Bir an kendi düşüncelerine dalan Mgeri, kızın kendisinden cevap beklediğini fark etti. "Tamo'nun atları ahırlara götürmesine yardım ediyordum. Kaplanla seni görünce..." Eliyle kafesi işaret eden Mgeri keyifle gülümsedi. "...bakmadan geçemedim. Bir kaplanın koynunda uyuyan birisine her zaman rastlanmıyor". Kızın değişimi hoşuna gitmişti ama kaplanla olan yakınlığını oldukça kafa karıştırıcı bulmuştu. Bu her zaman rastlanacak bir durum değildi hatta hiç değildi.

Uli kafesin kapısına uzanırken "Biraz uzaklaşın. Okro'nun sizden hoşlandığını sanmıyorum." diyerek adamı uyardı. Adamın yeterli mesafede durduğuna kanat getirdikten sonra Okro'nun kafasını okşayarak gideceğini haber verdi. Kaplan az önce kalktığı yere uzanırken hoşnutsuzluğu gözlerine yansımış, en azından Mgeri öyle olduğunu hissetmişti.

Uli, adamdan ne kadar çabuk kurtulursa o kadar rahatlayacağını hissediyordu. "Yolu bulabilecek misiniz?" Öyle olduğunu umut ettiği sessinden fark ediliyordu.

Mgeri kararsızlıkla etrafına bakarken mırıldandı. "Zannetmiyorum." Durumdan eğlendiğini belli eden bir gülümse dudaklarında belirdi.

Uli içini çekerek sonunda kaderine razı oldu. Yolu gösterir ve ardından Mgeri'den kurtulurdu. Neden kendini tanıtmadığını bilmiyordu ama Moita ya da diğerleri ile karşılaşmaya hazır olmadığını hissediyordu.

Mgeri kafesler arasında yürürlerken gittikçe uzayan sessizliği merakla böldü. "Kusta'nın bu kadar yetenekli bir çırağı olduğunu bilmiyordum."

"Kusta iyi bir öğretmendir." Uli'nin keyfi de genç adamın aksine hızla kaçıyordu.

"Gerçekten de iyi bir öğretmen olmalı, bilmediklerini bile öğretebiliyor."

Uli aniden durarak Mgeri'yi şaşırttı. "Ne demek istediğini açıkça söyler misin?" Tüm resmiyeti elden bırakan Uli kollarını göğsünün üzerinde birleştirirken tehditle adamın önünde dikilmişti.

Mgeri iki elini havaya kaldırarak masumiyetini ispatlamaya çalıştı. "Beni tamamen yanlış anladın. O kadar kent gezdim, o kadar inanılmaz şey gördüm ama senin gibi vahşi bir hayvanla uyuyan hiç kimseyi görmedim."

Kendilerine yaklaşan kalabalığı gözünün ucuyla fark etmesine rağmen Uli gelenlere aldırmadı. İşaret parmağını Mgeri'nin göğsüne birkaç defa vurdu ve "Gördüklerinden başkalarına bahsedersen seni o vahşi hayvana yem ederim." diyerek adama açık bir tehdit savurdu. Ardından adamın cevabını beklemeden arkasını döndüğünde Livan ve yanındakilerle yüz yüze geldi.

Şahit olduklarından dolayı her birinin yüzündeki şaşkınlık alaycı gülüşlerle yer değiştirirken "Aslında iltifat etmeye çalışıyordum." diyen Mgeri'nin cılız savunması arkadan Uli'nin kulağına ulaştı.

Reis'in yanındakilerin Moita ve arkadaşları olduğunu görünce Uli yanaklarına hızla hücum eden kanı, öfkesine vermelerini umarak Livan'ı başıyla selamladı. Misafirlere kısa bir bakış atmakla yetindi ve hızla yanlarından uzaklaşmayı tercih etti. Kendini Minta ve çocukların oynadıkları çayıra atarken hala talihine söyleniyor bir gün için bu kadarının fazla olduğunu düşünüyordu.



"Her kuşun eti yenmiyormuş dostum." Barva, elinden kaçırdığı kızın arkasından bakarken üzgün görünmemesine rağmen sevgili arkadaşını omzuna vurarak teselli etmeye çalıştı.

"Kıza asılmıyordum." dedi Mgeri kendi haline gülmesine rağmen omzunu silkerek Barva'nın ağır elinden kurtuldu.

Dadali'nin "Asılamadığına biz de şahit olduk." diyen acımasız yorumuyla Barva keyifli bir kahkaha attı.

Moita az önce yanlarından öfkeyle geçen kızın arkasından merakla bakıyordu. Bir yerlerden hatırladığını düşünürken Mgeri'ye döndü. "Arte'den biraz ders alsan fena olmaz." dedi genç adamın kız tavlama konusundaki başarısızlığıyla alay ederek.

Hiç birinin Uli'yi tanımadığını fark eden Mgeri, Reis'e baktığında adamın bu durumdan çok eğlendiğini ve Uli'nin kimliğini açıklamak gibi bir niyetinin olmadığını anladı. Öyleyse şimdi kendisiyle acımasızca eğlenen arkadaşlarına bir yıl önce çingenelere emanet ettikleri oğlanın az önce yanlarından ayrılan kız olduğunu söylemeyecekti.

"Mgeri'ye biraz acıyın, çetin bir cevize çattı. Pulera'ya yaklaşmak o kadar kolay değildir. Hele ki bir erkeğin iltifatını kabul ettiğini hiç görmedim." diyen Livan, misafirlerini evine doğru yönlendirdi.

"Sinirleri sağlam olmalı." dedi Dadali takdirle.

"Öyle olmasaydı hayvan terbiyecisi olamazdı." diyen Livan'ın açıklaması herkesi şaşırttı.

"Atlardan ya da köpeklerden bahsetmiyor." Mgeri, kızı az önce kaplanla uyurken gördüğünü hayranlıkla anlattı.

"Kaplanları erkeklere tercih eden bir kadına daha önce rastlamadım."

Moita'nın takdir dolu yorumu üzerine ablasını süzen Barva bıyık altından gülerken mırıldandı. "Bana tanıdık geldi. Atmacaları erkeklere tercih eden birisini tanıyorum."

Dadali kardeşine alayla göz atarken "O ufak tefek kızdan aşağı kalmamı beklemiyorsunuz herhalde." diyerek Livan'ın açtığı kapıdan ahşap-taş binaya girdi.


***
Uli, Minta'yı yaşıtı kızlarla birlikte kasabanın gerisindeki ağaçlı tepenin eteklerine yayılan yeşil çayırda körebe oynarken buldu. Yanlarına yürürken tepelerden gelen rüzgâr ateş basmış yanaklarını serinletiyordu.

Mgeri ile karşılaştıklarında Moita'nın da kasabada olacağını tahmin etmesine rağmen yüz yüze geldiklerinde bocalamasına engel olamamıştı. Onu çingenelere bıraktıklarından bu yana geçen altı ayda hem fiziksel hem de ruhsal olarak çok değiştiğini biliyordu ama hapishaneden kaçırırken erkek sandıkları iskeletten farksız o kızı tanıyamadıklarını görmek kendisini nedense daha iyi hissettirmiş ve bundan utanarak kendini tanıtmadan yanlarından aceleyle uzaklaşmıştı.

Küçük kızların onlara katılması için yalvarmalarına fırsat vermeden aralarına neşeyle katıldı. Ebenin kim olacağına dair kızlar kendi aralarında tartışırken o da çingenelerin arasında uyandığı günü düşünüyordu. Moita'nın, onu çingenelerin insafına bıraktığını öğrendiğinde hissettiği kederi ve öfkeyi anlayan Reis'in karısı, onu teselli edeceğini düşünerek iyileşmesini beklemeden bir yüzük vermiş ve Moita'nın yüzüğü geri almak için geleceğini de sözlerine eklemişti. Gerçekten Kızıl sözünü tutmaya mı gelmişti? Şu ana kadar buna ihtimal bile vermemiş yüzük de aklından uçup gitmişti.

Önündeki gözleri bağlı küçük kızdan dalgınca kaçarken yüzüğü nereye koyduğunu hatırlamadığını fark etti. Aniden durduğunda körebe kız bu fırsatı kaçırmayarak Uli'yi belinden kıskıvrak yakaladı. Kızların sevinç çığlıkları arasında ebenin kollarından nazikçe kurtulan Uli, kendisine uzatılan göz bağını kızın boynuna doladı ve ardından hiçbir şey söylemeden kasabaya doğru hızla yürümeye başladı.

Minta "Nereye gidiyorsun?" diye ardından hayal kırıklığı ile bağırdı.

"Yapmam gereken bir şeyi unuttum." Uli, durmadan geriye dönerek seslendi. "Söz veriyorum bir dahaki sefere ebe hep ben olucam."

Ya yüzüğünü veremeden Kızıl giderse, bir kaçağın onun keyfini beklemeyeceğine emindi ama yüzüğü nereye koyduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Eve geldiğinde nefes nefeseydi. Opampe alt kattaki odada yoktu, yukarıda da bulamayınca evde kimsenin olmadığını anladı. On dakika içinde altını üstüne getirdiği odasının ortasında, ellerini nefeslenmek için beline dayamış yaptığı karmaşaya bakıyordu. Dağılan yatağına, içindekileri dışarıya saçılmış köşedeki sandığına, çekmecelerindekiler üstüne boşaltılmış küçük masasına umutsuzlukla baktı. Yüzük yoktu.

Arkasından gelen hayret çığlığı ile Uli hızla döndü. "İşin bu muydu?" Odaya girerken Minta'nın şaşkınlığı neşeye döndü. "Söyleseydin ben de sana yardım ederdim." Masanın üzerindeki dağınıklıktan aldığı bir kitabı kısaca inceleyip yere sanki kazara düşmüş gibi bıraktı. "Eğlenceliymiş!" diye sırıttı. "Ben de odama gidiyorum."

Odadan çıkmadan önce Minta'yı kollarından yakalayan Uli gülerek dalgınlığından sıyrıldı. "Ne yapmaya çalıştığını biliyorum Minta ama bu defa beni kullanıp kendi dağınıklığına bahane bulamazsın." dedi. Yüzüğü bulamadı diye Kızıl kendisini tekrar hapse gönderecek değildi ya.

"Ne arıyordun peki?" diye sordu Minta merakla.

"Zincire takılı altın bir yüzük." Uli omuzlarını silkerken "Buraya ilk geldiğimde aklım pek başımda değildi. Belki de yolda düşürdüm. Hiçbir fikrim yok." diyerek etrafına umutsuzlukla baktı. Minta'nın yere attığı kitabı alıp masasının üzerine bıraktı, dağılmış yatağını düzeltmeye girişti. Sandığın içine eğildiği sırada omzuna birisinin vurduğunu hissetti. Küçük kızın odadan çıktığını hissetmiş ama döndüğünü fark etmemişti. Başını çevirdiğinde Minta'nın elinde sallanan zincirin ucundaki altın yüzüğe hipnotize olmuş gibi baktı.

"Nerden buldun bunu?" diye şaşkınlıkla soran Uli yüzüğü eline alırken sandığın önüne çökercesine oturdu.

Minta yanlış bir şey yapıp yapmadığından emin olamıyordu. "Bana sen verdin." dedi çekingen bir sesle.

"Ben mi? Saklaman için mi verdim?" Uli yüzüğü kıza verdiğini hatırlamaya çalıştı bir an sonra umutsuzlukla vaz geçti.

