Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Celebhol - 14 Eylül 2016, 18:00:46

Başlık: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 14 Eylül 2016, 18:00:46
Tanıtım: "İnsan olmak ne demektir?"

Yirmili yaşlarında, pek çok sorununun yanı sıra, sosyal olarak izole olmuş ve toplum tarafından reddedilmiş sıra dışı bir genç, bir gün şeytani bir güçle yaptığı bir anlaşma sonucu hiç düşünmediği olayların içine çekilir. Daha kendisiyle yaşamayı beceremeyen bu genç adam, doğaüstü yaratıklar, siyasi entrikalar ve komplolarla dolu bir dünyada hayatta kalabilecek ve sorusuna bir cevap bulabilecek mi?

Tür: Psikolojik, Fantastik, Aksiyon, Siyasi

Bölüm 1 - İşkence

Bütün hayatım boyunca ikilemlerde kaldım. Karşılaştığım bir durum hakkında o kadar farklı bakış açısından düşündüm ki, seçim yapamamış ve kendi kendini bitirmiş bir insan olarak kaldım. Ne olduğu fark etmedi, işle alakalı bir şey ya da kişisel hayatım; tek bir durum için aklına on beş seçenek geldiğini düşün. Hemen her biri de bayağı bir olası geliyor üstelik. Kafayı yememiş olmama şaşırıyorum.

Şimdiyse bu nefes darlıkları ve kalbimin mal gibi atıp durması başladı. Daha fazla soruna ihtiyacım varmış gibi.

Kendimi suçladım zayıf olduğum için, insanlığı suçladım bu kadar bencil ve sadist olduğu için. Gücü suçladım, sevgiyi kovaladım, idealist oldum, makyavelist oldum, pragmatist oldum... hiç biri fayda etmedi. Kendimi öldürmeyi de düşündüm ama içimdeki o umut kırıntısı ya da korku buna izin vermedi. Sonuçta bir kere yok olursam bir daha asla var olma şansım olmayacak, tüm o dinler ne derse desin.

Yoruldum. Var olmaktan ve her gün bu acı ya da sıkıntı dolu yaşamı çekmekten yoruldum. Eskiden olsa mucizevi bir değişim aramaya çalışır ve her şeye baştan başlamayı denerdim; sadece bir kere daha yenilmek için. Hayatta yeni bir sayfa açmak belki benim için vardır belki de yoktur. Bu mentaliteyle yapamayacağım ise kesin.

Bütün bu düşünceler, istenmeyen ama inatçı bir misafir gibi gelip giden kendinden şüphe krizleri ile kendimi bitirdim. Şu an ise, bu ayna karşısında ruhuma bakıyorum. Bütün çıplaklığıyla; zayıf, öfkeli, nefret dolu, korkan küçük bir çocuk gibi. Bir yandan bu dünyayı kabullenmek isteyen –ki böylece bütün çilesi sona ersin- fakat asla bunu uzun süreli yapamayan. Sürekli isyankar fakat hiçbir şeyi değiştiremeyen.

Bu işkenceyi kim ya da ne yaptı bilmiyorum. "Bir gün onu bulursam bütün bunları ödeteceğim! Hangi insan sonsuza kadar bilinçaltına maruz kalma cezasına çarptırılır ki!"

Demek isterdim fakat önümdeki bu zehir dolu ruh, benim ruhum, bunu başaracak güce asla ve asla sahip olamayacağımı bana fısıldıyor. Keşke bir çıkış yolu olsaydı...

"Yine bir neden mi arıyorsun? Senin gibiler hep bunu yapıyor?" diyen bir ses yankılandı kara boşluğun içinde.

"Kim var orada?" diyen genç, kısmen hışım kısmen korkuyla etrafına bakındı.

Burada ne kadar süredir bulunduğunu bilmiyordu fakat ilk kez, karşısındaki yansıma ve kendi düşünceleri haricinde birinin sesini duymuştu. Bir tehdit miydi yoksa arkadaş mı? Dost biriyse onu hayal kırıklığına uğratmamalıydı yoksa sonsuza kadar burada hapis kalabilirdi.

"Senin işkencecin diyebilirsin," dedi, kalın ve kuvvet kokan ses.

"Benden ne istiyorsun orospu çocuğu?" diye anlık bir cesaret patlaması yaşayan genç adam bağırmıştı.

"Güzel, içindeki potansiyel sonunda ortaya çıkıyor," diyen ses, onu onaylıyordu "Çok basit. Ortağım olmanı istiyorum."

"Ne?" dedi, bunu beklemeyen insan. Daha doğrusu bu seçenek de aklına gelmişti ama olası bulmadığı için göz ardı etmişti. Gerçi yine de bir umut kırıntısı olarak bir kıymık gibi zihnine saplanıp kalmıştı.

"Bu dünyadan sen de bıkmadın mı? İnsanoğlunun bütün bu bencilliği ve kötülüğü seni de bezdirmedi mi? Şu geldiğin hale bak, çocuk. Seni bu hale insan değil de ne getirdi? Hiç intikam istemediğini söyleme çünkü bunun yalan olduğunu ikimiz de biliyoruz," diye devam etti, gaip ses.

"Sen... bir iblis misin?" diye sordu, ergenliğini henüz bitirmiş olan adam.

"Tabii ki de. Tek bir amacım var; insanoğluna ve diğer herkese bütün bu yaptıklarını ödetmek. Bunun için de benimle işbirliği yapacak birine ihtiyacım var. Ancak bir bedeli var; ruhunu bana teslim edeceksin."

"Beni salak mı zannediyorsun?" diye retorik bir soru sordu, genç.

"Hemen öyle sinirlenme. Kiralık bir kontrat öneriyorum sana. Bir yıl için ruhun benim olacak, ardından istediğini yapabilirsin."

İşte bu aklına gelmemiş olan adam duraksamıştı. Artıları ve eksilerini uzun uzun düşündü, işin içinden çıkamaz hale gelene kadar.

"Süren sona erdi," dedi iblis, "Şimdi bir cevap ver; ya evet ya da hayır."

"Evet, kabul ediyorum," dedi genç adam.

Korkunç bir kahkaha zihninde yankılanırken bir anlığına etrafı dolduran koyu yeşil ışık yüzünden gözlerini kapamak zorunda kaldı. Ardından kendini elindeki market poşetiyle sokağın ortasında buldu. Bu salak işkenceye katlanmadan önce bulunduğu yerde duruyordu. Sanki zaman hiç ilerlememiş gibi.

"İlk hedefini belirledim," diyen iblisin sesini duydu kafasında "Komşunu öldüreceksin."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 15 Eylül 2016, 14:43:06
Bölüm 2 - Komşu

Akşamüstü çayını hüpürdeten, başının üst tarafı kelleşmiş adam, balkondan aşağıyı süzüyordu. Sakin bir gündü, hayatının geri kalan günleri gibi. Bu sakinliğe ulaşmak için çabalaması gerekmişti ancak. Bundan yirmi beş yıl önceki hali, yani gençliği çok uzak bir rüya gibiydi şu an. Büyük planları ve hedefleri olan, tuttuğunu koparmaya odaklı agresif biriydi; başka bir deyişle normal bir erkek idi.

Aynı normallikle devam eden hayatı, yirmi beşini geçtikten sonra durulmaya başlamıştı. Kendisini iyi ve temiz bir eş ararken, yuva kurmak isterken bulduğunda ne kadar da şaşırmıştı. Böylelikle kendisine düzgün, normal bir kadın bulup evlenmiş ve kısa sürede ilk çocuğuna sahip olmuştu. Aynı zamanlarda politika ve partiler ona çok daha önemli gelmeye başlamıştı. Ne de olsa artık kurulu düzenin ve ülkenin üretken bir parçası olarak düşünmesi gereken şeyler vardı. Televizyon da bas bas ona bunu bağırmıyor muydu? Ülkesinin, dolayısıyla kendisinin geleceği için endişelenmesini ve korkmasını söylüyordu. Hem bütün o siyasiler yozlaşmış bir oyun içinde bütün bu insanları yıkıma sürüklüyordu.

Bu düşüncelerle katıldığı partide bir fark yaratacağını düşünmüştü. Gençliğinin ateşi solarken, belki de son bir değişim umuduydu bu. Fikirlerinin bir çok şeyi değiştireceğini, belki de bu partinin bir gün başına geleceğini düşünürken, kabullenmesi uzun süre alsa da hiçbir halta yaramadığını anladığında ise artık hayatta yapacak bir şeyi kalmadığını fark ederek yıkılmıştı... geçici olarak tabii ki.

Herkesin orta yaş bunalımı dediği şeye yakalanmıştı. Sıradan bir iş, sıkıcı bir hayat ve gerçekleşmemiş hayallerle çevrili olduğunu fark eden insanın isyan çığlığı onu sarmıştı. Sofra arkadaşları ve meyhanelerle de bu dönemde tanışmıştı işte. Aile hayatı artık onu tatmin etmez olmuş ve üç çocuğuyla karısına bilenir hale gelmişti. Bir kenara attığı hayatını hatırlatıyordu hepsi ona, özellikle büyük oğlunun onun zamanında izlediği yoldan gittiğini gördükçe tepkisi büyümüştü. Arkadaşlarıyla içtiği bir günün ardından eve geldiğinde, bağırıp çağırarak onu fena haşlamış ve bir iki tane indirmişti. Bunu yapmak istemiyordu fakat dünya onu buna itmişti, kötü adam olması gerekiyordu ki, çocuğunu korkutması gerekiyordu ki onunla aynı hataları yapmasın. Böyle düşünmüştü.

Bunalımdan çıkalı bir süre geçmişti ve artık daha oturaklı, tekrar üretken bir toplum üyesi olarak hayatını sürdürmeye devam ediyordu. Mahallede saygın bir adamdı o, parti görüşünün aksine markete gittiğinde (bir zincir de olsa alın teriyle kurulmuş bir yapıydı onun gittiği market, kimin umrundaydı artık bakkallar, ne de olsa risk almaya korkmuş ve küçük kalmış olan iş yerleriydi onlar, sonuçta kendi suçlarıydı) ordaki kasiyerler ile muhabbet eder ve engin bilgisinden bu gençlere bir öğün tavsiye verirdi.

Eve geldiğinde ise karısıyla biraz konuşur, akşamüstü çayını içer, ardından televizyonun başına kurulur ve haberleri takip ederdi. Neler olup bittiğini sürekli izlediği iki-üç kanaldan öğrenmek şarttı ne de olsa.

Ayda bir ise, yöneticisi olduğu apartmanın aidatlarını toplamaya çıkardı. Ne büyük bir şeydi bu, onun küçük hayatı için. Vergisini alan bir kral gibi bütün binayı dolaşır ve hakkını talep ederdi. Onun sayesinde bu yerin yeni sıvaları ve yalıtımı olmuştu. Sıva tamam ama kaç binanın bu devirde yalıtımı vardı? Arada bir, üç beş kuruş cebine atıyorsa ne vardı ki? Harcadığı emek için onun hakkı olan küçük bir ücretti. Yine de kimseye söylememişti bunu, insanların bunu anlamayacağının farkındaydı.

Hayatında küçük bir sorun vardı yine de, karşı dairede oturan gence ulaşması zor oluyordu. Kapısını çaldığında evdeki sesin kesildiğine birden fazla kez şahit olmuştu. Aidatı birden fazla kez geciktirdiği de olmuştu, ki bunu –ve onu baştan savmasını- saygısızlık addediyordu. Başta imalarla anlatmaya çalışmıştı bu durumu, karşısında utanıp bükülen bu genci gördüğünde ise zafer kazandığını sanarak sevinmişti. Kimse ama kimse, onun binasında ona saygısızlık edemezdi.

Oysa genç, bir süre sonra tekrar aynı davranışlara dönerek sinirini iyice bozmaya başlamıştı. Bu sefer daha büyük oynayarak, apartman toplantısında bu konuyu dile getirdiğinde ona haddini bildirmiş ve çevresindekilerin sessiz ama onaylayan desteğiyle bu oyunun galibi olmuştu. O zamandan beri bir kere bile bu tarz bir sorun yaşamamıştı.

İşte bu örnek vatandaş aşağıdaki dar sokağı süzerken, sorunlu gencin yüzü asık bir ifadeyle apartmana yol aldığını gördüğünde, tekrar, olanları ve zaferini hatırlayarak, bölgesini belirleyen bir horoz gibi kabararak çayını içmeye devam etti.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 16 Eylül 2016, 23:15:58
Bölüm 3 - Bağımlılık

Dairesinin kapısını açan genç adamın elleri titriyordu. Kendisini eve gelene kadar tutmaya çabalamıştı ve şimdi güvenli alana vardığının bilincinde olduğu için, bedeni gittikçe daha fazla koyuvermeye başlamıştı. Başına gelenlere hala tam inandığını söyleyemezdi, yoksa tamamen kafayı yemiş miydi sonunda? Her şey çok gerçek gelmişti fakat bunu bir kanıt sayamazdı. Bunların gerçek olduğuna işaret eden tek şey, daha önce hiç bu tarzda bir psikolojik vaka duymamış olmasıydı.

"Hepsi gerçek," diye düşündü "Bir iblisle anlaşma yaptım."

Eve girip, ayakkabılarını topuklarına basarak çıkardıktan sonra kuvvetlice kapıyı arkasından çarptı ve yere çöktü. Daha önce de bu tarz anlar yaşadığı olmuştu, kimi zaman zor bir günün ardından kimi zaman ise sebepsiz yere başına gelmişti. Hemen her seferinde ise içinden bir ses, ona abartılı bir tepki verdiğini fısıldamıştı. Kendine acımak, psikolojik bir "yıkım" yaşayarak her şeyi boşlamak için bir bahane arıyor ve kendi kendine yaşadığı bu küçük dramalarla bu davranışını pekiştiriyordu. Bunun doğru olup olmadığını bilmese de, zihninin bir köşesinde hep vardı bu düşünce.

Şimdiyse, gerçek olayın ağırlığı üstüne çökmüştü. Dakikalar birbirini kovalarken titremesi geçmeye ve yerini umursamaz bir boşluğa bırakmaya başladı. Kapının önündeki zeminde otururken, zaman kavramı bulanır ve kendini daha güvende hisseder olmuştu. Sanki burada ömrünün geri kalanı boyunca durabilir ve her şeyden uzakta kalabilirmiş gibi.

Ancak, hayat böyle işlemediği için bir süre sonra kalkarak mutfağa gitti ve hazır çorba çıkarıp, ketılda ısıttığı suyu üstüne boşalttı. Azıcık ekmekle onu midesine indirdikten sonra biraz daha iyi hissetmeye başlamıştı fakat boşluğun keyif veren uyuşukluğu onu hala terk etmemişti. Etmesini de istemiyordu. Bu andan yararlanarak bilgisayarının başına geçti ve saatlerini boş boş internette gezinerek harcamaya koyuldu.

Ertesi akşamüstü uyanan genç, güneşin kaybolmaya yüz tutmuş son ışığını görmek için perdeleri açıp sokağa şöyle bir göz attı. Her şey aynı sıkıcılıkta normal görünüyordu. Ne bir polis ne de peşine düşmüş bir şeytan avcısı vardı. Belki de zamanında hayal dünyasına çok kapıldığı için bu tarz bir şey beklemişti. Gerçi dün –ya da o garip hapiste ne kadar zaman geçirdiyse- yaşadıklarını normal sayamazdı. Öğrenmesi gereken şeyler ve bir sürü sorusu, başka bir deyişle bir ton yükümlülük, olsa da hala devam eden umursamazlık hissi sayesinde hiçbir stres hissetmeden "sabah" kahvesini koydu ve bilgisayarın başına geçti. Bu şekilde üç gününü harcadıktan sonra, küçük tatili sona erdiğinde ise, gerçeklik tekrar onu çağırmaya başlamıştı ve istese de istemese de –her insan gibi- onu yanıtlamak zorundaydı.

Dördüncü gün, internetten iblisler ve doğaüstü varlıklar hakkında bir şeyler araştırmaya teşebbüs etmişti fakat pek de bir şey bulduğu söylenemezdi. Metaldan tut, adını bile ilk kez duyduğu müzik türleriyle alakalı şarkı sözleri bir kenara, geri kalanlar ya dini öğütler ya da fantastik öykülerdi. Arada ise ya kafayı yemiş ya da ilgi arıyor gibi görünen kişilerin yazdığı, bir şeytana bakire kurban etme ya da Lucifer'le sevişme gibi şeylerle alakalı hikayeler görmüştü. Tam olarak nedenini bilmese de bunların uydurma olduğunu sezebiliyordu, ki bu onu rahatsız etmişti. Sezgilerin işe yararlığını reddetmese de, empirik bir yaklaşımı her zaman daha güvenilir bulmuştu. Oysa şimdi, bilmediği bir nedenden dolayı bilgilerin doğruluğunu ayırt edebiliyordu.

Bu yeniliğe rağmen, beşinci ve altıncı gün de aynı geçti. Ancak yedinci gün, bir blogdan bulduğu isim sayesinde deep web'teki bir siteye ulaşabilmişti. Aradığı bilgi yoktu fakat siteden siteye atlayarak sonunda bir belgeye ulaştığında, kalbi heyecanla hızlanarak aradığı bilgiye varmak üzere olduğunu bildirdi ona.

Derin nefesler alıp vererek kendini sakinleştiren genç, sekizinci günün şafağı sökerken, hafiften titreyen parmaklarıyla word dosyasını açıverdi. Yirmi sayfalık bu yazı, aynı kendisinin başına gelene benzer bir olayı anlatıyordu. Aynı zamanda, iblisiyle bağlantı kurmasının bir yolunu da belirtmişti. Bunun dışında olayın iç yüzü ya da neler yapılabileceğiyle ilgili pek bir bilgi yoktu. Yazarı her kim ise, onun da bu tarz bir işe yeni bulaşmış olduğu belliydi.

Dizüstü bilgisayarı kapayan genç, yüzündeki kirli sakalı sıvazladıktan sonra banyoya gitti. Sıçrayan sulardan arta kalan lekelerle kaplı aynaya bakarken, kahverengi gözlerinin altında torbaların belirmiş olduğunu fark etti. Otuz saattir uyumadığı düşünülürse normaldi. Bu sebeple, bir sarhoş gibi hareketleri ve düşünce akışı bulanmış olsa da, içindeki heyecan ve stres uyumasına izin vermeyecekti. Böylece, talimatları izleyerek aynayı bir yumrukla parçalarken şu kelimeleri sarf etti.

"Ortaya çık."

Kırılan cam parmaklarının dışını keserken, karşısındaki yansımanın değişerek kara dumanlar salan bir canlıya dönüşmesini izledi. Bir an sonra ise, kendisini tekrar karanlığın içinde buldu...

"Etkilendim, genç adam. Beni bu kadar erken çağırabileceğini düşünmemiştim," diyen kalın bir ses boşlukta yankılandı.

"Sağol..." diye otomatik bir cevap veren genç, kafasını sallayarak önceliklerini hatırladı "Benden ne istiyorsun?"

"Talebimi sana belirtmiştim," diye baştan savma olduğunu düşündüğü bir yanıt geldi.

"Oyun oynama," diye onu tersledi, içindeki her şey ona aksini yapmasını söylemiş olsa da "Asıl amacın ne?"

"Kim öyle bir şey yaptığımı söyledi, genç insan? Kendini yeterince ifade edemiyorsan bu senin suçun, bu yüzden tipik acınası insan güç gösterisini bir kenara bırak. Asıl amacıma gelirsek; intikam istiyorum. Ne daha fazlası ne de daha azı."

"İyi de neden? Neden komşum? Ve sen, sen kimsin? İblis de ne yani, sanki bunu çok açık bir şekilde anlamam gerekiyormuş gibi. Bir anda belirip, bana işkence ediyor ve bedenimi ele geçiriyorsun. Zorla isteklerini yapmayacağım, öldüreceksen öldür," diyen adam, aklındaki uzun ve mantıklı nutukla alakası olmayan bir şekilde tamamen tepkiyle konuşmuştu.

Geçmek bilmeyen saniyeler, bu patlamasının bedelinin korkunç olacağını fısıldadı ona. Karşısındaki bir iblisti, kötülük ve nefret dolu bir varlık. Aynı zamanda sonsuza kadar ona işkence edebilecek kapasitede birisi. Kimdi ki o?

Dediklerinden pişman olmaya başlamıştı ki, etraf birdenbire aydınlanarak karşısındaki bir gölgeyi gözler önüne serdi. Şaşırtıcı –bir açıdan da beklendik- şekilde, gölgelerle kaplı siluet onu andırıyordu. Bir seksen küsür boyundaki kapkara bedeninden siyah dumanlar yavaşça yere süzülen yaratık, koyu yeşil gözlerinden zümrüt rengi ışık huzmeleri saçarak ona bakıyordu. Elinde olmadan bu varlığın sağlam göründüğünü düşünmüştü.

"Seni aldatmasın, bu sadece senin vücudundaki formum. Gerçek halimi görmek istemezsin," dedi iblis "Ve insanlığın saçma kültürü ne kadar aksini söylese de, bir kere anlaşma yaptıktan sonra sana zarar vermek niyetinde değilim."

"Neden?" diye sordu genç, doğal olarak.

"Bir tüccar durduk yere partnerine niye zarar vermezse aynı sebeple. Parazitik yerine mutualistik bir ilişki çok daha karlı. Tam halinle çok daha işime yararsın. Aksini yapan bazıları olsa da, çok fazla dayandıkları söylenemez," diyen iblis, gözlerini kırpmadan ona bakmaya devam ediyordu.

"Ancak," dedi, sesi tehditkar bir tona bürünürken "Yüzleşmen gereken şeyler var ve küçük bir 'teşviğe' ihtiyacın olacak gibi görünüyor."

"Ne gibi şeyler?" diye sordu, nabzı hızlanan genç insan.

Kendi ayağıyla kapana kısıldığını düşünmeye başlamıştı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 17 Eylül 2016, 20:47:33
Bölüm 4 - Veritas

"Ne gibi şeylerle?" diye sordu, kendine gelen genç.

"Bugüne kadar hep güç istememiş miydin? Senin bu çağrındı beni sana yönelten fakat şu an inanılmaz bir inkar içindesin. Söylesene, Eiros, gerçekten ne istiyorsun? Kalbinin derinliklerine bak ve bana cevap ver," diye onu yanıtlamıştı, iblis.

Güç yüklü kelimelerden ilk başta korksa da, ilgisini çekmiş olan bu yaratığa merakla baktı genç. Eiros'un ne demek olduğunu bilmiyordu, neden ona böyle hitap ettiğini de. Ancak asıl konu farklıydı. Onu çağırmış mıydı? Gücü arzuladığı bir gerçekti, hatta zayıflığı için kendini ve dünyayı lanetlediği olmuştu. Yine de bu şekilde istememişti ya da öyle olduğunu düşünüyordu... aklı bir hafta önce kısılı kaldığı düzleme ve aynaya gitti. Kendi yansımasına ve onda gördüğü açlığa.

"Bana ne öneriyorsun?" dedi, seçeneklerini bilmek isteyerek.

"İntikam," diye cevaplamıştı, daha fazla açıklamaya gerek görmeyen yaratık.

"Peki neden komşum?" diye sormak istediyse de, tekrar düşüncelerine dalıverdi. O adamı zerre sevmiyordu, inatçı bir zorba gibi habire onu rahatsız etmiş ve diğerlerinin önünde aşağılamıştı. Neden, diye düşündü, neden daha düzgün davranmadı? Beni ezik gördüğü için. Alt kattaki adam da aidatını kaç kere geciktirdi, hatta tatile gittiğinde aylar boyunca ödemediği oldu ama ona bir kelime bile etti mi?

"İstediğini yapacağım", diye kararını bildirdi iblise. Artık kararsızlıktan sıkılmıştı ve sonunda elinde eyleme geçmek için bir aracı vardı. Bunun nereye gittiği görmek istiyordu, tekrar hayata hüküm geçirmenin nasıl bir şey olabileceğini. Sonu nereye varırsa varsın.

"Güzel," dedi, sesi yankılanan iblis.

Bastığı yerde yeşil alevlerden bir iz bırakarak ona yaklaşırken, vücudundan salınan kara dumanların miktarı da artmıştı. Elini gencin göğsünün ortasına koydu ve konuştu.

"Fortis est veritas."

İblisin ağzının oynamasıyla hayat bulan kelimeler havaya geçer ve titreşen moleküller sayesinde yol alarak gencin kulağına ulaşırken, bilinen doğa kanunlarına aykırı olarak yok olmamışlardı. Zaman ve uzay bükülmüşçesine aynı anda tekrarlanırken, cümlenin başı, ortası ve sonu tek bir anda sonsuzluğa kadar var oluyor ve varlıklarını bu garip düzleme kazıyarak bir anlaşma ile bedelini bütün evrene bildiriyorlardı.

Derisini dağlanarak haykıran adam, kendisini tekrar evinde buluverdi bir anda. Hışımla tişörtünü çıkararak göğsüne baktığında yuvarlak bir sembolün bedenine işlenmiş olduğunu gördü. Kabarmış etinden yayılan yanık et kokusu burnuna dolunca midesi ağzına gelivermişti fakat kusmamayı başararak kendini tuttu.

Ayağa kalkarken, eğer bu işi zamana bırakırsa verdiği karardan şüphe duyacağını düşündü.

"Bu ses de ne be, saat gecenin kaçı?!" diye bir bağırtıyla birlikte kapısı şiddetle çalındı o anda.

Bu sesi tanıyordu, ne şanslıydı ki avı ayağına kendiliğinden gelmişti. Üstüne bir şeyler geçirme zahmeti duymadan kapıyı açtığında, karşısında öfkeden yüzü kırışmış yöneticiyi buldu. Ağzını açan adam tam bir şeyler diyecekti ki, gencin göğsüne dağlanmış olan izi gördü ve burnunu kapayarak elini salladı.

"Kafayı mı yedin sonunda?" diye bir yorumda bulunmuştu bir yandan.

"Bir sus be Allahın gerizekalısı," diye tersleyen genç, bir yandan ona yaklaştı.

Damarlarında farklı bir şeyin gezindiğini hissediyordu, duvarı yumruklasa içinden geçecekmiş gibi hissettiren bir şey.

Karşısındakinin art niyetli olduğunu sezmiş olan orta yaşlı adam, kendi kendine, veledin sonunda cidden sıyırmış olduğunu düşündü. Eve kapalı ve kimseyle muhabbeti olmayan biriydi ne de olsa, daha önce olmamasına şaşırması gerekiyordu asıl. Gözlerinde delicesine bir parıltıyla üstüne gelen bu üstü çıplak manyağı ittirip, yere yapıştırmayı denese de bir anda kendisini uçarken buldu. Katın tavanına çarparak tekrar yere indiğinde, vücudunda bir şeylerin kırıldığını hissetmişti. Acı dalgası bedenine yayılırken, ağzına gelen kanı öksürerek yere tükürdü.

Tek bir yumruğun bu kadar etkili olacağını düşünmemiş olan genç, saldırısı sonucu yerde kıvranan adamın üstüne çöktü.

"Y-yapma," diyebildi ev sahibi sadece.

Ancak bunun cevabı, başının büyük bir kuvvetle yere çarpılması oldu. Bilinciyle birlikte hayatı da yiterken, son sözleri bunlar olmuştu.

Adrenalinden nefes nefese kalmış genç doğruldu ve yaptığı işe baktı. Ne hissetmesi gerektiğini bilmiyordu, algılayamıyordu hatta. Birini öldürdüğü gerçeği daha üstüne çökmemişti. Bir çığlıkla dikkatini karşı dairenin açık kapısına vermek zorunda kaldığında, komşusunun karısını gördü.

"Poli—" diye bağırıyordu ki, karnına aldığı bir darbeyle yere yığıldı.

İlk tecrübesinden gerekli dersi almış olan genç öldürecek kuvvetle vurmamıştı fakat planlarında bu kadın yoktu. Ne yapması gerekiyordu? Onu da öldürmeli miydi? Ama öldürse bile ne olacaktı, artık buralarda yaşayamazdı.

Aceleyle dairesine tekrar girdi ve bir zamanlar dağcılık için almış fakat sadece birkaç kez kullanmış olduğu çantayı doldurmaya koyuldu. Salak! Ne diye bu kadar düşüncesiz davranmıştı, adamı bir köşede kıstırabilir ve bir soygun süsü verebilirdi. Mahallede bolca tinerci vardı ne de olsa, kimse bundan şüphe duymazdı ama anlık bir gazla hareket ederek her şeyi mahvetmişti.

Hayır, şu ana kadar olan hayatını çoktan bir kenara atmıştı. Böylelikle çantasını hazırladı ve üstüne bir gömlek geçirerek çıktı ve ev sahibinin dairesine girdi. Başka kimse evde gözükmüyordu, bu yüzden rahatlıkla evde bulduğu paraları cebine indirdi.

Merdivenleri hızlıca inerken, kapısını aralayan alt kat komşusu belirdi.

"Neler oluyor, genç?" diye bir soru yöneltmişti adam.

"Ananın örekesi," derken, elinin tersiyle adama vurarak dairesine geri yollayıverdi.

Nihayet apartmandan çıktığında koşturmaya baldı. Normalde olduğundan çok daha hızlıydı ve bu sayede birkaç dakika içinde uzun bir mesafe kat edebilmişti. Güvenliği olduğunu düşündüğü bir yere varınca durdu. Sokağın karşısından hızla gelen, sirenleri açık bir polis aracını görünce yakınlardaki dar bir ara sokağa sığınarak kendini gizledi. Şimdiden haberleri olmuştu demek ki. Birden, birinin onu arkadan dürttüğünü hissedince irkilerek arkasına dönüverdi.

"Paran var mı, moruk?" diye sormuştu, karanlık ara sokaktaki birisi.

Hayır anlamında başını sallarken, gözünden kaçan bir bıçak bir anda böğrüne saplandı. Dikkatsizliği için kendine söverken, korkuyla onun bir tinerci olduğunu anladı. Kafasına aldığı başka bir darbeyle yere çöktü. Üst üste inen tekmeler canını yakıyordu. Ancak acının eskisine kıyasla çok daha hafif olduğunu fark etti bir yandan.

İlk şoku atlatarak, yüzüne hızla yaklaşmakta olan başka bir tekmeyi yakaladı ve çekti. Yere kapaklanan tinerci n'olduğunu anlayamamıştı. Dikkatsizliği yüzünden dengesi bozularak düştüğünü sanarak doğrulduğunda, karşısında dikilen kurbanını buluverdi.

İnsanüstü kuvvetle onu tuttuğu gibi çıkmaz sokağın arkasına yollayan adam, yavaş adımlarla ona yaklaştı ve bacağının üstüne bastırarak kemiği acı verici bir sesle kırdı. Haykırmak için ağzını açtığında ise, kana bulanmış gömlekli adam eğilerek ağzını kapayıp, nefretle ona bakmıştı.

"Nasıl oluyormuş? Kendinden güçlü birine dalaşmak pek de hoş değil ha?" diyerek, tuttuğu gibi kolunu da kırıverdi.

Kıvranan bu adam, o an zerre vicdanına dokunmamıştı. Bu yüzden ağzına indirdiği bir tekmeyle onu katlettiğinde hiç rahatsızlık hissetmedi.

Ancak sokağın başından gelen bir emir, onu rahatsız etmeye yeter de artardı.

"Ellerini havaya kaldır!" diyen, silahını çekmiş ve tüm ciddiyetiyle dikilen bir polis –diğerlerinin aksine gerçek bir tehdit- onu kıstırmıştı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 18 Eylül 2016, 16:42:15
Bölüm 5 - Kavga

N'apacağını şaşırmış olan genç bir anlığına donup kalıverdi. Bıçak ve tekmeler canını çok fazla yakmamış olsa da, doğrudan üstüne ateşlenen bir silahtan sağ çıkabileceğini sanmıyordu. Bir kargaşa yaratıp kaçamazdı da, sokağın arkası kapalıydı. Tek yön vardı ve onu da öldürmek için hazır dikilen polis tıkamıştı.

"Ellerini havaya kaldır ve arkanı dön!" diye tekrar etti adam.

Şansına önce ateş edip sonra düşünen birisi denk gelmemişti, öbür türlü çoktan gebermiş olacağının farkındaydı. Yine de başka seçeneği olmadığını bilerek, adamın dediklerine uydu. Yavaşça yaklaşan silahlı adamın adımları arka taraftan kulağına çalınırken, çevresini şöyle bir taradı. Sol tarafta kir ve pas kaplı bir konteyner, önünde ise öldürdüğü tinercinin cesedi uzanıyordu. Aklına bir fikir gelerek adamın yaklaşmasını bekledi, riskliydi fakat denemekten başka yol yoktu.

Birkaç saniye sonra varan polis, gencin kafasını sertçe eğerek kelepçelemeyi amaçlıyordu fakat onu ittirmesiyle beraber genç yere yığılmıştı. Tedbirle silahını kaldırsa da, gömleğe bulaşmış kan lekesini görünce yaralanmış olduğunu anladı. Henüz otuz yaşına bile basmamış olan memur –tedbiri elden bırakmayarak- yerde yatan gence kelepçeleri geçirmek için uzandı. Oysa evdeki plan çarşıya uymadı ve bir anda bacağına yediği bir tekmeyle ayakları yerden kesiliverdi. Düşerken silahını iki el ateşlese de, ondan daha çevik olan genç, tinercinin cesedini önüne çekerek kurşunlardan kurtulmayı başarabilmişti.

Sadece tek bir şansı olduğunu bilen Eiros, fırladığı gibi adamın elindeki silahı tekmeledi ve yakasından tutarak tinercinin cesedine doğru çekti. Hesaba katmadığı şey ise, karşısındakinin oturup göbek büyüten birisi değil, işinin gereklerini yerine getiren eğitimli bir profesyonel olduğuydu. Gencin ayaklarına doladığı kollarıyla dengesini bozup, yere kapaklanmasını sağladığı gibi üstüne çullanan polis memuru, kolunu arkaya çekip bükerek hareket etmesini engelledi. Kişinin gücünü kendisine çeviren bu teknikten kurtulmanın tek yolu kolunu kırması olurdu. Bu yüzden ne kadar debelenirse debelensin, üstüne çökmüş olan bu adamın kavrayışını bir türlü gevşetemedi.

"Bırak!" diye bağırdı, sinirlenerek.

İstifini bozmayan polis, gencin savrulan diğer kolunu da yakalayarak aynı hareketi uyguladı. Belli etmese de ürkmüştü, bu kadar kan kaybına rağmen bu kadar şiddetli direnebilen birisiyle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Hatta tam kondisyondayken bile bunu yapabilen birisini görmemişti. Hareketleri savruk ve deneyimsizlik kokuyor olsa da, bir hayvanın vahşiliğine sahip bu suçluyu bir an önce etkisiz hale getirmeliydi. Kollarını bırakmayı göze alamazdı, bu yüzden onları tutup kendine çekerken, bir yandan diziyle gencin beline bastırdı ve yaradan daha fazla kan boşanmasını sağladı.

Omurgası gerilirken acıyla haykıran Eiros debelenmeyi kesmek zorunda kaldı. Feci bir hata yapmıştı, memuru öldürmek istemediği için elini tinercinin kafatasına –onun kendisine sapladığı ve şu an yerde bulunan dikiştutmazı kullanarak- saplamayı ve ardından onu bayıltmayı düşünmüştü. Böylece uyansa bile hemen peşinden gelemeyecekti. Bir ölüm kalım meselesinde asla bir daha yapmamaya ant içeceği bir hata olmuştu bu.

Başka yolu kalmadığını bilerek, cesaretini pekiştirmek için haykırdı ve son bir çabayla bedenini büktü. Hareketle birlikte, amaçladığı gibi omzu çıkmıştı. Acıyla gözüne yaşlar dolsa ve şoktan dolayı gözleri kararmış olsa da, düşmanının bir anlık boşluğunu yakalamayı başarabilmişti. Bundan yararlanarak, diğer kolunu kurtardı ve önündeki dikiştutmazı kaptığı gibi geriye, adama savurdu.

Yarım yamalak hamle hedefini bulmamış olsa da, polisin darbeden kurtulmak için gerilemesine yol açmıştı. Bu sayede ayağa kalkabilecek zamanı elde eden Eiros, görüşü yerine gelirken karşısındaki adama şöyle bir baktı. Kendisinin aksine adamda tek bir çizik bile yoktu ve korkutucu bir soğukkanlılıkla pozisyonunu almış halde onu süzüyordu. İçindeki bir şey, ona bu savaşı kazanamayacağını söyledi. Çok kan kaybetmiş ve bir kolu işlevselliğini yitirmişti. Daha fazla risk alamazdı.

Böylelikle adama atılarak, bir yandan bıçağı fırlattı. Hala damarlarında gezinen kuvvet sayesinde büyük bir ivmeyle yol alan keskin metal, üniformayı delip geçti ve adamın etine gömüldü. Ancak kavgayı sürdüremeyecek durumda olan Eiros, işi bitirmek yerine olanca hızıyla koşturmaya devam etti.

Bu adamdan bir an önce uzaklaşması gerekiyordu.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 19 Eylül 2016, 18:44:35
Bölüm 6 - Hastane

Hastanede yatan adamın başında dikilen amiri, karnı sargılarla kaplı genç polise baktı. Daha önce de başına dert açtığı olmuştu fakat bu kadar büyük bir şeye karışabileceğini hiç düşünmemişti. Dışarıdaki medya kalabalığı, her zaman olduğu gibi, aç yırtıcılar misali bekleşiyor ve bir cevabı ağızlarından kapıp yüz kat büyüterek halka yaymak için fırsat kolluyordu. Bu yüzden buraya gelmişti zaten, onun yanlış bir şey demesini önlemek ve aynı zamanda uzun süren çabaları sonucu oluşturduğu "toplumsal yüzünü" kaybetmemek niyetindeydi.

"Amirim?" diye şaşkınlıkla sordu, gözlerini yeni açan memur.

Bir komşusunu öldürüp, karısını komaya soktuktan sonra, kaçarken başka birini yaralayan ve bir tinerciyi de katleden katille yaşadığı çatışmadan aldığı yara yüzünden bayılmış, genç sayılabilecek polisi, son anda çağırdığı destek kuvvetleri bulmuştu.

Henüz onun ifadesini almamışlardı fakat yerdeki kandan aldıkları örneğe yapılan analiz sonucu, onunla çatışan kişinin komşu katili ile aynı kişi olduğunu biliyorlardı. Buldukları başka bir ceset daha vardı, şehrin kenar mahallelerinden birinde göğsü delinmiş orta yaşlı bir adam. Bunlar yetmezmiş gibi, bu adamın büyük bir şirketin sahibi olduğu ortaya çıkmıştı. Kısacası bütün halkın ve başbelası medyanın gözü onların üstündeydi, bütün ülke bu haberle çalkalanıyordu.

"Doğrulmaya çalışma," dedi, yaşlılık çağına yaklaşmakta olan rütbeli adam, gencin bu gereksiz çabasını önleyerek "Neler oldu?"

Vücudundaki sargıyı inceleyen memur, bir yandan olanları hatırlamaya çalıştı. Kendine yeni gelmiş olsa da, sıradışı şekilde odağı yerindeydi.

"Bildiri geldikten sonra, bir çok devriyenin olay mahalline yöneldiğini duydum telsizden. Ben de yakınlardaki tenha yerlere bakmaya giriştim, onu buldum orada. Öldürdüğü birisinin başında dikiliyordu, cesetten sıçrayan kanlar ayağına bulaşmıştı," dedi, gözleri boşluğa bakarak.

Başıyla devam etmesini işaret etti, kıdemli adam.

"Silahı çekip, protokole uygun halde yaklaştım fakat beni kandırdı ve biraz boğuştuk. Yere yapıştırdığımda kurtulmak için kendi omzunu çıkardı amirim. Çoktan bıçaklanmıştı bir de... onun gibi bir şeyle daha önce hiç karşılaşmadım. Vahşi bir kurdun atikliğine ve deli gücüne sahip gibiydi. Kaçarken bıçağı üstüme fırlattı," diye lafını tamamladı.

Başkası olsa, kendi beceriksizliğini örtmek için bir ton saçmalık uyduran birisi derdi fakat bu yeniyetme sayılabilecek adamı tanıyordu. Daha yaşlı gösteren genç, henüz yirmi beş yaşında olsa da bu alanda işine yarayan parlak bir dehaya sahipti ve belirgin bir disiplin gösteriyordu. Belki de bu yüzden önü tıkanmıştı, henüz öğrenecek çok şeyi vardı.

"Biraz daha dinlen," dedi adam, giydiği takım elbisenin kravatını düzelterek "Bu dediklerin büyük ihtimalle adrenalinin etkisi."

"Ne gördüğümü biliyorum," dedi genç fakat adamın keskin bakışların üstüne çevrildiğini hissedince, daha fazla çabalamanın anlamsız olacağını fark etti. Daha önce de böyle olmamış mıydı zaten?

"Bu dediklerini medyaya aktaramayız, zaten yeterince ilgi çekti bu olay," diye sürdürdü "Fakat hiçbir şey söylemezsek daha çok kontrolden çıkarlar."

"Ne dediniz..." diye sordu adam onaylamaz bir tonla, bakışları görünce ekledi "Amirim."

"Katilin yalnızlıktan dolayı kafayı yiyen sorunlu bir genç olduğunu, zaten gerçekten pek uzak olamaz. Seni nasıl indirdiğine gelirsek, doktoru biraz ikna etmek gerekti ama bir silahla vurulduğunu söyledik. Teşkilatın adına leke gelemez."

"Diğer tanıklara n'oldu?" diye sordu, yattığı iki gün içinde yüzünde kirli sakal belirmiş olan memur.
"Bize uyduklarını bil sadece," diye yanıtladı kır saçlı adam.

Doktorun ve tanıkların nasıl ikna edildiğini tahmin edebilen yaralı adam, bir şeylerin yanlış gittiğini düşündü. Sadece bir kişi için neden bu kadar zahmete girmişlerdi?

"Sana güvenebilirim, değil mi? Geleceğin için önemli bir an bu," diye imalı bir şekilde sordu, tek kaşı kalkmış amir.

"Evet," dedi adam, şu anlık akışa uymayı uygun görerek. Ancak kafasında farklı bir plan oluşmaya başlamıştı bile.

---

Bir kaç dakika sonra, habercilerle görüşmesini bitiren kır saçlı polis, hastanenin koridorunda başka bir adamla görüşüyordu.

"Ne dedi?" diye sordu, sıradan bir vatandaşa benzeyen fakat baskın bir özgüven saçan adam.

"Dediklerinize uyacak fakat bir şeylerden şüphelendiği belli," diye cevapladı, amir.

"Onu susturmak senin işin. Ne gerekiyorsa yap, altına o koymasını bildiğimiz gibi çekmesini de biliriz," diye bir tehdit savurdu, karşısındaki.

"Anladım," dedi korkan ve sinirlenen adam.

"İyi. Ekiplerini iş adamının öldürüldüğü yere ve çevresine yolla, başka bir yere gitmesinler," diye ikinci emri verdi adam.

Başını sallayarak onayladı amir ve görüşmeleri böylece sona erdi. Rahat bir edayla binadan çıkan bu sıradan vatandaş, buraların sahibiymiş gibi salına salına giderken içinden her şeyin ne kadar rahat gittiğini düşündü. Amir kendisinden bir şeylerin gizlendiğinin farkındaydı ama eyleme geçecek kadar cesur değildi. Güce gelmiş bir çok kişi gibi, pozisyonunu kaybetmekten korkuyordu. Her şey planlandığı gibi ilerliyordu.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 20 Eylül 2016, 22:08:52
Bölüm 7 - Döngüyü Kırmak

Tenha bir sokağın köşesine çökmüş olan genç, üstündeki kokuşmuş giysiye baktı. Elde etmek için evsizin tekini soyması gerekmişti. Aylar boyunca bir kez bile yıkanmamış olan kahverengi yağmurluk her türlü kirle ve kokuyla kaplıydı fakat kendi kana bulanmış gömleğinden daha iyi olduğu kesindi. Baştaki endişesinin aksine hasta olmamıştı ve omzunu –beceriksizliğinden dolayı olması gerekenden daha acı verici bir işlem sonucu- yerine oturtmayı başarabilmişti. Bıçak yarası da hızlı biçimde iyileşmiş ve ardında küçük bir iz bırakarak neredeyse tamamen yok olmuştu. Aç olması haricinde fiziksel olarak iyiydi. Oysa zihni bambaşka bir konuydu.

Hayatta kalma amacıyla geçici olarak kendini soyutlamayı başarabildiği hisleri, yavaşça beliren ama durdurulamaz bir lav seli gibi ortaya çıkarak, ona yaptıklarının bedelini fısıldamaya başlamışlardı.
Bir insanın hayatını yok etmişti, üstelik bir hiç uğruna. Gurunu incitmişti onun sadece. O kırılgan ve acınası gururunu. Ancak anlayabiliyordu ki, adil bulabileceği bir neden yoktu ortalıkta. Asla var olmamıştı.
Hayatının başından beri güçlü olsaydı bunlar başına gelmezdi, ruhunu satması gerekmezdi. Dünya zayıflara iyi davranmıyordu.

Yerdeki su birikintisine dalgınca bakarken, aklına önceki hayatı geldi. Melankoli üstüne çökerken, bir anda geçmişi çok daha çekici gelmeye başlamıştı. Kendi eliyle yok edene kadar, sahip olduğu şeylerin aslında ne kadar güzel olduğunu hiç fark etmemişti. Ancak bu da tam doğru sayılamazdı, daha önce de bu melankoli dalgasıyla sürüklenerek, kendi aklının oluşturduğu sahte bir "iyi güzel zamanlar" yanılgısını çokça tecrübe etmişti. Hayır, bu sefer gerçeklikten kaçmayacaktı. Kendini bir kurban pozisyonuna sokarak, yaptığı şeylerin onun suçu olmadığını düşünmek sadece bir bahane olurdu.

Böyle düşünüyordu, tekrar ve tekrar. O gecenin adrenalin patlaması geçtiğinden beri, kendine acıma ile yaptıklarıyla yüzleşmeye çalışma döngüsü içinde gidip geliyordu. Değişmeyen tek şey ise acıydı. Zihni, onu korumak için herhangi bir savunma mekanizması oluşturmaya çalıştığında ise -gerek inkar, gerek soyutlama, gerekse kendini kurban olarak algılama- bunları bilinçli olarak yeniyor ve daha fazla acıyı açık kollarla kucaklıyordu. Çünkü bunu istiyordu, kendisinin hem işkencecisi hem de kurbanı olmak ona açıklayamadığı bir haz veriyordu. Kötü davranmış birisini cezalandıran haklı bir öfkeyle, aynı zamanda onun hedefi olarak utançla doluyordu.

"Of, bu tarz bir duruma düşmeyeli bayağı olmuştu," dedi kendi kendine, aklı yıllar öncesine giderek.
Tabii o zaman yaşadıklarıyla şu an arasında ciddi bir fark vardı; yaptıkları bu sefer gerçekten kötüydü.

Ayağa kalkan genç, koyu yeşil beresini ayarlayarak, gözlerine kadar indirdi. Sağda solda konuşan insanlardan duyduğu kadarıyla bütün şehir onu arıyordu. Yüzünde peydah veren -saçıyla aynı renkte olan- açık kahverengi sakalı ise anormal bir hızla büyüyerek gürleşmişti bile. Önceden de hep hızlı çıkmıştı, ancak bu kadarı fazlaydı. Metabolizmasında fark edilir bir değişim olduğu düşünülürse şaşırtıcı değildi. Çantasına koyduğu konserve yiyecekler ve peksimetin onu birkaç gün idare etmesini beklerken, ilk iki günde bitirerek hiçbir şeysiz kalakalmıştı.

Artık bir şeyler yapmanın vakti geldiğini düşünerek, kullanabileceği bir ayna aramak için ayağa kalktı ve gecenin içine karıştı. Şehrin bu tarafını seçmişti çünkü polisin girmesi en zor mahalleler bu semtte bulunuyordu. İnternette, bulunması pek kolay olmayan bir kaynaktan öğrendiği kadarıyla, iki sene önce ülke çapında gerçekleşen isyanlarda burada bir çok sivil katledilmiş ve kaybolmuştu. Tabii ki ana akım medyada asla yer almazdı. Bütün ülkenin, gözünü başka yöne çevirerek yok saydığı –onlara göre- insan artıklarından oluşuyorlardı.

Bu olayları öğrendiğinde bir yargıya varamamıştı gerçi. Bir yandan polislerden ve temsil ettikleri şeyden nefret ediyordu, öte yandan buralar hep uyuşturucu ticaretinin ve daha başka bir çok suçun merkezi olmuştu. Şu anda onun yararına olan şey ise, zaten önceden devriyelerin bol bol sorun yaşadığı bölgenin, öfkeli ve olanları unutmamış halk yüzünden iyice polisten yoksun bir semt haline gelmiş olmasıydı.

Sokaklarda gezinirken, etrafın ne kadar da farklı olduğu ister istemez dikkatini çekti. Semtin daha çok içine girdikçe medeniyetten daha çok uzaklaşıyor ve insan doğasına daha çok yaklaşıyor gibi hissediyordu. Eskimiş kiremitlerle kaplı boyasız binalar, yamuk yumuk yollar ve asfaltsız yer gittikçe her yanını kuşatmaya başlarken, sağdan soldan gelen müzik sesleri kulağına çalındı. Kendisi neredeyse hiçbir zaman bu tarzı sevmemişti, yabancı müzik daha bir hoşuna gitmişti hep. Ancak istisnai olarak, yerli bir şarkıcının belli şarkılarına inanılmaz bir tutkusu vardı. Pişmanlık, hüzün ve kaybı anlatan o melodileri başka hiçbir dilde duyamamıştı.