"Eline takmadan sürekli yüzüğe bakıyordun. Bakabilir miyim diye sorduğumda, benim olabileceğini söyledin." Uli'nin yanına oturan Minta, işlemelerle bezeli yüzüğün ortasındaki kırmızı taşa beğeniyle bakıyordu. Yüzüğü ilk defa görüyormuş gibi Uli de ilgiyle inceledi. Bir kadın yüzüğüydü. Kızıl'ın annesine mi aitti acaba ya da sevdiği kadına belki de eşine?

"Bana verdiğini hatırlamıyor musun?" diye sordu Minta düşüncelerini bölerek.

Hapishaneden ayrıldıklarından sonra ki bazı anıları çingenelerin ona verdikleri isim gibi sisler arasındaydı. "Hatırlamıyorum canım. Üzgünüm ama benim olmayan bir şeyi sana vermemeliydim. Şimdi senden geri alırsam bana kızar mısın?" Sarı saçlarını yanaklarına saçarak başını sallayan küçük kıza sevgiyle sarıldı. "Teşekkür ederim. Eğer bulamasaydım sahibi benden istediğinde ne yapardım bilemiyorum."

"Yoksa gidiyor musun?"

Kızın kurduğu bağlantıya şaşıran Uli cevap vermeye fırsat bulamadı.

"Kim nereye gidiyor?" Opampe kapıda durmuş odanın dağınıklığına şaşkınlıkla bakıyordu.

Yaşlı şifacıya doğru koşan Minta "Pulera gidiyor." diye sızlandı. Küçük kızın ağlamak üzere olduğunu gören Opampe sorarcasına Uli'ye döndü. Yaşlı kadın Moita'nın arkadaşlarıyla birlikte kasabalarına geldiklerini ve şuanda Livan'ın evinde olduklarını biliyordu. Kendisi de Uli'yi almaya gelip gelmediklerini merak etmişti fakat Minta'nın sözlerinden sonra kızında gelenlerden haberi olduğu anlaşılıyordu. Gitmek isterse onu kimse durduramazdı yine de giderse yaşlı kalbinin kırılacağını hissediyordu.

"Bir yere gittiğim yok Minta." diyen Uli, yaşlı şifacıya yardım çağrısı ile baktı. "Nerden çıkartıyorsun böyle şeyleri bilmiyorum."

Küçük kız "Yüzüğü buraya gelirken yanında getirmiştin. Şimdi de onu sahibine geri vermekten bahsediyorsun. O zaman gideceksin." diye öfkeyle söylendi.

"Siz beni kovana kadar buradan ayrılmaya niyetim yok Minta. Hem unuttun mu, ikimiz de bu yaz ilk gösterimize çıkıyoruz ve birbirimizi izleyeceğimize söz vermiştik." Uli, Minta'yı kollarını açarak yanında çağırdı.

Duydukları ile rahatlayarak, Minta ile sarmaş dolaş gülen Uli'yi hoşnutlukla izleyen Opampe "Hadi artık ayrılın kumrular. Şölene gitmeden önce şu odayı da toplayın." diye tembihlemeyi ihmal etmedi.

Yaşlı şifacı onları odadaki karmaşa ile baş başa bıraktığında Uli sandığa birkaç tunik pantolon ve gömlekten oluşan kıyafetlerini yerleştirirken Minta, masasını toplamaya girişti.

"Ne giyeceksin?" Minta aklına yeni gelen bu soru ile kıza heyecanla döndü.

Elindeki mavi tuniği açarak küçük kıza doğru tutan Uli sırıttı. "Bu nasıl?"

Minta'nın güzel yüzü beğenmediğini belli eden bir şekilde buruştu.

"Olmaz mı?" diye sormasına rağmen Uli tuniği dağınık yatağın üzerine atarak diğerlerinden ayırdı. Şimdi de ona uygun bir pantolon bulmalıydı. Topladığı kıyafetleri yeniden sandıktan çıkaran Uli, yaşlı şifacının azarı ile yerinden sıçradı.

"Ben size toplamanızı söyledim daha da dağıtmanızı değil."

Kapının önünde elleri kalçalarında dikilen Opampe'ye dönen genç kız "Bu kadar sessizce gelmeyi nasıl beceriyorsun anlamıyorum." diye sızlandı.

Yatağın üzerindeki tuniği fark eden yaşlı şifacı tıpkı Minta gibi yüzünü hoşnutsuzlukla buruşturdu. "O tuniği unut. Dina ile konuştum sana uygun bir elbise bulup gönderecek." Kızın itiraz etmek için ağzını açtığını fark ederek daha başlamadan susturdu. "Kadınlar bu gece için en şık elbiselerini giyerler, bu bir gelenektir. O yüzden itiraz istemiyorum."

Minta, tek taraflı tartışmanın bittiğini göstermek istercesine odadan ayrılan şifacının arkasından koştururken neşeyle sordu. "Ben de yeşil elbisemi giyebilir miyim?"

Uli, Opampe'nin cevabını duyamadı. Tekrar sandığın dibine keyifsizce çöktü. "Bir bu eksikti!"

Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 18 Mayıs 2017, 16:33:54
Uli, küçük el aynasından nasıl olduğuna bakmaya çalışıyordu fakat daracık alanda gördüklerinden hoşnut kalmamıştı. Çingenelerin arasında bulunduğu aylar boyunca Opampe’nin ısrarlarına direnmeyi başararak elbise giymekten kurtulmuştu fakat bu akşam için kapana kısıldığını hissediyordu. Minta’nın onu taklit ettiği konusunda yaşlı şifacının tüm uyarına rağmen yıllardır erkek gibi görünmek için uğraşmanın etkisiyle, pantolondan vaz geçememiş ve bu da Minta’nın cambazlık antrenmanları haricinde de pantolonla gezmeye başlamasına sebep olmuştu. Evde üç erkekle yaşadığından şikâyet eden Opampe, bu gece de pantolon giyerse şölenden sonra onu eve almayacağına dair yemin etmişti.

Dina’nın gönderdiği elbise hiç olmazsa sevdiği mavi renkteydi. Arkada, belinden aşağıya inen kalın kuşağı hoşnutsuzlukla çekiştirdi. Etekleri biraz fazla mı uzundu? Kıyafetin Üst kısmını da içine tıkıştırdığı gömleğe rağmen dolduramamıştı. Boynunun hemen altında bitmesine rağmen göğüs kısmındaki bolluğun düzgün durması için yakasını yukarı doğru çekiştirdi. Kendisini, ablasının elbisesini giymiş gibi hissediyordu. Üstelik alçak topuklu ayakkabıları da ayaklarını acıtıyordu. Sinirle onları ayağından fırlattı. Yatağına hışımla otururken kabarık etekleri etrafında balon gibi şiştiler. Açıkta kalan çırpı bacaklarına dehşetle baktı. Ya takılıp düşerse ve şimdi olduğu gibi bacakları açılıp herkese rezil olursa? Ayak parmaklarını hoşnutsuzlukla oynatırken az önce çıkardığı pantolonunu özlemle süzdü. Sakardı ve elbisenin eteklerine takılıp gece boyunca en azından on kere düşeceğinden emindi. Daha fazla düşünmeden elbisenin altına pantolonunu hızla geçirdi. Deri uzun çizmelerini yatağının altından çıkardı. Uzun geniş etekleri pekâlâ ikisini de saklayabilirdi. Minta hızla odasına girdiğinde son anda etekleri ile çizmelerini örttü.

Masumca Minta’ya döndüğünde küçük kızın da en az kendisi kadar halinden memnun olmadığını anladı. Boyu kısa gelen elbisenin etekleri dizleri ile ayak bilekleri arasında kalırken, manşetleri de el bileklerine ulaşamıyordu. “En son bu elbiseni ne zaman giydin?” diye sordu merakla. Anlaşılan on bir yaşındaki Minta’nın hızla uzadığını kimse hesaba katmamıştı.

“Geçen seneki şölende.” diyen Minta eteklerini iki yandan açarak Uli’yi alayla selamladı.

Küçük kızı neşelendirmek için göğsünün altından elbisesini öne çekerek sırıttı. “Benim de senden bir farkım yok ufaklık.” dedi kendisini de teselli edemediğinin farkında olarak.

Kendi derdinden Uli’nin elbisesini fark etmeyen Minta, kızı ilk defa görüyormuşçasına iri mavi gözlerini şaşkınlıkla açtı. “Bence çok güzel olmuşsun! Tena’nın elbisesi sana çok yakışmış.”

“Bu elbise Tena’nın mı?” Uli, duydukları ile elbiseyi üzerinden çıkarıp atma isteğini zorlukla engelledi. Onu her gördüğünde yaptığı gibi bu gecede elbisesini onun üzerinde görünce kadının alayla gülümsemesini ve küçümseyen bakışlarını gözünün önüne getirebiliyordu. Opampe’nin elbisenin Tena’ya ait olduğundan bahsetmemesi oldukça sinir bozucuydu. Yaşlı şifacı, Tena ile birbirlerinden hoşlanmadıklarını fark etmemiş miydi?

“Dina, bu elbisenin Tena’nın on beş yaşından kalma olduğunu söyledi.” Minta, hiçbir şeyin farkında olmadan anlatmaya devam ediyordu.

“Bunu sana Opampe mi söyledi yoksa Dina mı?”

“Yoo! Konuşurlarken duydum.” Minta masumca gülümsedi.

“Yine kapı dinledin öyle değil mi?”

Minta sırıtırken Uli’nin arkasına geçerek kuşağını kendince düzeltmeye çalıştı. “Sana Tena’dan daha çok yakıştı bence.”

“Tena’yı bu elbiseyle görmüş gibi konuşuyorsun.” Oguz kapının pervazına yaslanmış keyifle önündeki manzarayı seyrediyordu. İkisini böyle şık elbiseler içinde görme şansı bir sonraki senenin şölenine kadar olmayabilirdi. Esmer tenini ve gece kadar kara saçlarını ortaya çıkaran kırmızı gömleği ve siyah pantolonuyla yakışıklı göründüğünün farkındaydı.

Minta, Uli’nin beline tutunarak kızın arkasından Oguz’a dil çıkardı. “Sanki sen gördün de.”

“Elbette gördüm ufaklık. Sen daha ortalarda yokken ben buralardaydım, unuttun mu?”

 Konuşuncaya kadar süren bir yakışıklılık, diye içinden geçiren Uli, “Unuttunuz mu ben hala buradayım. Tartışmayı keser misiniz?” aralarına ümitsizce girmeye çalıştı. Ne kadar kırıcı olabileceklerinin fakında değiller miydi?

“O zaman sen söyle. Pulera’ya mı yoksa Tena’ya mı daha çok yakışmış?” Minta, kızın sözlerine aldırmadan Uli’nin yanına geçerek küçücük ellerini Opampe’yi taklit edercesine kalçasına dayayıp genç adama meydan okudu.

Oguz, karar vermeye çalışarak Uli’yi bir süre ilgiyle süzerken genç kız sıkıntıyla kıpırdandı.

“Üzgünüm Pulera ama elbise sahibine daha çok yakışıyor.”

Uli, bu kadar yeter diye düşünürken Minta’yı kapıya doğru sürükledi. “Şu kapımı tıklatmadan odama dalma alışkanlığınızdan vaz geçin yoksa Acar’a en büyük kilitlerden birisini taktırırım, haberiniz olsun.” Oguz’u da göğsünden itip dışarı çıkardıktan sonra hızla kapısını çarptı.

“Sana yakışmadığını söylemedim ki.”

Oguz’un kapının ardından durumu kurtarmaya çalışan sözlerini duyunca Uli “Size fikrinizi soran olmadı.” diye bağırdı.


***   

Şölenin yapılacağı büyük çadıra doğru yürürlerken Opampe’nin hiçbir şeyi kaçırmayan bakışları altında eteklerini çok fazla kaldıramadığından, Uli grubun arkasında kalmaya çalışıyordu. Çadıra varana kadar pantolonunu saklayabilirse, üstünü değiştirmek için onu eve gönderemezdi. Oguz, arkadaşlarının tüm çağrılarını evin tek erkeği olarak bayanlara refakat etmesi gerektiğini söyleyerek reddetmiş, arsızca sırıtarak babaannesinin koluna girmişti. Önünde yürüyen yaşlı kadının torununun kollarındaki mutluluğunu izlerken Uli keyifle gülümsedi. O esnada eteklerine takılıp sendelediğinde çizmelerini gören Minta’nın çığlığını kızın ağzını eliyle kapatarak durdurdu. Ne olduğunu anlamak için kendilerine bakan ikiliye masumca gülümsediler. Çadıra yaklaştıkça artan kalabalığa karıştıklarında Uli rahat bir nefes aldı.

Büyük çadırı, uzun direklere asılmış rengârenk fenerler aydınlatıyordu. Bir köşeye kurulan, yiyecek ve içeceklerin sunulduğu geniş masalar, şölene yeni gelen kalabalığın büyük bir kısmını etrafına toplamıştı. Bazıları, henüz müzik ve dans başlamadığından dans için ortaya konulmuş tahtadan büyük pisttin etrafına kurulu sıralara oturarak sohbet ediyorlardı. Opampe’nin dediği gibi, çingenelerin güzellikleri ile dillere destan kadınları en güzel kıyafetleri ile salınırken, heybetli ve uzun boylu erkekleri de bu gece için bir o kadar özenle giyinmişlerdi. Bu kadar sarı saçın ve beyaz tenin arasında Oguz ile birlikte sütteki sinek kadar belirginiz, diye düşünen Uli pistin kenarındaki sıralardan birine otururken elbisesine rağmen neşeyle gülümsedi. Burada hiç olmadığı kadar mutluydu ve çingeneler onu aralarında istedikleri sürece ayrılmaya da niyeti yoktu.

Elbisesinin üzerinden pantolonunun cebindeki yüzüğü yokladı, oradaydı ve sahibine verilmeyi bekliyordu. Bu akşam fırsatını bulur bulmaz onu Kızıl’a verecek ve bu sorumluluktan da kurtulacaktı. Bu düşünceyle rahatlayarak diğerlerinin, yakında yeniden yollara düşecek olan sirkin gideceği yerler hakkındaki sohbetlerine dinlemeye koyuldu.



Uli, Oguz ve arkadaşlarının getirdikleri elma şırasını içerken pistte dans edenleri izliyordu. Pistin diğer ucundan kendisine bakan Tena’nın o kalabalık arasında bile onu fark etmesiyle gerildi. Güzel kadının, önce biçimli kaşları şaşkınlıkla havaya kalkmış, ardından dolgun dudakları alayla kıvrılmıştı. Turkuaz, saten elbisesi, genç kadının beyaz omuzlarını ve gerdanının cömert bir bölümünü açıkta bırakırken ince belinin altından genişleyen etekler ekrunun ve turkuazın birbirine karıştığı tüllerle bileklerine iniyordu. Uzun boyunu ortaya çıkaran altın sarısı saçlarını kalçalarının üzerine özgürce salmıştı. Sıkıntıyla içini çeken Uli böyle bir kadının kendisi ile ne alıp veremediğini anlayamıyordu. İstenebilecek her şeye sahipti; etrafında erkeklerden oluşan büyük bir hayran kitlesi vardı, kadınların bile onu memnun etmek için çabaladıklarına birçok kere şahit olmuştu. Sirkin en can alıcı gösterisinin yıldızıydı.  İstediği, kaplanı Okro’nun ilgisiyse ‘onu da bana bırak!’ diye içinden söylendi.

Uli, manzarasının önünü kapatan bir çift siyah pantolonlu bacağa homurdandı. “Senin hiç işin yok mu Oguz? Bütün akşam, istediğin bir şey var mı deyip kafamı gagaladın. Gölge etme yeter artık.”

“Bu gece siz bayanların hizmetindeyim.” Sağ elini karnına bastırıp hafifçe eğilen oğlan çapkınca gülümsedi.

“Evin erkeği pozların benim üzerimde işe yaramaz. Git ninenin üzerine titre.” Uli oğlanın bacaklarından tutarak yana itmeye çalıştı. Başarılı olamayınca başını kaldırıp tehditle kara gözlerine baktı. “Eğer çekilmezsen bacaklarını bir kere daha kırarım, bu defa hiç yürüyemezsin.”

“Yapamazsın, sen kimseyi incitemezsin bunu hepimiz biliyoruz.” diye sırıtan Oguz, yine de temkinle bir adım geri gitmeyi de ihmal etmedi.  “Eğer dans defterin dolu değilse ki olmadığını hepimiz biliyoruz, bir sonraki dansın benimle.”

Uli, gözlerini kısarak elini oğlanın bacağına doğru uzatırken donup kaldı. “Ne? Unut bunu.”

“Bütün akşam o sıraya yapışıp kaldın. Burada dans etmeyen tek kadın sensin. Minta’dan sonra tabii ki.” Uli’nin yanında oturan küçük kıza alayla göz kırptı.

“Danslarınızı bilmiyorum.” Uli, oğlanın buna hiçbir itirazının olamayacağını bilerek dişlerini göstermeden gülümsedi. “Hadi önümden çekil de dans edenleri izleyeyim.”

“Ben sana öğretirim.” Oğuz kollarını göğsünde çapraz bağlayarak olduğu yere kendisini sabitledi.

“Öğretmek için biraz geç kaldın. Bir sonraki şarkı birazdan başlar. Bu kadar kısa bir sürede Daim bile bana dans etmeyi öğretemez.” Uli, çalgıcıların en sağında, flütünü kucağına indirerek muhtemelen bir sonraki şarkının komutunu veren adamı başıyla işaret etti.

Oguz, Uli’nin kulağına eğildi. “Elimi tuttuğunda bildiğim her şeyi öğrenebilirsin.” diye fısıldayan oğlan, ne demek istediğini kızın anladığını biliyordu. Uli’nin elini tuttu ve kızın şaşkınlığından yararlanarak ayağa kaldırdı.

Önce şaşırsa da Oguz’un fikrini denemek için duyduğu sabırsızlıkla “Bekle!” diyen Uli eteğinin bir ucunu kaldırarak çizmelerinin ve pantolonun görünmesine aldırmadan kuşağına kıstırdı. Yanında Opampe’nin kızgınlıkla soluduğunu duyunca dönüp yaşlı kadına gülümsedi. O arada müzisyenlerin yeni bir şarkıya başlayacaklarını gösteren nağmeler duyuldu ve Oguz onu piste sürükledi.

Karşılıklı duran çiftlerin arasına karıştıklarında Oguz’un ellerini tutarak gözlerini kapadı.
Oğlanın bedeninin şimdiden bir sonraki adım için hazırlığını hissedebiliyordu; kolları ve bacakları öne çıkmak için sabırsızlanırken bedeni dimdikti. Oguz yapabileceğinden emin bir şekilde kızı izliyor ve onun da görebilmesi için daha başlamadan zihninde tüm dansı tekrar ediyordu. Müziğin sesi birden arttığında tüm çiftlerle birlikte hareketlendiler. Bazen hafif, çoğunlukla hızlı adımlarla birbirlerinin etrafında döndüler. Kâh birbirlerinden uzaklaştılar kâh yaklaştılar. Uli,  Oguz’a dokunarak hareketlerini önceden tahmin ederken onu belinden yakalayıp havaya atıp tutacağını anladığından panikle gözlerini açıp hafif bir çığlığın dudaklarından kaçmasına engel olamadı. O sırada etrafındaki bütün çiftlerin aynı heyecanla hareket ettiklerini görmek ve Oguz’un dokunuşuyla adımlarını doğru bir şekilde attığını bilmek Uli’ye neşeyle kahkahalar attırıyordu.



“O esmer oğlanla dans eden Uli değil mi?” Arte, çadıra girer girmez diğerlerinden ayrılarak yiyeceklerin sunulduğu masalara ikinci bir akşam yemeği için hızlıca uğramış, daha sonra elinde bir kupa bira ile arkadaşlarının dikildiği yere gelmişti. Siyah saçlı iki kafayı bir kere daha dikkatlice inceledi. “Evet, o. Ne kadar da değişmiş, neredeyse tanıyamayacaktım.” Kendisine kuşkuyla dönen üç çift gözün farkında olmadan konuşmasını sürdürdü. “O elbiseyi ona kim giydirmiş öyle. Dadali bir kadın olarak sen daha iyi anlarsın ama bir tuhaflık yok mu?” Arte, genç kadına dönüp baktığında Dadali’nin yorum yapamayarak sözü edilen çifti şüpheyle süzdüğünü gördü. Moita ve Barva’nın ona tuhaf bir şey görmüş gibi baktıklarını fark edince “Ne yani siz tanımadınız mı?” diye genç adam alayla sordu.

Barva dirseğinin desteği ile “Senin kaplanlı kız yoksa Uli mi? Ama Uli erkek değil miydi yahu?” diyerek Mgeri’ye döndü.

“Evet o.” Mgeri sırıtmasının belli olmasına artık aldırmıyordu. Hep beklediği anın geldiğinin bilinci ile Moita’ya dönmüştü. Adam’ın yüzü saçları gibi kırmızıya dönerken mavi gözlerinde önce bir öfke kıvılcımı parlamış ardından hızla kaybolmuştu. Mgeri’nin beklediği tepki bu değildi. Yıllardır tanıdığı arkadaşının da gerçeği öğrendiğinde en az kendisi gibi eğleneceğini hatta kızın geçirdiği değişim karşısında hayran kalacağını düşünmüştü.

 “En başından beri onun Uli olduğunu biliyordun değil mi?” Barva, Mgeri’ye çıkışırken bir yandan da hışımla kalabalık çadırda gözleri ile Livan’ı aradı ve onun kadar uzun boylu bir adamı bulmakta zorlanmadı. Reis Dina’nın omzuna kolunu dolamış birkaç kişi ile ayaküstü sohbet ediyordu. “Hadi seni anlıyorum Mgeri, züppe herifin tekisindir, bizimle eğlenmek için hiçbir fırsatı kaçırmazsın ama Livan’ı hangi ara kendine benzettin?”

Mgeri “Reis’in espiri anlayışını küçümsüyorsun. Bunun için benim teşvikime ihtiyacı yoktu.” dedi Barva’yı ayıplayarak. “Gözlerine bakmak bile onun Uli olduğunu anlamak için yeterliyken Arte daha buradan tanıdı.” Mgeri, müzikle birlikte danslarını bitirip sıralara doğru gülerek yürüyen çifti takip ederken mırıldandı. “Gözünüzün önündekini göremediğiniz için bence alay edilmeyi hak ediyorsunuz.”

“Biraz da biz eğlenelim.” Bütün konuşma boyunca sessiz kalan Moita yaslandığı fenerin direğinden doğrularak Arte’nin kulağına eğildi. Bira kupasını telaşla Barva’nın eline tutuşturan genç adam, yüzünde keyifli bir ifadeyle çalgıcıların yanına seğirtti. Parmakları enstrümanlarının üzerinde gezinen adamlar, Arte ile konuşan Daim’in bir hareketi ile başlamak üzere oldukları melodiyi hemen terk ettiler. Ardından baş müzisyen Daim’in, Moita’ya gönderdiği baş selamını sadece arkadaşları fark etti.

İşareti alan Moita, dalgın bir şekilde etrafını inceleyen Dadali’ye elini uzattı. “Dans edelim mi?” İri cüssesini saray adamlarını kıskandıracak bir kıvraklıkla genç kadının önünde eğdi.