Şu an çalan ise, onlardan biri değildi. Saldırgan ve aşağı insanlarla ilişkilendirmiş olduğu, sıradan ve bayat şarkılardı.

Çoktan işe girişmiş bir fırının yanından geçerken kömür kokusunu çekti içine ve saatin aşağı yukarı dört ile beş arası bir şey olduğunu anladı. Yolun ortasına atılmış, çürük meyve çöplerinden kaçınınca kendi insani ikiyüzlülüğü eğlendirecek gibi oldu onu. Hayatının başka bir zamanı olsa bu tarz bir hareketten zevk alabilirdi... bugün değil.

Dakikalar birbirini kovalarken, insanlığın pek gurur duyduğu ilerleme ile gelişme fikrine bütün inadıyla baş kaldıran –neredeyse başka bir yüzyıldanmış gibi görünen- bu diyarda ilerleyişini sürdürdü. Karnı tekrar guruldamaya başlamıştı ki, arkasından, koşturan –ve duyduğu kadarıyla bayağı hızlı olan- birinin sesi gelince, dönüp bakındı.

"Çekil!" diyen, henüz girdiği ergenlikten dolayı yüzü sivilcelerle kaplı gencin teki onu ittirdi. Saman rengi saçlara sahip ergen, bir an bile yavaşlamayarak, yoluna devam edip gecenin içinde yok olduktan sonra, birkaç kişinin –çocuğun geldiği- yokuştan nefes nefese yukarı çıktığını gördü, Eiros.
"Buradan biri geçti mi?" diye sordu, içlerinden birisi.

Kara derisi ve böğrünü açık gömlekten fışkıran gür göğüs kıllarından buranın yerlisi olduğu anlaşılıyordu. Terli yüzüne oturmuş vahşi ifadeden de çıkarılabilirdi bu gerçi.

Hemen insanlara istediklerini verip, kendini olaya dahil etmeme isteği –yıllar boyunca sürdürdüğü bir davranış- içinde belirse de, bu sefer farklı bir yol seçen Eiros "Hayır," diye cevapladı.

"Yalan mı söylüyon, kancık?" diye sordu başka birisi.

"Evsizin teki, boşverin," dedi üçüncüsü.

"Mal mısın oğlum? Yabancı olduğu duruşundan bile anlaşılıyor. Ürktün mü canım?" diye ava dahil oldu, dördüncü.

"Sana diyoruz, sikik," dedi birincisi "Cevap ver."

Bunu derken bir yandan çıkardığı bıçağı tehditkar bir havayla sallamıştı. Tavrına bakılırsa bu sürünün alfası o olmalıydı. Eiros'un etrafını çevirirlerken, pis pis gülen pembe gömlekli ikinci, iyice yaklaşıp onu incelemeye koyuldu. Herhalde kendini onlara kanıtlamaya çalışıyor olmalıydı.

"Konuşsana lan!" diyerek bir tokat indiriverdi.

Bunu yapmasıyla beraber karnına yediği bir yumrukla geriye fırlayıp, yokuştan aşağı yuvarlanmaya başlaması bir olmuştu.

"Zorlamayın beni..." dedi Eiros, tekrar birisini öldürmek istemeyerek.

Oysa, yeni elde ettiği güce rağmen hala saftı. Kaşla göz arasında bir yerden bir kiremit bulan dördüncü adam, onu bütün gücüyle kafasına indirmişti. Yere çöken ve sersemleyen genç – bu hafta içinde ikinci kez- bıçaklandı.

Ardından, bir ritüeli andıran şekilde onu tekmelemeye giriştiler. İçlerindeki öfke ve hıncın hedefi olan kurbanları ard arda darbeler alırken, çoğunun içinde zerre acıma yoktu. Hayatlarındaki sorunları ve stresi, gerek psikolojik gerek fiziksel olarak, şiddete dökerek baş etmeyi öğrenmiş insanlardı bunlar.
Bir süre sonra, hınçları geçince tekmeler kesildi.

"Parası var mı bakın. Biriniz de aşağı gidip şu salağa baksın," dedi alfa.

"Eski komando falan mı bu adam?" diye sordu, Eiros'un cüzdanını aramaya girişmiş olan dördüncü "Öyle bir yumruğu filmlerde gördüm sadece."

"Komando momando, buraları bilmediği belli," diye geçiştirdi kara adam.

Ancak, sessizce başlayan ve gittikçe yükselen bir şekilde kahkaha atan Eiros yüzünden konuşmaları yarıda kalmıştı.

"Kafasını hanginiz tekmeledi lan?" diye sordu, eğlenen alfa.

"Ma—" diyordu ki, cüzdanı arayan dördüncü, ağzına yediği bir tekmeyle dişleri kırılıp damağına saplandı.
"Güzelmiş bu," dedi, doğrulan Eiros "Bunu dediğime inanamıyorum ama hoşuma gitti! Belki de cevap falan aramayı bırakıp sadece sizin gibi artıkları temizlemeliyim."

Uzun zamandan beri ilk kez, korkudan olduğu yerde donup kalan kara adam, karşısındaki kişinin ne olduğunu algılamaya çalıştı. Ömrü boyunca, bu kadar şeyden sonra tekme çıkarmayı bırak, ayağa kalkabilen birisini bile görmemişti. Gözleri yerde yatan arkadaşına kayarken, hiç kıpırdamadığını fark etti. Ölmüş müydü?
"Enerjimin çoğu iyileşmeye gidiyor olmalı. Darbelerim ilk başta olduğu kadar kuvvetli değil," dedi Eiros, kendi kendine.

Haklıydı da, polisle yaşadıklarından sonra böyle bir kavgada kendisini tutmamaya karar vermişti. Yine de, tekrar hazırlıksız yakalandığı bir gerçekti. Öğrenmesi gereken şeyler vardı ve bu semt bunun için mükemmel bir yerdi. Kafasında bir plan şekillenmeye başlarken, önündeki adamı incelemeye koyuldu. Burada yaşamanın yolunu öğrenmek için birini bulması gerekiyordu, mahallenin girdisini çıktısını bilen birisini. Elindeki bıçağı savunmacı şekilde kaldırmış olan bu kara adamı değil ama. Onu sevmemişti.

"İyi haber, ülkeyi terk etmekten vazgeçtim," dedi Eiros "Kötü haber..."

Can havliyle yokuştan aşağı koşturmaya başlayan adamı yüzünden cümlesi yarıda kesildi. Dramatikliğin zamanı değildi demek ki.

Peşinden atıldığı gibi arkasına bir yumruk indirerek, adamı topraktan zeminde yuvarlanmaya bıraktı. Aşağı indiğinde ise, yerde kıpırtısız yatan iki adamı ve neler olup bittiğini anlamaya çalışan üçüncüsünü buldu.

"Sen bunlara pek benzemiyorsun," dedi Eiros.

Diğerlerinden farklı biçimde, üstünde modern dikim, koyu mavi bir tişört ve altında bej rengi bir şort olan adam kesinlikle farklıydı. Yediği dayak sırasında, köşeli yüzlü bu adamın pek istekli vurmadığını da fark etmişti. Olayın başında onu rahat bırakmaları söylemiş olması da vardı tabii ki.

"Geri çekil," diye cebinden çıkardığı bir neşteri gösterdi.

"Öğrenci olmalısın," dedi, Eiros "Sorularımı cevapla ve sana zarar vermeyeceğim."

"Siktir git," olmuştu cevabı oysa.

Konuşma kafasında kurduğu gibi ilerlemiyordu. Nedeni neydi ki bunun? Düşündüğünün aksine cidden arkadaşlar mıydı ya da çok mu ürkütmüştü onu? Yoksa bu adam hakkında yanlış izlenime mi kapılmıştı? Belki de bunların hepsinin karışımı idi. Büyük ihtimalle ilk ikisinin.

"Bana ilk siz saldırdınız," dedi, aklına bir fikir gelerek "Eğitimimi sizin gibiler üstünde kullanmayı istememiştim."

Kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda görünen adamın adalet duygusuna hitap etmeye çalışmıştı. İşe yarıyora benziyordu, neşter biraz aşağı inmişti.

"Onu öldürdün mü?" diye sordu, alfayı işaret ederek.

Yanına gidip nabzını kontrol eden Eiros, zayıf da olsa bir şey hissetti. Yukarıda bıraktığı herif de hayatta olmalıydı. Bütün gücünü açığa çıkaramamıştı darbesinde.

"Hastaneye götürürsen yaşarlar. Asıl konuya gelirsek, yardımını istiyorum."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 21 Eylül 2016, 17:14:09
Bölüm 8 - Charmius

Eskimiş ahşap masanın üstüne çökmüş olan adam, farklı birimlerden gelen raporları inceliyordu. Hastaneden çıkalı iki gün olsa ve yarası hala sızlamaya devam etse de, boş boş oturmak yerine merkeze gelmeyi seçmişti. Zamanını gereksiz şekilde harcamayı seven birisi değildi o, hem bu kağıtların içinde kaybolup gitmenin belli bir çekiciliği de yok değildi. Bir bulmacanın parçalarını bir araya getirirken, günlük bütün sorunları bir kenara sessizce çekiliyor ve dehasını konuşturması için yer açıyordu.

Bu sefer bir sorun vardı fakat, elindeki belgelerde yeterince bilgi yoktu. Amiriyle konuşmasından dolayı üstlerinde oynanmış olduğunu bilse de, bu kadar fazla değiştirilmiş olacaklarını tahmin edememişti. Olayın üstünü örtmekten çok, sanki birileri özellikle onu farklı yöne çekmişti. Dikkatsiz bir göze sıradan bir karartma gibi gelecek olsa da, onu kandırmaya yetecek nitelikte bir şey değildi.

"Görünüşe göre bay imla yine işbaşında," dedi, odaya giren orta yaşlı bir kadın "Hiç dinlenmez misin sen?"
"Evde kalınca seni özlediğimi biliyorsun," diye takıldı adam.

"İstersen kocamı bırakıp kaçabiliriz, canım," dedi, gülen kadın "Ama beni kandıramazsın. O kağıtlarla kaçmayı tercih edersin sen. Kahveni tazeliyim mi?"

Başıyla onaylayan adam, neredeyse bitmiş olan bardağı kafasına dikip ona uzattı. Birimdekilerle arasının pek iyi olduğu söylenemese de, sekreter olarak görev yapan bu sarışın kadın bunu umursamamış ve aileden biriymişçesine içten davranmıştı ona. Yüzü kırışıklarla kaplı kadına, belki de kaybettiği oğlunu hatırlatıyordu.
"Sizinkiler pek koşturmaca içinde," dedi bir dakika sonra odaya elinde dolu bir bardakla dönen kadın "Bütün ülke olayın peşinde ne de olsa."

"Evet, bir an önce bu adamı bulsak iyi olur," diye yanıtladı, genç polis.

"Sen iyi misin peki? Ciddi bir yaran olmadığını duydum ama insanı değiştirebiliyor bu tarz olaylar. Konuşmak istersen buradayım," dedi kadın, içten şekilde.

"İyiyim iyiyim," dedi, sıcacık bardağı kavrayan adam.

"Peki, seni rahat bırakayım o zaman," diyen kadın odada çıktı.

Saatine bakan genç adam, on biri gösterdiğini gördü. Yani onu görmek için beklemiş olmalıydı kadın. Kısa, siyah saçlarına elini daldırıp ardından tıraş edilmiş çenesini sıvazladı. Koyu, sert kahveden bir yudum aldıktan sonra önündeki tonlarca kağıda baktı. Daha buzdağının görünen kısmına bile ulaşmayı başaramamıştı.

---

"Charmius!" diye seslendi birisi ona.

Sayısız giderle kaplanmış sokaklarda koşturan adam etrafına bakındı. Gri pusun içinde hiçbir şey görememişti fakat içindeki bir şeyler ona endişelenmesini söylüyordu.

"Charmius!" diye tekrarlandı, bu sefer korkuyla kaplı ses.

"Bu adı nereden biliyorsun? Sen kimsin?" diye seslendi adam.

Ancak aldığı tek cevap, mutlak bir sessizlik oldu. Sahne değişirken kendisini karlarla kaplı bir dağa tırmanırken buldu, yanında bir çocukluk arkadaşı vardı. Doruğa ulaşmak amacıyla, aylardır, aman vermeyen bu dağa tırmanıyorlardı.

"Acele et," dedi çocuk ona ve elindeki kazmayı buza sapladı.

Bunu yapmasıyla birlikte, çatlaklar dağın her tarafına yayılıverdi bir anda. Bel veren beyaz dev üstlerine yıkılırken, onun kardan ve buzdan değil, kağıttan yapılmış olduğunu fark etti adam. Kağıtlar bir anda buharlaşırken, üstlerine yazılmış olan kelimeler havada uçuşarak onu sarmaya başladı. Kara mürekkep katılaşır ve ağzına zorla girerek nefes almasını engellerken, sarsıldığını hissetti. Bütün bedeni içten gelen bir basınçla titreşiyordu.

---

Derin derin nefes alarak uyanan adam, n'olduğunu anlayamayarak etrafına bakındı bir anlığına.

"Dağı yok ettik," dedi önündeki kişiye.

"Ne?" diye sordu, onu uyandırmış olan polis memuru.

"Ne?" dedi genç adam, kendi dediğini anlamayarak.

"Toplantı var. Git bir yüzünü yıka," dedi, odadan çıkan adam.

Yüzüne bol bol su çarpan adam, aynada kendine baktı. Uykusuzluktan şişmiş yeşil gözlerindeki çapaklar gitmişti. Kavisli burnu ise temiz görünüyordu. Koyu renkli dudaklarının etrafında ise hala biraz salya artığı vardı. Onu da temizledikten sonra olanları hatırlamaya çalıştı.

En son baktığında saat beşti, artık eve dönmek için çok geç olduğuna karar vererek sabahlamayı amaçlamış olsa da, hava aydınlanırken gözlerinin iyice ağırlaştığını hissetmişti. Ancak ondan önce bir şeyler, bir örüntü bulduğunu anımsıyordu. Ne olduğunu bir türlü çıkaramadı o an.

"... ben de onu tuttuğum gibi trafoya yapıştırdım. Yüzündeki ifadeyi görsen altına sıçardın," dedi o sırada, gülerek tuvalete giren birisi.

"Bayağı elektrikli bir durummuş," dedi, eğlenen diğeri.

"Off, bırak be şu kelime oyunlarını artık. Bu yüzden kimse seni bir yere çağırmıyor," dedi diğeri.

Yarasına tuz basılmış olan kıvırcık saçlı kısa polis, sus pus oldu. Ancak yüzünü yıkayan siyah saçlı adamı görünce ikisi de duruldu.

"Hey, robot geri dönmüş. Vurulduğunu duyduk," dedi, kıvırcık, hafiften gülerek.

Cevap vermeyen adam, saçını düzeltmeye koyuldu. Yok sayılan adamın yüzündeki gülümseme silinirken, yerine bir somurtma oturdu.

"Soğuk pezevenk," dedi sessizce.

"Bir sorunun mu var?" diye sordu, başını ona çeviren, Charmius.

"N'apacan?" dedi diğeri, gevşek gevşek.

Heybetli bu adam, bir doksan boyunda Charmius'a bile tepeden bakabiliyordu. Pek zeki olduğu söylenemese de, verilen emirleri sorgusuz sualsiz yerine getirmesi ve teşkilati ele geçirmiş olan siyasi oluşumda yer alan babası sayesinde iyi bir yerlere gelmişti.

"Kavga mı edecen, tonton?" diyen Charmius, dibine girdiği adama, yeşil gözleriyle dik dik baktı.

"N'oluyor burada!?" diyen sert bir ses, tuvalette yankılandı o esnada.

Gerilmiş üç adam, odaya giren amiri görünce durup kendilerine çeki düzen verdiler.

"Bir şey yok amirim," dedi kıvırcık, kısa adam.

"Bu daha bitmedi, robot," dedi, kazulet.

Ancak yüzüne yediği bir tokatla birlikte, egosunun "fıss!" diye sönüşü neredeyse duyulabilecekti.

"Benim altımda çalıştığınız sürece bu saçma dalaşmaları bir kenara bırakacaksınız. Anlaşıldı mı?!" dedi, ona vurmuş olan kır saçlı amir.

Sinirlense de, eğitilmiş olduğu gibi onu onayladı adam. Karşısındakileri indirmeye hazırlanmış olan Charmius ise, duruşunu bozarak soğuk soğuk baktı sadece.

"Siktirin gidin şimdi buradan! Toplantıya," diyen orta yaşlı adam, üçünü de –sadece sözleriyle- kapı dışarı etti.

"Akşam garaja gel, robot. Vidalarını sökeceğim senin," dedi, sıktığı dişlerinin arasından tıslayan adam.

"Daha önceki brifingde söylendiği gibi bu mahalleleri kolaçan etmeye devam edeceğiz," dedi, elindeki lazerle şehrin kenar bölgelerinden birini işaret eden amir "Gece devriyelerini de iki katına çıkartıyorum."

Arka tarafta bir yerlerde olan Charmius, o sırada uykuya dalmadan önce bulduğu şeyi hatırladı ve seslendi "Tepe Semti'ne bakmamız daha iyi olmaz mı? Polisin en az olduğu bölge orası, oraya gitmiş olması daha muhtemel."

Söylediği yer, şu anda yoğunlaştıkları bölgenin tam tersiydi.

"Bunu bilen pek fazla insan yok ortada. Katil orta-sınıf bir aileden geliyor ve oradaki insanlarla hiçbir ilişkisi yok," diye yanıtladı amir "Öldürülen iş adamı da şu an aradığımız bölgede bulundu."

"İnternet geçmişine bakıldığında nette çok zaman geçirdiği anlaşılıyor. İsyanlardan beri oraya pek giremediğimizi birinden öğrenmiş olabilir," diye üsteledi, uzun genç.

"Elinde bunu destekleyecek bir kanıt var mı?" diye sordu, sakinliğini koruyan amir.

"Hayır ama internet geçmişi takip edilmesi mümkün olmayan bir tarayıcının şüphelinin bilgisayarında yüklü olduğunu buldum raporlarda. Eğer onu kullandıysa..." diyordu ki, lafı yarıda kesildi.

"İllegal porno bakmak isteyen biri sadece. Elinde bir kanıt yok yani," diye onun iddiasını geçiştiren amir, sunuma devam etmeye koyuldu.

Haklıydı da, elle tutulur bir şey yoktu. Ancak yine de bakmaya değer bulacağını düşünmüştü adamın. Belki de ilk başta düşündüğünden daha derindi bu iş. Teşkilattaki örgütsel yapılanma herkesçe bilinen bir şey olsa da, o ana kadar bu adama ulaştıklarını düşünmemişti. Yanılıyor olabilirdi.

"... Sirta Şirketi'nin yönetim kurulu, başkanların katilini bir an önce bulmamız için devlete baskı yapıyor. Bu yüzden herkes mesaiye kalacak. Fazladan çalıştığınız her saat için Sirta'dan bonus ücret alacaksınız. İş başına," diye lafını tamamlayan amir, projeksiyonu kapattı.

---

Külüstür arabasında, pansuman için hastaneye gitmekte olan Charmius düşüncelere dalmıştı. Teşkilattaki siyasi yapılanma onu bayağıdır rahatsız ediyordu, şimdi üstüne bir de devlet işlerine bulaşan bir şirket karışmıştı. Ayrıyetten raporlardaki boşluklar ve amirinin dikkate değer bir iddiayı göz ardı etmesi vardı, ki adam hakkında bir çok olumsuz düşüncesi olsa da, böyle bir soruşturmada yetersizlik sergileyecek kadar aptal birisi olmadığını biliyordu. Hayır, bunu bilinçli olarak yapıyor olmalıydı.

Şehre yukarıdan bakan bir köprüden geçerken, bakışları, milyonlarca kişinin yaşadığı sözde kozmopolit bu yere kaydı. Alçalmakta olan güneşin turuncu ışınları devasa yerleşim yerinin üstüne düşerken, sahil şeridinde uçuşan kuşlar tek tük noktalar halinde seçilebiliyordu. Belli bir etkileyiciliği yok değildi, hatta kara gecenin içinde parıldayan her renkten ışıklarıyla güzel bile denebilirdi. Ancak güneş ortaya çıkıp da, gri binalar ve asfalttan oluşan bu yapay bölgeyi aydınlattığında, insanın içinde bir çirkinlik hissiyatı uyandırıyordu.

Doğaya hasret kalmış halkı tatmin etmek için sağa sola serpiştirilmiş, karbon monoksit, dioksit vb. gazlarla yavaşça zehirlenen ağaçlar ise komiğine gidiyordu. Hayatta kalmak için doğadan kaçan ve kendi gerçekliğini oluşturan insanın, tekrar ona dönmek istemesi ama yaşam standartlarından vazgeçemeyeceği için bunu yapamaması. Bu yüzden, türünün geçmiş yaşamının kırıntılarını bu yeni gerçekliğe serpiştirmesi... ironik bir trajikomiklikti.


Araştırmak istediği, gelişmişlikten uzak semte baktığındaysa, aklı tekrar soruşturmaya gitti. Eğer teşkilata uyacak olursa kesinlikle bir yere varamayacaktı.

"Sana güvenebilirim, değil mi? Geleceğin için önemli bir an bu," diye imalı bir şekilde sordu, tek kaşı kalkmış amir.

Adamın hastanede dediklerini anımsamıştı, artık gün gibi açık biçimde anlayabiliyordu. Basit bir medya karartması değildi bu, işin içinde çok daha büyük güçler vardı ve kimsenin bu olaya karışmasını istemiyorlardı.

"Seni yaşlı salak... kendi kıçını korumak için nelere bulaştın?" dedi, kendi kendine.

Gazı kökleyerek hızlandı ve saatine baktı. Yeterince hızlı olursa akşam vaktine merkeze dönmüş olurdu. Sanırım insan azmanının dövüş teklifini kabul edecekti.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 23 Eylül 2016, 16:49:47
Bölüm 9 - Şantaj

Eskimiş arabasının içinde, merkezin bodrumundaki garaja inen Charmius etrafını kolaçan etti. Yerin altındaki bu bölüm, dört yüz metre çapında bir daire olarak dizayn edilmiş ve gri betondan oluşuyordu. Bütün merkezin yükünü desteklemek için düzenli aralıklarla serpiştirilmiş kalın kolonlar ve personelin araçları haricinde pek bir şey olduğu söylenemezdi. Hatırladığı kadarıyla beş tane yangın söndürücü bulunması gerekiyordu. Bir tanesi araç girişinin olduğu kısımda, iki tanesi üst katlara çıkan merdivenin girişinde ve diğer ikisi de aralarda bir yerde.

Beş metre yüksekliğindeki tavanın ise bir hikayesi vardı. On yıl kadar önce, başka bir ildeki merkezde, adrenalin peşindeki motorsikletli bir memur hız yapmış ve uçarak tavana çarpmıştı. Bu yüzden, yeni binalardaki garajları olabildiğince yüksek tasarlamaya başlamışlardı. Tabii ki genç memurlara biraz daha disiplin verilmesi de mantıklı olurdu ama yine de rütbeliler risk almak istememişti.

"Girişte bulunması gereken görevli yok. Herhalde birkaç saatliğine ortadan kaybolmasını sağladılar," diye düşündü, genç polis.

Buraya teke tek bir karşılaşma bekleyerek gelmemişti. Bu tarz olaylara yeterince şahit olmuştu zamanında. İki polis anlaşamaz, bu çıkmazı tanıkların olmadığı bir alanda fiziksel yolla çözmeye karar verirler fakat bir tanesi destekle belirir ve karşı tarafı hallettikten sonra şantaj yapabileceği fotoğraflarını çeker. O et ve yağ yığının böyle basit bir şeyi bile akıl edebileceğini düşünmüyordu gerçi, merkezdeki çoğu kişi gibi onu da gözlemlemek için bolca zamanı olmuştu. Ancak yanındaki kıvırcık farklıydı. Zayıf ve onaylanma peşinde koşan biriydi ve bu, zamanla içinde bir nefretin filizlenmesine zemin hazırlamıştı. Biraz zeka pırıltısı ve güç elde etmek için diğer yolların –sosyal ve fiziksel- kapanmasıyla beraber, kurnazlaşmıştı. Hatta, bir gün anksiyetesini bir kenara bırakabilirse, iyi bir yerlere geleceği kesindi.

"Bakalım elinde ne var?" diye düşünerek, farlarıyla küçük bir sinyal yolladı.

Cevabını alması uzun sürmedi. Birkaç saniye sonra, park alanının ortalarında, duvara yakın bir yerden korna sesi geldi. Bir gıcırtıyla açtığı koyu mavi kapıdan adımını atan Charmius, yükün azalmasıyla rahatlayan eski püskü süspansiyonlardan gelen sürtünme sesiyle araçtan indi. Kapıyı sertçe kaparken, ses bütün garajda yankılanmıştı.

Tontona "yavşak bir rahatlıkla" gibi gelse de, aslında temkinli biçimde müstakbel olay mahalline yaklaşan Charmius, duvarın dibinde bekleyen heybetli adam haricinde üç figür seçebildi. Pervasız davranan adamların hepsi, ona kafa tutmuş olan kişinin bir arkadaşının aracında bekleşiyorlardı. Eğilmiş adamlar, karanlığa ve dışarıdan saf bir idealist izlenimi veren Charmius'un cahilliğine güvenmiş olmalıydılar. Oysa ilk kontrol ettiği şey bu olmuştu siyah saçlı polisin. İlk hataları bu olmuştu. İkinci hataları ise aracı kavganın gerçekleşeceği alana çok yakın park etmiş olmalarıydı.

Onlar dışında birisi varsa da göremeyen Char, iri memura birkaç adım kala durdu.

"Geleceğini düşünmemiştim, korkak," dedi, kendinden emin heybetli adam.

"Gözdağı vermeye çalışmayı bırak. Bu olayın göğüs kabartmayla çözülemeyeceğini ikimiz de biliyoruz," diye yanıtladı, siyah saçlı adam.

"Dişlerini eline vereceğim," diyen iki metreden uzun adam bir anda üstüne atıldı.

Eğilerek yana kaçılan Char, kolayca bu hamleden kurtulmuştu. Kendinden uzun ve yavaş adamın dizlerine bir tekme indirmeyi bile başarabilmişti hatta. Canı yanarak dişini sıkan et yığını ona dönerek bir yumruk savurdu fakat hasmı çok hızlıydı. Gardını almış olan Char, darbeyi kolunun küçük bir hareketiyle savuşturduğu gibi üst üste iki yumruk indirdi ona. Çenesinin sivri uçlarını hedef alarak onu çabucak indirmeyi amaçlamış olsa da, ondan uzun olan adam yüzünden istediği etkiyi yaratamamıştı çünkü hedefini tam tutturamamıştı. Antrenmanda karşısına hep kendisinden kısa kişilerin gelmesinin verdiği bir tecrübesizlikti ve şimdi bedelini ödeyecekti.

Direnci yüksek adam, onu kollarıyla tutarak mengene gibi sıkmaya başladı. Bir iki debelenen genç polis, bunun anlamsız olduğunu anlayınca daha temel bir yol izleyerek vücudunu serbest bıraktı ve onu ezmeye çalışan adamın boşluğunu yakalayarak, kendisine biraz hareket alanı yaratabildi. Dizini uygun pozisyona getirerek adamın kasık arasına acı verici bir darbe oturttuktan sonra, inleyen ve kavrayışı gevşeyen herifin burnuna kızgın bir keçi gibi kafasını indirdi.

Kanlar içinde gerileyen ve yıkılmak üzere olan heybetli adam, yaşarmış gözleriyle çoktan belirmiş olması gereken desteğine baktığında, arabanın orada bir duman bulutu gördü. O anda anladı ki, gözlerinin yaşarmasının tek sebebi acı değildi.

İçine düştüğü durumdan hızla kurtulmayı başarabilmiş olsa da, ezilmiş göğsü yüzünden geçici olarak soluk alışı zorlaşan Char, önündeki adama saldırmadan önce soluğunu düzenlemeye çalıştı. Dövüş başlamadan önce arabanın altına yolladığı biber gazı bombası ise ona pek yardımcı olmuyordu. Neyse ki buna da hazırlanmıştı.

Cebinden çıkardığı bir yüz maskesini geçirdiğinde biraz daha rahat nefes alabilmeye başladı. Gazı çok fazla kestiği söylenemezdi ama giysisinin yenini de kullanınca, göreli olarak işe yarar hale geldi.

Karşısındaki adama baktığında, onun da kendine geldiğini gördü. Gerçekten zor bir rakipti. Gücü, dayanıklılığı ve fiziğinin de verdiği avantaj sayesinde en küçük bir hata bile onu yere yıkacak bir darbe yemesine neden olabilirdi.

Aceleyle, altından gazlar tüten arabanın yanından geçerken kapıların açılmış olduğunu gördü. Öksürüp tıksıran iki adam, biber gazından sürünerek uzaklaşmaya çalışıyordu. Bir tanesi ise içerideydi hala, bayılmış olmalıydı.

Bir şeyler yapmazsa adamın krizden gideceğini bilen Char, önündeki adamı tekmeledikten sonra aracın altına uzandı ve elini yakan fişeği aldığı gibi kavganın gerçekleştiği yöne, iri adama doğru fırlattı.

Ayağa kalktıktan sonra, yerdeki adamları tekmelemeyi ihmal etmeyerek, aracın içindeki baygın memuru sürükleyerek oradan çıkardı. Ancak bu insancıl hareketi güzel sonuçlanmadı. Kafasının arkasına aldığı bir darbeyle birlikte, dünya bir an gözlerinin önünden gidince kendisini yerde buldu.

"Patron kimmiş lan, sırık!?" diye, boğuk bir sesle bağıran birisi onu tekmeledi.

Görüşü yerine gelen Char, şiddetli darbelerin arasında kıvırcık bir saç yığını seçebildi. Diğer üçü aracın içinde beklerken, bir köşeye sinmiş olan bu küçük adam olan biteni görünce, olayın kahramanı olmak isteyerek –gazın içinde boğulan arkadaşlarını kurtarmak yerine- bir koşu yukarı çıkıp gerçek bir gaz maskesi almış olmalıydı. Zekiceydi ve başkası olsa planı işe yarayabilirdi fakat bedenini ve zihnini yıllar boyunca eğitmiş olan bu adama karşı bir hataydı.

Adrenalinin etkisiyle, küçük adamın ayaklarını yerden kesen hızlı bir tekme savuran Char, yere düşen kıvırcık adamın kulağına bir tekme indirdi ve onu bayılttı.

"Ben de bunu arıyordum," diyerek, ondan aldığı maskeyi yüzüne geçirdi.

Normalde, çıkan kaostan yararlanarak kendi aracına gidip, yanında getirdiğini almayı planlıyordu ancak artık buna gerek kalmamıştı.

"Korkak piç!" diye bağırdı, gazdan dolayı yere yıkılmış, kimi baygın kimi çaresizce inleyen dört kişilik destek grubuna bakan iri yarı adam "Amir bunun için –öksürerek durakladı- kelleni alacak."

Hala sızlayan kasıkları ve bol bol soluduğu gaz yüzünden bitap düşmüştü.

"Polisin biber gazıyla imtihanını epey komik bulacak kişiler olduğuna eminim," dedi, adamların aracını araştıran Char "Bu da neymiş?" diyerek çıkardığı bir kamerayı ve elektrikli copu salladı.

"Sanırım bayağı bir eğleneceğiz, ha tonton?" dedi, tehditkar bir tonda.

İşte o anda, yağ ve kastan oluşan bu büyük şımarık çocuk, her şeyi sıçıp batırdığını anladı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 24 Eylül 2016, 22:17:04
Bölüm 10 - Çukur

Fırtınalı bir ilkbahar akşamı, kaosun içine doğmuş birisiydi o. Annesi çocuğu kollarına alır almaz, yorgun fakat mutlu yüzüne bir gülümseme yerleşmişti. Doğumhanenin dışında bekleyen kara bıyıklı baba, bir oğlu olduğu haberini aldığında aceleyle içeri dalmış ve küçük bebeği görür görmez yüzü aydınlanmıştı. Ebeveynlerinin durumu iyi olmayabilirdi fakat sevgi dolu bir aileye dahil olmuştu.

Erken çocukluğuna dair hatırladığı tek tük şeyler olsa da, genel hatlarıyla pek paraları olmadığını ve zamanının çoğunu dışarıda geçirdiğini biliyordu. Çamurlu ayaklarıyla eve daldığında peşinden koşturan annesinden yarı gülerek, yarı da korkuyla kaçışması ise çok net şekilde aklına kazınmıştı. Hafifçe gülümseyerek anımsadığı, kıçına yediği tahta kaşık darbeleri de öyle.

Biraz daha büyük olduğu zamanlardan ise en çok babası kalmıştı aklında. Krizin vurduğu ülkede herkes gibi onlar da zorlanıyordu ama ortada farklı bir şeyler vardı. Simsiyah bıyıkları ve kaşlarıyla bir dağ gibi dikilen o adam, herhangi bir zorluk karşısında hiçbir yılma belirtisi göstermemişti o güne kadar. Şimdi düşününce, ekonominin onu da bayağı zorlamış olduğunu anlıyordu, altı ay içinde saçlarında beyazlar belirmişti. Herhalde ailesine zayıflığını göstermek istememişti.

Kendini içkiye vurarak her şeyden kaçma gibi bir girişimi de olmamıştı, paranın az olduğunu biliyor olmalıydı. Bu yüzden küçük ve anlamsız şeylerde harcamak yerine karısına ve çocuğuna yatırmıştı. İyi ki de böyle yapmıştı çünkü kumral oğlu, okulda başarı göstermeye başlamıştı. Bu cehennem çukurundan çıkıp gidebilecek bir potansiyeli vardı.

Bu sebeple dişini sıkan adam, işte gittikçe uzun saatlerini geçirir olmuştu. Eve geldiği kısa anlarda ise yemeğini yiyip, küçük balkona çıkıyor ve uzun uzun sigarasını içiyordu. İçten içe bir şeylerin onu yediği belliydi, adam değişmeye başlamıştı. Arada bir annesiyle kavga ettiğini ve kadının yarı ağlamaklı halde ondan uzaklaştığını da hatırlıyordu. Kızmıştı adama bu yüzden çocuk, neden kadını ağlatıyordu ki? Çocukluğun verdiği saflıkla bayağı bir öfkelenmişti ve bir gün onlar kavga ederken, adama arkadan yaklaşıp bacağına küçük bir tekme savurmuştu. Etkisi olmamıştı tabii ki ama ona dönen adamın yüzündeki şaşkınlık ve içi parçalanmış ifadeyi hala hatırlıyordu.

---

Melankolinin yumuşak kollarıyla sarmaladığı genç, damda yıldızları izlerken sigarasını içli içli çekti. Duman yavaşça salınarak, yıldızlarla bezeli gökyüzüne salınırken adamı artık daha iyi anlayabildiğini fark etti. Her evlilik gibi, onun ebeveynleri de bir anlaşmazlığa çatmış olmalıydı. Belki de adamın çok fazla dışarıda zaman harcaması ve annesinin bundan yakınmasıydı durum. Hala bilmiyordu. Kadına dair çok fazla net anısı yoktu. Evet, sevecen bir insandı ama hep ikinci planda kalmıştı. Çamaşır, ütü, yemek ve bulaşıklarla geçirdiği zamanından geriye kalan anlarda ya mahallenin diğer kadınlarıyla sohbet ediyordu ya da televizyon başında gündüz kuşağı programlarına dalıp gidiyordu.

Bir açıdan acınası gelmişti bu ona hep, hayatının akışını başkasının eline bırakmış birisiydi o. Elinde kalanlarla yetinmek zorunda kalmış birisi. Ancak ağlaması aklına geldiğinde artık acıma hissetmiyordu. Daha çok bir tepki doğuyordu, bu kadar zayıf olduğu için kadına içerliyordu.

---

Ergenliğinin başları, hayatının öncesine göre çok daha yoğun geçmişti. Kavgalar daha da yoğunlaşmaya, sağda solda parçalanan bardak ve çanak kırıntıları, kafası zaten hormonlardan dolayı karışık olan ergenin yüreğini doldurmaya başlamıştı.

Bir yandan okul da zorlaşmıştı. Çocukken, saflığından yararlanan diğerleri tarafından kullanıldığı olmuştu. Sonuçta, okuldakilere kıyaslanınca kendi aile hayatı daha iyiydi ve bu ona bir dezavantaj olmuştu. Ancak zaman içinde, ortama adapte olmuş ve karşısına çıkan bu engeli aşmanın basit bir yolunu bulmuştu. Ait olduğu bir grup vardı ve onların da yardımıyla, diğerleri ile başa çıkabiliyordu. Bilinçli olarak yapmamıştı bunu gerçi, sonuçta bir çocuktu.

Ergenliğin başındaysa işler karışmaya başlamıştı. Eskiden sadece çocuksu kavgalar olurdu ve birkaç tane belalıya bulaşmadığı sürece başının çaresine bakabiliyordu insan; henüz sekiz yaşında sigaraya başlayan veya okula bıçak getiren kafasını kazıtmış o çocuk gibileri mesela.

Oysa yaşın on bire varmasıyla beraber, herkes daha da hırçınlaşmaya başlamıştı. Kendisi de bunu hissediyordu, evden bıkmıştı ve artık hayattan daha fazla bir şeyler istiyordu. Başkaları tarafından sağa sola savrulan bir kağıt parçası değildi, onun da istekleri vardı.

Böylelikle, yavaş yavaş küçük çaplı çeteler filizlenmeye başlamıştı. Birbirlerine çatmak için herhangi bir neden arayan bu oluşumlar için, bir bahane bulması zor olmuyordu. Zaten işi doğal akışına bıraksalar bile kız meselesi yüzünden yeterince vurdu kırdı olurdu fakat onları tatmin etmek için yeterli değildi bu. Bunun sonucu olarak da, kendi şeref ve şerefsizlik anlayışları oluşmuştu. Bir grubun bir üyesine herhangi bir "yamuk" yapıldığındaysa, karşı tarafın bunun bedelini ödemesi gerekiyordu, kan bedelini.

Çok büyük olasılıkla müdür ve yardımcılarından oluşan ordudan dayak yiyeceklerini bile bile, çocuğun üstüne çullanırlar ve işin sonunda, onu yerde solucan gibi kıvranır halde bırakırlardı.

Ardından klasik karşılaşma gelirdi. Çocuğun parçası olduğu grup ile, okul çıkışı tarafsız bir alan belirlenir, iki taraf da dolu olarak buraya gelirdi. Ardından, tahta, kiremit ve bıçaklarla birbirlerine neredeyse öldüresiye saldırırlardı. Şaşırtıcı olarak, ciddi şekilde bıçaklanan olmuş olsa da, hiç ceset çıkmamıştı bu karşılaşmalardan.

Bu çeteleşmeye bulaşmayan tek tük öğrenciler da vardı tabii ki, hiçbir gruba ait olmayan sosyal olarak reddedilmiş kişiler. Bütün okulun alay konusu ve şamar oğlanı olanlardı bunlar. Arkası olmadığı bilindiği için kimsenin korkmadığı, hiyerarşide aşağının da aşağısı insanlar. Zamanla kiminin ailesi mahalleden taşınmış ve çukurdan kurtarmıştı çocukları, kimi ise bir şekilde bir gruba dahil olmayı başarmıştı. Geriye kalanlar ise, öğrenim hayatları boyunca aşağılanmaya devam etmişti.

Bu görünüşte önemsizlerden birisi kendi canına kıydığındaysa, bakanlıktan müfettişler gelmiş ve müdürü haşlamışlardı. Tabii ki yine de formalite icabıydı bu. Sessiz bir cenaze gerçekleşmiş ve okulu aylar boyunca çalkalayacak bir dedikodu dalgası yaratmak dışında bir etkisi olmamıştı. Sonuç olarak kimsenin umurunda olmamıştı.

Babasından miras aldığı köşeli yüze sahip genç ise bütün bu kaotik düzen içinde sıradan bir kişiydi. Çocukluğunda göstermiş olduğu potansiyel de yavaş yavaş solmaya yüz tutmuştu. Eğer hayatını değiştirecek o olay olmasaydı, büyük ihtimalle de tamamen kaybolup giderdi.

---

Elindeki tenekenin dibini çalkaladıktan sonra, azıcık kalan birayı kafasına diken genç adam, ardından altıncı kutuyu açtı. Bir yandan ikinci sigara paketine geçmişti.

Kendini uyuşturarak, bu anıların getirisini az da olsa hafifletmeye çalışıyordu.

---

Yıllar geçmiş ve on dört yaşına basmıştı. Zamanın getirisi olarak, okuldaki şiddet döngüsü sadece daha da yoğunlaşmıştı. Sürtüşmeler, yani kıvılcımlar artarken kavgaların bedeli daha da ağırlaşmış, ayrıyetten işin içine uyuşturucu da girmişti. Alkol ve sigarayla bir sorunu yoktu, çevresinde tanıdığı her akranı öyle ya da böyle bunlara bulaşmıştı. Bir nevi kabul edilme aracıydı ve iyi hissettirdiği de bir gerçekti. Arada sırada ot içtiği de oluyordu ama gerçek uyuşturucular tamamen farklı bir konuydu. Henüz denememişti ama arkadaşları gittikçe baskıyı arttırıyordu, bu gidişle dışlanacağından korkuyordu.

Bu düşüncelerle eve vardığında, kimseyi bulamadı ve biraz zaman öldürdükten sonra uykuya daldı. Bir takırtıyla uyandığındaysa, mutfaktan konuşma sesleri kulağına çalındı. Küçük odanın ışığını açıp baktığında, saatin gece yarısını çoktan geçtiğini ve şafağın yakın olduğunu gördü. Normal değildi bu durum, onunkiler yine kavga mı ediyordu yoksa?

Gözlerini ovarak mutfağa girdiğinde bir kadın konseyi karşıladı onu. Aralarında bir yerde annesini seçebildi.
"N'oluyor?" diye sordu, kadına.

Oysa bir cevap alamadı. Orta yaşlarına varmış kadın gözünü kaçırıyordu ondan.

"Babam nerede?" diye sordu, bu garip topluluğun amacını anlamaya çalışarak "Yine işte mi?"

Rahatsız edici bir sessizliğe sahip kadınlardan çıt çıkmamıştı. Küçük mutfağın üstüne ölüm sessizliği çökmüştü. Genç olan biteni hala kavrayamasa da, içindeki bir şeyler ona fısıldamaya çalıştı. Ancak gerçeğin sesi, savunmaya geçmiş bilinçaltında çabucak yok olup gidiverdi.

Mutfağı terk eden ergen, başka sesler duyunca o tarafa yöneldi. Salonu bulunmayan evin dışından geliyordu bunlar. Metal kapıyı açıp dışarı çıktığında, bir çok orta yaşlı adamı buldu orada. Onları tanıyordu. Akrabaları ve babasının arkadaşlarıydı bu kişiler.

Gecenin karanlığı içinde, kendi aralarında alçak sesle konuşan adamlar onu görünce sus pus oldu ve her biri gözlerini ona dikti.

Arkalarındaki araçta bir tabut gördü genç.

"Babam nerede?" diye sordu.

Birbirine bakan adamlar biraz fısırdaştı ve en son, hepsi tek bir adama baktı. Dayısıydı bu. Hatırladığından çok daha yaşlı görünüyordu.

"Babanı kaybettik," kelimeleri döküldü ağzından.

---

Cenaze zar zor hatırladığı bir rüya gibi gelip geçmişti. Ağlayan kadınlar, asık suratlı erkekler ve neler olup bittiğini anlamayan küçük çocuklar.

Babasının cesedine bakmak istememişti fakat gelenek icabı göstermişlerdi yine de. Ezilmiş göğsündeki dikiş izlerini, soluk bedeni ve tek tük beyazların düştüğü kara bıyığı asla unutabileceğini zannetmiyordu. Ancak aklında en çok yer eden şey, bir zamanlar hayat dolu olan bu adamın hareketsiz, hastalıklı fakat yine de her an uyanıp her şeyin bir yanlış anlaşılma ya da saçma bir şaka olduğunu söyleyebilecekmiş gibi yatmasıydı.

Olaydan sonra, günler boyunca neler olup bittiğini anlamadan boş boş gezinmişti. Okula gidiyordu, dışarı çıkıyordu ve alışveriş yapıyordu her zamanki gibi. Ancak hiçbir zaman, hala var olduğu hissine ulaşamıyordu.
Eve geldiğinde ise ağlayan annesi ve acıma dolu gözlere sahip sözde yardımsever insanların bakışlarına katlanamıyordu. Uyuşuk hissetmediği ve kimsenin görmediği anlarda zaten kendisi yeterince ağlıyordu, bir de bu insanlarla uğraşmazdı.

Bu şekilde aylar ayları kovaladı, başta sonu gelmeyecek gibi görünmüş olsa da acı zamanla sönüp, yerini hafifçe ama kesintisiz biçimde yanan bir sızıya bıraktı.

Gelen giden azaldı, akrabaların yaptığı yardım da kesildi. En çok dayısı yardımcı olmuştu onlara fakat bir süre sonra o da, bakması gereken bir ailesi olduğunu söyleyerek parayı kesmişti. Annesi de dahil herkes, ona okumayı bırakıp bir işe girmesi gerektiğini söylüyordu, kadın çalışmaya başlamıştı fakat ev işleri haricinde bir şey bilmediği için yeterli para getiremiyordu.

Genç de bunu biliyordu fakat kabul etmek istemiyordu. Bir süre cebelleştikten sonra, en sonunda razı olacağı hafta evin kapısını garip bir adam çaldı. Düzgün takım elbisesi, temiz ve soğuk yüzü ile buraya yabancı olduğu açıkça belliydi. Detayları pek kavrayamasalar da, annesi de o da tek bir şeyi anlayabilmişti. Babası yıllar boyunca gizliden gizliye köşeye bir şeyler koymuştu, akıllıca ve kısmen de şanslı olarak yaptığı yatırımlar sayesinde de miktar büyümüştü. Miras olarak, onların koşullarına göre, büyük bir birikim bırakmıştı. Yanında da bir mektup.

Mektupta yazana göre bu paranın, oğlunun eğitimi için kullanılmasını istiyordu, ki bu durum genç ile annesi arasında bir gerilim oluşmasına yol açmıştı. Oğlan artık bir şeyleri daha net görebiliyordu, hayattan o an istediği tek şey bu çukurdan –babasının da onun için istemiş olduğu gibi- kurtulmaktı. Körelmiş olsa da potansiyeli olduğunu da biliyordu.

Öte yandan annesi ona saçmalamamasını ve parayla güzel bir iş yeri açıp onları geçindirmesini söylemişti. Babası gittiğine göre bu görev artık ona düşüyordu. Yıllar yılı kocasının son isteğine hiç saygı duyup duymadığını sorduğundaysa "Adam ne kadar zamandır arkamdan iş çevirmiş? Bir şeyleri sakladığını biliyordum. Neden bana güvenmedi ki?" cevabını almıştı.

Kadın nuh deyip, peygamber demiyordu. Canının yandığı barizdi, kocasının güvensizliği ona koymuştu. Aynı zamanda açıkta kalma düşüncesi de bayağı korkutuyordu. Yine de oğlan bu kadar büyük bir fırsatın kaçıp gitmesine izin veremezdi. Böylece uzun bir süre boyunca kavga ettiler ve iş artık bir yerden sonra yaşayıp gitme meselesini geçip gitti. Kocası tarafından ihanete uğradığını düşünen kadın, şimdi de oğlunda aynı belirtileri gördüğünü düşünüyordu. Oğlan ise bencil davrandığını düşündüğü annesine içerliyordu.
En sonunda, inceldiği yerden kopsun diyerek, olayı, onlara haberi getiren avukata taşıdıklarında ise, çocuk yasal olarak reşit olmasa da onun hakkının geçerli olduğu ortaya çıktı. Kadın onun vesayetine sahip olarak parayı kullanabilirdi yine de. Ancak mirasın gerektirdiği şekilde –oğlanın eğitimi için- harcamazsa parayı, yerine yeni bir varis atanacaktı. Sorun oydu ki, güvenilir birisi yoktu ortalıkta.

Duygusal olarak birbirlerine bağlılıkları zayıflamış olsa da, gereklilik bağıyla bir araya gelmiş ana-oğul, böylece bir anlaşmaya varmak zorunda kaldılar.

Genç oğlan yavaşça kendisini çeteleşmeden çekti ve derslere yöneldi. Bir süre sonra da, kendi payıyla yeni ve daha düzgün bir okula yazıldı. Annesi ise zaman içinde kendisine yeni bir koca buldu. Daha iyi bir semtte oturan, hayatının bu vaktine kadar yalnız yaşamış, orta yaşlı bir adamdı.

Bu olay olduğunda çocuk on sekiz yaşına basmış ve artık bir yetişkin olmuştu. Babasından başka birinin altında yaşamayı reddederek, evi kendisine aldı ve annesiyle yollarını ayırdılar. Son görüşmelerinde kadının aklından neler geçtiğini çözememişti. Kendisininkinde ise kısmen pişmanlık, biraz acı fakat bir yandan da bir rahatlama vardı. İstediği üniversitede tıp kazanmış ve sonunda bağımsızlığını ilan etmişti. Para büyük oranda suyunu çekmiş olsa da, yıllar içinde geliştirdiği notları ile devletten kazandığı burs ve yarı-zamanlı bir iş sayesinde hala okuyabilirdi.

Sonunda özgürdü.

---

Bu olaydan beri üç yıl geçmişti ve şimdi, annesinin ölüm haberini almış olduğu gece çatıda birasını yudumluyordu. Ne hissetmesi gerektiğini bilmiyordu. Kadının ağlamaklı bencilliği aklına geldikçe öfkeleniyor fakat bir yandan da tarif edilemez bir acı hissediyordu. Bu kadar kötü olacağını hiç düşünmemişti, kadını üç yıl önce aklında gömmüştü. Oysa şimdi, onu gerçekten gömmüştü.