Çadırı dolduran tanıdık melodi ile irkilen Dadali, şaşkınlık ve heyecanla Moita’nın uzattığı eli kendisininki ile doldurdu. Uzun zamandır duymadığı evinin müziği ile genç kadın piste yürürlerken kuzenine kocaman bir gülümseme bahşetti. Pistte yeni parçayı sabırsızlıkla bekleyen tüm akşam boyunca dansa doymamış çingeneler, duydukları yabancı müzik karşısında tek tek gerileyerek pisti boşaltmışlar ve yerlerini merakla ikiliye bırakmışlardı.



Uli, Minta’nın dansları hakkındaki heyecanlı sözlerini dinlerken ortaya yürüyen çifti hayretle süzdü. Tüm akşam boyunca müziğe eşlik eden konuşmaların uğultusu susmuş bütün çadır izleyecekleri dansa odaklanmıştı.

Boyu neredeyse erkeğinkinin omuzlarına gelen, örgülü kızıl-kahve saçları sırtında salınan Dadali, beyaz gömleğinin üzerine giydiği dizlerine kadar pantolonunu örten kahverengi, uzun yeleğinin içinde bile dişiliğini yansıtarak, Moita’nın karşısında dans ediyordu. Moita, Dadali’nin her bir adımına eşlik ederken savaş meydanlarının acımasızlığı ile ünlü komutanı olduğunu unutturuyordu.
Uli, onları izlerken nefesini tuttuğunu fark etti. Kat ettikleri o yol boyunca yarı baygınken bile Dadali’nin böyle gülümsediğini görmemişti. Daima ciddi, endişeli, çoğunlukla da mutsuzdu. Moita’nın ise inatçılığını, hapishane de bile kendisini ümitsizliğe bırakmadığını hatırlıyordu.  Mgeri gibi ensesinden bağladığı kızıl saçlarına ve sakallarına uzun zamandır makas değmediğini fark etti. Fenerlerin loş ışığında mavilikleri belli olmasa da bakışlarının sitemle onun üzerinde oyalandığını fark etti. Kızıl saklandığı için ona kızgın mıydı? Uli huzursuzca kımıldandı ve bakışlarını yüzüğü yoklayan eline indirdi.

Dadali ve Moita, müzikle birlikte adımlarını da yavaşça sonlandırdıklarında çadırda coşkulu bir tezahürat koptu. Övgü dolu alkış ve bağırışlar arasında pistten birbirlerine sarılarak indiler.

Dadali, Arte ve Mgeri’nin yanında kardeşini göremeyince “Barva nerede?” diye sertçe sordu.

Mgeri, sıkıntı ile yaslandığı direkten uzaklaşırken “İçecek bir şeyler getirmeye gitti.” dedi. Başını yemek masalarının tarafına çevirip koca adamı göremeyince masumca ellerini açıp kadına sırıttı.

Dadali “Sen de inandın mı?” diyerek Mgeri’ye çıkıştı.

Sırıtan adamın kandırılmadığı açıktı.

“Seni uyardım, Barva rahat durmayacak diye.” Dadali, öfke ve kaygıyla tüm çadırı taradı ama kardeşinin koca kızıl-kahve kafasına rastlayamadı. Ne tesadüf ki Tena da görünürlerde yoktu.

“Barva sınırını bilir merak etme.” dedi Moita kadını sakinleştirmeye çalışarak.

“Ben onu aramaya gidiyorum.” dedi Dadali, kuzenine inanmayarak.

O esnada, Mgeri, kadının kolunu yakalayarak “Dans edelim.” dedi.

“Şimdi dansın sırası mı?” diye söylenen genç kadın tekrar çıkışa hamle yaptığında belini kavrayan güçlü kollar onu pistte sürüklemeye başlamıştı bile.

“Eğer sen benimle dans etmezsen, bu akşam evde kalmış kızlar gibi köşede oturup kalırım.” dedi Mgeri çapkınca gülümseyerek.

Adamı göğsünden itmeye çalışırken bir an duran Dadali, “Kuzey sana yaramamış, özgüvenin yerlerde.” dedi ve ekledi. “Madem öyle bunu arkadaşıma bir yardım olarak görüyorum.”

Çingenelerin danslarına ayak uydurmaya çalışan Mgeri ve Dadali’yi izlerken gülümseyen Moita, kendisine yöneltildiği belli olan çekingen soru ile döndü.

Kızıl’ın cevap vermeden kendisini süzdüğünü görünce Uli “Hemen ayrılacak mısınız?” diye sordu tekrar.

“Sorduğun şölen ise hayır.” dedi Moita, bakışlarını kızarmaya başlayan kızdan çekmeden.

Arkalarından gelen öksürük sesi ile ikisi de Arte’ye döndüler. “Ben… gidip bir şeyler atıştırsam iyi olacak.”

Yanlarından ateşten kaçar gibi ayrılan Arte’ye bakan Uli bir an ne diyeceğini bilemedi. Ardından Moita’ya dönerek “Konuşabilir miyiz?” diye sordu.

“Bu gürültüden çıkalım.” dedi Moita, kısaca.

Çadırdan çıktıktan sonra Kızıl, yorum yapmadan hayvan barınaklarına doğru yürümeye başlayınca Uli de itiraz etmeden adamı takip etti. Şölen sebebiyle çadırın dışına da fenerler asılarak tüm kasaba olabildiğince aydınlatıldığından önlerini rahatça görebiliyorlardı. Adama yetiştiğinde Uli ne söyleyeceğini, nasıl lafa başlayacağını bilemedi önce. Sonunda boğazını temizleyerek “Dadali’nin böyle dans edebildiğini bilmiyordum.” dedi. Kızıl için bir şey söylemediğini fark edince telaşla ekledi. “Bu konulardan pek anlamam ama sen de iyiydin.”

Moita “Öyle mi?” dedi kaşlarını çatarak. Bu arada durmuş Uli’nin yüzünü daha iyi görebilmek için ufak tefek kızın üzerine eğilmişti. Aylar sonra karşılaşıp danstan mı bahsedeceklerdi?

Uli bir adım gerilerken beceriksizce eteğine takıldı, dengesini bulmaya çalışırken omuzlarından tutan güçlü ellerin yardımıyla son anda düşmekten kurtuldu. “Hep Opampe’nin yüzünden…” Yüzüne bu kadar yakın duran mavi gözlere bakarken ne diyeceğini bilemez şekilde yavaşça sustu.

Moita “Ne Opampe’nin yüzünden?” diye mırıldandı. Hala Uli’yi tuttuğunu fark edince yavaşça ellerini kızın omuzlarından çekip doğruldu. Gözlerini kızdan kaçırırken sıkıntıyla ensesini ovuşturdu. ‘Yeni yetme bir oğlan gibi ne geveliyordu böyle.’

“Elbise tabii ki…” derken Uli sırtındaki bağcıkları sabırsızlıkla çekiştirdi. Daha fazla bu elbiseye katlanamayacaktı. Bir türlü çözülemeyen düğümlere içinden lanet okurken Kızıl’ın dehşetle kendisine baktığını fark etti.

Moita “Ne yapıyorsun?” diye telaşla sordu.

“Bu aptal elbiseden kurtulmaya çalışıyorum.” Uli adamın önüne gelerek sırtını döndü. “Yardım eder misin? İplikler iyice düğüm oldu, açamıyorum.” Kızıl’ın neden bu kadar telaşlandığını anlayamıyordu. Beklemekten sıkılıp adamı görebilmek için başını çevirdi. “Elbisenin altında gömleğim ve pantolonum var.” diye açıkladı.

“Dans ederken görmüştüm.” diye söylenen Moita, hızlı bir şekilde dolaşan düğümü çözerek bağcıkları gevşetti. Bir gören olursa yanlış anlaşılabileceğini düşünerek etrafı hızlıca kolaçan etti. Kafeslerdeki hayvanlardan başka şahitleri yoktu.

Uli omuzlarından kayan elbiseyi göğsünden ve belinden sıyırdı, ayaklarının dibine bıraktı.

Moita “Siz de esmer oğlanla fena dans etmiyordunuz…” dedi kıza dönerek ama yaptığı bir hataydı.  Fenerin ışığından kızın açıkta kalan esmer omuzlarına bakmamaya çalışarak başını tekrar kafeslere çevirdi.

Uli, elbisenin yakasından görünmesin diye aşağıya indirdiği gömleği boynuna kadar çekti, pantolonunun içine soktuğu kısımları dışarı çıkartarak kalçalarının üzerine bıraktı. “Sizin kadar iyi değildik. Oguz kısa bir süre içinde bir şeyler öğretmeye çalıştı.” Kısa sürenin danstan birkaç saniye öncesi olduğunu anımsayınca kendi kendine gülümsedi. Moita’nın onun haricinde her yere baktığını görünce “Artık dönebilirsin.” dedi kızararak. “Oguz Opampe’nin torunu.” Konuşmaya devam etmesi gerektiğini hissediyordu. “Opampe de çingenelerin şifacısı.”

Ufak tefek kızın bol beyaz gömleği ve pantolonunu, çenesinin altındaki koyu renk saçlarını, küçük esmer yüzünü süzerken hapishanedeki halinden, bir oğlan çocuğundan farklı olmadığını kendisine inandırmaya çalışan Moita “Opampe’nin kim olduğunu biliyorum.” Diye homurdandı.

Kızılın sert sesi ile bocalayan Uli “Çingenelerle birbirinizi bu kadar iyi tanıyor musunuz?” diye sordu merakla.

Moita “Elbette.” derken kaşlarını öfkeyle çattı.

“Düşünmüştüm ki…” Uli duraksayarak dudağını ısırdı. Kızıl neden bu kadar öfkeleniyordu ki.

“Düşünmüştün ki önüme ilk çıkan çingenelere bırakarak senden kurtuldum ve arkama bile bakmadan yoluma devam ettim.” Moita, kendisine hakaret edilmişçesine kıza doğru tehditkâr bir adım attı.

Uli yerden aldığı elbiseye bir kalkan gibi sarılırken “Öyle demek istemedim.” diye itiraz etti.

“Durwa ile bana o kadar güveniyordunuz ki bir kız olduğunu bile söyleme zahmetine bile girmediniz.”

Uli “Sormadın ki...” diye söze başlayacak oldu fakat hala konuşmaya devam eden adamı durduramadı.

“Beni o hapishaneden, belki de muhtemel bir darağacından kurtaran Durwa’ya bir söz verdim.” Moita sıkıntıyla elini kızıl saçlarının arasından geçirdi. “Kim ne derse desin, ben verdiğim sözü tutarım.” Her bir kelimeyi vurgularken kıza meydan okuyarak baktı fakat Uli kızarmasına rağmen omuzlarını ve çenesini dikleştirerek kahverengi gözlerini ona dikmişti. Cebinden çıkardığı bir şeyi, küçük eline aldığı iri avucuna hışımla bıraktığında Moita bocaladı.

Uli hızla elini çekerken “Dina bu yüzüğü almaya geleceğine dair söz verdiğini söylemişti.” dedi titrek bir gülümsemeyle. Kızıl’ı işaret ederek “Ve geldin de.” diye mırıldandı. “Beni bıraktığınızı öğrendiğimde sana çok kızdığımı itiraf etmeliyim ama şimdi farklı hissediyorum. Burada çok mutluyum, bu yüzden de sana müteşekkirim.” Kızıl’ın bir şeyler söylemek için hareketlendiğini hissedince izin vermedi. “Verilen söz kadar emanet edilenler de benim için önemlidir. Seninle konuşmak istememin sebebi de buydu.” Moita’nın şaşkınlıkla baktığı altın yüzüğü işaret etti. “Durwa’ya verdiğin sözü yerine getirmiş sayabilirsin kendini, burada emniyette ve mutluyum. Artık ben de emanetimi teslim ettiğime göre… artık ikimizin de içi rahat olabilir.”

Daha fazla konuşmayı anlamsız bulan Uli, Moita’yı beklemeden adamdan uzaklaştı. Her bir adımı öfkeyle toprakla buluşurken söylenmemek için dudaklarını sımsıkı kapamıştı. Çadıra dönmek istemiyordu, Opampe dönmeden eve gitmek yararına olsa da Okro’nun yanına gitmeye karar vererek hışımla sağ döndüğünde meşalelerin uzağında kalan iki kafes arasındaki boşluğu dolduran bedenlere tosladı.

Tena’nın sarı saçları Barva’nın kollarına mı dolanmıştı? Uli gördükleri karşısında birkaç adım gerilerken arkasından gelen ses ile bu kez kıstırıldığını anladı.

“Dadali seni arıyordu Barva.” Moita, sanki öfkesini kuzeninden çıkarmak istercesine konuşmuştu.

Arkasındaki sesin sahibine bakmak yerine Ul, gözlerini Tena’ya dikmişti. Genç kadını İlk defa başını öne eğmiş görüyordu. Tüm etrafında dolanan hayranlarına rağmen Tena’yı hiçbir zaman flört ederken görmemişti, azarlar, kapris yapar ama daima erkeklerle mesafesini korurdu. ‘Demek Barva yüzünden’ diye düşünürken Uli, kendi hallerine bırakmaya niyetlendiği sırada Barva’nın yorumu ile dondu kaldı.

 “Bence Mgeri’den sonra Arte’den sen de ders almalısın, Kuzen.” Barva, en iyi savunma saldırıdır taktiğini uygulayarak pişkince Moita’ya yönelmişti. Ayrıca Uli’nin ardından koşturan kuzeninin görüntüsü koca adamı neşelendirmişti.

Moita “Barva!” diyerek dişlerinin arasından kuzenini uyardı.

Kızıl’ın kızgın nefesini ensesinde hisseden Uli Barva’nın ne ima ettiğini anlamasa da kendisi ile ilgili olduğunu hissetmişti. Hışımla birkaç adım atıp Tena’ya elbisesini iade ederken “Elbise için teşekkürler.” diyerek üçünü kafesler arasında baş başa bırakarak uzaklaştı.
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 26 Mayıs 2017, 16:23:17
Eski Borçlar

Çingenelerin Reisi, büyük çadırda kendisine doğru gelen adamı izlerken gülümsedi. Onunla tanıştığı zamandan beri çok değişmemişti. Kabilesindekiler gibi uzun boylu olmasına rağmen adamlarından daha iri gövdesi, kendinden emin yürüyüşü ve elbette kızıl uzun saçlarıyla, kesmemek de inat ettiği kızıl sakalları Civane’de bir yabancı olduğunu hemen ele veriyordu.

Yedi yıl önce gösterilerini tamamlayıp Civane'ye dönüş yolunda önlerini kesen, etraflarını saran ve tüm gösterilerinin kazancına el koymak isteyen eşkıyaların arasına Barva ve bir bölük adamı ile dalan Moita’nın, oğlu Vasili ile sırt sırta dövüşmesini hatırladı. Çok sık olmasa da daha önce karşılaştıklarından daha kalabalık bir grup olmasalardı, rahatlıkla baş edebilecekleri soyguncuların karşısında bir yanı dağ tepe olan yolda, arabalar ile ne geriye kaçma ne de ilerleme şansları yokken diğer yanlarındaki ağaçlık arazide şansları hiç yoktu. Ta ki bu kızıl adam ve askerleri dışarıdan eşkıyaların arasına dalana kadar.

Aldığı haber ile yanına çağırdığı Moita'yı, hızlı bir selamlamanın ardından çadırın daha tenha bir noktasına yönlendiren Livan "Rahatınız yerinde mi?" diye sordu, ev sahibi olmanın verdiği endişe ile.

Birkaç gün sonra gösterilerini yapacakları şehre gitmek için yola çıkacak olan çingeneler, yolculuk için toparlanmalarının telaşesinde bile talimlerine devam ederlerken hokkabazlar, cambazlar ve hayvan terbiyecileri grup grup büyük çadırın içine yayılmışlardı.

 Moita, gözüne ilişen Uli'nin kafeslerle çevrili platformda iki kaplanın karşısındaki duruşuna bakarken "Uzun zamandır evimizde hissetmemiştik. Arkadaşlarım adına müteşekkirim."  dedi düz bir sesle. İlgisini tekrar Livan'a çevirdiğinde yüzü gibi sesi de daha canlıydı. "Gelenin gitmeyeceğinden korkmuyor musunuz?" diye sordu Reis'e alayla.

"Kalanlardan gayet memnunuz." diyen Livan başıyla şimdi kollarını göğsünde kavuşturmuş olan Acar'ın karşısında, az önce sarışın adamın sergilediği gibi, bir gösterinin olmazsa olmazı olan abartılı bir selamın kıvrak el hareketlerini yapmaya çalışan ama bir türlü beceremeyen Uli'yi işaret etti. "Böyle değerli bir misafiri çingenelere kaptırmayacak kadar akıllı olduğunu zannederdim. Yaşlandıkça ahmaklaşıyorsun dostum."

Moita, Uli'nin başarısız selamı karşısında ufak tefek kızın arkasına geçerek esmer başını, koca eli ile dizlerine kadar eğmeye zorlayan Acar'a kaşlarını çattı. Livan'ın Uli hakkında ima ettiği sadece kaplanlarla arasının iyi olması mıydı? Her ne kadar çölü geçerken Barva'nın bir sözü ile keşfettiği, Durwa ile birlikte kendisinden sakladıkları birçok bilinmeyen gibi ok yarasının normal zamanından çok önce nasıl iyileştiğini Uli’ye hiç bir zaman sorma şansı olmamıştı. İki haftadır Civane'de olmalarına rağmen şenlik gecesinin ardından sanki birbirlerini görmeye tahammülleri olmayan kavga etmiş çocuklar gibi birbirlerinden uzak duruyorlardı.

"Söz verdiğim gibi onu sağ salim hapishaneden çıkardım ve size bırakarak onun için en iyisini yaptım. Önümdeki manzara da bunu kanıtlıyor." dedi Moita, kızı işaret ederek. Sonradan aklına gelen ne ise alt dudağının altındaki sakalını çekiştirirken hınzırca gülümsedi. "Aslında haklısın galiba, kesinlikle Uli'yi size bedelsiz bırakarak aptallık ediyorum."

Livan'ın kaşları beklentiyle yükselirken "Düşündüğüm şey ise, az önce seni kesinlikle küçümsemişim."  dedi.

"Barva'yı da damat olarak alırsanız ödeşmiş oluruz." diyerek sırıtan Moita, Acar ve Uli'ye sırtını döndü.

Livan kahkahaları arasında başını itirazla sallayarak "Başıma bela sarma dostum."  Dedi boğuk bir sesle.  Gülmesi sona erdiğinde tekrar eski ciddiyetine döndü. "Ne konuştunuz, ne karar verdiniz bilmiyorum. Eğer Pulera bizimle kalmak isterse her zaman memnuniyetle karşılanacaktır."

Reis'in Uli'ye Pulera diye hitap etmesi ile irkilen Moita, kızın kendi ismi yerine çingenelerin ona verdikleri ismi kullanmayı tercih ettiğini çoktan öğrenmişti öğrenmesine de onu o şekilde çağırmak içinden gelmiyordu.  "Aslında pek bir şey konuşmadık, konuştuğumuz kadarından çıkardığım ise, sizinle kalmak istediği. Gördüğüm kadarıyla da burada gayet mutlu." diyen Moita, sözlerinin aksi olan hoşnutsuzluğunu yüzünden kolayca uzaklaştırdı.

"Kesin ahmaksınız." dedi Livan kendi kazancının neşesi ile. "Böyle bir şifacıyı, böyle bir yeteneği ..."  Bir an durup Moita'nın kuşkuyla kısılmış gözlerini süzdü. "Bilmiyorsunuz değil mi? Siz de kızın ailesi gibi elinizdekinin kıymetini bilmiyorsunuz."

"Bildiğim bir kaç şey var ama uzun süredir ne olduğundan emin değilim." Moita başını inanmazlıkla sağa solla sallarken mırıldandı. "Durwa ve Uli'nin ağızları bu kadar sıkı olmasa sizin bildiklerinizden de şüphe edeceğim."

Livan,  Moita'nın sözleri üzerine "Bilmece gibi konuşuyorsun." dedi şaşkınlıkla.

"Sen mi, ben mi?" dedi Moita, aynı belirsizlikle.

Aylar önce yine bu çadırda Boz'un yere serili hali, Uli'nin bacağı kanlar içindeki Oguz'u kaldırmaya çalışması Livan'ın gözlerinin önüne gelince, birbirine geçmiş iki esmer başı ve yaşadıkları ile irileşmiş gözlerdeki korkuyu tarif etmek istemiyordu ama olanları Moita'dan gizlemek gibi bir niyeti de yoktu. "Pulera kendiliğinden anlatmadı elbette. O zamanlar Dina bile kerpetenle ağzından laf alıyordu."

"Haftalarca..." Kendini düzeltme ihtiyacı duyan Moita, ufak bir kahkaha attı ve ardından "Günlerce aynı hücreyi paylaştık. Konuşmayı ne çok sevdiğini iyi bilirim." dedi alayla.

"Vasili'yi bile zorladığını düşünürsek, senin hiç şansın yokmuş." diyen Livan, kaşları hayretle kalkan adamın her şaşkınlığı ile keyifleniyordu. Kızla Moita arasındaki ilişkiyi tam kavrayamasa da başlarda Uli'nin çingenelerle arasında var olan mesafenin birlikte hapishaneden kaçmalarına rağmen Kızıl ile aralarında hala durduğu belliydi. Acar'ın Boz tarafından yaralanmasından itibaren Uli'nin ve Oguz'un Boz ile imtihanlarını, sonunda sirkte gösteriye çıkmayı kabul etmesine kadar olanları Moita'nın önüne döktü.

Atlamadan fakat abartmadan anlatılanlar Moita'nın yüzünde düşünceli ifadelerin artmasına sebep olurken Reis ile izledikleri Acar ve Uli kaplanları kafeslerine sokmuş, vahşi hayvanları ehlileştirdiklerini söyleyen gösterilerin vazgeçilmezi kamçılarını ellerine almışlardı. Uli'nin kamçıyı, elinde bir yılan tutuyormuş gibi tiksinerek kaldırması üzerine Acar, kızınkinden daha uzun ve kalın kamçısını sarışın başının üzerinde maharetle savurdu. Havayı yaran derinin keskin sesi tüm çadıra anında yayıldı. Uli, adamı taklit etmeye çalışarak kamçılı kolunu tepesinde savurdu fakat cılız bir kaç spiralin ardından deri ölü bir inleyişle her seferinde kızın ince bileğine dolandı.

Onları izleyen Moita, hafifçe gülümserken buldu kendisini. Az önce kendisini dokunarak iyileştirdiğini öğrendiği Uli'nin ellerinin bir kamçıyı beyhude yere tehditkâr bir hızla hareket ettirmesini bekliyorlardı. Acar'ın ikinci örneğinin ardından Uli öfkeyle kamçısını ileri savurdu fakat farkında olmadan elini kendisine doğru çekmesi ile hızını koruyan uzun derinin ucu kızın yüzünü yalayıp kaçtığında Moita istemsizce ikiliye doğru hareket etti. Kızın yanındaki genç adam Uli'nin görülmemesi için sırtını çadıra gererken yumruklarını sıktığını fark ederek gevşetti. Artık kızı korumak onun görevi değildi.