İstemsizce gözünden dökülen yaşları ilk başta silmeye çabalasa da, çok geçmeden hıçkırarak ağlamaya başladı. Böyle olmasını istememişti, böyle boktan bir dünyaya gelmeyi o istememişti. Böyle boktan bir insan olmayı istememişti.

Bira kutusunu fırlatırken, içindeki acının yerini öfke almaya başladı. O güne kadar duymadığı bir tepki, dünyaya isyan içini bürümüştü. Kendini sokaklara vurdu ve dolanmaya başladı. Yarım saat sonra üç tane eski arkadaşını gördü, birinin peşinden koşturuyorlardı. Eski zamanların hatırına onun da yardımını istediler.
O da kabul etti...
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 25 Eylül 2016, 21:21:12
Bölüm 11 - Charmius 2

"Charmius," dedi adam, kendi kendine "Yıllar sonra bu ismi neden tekrar duydum?"

Salonla birleşik olan mutfakta, akşam yemeğiyle uğraşmakta olan bir doksanlık adam, olan bitenlerden dolayı yorulduğunu kendine itiraf etmek zorunda kalmıştı. Önündeki tencreye odaklanmışken, kaslı göğsündeki bıçak yarası sızlayınca, eli farkında olmadan oraya gitti.

Pazardan aldığı barbunyayı attığı tencereyi kontrol etti, tekrar kaynatma vakti gelmemişti daha. Eti bir an önce yemek için sabırsızlansa da, sebzeyi de bekleyecekti. Normalde olduğu gibi kısa yemekler yapmak yerine, bugün kendine küçük bir ikram hazırlıyordu.

Yemek pişe dursun, koca bir kaseyi alıp geniş salona geçti. Köşedeki televizyonun önündeki küçük, tahta sehpaya bol marullu salatayı bıraktı ve ardından mutfaktan şarabını aldı. Sehpaya dönerken önünden geçtiği pencereden, dışarıdaki karanlığa baktı bir anlığına. Sokak lambalarının ölü beyazı ışığı, zar zor etrafı aydınlatıyordu. Gerçi, müstakil evinin bahçesindeki koca çınardan dolayı normalde de pek bir şey görebildiği söylenemezdi.

Rengi atmış, bir zamanlar lacivert olan mavi koltuğa çöktü ve kumandanın düğmesine bastı. Pili bitmiş kumanda çalışmayınca, söylenerek kalktı ve siyah televizyonu açmak için uzandı. Tam düğmeye basacaktı ki, sol omzuna saplanan bir acıdan dolayı kolunu refleksif olarak geri çekti. Bu arada elinden fırlayan kumanda, duvarın kenarında duran geniş kütüphaneye giderek çarptı ve dolu kitaplıktan taşan bir kitabı devirdi.

Onu yerden almaya tenezzül etmeyen adam, koyu yeşil gözlerini acıyla kısarak omzunu ve kolunu esnetti. Bu işlemi biraz daha sürdürünce batma hissi yavaş yavaş kayboldu ve yerini rahatlamaya bıraktı.

En sonunda televizyonu açıp karşısına geçti ve salataya daldı. Bir yandan, bayağı eski olduğu belli olan maşrapasından kırmızı şarabı yudumluyordu. Televizyonda oynayan sitkom pek kaliteli olmasa da, iyi gelmişti. Arada bir eğlenerek kaf hafifçe gülen, kah sırıtarak burnundan kuvvetlice nefes veren adam, bir süre sonra yeşilliği bitirdi ve mutfağa döndü.

Sonunda pişmiş olan barbunyayı dinlenmeye bıraktı ve yarım kiloluk bifteği cızırdayan tavaya attı. Acemice karıştırdığı baharatları üstüne dökerken, pişen etin kokusu etrafa yayılmaya başlamıştı. Tereyağının cızırtısı, televizyondan gelen kahkaha efektiyle karışarak geniş odayı dolduruyordu. Şaraptan bir yudum daha aldı.

Birkaç dakika içinde, harlı ateşte yaptığı et hazır olunca ve hafiften sallanarak koltuğa attı kendini ve yemeğin keyfini çıkarmaya koyuldu. Salatanın aksine, bunları yavaş yavaş tüketerek keyfini çıkarmak niyetindeydi.

---

"This will never end,

'Cause I want more.

More, give more,

Give me more..."


Telefonun çalmasıyla gözlerini açan adam, kendine gelmeye çalışarak komodine doğru baktı. Titreşerek zarıldayan alet sabah sabah nedense sinirlerini bozmuştu.

"... this will never end,

'Cause I want more.

More, give me more,

Give me more..."


Bir daha sevdiği bir şarkıyı zil sesi yapmamaya karar verirken, bir yandan doğruldu ve arayana baktı. Çağrının kimden geldiğini gördüğünde ise, hemen telefonu açtı.

"Charmius!" diye bağırınca bir kadın, kulağından uzaklaştırdı cihazı "Yine içip kendinden mi geçtin?"

"Sesinin tizliği gitmiş," dedi, adam "N'apıyorsun, Gece?"

"Hala bir ergen olduğumu mu sanıyorsun? Kaç yıl oldu, öküz adam. İnsan bir kere arar sorar," diye devam etti kadın.

"Meşguldum," dedi ayağa kalkıp, yatak odasının penceresine giden adam.

Salon harici evdeki tek oda olan bu yerden, etrafı daha rahat görebiliyordu. Aşağıda oynayan çocuklar vardı.

"Cık cık, demek hala umursamazın tekisin," dedi kadın "Evde misin?"

"Şehre mi geldin?" diye sordu, adam.

"Dedektif materyali olduğunu biliyordum sende. Tahmin et ne oldu?" dedi, sesindeki heyecanı zar zor bastırdığı belli olan kadın.

Adam onun dediklerini dinlerken, sokağın karşısındaki çocuklardan biri onun tarafını işaret etti. Baksırı haricinde üstüne bir şey geçirmemiş adamı görünce, kollarını ve vücutlarını kasıp, kasıla kasıla yürümeye ve ona oyuncul bir şekilde tehditkar pozlar vermeye başladılar. Sekiz-dokuz yaşındaki bir tanesi, tişörtünü kaldırıp karın kasını çıkarmaya çabaladı. Yeni uyanan adam bunların hiçbirini fark etmemişti.

Birkaç dakika sonra kapısı çalınınca, üstüne beyaz bir tişört geçirmiş adam onu açmaya gitti. Karşısında uzun, siyah saçlara sahip alımlı bir kadın buldu. Kimin geldiğini bilmese onu tanımayabilirdi.

"Naber?" diyen, genç kadın ona baktı.

Cevap vermek yerine, bütün ciddiyetiyle, durduğu yerde ona resmi bir selam çaktı adam. Şaşırmak yerine, bütün havası değişen kız da ona karşılık verdi. Gerilimli hava ortamı kaplarken, bir anda ciddiyetin yerini gülüşmeler aldı ve adam onu içeri davet etti.

"Hatırlayacağını düşünmemiştim," dedi, spor ayakkabılarını çıkaran beyaz tenli kadın.

"Unutur muyum?" dedi, bir elinde kahve tutan adam.

"Böyle kolay kurtulabileceğini sanma. Yine de bir öküzsün! Kaç kere aradım seni, niye cevap vermedin?" diye sordu, girişte duran kız, gözleri terlik arayarak.

"Al," diyen adam, kendininkileri çıkararak ona yolladı "Meşguldum işte."

"Neyse," dedi, üstünde sportif, siyah arka plana işlenmiş gri desenlerle kaplı bir tişört olan kadın "Yeni çalışma arkadaşına merhaba de."

"Tam olarak birlikte çalışmayacağız," dedi adam "Sonuçta istihbarattasın sen."

"Öyle deme. Bizimkiler bütün bu olan bitenlerle bayağı bir ilgili. Başkenti görmeliydin, siyasetle kafayı bulmuş bütün o morukların etekleri tutuştu. Hiçbir fark yaratmayacağını düşünüyordum ama bak, piyango kime çıktı."

Bunu derken, gözlerinin içi gülüyordu.

"Terfiyi hak etmiştin, akademideki en iyilerden biriydin," diyen adam mutfağa yöneldi "Kahve alır mısın?"

Sarıya kaçan kahverengi gözlere sahip kız, başıyla onayladı ve etrafa göz gezdirdi. Tekli koltuk, sehpa ve televizyon harici sadece duvarda bir resim asılı olan geniş salon bomboştu. Tabii büyük kütüphane sayılmazsa. Evi tararken, arkası dönük şekilde kahve koyan ve hala altında siyah baksır olan adamın kıçında gözleri normalden biraz fazla daha kalmıştı.

Adam iki adet kahveyle döndü ve ikisi de, koltuğu boş bırakarak, yere çöküp bağdaş kurarak sohbete daldılar.

"... ardından ağzına bir tane vurdum ve herif dönüp ne dedi dersin?" dedi, bir beklenti oluşturmayı amaçlayan kız.

"Ne?" diye sordu, kahvesini son demlerini yudumlayan adam.

"Bir tane daha vur, yahşi güzel," dedi, kendi bardağını çoktan bitirmiş kız "Ben de dediğine uydum ama bu sefer yüzü yerine taşaklarına bir tane geçirdim. Kıvranışını görmeliydin."

Bunu derken bir yandan gülerek, çok kalın olmayan fakat kaslı ve sıkı koluyla uzun saçını elledi. Adam da gülmüştü, ancak kızın teşkilatta bu kadar uzun saçlarla dolaşmasını da bir yandan garip bulmuştu. Belki de istihbarattakileri daha rahat bırakıyorlardı.

"Şey, Charmius, duyduğum kadarıyla hala sokak görevindeymişsin," dedi, sesinin tonu değişen kadın.

"Haberlerden mi gördün?" diye sordu, rahatsızlık emaresi göstermeyen adam.

"O da var," dedi, uzun yüzlü kız "Toy katile rastlamışın."

"Toy katil mi?" dedi, bir anlığına anlamayan adam.

"Bazı sitelerin verdiği bir ad, komşu katili işte. Başkentte en çok bu tuttu. Entellerin hoşuna gidiyor," dedi ve bilerek takındığı yapmacık, tepeden bakan bir sesle devam etti "Toplum tarafından dışlanmış bir genç. Artık baskılara dayanamayarak kendini kaybediyor ve bir intikam görevine çıkıyor!"

"Burjuvazi figürlere karşı bir ayaklanmanın başlangıcıdır belki de!" dedi, ona uyan adam.

"Hah," dedi küçümseyen kız "O solcuların çok hoşuna giderdi. Gerçi veledi anlamadığımı söyleyemem."

Bunu derken biraz utanmış gibiydi.

"Neden?" diye sordu, adam merakla.

"Bayağı sağa sola savrulup duran biriymiş duyduğum kadarıyla, zayıf olmak hoş bir şey değil," dedi, elindeki bardakla oynarken bilek kasları gerilen kadın.

"Niye buradasın?" diye sordu, adam lafı dolandırmadan.

"Ben..." dedi kız, duraksayarak "Başkent sandığından daha karışık ve sen, sandığından çok daha büyük bir üne ulaştın."

"Ne? Ne ünü?" diye, sordu kaşları kalkan adam.

"Yok, hayır. Boşver," dedi, apaçık şekilde gerilmiş kadın.

"Gece, birbirimizi akademi yıllarından beri tanıyoruz. Ortada bir şeyler dönüyor," dedi, yanık tenli adam.

Genç kız bir anlığına düşüncelere daldı, ardından makyajsız, koyu dudaklarını aralayarak bir şeyler demek istedi fakat ne diyeceğini bilemiyormuş gibi tekrar kapadı.

Alnında ince kırışıklıklar belirmiş adam, sakin bir görünümle onu izliyordu.

"Tek bildiğim öldürülen o şirket sahibinin politik bir öneme sahip olduğu. Ölümü bayağı bir karmaşaya yol açtı," dedi, yüzüne kararlı bir ifade yerleşmiş olan kadın.

"İstihbarat bu yüzden mi burada? Seni tek mi yolladılar?" diye sorguladı, adam.

"O kadarını söyleyemem. Hatta bunları bile sana dememiş olmam gerek," dedi, ayağa kalkan, bir yetmişlerdeki kadın "Kahve için sağol."

Son cümlelerine rağmen, yüzünde hiçbir pişmanlık yoktu.

"Ne demek," dedi, onun ardından doğrulan, kısa ve düz saçlı adam "Demek istihbarat soruşturmaya dahil oluyor."

"Öyle. Gitsem iyi olur, Charmius," dedi, kadın "Bir ara dışarı çıkalım."

"Rütbeli birinin hoşuna gidecek bir mekana girebilir miyim bilmiyorum," diye, alaylı bir tonda cevapladı adam.

Sağ koluna şakasına bir yumruk savurdu kız. Yine de, darbenin ardına biraz acıtacak kadar kuvvet katmıştı.

"Tamam tamam," dedi adam "Mekanı sen seç."

"Adios, muchahos," dedi kapıdan çıkan kız.

Charmius, içinde beliren onu düzeltme dürtüsünü yoksaydı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 27 Eylül 2016, 19:03:24
Bölüm 12 - Ekim

"Tao Te Ching mi?" diye sordu, genç kızın yanında yürüyen oğlan.

"Dao De Çing diye okunuyor," diyen sarı, kısa saçlı kız kitabı geri almaya yeltendi fakat adam oyuncul bir şekilde elini geri çekti.

"Dur be, iki dakika bakayım," dedi eğlenerek.

Kalabalıkla birlikte yol alan ikili, kah şakalaşıp kah gülerek yürümeye devam ettiler. Güneşin sarı ışıkları açık meydana düşerken, nereden estiği belli olmayan bir rüzgar binlerce kişiyi havanın yakıcı etkisinden koruyordu. Öğlen güneşi altında insana nefes aldıran doğanın bu lütufu, zaten gergin olan kalabalığa iyi gelmişti. Kimisi açık, kimisi koyu tenli, bir kısmı orta kesim başka bir kısmı ise alt düzey gelirli olan insanlar, sadece tek bir amaç için bir araya gelmişti o gün; baskıyı her geçen arttıran hükümete karşı seslerini duyurmak.

Bir kaç yüz metre gerideki köprünün orada bulunan yüzü aşkın otobüs, ülkenin dört bir yanından gelen kalabalığı başkente taşıma görevini yerine getirmiş halde duruyordu. Onların yakınında toplanmış şoförler ise, asfalt alanda bekleşirken memleket muhabbetine dalmışlardı. Gür bıyıklı ve koyu tenli bir tanesinin kahkahası yankılanarak rüzgara karıştı ve eylem alanına giden kalabalığa ulaştı. Tam olarak nedendir bilinmez ama bu kahkaha bir çok kişinin içini rahatlatmıştı, hayatın normalliğine dair bir işaretti sanki. İçinde bulundukları durum ve aldıkları riske rağmen, kendini sakinleştirmek için değil fakat tam anlamıyla içten kahkahayı basan birisi, her şeyin normal olduğunu gösterir gibiydi.

Kırmızı, uzun ve ince bir kortej bayrağını taşıyan bir genç keyifle bir sigara koydu ağzına ve yanındaki arkadaşına yaktırdı. Çantasının kayışıyla oynayan orta yaşlı bir bakkal, kendinden küçük bir çok kişinin olduğu alana bakarken gözlerinin içi ışıldıyordu. Hazırlık olarak çantasına limon atıp gelmiş bir kadın ise, onları belki de kullanmasına gerek kalmayacağını düşünmeye başlamıştı. Çocuğuyla gelmiş bir baba ise, onu omuzlarına alarak devleştirmişti. Yerel baş örtüsü ve şalvarla giyinmiş yaşlı bir kadın ise, evde hazırlayıp getirdiği börekleri, etrafındaki gençlere dağıtıyor ve bir yandan sohbet ediyordu. Topluluğun diğer tarafında, su ve simit satan henüz ergen yaşta birinin ise etrafına pek çok kişi doluşmuş ve aceleyle paraları uzatıyorlardı.

---

"Topluluğa katılsana," dedi oğlan "Senin gibi hevesli birisi iyi olur."

"Eh," dedi, kavisli burnunu kaşıyan, teklifi pek de umursamamış ve geri aldığı kitabındaki kırışıklıkları düzelten kız "Kendi başıma bir şeyler yapmayı tercih ederim."

"Apolitik takıl bakalım," diyen siyah sakallı genç, ağzının kenarıyla ekledi "Yakında kırmızı et ve şarap falan da yemeye başlayacaksın bu gidişle."

"Parasını ver yiyelim. Makarnadan imanım gevredi," dedi, altta kalmayan ince kız.

"Makarna demişken bak aklıma ne geldi. Ketılla kaynatma konusunda yeni bir yöntem buldum..." diye lafa başlıyordu ki, kız onun lafını böldü.

"Etrafta neredeyse hiç polis görünmüyor nedense," demişti kendi kendine "Pardon ne diyordun?"

Ancak sohbete devam etme girişimine rağmen, istemsizce, mavi gözleri alanı taramaya devam etti. Daha önce bu tarz toplaşmalarda çok bulunduğu için, güvenliğin bu kadar az olması içine sinmemişti. Belki de ileride bir yerde barikat kurmuş halde onları bekliyorlardı ya da kim bilir, belki de caddeye girdiklerinde bir anda her sokaktan üstlerine çullanacaklardı. Ne olacağını bilmese de, hayra alamet olmadığı açıktı.

"... ardından azar azar kaynayan suyu ekliyorsun. Hey, dinliyor musun?" dedi genç adam, hafiften bozularak.

"Sivil görüyor musun etrafta?" diye sordu kız ona.

"Ne?" diye afalladı, sorunun mantığını anlayamayan adam.

"Sivil polis, diyorum. Görüyor musun?" diye, daha açık şekilde tekrarladı, sırtındaki çantanın kayışlarını sıkılaştıran kız.

Ondan daha uzun olan siyah tişörtlü adam, parmaklarının üstünde doğrularak şöyle bir etrafı taradıktan sonra, başını olumsuz şekilde salladı.

"Artık çok daha fazla uzmanlaştılar. Senden benden ayırt edilemiyorlar," dedi bir yandan.

"Yine de bir kaç tane de olsa bariz olanlar oluyordu. Garip bir şeyler..."

Ancak cümlesini tamamlayamadan, yakınlarda bir yerlerden gelen patlama sesiyle birlikte donarak kaldı. Zaman yavaşlamışken, mavi gökyüzünün altında yükselen alev öbeğine çevrildi gözleri.
Basınçla birlikte etrafa saçılan kol, bacak ve et parçalarının kalabalığın üstüne yağışını gördü yavaşça.

Bir kaç sıra önündeki insanların çoğunun eş zamanlı şekilde yere yığıldığını gördü. Onların ardındaki sırada bulunanlardan bazıları ise acıyla haykırmıştı.

Babasının omuzlarına yerleşmiş çocuğun alnındaki delikten kanlar süzüldüğünü de gördü. Bir an sonra ise, hızla fışkıran kan taneleri yüzüne sıçrarken gözlerini kapamak zorunda kaldı.

Kızın bilinci olan biteni daha kavrayamasa da, gözlerini açtığı sırada, beynindeki sinaptik bağlantılar ateşlendi ve saliseler içinde kaçma güdüsü kontrolü ele geçiriverdi. Yanındaki oğlan da, o da, refleksif olarak birbirlerinin elini tutarak arkaya döndüler.

Döner dönmez, ikinci bir patlama, bu sefer çok daha yakınlarında gerçekleşti ve görüntüler solarken, yere yığıldı. Son gördüğü şey, katliamdan kaçmak için koşan birisinin yerdeki kandan dolayı kayıp düşmesi olmuştu.

Üç saniye geçmişti, sadece üç saniye. Bu kısa süre, ahenk ve neşeyle yürüyen kalabalığın kaosa ve kana bulanması için yetmişti.

---

Etraftan sesler gelirken, karanlığın içinde bulunan kız neler olduğunu anlayamadı. Evde olduğunu sanarak, neden bu kadar gürültülü olduğunu merak etti. Birileri ziyarete mi gelmişti? Gözlerini yavaşça açmaya çalıştığında, sol gözünde bir sızı hissetti ve onu aralayamadı. Sağ gözü ise masmavi gökyüzüne doğrulmuşken, eli kendiliğinden, merakla, diğer gözüne gitti. Yapış yapış bir şeyler vardı, neydi ki bu? Eline baktığında bunun kan olduğunu anladı. Bununla birlikte olan biten her şeyi hatırlamıştı.

Elinden geldiği kadar hızlı doğrulunca, etrafında toplanmış pek çok kişiyi gördü.

"Yaşıyor! Burada hayatta olan birisi var!" diye bağırdı birisi ve anında dibinde bir doktor belirdi.

"N'apıyorsun? Uzan!" diyen adam, yüzünün sol tarafını inceliyordu bir yandan.

"Arkadaşım... o nerede?" diye sordu ve ona uymayı reddederek ayağa kalktı.

Üstünde bir şeyler olduğunu fark edince bakışlarını ona doğrulttu. Özgürlük temalı, plastik bir pankarttı bu. Yere atarak etrafına bakındı.

"Neler... ne oldu...?" diye sayıklamıştı bir yandan.

Açık olan tek gözü yaşarmıştı bunu derken. Genzi ve ciğerleri de yanıyordu.

"Gaz attılar, polis geliyor!" diye bağırdı birisi o sırada.

"Yolu kapadılar, ambulans giremiyor!" diyen, üstündeki gömlek kana, başkasının kanına bulanmış bir adam haykırdı.

Sağ gözündeki bulanıklık geçmeye başlamış kız, o sırada alanı daha net görebilmeye başlamıştı. Kendisinin de bulunduğu yaralıların bir araya getirildiği alan, patlama bölgesinden yüz metre kadar uzaklıktaydı. Kimisi koşturan, kimisi amaçsızca dolanan pek çok insan vardı çevresinde. Az sayıda doktor yaralılara müdahale etmeye çalışırken, başka bir taraftaki kalabalık polis barikatına saldırıyor ve ambulans yolunu açmaya çalışıyordu. Ancak bir kısmının yüzü öfkeyle çarpılmış, bir kısmı gülen güvenlik güçleri onları engelliyordu.

"Barış nerede?" diye sordu, onu inceleyen doktora.

İşine odaklanmış adam onun dediğini duymamıştı bile. Sol göze isabet etmiş demir bilye, gözün frontal tarafını penetre etmiş olsa da çok derine girememişti. Ancak gözü ezerek, akının akmasına ve tamamen işlemez hale gelmesine yol açmıştı. Operasyonla kurtarılma şansı yoktu. Yani genç kız, ömür boyu bir daha o gözünü kullanamayacaktı. Yine de cismin orada kalmasına, enfeksiyon riski yüzünden izin veremezdi.

Böylelikle, yanındaki kutudan çıkardığı iğneyle lokal anestezi uyguladığında, kız acıyla inledi fakat zaman kaybetmeyerek, lateks eldivenli elinde tuttuğu tıbbi cımbız ile cismi hemen çekip çıkardığı gibi yaraya anti-septik döktü. Sarmaya geçecekti ki, açık sarı saçları kan ile kızıla bulanmış kız bu sırada yere yığılıverdi.

"Kendini kaybetme, kafa travman var. Uyumaman gerek," diyen adam, yüzünün sol tarafını sardığı gibi kızı omuzlarından tutarak kaldırdı. Bir yandan, kendisinin de taktığı -bu tarz olaylar için tasarlanmamış olsa da çok hafif şekilde işe yarayan- tıbbi maskelerden birini kızın yüzüne geçirmişti.

Biber gazı içinde nefes almaya çalışarak fısıldadı "Her şey düzelecek."

Ardından, alnındaki teri kolunun tersiyle sildikten sonra, birisine el etti.

"Ambulans gelene kadar onu uyanık tut. Gerekirse dolandırabilirsin," diye, yardıma koşan gür bıyıklı adama direktif verdi.

"Tamam," diyen şoför, genç kıza destek olarak onu kanlı bölgeden uzaklaştırmaya yeltense de kız direnerek durdu.

"Barış'ı bulmam gerek," dedi, adama.

İlk başta ona karşı çıkmak istese de, yüzünün yarısı sarılı genç kızın geri kalan tek gözündeki acı dolu ifadeyi görünce gönlü bu isteği reddetmeye el vermedi.

"Arkadaşın nasıl birisi, kızım?" diye sordu, yumuşak bir sesle.

"Uzun, koyu tenli. Siyah, uzun saçları ve sakalı var," dedi, minnettar olan kız.

Daha çok detaya girmek istese de, aklına gelen bir şeyden dolayı kelimeler boğazında düğümlenivermişti.

"Tamam, kızım. Yaralılar arasındadır herhalde, gel bakalım," diye yanıtladı adam ve alanı gezmeye koyuldular.

İlerleyen dakikalarda, bayraklar ve pankartlardan yapılmış sedyelerin üstünde bulunan yüzlerce yaralının arasında dolaşsalar da, onu bulamadılar bir türlü. Adam, kızı mümkün olduğunca patlama bölgesinin vahşetinden uzak tutmaya çalışsa da bir işe yaradığı söylenemezdi. Önünden geçtikleri, kırmızı saçlı bir kadın "Hepimizi öldürecekler!" diye ağlıyordu telefonda. Kamerasını yere bırakmış bir haberci, kendini tutamayarak yüzünü elleriyle kapamış ve hüngür hüngür ağlıyordu. Ağzından kanlar boşanan, bilinçsiz bir gencin başındaki kadın doktor bütün gücüyle ona kalp masajı yaparak hayata döndürmeye çabalıyordu. Börekleri yere saçılmış bir kadın, oturmuş ağıt yakıyordu. Birbirine sarılmış iki tane orta yaşlı adamdan biri, ağlayan diğerini durdurmaya çalışmadan sadece tutuyordu. Kan, uzuv, et ve demir parçaları her yere saçılmıştı. Barış ve özgürlük temalı pankartlar kızıla bulanmıştı.

Bu esnada, polisi geri püskürtmeyi başarmış olan grup sayesinde ambulanslar tek tük alana girebilmeye başladı. Kızın da enerjisi tükenmeye yüz tutsa da, Barış'ı bulmak konusunda diretmeye devam etti. Bıyıklı adam, ona arkadaşının ölmüş olabileceğini nasıl söyleyebileceğini bilmediği için kızla birlikte dolanmaya devam etti. Ayrıyetten, kızdan çok daha ağır yaralılar vardı ve önce onların tahliye edilmesi gerekiyordu.

Böylelikle, kalan küçücük umut kırıntısına tutunarak arayışı sürdürmeye devam ettiler. Ancak bir süre sonra, adamı daha acil bir ihtiyaç için çağırdılar.

"Bir yere gitme. Geri geleceğim," diyerek, gözleri dolmuş bir şekilde ayrılarak, onu yalnız bıraktı.

Ona uymayı bir an bile aklından geçirmemiş kız tekrar doğruldu ve bu sefer, daha önce inanmak istemediği olasılığa boyun eğerek patlama alanına doğru yol aldı. Gözü Barış'ı arıyordu ve onu, kısmen, bulması uzun sürmedi.

Bedeni parçalanmış Barış, cansız halde yerde uzanıyordu.

Geriye kalan bütün enerjisi de çekilen kız, yere düşerek ağlamaya başladı. Arkadaşının kanı içinde oturmuş, gözünden yaşlar akarken, hayatta kalan ve hala yaşama şansı olanları kurtarmaya çalışan kalabalığa saldıran polisi gördü. Bunlar olup biterken bir yandan da etrafındaki dünya kararmaya başlamıştı, yaşam enerjisi gittikçe azalıyordu. Ölümün yaklaştığını hissederek, aciz şekilde direnmeye çabalasa da yaralı bedeni ve aklı buna el vermedi.

Ve her şey karanlığa büründü...

---

Boşluğun içinde süzülen kız, kendi bedeni haricinde hiç bir şey göremiyordu. Sadece, karanlığın hakim olduğu uçsuz bucaksız bir boşluk vardı. Başka bir an olsa, içine düştüğü bu garip durumu sorgulayabilirdi fakat o anda hissettiği tek şey, ölçmesi imkansız bir acıydı.

Dakikalar boyunca süzülmeye ve ağlamaya devam etti, öteki hayatta mı olduğunu ya da ölüp ölmediğini umursamadan. Ancak bir süre sonra yaşlar duruldu ve -kısmen- rahatlamış bir boşalma hissi, bunun yanında da büyük bir yorgunluk çöktü üstüne. Bir yandan nerede bulunduğunu sorgulamaya başladı, cidden ölmüş müydü?

O anda, bedeni süzülmeyi kesti ve çevresi bir anda aydınlanarak, önünde beliren çelik mavisi, yuvarlak ve geniş platformu aydınlattı. Dairenin ortasında, hava -sanki cayır cayır yanan bir alev varmışçasına- bulanıyor ve etrafa ısı saçıyordu. Ancak insanı yakan bir sıcaklığı yoktu, tam tersine hoş bir ılıklığı vardı.

Artık yatışmış kız, neler olduğunu merak ederek, merkeze doğru yaklaşmaya koyuldu. Attığı her adımla beraber bulanıklık daha da belirginleşiyor, hatta belli bir forma bürünüyordu. Bir kaç metreden sonra insana benzer bir şekil, seçilebilir hale gelmişti. Daha da yaklaştıkça, ısı dalgasından oluşmuş bir bedeni apaçık biçimde görebilmeye başladı. İki yanında uzanan, her biri ikişer metre civarı kanatlara sahip form, kıza çevirmişti başını.

"Öldüm mü? Burası neresi?" diye sordu, kız ona.

Ancak konuşma şeklinde bir cevap gelmedi. Bunun yerine, aklının içinde bir fikir, daha doğrusu bilgi belirmişti. Kelimelerden, sesten ya da görüntüden değil, sadece kavramlardan oluşuyordu. Ona daha ölmediğini fakat çok yakın olduğunu bildiriyor, dünyaya geri dönmesini salık veriyordu. Aynı zamanda varlık, kendi tözünün kavrayışını da ona aktarmıştı; insanların melek dediği şeydi o.

"Ne? Tanrı gerçekten var mı yani?" diye sordu, kız.

İlginç şekilde, bu tecrübeyi garipseyemediğini belli belirsiz fark etti. Kendisine verilmiş tözden dolayı, önündeki yaratığın ve bu diyarın var olması ona gayet akla yatkın gelmişti.

Gelen yanıt, tanrı hakkında meleğin de bir bilgisi olmadığını iletti ona. O, diğer bütün canlılar gibi, sadece vardı. Melek kavramı, bir insan olan kızın anlaması için kullandığı bir şey idi ve tanrı konusunda, melekler de insanlardan daha ileri bir duruma gelememişti.

Kavram akışı devam ederken, ona bir teklif fikri sundu aynı zamanda. Kızın ve alanda bulunan herkesin yaşadıklarını görmüştü ve yardım etmek istiyordu. Bu görüş kıza aktarıldığında, onun dokusuna işlemiş bir tepki ve hüznü de fark etmişti sarışın kız.

"Sen..." diyen kız durakladı, yaşadığı şeyi tam anladığı söylenemezdi. Geri çekilerek etrafına bakındı ve vücudu titremeye başladı. Sıcaklıktan uzaklaşırken, ürpertici bir soğukluk da çökmüştü. Rahatlatıcı hava bir anda dağıldı ve paniklemeye başladı. Bu... bu doğru olamazdı. Biraz önce insanlar ölüyordu, kan... Barış ölmüştü.

"Hayal görüyorum. Ölüyorum ve zihnim sapıtıyor," diye kendi kendine konuştu "Bütün bunlar yalan."

Kesik kesik nefes almaya ve kontrolunu kaybetmeye başlamıştı ki, ona yaklaşan ısıl varlık kızı yatıştırdı. Hasarlı bedenini ve zihnini sarmalayan, rahatlatıcı bir duşa benzer sıcaklık sayesinde nefesi düzeldi ve şüphe uçmaya başladı.

"Bütün bunlar gerçek, değil mi? Yaşadığım her şey... bütün o katliam," dedi, konuşurken bile canı yanan kız.

Varlık onu onayladı, ardından bir kavram dalgası daha yollayarak acele etmesini söyledi. Eğer yaşamak istiyorsa meleği bünyesine kabul etmeliydi, kız ile onun tözü bir araya gelerek tek bir varlık haline bürünmek zorundaydı. Onu şu ana kadar hayatta tutabilmiş tek şey, varlıktan kaynaklanan sıcaklık idi.

"Ne istiyorsun peki benden?" diye sordu, aklını başına toplayan sarışın kız.

Melek, ona tek bir kavram yolladı bunun üstüne; adalet.

---

Derin bir nefes alarak uyanan kız, diğer boyutta bulunduğu süre boyunca, bu dünyadaki zamanın hiç ilerlemediğini fark etti. Ayağa kalktığında, uzun bacaklarını sarmalayan bej rengi, dar kotun kana bulanmış olduğunu gördü. Bir an sonra, önünde yatan arkadaşının bedeninden kalanlara baktı ve açık kalmış gözlerini yavaşça kapadı. Bunu yaparken canı yanmış olsa da, delirtici acı dalgası artık geçmişti ve bedeninin her tarafına bir sıcaklık dalgası hakimdi. Neredeyse yaşam enerjisi ile dolup taşıyor bile denebilirdi.

Böylelikle, Barış'ın bedenini daha sonra almaya and içti ve yüreğinde beliren yeni bir kuvvetle harekete geçti. Doktorların yanına koşuyordu ve tek bildiği, yardım etmek için elinden gelen her şeyi yapacak olduğuydu.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 28 Eylül 2016, 17:54:44
Bölüm 13 - Sorgu

Projektörün önünde gezinen amir, her zamanki sert ve dikte eden havasına bürünmüştü.

"Hepinizin bildiği gibi, cumartesi günü başkentteki patlamada pek çok kişi öldü. İstihbarattan gelen bilgiye göre halkın yoğun bir tepki vermesi bekleniyor, ekranda görülen bölgelerdeki devriyeleri iki katına çıkarıyorum," diyen adam, kumandanın düğmesine bastıktan sonra arkasındaki ekrana gözünü bile çevirmeden konuşmaya devam etti "İkinci görüntüsü ise Genç Katil'i gördüğünü iddia eden bir tanık, şu an binada sorgulanmak için bekliyor."

Kumaşa yansıtılmış görüntüyü dikkatle inceleyen Charmion, tanığın sözde odaklanmış oldukları bölgeden birisi olduğunu fark etti. Gözleri alkol kullanımından dolayı kaymış, saçı başı dağınık herifin resminin yanındaki bilgilere göre bir evsiz idi.

"Sen ve sen," dedi Charmion ile kalabalığın diğer tarafında sanki otururken bir şeyler batıyormuş gibi hareket edip duran irikıyım adamı işaret etti "İkiniz sorguyu gerçekleştireceksiniz. Dağılabilirsiniz."

Önüne gelmiş olan bu fırsata şaşırmış olan yeşil gözlü genç polis, bakışlarını kır saçlı amire sorgular şekilde yöneltse de adam oralı olmadı. Bunun üstüne kalkıp, bir kaç gün önce pek de hoş bir olay yaşadıkları adamın yanına gitti. Üniformasından fırlayacakmış gibi duran heybetli adam, gergin bir halde onun yaklaşmasını izliyordu.

"Demek sonunda baş başa kaldık," dedi imalı imalı, Charmion.

Dişlerini kenetleyen adamın çene kasları gerilirken, boynundaki damar belirginleşmişti.

"Gel koca oğlan, sorguyu halledelim," diyerek adamın önüne geçti ve odaya doğru ilerlemeye koyuldu.

Kendisi gibi daha çaylak sayılabilecek bu adam hakkındaki tahminleri tutmuştu. Yüzüne olabildiğince az vurarak sağlam bir dayak attıktan sonra, onun ve yoldaşlarının "garip" pozisyonlarda çektiği fotoğrafları sayesinde, beynini kullanmayı pek bilmeyen adama söz geçirebilir hale gelmişti. Gerçi küçük, kıvırcık adam çok ağlayıp sızlanmış ve az kalsın içinde bir acıma hissi oluşmasına yol açmıştı ama eninde sonunda, pek de umurunda olmamıştı. Ancak ileride onu yakından takip etmesi gerekecek gibi duruyordu.

İşinin başına düşmüş ya da sohbete dalmış insanların arasından, sonunda koridorun nispeten boş bir bölgesine ulaştıklarında, arkasındaki devasa adama durmasını işaret edip yana çekti.

"Bilgi işi n'oldu?" diye sordu "Anlaşmamızı hatırlıyorsun, değil mi?"

"Senin gibi bir sikiğe bilgi vereceğimi mi sanıyorsun?" diye çıkıştı, gerinen adam.

Anlaşılan, olayları yediremeyen adamın bir hatırlatmaya ihtiyacı vardı.

"Bak, canım. Götüne soktuğum copun resmini herkesin görmesini istiyor musun, istemiyor musun?" diye sordu Charmion, rahat rahat "Belki de teşhircilik hoşuna gidiyordur, yani yardımcı olmak isterim ama babanın pek de güzel karşılayacağını sanmıyorum bu durumu."

Bu bir kaç cümle, istediği etkiyi yaratmıştı. Yakasının çekiştiren, nefesi hızlanmış büyük burunlu adam kızardı ve kem küm bir şeyler sayıkladı.

"Öldürülen adam, yapılacak bir kaç proje hakkında baştakilerle ters düşmüş. Değerli bazı yerlerin ihalesini hükümettekiler yerine o almış sanırım. Babamdan sadece bu kadarını öğrenebildim ama çekmecesinde sakladığı bazı şeyler var, daha çok bilgi olabilir," dedi, azarlanmış utanç dolu bir çocuk gibi.

"Cemaatin bu işteki konumu ne? Sadece bilgiye mi sahipler yoksa işin içindeler mi?" diye sordu, Char.
"Bilmiyorum! Çok da yüksek bir yerde değil benimki, bir çok şeyi ondan saklıyorlar," diyen adam, terlemeye başlamıştı.

"Tamam, koçum. Belgelerin resmini çek ve bana getir," diyen Char, sesinin tınısını ayarlayarak anlayışlı bir tonda konuşmuştu. Karşısındaki adama küçük onaylamalarda bulunması gerekiyordu ne de olsa, aynı bir hayvanı eğitircesine.

Yola devam eden ikili, arada bir terleyen adam yüzünden duraklamak zorunda kalsalar da, sonunda sorgu odasına vararak içeri girdiler. Odadaki adam, üstündeki temiz giysiler ve sakin duruşuyla, bilgilendirmede gördükleri fotoğraftan çok daha farklı duruyordu. Bundan şüphelenen Char, bir şey demeden adamın etrafında gezinmeye başladı. Bir yandan da yeşil gözlerini adama kenetlemişti.

"Demek olayı gördün," dedi, tane tane.

"Evet, bayağı ilginç bir şeydi," diye yanıtladı evsiz.

"Anlat, hiç bir detayı atlama," diye emir geldi.

"Takılan gençlerden şarap almak için para toplamış, dönüyordum. O sırada sokak arasında bir bağırış duyunca bakasım geldi..." diyen adamın lafı bölündü.

"Alkol almıştın yani?" dedi, yargılayan bir tona bürünmüş Char.

"Evet--ne, hayır. Daha içmeye başlamamıştım," dedi, tekleyen, sakalını kestirmiş olan adam.

"Evet mi hayır mı?" diye devam etti, tek kaşı kalkmış olan, fit polis.

"Hayır. Alkolu kendi paramla satın aldım ama içmeye başlamadım," dedi, toparlayan adam.

"Hep böyle mi yaparsın? Niye hemen içmeye başlamadın?" diye başka bir soru geldi.

"Kendi yerim var, orada içmeyi daha çok seviyorum," diyen adam, bu sefer daha hızlı cevaplamıştı ki, Charmion bunu şüphe verici buldu.

Sorgu ilerledikçe, adam her zaman gittiği bir yeri detaylıca tarif etti. Ardından sokak arasından gelen bağırışları ve bıçaklanan, düzgün giyimli birisi anlattı. Ona saldırmış olan ve Toy Katil'in tarifine uyan birisi, bıçaklayarak öldürdüğü adamın parasını aldıktan sonra kaçmıştı. Anlatılanlar ne gereğinden fazla ne de az detay içerse de, evsiz ve alkolik birisinin kuramayacağı kadar düzgün cümlelerden oluşuyordu.

"Demek öyle," diyen Char, ellerini masaya koyarak adama yaklaştı "Gömleğin güzelmiş."

"He ya, yeni aldım," dedi, heyecanlı adam "Bayağıdır giymiyordum bu tarz bir şey."

"Parasını nereden buldun?"

"Dün sabah yolda yürürken yerde buldum, ne şanslıyım de mi?" dedi, hala gülümseyen adam.

"Kes lan!" diye Char, masaya bir yumruk indiriverdi "Tavuk mu sikiyorsun burada?!"

"E-efendim?" diyen evsiz adam, sandalyesine sinmişti.

"Tavuğa mı benziyoruz burada? Ha?" dedi, ona iyice yaklaşan Char.

Korkmuş adam, cevap veremedi.

"Tavuğa mı benziyoruz lan!?" diye, adamın yüzünün dibinde bağırdı bunun üstüne.

"Hayır! Hayır, tavuğa benzemiyorsunuz," diye, bir çırpıda yanıt geldi.

"O zaman niye bizi sikiyorsun?" dedi, bu sefer yavaş ama hala gelecekteki bir tehdidi belirten tonla.

"Amirim ben öyle bir şey..." diyecekti ki, kendini savunmaya çalışan adam, lafı yine yarıda kaldı.

"Ağzın şarap bile kokmuyor," demişti, Char sakin sakin.

"Ne?" diye kalıverdi, adam.

"Şarapçı olduğunu söylüyorsun ama ağzın şarap bile kokmuyor. Üstünde yeni bir gömlek var ve yeni tıraş olmuşsun. Evsizmiş... ajan mısın sen? Hangi ülke yolladı seni?"

"Doğma büyüme buralıyım. Askerde yaralandım hatta, bak," diyen adam, çorabını sıyırmaya çalıştı.

"Vatana ihanet ve devlet soruşturmasını yanlış yönlendirmeye çalışmak ne kadar ciddi suçlar bir fikrin var mı?" diye sordu, Char.

"Ha-ha-hayır, yok... öyle bir şey istemedim," dedi, artık ağlamaklı hale gelmiş adam.

"Ülkemize geliyor ve bizi tavuk gibi sikmeye çalışıyor. En kötü ceza evine gider derim, sen ne dersin?" diye sordu, o ana kadar sessiz kalmış olan irikıyım adama.

"Katillerle teröristlerin arasına yollarlar," diye onu onayladı, heybetli adam.

Bütün bunları duyan evsiz adamın gözlerinde toplanan yaşlar, yüzünden süzülmeye başladı.

"N'olur beni yollamayın oraya. Beni öldürürler orada," diyerek ağlamaya başladı.

"O zaman gerçeği anlat. Eğer söylersen, sana hiç bir zarar gelmeyeceğini garanti ediyorum," diye onu yumuşak bir sesle teşvik etti, Char.

"Tamam, tamam... dün yabancı bir adam yaklaştı bana. Olayı gördüğümü söyleyip size ifade verirsem para alacağımı ve aynı zamanda vatanıma hizmet etmiş olacağımı söyledi," diyen adam, hıçkırarak durakladı "Bu ülkeyi seviyorum, asla ona ihanet etmem. Parayı da kullanabilirdim, sokakta yaşamaktan ve soğuk kırıntılar yemekten sıkıldım. İnsanların bana iğrenerek bakmasından sıkıldım."

Bunları diyen, elli yaşlarındaki adam hala ağlıyordu.

"Oldu, gel buraya, gel," diyen Char, adama sarıldı "Anlat bakalım kimmiş bu yabancı."

"O..." diyordu ki evsiz, odaya dalan birisi yüzünden sorgu yarıda kesildi.

"Naptığını sanıyorsun sen?" diye bir soru geldi.

Kafasını çevirip bakan Charmius, karşısında takım elbiseli, temiz yüzlü birisini gördü. Gözleri öfkeyle kısılmış olan adam, siyah kaşlarını çatmıştı.

"Ne istiyorsun ve kimsin?" diye sordu, kaslı kollarını göğsünün önünde kavuşturan Char.

"Ne demek oluyor bu? Amirin nerede?" diye devam etti adam.

Cevap vermeyen Charmius, neler döndüğünü merak ederek adama bakmayı sürdürdü. Odanın bir kenarında dikilen iri polisin de kafası karışmıştı. Evsiz tanık ağlaya dursun, üç adam neler olup bittiğini çözmeye çalışarak birbirlerine bakmayı sürdürdüler. Neyse ki, bir kaç saniye sonra içeri dalan amir sayesinde gergin sessizlik bozuldu.

"Özür dilerim, memur bey. Bilgilerde bir sorun olmuş, sizin geleceğinizi bilmiyorduk," dedi ve sorguları bölünmüş olan iki adama işaret etti "Siz ikiniz, dışarı."

"Boşuna uğraşma, sahte tanıkmış. Kendi itiraf etti," dedi Charmius, çıkmayı reddederek.

"Ne saçmalıyor bu?" diyen, takım elbiseli adam amire dönmüştü.

"Gel lan!" diye bağıran amir, Char'ı yaka paça dışarı çekti.

"Ne bok yediğinin farkında mısın?" diye sordu kır saçlı adam, irikıyım polis kapıyı kapadığı sırada.

"Sorgula dediniz, sorguladım," diyen Char, bozuntuya vermedi.

"İçerideki İstihbarat Örgütü'ndan birisi. Gerizekalının teki bilgiyi geç yollamış, soruşturmayı onlar devraldı," dedi amir, burnundan soluyarak.

"Ne?! Şu yeni kurulan hükümet köpekleri mi?" diye ağzından kaçırıverdi, Char.

Ancak gelen cevap, yüzüne yediği bir tokat olmuştu, daha doğrusu az kalsın yediği. Refleks olarak yakaladığı eli büktü ve kendisini, az kalsın rütbece gömleklerce büyük birisine kafa atarken buluverdi. Neyse ki son anda durabilmişti.

"Siktiğimin gerizekalısı, sen kendini ne sanıyorsun?" diyen amir sinirle elini çekti ve Char'ın karnına bir yumruk geçirdi.

Etraftaki insanların hepsi gözlerini o yöne çevirince, duraklayan amir bozulmuş kravatını düzeltti ve Char'a bir saat sonra odasına gelmesini söyleyerek hışımla çekip gitti.

Yaptığı şeyin sonucunun hayra alamet olmayacağını bilen yeşil gözlü polis, neler olduğunu idrak etmeye çalışarak olduğu yerde kalakalmıştı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 29 Eylül 2016, 21:05:05
Bölüm 14 - Sonuç

Olaydan bir saat sonra amirin ofisine doğru yol alan Charmius, başına gelecekleri tahmin edebiliyordu. Hükümetin polise bağlı kurduğu istihbarat birimi hakkında yaptığı yoruma ek olarak, kendi üstüne el kaldırmıştı. Yargıya verilmezse iyiydi ki umudu bu yöndeydi. Ancak o ana kadar olan emekleri boşa gidecek ve bir kez daha aynı şeyleri sil baştan yaşayacaktı.

İnsanların arasından geçerken, pek çok kişinin gözünü çevirip onu süzdüğünü gördü. Dedikodu bir orman yangını gibi hızlıca yayılmış ve yeşil gözlü "isyankar" adamın sonunun geldiği her tarafta konuşulur olmuştu. Çoğu kişinin yüzünde, tatminkar bir ifadede vücut bulmuş olan "Bunu hak ettin!" iması vardı fakat kimse yanına gelip de, bunu yüzüne söyleme cesaretini göstermiyordu. Bunun yerine, ona bakan erkekler ve kadınlar, sanki lisede müdürün odasına yollanmış belalı biri hakkında konuşuyormuş gibi fısırdaşıp, adam onlara baktığında gözlerini kaçırıyorlardı. Bir kısmı ise, ona dik dik bakarak olaydan haz aldıklarını pis sırıtışlarıyla siyah saçlı adama bildiriyorlardı. Adalet yerini bulmuş, sorun çıkaran bu anlaşması imkansız ayakbağından kurtulunmuştu.

Camları dıştan bakmayı imkansız kılacak şekilde karartılmış olan ofisin kapısını çalan Charmius, gel emrini duyunca içeri girdi. Uzun ve geniş koltuğuna kurulmuş olan kır saçlı amir onu karşıladı. Yayıldığı koltuk, içeri giren kişilerle neredeyse yüz yüze konuşmasını sağlayacak kadar yüksekti. Koyu kahverengi deriye eşit aralıklarla kondurulmuş düğmeler, koltuğun derisini içe doğru bastırarak, gözlerden korunan metal gövdeye sabitliyordu. Garip gelmişti ona bu düğmeler hep, resmi mekanlarda bulunan saçma bir otoriter dekor izlenimi veriyordu. Şu andaysa, bu hissiyata ek olarak, koyu derinin içinde kaybolmuş sıska ve zayıf bir adamı sarıp sarmalıyor, boyundan büyük koltukta kaybolmuş olan bu kişinin etrafında ve arkasında deliğe benzer girintiler oluşturuyorlardı.

"Ne yaptığın hakkında düşündün mü?" diye sordu, kaskatı adam.

"Evet," dedi, sakin Charmius "Haddimi aştım."

"Elbette aştın!" diye sesini yükseltti, koltuktaki adam "Sen kendini ne sanıyorsun? Akademiden zar zor mezun olmuş, gittiği her yerden kovulmuş bir çapulcunun tekisin!"

Duraksayarak soluklanan kır saçlı adamın alnındaki ve boynundaki damarlar şişmiş, yüzüne hücum eden kandan dolayı derisi kızarmıştı.