Uli'nin yanağına yayılan kızıl çizgiyi gömleğinin kolu ile silen Acar'ın yakışıklı yüzü endişenin izleri ile gerildi. Fakat saniyeler içinde iyileşen yara hiç var olmamış gibi kapandığında bu hayranlığa dönüşmüştü. Sanki Livan bilinçli olarak onu kızın kafesinin yakınına sürüklemiş gibi tüm çadırdan esirgenen her türlü ifadeyi yakalıyordu.

Moita derin bir soluğu içine hapsederken Livan'ın öksürüğü ile nerede olduğunu hatırladı. Oguz'un şölende Uli ile dans ederken oğlanın yüzünde gördüğü hayranlığın bir benzerini şimdi Acar'da görüyordu. Günlerdir her karşılaştıklarında kendisi de kıza bu şekilde mi bakıyordu, peki ya şimdi? Reis'e dönmeden önce var olup olmadığından emin olamadığı hayranlığı sildiğini umduğu bir kaş çatışı yüzüne yerleştirmişti.

Adamın yüzündeki bilmiş ifadeyi silemeyeceğini bilse de "Hapishanede beni de iyileştirmişti." dedi Moita, sesinin normal çıkması iyiye işaretti. "Fakat bunu fark ettiğimde iş işten çoktan geçmişti. Uli’ye sorma fırsatı bulamamıştım. Aklımı kaçırmadığımı bilmek güzel."

“O yollardan biz de geçtik dostum.” diyen Livan,  gömleğinin içinden çıkardığı mührü kırılmış parşömeni adama uzattı. "Aslında seni bunun için çağırmıştım. Beklediğimiz haber geldi."

Parşömenin kıvrımlarını açan Moita yazılanları okumakla uğraşmadan hızlıca en sondaki imzayı buldu. Çingeneler bu yaz her nerede gösterilerini sunacaklarsa onun yerine bu yaz Mekotoni'ye gitmeleri için Reis'e ricada bulunduğunda, kısa bir istişarenin ardından şehre giriş izni almak için Livan iki adamını göndermişti. Soysuz kuzeninin imzasına bakarken Moita’nın bir çizgi halini alan dudaklarından "Bu yardımınız asla unutulmayacak, Reis." sözcükleri döküldü.

Mekotoni'ye, çingenelerin kafilesinin arasına gizlenerek girmek ve dört yıl önce hain ilan edilerek kaçmak zorunda oldukları kendi şehirlerine fark edilmeden sızmak her ne kadar her birine zor gelecek olsa da artık daha fazla etrafta amaçsızca dolanmanın faydasızlığı ortadaydı. Olaylar Mekotoni'de başlamıştı çözümü yine orada olmalıydı, en azından son birkaç aydır böyle hissediyordu. Yuzini Kralı Aurang'a ültimatom gönderecek kadar gözü kara iseler o da bir tilki misali evine dönmekte hiç bir sakınca görmüyordu. Soysuz Ladre ile yüz yüze geleceği an için sabırsızlanırken parşömeni sıkarak buruşturmaktan çekinerek Reis'e uzattı.

"Sizin ki hiç bir zaman unutulmadı." diyen çingenelerin Reis'i Moita'ın omzuna bir kaç kere vurarak sözlerini pekiştirdi.

Duyduklarından sonra yalnız kalarak düşünme ihtiyacı ile Livan'dan izin isteyip çadırın çıkışına doğru ilerleyen Moita, Uli'ye kaçamak bir bakış atmadan geçemedi. Kızın kamçısını iki eli ile önünde kavramış kendisini izlediğini görünce başıyla küçük bir selamı esirgemedi.

Kıstığı koyu renk gözlerinin üstünde kaşları merakla çatılmış olan Uli de Kızıl'a aynı şekilde karşılık verdi. Çoktan ayrılacaklarını düşündüğü Moita'nın Reis ile ne konuştuğunu tahmin dahi edemese de bildiği, sirkin bir hafta içinde Başkent'e gitmek için yola çıkacağıydı. Belki Kızıl ayrılmak için onların da yola çıkmasını bekliyordu. Aksi takdirde bir hain olarak arandığı Krallığa onlarla birlikte girecek kadar deli olmaları gerekirdi.


***
Son yarım saat içinde tüm olanların sorumluluğundan kendini azat eden yağmur, çingenelerin işini daha da zorlaştırmak için olanca şiddeti ile yağmaya devam ediyordu. Dağ yolu boyunca inci bir gerdanlık gibi dizili çingenelerin arabaları, yollarda geçirdikleri dört gün boyunca sarf ettikleri çabalarının aksine artık hareket etmiyordu.

Arabalarının korunaklı tentelerinden çıkan kadınlar ve gençler ıslanmaya aldırmadan, yolun sağ tarafındaki bayıra doğru meyletmiş, atları alınmış bir arabanın etrafını çeviren erkeklerini merak ve endişe ile izliyorlardı. Gözlerine dolan yağmurun görüşlerini zorlamasına, asıldıkları urganların ellerinden kayıp avuçlarını yaralamasına aldırmadan, organize bir şekilde, safkan iki gösteri atını taşıyan arabayı aşağıya kaymaması için yerinde tutmaya çalışıyorlardı. Dina’nın sarıp sarmaladığı Tena, güzelliğini bozmaya gücü yetmeyen yağmurun altında endişeli bir şekilde diğerlerinin atları kurtarma çabalarını izliyordu.

Arabalarını çeken iki boz atın yularlarına yapışmış olan Uli, Opampe'nin yanında dikilirken erkelerin sarı ve kumral saçlı kafalarının arasında kızıl bir başı seçti, Barva da kuzeninin yakınındaydı. Uli kendi gerginliğini bir nebze de olsa azaltabilmek için arkasında huysuzlanan atın burnunu okşadı. Bir yandan da sanki en ufak detayı kaçırırsa araba atlarla birlikte yuvarlanacakmış gibi erkeklerin çabalarının karşılığında zorlanan bedenlerini ve suratsız yüzlerindeki ciddi ifadelerini izlerken atları kurtarmalarını ümit ediyordu. Yağmura çıkmasına izin verilmeyen Minta, tentenin ön tarafından bir kaplumbağa gibi dakikada bir başını dışarı çıkararak son durumu sorması Opa'sını çileden çıkarmak üzereydi.

Kurtarılmaya çalışılan atlar bağlı oldukları arabanın için de huzursuzca kıpırdandıkça ahşap tekerler milim milim kaymaya başladığında dışarıdaki telaş da arttı. Hayvanları çözmek için bir kişiyi içeriye göndererek arabanın ağırlığına daha fazla yük katmaya cesaret edemedikleri gibi bir çocuğu huzursuz hayvanların toynakları altında ezilme riskine de razı değillerdi.

Vasili’nin verdiği emir ile üç urgan daha arabanın ahşap zeminine ve tekerleklerin bağlantı noktalarına geçirildi, ardından her urgana en az üç adam sahip çıktı. Dengeyi sağlamak için arabanın tavanlarından tutturulan halatlara da yapışan çingenelerin arasından Vasili’nin bir kolu hazır olmaları için yukarı kalktı.

Vasili “Hep birlikte!” diye gürlerken adamlar urganlara kâh sıkıca yapıştılar kâh bileklerine birkaç kez daha doladılar. Genç adamın kolunun inmesi ile adamların ayaklarının altından kayan çamurun ve çakılların direncine karşı, her birinin üzerlerine yapışan ıslak giysilerinin içinde şişen kaslarını ortaya çıkararak, arabanın içindeki atların korkulu kişnemelerine karışan birbirlerini şevke getirmek için attıkları naraların arasında araba santim santim yukarıya çıkıyordu.

Sonunda dört teker de yola sağ salim ayak bastığında herkes rahatlayarak derin bir nefes aldı. Bu arada Oguz, Uli’den atların yularını devralması için Opampe tarafından çoktan çağırılmıştı.

Atlara ve Minta'ya göz kulak olmak için arabanın yanına geldiğinde Oguz, “Şifacılar iş başına.” derken Uli’ye göz kırptı.

Opampe, eline birkaç temiz bandaj ve küçük ahşap bir kutu tutuşturduğunda Uli, urganları çıplak elle çekmekten yaralanan adamların arasında Dina ve Opampe’yi takip ederken buldu kendisini. Yandaki bir çingeneye yönelen Opampe’nin silueti önünden çekildiğinde yol yol derisi açılmış ve kanamaya başlamış bir çift iri el ile burun buruna geldi.
Başını kaldırdığında kaşlarını çatmış bir çift mavi gözün onu kuşkuyla süzdüğünü gördü. Uli, günlerdir itinayla kaçtığı adamı karşısında bulunca yönünü değiştirmesinin çok manidar kaçacağını bildiğinde bandajı ve krem dolu kutuyu Kızıl’ın yüzüne kadar kaldırdı.

“Bakıyorum da hapishanedeki işine burada da devam ediyorsun.” diyen Moita, burnunun dibindeki kızın ellerini yaralı elinin tersi ile yavaşça indirdi.

Kızıl’ın sorduğu soruda hiçbir kötü niyet yoktu belki ama adamın sesindeki bir şeyler Uli’yi rahatsız etmişti. “Krem sürüp ele bandaj sarmakla şifacı olunsaydı, Oguz çoktan şifacıydı.”

Moita’nın dudağı yana doğru kayarken “Eline kırbaç alan herkesin kendisini hayvan terbiyecisi sanması gibi mi?” dedi kıza alayla.

Uzun boylu adama dik dik bakmak için kafasını geriye atan Uli, artık yağmurun yağmadığını fark etti. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırırken “Yağmur dinmiş.” diye mırıldandı.

Moita da farkında olmadan Uli’yi taklit ederek kafasını altında bulundukları dalların ve yaprakların arasından gökyüzüne çevirdi. Bir yandan “Lafı değiştirme.” diye alayla konuşurken bir yandan da ellerini yumruk yaparak göz önünden kaldırdı.

“Değiştirmiyorum.” diye homurdanan Uli, Kızıl'ın yanlarına düşmüş ellerine kaşlarını çatarak baktı. “Benden Tena gibi bir sirk yıldızı olmayacağını elbette biliyorum. Bunu hatırlatmana ihtiyacım da yok.” diye itiraf ederken buldu kendisini.

Kızın asılan yüzü karşısında az önceki sözlerine pişman olan Moita “İkinizin tarzı biraz farklı.” dedi ihtiyatla. Aklından geçen ‘Senin ki ne kadar dehşet verici olsa da daha etkileyici.’ dememek için dudaklarını sımsıkı kapadı. Her geçen gün öğrendiklerinden sonra Uli'ye öfkeli olması gerekiyordu, teselli etmesi değil.

“Gösteriye katılmamı teklif ettiklerinde bir şekilde işe yaramak istedim sadece. Diyar'ın en ünlü hayvan terbiyecisi olmayı değil.” diye açıklayan Uli, hala yumruk halinde olan Kızıl’ın eline uzandı.

Kızın dokunuşundan tiksinirmiş gibi ellerini daha da arkaya kaçıran adam “Gerçekten bir işe yaramak istiyorsan diğerleri ile ilgilenebilirsin. Küçük bir kaç sıyrık var sadece, benimle oyalanmana gerek yok. Bandajları verirsen ben bile hallederim.” dedi aksi bir sesle.

Kızıl’ın yüzüne çevrilen Uli'nin bakışları önce şaşkınlığın izleri ile büyüdü ardından kuşkunun ağırlığı ile kısıldı. Moita hapishanedeyken onu normalden daha hızlı iyileştirdiğini anlayamamıştı fakat Livan ya da diğerleri adama bir şeyler duyurmuş olabilir miydi? Bunu anlamanın bir yolu vardı. Adamın sol eline doğru bandajları uzatırken “Sen bilirsin.” dedi umursamaz bir havada.

Moita kızıllıkları yumruğundan taşan elini kıza uzatırken Uli, adamın üzerine yapışmış gömleğini göğsüne kadar sıyırdı. Neredeyse bir yıl önce iyileştirdiği, sağ koltuk altında olması gereken yara izi yerine karşılaştığı pürüzsüz tenin üzerinde istemsizce ince esmer parmaklarını gezdirdi.

Moita, ne olduğunu anlayamadığı bu ani saldırı karşısında karnını içine çekerken sıcak parmakların teninin üzerinde gezinmesi ile irkilerek geriye bir adım attı. “Ne yaptığını zannediyorsun, Uli?” Adam, kızın ismini söylerken daha fazlasının kaçmaması için dişlerini sıkmıştı.

Yüzünü buruşturan Uli, “Pulera.” dedi. "Benim ismim Pulera."

"Her neyse." dedi Moita geçiştirerek. Uli elini üzerinden çektiği için bir nebze de olsa rahatlamıştı.

Uli, adamın dokunuşundan neden bu kadar rahatsız olduğunu anlayamazken sakinliğini korumaya çalışarak son bir çaba ile Kızıl'ın ağzından tekrar laf almayı denedi. "Ok yarana bakıyordum sadece. Gördüm ki hiç iz kalmamış. Şanslıydın, ilk geldiğinde yaranın halini hatırlıyorum da iltihabı kurutabilmemiz bir mucizeydi." dedi hiçbir şey olmamış gibi sakin bir şekilde.

"Şanslı mı?" Moita, öne bir adım atarak sindirmek istercesine önünde bir dev gibi dikildiği Uli'nin yüzüne doğru eğildi. "Acar ve Oguz gibi şanslı mı?" Sözleri ile kızı şaşırttığı için memnun bir şekilde gülümsedi. "Elinde şu bandajla dolaşıp şifacı rolü oynuyorsun ama aslında bu da kocaman bir yalan. Evet, Livan'dan tüm o iyileştirme öykülerini dinledim. Bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun? Ya da şöyle sorayım benden daha neleri saklıyorsun Uli?"

Üzerine bir heyula gibi dikilen adamdan kaçmak yerine Uli, "Sen tam bir nankörsün." dedi tüm kelimelerin üzerine basa basa. Konuşurken bir yandan da dokunuşundan sürekli kaçınan Kızıl'ı daha da sinirlendirmek için adamın göğsünü işaret parmağı ile dürtüyordu. "Durwa ve ben olmasaydık en iyi ihtimalle Rebu seni almaya gelmeden önce o hücrede ölüp gidecektin ya da Rebu seni tıpış tıpış astırmaya götürecekti."

"Oguz ya da Acar gibi etrafından pervane olmadığım için mi nankör oluyorum?" diye gürleyen Moita, çingenelerin ve arkadaşlarının işlerini güçlerini bırakıp onları dinlediğinin farkında değildi.

Uli "Ne?" diye inledi. Duydukları karşısındaki şok ile parmağı adamın göğsünde asılı kalmıştı. "Ne dedin sen?" derken bu kez öfkeyle avuç içini sert bir şekilde az önce parmağının ayrıldığı noktaya vurdu.

"Dokunup durmasana be kızım." diyen Moita, kızın elini yakalamak için başarısız bir hamle yaptı.

Uli, bir adım geri çekilirken "Bir zamanlar evlattık şimdi de kızın mı oldum?" diye sordu alayla.

Mgeri yanlarına gelerek etraflarındaki insanların işleri güçlerini bırakıp onları izlediğine dikkat çekmek için öksürürken ikisi de şaşkınlıkla nerede olduklarını hatırlayarak kendilerini pür dikkat dinleyen yüzlere telaşla baktılar.

Uli, az ilerilerinde Dadali'yi gördü önce; kadın Barva'nın elini sarmayı bırakmış, muhtemelen herkesin içinde kuzenini azarladığı için kaşlarını çatmıştı. Opampe, onlara doğru önündeki çingeneleri azimle aşarak gelirken sanki iyi bir ev sahibi olamayıp misafirin çocuğunu azarlayan Oguz'a bakar gibi ona öfkeyle bakıyordu. Dina, Tena'yı teselli etmeyi bırakmış şaşkınlık ile gülme arasında gidip gelen yüzünün kaslarına hâkim olmaya çalışıyordu. Yanındaki Tena'ya ise sırf kadının güzel yüzündeki alaycı ifadeyi görmemek için bakmak bile istemiyordu.

Mgeri "Siz iyi bir hücre arkadaşı değil miydiniz?" diye sorduğunda, ikisi de hışımla genç adama döndüler.

"O zaman da böyle huysuzdu bu." dedi Moita bir nefeste.

Uli, Opampe gelmeden kendisini arabaya atmak için bandajı ve kremi Mgeri'nin eline tutuşturuverdi. "Bir tavsiye, elleri yerine bence ağzını bandajla." dedi ve ardına bakmadan kendi arabalarına doğru ilerledi. Opampe’den kaçış olmadığını bilse de en azında bütün o azarları Moita’nın önünde yemektense kaçmak en iyisiydi.

Mgeri, gülmesini saklamaya gerek duymadan kızın ardından bakarken "Çok değişmiş değil mi? İyi bir beslenme ile sağlığına kavuşsa bile güzel olmayacağını düşünüyordum o zamanlar ama gayet de hoş bir genç kız olmuş." dedi beğeni dolu bir sesle. O esnada, kumaşların hızla elinden çekilmesi ile genç adam bakışlarını Uli'den koparabildi.

Dadali, Moita'nın bir elini sert bir şekilde kavrarken söyleniyordu. "Tüm çingenelere rezil ettiniz bizi. Ben Barva için endişelenirken sen Moita, hiç kadın görmemiş bıyıksız veletler gibi, kızla didiştiğinin farkında mısın?" Genç kadın, elini kurtarmaya çalışan kuzeninin canının yanmasına aldırmadan hızla doladığı dar kumaşa sıkı bir düğüm attı. Adamın diğer elini aynı şiddetle yakalarken Mgeri'ye döndü bu sefer. "Seni de tebrik etmek lazım."

Mgeri ellerini havaya masumca kaldırırken "Ben ne yaptım şimdi?" diye sızlandı. "Aralarına girmeseydim nerdeyse birbirlerinin gözlerini oyacaklardı."

"Daha ne yapacaksın? Arkadaşına çanak tut ki daha beter olsun." diyen Dadali Moita'nın diğer elini de sıkıca düğümlediğinde koca kızıl adamdan acılı bir inleme duyuldu.

"Neyin çanağı?" diye soran Moita, genç kadına öldürecek gibi bakıyordu.

Dadali yerinden ve sinirinden taviz vermeden Mgeri'ye bakarak "Yok bu kadarını da beklemiyormuş, yok hoş bir genç kız olmuşmuş."  dedi alayla. "Sanki tüm Diyar'da çingenelerden başka kadın kalmadı."

Moita, kuzeni tarafından kendisine ve Mgeri'ye itham edilen suçlamalar karşısında sudan çıkmış balık gibi bir kaç kez ağzını açıp kapattı.

Mgeri, "Ama Uli çingene değil ki." dedi az önceki safça düşüncesini koruyarak.

"Kapa çeneni Mgeri!"

Dadali ve Moita aynı anda aynı sözleri sarf ederken yine uyumlu bir şekilde farklı yönlere dönüp uzaklaştıklarında arkalarından baka kalan Mgeri "Ne dedim ben şimdi?" diye çaresizce arkalarından seslendi. İkisinin de yeterince uzaklaştıklarından emin olsa da hain gülümsemesini saklamak için başını eğip eliyle ağzını örttü. O sırada omzuna dolanan kalın kolun bitimindeki sarılı elin sahibi ile göz göze geldi.

"Bu sefer sevgili ablamı kızdırmak için ne yaptın bakalım?" Barva bir Moita'ya bir Dadali'ye bakarken kaşları endişe ile çatılmıştı.

"Ablanın etrafımızdaki dişi sineğe bile tahammülü yok." dedi Mgeri ağır kolun altından kurtularak.

 İkili kafilenin önlerindeki atlarına doğru yürürken "Sorma günlerdir başımın etini yiyor." diyerek içini çeken Barva’nın iri omuzları üzerindeki yüzü bezginlikle düşmüştü.

Mgeri "Tena’nın abilerine yakalanmadığınız sürece bence sorun yok dostum." diyerek Barva'nın durumunun vahametini vurgularken arkadaşının omzuna desteklemek için bir kaç kez vurdu.

"Bence en kısa zamanda onu evlendirmek lazım." Barva ciddiyetle içini çekerken düşünceli bir şekilde ileriye diktiği gözlerini kısmıştı. "Böylelikle kocasının başının etini yemekten bizimle uğraşacak vakti kalmaz." Bulduğu çözümün dâhice olduğunu düşündüğü koca adamın dişlerini göstererek sırıtmasından kolayca anlaşılıyordu.

"Tam yerindeyiz. Bu kadar yakışıklı, güçlü erkeği başka nerede bulabiliriz ki?" diye alayla söylenen Mgeri, neden kendi sözlerine gülemediğini anlayamadı. "Fakat bunu ona teklif edecek kişi ben değilim, dostum. Çünkü kellemi omuzlarımın üstünde istiyorum."
Başlık: Ynt: Berweuli
Gönderen: Berweuli - 02 Ağustos 2017, 10:49:24
***

Arabaların yavaşlamasını fırsat bilen Mgeri, kendisini yukarı çekerek çingenelerin şifacısı Opampe’nin arabasına yerleştiğinde ufak bir çığlık arabanın sarsılmasına sebep olmuştu. Minta, önce şaşırsa da sonradan ziyaretçilerinin kim olduğunu anlayınca sevimli bir şekilde gülümserken kızın tepkisi ile yaslandığı yastıklardan başını kaldıran Uli, karşısında Mgeri'yi görünce kendini eski yerine bıraktı.

“Tüm gün at sırtında gezmekten yoruldum. Sevgili bayanlar, şurada azıcık nefeslenip kitabımı okumama izniniz olursa beni dünyanın en mutlu adamı edersiniz.” Mgeri bir saray adamına yakışır bir eda ile başını Minta’ya eğdi.

Küçük kızın kıkırdamasının artması Opampe’yi gülümsetirken ninesinin yanında oturan Oguz, omzunun üzerinden attığı yarım bakışı tamamlayarak tüm bedeni ile oturduğu sırada arabanın içine doğru döndü. “Tabii tabii geç otur, lütfen.”

“Saçın uzun diye fark edemedim delikanlı.” diyen Mgeri, durumun ciddiyetini geç de olsa idrak ederek hafifçe doğruldu.

Oguz’un bakışları Mgeri’nin omuzlarından aşağıda kalan her daim ensesinden topladığı uzun kahverengi saçlarında alayla dolaşırken dudağının bir ucu yukarı doğru kıvrılmıştı. “Sorun değil. Kız güzeli olduğumu söylerler.” dedi, oğlan alayla.Aynı anda Uli ve Opampe’den gülme ile öksürme arasında tuhaf sesler çıktığında da hiç bozuntuya vermedi.