"Anlık bir refleksti, istençli olarak yaptığım bir şey değildi," diye kendini açıklamaya çalıştı Charmius.

"Siktirtme refleksini, sadece bu yüzden mi burada olduğunu sanıyorsun?" diye sordu adam.

Kafası karışan Charmius, başka ne sebeple çağırılmış olabileceğini düşündü. İstihbarat Örgütü düşündüğünden daha mı güçlü bir hale gelmişti yoksa? Milli istihbaratın gücünün azaldığını ve polise bağlı olan örgütünkinin arttığını biliyordu fakat bu kadar da kutsal bir pozisyona -henüz- ulaşmış olamazdı.

Anlık olarak içine düştüğü belirsizlik dumanı, açılan kapı ile birlikte aralandı. İçeri giren kıvırcık saçlı, kısa polis, hiç bir şey demeden kır saçlı adamın önüne gitti ve bir dosyayı bıraktı.

"Amirim," dedikten sonra ayrılırken, nefret dolu küçük gözleriyle Charmius'a uzun uzun bakmayı da ihmal etmemişti.

Bir anda her şey bütün netliğiyle üstüne çökerken, yakalandığını anladı Charmius. Durum düşündüğünden çok daha kötüydü.

"Dosyanın içinde ne olduğunu bildiğini tahmin ediyorum," diyen amir, müdür yardımcısı edasıyla ona baktı.

Ağzından bir kelime bile çıkmayan Charmius, başıyla onayladı onu. Sarı kağıdın masaya bırakılmasıyla birlikte kenarından kendini göstermiş olan fotoğrafları iyi tanıyordu...

---

"N'olur yapma!" diye haykırdı, küçük adam.

Bir anlığına duraksayan gaz maskeli, uzun polis onun yakarışına kulak vermiş gibiydi. Ancak, bu belki bilerek belki de bilmeyerek yapılmış bir yanıltmacadan başka bir şey değildi. Biber gazından soluksuz kalmış, debelenen adamın üstüne çöküp dizini omurgasına bastırdı ve ağzına bir kumaş parçasını sıkıca bağladıktan sonra, altındaki pantolonu çekip çıkardı. Ardından, onu elastik cop ile dövmeye girişti. Beton zeminde yatmakta olan bedene inen, sadece uzvun ön tarafına değil fakat esneyerek arkasına bile ulaşarak yakan ve acıtan darbeleri indiren yeşil gözlerde, hiç bir acıma yoktu. Yüzün geri kalanı görünmese bile, zaman zaman ara verip, salına salına, korku saçtığı adamların etrafında dolanması bu işten zevk aldığını bildiriyordu onlara.

Bir süre sonra bu kurban ile işini bitirip, onu, yara bere içinde inleyen diğerlerinin yanına sümüklü mendil gibi fırlattı. Sert zeminde sürüklenen çıplak deride sürtünmeden dolayı yeni yaralar açılmıştı bu esnada. Biyolojik bir insan artığı gibi bir köşeye bırakılmış olan, bilincini kaybetmenin eşiğine gelmiş küçük adam, bacaklarındaki ve kıçındaki kanlı morlukları elleriyle tutarak -mantıksız bir çaba içinde- iyileştirmeye çabalıyor gibiydi.

Sıra ana yemeğe gelmişti. Elindeki siyah copu sıkıca kavrayan maskeli adam, önceden döverek terbiye ettiği, iki metrenin üstündeki devasa adamı sürükleyerek arabanın kaportasına sertçe yapıştırdı. Metale çarpan büyük bedenin sesi bütün otoparkta yankılansa da, avcılığa soyunarak orada bulunabilecek herkesi gerek rüşvet gerekse gözdağı yoluyla uzaklaştırmış ve şu anda bunun bedelini ödemekte olan avlar, ve avcı dışında duyan kimse olmadı.

Bir şey diyemeyen heybetli adam, maruz kaldığı hasara rağmen yine de direnmeye çalıştı ve onu kenetlemiş olan adamdan kurtulmaya çalıştı. Hiç zaman kaybetmeden gelen yanıt, çıplak bacağına inen şiddetli bir cop darbesi oldu. Haykırmaya çalışan adamın sesi, ağzına tıkılmış çorap yüzünden pek çıkmamıştı. Ancak gözünde biriken yaşlar ve acıyla kasılmış yüzünden damlayan terler de yeterliydi. Kalın ve iyi gelişmiş kemikleri sayesinde, şiddet dozu olarak bayağı bir yüksek seviyeye dayanabiliyordu, ki Charmius için iyi bir şeydi bu.

"Bana bunları yapacaktınız demek!" diye bağırdı Charmius, ellerini bağladığı adamın çıplak alt bedeninin fotoğrafını -onlara ait kamerayla- çekerken "Ava giderken avlanmak nasıl bir his, koca oğlan?"

Cevap gelmeyince, adamın uyluğuna bir darbe daha indirdi ve destek kuvvetin onu pusuya düşürmek üzere bekleşmiş olduğu arabaya, tekrar, giderek bir şeyler aramaya koyuldu.

"Şuna bak, halat, kamera, elektrikli cop... bu ne lan? Ceviz kıracağı mı?" diyerek, yerde yaralı çekirgeler gibi sürünen adamlara döndü "Taşaklarımla Cevizkıran mı oynayacaktınız? Gerizekalılar, asla kalıcı hasar bırakılmaz."

Tekrar, iri elebaşının yanına döndü ve copu yavaşça kendi avuç içine vurmaya başladı. Arkasına geçtiği adamın gözlerini bağladı ve kendi kendine bir ritim tutturdu. Avuç içine indirdiği coptan çıkan sesin aralıkları ilk başta uzun olsa da, zamanla kısaldı ve kuvvetlendi. Yarı çıplak, titreyen ve nefesi daralmış adam her darbeyle birlikte korkudan kasılana kadar bunu sürdürdü. İri polis, artık bu dehşet senfonisine dayanamaz hale geldiğindeyse yavaşlamaya koyuldu ve en sonunda durdu. Bir kaç saniyelik sessizlik otoparkı kapladığında, arabaya yatırılmış adam, acınacak bir çaba ve umutla kıpırdanarak arkasına dönmeye çalıştı. Acaba sonunda bitmiş miydi?

Ancak tam o anda, vücuduna arkadan giren plastik ile birlikte irkildi ve deli gibi çırpınmaya başladı.

"Heyt be, tosunum!" duyduğu son net cümle olmuştu...

---

Ağzının ortasına inen bir yumruk ile geriye sendeleyen Charmius kendini korumaya çalışmamıştı. Ardından gelen darbelerden de kaçmadı ve hepsini kabullendi. Birim üstünde kaybettiği kontrolun öfkesiyle ona patlamış olan amir, nereye vurduğunu umursamıyordu. En sonunda yumruklardan birisi Charmius'un göğsündeki -henüz iyileşmekte olan- yaraya indi ve onun tekrar açılmasına sebep olarak, üniformayı kana buladı. Kır saçlı adam, bunu yeterli bulmuş olacak ki, acıyla iki büklüm olmuş fakat hala ayakta olan yeşil gözlü polisi rahat bırakarak döndü ve tekrar koltuğuna çöktü.

"Seni mahkemeye vermek gerek!" dedi, soluğunu toparlayarak "Ömrünün kalanı boyunca hapislerde çürümelisin."

Sinirle, bırakmaya çalıştığı sigaradan bir tane çıkardı ve klimayı temizleme moduna aldıktan sonra yaktı. Kızgınlığı geçmemişti ve geçecek gibi değildi de. Böyle bir şey, sadece bu herifi değil kendi yetkisini de sarsacaktı. Birileri duyarsa rütbesi kesinlikle düşürülürdü. Hem "o adamın" bu genç serseri ile ilgilendiği belliydi, hapise düşmesinin hoşuna gitmeyeceğine dair bir his vardı içinde. Düşünmesi gereken çok ama çok şey vardı... öyle de yaptı. Bir kaç dakika sonra, sonuna geldiği sigarasından derin bir nefes daha çekip, onu söndürdüğü sırada bir karara varmıştı.

"Süresiz olarak açığa alındın. Resmi olarak atılmamış olsan da bir daha bu teşkilatta çalışamayacağından emin olabilirsin. Bunu önleyeceğim," dedi, kaşı patlamış Charmius'a bakarak "Senin yerinde olsam bu şehirden giderdim. Çok yanlış kişilere bulaştın."

Arkasını dönerek çıkmaya yeltenen Charmius, son bir laf etmekten kendini alamamıştı.

"Korkak. O koltuğu hak etmiyorsun."

---

Kendi masasındaki eşyaları toplamaya bile yeltenmeyen Charmius, çıkışa yönelmişti. Üstüne yöneltilen bakışlar da umurunda değildi. Onu asıl rahatsız eden, fotoğrafların nasıl olup da kıvırcık adamın eline geçtiğiydi. Cevabı biliyordu gerçi, bunun tek bir yolu vardı ve o da, birisinin evine girmiş olmasıydı. Bir meydan okuma ve savaş ilanıydı her şey. Elebaşı olacak kişi iri yarı herif olamazdı, -kendi elleriyle- cesaretinin kırıldığından yeterince emin olmuştu fakat küçük adamı bir kez daha küçümsemişti. Ona yaşattığı utancın ve şantaj kozunun herifi korkutacağını düşünürken, adamı patlama noktasına getirerek her şeyi berbat etmişti. Yine de evine girilmiş olması, göz ardı edebileceği bir şey değildi.

"Charmius..." diyen birinin sesini duydu o esnada.

Kafasını çevirip baktığında, yanından geçtiği odalardan birinden çıkmış, uzun saçlarını başının arkasında topuz yapmış olan Gece'yi gördü. Doğru ya, o da artık buradaydı. Laf ettiği istihbarat biriminin bir parçası olarak.

"N'oldu sana?" diye sordu genç kadın.

"Düştüm," dedi, umursamayan ve yoluna devam etmek üzere hareketlenmiş olan adam.

"Yine mi kaçıyorsun? Bana doğruyu söyle," dedi, kız.

"Doğruyu söylesem ne yapacaksın?" diye bir anda, hışımla, kıza dönüverdi adam "Ne değişecek? Bir şeyler yapabileceğini mi sanıyorsun? Yoksa yine umursuyormuş izlenimi verip beni arkadan mı bıçaklayacaksın?"

Bunu beklemeyen kadın, kırgınlık dolu sarımtırak kahverengi gözleriyle ona baktı. Hafi çıkık elmacık kemiklerine sahip uzun yüzüne yerleşmiş koyu dudaklarını bir şeyler demek için aralasa da, vazgeçermiş gibi onları kapadı ve ardından, bu sefer keskinlikle dolu bakışlarını adama yöneltti.

"Bunları kendi başına getiren sensin, ne zaman duracağını bilmiyorsun. Yine haddini aşıp, göz ardı edilmesi imkansız bir şey yaptın, değil mi? Kendimi korumuş olduğum için senden ya da herhangi birinden özür dileyecek değilim," dedi, sert bir tonla.

"Diğerleri gibi yap o zaman. Sana dokunmadığı sürece her türlü şeye kafanı çevir..." diyen adam, göğsüne bir acı saplanınca duraksamak zorunda kaldı "Sana bir şey olduğundaysa bağıra çağıra mağdurluğunu ilan et."

"Char, saçmalıyorsun ve konuyu saptırıyorsun. Akşam sana geleceğim ve konuşacağız, ister kabul et ister etme. Ayrıca git bir hastaneye uğra," dedi kadın ve gri pantolonun cebinden çıkardığı bir kumaş mendili adama uzattı.

Onu alıp, göğsündeki kanlı yaraya bastıran adam, biraz sakinleşmek için duraksadı ve derin derin nefes aldı. Kaslı göğsü ciğerlerine her hava aldığında genişliyor ve öne eğmiş olduğu köşeli yüzündeki hafif sivri çenesine yaklaşıyor, bunu takiben soluğunu verdiğindeyse uzaklaşıyordu. Bir kaç kere tekrarladıktan sonra sakinleşmişti.

"Özür dilerim, Gece. Garip şeyler oldu şu son bir kaç günde. Akşama görüşürüz," dedikten sonra, hızlı hızlı yürüyerek binadan ayrıldı.

Onun ardından bakan genç polis, açık renkli ve sıkı kaslarla kaplı kollarını, bej rengi tişörtle çevrili dolgun göğüslerinin üstünde kavuşturup düşünmeye koyuldu. Char'ın dürtülmediği sürece başını belaya sokmayacağını biliyordu ama birisi onunla uğraşırsa tepkisi... ayarsız olabiliyordu. Bu da demekti ki, bu binada öğrenmesi gereken şeyler ve kişiler vardı. Ne şanslıydı ki, istihbaratın görevlerinden birisi de tam da buydu.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 02 Ekim 2016, 00:35:09
Bölüm 15 - Charmius etu ai Ne Ma

Deniz kenarındaki şehrin üstünde dolaşan koyu gri bulutlardan inen yağmur damlaları, ayrım gözetmeden, her bir binaya ve açıkta olan her bir canlının üstüne usulca düşüyordu. Körfezin tuzlu sularına denk gelenler ise, hafif rüzgarlı havayla birlikte çalkalanan denizde küçük halkalar oluşturarak, karanlığa gömülü ve çoktandır doğal populasyonlarının büyük kısmını kaybetmiş olan bu -zaman zaman kokuşan- sularda, durgun bir ezgi yaratıyordu. Sahildeki uzun binalar, yer yer serpiştirilmiş gökdelenler, kulüpler ve bilimum işletmeden gelen yoğun kırmızı ve sarı ışıklar ise sulara yansıyor, kayalık sahil şeridindeki algal patlamanın kızılıyla karışıyordu.

Oksijen soluyup, karbon monoksit veren bu şehrin asfaltla kaplı damarlarında ise, yaklaşan gece ile birlikte eğlenceye hücum eden insanlar ile araçlar doluydu. Şemsiyeler ve yağmurluklar ile donanmış olanlar, içlerindeki boşluğu dolduracak bir şeyler bulma umuduyla koşuşturarak, yağmuru pek de umursamadan barlara hücum ediyorlardı. Özellikle, belli saatler dışında araçların girmesi yasak olan, iki tane paralel ve neredeyse cadde denebilecek kadar geniş sokak bayağı bir dolmuştu..

Gençler ve tek tük orta yaşlı kişiler koşturadursun, sarı neon tabelaya sahip bir kitapçının önünde dikilen bir adam, kızıl tuğlalarla kaplı yolu arada bir keserek birini bekliyordu. Üstündeki gri, pejmürde yağmurluk sırılsıklam halde olsa da pek önemsiyora benzemiyordu. Bir doksan boyundaki adam, bacaklarını öne çıkararak elini beline koymuş ve düşüncelere dalmıştı.

Dört-beş kişilik bir genç grubu, adamın önünden geçerken, erkeklerden birisi ona bakıp nasıl bir çalışma programı uyguladığını merak etti; yani yapılı olduğu belliydi, aynı zamanda spor salonlarında şişirilmiş gibi de değildi. Bir saniye sonra bu düşüncesinden kurtulup, yanındaki kız arkadaşını kendine çekti ve yürümeye devam etti. Sokağın başından olabildiğince yakın zamanda uzaklaşmaları gerekiyordu, kızın veya kendisinin polis müdahalesine yakalanmasını istemezdi. Ne de olsa, başkentteki patlamayı protesto eden bir kitle, yine, iki sokağın kesiştiği tuğlalı yolun başında toplanmıştı.

Başka bir zaman olsa, kız arkadaşını korumacı bir tavırla kendine çekmiş olan bu genç adam, onların arasında olabilirdi. Doğru ya, iki sene önceki isyanlarda ona düşen görevi pek bir şevkle yerine getirmişti. Ailesinin, özellikle babasının, itirazlarına ve yasaklarına rağmen sokağa dökülen kitleye katılarak özgürlük için haykırmış, terlemiş ve nefes nefese kalmıştı. Günler boyunca devam etmiş olan süreç sırasında, gittikçe artan bir uzmanlık ile polisin gelebileceği yerleri, ne zaman müdahale edeceklerini ve kaçılabilecek yolları ezberlermişti. Aynı zamanda gazdan korunmanın yollarını ve limon yerine kullanabileceği daha etkili yöntemleri de öğrenmişti fakat eninde sonunda, ülkede pek bir şey değişmemişti. Böylelikle, zaman içinde eylemlere gitmeyi azaltmış ve bir vakit sonra tamamen kesmişti.

Yoğun yağmurun altında dikilen Charmius, ne başına düşen taneleri ne de önünden akmakta olan kalabalığı umursuyordu. Aklında başka şeyler vardı, hayatının geri kalanı ile ne yapacağı gibi. Artık bir polis olması imkansızdı. Dışarı pek çıkmadığı ve tutumlu davrandığı için elinin altında bulunan birikmiş bir miktar parası, onu bir kaç ay daha götürebilirdi, ancak eninde sonunda bitecek ve yeni bir iş bulması gerekecekti. Henüz yirmi beş yaşında oluşu sayesinde piyasa açısından değerlenebilecek bir yatırım olduğu için, onu idare ettirebilecek küçük bir işletmeye girebilirdi ama asıl sorun bu değildi.

"Char!" diyen birinin sesini duyunca kafasını çevirdi ve kızıl desenlere sahip, koyu mavi bir şemsiyeyle yaklaşmakta olan Gece'yi gördü.

İşten çıkınca saldığı siyah saçları nemden dolayı hafifçe kabarmış kadının üstünde, siyah düğmelerle bezeli bordo bir trençkot vardı.

"Mesajı almışsın," dedi adam.

"Evet, sana ulaşmaya çalıştım ama telefonun çekmiyor," diye yanıtladı kadın.

Bunun üstüne, temizlik şirketinin birine ait olan bir minibüsü işaret etti Char. Tuğlalarla döşeli caddemsi sokağın karşısına bakan kadın, olan biteni anlamıştı. Protestocuların iletişimini kesmek isteyen güvenlik güçleri, müstakbel olay mahalline bir jammer yerleştirmişti.

"Gel, biraz uzaklaşalım," dedi kız.

Bunu söylerken, bir yandan, gökyüzünde dolanan ve ışığını açarak sokağın ucunda toplanmış yüz kişilik gruba doğrultmuş olan helikoptere bakmıştı. Çevik kuvvetin yaklaşmakta olduğunu anlayan Char, kadına uyarak yürümeye başladı. Beş dakika sonra, sahile bakan salaş bir barda oturmuş ve biralarını yudumluyorlardı. Gelen bağırış çağırışa ve koşuşturmacaya bakılırsa müdahale de başlamıştı.

"Hiç bir şansları yok," dedi kız, göstericileri kast ederek "Neden bunu bile bile devam ediyorlar ki?"

"Sadece seslerini duyurmak istiyorlar," diye yanıtladı adam.

"Hayatlarına devam edip, iyi bir yerlere gelmeleri daha mantıklı değil mi?" diyen kadın, ciddi bir ifadeyle camdan dışarıyı süzdü ve can havliyle koşturan kitleye baktı "Yazık... çok gençler."

"Ömründe bazen bir noktaya gelirsin..." diyen Char, yetmişlik bardaktan büyük bir yudum aldı.

"Evet?" diye, kız onu dinlediğini belirtti.

"... öyle bir nokta olur ki, sadece haykırmak ve sesini duyurmak istersin. Var olduğunu bildirmek, gidişattan memnun olmadığını söylemek. Yaşadığını ve tepkini bütün herkese duyurmak."

"Onaylıyor musun yani bütün bunları?" diyen kadın, açık tenli parmağıyla aşağıdaki eylemcileri ve onları kovalayan çevik kuvveti gösterdi.

"Bu tarz şeyleri yargılamayı uzun süre önce bıraktım," diyen Char, ifadesiz bir yüzle, düştüğü yerde iki çevik ve bir sivilden dayak yiyen bir gence bakmıştı bunu derken.

Coplar bir görev dürtüsüyle değil fakat şevkle, acımasız bir zevkle, henüz yirmilerinde olan delikanlının baldırlarına iniyordu. Çeviklerden birisi, hırsını alamamış olacak ki, kocaman botuyla bir tane de tekme geçiriverdi.

"Sana ne oldu? Yaptığın şey senin için bile bayağı uç," dedi, endişeli bir şekilde ona bakan Gece.

"Öğrendin mi?" dedi, kaşı kalkan yanık tenli adam.

"Başka bir memurun makatına cop sokmayı diyorsan, evet," dedi, lafı dolandırma gereği duymayan kadın.

"Muhteşem istihbaratımız çalışıyor," diyen adam güldü "Kıça giren çıkan her şey hükümeti ilgilendiriyor olmalı. Ne de olsa bu ülkede analın tekelini onlar aldı."

"İnkar etmiyorsun yani? Char... aklından ne geçiyordu? Bir de zevk alır gibi dolanman yok mu!" diye çıkıştı kadın.

"Resimlerde bunlar yoktu. Nasıl öğrendin?" diye sordu adam.

Ağzından söylememesi gereken bir şey kaçırdığını anlayan kız durakladı ve bardak altlığıyla oynadı.

"İstihbarat sandığından daha farklı," dedi ve artık saklamanın anlamsız olduğunu fark ederek ekledi "Sadece ülke güvenliğiyle alakalı değil, polis teşkilatını da izliyoruz."

"Hah," diyen adam şaşırmamış gibiydi "Demek baştakiler iyice paranoyaklaştı."

"Hiç bir fikrin yok," diyen kadının hafiften canı sıkılmıştı "Ülke garip bir yerlere gidiyor. Biz bile her şeyi bilmiyoruz, kimse bilmiyor. Bunları boşver ve konuyu saptırmayı bırak; neden yaptın?"

Sessizleşen adam, önündeki kadını süzdü. Uzun, zarif yüzündeki küçük burnu ile doğal ve kırılgan bir güzellik izlenimi yaratan kadının bu hali, bir aldatmacadan başka bir şey değildi. Açık tenine kondurulmuş koyu dudaklarından, arada bir özellikle bir şeyler "kaçıyordu" ya da en azından adam bu kanıdaydı. Sıcaktan dolayı önünü açmış olduğu bordo trençkotun altındaki bej rengi tişörtün -tenini açığa vurmasa bile- hatlarını belli ettiği göğüsleri ise kesinlikle özellikle bu şekilde sergileniyordu. Kadınlığını avantaj olarak kullanmayı gayet iyi öğrenmişti.

Bütün bunlara rağmen, kadına zarar verecek bir şey olmadığı sürece kendisini bilerek inciteceğini düşünmüyordu ama kelimelerini dikkatle seçmesi gerekliydi.

"Toy Katil'i hatırlıyorsun," dedi kadına, onaylama gelince devam etti "Onun soruşturmasında bir çıkmaza vardık. Amir bunu bilerek ya da bilmeyerek yaptı, bir fikrim yok ama yine de böyle oldu. Bana takık olan tontonun da cemaatla bağlantısı var, kullanabileceğimi düşündüm."

"Bu kadar sert olman şart mıydı peki?" diye bir soru geldi.

"Bu tarz şeyler bu işte normal, istihbaratçı olarak neler döndüğünü daha iyi biliyor olmalısın," diyen adam, biranın kalanını da hüpletti ve garsondan bir tane daha istedi.

İkili, bir süre, tek kelime bile etmeden içkilerini yudumladılar. Loş, sarı ışık, cam bardaklara düşerek kenarlarındaki su damlalarını aydınlatırken, batan güneş ile birlikte aysız gecede sadece şehrin ışıkları vardı. Sağanak yağmur daha da kuvvetlenirken, uzaklarda bir yerde denizin üstünde uzunca bir şimşek çaktı. Gök gürültüsü, milyonlarca insanın yaşadığı şehre ulaşarak camların sarsılmasına ve arabaların alarmlarının ötmesine neden olmuştu. Ancak, küçük barın içerisi sıcaktı. Tahta dekorlarla kaplı, eskimiş yumurta sarısı bir boyaya sahip duvarlar ikisini çevreleyerek, dışarının karmaşasından koruyordu.

Üstündeki trençkotu çıkaran Gece, gerinerek sırtını esnetti. Char'ın ona baktığını görünce, hafiften gülümseyerek masaya yaslandı. Bir yetmiş boyunda ve kadın olmasına rağmen yapılı vücudu, yine de elastikliğe izin verecek derecede inceydi. O an, adamın gözüne, avının üstüne çöken bir çitayı çağrıştırmıştı.

"Ee..." dedi kız "Görüyorum ki hala antrenmanlara devam ediyorsun."

"Devriyeye çıkıyorum diye yabancı filmlerdeki gibi donat yiyip göbek büyütmemi mi bekliyordun?" diye sordu, adam.

"Yoo, kondisyonunu bozmayacağını biliyordum. Akademideyken de hep böyleydin, millet sohbet ederken salonda çalışan gizemli adam," diye alaylı bir tonda yanıtladı kız.

"Sesinde biraz bir yargı sezdim sanki," diyen adam tahta sandalyenin gerisine yaslandı "Kendine bir bak önce derim."

"Ne açıdan?" diye, meraklı bir cevap geldi.

"Son gördüğümde kendini derslere vermiş bir inektin," dedi adam.

Bozulmuşa benzeyen kız rahatsızca kıpırdandı ve gözlerini sola kaçırdı, hoş olmayan bir şeyleri hatırlarmış gibi. Ancak, anlık bu davranışının yerini, kendine güvenen bir tavır alıvermişti hemencecik.

"Ne düşünüyorsun peki?" diye sordu.

"Ne konuda?" dedi, tam anlamayan uzun eski-polis.

"Değişimim hakkında, yani beni süzdüğünü fark etmediğimi sanmadın değil mi? Paslanmışsın Char, eskisi kadar iyi rol yapamıyorsun," diye bir yanıt geldi.

"Ya da beni daha iyi tanımaya başlamışsın," diyen adam, ne diyeceğini tartmak için biraz durdu.

Biraz da bahane olmuştu soru çünkü Gece'nin onu böyle ayan beyan yakalamasından dolayı utanmamış değildi. O düşünedursun, hala yarısına yakın dolu olan bardağını bir dikişte bitiren kız onu beklemeye devam etti.

"Daha güçlüsün," dedi adam, bir süre sonra.

"Hepsi bu mu?" diyen kız, küçük masanın ötesine uzanarak şakacıktan adama bir yumruk attı "Öküzüm benim."

"Yumrukların daha güçlü aynı zamanda," dedi adam ifadesizliğini korumaya çalışarak fakat istemsiz olarak sırıtmıştı.

"Ne yani, rol yapamıyorsun dedim diye intikam almaya falan mı çalışıyorsun?" dedi, sandalyesinde geriye çekilen genç kadın.

"Tamam tamam. Nasıl söylesem... istihbarata girmene şaşırmadım aslında. Sistemin içinde nasıl yol alacağını bilen birisin benim aksime, istihbaratta oluşun ile bu potansiyelin daha bir açığa çıkmış," diye bir yorumda bulundu.

Tek kaşı kalkmış olan kadın, merakla tekrar masaya yaslandı ve adama baktı. Loş ışıkta, gözlerinin sarısı daha bir ortaya çıkmıştı. Adam, onların arkasında nelerin döndüğünü tahmin edemedi, sanki karşısında farklı birisi vardı o anda. Gece'yi daha önce bu şekilde gördüğünü hatırlamıyordu.

"Burasının sangriası güzelmiş diye duydum, denemek ister misin?" diye sordu, kadın.

"Olur," dedi, onun bariz lafı değiştirme girişimine uyan adam.

Nedendir bilmese de, içindeki bir his kadına karşı daha dikkatli davranmasını söylemişti. Belki de sorun, onun paslanmış olması değildi.

---

Meyveler ve baharatlar ile zenginleştirilmiş iki tane birer litrelik şarap masaya geldiğinde, bardak kullanma gereği duymayan Charmius, siyah bir tişört giymiş garson ile kendisininkini geri yolladı.

"Eskilerdensin demek. En iyisini yapıyorsun, adamım," diyen genç, gülümseyerek gitmişti.

Böyle yapmamış olan Gece, küçük bardağa doldurdu içkisinin bir kısmını. Hala sessizdi.

"İşe dönemeyeceğine göre ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordu bir süre sonra, sakince.

"Biraz birikimim var, idare ederim," diye asık bir suratla yanıtladı ve ekledi "Gece?"

"Evet?"

"Bir süre etrafta gözükmeyebilirim, aramak için uğraşma," dedi, yüzüne ifadesizlik çöken adam.

"Anlıyorum," dedi, gözlerini kısarak önüne bakan kız "Geri gelecek misin?"

"Bilmem," dedi, planladığı şeylerin onu nereye götüreceğini kestiremeyen adam.

"Seni beklemeyeceğim, Char," dedi, genç kadın "Bu sefer değil."

Gözlerini masadan kaldıran adam, karşısındaki kadının kahverengi gözlerine kenetlendi. Bu sefer, onlardan neler geçtiğini anlayabilmişti. Bir anlığına içinde bir pişmanlık belirdi, geleceğine dair bir pişmanlık. Ancak, etkisi akan saniyelerle beraber geçiverdi. Kararını çoktan vermişti, bir bedeli olması gerekiyordu.

Bir kaç saat sonra, yağmurla birlikte sohbetleri de dinmişti. Hesabı ödedikten sonra, biber gazı katılmış suların kokusunun sindiği ve artık boşalmış olan sokaklarda yürüyen ikili, kapanmış dükkanların yanından geçerek  arabalarına ulaştılar. Ayaklar altında ezilerek yırtılmış, üstündeki yazı akarak artık okunamaz hale gelmiş bir pankartın yanında durup, vedalaştılar. Emektar aracına binen adamın sol omzu tekrar acımaya başlamıştı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 04 Ekim 2016, 15:18:26
Bölüm 16 - Yeni

Altı Ay Sonra

"İnsanın müziğe olan tutkusu nereden gelir, bilir misin?" diye sordu, elindeki şarap bardağını inceliyor gibi görünen adam.

Karşısındaki kişi, koyu tahtadan yapılmış ve yeni cilalanmış olan masanın üstünde bulunan kaptaki çerezlerden dolu bir avuç alırken, başını onaylamaz anlamda salladı.

"Kimileri bir ihtiyaç olduğunu söyler onun. Ruhun gıdası vs. derler. Yanılıyorlar. Müzik dediğin, gerçek müzik dediğin şey, kişinin en hayvani güdülerini açığa çıkarır. Bunun için sert olmasına da gerek yoktur, ne de olsa insan dediğin en çok üzülen hayvandır. Huzur özlemindeki bir hayvan."

Lafını bitiren, kır saçlı, otuzlarındaki adam, karşısındaki sandalyeye çökmüş gence baktı. Dediklerini pek algılamış gibi durmuyor, daha çok çerezlerle ilgileniyordu.

"İyi dedin, abi," diyerek onayladı, geçiştiren bir havayla.

Ancak, gözlüklerin ardına kondurulmuş, çökük ve sanki güneşten saklanmış gibi duran iki koyu göze sahip olan bu garip adamın, ona bakmayı sürdürdüğünü görünce, eklemek zorunda hissetti.

"Kusura bakma, abi. Biraz hızlı gitmişim de..." diyerek, masaya koymuş olduğu bira bardağını gösterdi.

"Söylesene ne iş yapıyorsun?" diye sordu, kır saçlı.

"Öğrenciyim."

"Neden?" diye, keskin bir soru geldi.

Verecek bir cevap bulamayan, koyu kahverengi saçlara sahip genç, kem küm ettikten sonra durdu. Ardından, adama ikinci bir bakış bile atmadan çerez tabağını aldı ve odanın diğer tarafına doğru yollandı.

"Sikik herif..." diye söylenmişti, kendi kendine.

Buraya parti için gelmişti, moruklamış bir adamın garipliklerini dinlemek için değil. Basık basık katlara sahip binada, çok fazla kız olmaması yetmezmiş gibi, bir de bu herif çıkmıştı karşısına. Bir deyiş vardır ya, diye düşündü, kerhane havaya uçsa bize pezevengin siki düşer, aynı onun gibi bir şansı vardı zaten.

İki metreyi zar zor aşan bir tavana sahip katın içinde, masanın yanında dikilen gözlüklü adam, pek de bozulmuş gibi durmuyordu. Tam tersine, sanki gencin ayrılmasını beklemişti. Yanındaki koyu kahverengi deri çantasını cilalı masanın üstüne koydu. Eski zamanlardan kalmış gibi döşenmiş olan odayı şöyle bir süzmüştü bir yandan. Pejmürde abajurlar, eskimiş ve geleneksel desenlere sahip büyük halılar ve yer yer kabarmış tahta zemini ile nostalji havası verilmeye çalışıldığı barizdi. Duvarlarda, bir kaç on yıl öncesinin posterlerini gördü. Çoğu çoktan ölmüş, yaşayanları ise para peşinde albüm çıkarmaya devam eden pek çok grubun posterlerini. Zevksizliğe burnunu bükerek, tel gözlüğünü düzeltti ve kumaş ceketinin cebinden çıkardığı eliyle çantayı açtı. İçinden tam bir şey çıkaracaktı ki, bir şey hatırlamış gibi durdu ve şarabından son bir yudum aldı. Ardından elini çantaya daldırdı ve bir silah belirdi. Siyah, tam-otomatik silahın her bir şarjörünün elli mermi kapasitesi vardı. Önceki modellerde ısınma bir problem teşkil ediyor olsa da, henüz geçen sene çıkan bu üründe, soğutma için son teknoloji kullanılmış ve -ona göre bir tam-otomatiğin olması gerektiği gibi- bu sorun giderilmişti. Aynı zamanda katlanabilir yapısı sayesinde, adamın çantası gibi, küçük yerlere de sığdırılabiliyordu.

Enstrümanını eline alan adam, onun kilidini açarken bir yandan silahı okşadı. Yeni işlenmiş metalin kokusunu ciğerlerine çekerken, uyuşturucunun etkisiyle trans halinde dans eden insan güruhu onu fark etmemişti. Ritüelini bitiren adam, dönerek önündeki hammaddeye baktı. On, yirmi... tam olarak yirmi altı kişi saydı. Tuvalete giren iki kişi daha vardı. Diğer dört katta ise toplam yüz otuz altı kişi daha olmalıydı. Tabii, gelip giden insanlar olmuştu mutlaka ama her zaman bir yanılma payı olduğunu biliyordu.

"Yüz altmış - yüz seksen kişi..." diye mırıldandı kendi kendine "Bakalım kaç nota çıkarabileceğim."

İlk ateşlediği mermi, ses sistemine isabet ederek hoparlörlerin susmasına yol açtı. İnsanların bir kısmı kafalarını kaldırıp, yüksek sesli müziğe n'olduğuna bakarken, bir kısmı bunu fark etmeden sallanmaya devam etti. Bunun üstüne, herkesin dikkatini kendine çevirmesi için adam bir el de tavana ateş etti. İstediği etkiyi yaratarak, kimisi açıkta, çoğu ise uyuşturucunun bir yan etkisi olarak aşırı parlak görünen ışıklardan rahatsız olmamak için güneş gözlüğünün ardına sığınmış gözler, ona çevrilmişti. Henüz binaya gelmiş olan birisi silahı görünce bir çığlık attı. Sarı saçlı kızın bağırışının tizliği, adamın kulaklarını doldururken, vücuduna bir haz dalgasının hafifçe yayıldığını ve kıllarının diken diken olduğunu hissetti.

"Ve açılışı gözleri daha kaymamış bu hanım yapıyor! Çok teşekkürler," dedikten sonra, vücuduna sıktığı altı mermi ile bedeninin yere yığılmasına sebep oldu.

Kan daha ahşap zemine yayılma fırsatı bulamamışken, paniğe kapılan insanlar bağırmaya ve sağa sola kaçışmaya başladılar. Olan bitenin bilinci bir anda üstlerine çöktüğü için, retro diye tabir edilen eşyalara ya da birbirlerine toslayarak koşturuyorlardı.

"Hızlı bir açılış demek," diye düşündü adam "Her zamanki gibi yani."

Silahını kesik kesik ateşlemeye başladı. Her seferinde, bir iki kişi yere düşüyor ve insanların sayısı azaldığı halde bağırışları daha da kuvvetleniyordu. Diğer katlara kaçmaya çalışanları takip eden gözlüklü adam, arada bir ateş etmeye devam ederken, amaçsızca tek bir mermi bile harcamıyordu. Eli tetiğe her gittiğinde, bir acı çığlığı ve onu izleyen pek çok bağırış oluşturmuştu.

Böylelikle zemine kata koşturanları takip etti ve dar, metal çıkış kapısına yığılmış on beş kişiyi gördü. Kesik kesik ateş etmeye devam ederek, onların teker teker yere yığılmasını izlerken, hızlanan kan akışıyla kulakları zevkle zonkluyordu. Kapıdan çıkabilen bir kaç kişi olmuştu ve bağırmaya devam ederek koşuyorlardı fakat onların peşinden gitmedi. Hayır, böyle yaparsa melodi duracak ve ritimsizlik içinde kalacaktı. Bunun yerine, yere saçılmış bedenlerin arasından ilerleyerek ve hala hayatta, inlemekte olanların hayati olmayan yerlerine ateş ederek üst katlara yönelmeyi tercih etti.

Koşturanların sesi yok olmaya yüz tutmuşken, ikinci kata vardı. Saklanan bir kaç kişiyi buldu ve onları da öldürdü. Bir kısmını özellikle sadece yaralıyor ve inleyişleriyle melodinin yaşamasını sağlıyordu. Basit bir katil değildi o, sadece gerektiği kadarını öldürüyordu.

Son kata vardığında, buraya sıkışıp kalmış yüzün üstünde kişi bulmuştu. Tıklım tıklım bir mesai çıkışı otobüsü gibi olan yerde, açığa çıkartılmayı bekleyen tonlarca nota vardı. Saatine baktı. İki dakika elli altı saniye geçmişti.

"Biraz kısa ama büyük final, buna değecek," diyerek, tekrar şarjörü değiştirdi ve gözlüğünü düzeltti.

İki saniye boyunca elini tetikten çekmedi ve yeni koyduğu şarjörün yarısını insanların üstüne boşalttı. Ölen beş kişiden sıçrayan kanlar, diğerlerinin üstüne ve halılara yapışmıştı. Bunun üstüne, güruh geriye kaçılmaya çalıştı ve bir o kadar kişi de ayakların altında kaldı. Korku belirten sesler artık bir koro gibi yükseliyor, erkeklerin kalın bağırtıları kadınların tiz çığlıklarına ahenkle karışarak bir senfoni oluşturuyordu. Adam şarjörün geri kalanını da harcadığındaysa, azalan insan sayısına rağmen sesin şiddeti daha da artmıştı. İkinci şarjörü bitirdiğindeyse, kanlarla ve delik deşik ölü bedenlerle kaplanmıştı zemin. Duvarlara yapışan et parçaları ise sarımtırak, eskimiş boyayla bir tezatlık oluşturuyordu.

Çıkabileceği en yüksek güzelliğe ulaşmış olduğunu bilen adam, bir kaç saniye boyunca hiç bir şey yapmadan, gözlerini kapatarak onları dinledi. Yaşamı işte bu yüzden seviyordu, en büyük güzelliğini sonlanırken belli ediyordu. Yok olan her bir hayat, onun için ayrı bir değere sahipti. Aynı zamanda, bu nefes kesici et yığınlarını haberler aracılığıyla da ölümsüzleştiriyordu. Onuncu senfonisiydi bu ve hepsinden ayrı bir tad almıştı.

"Ne kadar güzel," diyerek, bir iç çekti ve gözlerini, artık son notaları çalmaya hazır şekilde açtı.

Önünde belirmiş bir seksenlerdeki bir siluet, eline vurarak silahını yere düşürdüğündeyse şaşkınlık içinde kalakaldı. Bölünmenin siniriyle bu haddini bilmeze bir tokat indirmek için elini kaldırmıştı ki, kolunu tutan siluet, bir anda sıkarak kemiklerini paramparça ediverdi. Acıyla haykıran adam, doğal olmayan bir şekilde sallanan kolunu tutarak yere çöktü.

Bakışlarını yukarı kaldırdığında, yeşil alevlerle yanan gözlere sahip genç bir adamı gördü. Ona öfkeyle bakıyordu. Yüzlerce, belki de binlerce yılın öfkesinin kudreti, yemyeşil parlayan gözlere ve çatılmış kalın kaşlara oturmuştu.

"Sen de kimsin?" diye sordu, istemsiz olarak huşu içinde kalmış olan adam.

Zira, hayatında bu kadar güzel bir hayvanilik gördüğünü hiç hatırlamıyordu. Bunun yerine, onu boğazından tutarak kaldıran genç, adamı duvara fırlattı. Kafasını çarpan adam, duvardan sektikten sonra yere kapaklandı. Darbenin etkisiyle, sarsıntı geçirerek bilincini kaybetmişti fakat bu, yeşil gözlü genci durdurmadı. Hızla gittiği gibi, adamın kafasını ayağıyla, şiddetle ezerek kafatasının parçalanmasını ve beyninin yere saçılmasını sağladı. Ardından, topuğunu iyice bastırıp, ayağını sağa sola kaydırarak, kalıntıları öğütücüden geçmiş bir püreye benzetti.

Öfkeyle solumaya devam eden Eiros, yeşil gözleri bir tanrının haklı öfkesiyle parıldarken kalabalığa döndü. Sadece elli kadar insan hayatta kalmıştı. Titreyen, sayıklayan ve aynı zamanda gördüklerinin şokuyla hareket etmeye korkan bu kişiler, onun bir kurtarıcı mı yoksa ikinci bir işkenceci mi olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"Artık güvendesiniz," dedi, genç, hala sinirli bir biçimde.

"S-sen, onu öldürdün..." diye kekeledi, genç kızın birisi "Kafasını bir böcek gibi ezdin."

"Evet," diyen Eiros ekledi "Yaşamayı hak etmeyen herifin tekiydi."

Lakabı Katil Şef olan bu adamı, bir süredir arıyordu. Kendisi İblis'in gücünü elde edip, komşusunu öldürerek kaçtıktan üç ay sonra ortaya çıkmış ve ülkenin dört bir yanında kaosa neden olmuştu. Dokuz büyük katliam yapmıştı, toplamda dört yüze yakın kişi bu hasta ruhun kurbanı olmuştu. Bugünle beraber bu sayı artacaktı fakat sonunda, onu durdurmayı başarabilmişti. Kabiliyetsiz polisler adamı bir türlü durduramamış, onun yerine bu yeteneksizliklerini protesto eden eylemcilere müdahale ederek onlarca kişiyi tutuklamışlardı. Neyse ki, Eiros'ta onlardan olmayan bir şey vardı...

"Sen... sen nesin?" diye sordu, bir başkası. Bir genç adam.

"İntikam," diye yanıtladı Eiros, gözleri normal kahverengiliğine dönerken "Bu çürümüş ülkedeki her pisliğin korkuyla tanıyacağı şey."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 05 Ekim 2016, 19:09:51
Bölüm  17 - Eiros

"Ülkenin ağzına sıçtılar, ağzına!" diyerek, kendi kendine söylenen, orta yaşlı bir adam geçti yanından.

Umursamayan Eiros, yürümeye devam etti. Kızıl ama eskimiş tuğlalarla döşeli zemin, kış güneşini emiyor fakat bir an bile ısınma emaresi göstermiyordu. Yağmurdan dolayı hala ısla ıslaktı taş, yolun kenarındaki toprakta bulunan bakterilerin çıkardığı koku ise burna hoş bir "toprak kokusu" gelmesine yol açıyordu. Huzurlu bir gün olabilirdi, yağmur sonrası rahatlamış hava ve bir kaç gün önce seri katil Şef'in etkisiz hale getirilmesi insanların gerginliğini almıştı. Ancak, deniz hala karayı ve insanları umursamadan çalkalanıyordu. Öfkesi belki de, toprağı betonlaştırmış insanlığaydı, belki de onların yozlaşmışlığına. Ya da toprağı hiç umursamıyor ve burnu havada, kendi halinde bir şeylere bozuk atıyordu.

O an denizi pek sevdi, Eiros. Oldum olası genele uymayan şeylere bir sempatisi olmuştu zaten fakat o anda, daha bir yakın gelmişti. Zira o da, tek bir katilin ortadan kaldırılmasıyla hiç bir şeylerin düzelmeyeceğini biliyordu. Pislik, bu dünyanın her yerine işlemiş, insanların her bir porunu bularak içine girmiş ve bağırsaklarını utandıracak şekilde onları kirletmişti. Özellikle bu ülke, diye düşündü, benim ülkem.

Dilencilerin sıra sıra dizildiği, aralıklarla akbabalar gibi konduğu sahil yoluna gitti. Onlara karşı içinde bir empati belirtisi yok değildi, savaştan kaçan ve sığınacak bir yer arayan zavallılar olarak düşünülebilirlerdi. Ancak, hükümetin kirli bir oyununun parçasıydılar sadece. Uluslararası bencillik platformunda, sevgili diktatörün belli bir kıtaya karşı şantaj için kullandığı piyonlar. İnternet ve şu an konakladığı yer sağolsun, bu kişilerin yaşamına bayağı bir tanıklık etmişti. Savaşın, yoksulluğun ve dışlanmışlığın öfkesiyle, ellerinde kalan üç beş parça şeye can havliyle tutunuyor ve tehdit olarak gördükleri her şeye alev püskürüyorlardı. Doğaldı bu, içinden ve dışından kaç kez sövdüğü bir şekilde doğal. Yine de, ruhuna işlemiş olan, kimilerinin aptalca bir kibirle faşizan diye nitelediği tepkiye ket vuramıyordu; bu ülke onlar için değildi, kendi halkı için kurulmuştu. Gönlü dilerdi ki, sınırsız ve herkesin rahatça yaşayabildiği, yöneticilere ihtiyaç kalmayan bir dünyada yaşasalardı.

Bu yüzden, bu ikilem, onun sinirini bozuyordu. İki ucu boklu değneğin arasında kalmış, ahlakın sınırlarına varmıştı. Pek çok kez olduğu gibi, bu sefer de dünya bencilliğe itmişti onu. Tabi artık her şey farklıydı. Bu konuda bir şeyler yapabilecek güce sahipti...

Bir sigara yaktı ve rüzgarla birlikte oradan oraya savrulan, sahilde patlayan denize baktı. Kaosun, yaratımın ve yıkımın en güzel vücut buluşlarından birini izliyormuş gibi hissediyordu. Esen hava dalgası onu hiç bir şekilde etkilemezken, birisinden aşırdığı gri yağmurluk üstünde salınıp durdu. Dumanı içine belli bir monotonlukla çekiyor ve bir damla bile balgama neden olmadan, zevkle dışarı salıyordu. Vücudundaki değişimler artık daha da belirginleşmişti. Bir kere bile hasta olduğunu ya da öksürdüğünü hatırlamıyordu. Ancak, bir yandan alkol ve tütünün etkisi daha da artmıştı. Nedenini tam anladığı söylenemese de, zamanla aklında bir fikir belirmişti. Sanırım, İblis'in gücünün etkisiyle vücudu belli bir denge halinde sabitlenmiş kalmıştı. Buna etkiyecek olan bir virüs, bakteri vb. anında savunma sistemi tarafından yok ediliyordu. Aynı şekilde, bu denge halinde kalmasından dolayı herhangi bir maddeye direnç kazanamıyordu. Ne kadar sigara içerse içsin ona bir zararı olmamıştı ve her seferinde ilk sigarasını içiyormuş gibi hissediyor, kafası bulanıyordu.

"Mendil alcan?" diyen bir çocuk yaklaştı yanına.

"Başkasına git," diye başından savdı, Eiros.

"Mendil al," diye üsteledi.

"Git be," diyerek, velede döndü genç.

Gözlerinin ve çehresinin her tarafına sinmiş bir kendinden geçmişlik gördü çocukta. Nerede olduğunu ya da ne yaptığını bilmezmiş gibi davranıyordu. Buranın yerlisi olmalı ki, çocuğu gören yabancı dilenciler onu kesiyor ve onun, Eiros'tan uzaklaşmasını bekler gibi bakıyorlardı. Onların bölgesine girmişti.

"Ne kadar?" diye sordu, Eiros.

"Gönlünden ne koparsa," diye, otomatik bir cevap geldi.

Çocuğa gizlice on lira verirken, bir yandan, küçük ve arkadan basık başını tutarak kendine çekti ve konuştu.

"Sana bakanları köprü altına çekersen, bunun iki katı seni bekliyor."

Kendini kaybetmiş salınımından kurtulan, burnuna sümük yapışmış çocuk ona ve verdiği paraya bir anda baktıktan sonra başını olumlu anlamda salladı. Bir yetişkinin aksine, adamın neden bunu istediğini ya da onlarla ne yapacağını sorgulamamış, zor koşullarda yetişen çocukların sahip olduğunu uyanıklıkla kendisine bir zarar gelmeyeceğini anlamıştı.

Ondan uzaklaşmakta olan çocuğu izleyen Eiros, sigarasını söndürdü ve ayağa kalkan diğer dilencilere baktı. Sağı solu, çaktırmadan kesen iki adam ve bir kadın, veledi izliyorlardı. Pek arabanın geçmediği, görece tenha olan köprü altına yaklaştığında hızlandılar. Hareketlenen Eiros, adımlarını sarsakça atarak onlara yaklaştı. İblis'in etkisiyle kas kütlesi arttığı için hala tamamen yeni bedenine adapte olamamıştı.
Anlamadığı bir dilde bağırışlar ve onu, bir çocuğun koşturmasının yaratacağı ayak sesleri izleyince, hızlandı ve koşmaya başladı. Asfaltta ve kaldırımda suların toplandığı, demir destekleri paslanmış köprü altına vardığında, karşısına gür bıyıklı bir dilenci çıktı. Tereddüt etmeden ve hızını kesmeden ona kafa atarak adamı metrelerce geriye fırlattı. Alnı, adamın göğsüne temas ettiği sırada bir çatırdama duymuştu. Büyük ihtimalle göğüs kemiklerinden birkaçı kırılmıştı.