Mgeri, ciddiyetle gülümserken “Çingenelerin arasında siyah bir kuğu gibi parladığına şüphem yok.” dedi kibar bir şekilde. Oguz'un aksine, at sırtındaki ağır yolculuğa rağmen genç adamın kıyafetleri,her daim temizliklerine dikkat eden çingenelerinkinden bile daha özenliydi; krem rengi gömleğinin üzerindeki toprak rengi yeleği siyah pantolonunun paçalarını içine soktuğu bakımlı çizmesi ile arabanın arkasından sarkıttığı bacaklarını üst üstte atmıştı. Yolculuğa çıktıklarından beri bıraktığı sakalının yüzündeki gölgesine rağmen hala yakışıklı görünen adam da aynı kendini beğenmiş ifade ile oğlana göz kırptı.

“Siz de kızıl arkadaşlarınız arasında aynı özel yere sahip olmalısınız.” Oguz, Opampe’nin yandan gönderdiği keskin bakışlara aldırmadan Mgeri’ye anlamlı bir şekilde gülümsedi.

Mgeri “Arte koyu saçları ile ibreyi benden yana kaydırsa da ben de fena sayılmam.” dedikten sonra, arabanın tentesini tutan geniş direğe sırtını rahatça dayadı. Genç adamın koltuğunun altına sıkıştırdığı kitabını özenle açması, Mgeri'nin arabadaki herkese sessizlik için bir uyarsıydı sanki. Oguz önüne dönerken Uli, genç adamı rahat bırakması için Minta’yı yanına çekti.

Yol bir süredir açık arazilerin arasından kıvrıla kıvrıla kuzey doğuya doğru gidiyordu. Bir önceki günün aksine güneş çayırlardaki otları ve çalılıkları kızdırırken kimi ferah kimi ağır, çeşitli kokuları da havaya salıyordu. Güneşin batıya meyletmesine rağmen arabanın tentesinin gölgesinde kalan Uli, geçen yaz çöl üzerinden kaçışlarını hatırlamadan edemedi. Sıcaklar arttığında ki önleri yazdı, yine aynı zayıflığa düşer miydi, bunu düşünmek bile istemiyordu. Mgeri, saatlerdir sanki dünyanın geri kalanını sayfaların ardından bırakmak ister gibi yüzüne kadar çektiği kitabın ardına gömülmüştü. Oguz Opampe’den aldığı yularları belirli aralıklarla atların sırtında şaklatırken tepelerinde dolanan bir karasineğin vızıltısında uyku ile uyanıklık arasında gözleri kapanan Uli, bir ara at sırtındaki Kızıl’ın, ardından Barva’nın, en son da Dadali’nin yanlarından geçtiğine yemin edebilirdi. Belki de çok sık görmediği rüyalarından bir parçaydılar.

“Ne okuyorsun?” diye soran Minta’nın yanından kalktığını Uli, hayal meyal fark etti.

“Biraz ondan biraz bundan.” dedi Mgeri, başını kitabından ayırmadan.

Minta cevabından emin genç adama uzanırken “Bakabilir miyim?” diye, hevesle sordu.

“Elbette.” Mgeri, kitabı küçük kıza verirken yaşlı şifacının ilgiyle kendilerine baktığını fark etti.

Minta, Mgeri’nin kaldığı sayfada parmaklarının izini sürerken kesik kesik sözleri Uli’nin kulağına ulaştı. Kızın kekelemeleri arasından “Kim… kimse… nin…” ve “bir a…gaç.” Hecelerini yakaladı.

“Okumayı bilmiyor musun?” Mgeri’nin sorusu kızın elindeki kitabın titremesine sebep olmuştu.

“Çok az. Annem kazadan önce öğretiyordu ama şimdi pek fırsatımız olmuyor.”

“İstersen sana öğretebilirim.” Mgeri kitabı kızın elinden aldı. “Ama önce sana biraz okuyayım ki ne kadar iyi bir okuyucu olduğumu ispat edeyim.”

Minta “Harika!” diye sevincini belli ederken yaslandığı Uli’nin karnına iyice yerleşmek için kıpırdandı.

Mgeri önce kurumuş boğazını öksürerek temizledi, sonra kaşlarından birini kaldırarak yüzüne haşin bir ifade getirdi ve okumaya başladı:

“Kimsenin uğramadığı, bir ağacın bile tutunamadığı bu ıssız yerde çok ama çok zengin bir adamın yaşadığı söylenirdi. Ne yazık ki kalbi de yaşadığı bu tepe kadar soğuktu. Yine de evinin bir odasına istiflediği altınların sıcaklığının söylentisi birçok kişinin iştahını kabartmaya yetiyordu. Gel gör ki bu kocakarı masalının ateşinin düştüğü yüreklerine söz geçiremeyen meteliksiz iki hırsız, kuzeydeki bu tepeyi aylar sonra bulmuşlar.

O gece ‘bekçim’ dediği rüzgârının sessizliğine uyanan ev sahibi, perdesini araladığında bahçesindeki rüzgârgülünün ilk defa kıpırdamadığını görmüş. Dört mevsim hiç esmekten vazgeçmeyen esintiyi uysallaştıran her ne ise yüreğine endişe düşmüş bir kere. Hazinesinin yerinde olmadığından şüphe etmese de bir defa daha görmeden uyuyamayacağını bildiğinden boynundaki altın zincire asılı anahtarı telaşla çıkarmış. Kapıyı aralamış ve ne görsün… altınları hala yerli yerindeymiş. Gülümseyerek tekrar uykusuna döneceği sırada, kendileri için kilidi açmasını bekleyen hırsızlar adamı odaya itip kapıyı üzerine kapamışlar.

Hazineyle birlikte ev sahibini odaya kilitlediklerinden emin bir şekilde adamın yemeğinden yiyip, şarabından işmişler ve yatağında uyumuşlar. Sabah olduğunda, rüzgâr ara verdiği görevine kaldığı yerden tüm şiddeti ile devam ediyormuş fakat odayı açtıklarında ne adamı bulabilmişler, ne de göz ucuyla gece gördükleri altınlardan bir dirhem… Adam koca bir oda dolusu altınla birlikte, kilitli odadan buhar olup uçmuş…”



Uli, adamın sesi yükselip alçalırken uykusu dağılmış ve kendisini Mgeri’yi dinlerken bulmuştu.

Okumanın bittiğini göstermek için kitabı kapatan genç adam, kitabı tekrar küçük kızın kucağına bıraktı. "Geri kalanını da sana bırakıyorum." Minta hevesle kaldığı yeri bulmaya çalışırken Mgeri “Yarın bu saatlerde Mekotoni sınırından girmiş oluruz.” dedi Opampe’ye.

Yaşlı kadın “Yollar daha düzgündür, umarım.” dedi, medeniyete yaklaşmış olmayı umarak.

“Oraya varmamız takriben bir hafta sürer ama Kadim Köprü’ye kadar yollar bundan daha iyi olmayacaktır.” diye açıkladı Mgeri.

“Peki, siz ne zaman ayrılacaksınız?” diye sordu Uli dayanamayarak. Civane'den ayrıldıklarından beri Moita'nın arkadaşlarıyla birlikte veda edecekleri anı merak edip durmuştu fakat şimdi Mgeri Mekotoni’ye girmekten ve birlikte yolculuk etmekten bahsediyordu.

“Neden ayrılalım ki?” Mgeri şaşkınlıkla bir Uli’ye bir Opampe’ye baktı.

Sanki bu her şeyi açıklıyormuş gibi “Krallıkta aranıyorsunuz.” dedi Uli.

“Bu sakalları boşuna uzatmıyorum.” Mgeri hala orada olup olmadıklarından emin olmak için çenesini yoklarken gülümsedi.

“Neden?” diye Uli ısrar etti.

“Elbette tanınmamak için.”

“Neden böyle bir riski göze alıyorsunuz?” Uli adamın anlamamazlıktan gelmesinden dolayı sesinin sert çıkmasına engel olamamıştı. “Orada Diyar’daki herhangi bir yerden daha fazla tehlikedesiniz.” Uli onlar için hissettiği endişesini dile getirirken arabanın Mgeri’den arta kalan açıklığında gözleri Kızıl birilerini aradı.

“Tam da dediğin gibi. Bizi en son arayacakları yer dizlerinin dibi.”

“Bizi kullanacaksınız yani.” Oguz sevimsiz bir ifade ile adamı süzüyordu.

“Ben olsam öyle demezdim.” Opampe, torunun sözlerini açıklamak ihtiyacı ile lafa girmişti. “Krallığın başkenti yerine Mekotoni’ye gitmek bize hiçbir şey kaybettirmez. Nerdeyse o kızıl şehirde gösteri yapmayalı altı sene oldu. Eminim, bizi özlemişlerdir.”

“Bir de bir sirkte bizi aramak kimsenin aklına gelmez.” diye ekledi Mgeri sırıtarak. "Bu elbette ki Moita'nın fikri.

Arabaya düşen sessizlik arasında Minta'nın yarım yamalak mırıldanmaları duyuldu bir süre.

Sonunda ilginç fikirlerini söylemekten geri duramayan Oguz, “Seni anne tarafımdan ikinci kuzenim olarak tanıtırız. Uli birinci kuzen, kusura bakmazsın artık.” diyerek tüm ihtişamlı huzuru bozdu.

Mgeri, sadece oğlanı başıyla selamladı.

“Ama… Diğerleri aramızda kabak gibi belli olacaktır.” Oguz kabak benzetmesi ile kızıl kafalarının uyumuna gülümsedi. “Zamanında Pulera’ya da önermiştim ama pek beğenilmemişti.”

Uli oğlanın ne önereceğini anlamasına rağmen Mgeri’nin yüzünde o dehşeti oluşturma şerefini Oguz’a bıraktı.

“Kahverengiyi sarıya boyamak zor mudur?” Oguz, masumca Opampe’ye gülümsedi.

Opampe “Zor ama imkânsız değil.” derken Mgeri’ye kuşku ile baktı.

“Barva’nın kısa saçları kolay da Dadali’nin uzun saçlarını sarıya dönüştürmek için ne kadar kök lazım?” Oguz ince hesapların peşinde ninesine sırıtırken baldırına yediği bir darbe ile kahkahasını koyuverdi.

Uli “İşin gücün dalga geçmek Oguz.” diye azarladı oğlanı.

“Lütfen iyi fikir aslında.” Mgeri Barva’yı sarışın hayal ederken Oguz’unkine denk bir kahkaha attı. “Güzel öneriler için teşekkürler gençler.” dedi arabadan inmeye hazırlanırken. Sonra Opampe’yi fark ederek ekledi. “Daima genç kalacaklar. Kitap sen de kalsın Minta, yarın alırım."

Mgeri, arabanın yanında kaybolurken Oguz arkaya, kızlara döndü tekrar. “O Kızıl Moita’yı sararmış görmek için sabırsızlanıyorum.” diye arzusunu keyifle dillendirdi.

Minta, içini çekerken mırıldandı. “Büyünce onunla evleneceğim.”

“Kiminle? Moita ile mi?” Oguz, şaşkınlıkla atları unutarak kafasını arkaya çevirdi.

“Hayır aptal. Mgeri ile.” Minta, kitabını oğlana doğru kaldırarak gösterdi.

Oguz, önüne dönmeden öfkeyle söylendi. “Ölümü çiğnemen lazım.”

“Yaaa! Opa?” Minta isyanla tek ayağını arabanın zeminine geçirdi.

“Ben çiğnerim kızım sen merak etme.” diyen Opampe tartışamaya son noktayı koydu.

Normalde kahkahalarla izleyeceği bu minik münakaşayı fark edemeyen Uli, Moita'nın tam bir deli olduğunu düşünürken onlar için endişelenmeden yapamıyordu. Kızıl'ın Krallığa ihanetten arandığını öğrendiğinde Durwa'ya söylediği sözler aklında dolanıp duruyordu. 'Zaten ölü bir adamı mı iyileştirdim ben şimdi?'