Bunu gören diğer iki dilenciden kadın olanı bir bıçak, diğeri kol yeninin içine sakladığı demir bir sopa çıkardı. Adam ona sopayı savurduğunda, koluyla bloklayan Eiros, durup da imali bir söz söyleme gibi bir salaklık yapmayarak elini çevirdiği gibi sopayı kaptı ve kolaylıkla, yolun karşısındaki kaldırıma kadar fırlattı. Bir yandan, kolunu çevirirken adamı da ittirerek, insanüstü kuvveti sayesinde herifi asfalt yola savurmuştu. Bıçakla üstüne koşturan kadının eline bir tekme atması ise yetmişti. Kırılan elinin acısıyla duraksayan, şalvarlı kadının karnına indirdiği ikinci bir tekme ile onu da bir kaç metre geriye fırlattı. Rengarenk şalvarı açılarak, yağlı, selülitli bacakları ve kocaman beyaz donu açığa çıkmış olan kadın, acıyla kıvranıyor, nefes almaya çalışarak göğsünü tutuyordu. Belki de diyaframı ya da ciğerleri hasar almıştı, belki de geçiciydi.

Eserine bakan adam, bir anlığına duraksadı. Sonunda bu tarz şeyler karşısında eyleme geçebilmek büyük bir tatmin duygusu yaratıyordu. Önceden, ne kadar büyük ya da küçük olduğu fark etmez, bu tarz adaletsizlikleri her gördüğünde içinde bir şeyler ona haykırır ve harekete geçmesini söylerdi fakat bunu bir türlü yapamazdı. İzleyen, tepki vermeyen kişilerden birisi olmaktan nefret ediyordu; olayların gidişatını değiştirebileceği halde, korkudan dolayı suya sabuna dokunmayan kişilerden birisi olmak.

"Sağol, abi!" diyen çocuk, kendisine büyük gelen ayakkabılarını şapadak şapadak vurarak yanına koşturmuştu.

"Ne demek. Kaç verecektim sana?" diye sordu, Eiros.

"Yirmi lira," dedi, çocuk.

Cebinden otuz çıkartıp verdi, adam.

"Abi sen badici misin?" diye sordu, çocuk. Yüzünde saf bir merak ve hayranlık vardı.

"Evet," diye yanıtladı adam "Badiciyim."

"Ne zamandır bizim mekanı aldıydı bunlar. Sonunda sahile geri dönebilecez," dedi, çocuk.

Yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.

"Baban ondan mı dövüyordu seni?" diye sordu, Eiros.

"He," dedi çocuk ve başka bir şey söylemedi.

"Hadi yürü," diyen genç adam, çocuğu kışkışladı.

Canı sıkılmıştı. Yaptığı şeyi, buranın insanlarını daha değerli gördüğünden ya da ülkesini pek bir sevdiğinden yapmamıştı. Tam tersine, kendi evinden kaçtıktan sonra yeni konaklama yeri haline getirdiği semtte geçirdiği altı ay süresinde, daha bir tiksinir olmuştu bu tarz şeylerden. İnsanın, sefalet ile birlikte daha bir aç gözlü ve saldırgan olmasına birinci elden tanıklık etmişti kaç kere.

Bir sigara daha yaktı ve yürümeye koyuldu. Biraz daha medeni yerlere gitmesi işine daha çok yarardı belki. İçinde onu rahatsız eden bir şey vardı zira, Şef'i öldürdüğü sırada daha bir farkına varmıştı. Semtte aylar boyunca yaptığı "temizlik" pek bir işe yarıyor gibi değildi. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, insanlar yine de aynı şeyleri yapmaya devam ediyordu. Kaç tane hırsıza, katile ve bilimum kişiye haddini bildirirse bildirsin, eninde sonunda yenileri ortaya çıkıyordu. Ya yeterince güçlü olmadığındandı ya da işin altında başka bir şeyler vardı. Belki bu gibi insanlar düzeltilemezdi, belki sosyoekonomik nedenler her şeye baskındı ya da yoluna çıkan herkesi öldürmediği sürece bir yerlere varamayacaktı. Ayrıyetten, bu insanları sevmediği halde neden hayatlarını daha iyi hale getirmeye çalışıyordu?

Düşünceler üstüne çöker ve sorgulayışı artarken, bunların eskisi kadar ağır olmadığını fark etti ve fırının tekine girip iki poğaça ile bir çay söyledi. Buralardan gitmesi ve ülkeye açılması gerekiyordu artık. Yanına yerleştiği öğrenci, Umut, ilk başta düşündüğünden daha iyi bir yoldaş olmuştu. İlk başta ona şüpheyle yaklaşmış olsa da, yaptıklarını görünce Eiros'u ihbar etmek gibi bir şeye kalkışmamıştı. Onun da bu dünyayla bir sorunu olduğu belliydi. Ancak, kendi içindeki gücün daha büyük bir şeylere kadir olduğunu hissediyordu Eiros.

Poğaçasını yiyip, çayını yudumlarken sonunda zamanın geldiğine karar verdi.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 09 Ekim 2016, 17:17:44
Bölüm 18 - Eiros İki

"Demek gidiyorsun artık, abi," dedi, ikili koltuğa çökmüş olan Umut.

"Evet, halletmem gereken yeni şeyler çıktı ortaya," diyen Eiros, çantasını hazırlıyordu.

İçine bir süre önce aldığı bir dizüstü bilgisayar ile adaptörünü koydu, ardından öndeki küçük göze telefonun şarj aletini yerleştirdi. Yanına alabileceği, giysi dışında, pek bir şey gelmiyordu aklına. Şehrin içinde olduğundan dolayı yemek alması mantıksızdı, ilaç vb. şeylere ise artık ihtiyacı yoktu. Normal bir kişinin ihtiyaçlarından farklı şeyler gerekiyordu ona, bir kaç ayna koymayı ihmal etmedi. İblis ile ne zaman iletişim kuracağı belli olmuyordu. Onunla konuşmaktan olabildiğince kaçınmış olmasına rağmen, altı aylık süreç içinde bir kaç kez çağırması gerekmişti. Pek de verimli geçtiği söylenemezdi ve bunun kendisinden mi yoksa bu şeytani varlığın doğasından mı kaynaklandığını anlayamıyordu. Biraz anlayabilmeye başlamış olsa da, çok farklı, yabancı geliyordu. Mesafeli mi önemsiyor mu, kendisini küçük mü görüyor yoksa sempati mi duyuyor anlayamıyordu bir türlü.

"Gitmeden önce sana bir şey söylemeliyim," dedi, Umut.

Merak içinde ona dönen Eiros, köşeli yüzlü adamın konuşmasını bekledi. Normalde çok sohbet eden birisi değildi, okula gidip gelir ve ev işlerini hallederdi. Bu esnada ise Eiros ya semtteki birileriyle uğraşıyor ya da internetten araştırma yapıyor olurdu.

"Senin bir ajan ya da o tarz bir şey olduğunu hiç düşünmedim," dedi Umut "Ne olduğunu bilmiyorum ama farklısın."

"Ne açıdan?" diye sordu, Eiros, bu konuşmanın eninde sonunda geleceğini hissetmişti hep.

Bir yandan gerçekleşmesini istememişti çünkü Umut'u öldürmek istemiyordu. Semtteki diğerlerinin aksine, bu çukurdan kendisini kurtarabilmiş ve hayat kurabilmiş birisiydi. Arada bir yüzünde bir hüzün dalgası gördüğü oluyordu, gecenin bir vakti yıldızsız gökyüzüne dalıp giderken ya da okula gitmediği gündüzleri, gereksiz gündüz kuşağı programlara bakarken.

"Tıpta okusam da, bugüne kadar hep doğaüstü varlıklara inandım. Seninle karşılaşana kadar bu sadece bir inançtı, artık gerçek olduğunu biliyorum," dedi, genç öğrenci.

"Peki sence neyim ben?" diye sordu, görüşünü merak eden sakallı genç.

"Bilmiyorum," diye, bir iç çekişle beraber itiraf geldi "İnandığım şeyleri hem doğruladın hem de alt üst ettin. Anlatabiliyor muyum?"

"Hayır, demek istediğin hakkında bir fikrim yok."

"Şeytan," dedi, Umut "Hep kötü diye anlatılır. Alınma ama içinde kötülük var ama sırf bundan ibaret değilsin."

"Normal bir insanım yani?" diye gülümsedi, Eiros. Eğlenmişti.

Kesik kesik gülen Umut, mutfağa doğru bir bakış atmıştı bir yandan.

"Kusura bakma, abi ama normal senin pezevengin olsun," dedi ve ekledi "Dolapta biraz rakı var, son bir tek atalım mı?"

"Hadi getir bakalım," dedi Eiros.

Şu altı ay sırasında ne kadar da değişmişti. Önceden hep bir utangaçlık, çekingenlik üstüne çökmüş olurdu. Artık, kimilerinin değimiyle bir ağır abi gibi konuşuyor ve ilişkilerinde hükmeden taraf oluyordu. Hoşuna gidiyordu da bu durum. Hiyerarşide üst taraflarda yer almak, içinde bir yerlere hoş bir şekilde hitap ediyordu.

Biraz haydari yaptıktan ve bir teneke peyniri açtıktan sonra, küçük rakı sofralarının başına çöktüler. Buzsuz içtikleri, serin rakı hoş gelmişti. Hava soğuk olmasına rağmen, her zamanki gibi sıcak olan Eiros'un içini ferahlatıyordu. Dışarıda çiseleyen yağmur ve arada bir gelen gök gürültülerinin eşliğinde, açık olan televizyondan yayılan akşam haberlerinin sesi küçük salonu dolduruyor ve lambanın sarı, soluk ışığı üstlerine düşüyordu. Geleneksel desenlere sahip halıya bir peynir dilimi düştü ve suyu yayılarak, siyah ile kahverengi örüntüyü kapladı. Yeni yıkanmış halının üstündeki dilimi aldığı gibi ağzına attı Eiros.

"Neden bunu yapıyorsun, abi?" diye sordu, Umut.

Eiros, ilk başta onun korkudan hep abi dediğini düşünmüş olsa da, hürmeten dediğini anlamıştı bir süre sonra. Hep böyle konuşurdu. Arada bir, açgözlülükle kendisine baktığını da fark etmişti. Sahip olduğu güce özeniyordu herhalde. Bunun hoşuna mı gittiğinden yoksa canını mı sıktığından emin olamıyordu Eiros ve ikilemleri sevmezdi.

"Bu eve nasıl sahip oldun, Umut? Öğrenci halinle satın alamayacağın belli," dedi.

Öncelikle kendi sorusuna cevap vermesi gerektiğini, sert ve sorgulayan ses tonuyla yeterince belli etmişti. Belki rakıdandı ama bugün kendisini, insanlara daha bir hükmetmek ister bulmuştu. Normal duygusallığına karşı olarak, bir koğuş ağası gibi soğuk ve içten pazarlıklı olmak istiyordu.

"Babam öldü ve mirası için annemle birbirimize düştük," diye yanıtladı, ona uyan Umut "O başka birisiyle evlendi, ben de evi aldım."

"Kendi annenle miras kavgasına mı girdin?" diye sordu, şaşıran adam.

Onun daha farklı olduğunu sanmıştı.

"Beni yargılıyor musun, abi? Sen ne yaptın, kaç kişiyi öldürdün?" diye sordu, bozulan ve gergince gülen Umut.

"Asla kendi aileme zarar verecek bir şey yapmadım," diye, soğuk bir şekilde yanıt verdi, Eiros.

"Benimki gibi bir ailede büyümedin sen. Alınma ama orta halli bir aileden geldiğin her şekilde belli oluyor. Güçlüyken bile gerginsin, buralarda söz geçirememenin nedeni de bu," dedi Umut ve rakısından bir yudum aldı.

Belli etmemeye çalışsa da sinirlenmişti. Aklına Eiros'u mahalledeki çetelere ihbar edebileceği sayısız fırsat geldi. Belki de bunu yapmış olmalıydı. Eiros ise, onun sözlerinden rahatsız olmuştu. Sohbetin yönlendiricisi olduğunu sanıyordu, oysa hala yol yordam bilmediğini söyleyen bu adam, ona yerini bildirmişti. Ne kadar güçlü olursa olsun, bu yaşam biçimine yabancı olan birisiydi. Hayatın içinden değildi, kimilerinin deyişiyle. Eksikliğini hep çekmiş olduğu bir şey.

En çok rahatsız eden de, onun bu laflarında haklı olduğunu bilmekti. Yine de, kendisiyle bu şekilde konuşulmasına müsade edemezdi. Ancak ne yapacaktı? Altı ay boyunca evinde kaldığı birisine zarar vermek istemiyordu ama gerçeğin yüzüne çarpılması zoruna gitmişti.

"Sen burada yaşamayı gerçek yaşam mı sanıyorsun?" diye sordu, Umut'a dik dik bakarak "Bir bok çukurunun içinde kıvranıp duruyorsunuz. Seninle karşılaştığım gün, bir çocuğu dövmek için çete gibi dolanıyordunuz ve sen de içlerindeydin. Farklı olabilirsin, hakkını vermek gerek. Bir şeylerin farkındasın fakat bunun bilincinde olarak yapıyordun bunu."

"Çok ileri gidiyorsun," dedi, Umut.

"Ben bu salak yerde iyi bir şeyler yapmaya uğraşıp durdum. Gelmiş beni yargılıyorsun, ne haddine?" diye ekledi, Eiros.

Adamın bam tellerine basmak hoşuna gitmişti. Sırf görece yakın bir ilişkileri oldu diye, bu şekilde konuşamazdı.

"Git artık," dedi, Umut.

Sinirden dolayı kızarmış, bardağı tuttuğu eli titriyordu. Gözlerinde bir kırılmışlık ifadesi olduğunu gördü Eiros. Bunu beklememişti. Tam tersine, daha da saldırganlaşarak üstüne atılacağını düşünmüş ve kendisini mücadeleye hazır bir halde bekleşirken yakalamıştı.

Sinirleri bozularak, çantasını sırtına geçirdi ve veda etmeden çıkıp gitti.

---

Bu tarz duygusal patlamalarının artık geçtiğini düşünmüştü, Eiros. İblis ile birlikte güç elde ettiğinden beri, daha çok eylem ve daha az düşünmek vardı hayatında. Oysa şimdi, Umut ile olan kavgası ve bunun yarattığı vicdan rahatsızlığı yüzünden yeniden ortaya çıkıyordu. Evinde o kadar süre kaldığı, yaptıklarına rağmen onu kabul etmiş birisine bunları yapmak ağır gelmişti. Öte yandan, hala içinde o zayıf çocuğun var olduğunu anlamıştı. Fiziksel gücü ne olursa olsun, mental olarak zayıftı ve bunun bir şekilde üstesinden gelmesi gerekiyordu. Sorun şuydu ki, gücün buna çare olacağını sanmıştı ama bunun yanlış olduğu, artık besbelli barizdi.

"Sikeyim!" diyerek önündeki, mantar şeklindeki bir kaldırım taşına tekme attı.

Kırılan taştan fırlayan parça, yakınlardaki bir ağaca gidip ona saplanıp kaldı. Tekrar ve tekrar o ikilemleri yaşamak istemiyordu artık. Bıkkınlık ve geçmişin korkusu onu kaplarken, sırtından bir ayna çıkardı ve gerekli seramoniyi yerine getirdi...

Kızıl bir Ay'ın altında, uzun otlarla kaplı bir alanın ortasında dikiliyordu. Göz alabildiğince uzanan yaylaya benzer yerin, zar zor seçebildiği uzak köşelerinde orman vardı sanki fakat karanlıktan dolayı tam çıkaramadı. Ilık bir rüzgar esti ve burnuna bir yanık kokusu çalındı. Ancak, etrafına baktığında çimenler ve Ay dışında bir şey seçemedi. Kilometreler ve kilometreler boyunca sadece, kızıl çimenler vardı. Eğilip baktığında, bunların aslında şeffaf olduğunu anladı. Camsı yapıları sayesinde, Ay'dan gelen renk olduğu gibi onların içine işliyor ve kısmen yansıyordu.

"Burası da neresi?" diye sordu, İblis önünde belirince.

Dumanlar saçan karanlık bedeni ve yemyeşil gözleriyle ona bakan varlık, bir cevap vermedi. Onu inceliyor gibiydi. Etrafındaki çimenler, üstlerine salınan duman bulutlarından dolayı kararmıştı.

"Senin düzlemin," dedi bir süre sonra, her zamanki kalın sesiyle.

Başka bir zaman olsa, uzun uzadıya bunun hakkında sorular sorabilirdi, Eiros ama bugün değil.

"Neden hala bu git-gelleri yaşıyorum? Bana verdiğin güç ile bunların çözüleceğini sanıyordum."

"Sana öyle bir vaatte bulunmadım," dedi, İblis.

"O zaman ne işe yararsın sen?" diye sordu, sinirleri bozularak sırıtan ve sesi çatallanan genç "Yaşamım şu an daha iyi mi sanıyorsun? Benim bu anlaşmadan çıkarım ne?"

"Genç adam," dedi İblis, parlak gözlerini kısarak "Sen her şeyi yanlış anlamışsın."

"Nasıl?" dedi, Eiros.

"Yaşam iyi bir şey değildir. Bu yanılgıdan kurtulman gerek."

Şiddetli bir rüzgar esti ve camsı çimenlerin bükülerek, yere yapışmasına yol açtı.

"Ne yapmalıyım peki?" diye sordu, Eiros.

Neden olduğunu bilmese de, İblis'le aralarında zamanla, iyi kötü bir bağ oluştuğunu hissediyordu ve açıkçası, şu an, gidebileceği başka kimsesi yoktu.

"Kötülüğünü seçeceksin, sevgili Eiros," dedi İblis, sonraki kelimelerinde sesi iyi gürleşmişti "Ve zamanı geldiğinde, bütün dünya senin önünde titreyecek."

Sağ elini, Kızıl Ay'a doğrulttu. Açık olan elinin ayası, göksel cisme karşılık gelirken elinin içi aynı renkte bir kızıllık ile ışımaya başladı. Yavaşça, çimenlerin birbirlerine çarparak çınlamasına yol açarak yürüdü ve açık ayasını, gencin göğsündeki mühre koydu. Bu sefer canı yanmamıştı Eiros'un, tam tersine hoş bir sıcaklık dalgasının vücuduna yayıldığını hissetti.

"İlk gelişinde kendi gerçekliğini öğrenmiştin. Şimdi git ve diğer insanlarınkini öğren... sevgili Eiros," diye fısıldadı.

Son kelimenin tıslaması hala zihninin içinde yankılanırken, genç adam kendisini tekrar sokakta bulmuştu.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 10 Ekim 2016, 20:21:19
Bölüm 19 - Su

"Katil Şef Yakalandı."

Gazetenin diğer sayfasını çevirdikten sonra, özellikle bol su koyduğu, hafif kahvesinden bir yudum aldı.
"Şanlı polisimiz, bütün ülkede ve uluslararası camiada terör estiren seri katili yakaladı. Göz altına alınmaya çalışırken karşı koyan şerefsiz cani, göğsünden dört kere vurularak öldürüldü..."

Manşete koca koca puntolarla yazılmış olan habere biraz daha göz gezdirdikten sonra, gazeteyi katlayıp cam masanın üstüne koydu. Olayın hasıraltı edilebileceği aklına gelmiş olsa da, olay yerinde bulunan elliyi aşkın kurbanın belki de bir fark yaratabileceğini düşünmüştü. Elbette, bu düşünceleri eninde sonunda bir hayalden ibaretti. Yandaş ya da ana akım medya fark etmeksizin, bütün gazeteler, polise övgüler diziyor ve dünya basınından ülkenin başındaki diktatörü tebrik eden bildirimleri gururla aktarıyorlardı. Uluslararası ilişkilerin bu bariz ikiyüzlülüğü onu iğrendirmişti.

Her şeye rağmen, içindeki küçük bir parça bu sefer gerçekliğin değişmesini beklemişti; sorun da buydu ya. Boşa çıkacağını bile bile umut ediyordu. Bu halinden kurtulmayı sayısız kez denemişti ve her seferinde, ruhundan söküp atmaya çalıştığı umut, daha da güçlenerek geri dönmüştü.

İç çekerek, kahveden büyükçe bir yudum daha aldı. Sıcak sıvı boğazını yakınca, bundan haz aldı. İyileşme kabiliyeti arttığından beri, kendisine bilerek küçük acılar yaşatıyordu.

"Affedersiniz, sizi bir yerden tanıyor muyum?" diyen bir kızın sesini duyduğunda, dudakları hala beyaz kupanın üstündeydi.

Karşısında, sol gözüne siyah bir band takmış olan, incecik bir kız dikiliyordu. Kısa, sarı saçları omuzlarına dökülürken, masmavi gözünde Eiros'un tarif edemediği bir şeyler saklıydı.

"Yok, hayır. Sanmıyorum..." diye yanıtladı, adam, sessizce.

Tarif edemediği bir nedenden dolayı, üstüne bir utangaçlık çökmüştü. Belki de karşısında yarım bir insan görmektendi fakat sadece bununla açıklanabilecek de bir duygu olmadığını biliyordu. Kızın, kavisli burna sahip ince hatlı yüzüne bir narinlik oturmuştu. Bir ormanı çağrıştırıyordu. Batmayan yakın akşamüstü güneşi ile tan kızıllığı bir araya gelerek, hüzün ve sevinci bir araya getirmiş, doğanın içinde doğaüstü bir güzellik oluşturmuş gibi. Koyu yeşil çam ağaçlarının kokusunu alabilecek neredeyse. O an, kızı bütün gücüyle korumak geçti içinden.

"... ama çok tanıdık geliyorsunuz siz de."

Büyükçe göz bebeğine sahip, kara noktanın etrafında berrak deniz mavisi ince bir halka bulunan tek göz ona çevrilmişti. Adam, utanarak kulaklarının yandığını hissetti. Sanki, ruhunun içine bakıyordu kız. Rahatsız olarak, oturduğu yerde kıpırdandı. İkilemler tekrar belirmiş ve ruhunun iki yarısı vahşi köpekler gibi birbirine saldırmaya girişmişti yine.

"Oturabilir miyim?" diye dobraca sordu, kız.

"Elbette," dedi adam.

Ancak aklında pek çok soru işareti belirmişti bile. Bu kızdan neden böyle bir hava alıyordu? Kimdi o ve gözünü nasıl kaybetmişti? Ayrıyetten, içinde belli belirsiz ortaya çıkmaya başlamış olan ve gittikçe kuvvetlenen tehlike hissi de nedendi? Her şeyden önce, kız neden onun masasına oturmuştu; doğru, son aylarda kas kütlesi artmıştı ve yüzünün bakılmaz olduğu da söylenemezdi ama...

Gelen garsona bir filtre kahve siparişi verdi sarışın kız. Konuşurken kısa, dalgalı saçları rüzgardan dolayı yüzünün önüne düşmüş ve saf bir güzellik katmıştı ona. Eiros, aklındaki düşünce girdabı uçup giderken, alık alık onu seyretti.

"Adım Su," dedi, kız.

"Efendim?"

"Madem tanışmıyoruz, o zaman böyle icap etmez mi?" diye sordu, hafiften gülümseyen genç kız.

"Haa," dedi, kaba saba bir tonda "Ben de... Ateş."

Aklına ilk bu isim gelmişti nedense.

"Memnun oldum. Başkentteki eyleme gitmiş miydin, Ateş?" diye sordu, Su.

"Eylem mi oldu? Haberlerde gördüğümü hatırlamıyorum," dedi, genç.

"Altı ay öncekini diyorum. Patlamanın olduğu. Belki orada görmüşümdür seni," diye açıkladı, kız.

"Hayır, o aralar biraz meşguldum," dedi, adam "Bir dakika. Seni haberlerde görmüştüm. Yaralılara yardım ediyordun, gözünde sargı vardı..."

Hala açık olan bir yaraya parmak bastığından endişelenerek sustu.

"Evet, yardım ettim de, haberlere çıktığını hatırlamıyorum. İnternette görmüş olmayasın, bir sürü video vardı. Belki bir tanesinde denk gelmiştir."

Kız bunları dedikten sonra, garson gelerek filtre kahveyi masaya bıraktı. Dostça esen rüzgar, kızın saçlarını yine dalgalandırdı ve Eiros, ne diyeceğini tekrar unuttu. Nedenini gayet iyi bilse de açıklayamayacağını düşünmek istediği bir boşluk, daha doğrusu dinginlik, normalde aşırı çalışan beyninin üstüne çökmüştü. Tatlı bir boşluktu, gayet net bir şekilde hatırladığı ve hayatında tekrar karşılaşmayı ummadığı bir hissiyat.

"... iyi misin?" diyen, kızın sesini duyduğunda tekrar dünyaya döndü.

"Evet evet..." diyen adamın aklına bir anda sayısız düşünce üşüşüverdi.

İçinden gelen atılım fikri, geçmişiyle çarpışıyor ve ona her şeyin tekrar aynı olacağını bağırıyordu. Ancak bu sefer, bitap düşmüş varlığının sesine aldırmadı. Tabii ki, hayatındaki hiç bir şey gibi bunu da kendi iradesiyle yapmamıştı ama bu sefer, kader ona güzel geliyordu. Kendisini akıntıya bırakmak ve suyun içinde boğulmak pek bir çekiciydi.

"Su," dedi, adam, daha emin bir şekilde "Nasıl açıklayacağımı bilmiyorum ama sende bir şey var."

Doğru kelimeleri bulmaya çalışarak durakladı, bir iki kere kekeledi bu sırada. Onu yargılamak yerine, tam tersine pür dikkat kesilmiş kız, sabırla onu bekledi.

"Seninle tanışmam gerekiyormuş gibi bir his!" dedi, sesi yükselen Eiros "Hayır hayır, gereklilik değil. Bunu istiyorum. Sadece ben mi bu kanıdayım?"

Kalbi hızlanmış, güp güp atıyordu. Cevabı beklerken, uzun süredir olmadığı kadar zayıf hissetti kendini. Kısmen nefret etti, kısmense sevdi bu durumu.

Cevap vermek yerine, uzanıp narin ve kendisi gibi ince, uzun parmaklarıyla adamın elini kavradı kız. Gülümsüyordu. Hafiften gamzeleri çıkmış, küçük yüzü adam o an avuçlarının içine almak istedi. Siyah göz bandı bile hoşuna gidiyordu. Hayır, "bile" denecek bir durum yoktu. Zira, onun yaşam dolu mavi noktasıyla oluşturduğu tezatlık en çok hoşuna giden şeylerden biriydi.

Kendisinin de sırıttığını fark etti, köşeli çeneye sahip yüzündeki gülümseme herhalde kulaklarına kadar varıyor olmalıydı. Aptal göründüğünü düşündü ve bunu sevdi. Ancak, bir an sonra bir şeylerin yanlış olduğunu fark etti. Anormal bir şekilde ısınmıştı vücudu, özellikle eli. Bakışları kendi vücuduna dönerken, duman tütmekte olduğunu gördü. Bir an sonra alev aldı ve derisindeki bütün sinir uçları, acıyla ona isyan etti. Acının verdiği öfkeyle kıza döndü, gülümsemesi gitmiş ve yerini hüzünlü bir ifade almıştı. Bol bol gülümsemenin verdiği mutlu insan çizgileri yok olmuştu narin kızın yüzünden, yerlerini zor zamanlarınkine ait olanlar almıştı. Ve sanki ona acıyordu?

Sinirle, kıza bir tane vurdu ve kafasını arka taraftaki sandalyeye vurarak yere düşmesine sebep oldu. Dumanlar görüşünü kaparken, son hatırladığı şey yerdeki mermeri kaplayan kızıllık olmuştu.

---

Soluk soluğa uyanan Eiros, titreyerek ışığı açtı. Karnına bir acı ve pişmanlık oturmuştu. Neden olduğunu ve neye olduğunu bilmeyerek ağlamaya koyuldu. Dünyaya küfrediyordu bir yandan.

"Allah kahretsin!" diye bağırdı, hıçkırıklarla sarsılırken "Orospu çocuğu!"

Bomboş odası, çok soğuktu. Islak yüzünün üşümesine sebep olan ve sonsuza kadar sürecekmiş gibi ısıran bir soğuk. Kendisine söverek, ağlayışını kesmeye çalıştı. Arada sırada aradığı olsa da, sevmiyordu bunu. Hele şimdi, hiç gerçekleşmemiş bir şey için göz yaşı dökecek bir zayıflıktan tiksinmişti. Lise zamanlarından kalma alışkanlıkla, yavaş yavaş yaşları azalttı ve bir süre sonra tamamen durdu. Dakika geçti ve sonunda acısını tamamen gömdü.

Kalkarak, yeni dairesinin mutfağına gitti ve bir şişe viski çıkarıp, bardağa gereksinim duymadan büyük bir yudum aldı. Bilgisayarının başına geçti ve stresle bacağını sallayıp durarak neti araştırdı. Aradığı videoyu bulduğunda, oynatıcıyı durdurdu ve sarışın kıza yaklaşarak baktı. Başkentteki patlamada gerçekten bulunmuştu kız.

Beyninin bilinçaltına işlediği bir saçmalık olabilirdi bu. Gün içinde gerçekten kafeye gitmiş ve sarışın kızı görmüştü sonuçta. Bir yerlerden gözü ısırmış olsa da, hiç konuşmamışlardı. Ona şöyle bir bakıp yanından geçen ince kız, arkasındaki masaya oturarak arkadaşlarıyla sohbete dalmıştı. Yine de rahatsız olmuştu rüyadan. Kızla tanışması gerektiği hissi artık bas bas bağırıyordu ve bunun nedeninin iyi bir şey olduğu kanısında değildi. Daha önce interneti araştırdığında ve sonra bir kaç kez daha 'doğaüstü' herhangi bir şeyle karşılaştığında hasıl olan, İblis'le alakalı gerçekleri bulmasını sağlayan sezgiydi bu.

İblis'le tekrar konuşmayı düşünse de, bundan vazgeçerek viskiyi kaldırdı ve banyoya girdi. Sıcak su, soğukluğu alıp götürürken, suyun altında kendi kendine bir şarkı uydurdu. Doğulu aksanı yaparak eğleniyor, kaba saba laflar sarf ederek, çakma şivesiyle orada bulunmayan insanlara hitap ediyordu.

"Bağyan, ağzınız beş metre, kıçınız on metre, vereyim sikimi elli metre," dedi ve kendi iğrençliğine güldü.
 Sıcak suyun altından çıktıktan sonra, içeri gidip kurulandı. Buharın dağılması için bir kaç dakika bekledi ve tuvalete girdi. Elindeki telefonla oynayıp dururken, bir yandan sertçe ıkındı. Karın kaslarını sıkarak, bağırsaklarını zorluyor ve her bir parça boku vücudundan atmaya çalışıyordu. Gün içinde kakasının gelmesini sevmiyordu. İşi bitince, sifonu çekmeden önce eserine baktı ve neden insanın bu tarz bir şey yaptığını merak etti. Evden çıkmadan önce, avucunun içini ekmek bıçağıyla kesti ve yaranın saniyeler içinde kapanarak iyileşmesini seyretti.

Gün ağarırken, dışarı çıktı ve çoktan açılmış bir fırın bularak kahvaltısını etti. İkram olarak gelen çayı yudumladığı sırada, okula gitmek için servis beklemeye çıkmış liselileri gördü. İçinde bir korku belirdi ve mantıksız olduğunu bilse de, çekingence -ve çaktırmamaya çalışarak- gözlerini kaçırdı onlardan. Gözlerini kapadı ve soluk alış verişini yavaşlatarak, boş yere düşünceleri ile duygularına söz geçirmeye çalıştı. Başarısız olarak, kahverengi gözlerini tekrar açtı.

Karşısında, mavi gözlü kızın dikildiğini sandı bir an fakat bunun farklı birisi olduğunu, ayrıyetten kendisine de bakmadığını hemencecik anladı. Kahvaltılık almaya gelmiş, sıradan bir öğrenciydi.

Adamın göğsüne bir şey oturdu, saatler boyunca da gitmedi.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 15 Ekim 2016, 20:43:40
Bölüm 20 - Devam

Aradan bir kaç gün geçmiş ve Eiros kendisini daha iyi hissediyordu. Küçük dairesine yerleşmişti yerleşmesine fakat hala yakalanmamış olmasına bir yerde şaşırmıyor da değildi. Yoksulluğun ve suçun kol gezdiği Tepe Semti'nden çıktığından beri, içini bir rahatsızlık kaplamıştı. Orada geçirdiği zaman süresince istediği hemen her türlü şeyi gerçekleştirebilmişti; insanları dövmüş, sakatlamış hatta yeri geldiğinde öldürmüştü. Son kısım, yaptığı hızlı başlangıca rağmen olabildiğince kaçınmaya çalıştığı bir şeydi. Bir anlık kızgınlık patlaması yüzünden hak etmeyen birisinin hayatını almak gibi bir şey yapmak istememişti. Bunun mantıklı ya da davranışlarıyla tutarlı olduğundan emin değildi. Tam tersine, tutarsızlık içinde yüzdüğünü biliyordu ve rahatsız ediciydi. Bir düğüm vardı içinde, nasıl çözeceğini tam bilemediği. Bu açıdan, altı ay öncesine göre olduğu yerdeydi yani; düşüncesel ikilemlerin yerini eylemler almıştı sadece. Bu durum bir yana, son aylardaki tek sıkıntısı üstüne çöreklenen çeteler olmuştu fakat Umut'un ona verdiği tüyolar ve normal bir insana göre kat kat güçlü olması sayesinde bunların üstesinden gelebilmişti. Öğrencilerle dolu, şehrin en büyük üniversitesinin bulunduğu bu bölge ise daha meşakkatliydi. Sivil polisler her yerde fink atıyordu. Bir süre önce, bir öğrencinin öldürülmesinin ardından, okulun etrafındaki incecik tellerin yerini koca koca bariyerler ve üstündeki jiletli teller almıştı. Bütün giriş çıkışlara, sağlam ve çirkin demirden, iki metreyi aşan dar turnikeler konulmuştu. Öğrencilerin çoğu, başta garipseseler de, alışmıştı eninde sonunda. Bir kısmı ise hala, her sabah ve akşam küfrederek girip çıkıyordu.

İlk başta okuldaki kimi boşlukları bulmuşlardı. Ana girişlere konulan koca demir kapıların aşağılamasına katlanmamak için, metronun diğer çıkışını kullanmışlardı. Yolun o tarafındaki caddede bulunan, kampüsün iç taraflarına girişi mümkün kılan köprü kapandığındaysa, başka bir köprü bulmuşlardı. O da kapandığında, biraz daha uzaktaki bir bahçenin arkasındaki girişi kullanmışlardı. Ancak zaman içinde, bütün girişler kapatılmış, yıldırma politikası amacına ulaşmıştı. Her biri, potansiyel birer suçlu olarak, okula kaçta girdiklerini ve çıktıklarını, kartlı geçiş sistemine sahip turnikelere bildiriyorlardı. İşin garibiyse, daha önce okulda bir polis, genç bir kız öğrenciye tecavüz ettiğinde bunların hiçbirisinin gerçekleşmemiş olmasıydı. Kız unutulmamıştı ve adına yıllar boyunca anma ile eylemler gerçekleştirilmişti; fakat yönetim konseyi hiç bir yere ne turnike koymuş ne de güvenlik görevlisi dikmişti.

Geçen sene gerçekleşen cinayet sonrası ise, okulu bir kaos ve tepki ortamı bürümüştü. İki siyasi grubun birbirine uyguladığı -ve yönetim ya da öğrenci fark etmeksizin, çoğunluk tarafından göz ardı edilen- nefret dolu şiddet meyvesini vermişti; bir öğrenci öldürülmüştü. Öğrenciler, doğal olarak can güvenlikleri için korkmuş ve topluluklar birleşerek, rektörlüğe, olayların durmasına yönelik bir şeyler yapmaları için imza vermişti. Yerel ve ulusal medya olayın üzerine gitmiş ve baskı yöntemlerini genişletmek için bahane arayan hükümet devreye girmişti. Okulun güvenlik işlerine, resmi olmasa bile fiili olarak, valilik el koymuş ve kukla rektör aracılığıyla, eğitim yerini yarı kapalı ceza evine dönüştürmüştü.

Artık, ne kadar barışçıl olursa olsun, neredeyse hiç bir eylem gerçekleştirilemiyordu okulda. Düşünen ve kendi fikirlerine sahip insanların yetiştiği bir yerin aksine, ülkenin korkutulmuş apolitikliğinin bir parçasıydı. Altmış yıllık geçmişe sahip bir üniversite için, hüzün verici olduğu söylenebilirdi.

Eiros, bu yüzden, kılık değiştirmiş olmasına ve hatta vücut yapısı değişmiş olmasına rağmen kendisini rahat hissetmiyordu. Her tarafta sivil polis kaynaması bir yana, bütün bunlardan bağımsız olarak daha medeni bir yerdi de. Uygarı oynaması gerekliydi.

"Bakalım bugün neler olmuş?" diye düşünerek, internete girdi ve haberlere göz gezdirdi.

Bir yerlerde eylem olmuş, doğuda bir yerde -tekrar- sıkıyönetim ilan edilmiş vs. normal şeyler vardı hep. Bunlara da bir el atması gerektiğini düşünse de, daha zamanı değildi. Şimdilik, bu görece uygar yerde kalmayı ve insanları öğrenmeyi planlıyordu. Son altı ay içinde gördüğü sefaletten sonra, bir değişiklik olacaktı.

Günlük rutinleri tamamlayan adam, kendisini sokağa attı ve kış soğuğunun içine dalarak, bol bol köpeklerin bulunduğu bu yerde gezinmeye başladı. Üstündeki siyah deri ceket, altındaki lacivert kot ve gür sakalı ile tam bir öğrenciydi görünüş olarak. Yavaştan alışkanlık edindiği kafeye giderek, çay içti ve dizüstü bilgisayarıyla uğraştı. Bir yandan, bu modern görünümlü ve uluslararası zincir çakması mekanda etrafına bakıp duruyordu. Düzgün, simetrik ahşap zemini, yağmura karşı gerilmiş brandaları ve küçük, maksimum yolcu alma niyetindeki otobüslerde olduğu gibi dip dibe dizilmiş masaları ile ortalama bir yerdi. Yapaylık kokuyordu. Karşısında yeni açılmış bir dilim pizzacı, onun yanında ise salıları ve perşembeleri "yiyebildiğin kadar ye" kampanyası uygulayan bir midyeci vardı. Kafe ve karşısındaki dükkanlar ile son bulan sokak ise, dar bir caddeye açılıyordu.

İblis'in ona verdiği gücü hala tam anlamıyla algılayamamış olsa da, etrafına bakarak insanlardan farklı bir şeyler hissetmeyi bekledi. Anlaşmalarının en başından beri var olan sezgi gücü sayesinde, kendisine insanları anlamayla ilgili bir güç verildiğini hissediyordu. Ancak bunu nasıl kullanacağı ya da tam olarak ne olduğu hakkında daha ileri bir fikri yoktu. Canını pek sıkmadı buna, zamanla ortaya çıkacaktı nasıl olsa. Daha önceki böyle olmuştu hep.

Etrafındaki kişilerin çehrelerinde ya da giydiklerinde çok durmadan onları inceledi. Fiziksel görünümleri önemsiz olduğundan değil; duruşları, oturuşları vb. detayların ima ettiklerini düşünüyordu. Cuma akşamüstü olduğu için pek bir doluydu bugün. Dersten fırlayan gençler ortama doluşmuş, hocalardan yakınıyor, ilişki tavsiyesi arıyor veya dedikodu yapıyorlardı. Genç kızların güzelliğinin dikkatini dağıtmasına izin vermedi. Bir süre sonra, böyle genelgeçer tarama yapmak yerine sadece bir kişiye odaklanmakta karar kıldı.

Sahte sarışın, kemerli burna sahip güzel bir kız, karşısındaki dümdüz, şimdilerde moda olan cırtlak yeşil saçlara sahip arkadaşına bir şeyler anlatıyordu. Bir süre onları dinledi. "O ondan hoşlanıyormuş da, kız yüz vermeyince triplere girmiş" vs. pek de umurunda olmayan konuşmalar, Eiros için beyaz bir cızırtıya dönüştü. Bilgisayarının ardından, kızın kış güneşinin cılızlığıyla açılmış yüzüne daha çok baktıkça, kendisini daha çok bir transa girmiş gibi hissetmeye başladı. Etrafındaki kişiler ve gürültü yok olup giderken, dünyanın bulandığını duyumsadı ve kendisini akışa bıraktı. Önündeki parlak ekran bile yoktu artık, sadece, dudakları kelimelerle birlikte oynayıp duran bu insan vardı. Hassas, pembemsi, yoğun kılcal damarlı deri parçaları aralanıp, bükülüp dururken, Eiros kendisini gergin hissetti. İçine zar zor fark edilen bir öfke dolmuştu; tanımadığı birisine, bir adama karşı sinirlenmişti. Adamın kim olduğunu, adını, sanını ya da görüntüsünü bilmiyordu. Tek duyumsadığı, yaptığı bir hareket yüzünden ona bozulmuş olduğuydu. Onun gibi güzel birisini bir daha nah bulurdu adam. Kedi ulaşamadığı ciğere pis dermiş, herif de bu yüzden kendisini yok sayıyordu...

Kız, izlendiğini fark ederek Eiros'a gözünün ucuyla şöyle bir bakınca, adam transtan çıkarak, kendisini tekrar kafenin içinde buluverdi. Yüksek sesli bir televizyon açılmış gibi konuşmalar birdenbire beynini doldurdu. Hızlanmış kalbi yavaşlarken, düzene oturmaya çalışan organın yarattığı çarpıntıyla soluğu kesildi ve derince bir kaç nefes alarak durumunu toparladı. Eski hayatında, çarpıntılarla baş etmeye alışmıştı.

Yaşadığı deneyim hem şaşırtıcı hem de bir yandan beklediği bir şeydi. Kızın varlığını dinlemiş olduğunu anladı. Büyük ihtimalle sadece yüzeydeki his denizine dalmış olsa da, ilk kez bir insanın aklından geçen duyguları bu kadar net şekilde anladığını, daha doğrusunu onları yaşamış olduğunu fark etti. Hala o adama sinirliydi mesela. Etkisi azalmaya yüz tutmuş olsa da, kızın kendince haklı tepkisi damarlarında dolanıyordu.
Ilımış çaydan büyük bir yudum aldı ve özgüven ile dolarak, kalkıp hesabını ödedi. İnsanlık denilen bu yeni okyanusa dalmak, yeni şeyler öğrenmek isteğiyle dolup taşıyordu. Bir sonraki hedefi çoktan aklında belirmişti bile; herkesin yiyişmek için gittiği bir bar. Transtan beri kendisini daha bir çekici hissettiğini fark etmişti ve nedenini de tahmin edebiliyordu. Kızın kişiliği, hala onda etkisini sürdürüyordu.

---

Ara sokaklardan birisine kurulmuş mekana vardığında, güneş batmaya yüz tutmuştu. Siyah bir kare şeklinde tasarlanmış, beş metrelik duvarlara sahip bina, eski bir araba servisinden bara dönüştürülmüştü. Bir bakıma korkutucuydu; daha önce içine girmediği bir dünya. Tehlike hissi hoşuna gitti ve kızıl neon tabelanın altından geçerek, içeri daldı. Siyahlar içindeki iki kalıplı feadi, ona tehditkar şekilde dik dik baksa da, bir şey demediler. Bol baslı tekno ritim kulaklarına ulaştı hemencecik. Müzik hafifti. Kimisi yarı dolu kimisi de henüz açılmamış çeşit çeşit içkilerin dizildiği, tahta raflarla bezeli bar kısmı çok da ilginç değildi. Her günün kampanyalarının yazılı olduğu tabelaya göz attı. Barmenden gidip şat ve bira menüsü istedi. Gece daha çökmediği için, cuma olmasına rağmen, henüz kalabalıklaşmamıştı. Siyah deri koltuklar, koyu boyanmış kalın metal duvarların kenarına atılmıştı. Ortada ise pek çok tek ayaklı, yuvarlak masalar diziliydi. Aralarına uzun, başı yuvarlak ısıtıcılar serpiştirilmişti. Dans pisti tarzı bir yer göremedi, demek ki o tarz bir yer değildi.

İçkisi geldi ve açlıkla şatı kafasına dikti, ardından limonu ısırdı. Tuzu sevmiyordu. Birasının yarısına geldiğinde üstüne sıcak basınca, deri ceketini çıkardı ve siyah ile kızıl kare desenlerin birbirine geçtiği gömleği ortaya çıktı. Bir süre önce satın aldığı gömlek, kaslanan vücudu yüzünden üstüne tam oturmuyordu. Omuzları geniş geliyor ve göğüs tarafındaki düğmeler hafiften zorlanıyordu. Biraz daha kalıplı olsa çok komik durabilirdi fakat bu haliyle slim giyiyormuşa benzemişti.

Bir saat sonra, bar iyice kalabalıklaştı. Erkekler kadınlardan biraz daha fazla olsa da, fedailer işlerini iyi yapıyordu. Zaman içinde sayı eşitlendi. Orta bölümdekiler, amaçları belli olarak sohbet ediyorlardı. Ancak oynaşmaları, kenardaki koltuklara dizilmişlerinki kadar bariz değildi. Etrafı umursamayan bir şehvetle gözü kör olmuş erkek-kadın çiftleri, elleşiyor ve öpüşüyorlardı. İşi çok abartan birileri çıktığında ise, barmen, fedailerden birisine sesleniyor ve yaka paça dışarı atılıyorlardı. İşlerini tuvalete götürenlere ise kimse ses etmemişti.

İnsan denizi yavaştan Eiros'u bunaltmaya başladığı sırada, arkadaşıyla sohbet eden kızın tekinin kendisini süzmekte olduğunu fark etti ve karşılık verdi. Normalde asla cüret edemeyeceği bir davranış olsa da, bugün farklıydı. Kıvırcık, kızıl saçlara sahip bir yetmiş genç kadın, yirmi beş civarında olmalıydı. Yüzünde, siyah, kalın bir kemik gözlük vardı ki bu, genç kadına ayrı bir çekicilik katıyordu. Balık eti vücudundan pay almış göğüsleri, siyah kotun altından belli olan dolgun bacakları ile Eiros'un hoşuna gitmişti. Sipariş verir gibi kalktı ve kızın tarafına yaklaşarak, barmene seslendi. Ardından ona döndü.

"Selam," dedi, sakince.

"Merhaba," dedi, kadın.

"İstemeden fark ettim seni, Ateş ben," dedi, emince.

"Arzu ben de," diye yanıtladı kız.

Birlikte geldiği arkadaşı bozulmuş ya da şaşırmıştı fakat ikisi de onu umursamadılar. Kısacık bir süre içinde sohbete daldılar, bir süre sonra öpüşmeye başlamışlardı bile. Kızın sıcacık dudakları, arada bir onu ısırışı Eiros'u tutkuyla dolduruyor ve daha şiddetli biçimde karşılık veriyordu. Hassas tenin bu sıcaklığını kendi dudaklarında hissetmeyi özlemişti. El oyunları işin içine girdiğindeyse, işi aceleye getirmek yerine keyfini çıkardılar. Adam, her anı yaşamak ve doyasıya zevkini çıkarmak istiyordu. Bir yandan, kızı her öpüşü ve her temaslarında, tekrar o transa benzer durumun üstüne çöreklendiğini hissediyor ve tutkusu iyice katlanıyordu. Kafede hissettiğinden daha farklı ve yoğundu trans. Kızdan gelen düşüncelerde sadece cinsel açlık hissediyordu, ki istendiğini bilmek -bu trans durumu olmasa bile- yeterince tahrik ediciydi.

Böylece kah sohbet ederek, kah öpüşüp, elleşerek saatlerini harcadılar. Gece geldiğindeyse, ikisi de daha fazla dayanamaz olmuştu artık.

"Evim yakın sayılır," dedi adam.

"Benimki daha yakın," diye yanıtladı, genç kadın.

Kadrolu araştırma görevlisi olan kız, evinde tek kalıyordu. Bu yüzden, gönüllerinin istediği kadar şiddetli ve yüksek sesle, zamanı öldürüp, birbirlerinin açlığını giderdiler. Arada bir aceleci davranır gibi olduğundaysa, yüzünde oyuncu bir ifade olan kadın onu geriye itiyor ve kendisine ulaşmasını engelliyordu. Adam da ona uyarak, yataktan kalkmaya çalışıyor ve gerisingeri kırışmış çarşafa itiliyordu. Bir süre sonra ise oyun bitiyor ve fırlayarak, kızı kollarına alıyordu. Yeni fiziği sayesinde, daha önce yapamadığı çeşitli şeyleri de denedi adam. İnlemeler dışında pek konuşmadılar. En uzun konuşmalarında, adamın göğsündeki mührün ne olduğunu sormuştu kız; dövme, demişti.

Kucağına alıp dolaba dayadığı kadının bacakları belinin etrafına kenetlenmişken, açlıkla dolu seansları, bir saatin ardından bitti. İkisi de, nefes nefese kendilerini yatağa attılar. Trans hali hala belli belirsiz devam ediyordu. Kadının açık renkli, pürüzsüz bacaklarını sevgiye benzer bir hisle öptü adam. Kadının da ona gülümsediği görünce, yeni bir enerjiyle doldu ve tekrar seviştiler. Sabaha doğru, ikisi de yorgunlukla derin bir uykuya dalmıştı.

Ertesi gün, akşamüstü kalktı adam ve kızın yatakta olmadığını gördü. Mutfaktan gelen seslere bakılırsa, bir şeyler pişiriyordu. Gidip arkadan sarıldı ona.

"İsmin sana çok uyuyor," diyen kadın, gülümsedi ve boynunu büküp, kendisinden on santim kadar uzun olan adamı öperek karşıladı.

"Seninki daha çok bence," dedi, Eiros, öpüşmeleri bittiğinde.

"Açıkçası bir süredir bir şey yaşamamıştım. Pınar, dünkü arkadaşım, çıkalım dediğinde de isteksizdim ama bu kadarı..." diyen kız, önündeki sucuklu yumurtayı karıştırdı ve güldü "Okumam gereken kağıtlar falan vardı."

"Ne kadar süre oldu?" diye sordu, adam.

"Biraz utanç verici," dedi kadın "Uzun süre oldu."

"Benim beş yıl olmuştu," diye, bir an gelen dobralık ve açıklıkla itiraf etti bunun üstüne, Eiros.

 "Oha," dedi, şaşıran kadın "Bir yıl benim."

Eiros da şaşırdı nedense.

"Peki şimdi ne olacak?" diye düşündü, içinden.

Tek gecelik ilişkilere aşina değildi, bunun öyle bir şey olmasını istediği de söylenemezdi.

"Kahvaltı edeceğiz," diye yanıtladı, Arzu.

Bunun üstüne, içinden sandığı şeyi dışından söylemiş olduğunu fark eden adam utanarak sus pus oldu.

İkili, güzel güzel kahvaltılarını ederken pek konuşmadılar. Ardından duşa girip çıktılar. Bir şey olmadı çünkü ikisinde de hal kalmamıştı.

"Bölümün neydi?" diye sordu, Eiros, çıkmaya hazırlanırlarken.

"Kimya demiştim ya," diye yanıtladı, Arzu.

"Yok, hayır. Yüksek yaptığın alan," diye açıkladı, adam.

"Üç Boyutlu Protein Modellemesi."

Bir şey anlamayan Eiros, anlamış gibi kem küm onayladı onu.

"Boşver şimdi onu," dedi kadın "Ne yapacağız diyordun, açıkçası bu ilişkiyi bariz sebeplerden dolayı kesmek istemem ama seni doğru düzgün tanımıyorum bile, sen de beni tanımıyorsun."

Kadının dedikleri ona mantıklı gelmişti. Öte yandan onu tanımak isteyebileceğini düşünse de, bunu dillendiremedi, adam.

"O zaman bu şekilde devam edelim," diye bir öneride bulundu.

"Keep it casual, diyorsun. Bana uyar, numaran ne?" diye sordu, kız.

"Telefon kullanmıyorum."

"Hadi ya? O zaman sosyal medyadan haberleşiriz."

"Oralarda da üyeliğim yok," dedi, adam.

Adamın kaçmak için bahane aradığını sanan, kızıl saçlı kadın, bariz bir şekilde bozuldu. Bunun üstüne, Eiros, bir telefon almaya karar verdiğini söyledi ve kızın numarasını istedi.

"Tamam ama kaçmak yok," dedi, sevinen Arzu "Seninle işim bitmedi."

Evden çıktıktan sonra, tek başına kaldığında, büyük bir rahatlama ile buruk bir sevincin karışımını yaşayan Eiros, yaptığı şeyin üstünde pek durmamaya çalıştı. Ancak bunu başaramadı. Arzu'dan gerçekten hoşlandığı ve bunun karşılıklı olduğu kanısındaydı fakat kadın aralarındaki durumu pek sorun etmediğine göre, demek ki olay tek taraflıydı. Cesurken bile çekingen olmak zorunda mıydı?

Bir sigara yaktı ve dolanmaya koyuldu. Bara tekrar mı gitmeliydi acaba?

---

Bir kaç hafta geçti. Bu süre boyunca, bara gidip yeni birileriyle sevişmek dışında neredeyse hiç bir eylemde bulunmadı ve hala bir telefon da almamıştı. Gerçekleştiremeyeceği sanrıların peşinde koşmak istemiyordu; daha önce çokça onları kovalamış ve her seferinde hayal kırıklığı ile acı içinde kalmıştı.

Kadınlarla çevrili olmaktan dolayı kibirlenmiş, yakışıklı barmeni sevmemişti fakat kaba fedailerle muhabbet kurmuştu. Arada bir, adamlarla içkisini paylaşıyor ve sigara içiyorlardı. Kontrol etmekte daha çok uzmanlaştığı dalınç yeteneğini, onların üstünde de kullandı. Boşluk, şiddet ve yalnızlık hissetti. Az buz sezebildiği, dünyaya karşı dik duruşun altında bir korku da vardı. Yeteneğinin geliştiğini, daha dipteki duygulara da ulaşmaya başladığını çıkardı bundan. Fedailerde dalıncı kullandığı günlerde, insanlara daha bir öfkeyle bakıyor, karşı cinsiyete olan arzusu artsa da bir yandan da aşağılama isteğiyle karışıyordu. Seks yapma istenci ile bunu yapanları aşağı görme el ele gidiyordu. Hoşuna gitmediği için bir süre sonra bunu kesti. Ancak muhabbetini sürdürdü. Konuşmak iyi geliyordu.

Arzu ile iki kez daha karşılaşmıştı. Sözünü tutmadığı için ona bozulmuş olsa da, ikisini de engellemedi bu durum. İlişki tarzları düşünülürse garip değildi. İkinci günün sabahı, hala bir elektrik vardı aralarında; yine de ne kız ne de adam üstüne gitti. "Görüşürüz," demişti kadın, adam da aynı şekilde yanıtlamıştı. Daha sonra anlayacaktı ki, tereddütlü iki ruhun cesaretsizliğinden kaynaklanıyordu. Üçüncü sefer, sevişmelerinde, dalınç sayesinde kızda normal duyguların yanında bir acı hissetmişti. Çaresizlikten dolayı daha yoğun ama boşuna bir çabayla yüklü fizikselliğe iten bir boşluk. Kendisinin ayrı olarak bunu hissettiğinin de ayırdındaydı. Belki de, ikisinin arasındaki -belli belirsiz de olsa- var olan bağdan dolayı, dalınçlarında onu diğerlerine göre daha iyi anlayabiliyordu. Her zamankinden daha şiddetliydi bu son kaynaşmaları. Sabahında ayrıldığında ise, daha bir soğuktu ikisi de. Monoton. İki insanın en yakın bulunabileceği eylemi gerçekleştirip, ardından yabancı gibi ayrılmak adamı daha önce tatmadığı bir boşluk hissiyle yüz yüze bıraktı; bu son haftalardan önce, hep sevgiyle sevişmişti. Sık olduğu söylenemese de, dünya üzerinde başka hiç bir şeyin veremeyeceği bir haz almıştı. Artık daha farklıydı, sanırım bunu da kirletmişti. Tedavi ararken, zehrin daha çok içine batmak bu olsa gerek, diye düşündü.

Arzu'yla üçüncü karşılaşmasından bir kaç gün sonra, bara gitmeyi kesti. Zamanın geldiğinde karar kıldı ve İblis'i tekrar buldu. Gecenin karanlığında, camsı çimenlikte bağdaş kurmuş, oturuyordu. Vücudundan etrafa, belli bir frekansta sabitlenmiş şekilde titreşim yayılıyor ve kara dumanların bir hızlı bir yavaş salınmasına yol açıyordu. Ay yoktu fakat gökte gümüşi-beyaz yıldızlar belirmişti.

"Bu sefer ne için geldin, genç Eiros?" diye sordu, her zamankinden daha hafif bir tonda.

"İnsanları tanımam için yollamıştın beni," diye yanıtladı, adam.

"Bunu yaptın mı?"

"Hayır. Kadınları tanıdım," dedi.

"Neymiş onlar?" diye sordu, gözlerini açmayan İblis.

"Erkekler gibi aç fakat farklı bir şey için. İstenildiğini bilen herkesin olacağı gibi kibirli, kendi acısında kaybolmuş. Daha acımasız. Erkeğin acısını anlamayan..." dedi ve düşünceli bir şekilde ekledi "...belki çirkinleri hariç."

"Sesinde yargılama var, kendine acımayı yargılayabilecek konumda olduğunu düşünüyor musun?" diye sordu, yeşil ışıklar saçan gözlerini açan varlık.

"Yargılamak insanın doğasında, İblis. Benimle dalga geçme," diye yanıtladı, Eiros "Fakat dediklerinde haklılık payı var... düşünmedim değil."

"Oyun oynamıyorum, Eiros. İkiyüzlülüğünün farkında olarak, bundan acı çekerek sürdürüyorsun. Bu beni eğlendiriyor, insanlar ilginç yaratıklar," dedi, kalın sesindeki dürüstlük bariz olan İblis.

"Yalanı ve kendini kandırmayı çıkarırsan, insandan geriye sadece birbirini katleden vahşiler kalır. Bunları bir şekilde idare etmemiz gerekiyor, senin gibi değiliz," diye savundu, adam.

"Doğru, zayıfsınız ve bu zayıflığınız harikalar yaratıyor," dedi, şeytani varlık.

"Bize hayran mısın?" diye sordu, şaşırmayan, hatta bunu bir süredir sezmiş olan Eiros.

"Benim dünyamda işler daha farklı yürüyor, diyelim. İkiyüzlülüğünüzü ilginç buluyorum. Daha ilginci, bu karmaşa içinde kendisine karşı tamamen dürüst olmaya çalışanlar. Bunlar en zayıflarınızdan çıkıyor."

"Beni sınıyor musun, İblis? Tek amacının intikam olduğunu sanıyordum," dedi, kastettiğini kavramış olan adam.

"Hayır, Eiros. Sen zayıftın, yanlış bir dünyada uyuşmaz düşüncelerle var oluyordun. Sana kendin olabileceğin gücü verdim ben ve bu, benim yegane amacıma hizmet ediyor. Gözlem, sadece bir zevk."

"Garip..." dedi, şüphelendiği bir şeyi doğrulamışa benzeyen adam.

"Nedir o?" diye sordu, meraklanan varlık.

"Sanki güç haricinde sizden, İblislerden biriymişim gibi konuşuyorsun," dedi, genç adam.

Bunun üstüne, İblis'in ilk kez kahkaha attığını duydu. Koyu gökte gürleyip, yeri titreten bir sesti. Gülüşünün titreyişini ciğerlerinde hissetti. Kara canlının etrafındaki cam çimenler, patlayıp saçıldı. Karşısındaki varlığın gücünü tekrar anımsarken, istemsiz olarak içi korkuyla doldu.

"Beni yanlış anlama, Eiros. Dediğinde sonuna kadar haklısın, tek bir şey hariç; İblisler diye bir şey yok," dedi, gülüşü yatışmış varlık.

"Nasıl yani? İlk karşılaşmamızda bu tarz bir dünyayı ima ettiğini hatırlıyorum. Hem daha demin, kendi dünyandan bahsetmedin mi?" diye sordu, adam.

"Kendi dünyam var fakat İblisler yok. Görüyorsun ya, sevgili Eiros, ben de senin gibiyim; bir kaçak," dedi, ciddileşen İblis.

"Kaçak mı?" diye sordu, şaşıran adam.

"Evet, kendi dünyamın yasalarına karşı geldim," dedi, İblis "Fakat bu başka zamanın konusu. Gel ve yanımda bağdaş kur, sana göstereceklerim var."

Üstelemek istese de, onun dediğini yapmanın çok daha sağlıklı olacağının bilincinde olan adam, dediğine uydu ve kararmış toprağın üstüne oturdu.

"Gözlerini kapat."

Bir kaç saniye sonra, göğsünde İblis'in elini hissetti adam. Aklında bir kadının ve sokağın görüntüsü belirdi...

---

Gecenin bir vaktiydi, aklı olan herkes uykuya çekilmişti. İzbe sokağın birinde, adamın teki geriye sendeleyerek bir çöp konteynerine çarptı. Üstü kel kafasının, yan taraflarında az biraz saç vardı. Göbeği ise pardesünün altındaki gömleğini şişirmişti. Tam bir ensesi kalın tipi vardı. Eiros, onu bir yerlerden gözünün ısırdığını fark etti.

"Ya-yapma," diye kekeledi.

Gözleri korkuyla genişlemiş, gözbebekleri küçülmüştü. Pislikle kaplı, eskimiş tuğlalardan oluşan duvarların sardığı sokağın köşesinde, bir kadın belirdi. Koyu kahve, dalgalı saçları beline kadar uzanıyordu. Giydiği dar, sportif fakat tarz sahibi gri ceket ise hareketlerini kısıtlamayacak şekilde tasarlanmış olmalıydı. Altındaki slim kotun bir bacağı, siyah olan, gecenin karanlığıyla uyum içindeydi. Diğeri ise kahverengiydi.
"Anlaşmanın bir bedeli olmayacağını düşünmedin, değil mi?" diye sordu, eğlendiği her halinden belli olan kadın.

"Benim öyle bir niyetim yok, sadece kar etmek istedim!" diye inledi, adam.

"Kar kar kar..." dedi, elindeki anahtarı işaret parmağında sallayan kadın "Siz başka hiç bir şey bilmez misiniz?!"

Bunu dediği gibi, anahtarlıkla adamın yüzüne vurarak kesti. Yanağındaki derin yarayı tutan adamın dizleri boşandı ve yere çöktü. Otuzlarındaki kadının vahşetle çarpılmış yüzüne, bir çocuğun oyuncu fakat sadist tebessümü yerleşmişti. Elmacık kemikleri, gülümsemesiyle beraber iyice dolgunlaşmıştı. Eiros, onda bir güzellik olduğunu farketti. Korkutucu fakat aynı zamanda merak uyandırıcı.

"Sana daha çok para veririm, şirketime ortak olabilirsin hatta," dedi, yerdeki adam.

"Canım, olay para meselesi değil. Sadece biraz eğlenmek istiyorum," dedi, kadın "Şimdi izin verirsen, seni öldürmem gerek."

Bunu dedikten sonra, derisi solmaya başladı. Ağzı gerildi ve yüzüne -normalin de ötesinde- çarpık bir sırıtış oturdu. Bütün bedeni, soluk maviye dönmüştü. Saçları elektriklenmiş gibi kabardı ve teninden bile açık bir maviye büründü. Gözleri kızardı ve göz bebekleri ile akı yok oldu. Adam bir çığlık atarken, kadın daha da içten, zevkle sırıttı. Tek eliyle adamı yakasından yakalayıp havaya kaldırdı. Göbekli kodoman, bodur ayaklarını kurbanlık koyun gibi çırpıp duruyordu. Pençeye dönüşmüş olan, sivri, koyu tırnaklara sahip diğer kolunu geriye çekti ve iş adamının göğsüne saplayacak gibi durdu. Adam, sonunun geldiğini bilerek gözlerini kapadı ve dudaklarını oynatarak bir dua fısıldandı. Oysa kadın, son anda kararını değiştirmiş gibi yaparak elini hızla bacağa gömdü. Ardından, aşağı çekerek, üst bacağın etini boylu boyuna yardı. İşinin ehli bir kasap gibi deri ve kas tabakasını iki yana ayırdı. Yere kan sıçrarken, adam daha da çok bağırdı. Kadın da onunla birlikte çığlık attı. Vahşi bir gece kuşu gibiydi sesi. Tiz ve güçlü çığlık ağzından çıkarken, saçları mavi bir alevle parıldadı bir anlığına. Bağırışının şiddetinden, adamın kulaklarından kanlar boşanmıştı. Yüzündeki hin sırıtışı bir saniye bile kaybetmeksizin, adamı yere fırlattı ve vücuduna pençe darbeleriyle girişti. Etini yarıyor, koparıyor ve sert ama titizlik dolu bir biçimde, kas kütlelerini teker teker çıkartıyordu. Eline götürdüğü her parçayı sıkarak kanını içti. Ağzından akan damlalar, soluk mavi derisinde izler bırakarak giysilerine bulaşmıştı. Adam bayılacak gibi olduğundaysa, işaret parmağını boğazındaki toplar damara sapladı. Parmağına giden elinin üstündeki damar, kusan bir solucan gibi dalgalandı ve damara gömülü parmağın uçlarından dokungaçlar fışkırdı. Bir kısmı damarın içinde, bir kısmı derinin üstündeydi. Kılcal damarlara benzer fakat soluk beyaz, yüzlerce dokungaç kıpırdaştı. Bir şey enjekte etmişti. Gözleri tekrar faltaşı gibi açılan kurbanın, bilinci tamamen açıldı. Kadının onu canlı canlı parçalayışı ve yiyişine karşılık veremeden bakıyor, çığlık atmaya çalışsa da ağzından sadece kabarcıklı kan ve tükürük karışımı çıkıyordu. Bir yandan, her darbeyle birlikte bedeni otobüsteki bir kukla gibi sağa sola sallanıyor, titreşiyordu.

Kadın, göbekteki büyükçe yağ kütlelerini iki yana ayırıp kesti ve yere attı. Altta beliren kas parçasını çekip kopardı ve afiyetle suyunu sıkıp, karnına indirdi.

"Çok yağlı ve tembelsin," dedi "Normalde kıçındakiler insanın en büyük kaslarıdır, sendekileri ellemeye bile değmez."

Vücutla işi bitmişti. Hayal kırıklığına uğramış gibi, kızıla bulanmış lacivert dudaklarını büzdü. Ardından, kötü yemekten sonra tatlının gelişini hatırlamış bir çocuk gibi sırıttı ve ağzını şapırdattı. Adamın boynunu yana yatırdı ve testere ucu gibi sıralı, sivri dişlerle kaplı ağzını ona gömdü. Bir yandan kanını içerken, bir yandan da kafasını bir timsah gibi sağa sola sallayarak bedeni kağıttanmış gibi savurup duruyordu. Sulu hırıltılar duyuldu. Yağları ayıklanmış, kasları ise çıkartılıp sıkılmış adamın bedeni bir deri bir kemik kalmıştı. Kadının güçlü boynu ve çenesi her hareket ettiğinde, bir orka tarafından yakalanmış fok gibi bir o yana bir bu yana atılıp durdu. Ancak kadın, kilitlediği kudretli çenesini bir an bile gevşetmedi. Bir süre sonra, vücut fırlayıp giderken baş koptu ve elinde kaldı. Gülümseyen soluk kadının, kızıl gözleri açlık ve beklentiyle genişlemişti. Duvara vurarak kırdı kelleyi. Nezaketle kemikleri temizledi ve kana bulanmış pembe beyni yemeye girişti. Oynaşan bir sırtlan gibi, kesik kesik ciyaklıyıp, hırıldıyordu bir yandan.

---

"Bu da neydi?" diye sordu, iğrenmiş ve şaşırmış olan Eiros.

"Şu an gerçekleşen bir olay. Sen kaçtığın sırada ortadan kaybolan iş adamını hatırlıyorsun," dedi İblis "Onun kardeşiydi."

"Kadının bahsettiği anlaşma ne peki? Niye adamı öldürdü?"

"Bunu öğrenmeni istiyorum. Senden tek bir şey istediğimi söylemiştim, Eiros. Bunu gerçekleştirmek için ilk gerçek görevin bu, senin için de ilginç olacak," dedi, İblis.

"O kadın da senin dünyandan birisi mi? Ya da oradan birisini mi taşıyor?" diye mantık yürüttü, adam.

"İçinde benim dünyamdan birisi var. Yakından tanıyorum," diye onayladı, İblis "Eski bir dost, Empusa."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 16 Ekim 2016, 16:49:38
Bölüm 21 - Girdap

Ertesi öğlen uyanan Eiros'un ağzında acı bir tat vardı. Sigarayı çok kaçırmış olmalıydı. Evvelsi gece, İblis'ten öğrendiklerinden sonra bir kaç saat daha ayakta kalmış ve bir paket sigarayı bitirmişti. Önündeki görev onu korkutuyordu. Bir yandan içinde bir heyecan yok değildi fakat canlı canlı yenilen adamın görüntüsü aklına her geldiğinde ürpermişti; vahşi ellerce kasların özenle fakat sertçe çıkarılışı, sivri dişlerin kızıla boyanışı ve sırıtan, çarpık yüz. İblis'in ne olduğunu biliyordu ya da anladığını sanmıştı. Oysa bu işler sandığından daha farklıydı. Son aylarda güçlenmişti güçlenmesine, her zamankinden daha hızlı, güçlü ve çevikti, ancak böyle bir karşılaşmanın altından kalkabilir miydi? Kadının, derisini yarıp bağırsaklarını çıkardığını ve karın kaslarını yediğini düşündü bir an. Görüntüyü zihninden silmeye çalışarak iç çekti ve ayağa kalktı fakat bir kaç saniye sonra, tekrar aklına gelmişti. Küfretti, yine aynı şey oluyordu. Gelip duran görüntü, onu pençesine aldı ve gerildikçe gerildi. Ne yaparsa yapsın fayda etmiyor, aklından bu korkutucu hayali çıkartamıyordu. Yok sayamadı, engelleyemedi ya da mantığıyla üstesinden gelemedi. Hayatın gerçeklerinin getirdiği gerginlik karşısındaki yetersizliği onu esir etmişti, yine.

Öfkeyle duvara bir yumruk attı ve göçmesine yol açtı. Sinirle kesik kesik soluyordu. Bu olayın tekrarlayacağını -en azından bu şiddette olacağını- düşünmemişti, güçlenmesi izleyen süreçte zamanla azalmış ve büyük oranda yok olmuştu. Oysa şimdi, yeniden karşısındaydı. Zihni, kendi içinden onu sabote ediyor ve eyleme geçmesini önlüyordu. Bu görüntüyü kafasından çıkarmak için pek çok şey düşündü; yeterince güçlendiğini; pençeler onu yarsa bile iyileşme gücü olduğunu; İblis'in onu bir intihar görevine yollamayacağını; olay işkenceye varırsa, gerekirse kendi hayatını bile alabileceğini vs. vs. vs.

Hiç biri fayda etmedi. Sabahın beyazımsı ışığı, tül perde çekili pencereden içeri doluyordu. Üçlü koltuğu, katlanır masayı ve tahta döşemeleri aydınlattı. Yere çökmüş adam, kafasını avuçlarının içine almış ve gözlerini kapamıştı. Yüzü acıyla kırışmış ve kaşları çatılmıştı. Yarı bilinçli, yarı bilinçsiz yapıyordu bunu. Acısını fiziksel bir şeymişçesine bu şekilde ifade etmesi, onu birazcık da olsa rahatlatıyordu. Bir gerçeklik katıyordu olaya. Fiziksel bir hasarı olsa, başkalarına gösterebilirdi. Bir yara izi olsa, sızladığı zaman onu kavrayabilirdi. Oysa zihninin içindeki bir şeye karşı ne yapabilirdi ki? Anlamıyordu, insanlar. En yakınları bile, zamanında, ona abarttığını ve durumunun aslında iyi olduğunu söylemişlerdi. Üstünde çok durmamasını ve rahatlamasını salık vermişlerdi. O kadar kolay olaydı yapmaz mıydı? Sayısız kez denememiş miydi zaten? Anlamıyorlardı. Yere düşmüş ve ayağa kalkmayı reddeden, dizi hafif berelenmiş küçük ve şımarık bir çocuğu yargılar gibi ona tepeden bakmışlardı.

"Kalk!" demişlerdi, duygusuz gözleriyle.

Anlamıyorlardı.

Bu şeyi istemiyordu. Pek çok sefer, bu olmasa hayatının nasıl olacağını düşlemişti. Çok farklı bir insan olabilirdi. Mesela şu an, istediği bölümü bitirmiş bir şekilde işini yapıyor olabilirdi. Yanında kız arkadaşı olurdu, yakın arkadaşları. Sevdikleri. Hepsini, o elinden almıştı. Başka bir bedende, başka bir hayat; ne kadar güzeldi.

Kaslarını sıkarak ellerini titretti ve dişlerini sıktı. İlki gerçeklik katmak için, biraz da kızgınlıkla, ikincisi ise bilinçsizceydi. Hayatından bezmişti yine. Çare güç değildi, yanılmıştı. Bir kaç dakika sonra ayağa kalktı, o şey gitmiş, daha doğrusu hafiflemişti sonunda. Tabii geçici olarak. Döneceğini biliyordu, her zaman dönerdi.

Bir kahve koydu ve terlemiş olduğunu fark etti. Geceleyin sıcak basmış ve dönüp durmuş, bölük pörçük uyumuştu. Kabus görmemişti, pek rüya gördüğü bile söylenemezdi ama arada böyle gergin uyandığı oluyordu. Şu an yaşadığı da bu gerginliğin meyvesiydi, bunun da farkındaydı. Bu gel gitleri önleyemiyordu ama, elinde değildi. Kontrol etmeye çalıştığındaysa, her seferinde daha da kuvvetlenmişlerdi. Kafasını sallayıp, güne devam etmekte karar kıldı ve gidip kendisine, sütlü sabah kahvesini hazırlamaya koyuldu. Geceleri giydiği, düz beyaz tişörtü sırılsıklam olmuş ve hafiften kokuyordu. Normalde hijyenine dikkat eden bir insan olsa da, o an ter kokusundan rahatsız olmadı. Yeni bedeniyle gurur duymuyor değildi. Ketıl ısınırken, yüzünü yıkamak için banyoya gitti ve aynadan kendisine baktı. Dar tişört derisine yapışmıştı. Altındaki kasları belli oluyordu, en çok da karnındaki altılı kas hoşuna gidiyordu.

Hah, diye düşündü, ömrüm boyunca bunun gibi bir şey için uğraşıp durdum ama gökten inen bir yaratık verdi bunu bana.

Hayatında ilk kez bedeninden memnundu. Yine de içindeki tatminsizlik hissi yok olmamıştı. Çalışmadan elde ettiği için bunu hak etmediğini düşünüyordu. Hem hala çekingen kişiliği vardı. İçine sürüklendiği olayların bir şekilde üstesinden gelebilmişti. Hatta bu konuda bir yeteneği olduğunu bile fark etmişti. Şaşkınlık veren bu bulgu, özgüven olarak ona geri dönmüştü. Kısıtlı bir özgüven. İnsanları korkuyla manipüle edebiliyordu ve fiziksel gücü sayesinde hayal ettiği pek çok şeyi gerçekleştirmişti. Aynı zamanda, görünüşü -ve dalınç yeteneği- sayesinde sonunda cinsel hayatı da durgunluktan çıkmıştı. Neden hala, ruhunun damarlarında bir çaresizlik geziniyordu o zaman? Yanıtı, akılsal olarak çoktan bulmuştu; insanlarla düzgün bir bağ kuramıyordu. Bu tek başına yetmiyordu, duygusal olarak da farkına varması gerekliydi. Bir şeyleri yaşaması gerekliydi, duygusal olarak öğrenmesi.

"İkiyüzlüyüm. Gerçek sorunumun bu olduğunu biliyorum ama hala başka şeylerle uğraşıp duruyorum. İblis'e verdiğim söz olmasa bile başka şeylerle uğraşacaktım... en azından kendimi kandırmıyorum. Ama ne yapsaydım? İnsanların kötülüğünü bir türlü göz ardı edemiyorum. Hayır, bu, benim duygusallığımdan ayrı bir şey. İnsanlar kötü."

Evet, buna inanıyordu kesinlikle. Her şey bir yana, en iyi anında da olsa, en kötü anında da olsa, bir ilke olarak kabullenmişti; insanlar kötüydü. Devlet, mesela, bunun en büyük örneklerinden biriydi. Var oluşunu sürdürmesinin nedeni, insanların yasalar olmadan birbirini yiyecek olmasıydı. Yasalar ise özünde zorlamadan başka bir şey değildi. Başka bir deyişle, insanlar zorlama olmadan bir arada yaşayamıyordu. Gerekli kötülük, diyordu buna Eiros. Daha büyük kötüyü uzakta tutmak için başvurulan kötü. Zaman içinde bu fikri ilerletmiş ve kişi, bir yasa tarafından cezaya çarptırılmasa bile o yasanın kötü olacağı sonucuna varmıştı. Mesela, başkasının malını çalmak yasaktır. Ancak, bir kişi hayatında hiç hırsızlık yapmasa bile o yasanın altında yaşar. Uygulanmasa bile bir tehdit olarak havada dikilir ve göz dağı verir o yasa. Görünmez bir polis gibi, yapacaklarının sonuçlarını fısıldar. Zorlamadır ve her zorlama gibi kötüdür.

Bu farkındalık, kötü ile iyi ayrımının bu tarz konularda bu kadar iyi oturmuş olması, adama acıdan başka bir şey vermemişti. Aynı zamanda, bu gerekli kötüler -sadece devletler de değil- olmadan, insanların çok daha berbat durumda olacağını da biliyordu.

"Nasıl bir varlık ki, kötülüğe başvurmadan hayatta kalamaz? Bir arada yaşayamaz?"

Öfkeye belli bir saygısı vardı dolayısıyla. Toplumun zincirleri arasında en insani duygulardan birinin açığa çıkmasıydı. Saftı. Sahte gülümsemeler ve kendini kandırmışlığın getirdiği nefretten farklıydı. Bütün olumsuz duygular bu şekilde saf da değildi; mesela nefret, hedefindeki kişiyi insanın gözünde değiştiriyordu. Olduğundan daha farklı birisi haline getiriyordu; yanıltıcı. Öfke, böyle değildi. Yalnızlıktan korkan, birbirine muhtaç insanların oluşturduğu düzende ortaya çıkıyor ve gizlenmeye çalışılanı haykırıyordu. Çirkindi, gerçekti. İnsan ilişkilerinin yapaylığının bir belirtisiydi; insanlar, içten içe, birbirlerine tahammül edemiyordu. Bu durum da, en saf duygu olan öfkeyi doğuruyordu.

İşte bu yüzden, insan ilişkilerini geliştirme konusunda içi rahat etmiyordu Eiros'un. Kendisini iki yüzlü, yapay birisi gibi hissetmeden bağ kuramıyordu. Hayatını yürütecek kadar iletişim kuruyordu tabii ki ama daha ötesi tamamen farklı bir konuydu.

"Maskeler takınmış herkes. En küçüğünden en büyüğüne kadar var; ben de dahil. Toplum dediğimiz denizde, bu maskeler kadar yol alıyoruz. Yalanla dolup taşan, diğerlerini ve kendini kandırmak üstüne kurulu bir tiyatro sergileyen canlılarız. Dürüst olmak, maskenin ardını görmek bir işkence."

Bu konuyu uzun zamandır düşünüyordu. Her seferinde daha derinlere dalıyor ve yeni bir keşifle çıkıyordu. Çeşitli duygular içinde karışan ruhu, bir girdap gibi çalkalanıyordu; özlem, tepki, acı, çaresizlik vb. En çok da gerçek tutkusunu akkor bir ateş gibi hissediyordu. Hayat ışığı veren, anlam katan bir ateş değil. Yakan, bütün anlamı yok eden, ruhu küllere dönüştüren sadist ve güçlü bir alev. Küllerin altından, en iğrenç ve kötü şey ortaya çıkıyordu; gerçek.

"Gerçek tutkusunu ilk başta kibirle karışık hissediyordum. Zamanla kibir geçti ve tutkunun yerini saplantı aldı. Ya da baştan beri saplantıydı, bilmiyorum. Gerçeği arayışımdan şüphe etmem, bir nevi bir aydınlanma oldu, acı bir tanesi. Duygularımın esiri olduğumu fark ettim, bana gerçeği gösteren üstün aklım ya da o tarz bir şey değildi. Karamsardım, kötüyü görmeye meyilliydim. Ve onu gördüm, gözlerimi kör edene ve ruhumu çarpıtarak yozlaştırana kadar gördüm. Acısı tarif edilemez. Bitmeyen, tükenmeyen bir çaresizlik tufanı. Dünyada bu gerçeklerle yaşamak zorunda olduğumun korkunç bilinci beni bitirecekti. Kendimi acıtmak, zihnimdeki acıyı alıp götürmek istedim. Bıçağı damarlarıma ve etime saplayıp, akan kanı izlemek. Korku ve hayatımın, yani var oluşumun biteceğinin bilinci buna izin vermedi. Her şeyin sonunda en çok şunun farkındaydım; gerçek ile kötü birbiriyle bağlantılı. Başka bir evrende, başka bir insanlıkta olsaydım, kötünün sadece benim bakış açım olduğunu anlayabilirdim. Bu dünyada ise, beni gerçeğe götürdü. Onu görüyorum çünkü karamsarım. Karamsarım çünkü onu görüyorum. Sonu gelmeyen bir döngü."

"Ne yapacaksın?" diye sordu, aynaya.

Ketıl ısınalı çok olmuştu, soğumaya başlamış olmalıydı. Aynanın karşısında, kendi suratına bakarak dakikalarını harcamıştı. Görüşünü bir an bile ayırmamış ve değişimi izlemişti. Zihni ona oyun oynayarak, bir süre sonra görüntüyü çarpıtmaya başlamıştı. Kulakları uzamış, dudakları incelip yüzünün etrafına yayılmış ve gözleri pörtlemişti. Bir süre sonra bir yaratık bakar olmuştu ona aynadan. Çarpık, iğrenç ve kötü. Gülerek gözlerini kapadı fakat yansıma gözkapaklarının karanlığı içinden ona sırıtınca açtı. Gitti ve ketılın tuşuna tekrar bastı.

"Bir gün daha, oğlum, bir gün daha. Hep böyle. Bir gün daha," diye kendi kendine konuştu.

Yaşamak soluğunu tıkıyordu. Midesi düğümlendi. Dünyadan nefret ediyordu. Hayattan ve bu dünyaya gelmiş olmaktan. Kendi seçimi olmayan o birleşme sonucu, nefret ettiği bir dünyada sevmediği kişilerin arasına kısılıp kalmıştı. Hemen her gün, devam etmek için eski-yeni bir neden buluyordu; isyan, umursamazlık, gerçeği ortaya çıkarma, yeni şeyler denemek...

Kahveyi koyduğu bardağa kaynar suyu boşaltırken, yorulduğunu hissetti. Bir şeyler yapsa da yapmasa da vicdanı rahat etmiyordu. Son aylarda pek çok kötülük etmişti, hayatının önceki bir döneminde ise çok iyi olmuştu. Bir anlam bulamamıştı ikisinde de. Öfkesini bir şeylere, en çok da hak eden kişilere yöneltmek onu rahatlatmamış değildi ama işin sonunda, kendisiyle baş başa kaldığı anlarda vicdanı tekrar çirkin başını deliğinden çıkarıyordu; nefret ettiğin şeyi yaptın, kötü bir şey yaptın. Kötüsün.

Fısıldıyordu ona böyle, bir fısıltı çığlar yaratıyor ve ruhu ıstıraplarla doluyordu. İyilik yaptığındaysa, karşılığında kötülük görüyordu. Bile bile insanlar tarafından kullanıldığı, onaylanma uğruna orospuluk yaptığı fikri yankılanıp duruyordu.

İşin olumlu tarafını görmeye de çalışmıştı. Sonuçta her açıdan yaklaşmıştı olaya. Kötülüğün farkında olarak bir şeyleri değiştirmeye ya da 'gerçek iyilik' - o da neyse artık - yapmaya yeltenmişti. Belki yeterince güçlü değildi, bu yüzden iyilik yapamıyordu. Zihnen en güçlü olduğu anlarda da iyiliği denemişti böylece fakat sonuç değişmemişti.

Bardağı duvara fırlatmayı düşündü. Ardından, saçılan kahveyi kimin temizleyeceğini düşünerek vazgeçti.

"Ruhumun yansımasını bana gösterek, farkında olmadığım bir şeyi yapmadın, İblis. Böyle olduğumu biliyordum. Sadece bu kadar uzun süre kendime maruz kalmamıştım."

Bir süre, kahvesini içerek beyaz, plastik taburede oturdu. Düşünceler yavaşça yatıştı, ikilemler inlerine çekildi ve gün başladı. Saat, ikiyi on geçiyordu. Hiç bir şeyin farklı olmayacağını bilen adam, oturduğu yerden kalktı ve dişini fırçaladı. Sakalının gereğinden fazla uzayan kısımlarını makasla kesti. Soğuk bir duş aldı ve dışarı çıktı. Merdivenlerden indiğinde, inlerinde fısıldaşan düşünceler gitmemişti. Hiç gitmezlerdi zaten, zamanla yerlerini yenileri alırdı veya arada bir, böyle çıkıp ona işkence ederlerdi. Sonra, güçlerini toparlamak için karanlık mağaralarına dönerlerdi. Hiç susmazlardı. Öleceği gün susacaklardı sadece.

"Devam etmeli, güne devam etmeli," diye düşündü, genç adam.

Şimdiden yaşlandığını hissediyordu. Gel gitleri daha bir çekemiyordu artık. Her bir fırtına, yaşama olan tutunuşundan bir şeyler alıp götürüyordu. Organ tacirlerinin bedenini boşalttığı, yol kenarına asılmış bir insan korkuluğu gibi hissetti. Otobüse bindiğinde, Empusa'dan artık korkmadığını duyumsadı. Belki de sonu onun elinden gelirdi. İçindeki, sesini hiç sevmediği bir parça ise, zayıfça, belki de kadının aradığı cevapları ona verebileceğini söylüyordu. Düşmanından medet umuyordu, bir yamyamdan. Kendi çaresizliğine ve her şeyde istemsiz olarak bir çare aramasına sövdü. Bilmiyor muydu, eninde sonunda hepsinin boşa çıktığını?

"Daha önce de yaşadım bunu; bakkaldan, sayısız kadından, hocamdan, patronumdan, iş arkadaşımdan, arkadaşımdan, hatta sokakta yanımdan geçenden bile bana bakmasını ve içinde bulunduğum durumu gözlerimden okumasını istedim. Birisinin çıkıp, beni kurtarmasını. Olmayacak bir umut. Zayıflık."

Umut yoktu. Hayat vardı ve hayat kötüydü. Umutla daha da kirlenmesine ihtiyacı yoktu.

---

Aradan bir hafta geçti. İblis'in görüsünde Empusa ile farkında olmadan bir bağ kurmuş olan Eiros, hala kadını arıyordu. Bu bağın oluşumunda İblis'in ona açıklamadığı bir şeyin etkisinin olduğundan şüphe ediyordu. Doğaüstü olaylar konusundaki sezgisi ile dalınç yeteneği birleşerek, ona hedefinin nerelerde olabileceğini işaret ediyordu; en azından teorisi bu yöndeydi. İblis kesinlikle hesaplı davranan birisiydi, bu kadarını biliyordu. Bu yeni gücü, bir çıkarı olmadan vermesini beklememişti zaten.

Gel gitleri zaman içinde arttı. Daha önceleri, yavaş yavaş ortaya çıkan bu durum, bu sefer bir anda üstüne çöreklenmişti. Kuvvetlenmesi ayları bulan ve -geçici olarak- yok olması ise yıllarını alan süreç, bir hafta içinde hayatının her alanına yayıldı. Uyumadığı ya da Empusa'yı bulmak hakkında kafa yormadığı her an bir işkenceydi. Dönümsel düşünce bombardımanları geliyor ve yakasını bırakmıyor, boğazını sıkıyordu. Morali çöktü genç adamın. Traş olmayı bırakmıştı, sakalları tekrar gürleşmiş ve saçı başı dağılmıştı. Bir evsiz gibi, avare avare dolanıp duruyordu sokaklarda. Sürekli içti. Bilincini bulandırmak tek kaçış kapısıydı.

Yazmayı denedi adam. Eylemlerle ya da düşünmekle çözemediği bu sorunu, belki de içini bir şeylere dökerek bir sonuca bağlayabilir ya da en azından hafifletebilirdi. Bilgisayarda yeterince zaman geçirdiği, ayrıyetten kağıdın verdiği hissi sevdiği için, kendisine büyük, sade bir defter ile dolma kalem aldı. Bir şeyler yazmanın getireceğini düşündüğü rahatlık, eve gidene kadar güleç bir tavır takınmasını sağlamıştı. Şimdiden işe yarıyordu. Odasında, kiraladığı evin eşyalarından birisi olan çalışma masasına oturdu ve boş sayfaları açtı. Kalemi eline aldı ve durdu. İki kelime yazdı ve sildi. Kafasındakileri nasıl aktaracağını düşündü ve bir sigara yaktı, pencereyi açtı. Panik yapmanın gereği yoktu, henüz daha yeni başlamıştı.

Yarım saat sonra, hiç bir şey yazamaz halde önündeki boşluğa bakıyordu. Gözleri bezginlikle kısılmış, karnı sıkışmıştı. Canı sıkılarak ceketini bile almadan evden çıktı ve kendisini kışın soğuğuna attı. Yanından geçen kişilere dik dik bakıyor, onların neler düşündüğü veya ne tarz hayatları olduğu hakkında tahminler yürütüyordu. Kıskandı. Hiç birisi onun gibi değildi. Hiç birisi, olasılıkların ağırlığı altında ezilmenin ne demek olduğunu bilmiyordu.

"Burada kişi mi yazmalıyım yoksa insan mı? Ya da bu karakterin adını kullanayım burada. Ardından hangi kelime gelecek peki...?"

Günü bu tarz şeylerle doluydu. Gel gitleri, her yerdeydi. Onları düşünmeden soluk bile alamıyordu. Yağmur çiselemeye başladığında, düşüncelerinden sıyrılmaya çalışarak bir duraktan otobüse bindi. Kalabalıktı, her kış olduğu gibi, bu sefer de bütün camlar kapanmış ve içerisi ağız kokusuyla karışık karbondioksit dolmuştu. Oturacak yer bulamadı ve ayakta kaldı. Açlığı bastırdığında, dünden beri bir şey yemediğini hatırladı. Kafası bulanmıştı halsizlikten, hoşuna gitti bir yandan fakat düşeceğini hissetti. Sıcak, havasızlık ve karnının acısı bir anda gitti.

"Çocuk kilitlendi..." diyen, boğuk bir kadın sesi duydu uzaklardan.

Görüşünü kaybetmişti. Karanlığın içinden, sesleri zar zor çıkarıyordu. Gözleri tekrar işlev kazandığında, bir koltukta oturmakta olduğunu çıkarabildi. Kalabalıktan dolayı, aracın koridoruna bile çıkabilmeyi başaramamış olan kadife ceketli orta yaşlı bir kadın ona yerini vermişti. İkili koltuğun önündeki dar alanda, sallanan otobüsün savuruşlarına dayanmak için, kapı ile koltukları ayıran bölmenin camına tutunmuş ve Eiros'a bakıyordu.

"İyi misin, çocuğum?" diye sordu.

"İyi," dedi genç, gerisini getirmeye gücü yetmeyerek.

Yan taraftan birisi ona su uzattı ve yavaşça fakat kana kana içti. Biraz kendisine gelmişti fakat bulanıklık hala gitmemişti. Hava alması gerekiyordu, bu kalabalıktan uzaklaşması. Otobüs otuz saniye kadar sonra durunca, inmek için doğruldu. İşten ya da günden dönen, kadın onu izlemişti.

"Ailen var mı, eve gidebilecek misin?" dedi, endişeyle.

Dalınç yeteneği, kendiliğinden devreye girmişti. Kadının endişesinde samimi olduğunu anladı.

"İyiyim, teyze. Sağol, buradan eve varabilirim," dedi, onu yatıştırmaya, biraz da başından savmaya çalışarak.

"Aileni arayabilirim," diye öneride bulunudu, ceketli kadın.

"Burada değiller."

"Kimsesiz misin?" dedi, acıma dolu bir tonda.

Adamın kalbi, bu küçük ama insaniyet dolu içten söz karşısında parçalandı.

"Kardeşimle aynı evde kalıyoruz, öğrenciyiz," diye yalan söyledi, onu yatıştırmak isteyerek.

"Sıcaklık değişiminden!" diyen, yaşlı bir adamın sesi duyuldu "Üstüne kalın bir şeyler giy."

Biraz rahatladığı belli olan kadın, onun iyi olacağından emin olunca tekrar durağa döndü ve otobüs beklemeye koyuldu. Genç adam, bir köşeye gitti ve seyyardan poğaça aldı, yavaşça karnına indirdi. Gücünün tam haliyle döndüğünü duyumsayınca kalkarak, sahilde denizi seyre daldı. Şehrin pisliğinden beslenen organizmalar türemişti suda. Çıkardıkları azotlu gazlar, kesif bir koku oluşturuyordu. Adam umursamadı o an. Düşüncelere, kendiliğinden gelen doğal akışa dalmıştı. Hayatı yanlış yargıladığı hissi bir süredir kafasının bir köşesinde vardı. Bugün yaşadıkları da, hissiyatı tekrar uyandırmış ve perçinlemişti. Küçük şeylere önem verirdi. Büyükleri kadar, küçük anların da kişilerin gerçek yüzünü ortaya çıkardığı fikrindeydi. Metroda, duyarılara kulak asmadan, çıkanların yolunu keserek içeri dalmaya çalışan güruhtan tut, tanımadığı bir insan için endişelenen kadife ceketli kadına kadar.

Cebinden, küçük, plastik bir ayna çıkardı fakat vazgeçerek onu tekrar yerine koydu. Bir sigara yaktı ve ucundaki kızılımsı ateşe bakarken melankoli duygusuna kapıldı.

Çocuk haliyle sahildeydi, yaşı daha on bile yoktu. Ayaklarındaki terliklerin içine sızan kum, ayak parmaklarının arasına dolmuştu. Beş metre kadar gerisindeki sahil yolunda yürüyen, hafif giysili, yanık tenli insanlar vardı. Arada bir, bir bisiklet geçiyor ve yol açmak için çaldığı zırlak zil duyuluyordu. Annesi ve o, kumda dikiliyor ve sessizlik içinde koyu manzarayı izliyorlardı. Çocuk göğe baktı, henüz ışık kirliliğine o kadar maruz kalmamış koyulukta, yıldızlar ışıldıyordu. Ömründe ilk defa bir kayan yıldız gördü ve heyecanlandı. Daha önce bu konuda arkadaşlarına yalan söylemiş ya da çocuk aklıyla kendi kendisini bunu gördüğüne inandırdığı olmuştu; bu sefer ise gerçeğine tanık oluyordu. Kadına bu mucizevi olayı anlatmak için döndüğünde, bir sigara yakmış olduğunu gördü. Dumanı gecenin içinde seçilemeyen sigara, her iç çekişte turuncu turuncu harlanıyor, sonra tekrar sakin kızıllığına dönüyordu. Kayan yıldıztan çok, alevin bu renk değişimi etkiledi çocuğu. Bu heyecanından ona bahsettiğinde, cevabı bir azarlama oldu; sigara çirkin bir şeydi ne de olsa. İçinde güzel bir şey bulunamazdı. Bu fikre katılmasa da, annesinin terslemesine boyun eğmiş gibi göründü ama suskun suskun, sigarayı seyretmeye devam etti.

Sigarasını söndürdü ve biraz, taştan korkulukla denizden ayrılmış sahilde yürüdü. Hareketi seviyordu, aklının dağılmasına ve doğal akışa dönmesine yardımcı oluyordu. Bir süre sonra dinginleşti ve evine döndü. Yatağa girdi ve deliksiz bir uykuya daldı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 17 Ekim 2016, 19:55:05
Bölüm 22 - Bina

Kömür kokan sokaklarda yol alan adam, etrafından geçen insanlara pek dikkat etmeden kendi içine yönelmişti. Bulutsuz gök berrak bir maviliğe sahipti fakat kuvvetle esen rüzgar, açık alana bakan yerlerde kalan insanları savuruyor ve yürümelerini zorlaştırıyordu. Hafif bir uğultu ilçenin tamamında duyuluyordu. Eiros'un bulunduğu kısımda değil fakat ilçenin -ve şehrin- arka tarafında yer alan kısa dağların oraya bakan evlerin bulunduğu mahallelerden, bir kömür dumanı yükseliyor ve arada bir rüzgarla etrafa yayılıyordu. Doğanın arı rengine karışan bu dumanlar, daha görüşü bulanıklaştıracak kadar yoğunlaşmamıştı fakat soğuklar gittikçe kuvvetleniyordu ve bunun -her seneki gibi- kaçınılmaz olduğunu herkes biliyordu.

"Gevrekçi!" diye bağırdı bir seyyar satıcı.

Dikkati dağılan Eiros, açık mavi boyası -özellikle zemine yakın kısımlarda- yer yer dökülmüş, altındaki paslanmış demir açığa çıkmış bir seyyar arabayı ittiren adama baktı. Kırmızı şapkalı adam, onun kendisini izlemekte olduğunu fark etmiş olacak ki durdu ve soran gözlerle baktı.

"Gevrek vereyim mi, yeğenim?" diye sordu, orta yaşlı adam.

"Üç tane ver abi, yanında da üç tane yumurta," dedi Eiros ve çıkarıp parayı uzattı.

"Öğrenci misin?" diye muhabbet etti, adam.

Bir yandan simitleri gazeteye sarıyordu. Gencin dikkatini kağıt parçasının üstündeki yazılar çekti ve onun resmi gazete olduğunu anladı. Karşısındaki adam bir başka sivil polisti. Bu numara epeyce bir eskiydi, hatta halk arasında nam salmıştı. Polislerin çok daha iyi şekilde gizlenebilecekleri bir sürü kılık varken, belli başlı böyle tipler üstünde odaklanmalarına bir anlam veremedi. Her türlü insan kılığına girebileceklerini biliyordu, zamanında buna birinci elden tanık olmuştu. Herhalde, diye düşündü, varlıklarını belli etmek istiyorlar. Aklına yattı bu fikir. "Sizin aranızdayız ve istersek gizlenir, istersek gizleniyormuş gibi yaparız. Her hareketinizi izliyoruz." Verilmeye çalışılan mesaj büyük ihtimalle buydu.

Adama yanıt vermedi ve yarım saniyelik bir süre için gözleri kenetlendi. Aklına bir fikir gelen Eiros, onun üstünde dalınç yeteneğini hafifçe kullandı. Heyecan ve neşe hissetti. Şaşırarak bunun nedenini merak etti çünkü neşenin kaynağı kendisiydi. Sarılı yiyeceği aldı ve uzaklaşarak caddenin karşısındaki bir apartmana girdi. Kendisini göstermemeye çalışarak adamı gözlemeye koyuldu. Kırmızı şapkalı adam, Eiros'un bulunduğu apartmanı bir süre daha izledi  ve ardından, arabayı bırakarak bir kaç adım gerisindeki büyükçe parka girdi. Ortasında yuvarlak bir havuz bulunan parkın çoğunluğu, kızıl çamlar ve rengi kaçmış çimenlerden oluşuyordu. Havuzun etrafındaki taşlık yol ise, parkın dört tarafındaki girişlere doğru uzanıyordu. Hava kirliliğinden nasibini almış kızıl çamların gövdeleri kararmıştı.

Montunun cebinden çıkardığı garip görünümlü bir telefonla konuşan sivil polisin üstünde tekrar dalınç yeteneğini kullanmayı denediyse de bu mesafede başarılı olamadı. Adamın yanına gidip bir köşeye çekerek ağzından laf almak da, polisin dikkatini üstüne çekmek istemiyorsa bir seçenek değildi.

Bir süre sonra konuşması biten polis, tekrar arabasına döndü ve onu parkın içine çekerek binayı görebileceği bir yerde beklemeye koyuldu. Eiros'un binayı terk edip etmediğini gözetliyordu. Köşeye kıstırılmadığını biliyordu Eiros. İstediği an buradan kaçabilirdi fakat polisin bu davranışı ilgisini çekmişti. Polis tarafından arandığını biliyordu ve adam büyük ihtimalle onu bulduğu için sevinmişti. Yine de sıradan bir şüpheli için bu kadar heyecanlanması normal değildi. Kendisini tutuklama girişiminde de bulunmamıştı. Acaba onun güçleri hakkında bir şeyler mi biliyorlardı? Evden kaçtığı gün karşılaştığı polis memuru hayatta kalmıştı ne de olsa. Gerçi o zamanlar gücü daha bu kadar açığa çıkmamıştı ve toydu. Ayrıca kim böyle bir şeye inanırdı ki? Memur olan biteni anlatmış olsa bile üstleri onun bu dediklerini ciddiye almamış olmalıydılar. Hayır, güçlerini bilmiyorlardı. Ancak tehlikeli olduğunu biliyor olmalılar ki, bu sivil onu gördüğü gibi yakalamamıştı.

Empusa geldi aklına. Onu takip etmeye çalışsa da bir türlü yerini tespit edememişti o ana kadar. İçindeki his çok zayıftı ve günler içinde hep farklı yönleri işaret etmişti. Başka bir deyişle çıkmaza girmişti fakat bu durum, aklına bir fikir getirmişti. Belki de polisin ve ülkenin dikkatini üstüne çekmesi gerekiyordu. Öldürülen iş adamının suçunu kendi üstüne yıktıklarını biliyordu; o cinayet için bir numaralı şüphe olarak aranıyordu. Bunun bir hata mı yoksa bir oyun mu olduğuna ilk başta karar verememişti fakat zamanla bir şeyler yerine oturmuştu. Birileri onun üzerinden oyunlar döndürüyordu. Bugüne kadar İblis'le bu konuda konuşmamıştı ve konuşmak isteyip istemediğini açıkçası bilmiyordu. Şu anki haliyle yeterince sorunu vardı... ancak bu Empusa işinin bu oyunla bağlantılı olduğu barizdi ve İblis, onu bulmasını istiyordu. Bulduktan sonra ne yapması gerektiği hakkında bir fikri yoktu. İblis'in kendi dünyasında bir kaçak olduğu -ve vahşi şeytanlarla uğraştığı- düşünülürse, hoş olmayacağı açıktı.

Ne açıdan düşünürse düşünsün, her şeyin cevabı bu Empusa denen şeytanı bulması gerektiğine varıyordu. Bunun için de artık bir yolu vardı. Kendisi Empusa'yı aramak yerine, onu kendisine çekecekti. Çıkarıp bir sigara yaktı ve bir plan yapmaya koyuldu...

---

Bir kaç saat sonra, gün akşamüstünden akşama dönerken hala apartmanın içindeydi. Bir kişi bile gelip de binanın içine girmemişti ki her birinde iki daire bulunan -zemin hariç- dokuz katlı yapı için bu durum anormaldi. Apartmanı kontrol ettiğinde, aşağı tarafa inen ve demir parmaklıklı bir kapı ile kilitli bodrum olduğunu da görmüştü. Bunun dışında, en üst katta çatıya açılan demir bir kapak vardı.

Binadan çıkınca sol tarafta üniversiteye giden bir cadde uzanıyordu. Sağ tarafta ise, bu cadde başka bir tanesi ile dimdik kesişiyor ve parkın girişinde üç yol oluşturuyordu. Kesişmenin kendi tarafında kalan kısmında, bulunduğu apartman sırasının sonunda, üstünde "Kiralık" yazan, sürekli el değiştiren kapalı bir dükkan bulunuyordu. Dükkanın önündeki kaldırımın ucunda, sarı arabaların park halinde etrafına dizildiği bir taksi durağı vardı. Durak ile kendisi arasında ise iki tane daha bina vardı. Kot farkı olan zemin kat daireleri iki seyahat acentası satın almıştı ve çoğunluğu öğrenciden oluşan, servis bekleyen müşteriler önüne doluşmuştu.

Hava biraz daha kararıp da iyiden iyiye akşam belirdiğinde, bir takım ciddi görünümlü adamlar gelip müşterileri ve içerideki personeli oradan uzaklaştırdı. Böylece, zamanın yaklaştığını anlayan Eiros yukarıya çıkarak daireleri teker teker dinledi. En sonunda içinden ses gelmeyen bir tanesini bulduğunda, kilidin hemen yanına bir tekme indirerek tahta kapıyı açtı ve içeri daldı. Altıncı kattaki dairenin içinde pek bir eşya yoktu. Öğrencilere ait olmalıydı. Salonda bir tane üçlü koltuk ile bir kaç sandalye, mutfakta buzdolabı dışında sadece tek bir portatif masa bulunuyordu. Kalan iki odada ise sadece yataklar ve dolaplar vardı.

Salondaki pencerelerden birine yaklaşarak, ışığı açmadan ve tül perdeyi aralamadan üç yol ağzını kesti. Trafik artık tamamen durmuştu. Biraz daha dikkatli bakınca bir şeyler gördü. Parkın önünden uzanan caddenin aşağısında, apartmanın tam karşıdan baktığı tarafta, bir kaç yüz metre uzaktaydı; caddenin ortasında konumlanmış, tanka benzeyen kocaman bir araç. Yanlarında polisi temsil eden koyu mavi bir çizgi vardı. Tepesindeki silah ise biber gazı katılmış suyu basınçla sıkacak şekilde tasarlanmıştı. Toplumsal olaylar için dizayn edilmiş bu araç, kendisini engellemekten öte, gelenleri uzaklaştırmak için getirilmiş olmalıydı. Etrafına pek çok çevik kuvvet polisi dizilmişti. Üç yolun kalan iki kısmında da, yani parka paralel caddenin üst tarafında ve kendi apartmanının bulunduğu sıranın olduğu caddenin sol tarafında, benzer barikatlar bulunduğunu tahmin etti.

"Neyi bekliyorsunuz?" dedi, kendi kendine.

Bunu demesiyle beraber bulunduğu bloktaki bütün ışıklar bir anda kesiliverdi. Binayı ve çevresini karanlık bürürken, barikatta bir boşluk oluştu ve arasından hızla yol alan zırhlı bir otobüs fırladı. Dolmuş ile belediye otobüsü arasında, orta boyutlu bir araçtı. Kurşun geçirmez camları ve patlamalara bile bir noktaya kadar dayanıklı olan metal gövdesiyle, polis teşkilatının son dönemde edindiği harikalardan biriydi. Ardısıra -eski bir model- akrep adı verilen, biber gazı bombası fırlatmak üzere tasarlanmış bir araç izledi. Hızla diğer iki yöne baktığında, kendi bulunduğu caddenin sol tarafından, bir otobüs ve akrebin daha geldiğini gördü. Neyin yaklaşmakta olduğunu bilerek dolaba fırladı ve içini karıştırarak bir atkı çıkardı, ağzına doladı. Bunu yapar yapmaz, camların kırılmasıyla içeri gaz bombalarının düşmesi bir oldu.

"Hassiktir!" diye bir küfür savurdu.

Düşündüğünden daha seri ve düzenli hareket ediyorlardı. Zaman kaybetmeyen Eiros, elini yakan bombaları tuttuğu gibi tekrar dışarı yolladı fakat kısa sürede yerlerini yenileri almıştı bile. Vücudu dayanıklıydı dayanıklı olmasına ama bu kadar yoğun gaza ancak kısa bir süreliğine tahammül edebilirdi. Nefesini tuttu ve kendisini yeterince uzun süre idare edebileceğini umut etti. Aklına bir fikir gelerek duvara düzenli şekilde vurarak parçaladı ve açığa çıkan tuğlaları çekip çıkardı. Kırılmış cama gidip aşağı baktığında, yaştan dolayı görüşü bulanmış olsa da, apartmana doğru koşturmakta olan eli silahlı, zırhlı polisler gördü. Sayıları kırk civarıydı. Yüz kısmında soluk alma aparatı bulunan koca, beyaz kaskları ve siyah, dayanıklı zırhlarıyla aksiyona hazırlardı. Elindeki kızıl tuğlanın bir tanesini bütün kuvvetiyle onlara doğru savurdu. Kimseyi vuramamıştı ve zaten amacı da bu değildi. İlerleyişlerini biraz aksatması gerekiyordu ve bunun için karışıklık yaratacaktı. İnsanüstü kuvveti sayesinde asfaltta patlayıp, dört bir yana saçılan tuğla şarapnelleri onları ürkütmeye yetmişti.

"Bomba atıyor!" diye bağırdı bir tanesi.

Yanıt olarak bir kaç el ateşlendi. Ona yönelmiş mermilerden bazıları iyi hedeflenmemişti ve diğer dairelerin camlarını parçalamıştı. Üstüne gelenlerden ise siper alarak korunmayı başarabildi. Kafa karışıklığının verdiği avantajı kullanan Eiros, vurulmamaya dikkat ederek, seri halde diğer tuğlaları da fırlattı ve patlayan taş parçaları etraftaki park halindeki arabalar ile dükkanların camlarını indirdi. İşe yarıyor gibiydi. İyi donanmış adamların zırhlarını delemese de, onların sağa sola saçılarak durmak zorunda kalmalarına yol açmıştı.
Yolun karşısındaki akrep namlusunu ona doğrulttu ve bir gaz gombası ateşledi. Üstüne hızla gelen bombaya refleksif olarak bir tokat vuran Eiros onu aşağı yolladı. O an üstünlüğe sahipmiş gibi görünse de, diğer akrebin de olaya katılması ile bu durum çabucak değişiverdi. Akreplerin yolladığı bombalar bu sefer daha değişikti. Beklemekten dolayı oksitlenmiş biber gazının rengi turuncuydu ve daha bir yakıyordu. Soluğunu tutmaya devam ederek tuğla atışını sürdürdü fakat bir süre sonra gözlerinin yanmasından hiç bir şey göremez oldu. Atışları kesikleşti ve gittikçe hedeften saptı. Düzeni tekrar sağlamış polislerin ateşi kuvvetlendi ve hassasiyeti arttı. Eiros elinde kalan son bir kaç tuğlayı aşağı yollamaktan vazgeçerek kendisini daireden dışarı attı.

Gazın henüz yeterince sızmadığı merdivenlerde hızla, yüzeysel bir kaç nefes aldı. Ciğerlerini biraz yakmıştı ama yapabileceği başka bir şey yoktu. Aşağıdan gelen ayak seslerine bakılırsa polis binaya girmeyi başarabilmişti..

"Neler oluyor?" diye isyan eden bir ses duyuldu aşağı taraftan "İnsan var binada insan! Ne sıkıyorsunuz, bizi de mi öldüreceksiniz?"

Bunu takiben bir el silah sesi ve çığlıklar duyuldu.

"Cesur!" diye bağıran, acı dolu bir kadın sesi binada yankılandı.

"Çekil be kadın!" diye, polislerden birinden yanıt geldi.

Bu esnada, önden fırlayarak beşinci kattan ona uzanan halkasal merdivenleri yarılamış bir polisin kasklı kafasını gördü Eiros. Heyecana aç, genç polis, diğerlerini geride bırakmış ve koşarak yukarı çıkmıştı.
"Geber lan!" diye bağırarak, elindeki tam otomatik silahı ateşledi.

Eiros'un bacağına iki mermi isabet etti. Bir kaç tanesi de arkasındaki duvardan sekerek sağa sola saçıldı. Seken mermilerden birisi polisin kendi omzunu sıyırmıştı. Bunun üzerine acıyla bir anlığına duraksadı. Büyük bir hataydı. Eğer saldırısına devam etmiş olsa belki bu insanüstü canlıyı indirebilirdi fakat bir anlık duraksama bile Eiros'a yetiyordu.

Merdivenlerin başından aşağı sıçradı ve hala havadayken ayağının tabanıyla polisin göğüs zırhına bir tekme indirdi. Darbenin kuvvetiyle havaya uçup, duvara çarpan adam yuvarlanarak beşinci kata yollandı. Yaralı bacağını acıyla tutan Eiros, diğerlerinin de burada olmasının an meselesi olduğunu biliyordu. Aklındaki planı uygulama vakti gelmişti. Yukarı çıkarak dairenin kapısını tuttuğu gibi söktü ve dönerek gelen merdivenlerin tam orta kısmında, tavanın en alçak olduğu nokta ile zemin arasına güzelce sıkıştırdı. Bu ona biraz zaman kazandıracaktı.

Ardından yukarı fırladığı gibi yedinci kata çıktı. Derin derin iki nefes aldı ve içindeki şeytani güce ulaştı. Gözleri yeşil yeşil parıldamaya başlamıştı. Aşağıya yerleştirdiği kapıya vuran polislerin sesi gelirken, nefes almaya devam etti ve gözlerindeki zümrüdi ışık yoğunlaştı. Hazırdı. İki elini yumruk yaptı ve kendisini geri tutmadan, bütün gücüyle merdivenlere vurdu. Dokuz katlı apartmandan zangır zangır ses dalgaları yayıldı. Taş merdivenlerde bir çatlak oluşmuştu fakat yetersizdi.

"O da neydi?" diye bir ses duydu, aşağılardan.

"Boşver ve şu kapıyı yolun önünden çek!" diye emir verdi birisi.

Eiros, aynı hareketi bir daha tekrarladı ve çatlaklar yayıldı. Aşağıdaki polislerin kafası karışık bağırışları kulağına ulaştı.

"Çekilin!" diye bağırdı birisi.

Bunu takiben ateşlenen silah ile mermilerin tahta kapıyı parçalayışının sesi duyuldu. Yollarındaki engel kalkmış olan polisler yukarı fırladı. Zamanı kalmamış ve yorulmuş olan Eiros, kanayan ellerini umursamadan üçüncü bir kez daha aynı noktaya vurdu ve zayıflayarak bel veren yapının inlemesi binada yankılandı. Hala yeterli değildi. Merdivenin altından baş veren iki polis, silahlarının namlusunu ona doğrulttu ve uyarı yapmadan ateşlediler. Bedeninin çeşitli yerlerine giren mermiler Eiros'un canını yaktı ve bir an yere kapaklanacak gibi oldu. Ancak devam etmekten başka çaresi olmadığını bilerek, gerildi ve başından bir hasar almamayı umarak ellerini dördüncü ve sonuncu kez merdivenlere indirdi. Bu darbeyle birlikte, dayanacak gücü kalmayan yapı, çatlaklardan kırıldı ve gümbürtüyle aşağı çöktü. Merdivenin altıncı kata yakın alt tarafında bulunan iki polis kendilerini geriye atarak kurtulmayı başarabildi. Ancak altıncı kata çıkmakta olan bir kaç polis, üstlerine düşen taşların altında ezilmişti. Toz bulutu dağıldığında, parçalanmış taşların altından kanlı bir yığın ortaya çıktı. Altıncı kattaki polislerden birisi ölenlere, neler olduğunu algılayamadan bakakaldı. Diğeri ise silahını bir çılgın gibi Eiros'a doğru ateşledi. Yüzü korku ve öfkeyle çarpılmıştı.

Yukarıdan, öldürdüğü adamlara bakan Eiros'u sıyıran mermiler hemencecik kendisine gelmesini sağladı. Geriye atılırken pek çok mermi biraz önce bulunduğu noktadan geçerek duvara çarptı. Kendisini kaybetmiş polis, artık kime denk geldiğini umursamadan onun bulunduğunu düşündüğü yere ateş ediyordu. Seken mermilerden pay almamak için sekizinci kata çıkan Eiros vücudunu kontrol etti. Gövdesi ve bir bacağına isabet eden mermiler normal bir insanı öldürebilecek olsa da, onun için zamanla iyileşmeyecek bir şey değildi. Ancak önemli ölçüde zayıflamıştı. Kasları delinmiş bacağı onu yavaşlatıyor ve hasarlı iç organları canını yakıyordu.

Planın bir sonraki adımını uygulamaya geçecekti ki, boğuk bir inilti kulaklarına ulaştı.

"Bu da ne?" diye düşündü.

İnilti tekrarlanırken altındaki zeminin titremekte olduğunu fark etti. Ardından yerde küçük, belli belirsiz bir çatlak oluşarak büyümeye başladı. Yukarıdan kafasına küçük bir toz yığını döküldü. Bir küfür savuran adam neler olup bittiğini anlayarak yukarı fırladı. İnilti, bu sefer daha şiddetli ve tiz biçimde tekrarlandı ve binanın yamulduğunu hissetti. Dokuzuncu kata vardığı sırada alt katlardan bir gümbürtü koptu ve büyük bir deprem oluyormuşçasına bina sallanmaya başladı. Gümbürtü gittikçe daha da yakından gelirken, bedenini zorladı Eiros. Sallanarak, duvarlara çarpa çarpa dokuzuncu katın üstündeki kapağa giden yolu zar zor aldı. El merdiveninden çıktı ve kapağı açmaya yeltendi fakat metal kapak, dengesi bozulmuş binanın gerilimi yüzünden sıkışmıştı. Adamın etrafındaki duvarlar parçalandı ve bina büyük bir gümbürtüyle yıkıldı...

---

Son anda, sıkışan kapağı açarak, yandaki binaya atlamayı becerebilmişti Eiros. Dokuz katlı binanın çökmesiyle beraber havaya kalkan toz, oksijeni sömürerek solurken ciğerlerine doluyordu. Yerde yattı bir süre, yaşadıklarına inanamayarak. Yapının bu kadar çürük olduğunu açıkçası düşünmemişti. Güp güp atan kalbi yavaşlayarak normal düzenine döndü. Kalkarak yüzündeki tozu ve kiri temizledi. Eline kan bulaştığını fark etti. Alnındaki bir kesikten kaynaklanıyordu. Aynı zamanda bedenin pek çok yeri yer yer kesilmiş ve ezilmişti.

Yan tarafa yaklaşarak aşağı baktı. Sadece toz ve taş yığını vardı. Orada burada, bir kol veya bacak parçası molozların altından çıkıyordu. Binada bulunan bütün polisler ve bina sakinleri yıkıntının altında kalmıştı. Sivilleri bu işe karıştırmaktan dolayı biraz rahatsız oldu ve yardım etmek için aşağı inmeyi düşündü fakat kendisini binanın dışına atmayı becerebilmiş polislerin ayağa kalktığını görünce vazgeçti. Topluma müdahale araçlarının ışıkları yıkıntıya çevrildi ve barikatta bekleşen diğer polisler, kurtulanların yardımına koşturdu. Binanın yıkılmasıyla beraber planının geri kalanı da suya düşmüştü.

Bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünürken, uzaktan gelen bir ses kulaklarına ulaştı. Ses saniyeler geçtikçe iyice yaklaştı. Bir helikopterin hızla dönen pervanelerinden kaynaklanıyordu. Karanlığın içinde kafasını kaldırdığında, gökyüzündeki aracın kırmızı sinyal ışıklarını gördü. Yakınlaşan helikopter şiddetli ışığını açarak onun üstüne doğrulttu. Gözleri kamaşan Eiros, onları kısmak zorunda kaldı. Ancak yirmi metre kadar üstündeki araçtan bir karaltının atlayarak çatı katına usulca konduğunu görebilmişti. Işığı kapayıp uzaklaştı araç ve sesi kısa sürede azalarak yok oldu. Aşağıdan gelen arayış sesleri ve yaralıların ona kadar ulaşan iniltileri haricinde hiç bir şey duyulmadı bir süre. Aynı zamanda ışık değişiminden dolayı karanlık daha bir koyulaşmıştı. Onun içinde hiç bir şey göremedi adam, tek bir şey hariç; ona bakan bir çift küçük kızıllık.

"Söylemem gerekirse beni şaşırttın," diyen bir kadın sesi duyuldu en sonunda.

"Empusa..." dedi, Eiros.

"Onunla konuşmaya başlamışsın demek," dedi, kahverengi, dalgalı saçları beline kadar uzanan kadın "Sana başka neler söyledi?"

"Seni ilgilendirmez," diye yanıtladı genç.

"Yapma ama şimdi, biraz konuşalım," diyen kadının, oval yüzüne çarpıkça bir gülümseme yerleşti.

Yavaşça, salına salına çatının kenarında yürümeye koyuldu. Gözleri artık karanlığa adapte olmuş olan Eiros, kadının bir bacağı kahverengi, diğeri siyah olan slim pantolonunu gördü. Üstünde esnek deriden yapılma, sportif, gri bir ceket vardı. Hafif, her an bir başka yöne atılmaya hazırmışçasınaydı adımları. Kadın ile arasına mesafe koyarak, o da aynı şekilde yürümeye başladı.

"Ne hakkında konuşacakmışız?" diye sordu, genç adam.

"Biraz ondan, biraz bundan..." dedi ve ekledi "Daha çok senden."

"Benden mi?" diye sordu, mesafeyi koruyarak.

"Gücünü nasıl elde ettin?" diye sordu kadın.

"Şeytanlara karşı hep ilgili olmuşumdur. Bir gün birisini çağırıp anlaşma yaptım," dedi, gerçeği söyleme gereği duymayan Eiros.

Buradan bir kaçış yolu bulmak için düşüncelere dalmıştı bir yandan. Karşısındaki şeytanın neler yapabileceğini bilmiyordu ve yaralı olmasa bile büyük ihtimalle kendisinden daha güçlüydü. Henüz hazır değildi bu karşılaşma için ve kadını ne kadar oyalarsa, düzgün bir kaçış planı yapabilme olasılığı da o kadar fazlaydı.

"Sen, İblis'i mi bağladın?" diye sordu, bir kaşı kalkan Empusa "Kusura bakma, hayatım ama yalanların çok bariz."

"Bunu nereden anladın peki?"

"İblis hakkında hiç bir şey bilmiyorsun, değil mi?" dedi, gülümseyen kadın.

"Bir kaçak olduğunu biliyorum," dedi, konuşmaya fazla kafa yormayan Eiros.

"Eveet. Ama peki neden kaçak? Hayatının bağlı olduğu bu kişi hakkında neler biliyorsun?" diye sordu, yürümeyi kesen kadın.

"Anlaşmamıza yetecek kadar, gerisine de ihtiyacım yok," dedi, kendisi de yürüyüşünü durdurmuş olan Eiros.

Düşünüyor düşünüyor ama aklına pek bir şey gelmiyordu. Buradan aşağı atlasa en iyi ihtimalle bacakları kırılırdı ve yakalanmaya hazır halde kalıverirdi. Çatıdaki kapağı kadın böyle gezinirken açıp, kaçamazdı da.

"Yine yalan söylüyorsun," dedi, kadın kurnazca "Evet. Aklından geçenleri görebiliyorum... şimdiden İblis hakkında şüphelerin var. Seni neyin içine çektiğini merak ediyorsun ve ona güvenmiyorsun. Nasıl güvenebilirsin ki zaten? Korkuyorsun. Bu dünyada tek olduğundan korkuyorsun."

Onun dediklerinden rahatsız oldu adam.

"Ne yapacaksın, ne edeceksin? Düşüncelerin seni boğuyor ve görüşün bulanıyor... ah, zavallıcık, bu dünyada kaybolmuşsun. Kimse seni kurtaramaz."

Lafını tamamlayan bir yetmişlik kadın transtan çıkmışçasına derin bir nefes aldı ve şehvete benzer bir duyguyla ona baktı. Açlıktı bu. Avını kıstırmış ve bariz üstünlüğünün farkında olan bir avcının sadist tutkusu.

"Bana saldıracaksın," dedi kadın "Başka yolu olmadığını biliyorsun."

Haklıydı. Her türlü olasılığı aklında tartmıştı adam ve bir karmaşa yaratıp, bundan yararlanıp kaçmak dışında bir seçeneği yoktu.

Olabildiğince hızlı hareket etmesi ve dövüşü uzatmaması gerektiğini bilen Eiros, derin derin bir kaç nefes aldı ve gözleri gittikçe kuvvetlenen iblisi yeşillikle parıldadı. Kadın hala tamamen insan formunda, oval ve hafif kemikli yüzünde küçük -ama çarpıklığı hala belli olan- bir tebessümle, onu izliyordu. İleri fırlayarak kadına bir yumruk savurdu. Darbeden kolaylıkla kaçılan kadın, onun ayağına bir çelme taktı ve adam yere kapaklandı. Bundan yararlanmak yerine bir kaç adım geriye gitti ve böylece ona alan yarattı. Adamla oynuyordu. Ayağa kalkan Eiros, bu sefer üstüne koşarak zıpladı ve bir tekme savurdu. Yana çekilip, ayağını havada yakalayan kadın tırnaklarını etine geçirdi ve momentumu kullanarak döndü. Ayağını bırakmadan onu dikeylemesine yere vurdu. Kanlar sızan ayağı hala tutan kadın, Eiros'u fırlatarak bacaya yolladı. Şiddetli çarpma yüzünden hava ciğerlerinden dışarı püskürdü ve bir anlığına nefessiz kaldı Eiros. Neyse ki başını korumayı başarabilmişti.

"Güzel," dedi kadın neşeyle, bereli yanağını tutarak "Ama biraz zayıf."

Kadın onu fırlatmadan önce, diğer ayağıyla yüzüne bir tekme oturtmayı başarabilmişti adam fakat yaralarından dolayı pek bir etkisi olmamıştı.

"Hadi... bu kadarcık değildir umarım," dedi dudaklarını yalancıktan bükerek.

"Bir sus be," dedi, doğrulan Eiros.

Bütün vücudu sızlıyordu. Farklı bir yol bulması gerekiyordu, yoksa bu şekilde devam ederse sonu iyi görünmüyordu. Canlı canlı parçalarına ayrılan adamın görüntüsü aklına gelince bir anlığına içi ürperdi fakat düşünce akışını bozmadı. Hareketleri çok savruk ve genişten alacak şekildeydi adamın. Bir hatası buradaydı. Diğeri ise...

Kadın onun üstüne atılınca şaşırdı ve gard almaya çabaladı. Kollarını başını koruyacak şekilde kaldırdı ve kafasının yanını hedeflemiş bir tekmeden bu şekilde korunabildi. Ancak darbenin etkisiyle beraber bir kaç metre öteye fırlayarak, çatının kenarına kadar sürüklenmişti. Kafasını kaldırdığı esnada, üstüne zıplamış olan kadının bir giyotin gibi havaya kalkmış ayağını gördü ve yana yuvarlandı. Ayak yere indi ve biraz önce bulunduğu yeri ezerek, zemini çökertti. Düşe kalka dövüşmeyi öğrenmiş Eiros, içgüdüsel olarak yan tarafındaki ayağa bir tekme savurmuştu. Ayağa zıplayarak bundan kaçan kadının yüzündeki gülümseme genişledi.

"Güzel!" diye bağırdı ve bir yandan elinin tersiyle bir tokat savurdu.

Yüzüne gelen darbeden kaçamadı Eiros. Tırnaklar yüzünü sıyırarak kesti. Kaşına denk gelen bir tanesi az kalsın gözünü alıp götürüyordu. Geriye kaçan Eiros araya mesafe koydu ve bir yol bulmaya çalıştı. Akan kan gözünün tekinin görüşünü kapıyordu. Eğer kadına yaklaşırsa...

Empusa tekrar üstüne, öncekinden de daha hızlı şekilde atıldı ve adamın dibine girdi. Gardını aldı Eiros fakat kadın ona vurmak yerine, bir çığlık koyuverdi. Bağırdığı esnada bir anlığına kahverengi saçları açık mavi alevlerle parıldamıştı. Kulaklarına bir acı saplanan adam sersemledi ve olduğu yerde kaldı. Bunu bekleyen kadın, elini yukarı kaldırdı ve tırnakları uzayarak karardı. Düşünemese de, içgüdüsel olarak ellerini kafasının üstünde kaldırdı Eiros. Kadının elini hızla indirmesiyle, Eiros'un bloklamak için kaldırdığı kollarının ön tarafı, göğsü ve karnının kesilmesi bir oldu. Giysisi parçalanarak, beş tırnak derisinin içine girmiş ve etini derince yarmıştı. Vücudundan kanlar boşanarak geri çekildi. Ancak kadın durmadı ve diğer elini de adamın baldırına sapladı ve içinde döndürdü. Acıyla haykırdı Eiros ve karşılık vermeye çalıştı fakat darbesini kolayca savuşturdu kadın. Diğer baldırına da aynı işlemi uyguladı ve bacaklarında güç kalmayan adam dizlerinin üstüne düştü. Kesiklerle kaplı kollarını kadına savurmayı denese de, pençelerinin iki savruluşuyla onların da kaslarını kesen kadın, böylece Eiros'un bütün savunmalarını yok etmiş oldu.

Dizlerinin üstünde kamburca dikilen adamın, kolları iki yanına sarkmıştı. Her yerinden kanlar boşanıyordu. Kadın onu tutarak boynunu açığa çıkardı ve işaret parmağını saplamak üzere yaklaştırdı. Ucundan baş göstermiş soluk beyaz dokungaçlar, iğrenç iğrenç kımıldanıyor ve et arayarak heyecanla oynaşıyorlardı.

"Hayır!" diyen Eiros, kafasını yana çekti ve boynuna yönelmiş parmağı ısırıverdi.

Acıyla haykıran Empusa elini geri çekmeye çabaladı. Çene kaslarını iyice sıktı adam ve parmak koparak ağzının içini metalik kan tadıyla doldurdu. Dokungaçların ağzının içinde oynaştığını duyumsayarak hemen tükürdü ve ardından iğrenmeyle öğürdü.

"Kendini bilmez gerizekalı! Sen kimin parmağını kopartıyorsun?" diye kızgınlıkla bağırdı kadın.

Öfkeden gözleri kızıl kızıl parıldıyordu. Gülümsemesi gitmiş ve yerini soğuk, cani bir ifade almıştı. Adamın yüzüne, kanlı bir yığına dönüşünceye kadar üst üste yumruklar indirdi. Bir süre sonra, hıncını almış olmalı ki çarpık gülümseme tekrar yerine geri döndü.

"Bunun bedelini çok ama çok fena ödeyeceksin," dedi, gözleri hinlikle parıldayarak.

Mecali kalmamış adamın kanlı ağzını iki eliyle açtı ve kendisi de kendi ağzını aralayarak bir şeyler yapmaya hazırlandı. Ancak nereden geldiği belli olmayan mavi bir dumanın hızla çatıyı kaplamasıyla işi yarım kaldı ve dikkatini başka yöne çevirmek zorunda kaldı. Kadının kendisini bırakmasıyla yere düşen Eiros, bilincini yitirdi.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 18 Ekim 2016, 18:17:25
Bölüm 23 - Kovalamaca

"Karşı koydum ona ama bedeli ne oldu? Ölmekteyim... ama kadere karşı koydum! Yapabildim bunu, evet, sonunda bir şeyi doğru düzgün başarabildim. Ölsem de umurumda değil, hatta öleyim. Tekrar dünyaya dönmek ve yaşamaya çabalamak istemiyorum. Yoruldum. Gerçekten yoruldum. Yaşamaya çalışmaktan ve bir insan olmaya çalışmaktan yoruldum. Hem insan olmak nedir ki? Diğerleriyle bir arada uyum içinde yaşayarak bütün öfkeni ve tepkini bastırmak mıdır? Önceden olsa evet derdim. Artık pek bir anlamsız geliyor. Nefretim artık bana haz vermiyor. Tepkiliyim ama artık canhıraş bir isyanla bağırasım gelmiyor... o sınırı geçecek miyim? Geri dönüşsüz olanı, gerçek anlamda var olan o tek sınırı geçecek miyim? Geçersem de muzaffer olarak gideceğim en azından.

Son ana kadar yaşama tutunmuş, bütün boktanlığına rağmen ondan vazgeçmemiş; bu da bir şey..."

Yarı kapalı bilinci, derin bir nefesle açılan Eiros gözlerini aralamaya çabalasa da, sadece tek bir tanesini açabildi. Diğeri kaşından akan ve kısmen pıhtılaşmış, cıvık kanla kaplıydı. Bozuk bir et parçası gibi, düzensiz, kahverengi bir tabaka ile kapanmıştı. Her nefes alış verişinde ciğerlerinden sağlıksız bir hırıltı yayılıyor ve beş keskin tırnağın derince yardığı göğsü, hafifçe inip kalkıyordu. Kırılmış kemiklerin altından kırmızı eti ortaya çıkmıştı. Karnına kadar devam eden izler, orada biraz daha yüzeyselleşiyordu. Altılı kas tabakasını kesmiş fakat iç organlara hasar verememişti. Akciğerleri o kadar şanslı değildi. İblis'in gücü ile az biraz iyileşebilmiş organlar yine de hava kaçırıyordu. Göğsü haricinde en büyük darbeyi bacakları almıştı. Kollarındaki iri pazuları birer hareketle kesilmişti fakat bacakları deşilmiş, pembe ve kanlı kas yığını ortaya çıkmıştı. Hareket etmeye çalıştı fakat inleyerek hiç bir şey yapamadı. Hasarlı ciğerleri acıdı.

"Şşş," diye sessizce uyardı, başından dikilen birisi.

Yalnız olmadığını o an ayrımsayabildi Eiros. Fiziğinden bir erkek olduğunu çıkarabildiği kişi, sert kiremitlerin üstünde yatan adamın bir adım ötesinde konumlanmıştı. Gözleri haricinde, bütün yüzünü siyah bir maske örtüyordu. Sıkı kaslara ve çevikliğe yönelik bedeninin hatları, üstündeki simsiyah ve dar giysinin altından belli oluyordu. Kahverengi gözlerinin üstündeki kalın kaşları, doğal bir şekilde hafifçe çatılmıştı. Maskeli adam, tek dizinin üstüne çömelmiş ve bir elini yere koymuştu. Diğeri Eiros'un üstünde, onu korumak istermişçesine dikiliyordu. Bir seksen civarı adamın bütün vücudu gerilmişti. Bir kaplan gibi olduğu yerde pusmuş ve en minik bir uyartı karşısında tepki vermeye hazırdı. Bir şeyi bekliyor gibiydi.

Bulutlu gece göğünün karanlığı içinde, iki katlı bir evin üstünde, onun bacası ile alt taraftaki bahçeden çıkan bol yapraklı bir ağacın arasına gizlenmişlerdi. Evin arka tarafında, bir, en fazla iki katlı müstakil evlerden oluşmuş bir mahalle uzanıyordu. Boyası solmuş olan evlerin eski olduğu belliydi ve her birinin etrafını çeviren küçük bahçeler mevcuttu. Bulundukları yer, mahallenin en son sırasındaki evlerden biriydi. Geçici olarak çatısına saklanmış oldukları bu binanın yan tarafındaki uzunca bir cadde, binanın hemen önündeki geniş bir toprak parçasına açılıyordu.

Önlerindeki yüz metrelik toprak saha bomboştu. Açık alanın bitiminde ise genişçe bir otoban vardı. Gri asfalttan yapılmış otobanın iki tarafında da, bir metrelik beton bariyerlerin üstüne inşa edilmiş üç metre uzunluğundaki teller, giriş çıkışı önlüyordu. Toprak alandan bariyerlere ulaşabilmek için de, bir kaç metrelik dik bir kısmı çıkmak gerekiyordu. Beş şeritli bir otobanın diğer tarafında, hedefleri olan, yirmi katlı apartmanlardan oluşmuş modern bir site vardı. Sitenin içindeki dört bina, aralarında büyük bir mesafe kalacak biçimde eşit aralıklarla dizilmişti.

"Hala peşinizde," diyen bir ses duydu zihninin içinde Eiros "Bu yüzden sessiz ol."

Tehlikeden kurtulmamış olduğunu zaten anlamış olan Eiros, kendisine denilene uydu; yakalanırlarsa hiç bir kaçış şansı yoktu. Sesin aynı zamanda önündeki adama değil, bir kadına ait olduğunu da fark etmişti. Nasıl böyle bir şeyin mümkün olduğunu sorgulama gereği duymadı, cevabı biliyordu.

Bir süre, çatının üstünde beklediler. Pür dikkat kesilmiş maskeli adam, düzenli olarak dört bir yanı kesti. Gecenin karanlığında, bahçelerde dolanan küçük hayvanların çıtırtıları dışında hiç bir şey duyulmuyordu. Yan tarafta uzanan bir kaç metre genişliğindeki caddede, sokak lambalarının loş ışığı altında sadece park halindeki arabalar ve bir kaç kedi vardı. Bir süre sonra kadının sesi tekrar duyuldu.

"Şimdi."

Eiros'u alıp sırtına atan adam dikkatle aşağı sıçradı. Yere indiği sırada hafifçe bir ses duyuldu ve bir an bile zaman kaybetmeyerek koşturmaya koyuldu. Adımları kararlı ve hafifti. Aralarındaki mesafe, boyunun el verdiği ölçüde uzundu ve güçlü bacakları anormal bir hızda birbirinin önüne atılıp duruyordu. Şüphelendiği üzere, onda da doğaüstü bir güç bulunduğunu anladı Eiros.

"Peşinize düştü," diyen kadının sakin ve soğuk sesi duyuldu "Caddenin diğer tarafında, size zıt sıradaki evlerin üstünden ilerliyor."

Maskeli adam arkasına bakma gereği duymamıştı.

"Alanımın dışında, daha da yaklaşması gerekiyor," dedi kadın "İki yüz metre kaldı."

Adam elini, sıkı giysisinin bel kısmındaki bölmeli kemere soktu ve hem geriye hem önlerine bir şeyler fırlattı. Yere düşen küçük nesnelerin ne olduğunu göremedi Eiros fakat onları takip etmekte olan Empusa'yı artık görebiliyordu. Ağaçların çevirdiği müstakil evlerin üstünden usulca sıçrayarak ilerliyordu. Form değiştirmiş kadının soluk mavi derisini ve kızıl gözlerini seçti. Başına bir ağrı saplandı. Ölecekse bu şekilde olmasını istemiyordu. Güçten düşmüş, başkasına muhtaç ve aciz birisi; yatağa düşmüş bir yaşlı gibi.

Onu taşıyan adam hızlıydı hızlı olmasına. Belki sırtında Eiros olmasa kadının hızına bile uyum sağlayabilirdi fakat yükten dolayı yavaş kalmıştı. Empusa hızla aralarındaki mesafeyi kapatıyordu. Gözleri kızıl kızıl parıldıyordu.

"Yak..." diyerek, adamı uyarmaya çalıştı.

Adamın, bacağına uyarı niteliğinde ve acı verici bir şaplak atmasıyla susmak zorunda kaldı. İstese de istemese de, davranışlarına bakılırsa ne yaptığını biliyora benzeyen adama bel bağlamaktan başka çaresi yoktu.

Şeytani kadın sıçrayarak uzun bir ağacın en üst dalına kondu. Dolunay, kara bulutların arasında çıkarak kadını ve ağacı aydınlattı. Bir pençesiyle ağacın gövdesini tutuyordu. Diğeri ise yanında sarkmış, beklentiyle açıp kapanıyordu. Büyük bir nefes alarak ciğerlerini doldurdu. Hemen ardından, toprak alana ulaşmış ve açıkta koşturmakta olan ikiliyi hedefleyerek bir çığlık koyuvermesiyle birlikte, şiddetli bir ses dalgası üstlerine yollandı. Saldırının kuvvetiyle, kadının önündeki daha kısa bir ağacın bir iki dalı kırılmıştı. Adamların gerisindeki binaların camları parçalandı ve yolun üstündeki bir kediye çarpan şok dalgası, onu park halindeki bir arabaya sapandan fırlamış gibi yolladı. Arabanın ön camına tok bir sesle çarpan hayvandan kanlar sıçradı.

Bütün bunların gerçekleşmesi yarım saniye sürmüştü ve dalga hala üstlerine gelmekteydi. Ancak yarı yolda, caddede belirmiş bir enerji bariyerine çarparak durmak zorunda kaldı. Adamın yere attığı küçük toplar rastgele bırakılmamıştı. Ses dalgasının temasıyla birlikte pembe pembe ışıldamaya başlamışlardı. Toprların hemen altındaki zeminden çıkan bir kaç metre genişliğindeki saf enerjiden bir kalkan, Eiros ve adamı korumuştu.

Saldırısının engellendiğini gören Empusa tekrar koşturmaya koyuldu. Bu esnada otobana ulaşan açıklığı geçmiş olan adam, tellere gelmişti. Elinin bir hareketiyle beraber, bileğinin üst tarafından kalın bir bıçak belirdi. Otuz santim civarındaki metal bıçak, giysinin yeninin altındaki bir mekanizmadan çıkıyordu. Elini yumruk yapan adam, keskin bıçağı kullanarak önündeki tellere bir kaç çizik attı ve ardından onları tekmeledi. Sırtındaki Eiros ile beraber geçebileceği genişlikte bir yarık oluşturmayı başarmıştı. Ancak bunu yapmak için zaman harcamak zorunda kalmıştı.

Dişi şeytan toprak alana çıkmıştı ve süratle üstlerine koşturmaktaydı. Her zamanki çarpık sırıtışı yerleşmişti yüzüne fakat bu formunda daha bir insandışıydı.

"Benimsin!" diyerek, kalan mesafeyi kapamak için ileri sıçradı.

Adamın omzundan geriye sarkan Eiros, an be an her küçük detayı gördü. Mavi kadının siyah pençeleri havaya, öldürmek üzere kalkmıştı. Yüzü heyecan ve tutkuyla gerilmişti. Testere gibi dizili sivri dişler, ay ışığıyla birlikte, çarpık gülümsemenin altından parıldırıyordu. Adam hala arkasını dönmemişti. Eiros korktu ve kendisini korumak için kollarını kaldırmaya çabaladı fakat kesilmiş ve hala iyileşmemiş olan kasları yüzünden bunu yapamadı. İnsanüstü bir sıçrayış gerçekleştirmiş olan kadın salise salise gittikçe yaklaşmaktaydı. Beklentiyle kızıl gözler genişledi ve bir yırtıcıya ait olan ağız ısırmak için açıldı... fakat gözlerin baktığı yön son anda değişti. Eiros'a ve onu taşımakta olan adama değil, onların üstüne doğrultulmuştu. Kadının yüzünde küçük bir endişe gördü yaralı adam. Hala havadayken, başını hızla yana çevirdi ve bir çığlık koyuvererek uçuş yönünü saptırdı. Tellerden geçmekte olan avını kaçırdı fakat otobanın diğer tarafındaki apartmanlardan birisinin üstünden kendisine ateşlenmiş olan mermiden, son anda sıyrılarak kurtulmuştu.

"Kaçırdım!" diyen kadının sesini, zihninin içinde tekrar duydu Eiros.

Bir mermi daha ateşlendi fakat Empusa yuvarlanarak bariyerlerin arkasına saklanmıştı bile. Keskin nişancı onu vurmayı başaramadıysa da, adama otobana çıkacak kadar zaman kazandırmıştı. Hiç bir aracın geçmediği ıssız yolda koşturan maskeli adam, bu fırsattan yararlanarak yolu yarıladı.

"Çok hızlı, fazla oyalayamam," diye bildirdi, keskin nişancı kadın "Konumumu çoktan çözdü."

"Gel ve onu al," diye ilk kez konuştu adam "Güvenli bir yere taşı. Ben onu uzaklaştırırım."

Sesinden genç olduğu belliydi. Kumaş maskenin içindeki portatif bir mikrofon-telsiz aracılığıyla iletmişti bunları. Eiros, adamın cesaretine hayran kaldı. Böyle bir dehşetle bilerek ve isteyerek karşılaşmak, herkesin harcı olan bir şey değildi.

"Hayır. Aşağı inmem gerek bunun için. Sizi koruyamam ve kargo birinci önceliğimiz," dedi kadın, bir yandan koruma ateşine devam ederek "Oradan çıkmanın bir yolunu bul."

"Bunu halledebilirim," diye ısrar etti adam.

Otobanı tamamen geçmiş ve diğer taraftaki teli kesmekteydi bu esnada. Empusa, arada bir başını beton bariyerlerin ardından çıkarıyor ve anında üstüne ateşlenen mermilerden korunmak için hemen geri saklanıyordu. Keskin nişancının atış örüntüsünü çözmekteydi.

"Kendin dedin, sonsuza kadar onu oyalayamazsın. Siteye girsem bile bizi takip etmeyi sürderecek. Tabii birisi onu başka yöne çekmezse," diye ekledi.

Lafını bitirdiği sırada, Empusa tekrar otobanın diğer tarafından kendini gösterdi. Keskin nişancı, silahını ateşledi fakat bunu bekleyen şeytani kadın, saldırıdan hemen önce küçük bir çığlık koyuvermişti. Yolladığı ses dalgasından dolayı merminin doğrultusu değişti ve Empusa'yı sıyırarak geçti. Zaman kaybetmeden yolladığı ikinci bir dalga maskeli adamın yanında patlayarak az kalsın dengesini kaybetmesine neden oluyordu. Neyse ki, nişancının üst üste yollamaya devam ettiği mermiler yüzünden tekrar siper aldı ve saldırının devamını getiremedi. Ancak bu karşılaşmayı artık sürdüremeyecekleri belli olmuştu.

"İyi," dedi kadın ve ateş kesildi "Ama şunu bil ki seni almak için geri dönmeyeceğim. Kargoyu alır almaz üsse gidiyorum."

"Pekala," diyen adam, teli tekmeledi ve Eiros'la beraber oluşturduğu yarıktan geçti.

Bir kaç metre yukarıdaki otobandan hızla aşağı indi. Önlerindeki büyük sitenin kendi parmaklıkları da vardı. Bir metrelik tuğlanın üstünde yükselen mızraklardan oluşan, siyah boyalı demir parmaklıkların ötesinde bir kaç ağaç vardı. Bir şey düşündüğü belliydi fakat bu fikirden vazgeçerek Eiros'u, yani kargoyu parmaklıkların dibine bıraktı ve yerini ortağına bildirdi. Çatışmaya hazır şekilde arkasını döndü ve ellerini iki yana sarkıtarak, ikisinden de kalın bıçaklarını çıkardı. Beyaz metallerin keskin kenarlarında belli belirsiz bir pembe ışıltı vardı.

"Eskort görevlerini zaten hiç sevmememişimdir," diyerek, tellerin arasından belirmiş olan Empusa'ya baktı "Gelsene çirkin şey."

Aşağı inmekte olan şeytana korkusuzca atıldı ve koştururken mavi duman bulutu yayan kapsüllerden birisini fırlattı. Ancak bu numaraya çoktan adapte olmuş olan Empusa, ilerlemeyi kesmeden küçük bir çığlıkla kapsülü geri yolladı ve adamın saldırısına ona geri çevirdi. Görüşü kesen dumanın içinde kalmış adamın üstünden sıçrayarak Eiros'a yöneldi. Önünde hiç bir engel kalmayan kadın, kurbanına doğru bir pençesini uzattı fakat toprak zemini delerek fışkıran pembe enerji mızrakları yüzünden geri çekmek zorunda kaldı. Bir an bile gecikmiş olsa, boyları üç metreye yakın ve titreşerek garip bir şekilde vızıldanan mızraklar onu deşebilirdi. Kıpırdayamayacak haldeki Eiros'un üç tarafında da belirmişlerdi ve arkasındaki parmaklıklar ile beraber onu koruyan bir sınır oluşturuyorlardı.

"Bu kadar aptal olacağımı düşünmedin, değil mi, çirkin Ugi?" diyen adam, kadına arkasından fırladı.

Savurduğu bıçaklar ile Empusa'yı savunmaya çekilmeye zorladı. Avıyla kendisi arasına girip duran bu adam yüzünden sinirlenmiş kadın, dişlerini sıkıp, tıslayarak geriye kaçıldı. Hazırlıksız yakalanarak, adamın ne ara döşemiş olduğu belli olmayan bir mayının üstüne bastı. Patlayan mayınla beraber, yerden pembe bir enerji sütunu fışkırdı. Bacağı sütunun içinde kalmıştı. Kanlı eti, yer yer, soluk mavi derinin altından ortaya çıkmış ve patlamadan dolayı bacağı kısmen kararmıştı. Kadın acıyla haykırdı. Basit bir haykırış değil, aynı zamanda bir saldırıydı bu. Üstüne gelen ses dalgasından kaçamayan adam, geriye fırlayarak bir kaç metre sürüklendi. Ayağa kalktığında başlığı açılarak kumral saçlarınını açığa çıkarmıştı. Düz saçlar, çatışmadan dolayı dağılmıştı. Ağzının kenarındaki kanı sildi ve çatılmış kaşlarla kadına döndü. Ona bakmakta olan Empusa, bir şey fark etmiş olacak ki durdu ve hafifçe güldü.

"Ne?" diye sordu, kumral, kısa saçlı adam.

"Hiç... bir an başka bir Ugi ile karşılaştığımı sanmıştım. Basit bir taklitçiymiş oysa," dedi ve hor gören bir tonda, sırıtarak ekledi "Bir kanıbozuk."

Bir şey demeyen fakat sinirlenmiş adam, tekrar kadına atıldı ve bıçaklar ile pençeler çarpışarak etrafa kıvılcımlar saçtı. Kadının yaralı tarafına yüklenerek bir açık bulmaya çalışıyordu.

"Kafanı kaldır," diyen bir ses duydu zihninin içinde, Eiros.

Yukarı baktığında, sitenin parmaklıklarının üstüne nazikçe konuşlanmış bir kadını gördü Eiros. Üstünde siyahımsı, metalik bir zırh vardı. Kafasını, ne tarz bir materyalden yapıldığı belli olmayan siyah bir başlık sarmalıyordu. Göz kısımlarına iki tane yuvarlak, yeşil cam parçası yerleştirilmişti. Sırtında ise bir keskin nişancı tüfeği asılıydı. Ayaklarını parmaklıklara sabitleyerek sarktı ve enerji mızraklarına değmemeye dikkat ederek, Eiros'u koltuk altlarından tutup yukarı çekti. Canı yanmış olsa da ses çıkarmamaya çabaladı adam. Bir an sonra parmaklıkların ardında, sitenin içindeydiler. Atletik ve ince kadın, adamın koltuk altına girdi ve sitenin içinde, olabildiğince hızla çatışmadan uzağa ilerledi.

"O iyi olacak mı?" diye sordu, Eiros.

Adamı tanımıyordu bile fakat kendisini kurtarmak için hayatını riske atmıştı.

"Yaptığı şeyin tehlikesini biliyordu," diye yanıtladı kadın.

"Bir şeytanla savaşıyor. Geri dönmezsek ölecek," diye üsteledi, adam.

"Ugi. Onların adı Ugi," dedi kadın "Ve ölürse bu onun kabahati."

Tartışmanın anlamsız olduğunu anlayan Eiros vazgeçti ve kadına uydu. Onlar yola devam ededursun, savaşın sesi de aynı zamanda uzaklaşıyordu. Çok hızlı hareket etmedikleri için, bunun adamın bir marifeti olduğu sonucuna vardı. Verdiği sözü tutmuş ve şeytani kadını kendilerinden uzaklaştırmayı başarabilmişti. Yine de buna ne kadar devam edebileceği konusunda şüpheleri vardı.

Bir süre sonra, sitenin diğer tarafından dışarı çıktılar. Pencerelerde belirmiş site sakinleri olan biteni anlamaya çalışıyordu. İçlerinden en azından bir tanesi ortada bir çatışma döndüğünü kavramış olacak ki, şehrin içinden siteye yaklaşmakta olan polislerin siren sesleri yankılanıyordu.

Sitenin berisindeki, daha yukarıda kalan caddede park halinde duran üstü kapalı bir dört çekere doğru ilerlediler. Eiros'u, lacivert aracın arka tarafına bindiren kadın, yatmasına yardım etti ve sürücü koltuğuna geçti. Kafasındaki başlığı çıkardığında, elektriklenmiş, turuncuya çalan açık kahverengi saçlar belirdi. Bir kadına göre kısa kesilmiş saçlar sadece omuzlarına kadar iniyordu.

"Dayanabilir misin?" diye sordu, dönerek.

Biraz dolgun yanaklarından, hafif sivri çenesine doğru zarifçe inen yüz hatları ve küçük, kavisli bir burnu vardı. Soruyu sorarken mavi gözlerine endişe değil, soğukkanlılık hakimdi.

"Evet," diye yanıtladı, Eiros.

"Sıkı tutun ve savrulmamaya çalış," dediği gibi gazı kökledi.

Araba süratle harekete geçti ve gecenin içinde ilerlemeye koyuldu. Hızına rağmen, kadın onu ustalıkla kullanarak sokaklar ve caddelerin içinden geçirdi. Bir süre sonra dağ yoluna çıkmış ve şehirden uzaklaşmaktaydılar. İki şerit arasına dizilmiş lambaların sarımtırak ışığı sırayla Eiros'un yüzüne vururken, adam neler yaşadığını düşündü. Bir gün içinde hem polisler ile çatışmış, hem bir şeytan ile yüzleşmiş hem de bu garip insanlarla tanışmıştı. Kimlerdi onlar ve amaçları neydi... düşünceler bulanıklaşırken göz kapakları yavaşça indi ve kendisini arada bir acıyla uyandığı, rahatsız bir uykuda buldu.

---

"Engar nerede?" diyen, kalın bir kadın sesine uyandı.

Motoru hala çalışarak hafif bir hırıltı çıkarmakta olan araba durmuştu. Önünde bir siluet dikilmekteydi. Görüşü bulanıklaşmış ve kafası yerinde olmayan Eiros, neye benzediğini çıkaramadı onun.

"Ugi ile savaşmak için geride kaldı," diye yanıtladı, onu getirmiş olan genç kadın.

Sürücü tarafındaki kapı açıldı ve nişancı kadın araçtan indi. Ardından kendi tarafı açıldı ve ikili onu dışarı çıkararak, her biri bir koltuğunun altına girdi. Sabaha yaklaşan gece en karanlık anındaydı. Aceleyle, toprak yolun kenarındaki bir binaya taşınmaktaydı adam. Tek seçebildiği şey, binanın kocaman çatısı oldu.

"Yine savaşmak için geride kaldı, değil mi?" diye sordu, diğeri.

Cevap olarak diğer kadın onu onaylamış olmalı ki, sitem dolu bir yorum geldi.

"Aptal."

Evin içine girdiklerinde ışıklardan gözü kamaştı adamın ve zaten bulanık olan görüşü hepten işe yaramaz hale geldi. Bir yere yatırıldığını duyumsadı. Kadınlar konuşuyor ve boğuk sesler kulaklarını dolduruyordu. Aynı zamanda kafasının içinde bir çınlama da belirmişti; diğer sesleri bastırıyor ve onu rahatsız ediyordu. Kolunda bir sızı hissetti ve çınlama azalarak kesildi.

"... ışıkları biraz kısın ve bana aletlerimi getirin," diyen, bir adamın sesini duyabildi.

Birileri koşturdu. Büyükçe metal bir alet, küçük tekerlekler üstünde giderken nasıl gıcırdarsa öyle bir ses duyuldu ve öncekinden de güçlü, beyaz bir ışık yüzüne vurdu. Açık olan tek gözünü de kıstı.

"İyi görünmüyor. Neden bu kadar oyalandınız?" diye sordu, adam.

Kısık bir cevap geldi. Adam ışığın önüne geçti ve Eiros'a baktı. Zayıf bir yüze oturmuş simsiyah gözler onu dikkatle inceledi.

"Aslında yeni buluşumu denemek için iyi bir fırsat," dedi.

Ardından bir gaz maskesini Eiros'un ağzına yerleştirdi. Son laftan dolayı endişelenerek direnmeye çalışan Eiros, bir denek olmadığını adama söylemeye çalıştıysa da gazı soludukça bilinci karardı.

"Şşş, sakin ol. Her şey düzelecek..."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 20 Ekim 2016, 15:26:03
Bölüm 24 - Mağara

Dağlık bölgeye kurulmuş evin büyük tahta çatısına düşen yağmur damlaları, içeride belli belirsiz bir pıtırdama yaratıyordu. Karşıdan bakınca üçgene benzeyen çatının en yüksek tarafı orta kısmıydı. Ardından iki kenarına doğru düzgünce alçalıyor ve ustalıkla eğim verilmiş geniş saçaklar ile son buluyordu. Bu şekilde, ahşaptan yapılmış olmasına rağmen saçaklardan akıp giden sular eve hiç bir zarar vermiyordu. Zaten uzun saçaklar yüzünden loş olan evin içi, kara bulutların güneşi kapamasıyla daha bir kararmıştı. Binanın ortasında bulunan salon, pek bir az mobilyaya sahipti. Yanan bir kaç sarı ışık, kağıt duvarların yanına konmuş heybetli kitaplıkların arasından sağa sola süzülmeye çalışsa da pek başarılı oldukları söylenemezdi. Bu yüzden loşluk daha da kuvvetlenmiş, yerde ve duvarlarda zayıf gölgeler oluşmuştu. Yüksek tavanı ve olabildiğince boşluğuyla, bakan kişiye göre değişerek, ya huzur ya da karamsarlık yaratıyordu. İki hissin ortak yanı, bir bilinmezlik durumu paylaşmalarıydı; nereden kaynaklandığı ya da neye işaret ettiği belli olmayan bir şüphe, bu eve hakim olmuştu. Özellikle yapının ortasındaki geniş salona. Sanki kimselerin bilmediği uzun bir tarihi ve sırları vardı. Binlerce yıl önce rahipler bu koridorlarda gezinmiş ve evrenin sırlarına hakim olmaya çalışmışçasına. Tabii bu sadece bir bakış açısıydı, içeri giren kişi kafasında türlü türlü hikayeler yazabilirdi ve hepsi de büyük ihtimalle aynı ölçüde doğru olurdu.

Geniş alnı ve karemsi bir yüzün her özelliğini çekicilikle taşıyan kadın, oturduğu koltuktan, yer yatağında uzanmış gence baktı. Üstüne siyah boyayla bir takım mühürler işlenmiş bezlerle yaraları sarılmıştı. Bütün bedeninin her tarafı Ugi'yle olan savaşında hasar almış adam, inledi ve alnında birikmiş ter damlalarından bir tanesi karman çorman saçlarının içine süzüldü. Onu izleyen bir doksanlık kadının, çelik mavisi saçları alnından düzgünce geriye yatırılarak başının arkasında at kuyruğu halinde toplanmıştı. Ancak zaptedilmeyi reddeden iki tutam bağımsız olarak şakaklarına düşüyordu. Bir tanesi, kadın elinde tuttuğu içkiyi yudumlamak için başını eğince gözüne girdi. Rahatsız olarak tutamı yana çekti ve eldivenli eliyle nazikçe tuttuğu kokteylden küçük bir yudum aldı. İçine başka malzemeler katılarak yumuşatılmış içkinin tadı, alkolun acısıyla tezatlık yaratacak bir şekilde karışıyor ve ağızda hoş bir tat bırakıyordu. Hoşuna gitmişti fakat acele etmeye gerek yoktu. İşini bilmeyen birisi, bu tada kanarak bir anda yüklenirse, yarım saat içerisinde yüksek alkollu sıvıyla sarhoş olup günü noktalayabilirdi.

Yayıldığı koltukta, bir bacağını diğerinin üstüne, yere paralel konumda duracak şekilde attı. Ayağındaki botları ve üstündeki gri giysileri çıkarma gereği duymamıştı. Koyu gri pantolonu ve saçıyla uyum içindeki açık gri svetşörtü yeterince rahattı. Svetşörtün içinde, üstünden hiç çıkarmadığı siyah zırhı görünüyordu. Boğaza yakın kısmında eski bir çentik mevcuttu. Oradan çaprazlamasına aşağı iniyor fakat vücuduyla orantılı göğüslerine gelmeden duruyordu.

Yeşilimsi içkiyi kaldırıp, işaret parmağı havada kalacak şekilde şöylesine bir salladı. Şimdi bakışlarını bardağa doğrultmuştu. Kafasını eğmesiyle beraber tutamlar, tekrar, usulca hareket etti. Canı sıkılmış değildi, düşünüyordu. Tekrar yerdeki gence baktı. Yatağı, salonun merkezinden aşağıdaki laboratuvara inen güçlü metal kapağın yanındaydı. Neus, evin sahibi ve işvereni, birisinin odasına değil de evin merkenize konmasını özellikle istemişti. Genci gördüğünde bayağı bir heyecanlanmışa benzeyen adam, zaman kaybetmeden gerekli müdaheleyi yapmıştı. Kara gözlü adamın övgüyle bahsettiği "yeni buluşu" işe yaramış olacak ki, ölüme yakın gencin durumu sabitlenmişti. Ancak, kadın yine de bir terslik olduğunu hissediyordu. Neus'u daha önce iş üstünde görmüştü; bir çıkarı olmaksızın, öylesine, hiç tanımadığı birisini iyileştireceğine inanmıyordu. Kötü birisi olduğundan değil -gerçi iyi birisi olup olmadığını da kestiremiyordu- fakat sürekli yeni fikirler pompalayan adamın amaçsız hareket ettiğini hiç görmemiş olmasındandı. Sezgilerine güvendi kadın. Bu yüzden başka bir soru geldi aklına; adam, gencin üstünde ne yapmıştı?

"Kaptan, Engar geri döndü," dedi, odaya giren genç bir kadın.

Eiros'u kurtarmış olan keskin nişancıydı bu. Kafasındaki maskeyi çıkarmış olan kadının saçları, yağmurun getirdiği nemden dolayı iyice kabarmıştı.

"Böyle rahat olduğuna göre tek parça olduğunu varsayıyorum, Kueti," dedi, istifini bozmayan kalın sesli kadın.

"Aşağı yukarı," diyen Kueti, rapor verdi "Gelip kendin görsen daha iyi olur."

Kızın bu soğukkanlı tavrı yaptıkları iş için paha biçilmez bir özellikti. Gerçi, arada sırada canını sıkmıyor da değildi.

Bardağını koltuğun yanındaki halısız ahşaba bırakan kadın ayağa kalktı. Bir altmış beşlik Kueti'ye tepeden baksa da, kaptanı sadece boyuyla yargılamak yanlış olurdu. Bu özelliğinin etkisi vardı var olmasına, ancak kendini hiç kasmadan doğallıkla dimdik durabilmesi, yere sağlam basan adımları ve düzenli olarak yaptığı egzersizler ile kuvvetlendirilmiş bedeni sayesinde her yerde varlığını belli ediyordu. Bir savaşçının sağlıklı fiziğine sahipti. Bütün bu özelliklerinden dolayı olduğundan daha heybetli görünüyordu. Oysa, vücudu çok da hacimli değildi.

İkili, kaydırmalı kağıt kapıyı açtı ve salondan geçerek Engar'ın odasına gittiler. Antrenin hemen solunda kalıyordu. Odaya girdiklerinde, beyaz laboratuvar önlüğünü hala çıkarmamış olan Neus'u adamın başında buldular. Eiros'la işi bittikten sonra ortadan kaybolmuş adamın nereye gittiği ya da kan lekeleriyle kaplanmış önlüğü ne ara temizlediği bir muammaydı. Aynı önlük olduğunu biliyordu çünkü sol yeninde, önceden gördüğü, küçük bir kesik vardı.

Sol omzunu tutan, kumral saçlı Engar yatağında inledi ve gözlerini acıyla kıstı. Omzu ortasından deşilmişti ve deliğin diğer tarafından yatağın örtüsü görünüyordu. Deriyi ve kasları alıp götüren saldırı, kemikleri de parçalamıştı ve kolunu sadece iki ince et parçası tutmaktaydı. Berbat görünüyordu.

"Hareket etme," dedi sakin fakat ciddi bir şekilde, Neus.

Çıkık elmacık kemiklerine sahip uzun yüzünde bir cihaz vardı. Sağ şakağının yanına tutturulmuş metalik alet, yarayı mor bir ışıkla aydınlatmaktaydı. Şakaktan uzanan başka bir demir parçasının ucunda, Neus'un sağ gözünün hemen önünde konuşlanmış yuvarlak bir ekran vardı. Adam elindeki neşteri yaranın üstüne indirdi. Alet etine değince acıyla bağıran Engar, yatakta çırpındı.

"Uyuşturamaz mısın onu?" diye kalın sesiyle sordu, adamı zaptetmeye yeltenen Yugiera.

Engar'ın diğer tarafına da Kueti geçmişti. İkili çırpınan ve karşı koyan adamı olabildiğince nazik davranmaya çalışarak sabitledi.

"Daha bir şey yapmadım bile. Bu kadar acı çekmesi anormal. Tabi..." diyen Neus, diğer eliyle gözündeki cihazın üstündeki bir takım düğmelere bastı.

Bu hareketiyle birlikte, ışığın rengi değişerek maviye döndü. Kadınların zaptettiği adama iyice yaklaşarak, kafasını adamın dibine kadar soktu. Bir şey arayarak bir kaç saniye yarayı taradı. Daha sonra koluna yöneldi ve aynı işlemi uyguladı. Bu esnada Engar tekrar, öncekinden de güçlü biçimde, çırpınmaya başlamıştı. Uyguladıkları kuvveti arttırmak zorunda kalan kadınlar adamı yatağa yapıştırdı.

"Neus! Ne yapacaksan yap artık," diye, acele etmesini söyledi Yugiera.

"Burada da değil... bir dakika," diyen adam, kolu taramayı yarım bırakarak Engar'ın koltukaltına yöneldi "Aha!"
Neşteri bir anda adamın sol koltukaltındaki bir bölgeye sertçe sapladı. Ardından aynı hızla çekti. Keskin metalin ucunda, kanla kaplı krem rengi ince bir kurtçuk debeleniyordu. Neşter, beş santim civarı yaratığın tam ortasına saplanmıştı. İki tarafında da küçük sivri dişler bulunan kurtçuk tısladı ve ağzından yeşil bir sıvı püskürttü. Buna hazırlıklı olan Neus, önlüğünün cebinden çıkarmış olduğu bir tüp ile sıvıyı yakaladı ve başka bir tane daha çıkararak, kurtçuğu onun içine koydu.

"Kueti, çabuk diğer malzemeleri getir," diye buyurdu.

Lafı ikiletmeyen genç kadın fırladığı gibi odadan çıktı.

"Elini yaranın üstüne bastır. Şu şekilde," diyen Neus, Yugiera'yı yönlendirdi "Daha fazla kan kaybetmesini istemeyiz."

"O şeyin orada olduğunu nasıl anladın?" diye sordu, kadın.

"Bayağı basit. Engar gibi dayanıklı bir gencin böyle bir yaradan kendini kaybetmesi normal değil. Kapıştığı sayın Ugi'nin içine bir şey bırakmış olabileceğini düşündüm. Geriye kalan sadece yaratığın yerini tespit etmekti. Yaranın etrafında göremedim ve kan dolaşımında da bulamayınca lenf sistemine sızmış olabileceğini tahmin ettim ve bam!" diye, yumruğunu avucunun içine vurdu adam "Lenf nodlarından birine yerleşmiş olan bay kurtçuk evinden oldu."

Odaya dönen Kueti yüzünden konuşmaları yarıda kaldı. Operasyon için gerekli eşyalarını alan Neus, oracıkta işe koyuldu. Genç adamı yataktan kaldırmak için zaman kalmamıştı. Kenara atılmış yorgan ve sakinleştiriciyle bayıltılmış Engar'ın üstünde yattığı çarşaflar kana bulanmıştı. Steril olmayan ortam, enfeksiyon riski teşkil ediyordu. Ancak adamın kendi icadı -daha doğrusu modifikasyonlar gerçekleştirdiği- gaz bir dezenfektanı sıkması sayesinde endişeye gerek kalmadı.

"İki günde iki ameliyat. Bu gidişle doktora falan dönüşeceğim," dedi bir yandan.

"Mutsuz mu oldun?" diye sordu, Kueti.

"Tam tersine! Teoride öğrendiğin bir şeyi pratiğe dökmek kadar güzel bir şey yok... belki sucuklu yumurta hariç," diyen adam, kıza işaret etti.

Neus'un alnından sarkan, hafif dalgalı ve yağlı saçları geriye çekti genç kadın. Nemli ortamda büyük bir özveriyle çalışan adamın siyah saçları, kısa sürede tere bulanmıştı. Kapkara kömür parçalarına benzeyen ve gözbebeğiyle irisini ayırt etmesi zor, koyu kahverengi gözleri önündeki bedene doğrultulmuştu. Adam hızla çalışırken, cin gibi bir o yana bir bu yana kayıyorlardı. Uzun yüzden sivri çeneye doğru inen damlaları bir bezle silmeyi de ihmal etmedi Kueti. Kumaş bez, tıraş olmayı ihmal etmiş adamın kirli sakalına sürtünmüştü.
Bir süre sonra aletlerle işi biten adam, onları yandaki metal kasenin içine attı ve bir paketi açıp, beyaz tozu yaranın üstüne bol bol döktü. Kanaması durmuş oyuğu bezle sardıktan sonra ayağa kalkarak gerindi ve yumruklarını sevinçle havaya dikti.

"İkide iki!" dedi ve kendi kendine neşeyle tezahürat yapmaya başladı "Ne-us! Ne-us! Ne-us!"

"O iyi mi?" diye endişeyle sordu, Kueti, kaptana.

Yugiera, işaret parmağını başının yanında çevirerek deli işareti yaptı. Onları görse bile umursamamış olan adam, bir süre daha devam ettikten sonra durdu ve döndü. Bir kaç paketin bulunduğu tekerlekli masayı işaret etti.

"Her gün aynı saatte bu tozu yaraya dökün, kaybolan dokunun yerine yenisini koyacaktır. Bezleri yenileriyle değiştirmeyi de unutmayın. Bir melez olduğu için iyileşme hızı yüksek ve enfeksiyonlara karşı dayanıklı olsa da tamamen bağışık değil," dedi ve soluklandı "Şimdi, biriniz bana neler olduğunu açıklasın. Neden bir çalışanım pelte halinde geri döndü?"

"Ugi'yi oyalamak için geride kaldığını söylemiştim," dedi, Kaptan Yugiera.

"Bahane," dedi adam, geçiştirildiğini sezerek "Hedefi güvenlice yakalamak için gerekli bütün aletleri size temin etmiştim. Daha iyi bir sonuçla geri dönmüş olmanız gerekirdi."

"Aslına bakarsan verdiğin tüfekte bir sorun var. Ateş ederken namludan bir parıltı çıkıyor ve yerimi ele veriyor. Bu yüzden Ugi'yi indiremedim," diye açıklama getirdi, Kueti.

"Ne?" dedi, bunu beklemeyen adam.

"Evet."

"Kusura bakma, Kueti. Dizaynda bir sorun olmaması gerekiyordu," diye özür diledi.

"Önemli değil, patron," diye özrü kabullendi genç kadın.

"Bunu bir kenara bırakırsak, Engar neden geride kaldı, Yugi?" diyerek, mavi saçlı kadına döndü "Onunla konuşmuş olduğunu sanıyordum."

"Bunun işe yaramayacağını sen de biliyordun, Neus. Hiç de sinirlenmiş numarası yapma," diye yanıtladı, istifini bozmayan kadın.

"Numara yaptığımı kim söylemiş," diye salağa yattı adam.

"Seni yeterince iyi tanıyorum. Tam da böyle bir şey olmasını bekliyordun, değil mi?" diye, üstüne gitti Yugiera.

"Neden bahsettiğin hakkında hiç bir fikrim yok, bayan alkol. Neden birisini bilerek zarara yollayayım ki?" diye sordu, adam.

"Aklından neler geçtiğini bilemem," diyen kadın durakladı. Adamı laboratuvar önlüğünün yakasından yakalayıp havaya kaldırdı ve kendisine çekerek yüzüne yaklaştırdı. Kaşları çatılmıştı "Fakat bir daha benim adamlarından birisi üstünde bir deneye kalkıştığını görecek olursam, sana haddini bildiririm. Anlaşıldı mı?"

Seri şekilde önlüğün içinden kurtularak başka bir odaya yönelen olan adam, sırtı dönük şekilde bir elini sallayarak "Anlaşıldı anlaşıldı" diye seslendi. Onu durdurabilecek olsa da izin vermeyi tercih etmiş olan Yugi, adamı takip etme gereği duymadı. Mesajı yeterince net şekilde yolladığını düşünüyordu.

"Ee... haddimi aşmıyorumdur umarım ama biraz gereğinden sert çıkışmadın mı, kaptan?" diye sordu, Kueti.

Ekibe henüz yeni katılmış olan kıza bütün bunlar garip görünüyor olmalıydı. Ancak sinirlenmesinin tek nedeni sadece bu olay değildi. Adamın çok iyi bir manipülasyon ustası olduğunun farkındaydı. Tüfeği bilerek hatalı tasarlamış olduğunu öğrense bile şaşırmazdı, ki bundan şüphelenmiyor da değildi.

"Eh, bunu kaldırabilir," diyen kadın, yine kana bulanmış önlüğü yere fırlattı.

Ancak ceplerinde tüpler olduğunu unutmuştu ve onlardan birinin içinde o kurtçuk bulunuyordu. Bir küfür savurarak, önlüğe atıldı ve kaldırdı fakat tüpler çoktan gitmişti. Şaşkınlıkla, ceplerin bomboş olduğunu fark etti. Ne ara yaptığını bilmiyordu ama Neus, kaçarken onları almış olmalıydı. Herhalde laboratuvarına inmiş ve bulduğu yeni örneği incelemekteydi şu an.

"Tilki herif."

Önlüğü yere attı ve üstüne basarak Engar'ın başucuna gitti. Düzenli bir şekilde soluk alarak uyumakta olan genç adam, daha iyi görünüyordu. Ekibinden birisini kaybetmek hoşuna gitmezdi, bu yüzden rahat bir nefes alan kadın tekrar salona döndü. Kueti de peşi sıra gelmiş ve yer yatağında uzanan Eiros'a takılmıştı gözleri.

"Neden onu kurtardığımızı merak ediyorsun herhalde," diye, kızın aklından geçenleri okudu kaptan.

"Evet. Bana diğer Ugilerden farklı görünmedi. Hatta daha bile zayıf," dedi kız.

"Neye dayanarak söylüyorsun bunu?" diye sorguladı, koltuğuna çöken Yugiera.

"Çok savsak. O Ugi'nin insan formunu bile yenemedi," diye açıkladı Kueti.

Onun dediklerini tartan Yugiera, uzun kirpikli gözlerini kısmıştı. Devam etmek için eline aldığı içki bardağını, huyu olduğu üzere, hafifçe salladı ve içindeki sıvının yavaşça kenarlara çarparak inip çıkışını izledi.

"Neus'u göze alarak konuşursam, normal birisi olmasını beklemezdim zaten," dedi en sonunda.

Eiros hala yerdeki rahatsız uykusuna gömülmüştü. Adam, onu hiç bir şekilde rahatsız etmemeleri fakat başında her zaman birisi bulunması gerektiğini salık vermişti. Mühürlü bezlerin amacını bilmiyordu kimse. Ancak önlüklü adamın bir şeylerin peşinde olduğu belliydi. Gözlerini acıyla kıstı yerdeki genç adam ve bir şeyler sayıkladı. Ne dediği anlaşılmıyordu. Ardından onları faltaşı gibi açtı. İçten gelen yeşil alevlerle ışıyorlardı. Kafasını pür dikkat kesilmiş kadınlara çeviren adamın vücudu atılacakmış gibi kasıldı. Yüzü vahşetle çarpılmıştı. Ağzını açarak yeşil bir alev püskürdü onlara doğru. İki kadın da hemen savunma konumuna geçmiş olsa da, alev yön değiştirerek mühürlü bezlerin üstüne çekildi. Gerilerek, kıpırdamaya çalışan Eiros'u olduğu yerde kilitlediler. Bir süre daha çırpınan adam, yavaşça duruldu ve ışıldayan gözlerini kapamadan fakat boş boş tavana bakmaya koyuldu.

"Bu da neydi böyle?" dedi Yugiera, kendi kendine.

Yerdeki kapak birdenbire çat diye açıldı ve Neus'un başı belirdi altından. Gerilmiş kadın, bu beklenmedik hareket karşısında oturduğu yerde hoplamıştı.

"Oldu mu?" diye heyecanla sordu, adam.

Elindeki içki bardağını adama fırlatan kadın bağırdı.

"Hay senin belanı sikeyim!"

Bardaktan eğilerek kaçan adam, tekrar başını çıkardı ve arkasına baktı. Bardak kırılmış ve cam parçalarıyla içki yere yayılmıştı.

"Cık cık cık, senin için özel bir bar odası bile hazırladım. Bana böyle mi karşılık veriyorsun be kadın?" dedi, eğlenerek.

Kan akışı hızlanmış kadın, adrenalinin etkisiyle hızlı hızlı soluyordu. Ödü kopmuş olan Kueti de, odanın bir köşesinde, belinden çıkardığı tabancayı sıkıca kavramış halde dikilmekteydi.

"Siz iki sevgili hanıma bakılırsa sonunda gerçekleşmiş," diyen adam, merdivenlerden çıktı.

Temizlenmiş, sol yeni kesik önlüğü tekrar üstündeydi. Elinde küçük bir prizma tutuyordu. İşlenmiş obsidiyandan yapılmış nesnenin keskin kenarlarına özen gösterek, onu Eiros'un göğsüne yerleştirdi ve bir kalemle üstüne bir şeyler çiziktirdi.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu, tabancayı belindeki yerine yerleştirerek yaklaşan Kueti.

"Arı kovanını dürtüyorum," diye yanıtladı adam.

Eiros'un üstündeki bezlerdeki mühürler ışımaya başlamıştı. Gözündeki parıltı yok oldu ve mühürlerden çıkan ışık huzmeleri prizmanın içine dolmaya başladı. Havada yol alan yeşil huzmeler, bütün doğa kanunlarına aykırı biçimde, maddeleşmişe benziyordu. Salınarak, bükülerek, yavaşça fakat düzenlice prizmaya aktılar. Önce salonun, ardından evin geri kalanının sarı lambaları titreşerek bir süre sonra söndü. Hava iyice kararmıştı ve yeşil huzmeler artık tek ışık kaynağıydı. Büyülenmişçesine izledi iki kadın bu olayı. Laboratuvar önlüklü adam, Eiros'un önünde yere çökerek bağdaş kurdu ve huzmeler akmaya devam etti. Yugiera, yeşilliğin, önlüklü adamın kara gözlerinden yansıdığını fark etti. Basit bir ışık oyunu olsa da, korkutucuydu. Prizma, bir süre sonra yarısına kadar zümrüdi yeşillikle dolunca bir kalp gibi zayıfça atmaya başladı.

"Mükemmel."

---

Zifiri karanlık ve nemli bir mağaranın içinde yürümekteydi. Hiç bir ışık yoktu. Kaba kayaların arasından ancak el yordamıyla, sağa sola takıla takıla, tökezleyerek ilerleyebilmekteydi. Boğucu hava yüzünden zorlukla nefes alabiliyor ve sürekli terliyordu. Garipti. Hiç su içmediği düşünülürse bu kadar terleyememiş olması gerekiyordu. Sahi, ne kadar süredir bu yerdeydi? Hatırlamaya çabaladıysa da, geçmişe dair tek bir anısı bile olmadığını fark etti. Kim olduğu hakkında hiç bir fikri yoktu. Yüzü neye benziyor onu bile bilmiyordu. Bir işe yaramasını umarak elleriyle bedenini yokladı fakat vücuduna değen ellerde bir his yoktu. Kendisine değdiğini, ellerin daha fazla ileriye gitmeyi reddetmesinden anlamıştı. Oysa mağaranın yüzeyine dokunduğunda durum böyle değildi. Sıcak nem damlalarının yapıştığı soğuk ve pürüzlü kayaları hissedebiliyordu. Yüzüne dokunmayı denedi. Yine bir şey hissedemedi ve vazgeçerek ilerlemeye devam etti.

Nereye gittiği ve neden yürüdüğü hakkında bir fikri yoktu. Bir taşa takılarak düştü. Bacağının acımasını beklediyse de, hiç bir şey olmadı. Onun kanayıp kanamadığı merak ederek ellerini dizine götürdü ama doğru ya, kendisini hissedemiyordu. Doğrularak tekrar yürümeye koyuldu. Yürüdü ve yürüdü. Bir ara koşmayı denediyse de bir kaç metre olduğunu tahmin ettiği bir mesafe sonra düşünce bunu bırakmak zorunda kaldı. Canı sıkılmıştı. Bitmek bilmeyen yolun nereye gittiği hakkında bir tahmin yürütemiyordu. Arada bir sağa sola kıvrılıyordu. Bir ara geriye dönmüş bile olabileceğini düşünmüştü. Öğrenmenin bir yolu olmadığını bilerek devam etti. Zamanla boğuk havaya alışmıştı. Artık eskisi kadar rahatsız etmiyordu onu.

Bir süre sonra tekrar koştu. Yolun yapısına az buz alışabildiği için bu sefer daha uzun bir mesafe kat edebilmişti. Ancak ani bir kıvrıma semsert çarptığında acıyla geriye yuvarlanarak, yere kapaklandı. Bir küfür savurarak, sızlayan yüzünü tuttuğu sırada, buruk bir sevinç ve heyecanla sonunda bir şeyler hissedebilmiş olduğunu fark etti. Karanlığın içindeki yalnızlığında, ona büyük bir neşe kaynağı oluşturmuştu. Canı yanıyordu yanmasına fakat hissizlik ile kıyaslandığında kesinlikle tercih edeceği bir şeydi. En azından, ona var olduğunu söylüyordu.

Yeni bir şevkle ayağa kalkan adam, tekrar yola koyuldu. Çıplak ayaklarıyla yerdeki keskin taşlara bastığında canı yanıyor ve yolun başka bir tarafına yönelmesi gerektiğini anlıyordu. Acı verici olsa da, işi biraz daha kolaylaşmıştı. Kötü kısımları, ona zarar verebilecek olan yerleri artık anlayabiliyordu. Bu düşüncelerle, üçüncü bir kez koştu. Ayağının altında süratle akan nemli zemini ve ciğerlerine dolan havayı hissetti. Küçük kesikler tabanlarını acıtsa da, hemencecik doğrultusunu değiştirerek daha güvenli bir tarafa geçiyordu. Vücudunun önüne uzatmış olduğu elleriyle, önüne çıkabilecek bir duvara karşı korunabilirdi. Mağarayı alt etmiş olduğunu düşündü. Yanılıyordu.

Ayağının altındaki zemin birdenbire kesilerek onu boşlukta bıraktı. Tutunabilecek hiç bir şey bulamayan adam, kontrolu kaybederek havada uzuvlarını salladı. Serbest düşüşe geçmişti. Çaresizce çırpınırken, şiddetle yere kapaklandı. Başını kayalık zemine vurmuştu. Sarsıntı ve kafatasının içinde oynayan beyni, ağrıyla ona isyan etti. Bu kadar acıyabileceğini düşünmemiş, hazırlıksız adam kesik kesik nefes aldı. Artık hoşuna gitmiyordu acı. Gözlerine yaşlar dolmuş olsa da, ağlayamadı. Ağlasa belki rahatlardı. Bunun yerine, bir süre sonra, söylenerek ayağa kalktı ve -bu sefer ürkekçe- yürümeye koyuldu. Hala hiç bir ışık belirtisi yoktu. Tam tersine daha bile karanlık olduğuna yemin edebilirdi. Tabii yanılıyordu. En başında ne kadar karanlıksa, hala öyleydi. Canı yandığı için böyle düşünüyordu.

Mağarada yürümeye devam eden adam, artık en küçük bir kesikte bile ürküyor ve tekrar aynı şeyleri yaşayacağından korkarak duruyordu. Eskisine oranla epey bir yavaşlamıştı. Kesintilerle dolu ilerleyişini sürdürürken, düşünecek bol bol zamanı oldu. Neden bunları yaşamıştı? Neden ışık yoktu ve madem ışık yoktu, o zaman kendisine yol gösterebilecek herhangi bir şey var mıydı?

Ne kadar düşünürse düşünsün, ilk iki soruya hiç bir anlamlı cevap bulamadı. Bunları yaşamasının, düşmesinin, kanamasının ve canının yanmasının belli bir nedeni yoktu. Öylesine, bir anlam teşkil etmeden gerçekleşmişlerdi. Buradan yolculuğuna bir şey katabilecek bir cevap çıkmayacaktı.

Işığın yokluğuna dair yanıt da benzerdi; sadece yoktu. Belki başka bir mağarada, başka birisi için olabilirdi. Onların mağaralarına girmeden bunu bilemezdi ki tecrübelerine bakılırsa, bunun bir yolu yoktu. Kendi mağarasında ise kesinlikle mevcut değildi. Buradan da, yolu çekilir kılabilecek bir şey çıkmamıştı.
Üçüncü soru ise, kendisine yol gösterecek başka bir şey olup olmadığı sorusu, kafasını karıştırıyordu. Ona yolunda yardımcı olacak büyüklü küçüklü tecrübeleri olmuştu tabii ki; ayak parmağını bir taşa çarptığında yolunu değiştirmesi ya da koşarsa bir duvara toslayabileceği gibi. Ancak bunların pek de iyi bir örnek teşkil edip etmediği konusunda emin değildi. Koşturmazsa yolculuğu çok sıkıcı oluyordu. Devinimle birlikte yorulmayı, havanın yüzüne çarpışını ve hız hissini seviyordu. Ancak her seferinde, mağarada karşısına yeni bir sürpriz çıkmış ve koşunun sonu acıyla bitmişti. Artık bunu yapmaya korkuyordu. Ne çıkacağını kim bilirdi? Belki yeniden bir uçurumdan düşecek ya da bu sefer karşısına mızrak gibi kayalar çıkarak onlara saplanacaktı. Düşüncesi bile onu ürpertiyordu.

Böyle böyle yoluna devam etti. Temkinle gidiyordu. Adımları en az acı verici patikayı seçiyor ve oraya yönleniyordu. Son ve en şiddetli düşüşünden sonra, gerçek anlamda bir kere bile koşmadı. Ancak onun fikri peşini bırakmadı. Sahip olduğu tek gerçek haz kaynağı elinden alınmıştı. Mağarayı suçladı bunun için, kendi mağarasını. Bu kadar çetin ve acımasız olmak zorunda mıydı? Başkalarının, özellikle biraz da olsa ışığa sahip olanların mağaraları çok daha çekilebilir olmalıydı. Kıskandı onları. Bu düşünceler bir süre ona yolda eşlik etse de, sonunda alevleri titreşerek söndü ve onu terk ettiler. Bu sefer de, daha dayanıklı olmadığı için kendisini suçladı. Daha düzgün bir yapıya sahip olsa, mağaranın zorluklarını rahatlıkla göğüsleyebilirdi...

Bu fikrin yoğunluğu da zamanla terk etti onu ve sonunda, ürkek ürkek yolda ilerleyen aciz birisi haline geldi. Koşamıyordu. Fikir onu yiyip bitiriyor ve arada küçük atılımlar gerçekleştirse de en minik bir acıda hemen duruyor ve sitemle bağırıyordu. Kendisini sakatlanmış ve kirlenmiş hissetti. Mağaranın bitmesini diledi fakat o yürümeye devam ettiği sürece, daha çok uzun bir süre yolun devam edeceğinin farkındaydı; tek bir çıkış yolu vardı. Kendi eliyle gerçekleştirmesi gereken, ki bunu yapmak da istemiyordu. Ne kadar sevmezse sevmesin, kendi mağarasının dışında var olamazdı. Duvarlar, varlık ile yokluk arasındaki yegane sınırdı.

"Bayağı bir acınası durumdasın," diyen bir ses yankılandı mağaranın içinde.

İlk kez başka birisinin sesini duymuş olan adam, afallayarak olduğu yerde kalakaldı. Hayal mi görmeye başlamıştı?

"Bayağı bir gerçeğim," dedi, onun aklından geçenleri tahmin etmiş ses.

"Ne... sen kimsin?" diye sordu adam.

"Görünüşe göre mağarada yankılanıp duran bir sesim sadece," dedi "Hah."

"Sen, beni görebiliyor musun?" diye sordu adam, inanamayarak.

"Sayılır. Biraz sorun yaşıyorum burada ama evet," diye bir yanıt geldi ve ses kendi kendine konuştu "Şunu da biraz sağa çektik mi..."

"Neler oluyor?" diye sordu, adam.

Ancak yanıt gelmedi. Ses onu terk etmişti. Sonunda ciddi ciddi çıldırıyor muydu yoksa?

"Hey!"

"Buradayım buradayım. Prizmada bir sorun var sanırım, neyse. Yıldırım sanırım, değil mi?" diye sordu ses.

"Dediğin kişiyi tanımıyorum," diye yanıtladı adam "Benimle nasıl konuşabiliyorsun? Prizma da neyin nesi?"

"Boşver şimdi bunları. Yolunu tamamlamak istiyor musun, istemiyor musun?" diye bir soru yöneltti, kaynağı belirsiz ses.

"Ben..." diyen adam durakladı "Hayır. Mağara biterse ben de biterim."

"Saçmalık. Bunların hepsi kafanın içinde olup bitiyor; söylemem gerekirse epey sıkıcı bir hayal gücün varmış," dedi ses.

"Hayal mi?" diyen adamın kafası karışmış ve sinirlenmişti "Hayır! Kim olduğunu sanıyorsun sen?"

"Düşündüğümden de çok batmışsın... pekala. Konuşmayı sürdürmek istiyor musun, mağara adamı?" diye sordu, ses.

Biraz düşünerek durdu adam. Sesin dedikleri hoşuna gitmemiş olsa da, bir değişiklikti. Daha önce mağaranın içindeki yalnızlık ve sıkıcılıktan kurtulmanın hayallerini kurmuştu; tabii ki bunları fantezi olarak bir köşeye atmıştı ama şu an, gerçeküstü dediği bu olay gerçekleşiyordu.

"Olur."

"O zaman, sayın mağara adamı, bana bu mağaraya nasıl gelmiş olduğunu söyleyebilir misin?" diye sordu, ses.

"Hayır... " dedi, hafızasını zorlayan adam "Bunu daha önce hiç düşünmemiştim."

"Bir rüyadaymış gibi, değil mi? Rüyaların başını da hatırlamazsın," diye devam etti, ses.

"Evet, aynı onun gibi," dedi, onun dedikleri aklına yatmaya başlamış olan adam.

"Hiç uyudun mu peki?" diye sordu, ses.

Güzel bir soruydu. Takip edemediği bir süre boyunca yoluna devam etmiş olan adam hiç uyumamıştı fakat bir rüyanın ne demek olduğunu biliyordu. Düşününce, yemek yememiş veya su da içmemişti. Bunun dışında, daha önce hiç karşılaşmamış olduğu bir çok kavramı içsel olarak da biliyordu.

"Sonunda bir şeylerin farkına varıyor gibisin, sayın mağara adamı," dedi, tatmin olan ses.

"Bunların bir rüya olduğunu mu söylüyorsun?" diye bir soru yöneltti adam ve sesi titreyerek ekledi "Bütün yaşadıklarım bir şaka mı?"

"Hayır hayır. Görüyorsun ya, çetin bir savaştan çıktın sen. Damarlarında onun zehri dolaşıyor ve bu zehir, seni kendi zihnine hapsetti."

"Ama yaşadığım her şey..." diyen adamın boğazı düğümlendi ve lafın devamını getiremedi.

"Yaşadıklarına gerçek diyebilirsin. Bir nevi. Zehir seni kendi hayatının koridorlarına hapsetmiş durumda. Bütün bu yaşadıkların, asıl hayatının bir yansıması," diye açıkladı, ses.

Ağlamaklı olan adam, gözlerinden akmayan yaşlara küfretti. Duyduklarını sindirmesi çok zordu fakat bir şekilde her şey ona mantıklı gelmişti.

"Bana... söyle bana. Gerçek hayatım da böyle boktan bir şey mi?"

"Bunu bilemem fakat seni ona döndürebilirim. Eğer istersen."

"Ne anlamı var? Bu mağaradan kurtulup, başka bir yere hapsolacağım sadece," diye fısıltıyla karşı çıktı, adam.

"Bir korkak gibi vaz mı geçeceksin, Yıldırım?" diye sordu ses.

"İstediğini söylebilirsin, yaşamanın bir anlamı yok," diye umutsuzlukla tersledi adam.

"Kendini öldür o zaman," diye, ani, soğukça bir cevap geldi.

"Ne?"

"Öldür kendini. Lafının arkasında dur ve işini bitir," diye devam etti.

Denileni garipseyen ve aynı zamanda öfkelenen adam, ağzını bir cevap bulmak için açıp kapayarak durdu. Ne biliyordu da böyle konuşabiliyordu bu kişi?

"Bir cevap bile veremiyorsun, değil mi? Amaçsızca sürüklenip durduğunu, hayatın kölesi olduğunu düşünen birisisin fakat ondan da vazgeçemiyorsun."

"O kadar kolay olduğunu mu sanıyorsun?" diye çıkıştı, adam.

"Hayır... ancak içindeki yaşama güdüsünün hala orada olduğunu biliyorum. Kendini ne kadar kandırmaya çalışırsan çalış o sana sesleniyor. Suçluluğun da bundan değil mi? Bedenine ettiğin ihanet seni yiyip bitiriyor."

"Dediklerin..." diyen adam duraksadı "Doğru. Yine de denemediğimi mi sanıyorsun? Kaç kere denedim, kaç kere! Bir keresinde bile başaramadım. Belki de zayıflığa mahkumum. Belki de dediğin gibi kendi canımı almam gerekiyor ama ikiyüzlülüğümden dolayı bunu yapamıyorum. Bunu anlayabildiğini mi sanıyorsun? Hiç kimse anlamıyor! Yaşam ile ölüm arasına sıkışıp kalmanın verdiği gerilimi hiç kimse hissetmiyor. Ben hissediyorum! Yaşamayı her şeyden çok istiyorum ama elimde değil. Yapamıyorum. Amına koduğumun hayatını yaşayamıyorum."

Soluklandı ve devam etti. Bastırmaya çalıştığı her şey su yüzüne çıkmaya başlamıştı.

"Çıldıracak gibiyim. Acıdan ve sıkıntıdan kafayı yemek üzereyim. Başarısız başarısız başarısız! Her seferinde yenildiğini görmek ve bunun içinde yanıp gitmek nasıl bir duygudur, bilir misin? Varoluşundan nefret etmek fakat sahip olduğun tek şeyin bu olduğunu bilerek ona katlanmak zorunda kalmak; bunun acısı başka hiç bir şeye benzemez. Güçsüz olan anlayabilir ancak bunu. Senin gibi istediğini yapabilmiş kişiler değil. Asıl yaşayamayan, yaşamın zorluğunu ve değerini bilir. Kendini yok etmek uğruna onun içine atılır ama nafile. Yaradılışından dolayı yapamaz onu. Gerçekleştiremez. Saplanır kalır. Zayıftır, zayıf! Ve yaşamak için güç gerekir. Sevgi gerekir. Sevgi için de güç gerekir. Bunları bilmediğimi mi sanıyorsun? Yaşayan insanların hepsinden daha iyi biliyorum çünkü yaşayamıyorum. Bir köşeden hayatı izleyerek onun her yönünü değerlendiriyor ve her şeyini içselleştiriyorum. Her geçen saniye farklı bir yanını anlıyor fakat bir türlü ama bir türlü onun içine giremiyorum... tek bir şey hariç; acısını her türlü çekiyorum. Yaşama dair hissettiğim tek şey bu. Kimisinin payına sevgi düşer, benimkine acı düşüyor ve bunu değiştiremiyorum. Söyle bana, böyle bir hayatta nerede olduğum ne fark eder? Değişim bir yalan sadece. Umut bir yalan. Nefes aldığım sürece bu iğrenç batakta saplanıp kalacağım. Kimse bana yardım edemez."

Sesten bir süre cevap gelmeyince, yenilerek onu terk ettiğini düşündü adam. Gerçeğin karşısında kaçmıştı tabii ki de. Ancak yanılıyordu. Ayağının altındaki zemin yavaş yavaş sarsılmaya başlamıştı. Zamanla sarsıntının şiddet arttı. Dengesini yitirmemek için yanındaki duvara tutunmak zorunda kaldı. Bunun, bir şekilde o sesin işi olduğunu biliyordu. O güne kadar hiç böyle bir şey yaşamamıştı ve şimdi, kendini bilmez o sesin ortaya çıkmasından sonra bir deprem baş göstermişti. Tesadüf olamazdı tabii ki de. Bir küfür savurdu ve haykırdı.

"Şimdi de beni öldürmeye mi çalışıyorsun?!"

Omzuna küçük bir taş parçası düşerek canını yakınca, refleksif olarak yana kaçıldı. Gelen sese bakılırsa, düşen büyükçe bir kayadan son anda kurtulmuştu. Soluk soluğa, hızlanan kalbinin güp güp attığı göğsünü tuttu. Ciğerlerine toz parçacıkları doluyor ve nefes almayı zorlaştırıyordu. Mağara, çıldırmışçasına titreşerek onu öldürmeye çalışıyordu. Başının üstünde bir çatırtı daha duydu ve yuvarlandı. Büyük bir gümbürtüyle çöken tavan parçası, bacağını sıyırarak derin bir kesik açtı ve kanlar saçıldı. Canı yanarak kıstığı gözleriyle, bir çıkış yolu aramak için etrafına baktığında, duvarlarda çatlaklar açılmaya başlamış olduğunu gördü. Hayatta kalma çabası içinde olmasına rağmen, bir şeyler görebildiğini farketmek onu şaşırtmıştı. Neler olduğunu tam anlayamasa da, kurtulmak için bir fırsat arayarak, içlerinden mağaraya ışık sızan yarıklara yöneldi. Çatlaklardan birisi, geçebileceği kadar genişleyince ona doğru koşturmak için hareketlendi. Ancak yerden çıkan taştan bir el, ayağını yakaladı ve onu geriye çekti. Onu başkaları takip etti ve altından çürümüş etin seçildiği kollar adamı sardı.

"Ananı!" diye bir şaşkınlık ve korku nidası koyuverdi.

Taşları tekmeleyerek onlardan kurtulmaya çabaladı fakat sert varlıklara vurduğunda parmakları kırılmıştı. Acıyla ayağını geriye çektiğinde, eller ona daha da kuvvetle yapıştı. Bu, içinde büyümekte olan öfke ve karşı koyma isteğini daha da harladı.

"Hayır!" diyerek, taşlara daha da şiddetle vurmaya başladı.

Kemikleri ezilse ve parçalansa da duraksamadı. İçinde baş gösteren hayvani bir güdü, varıyla yoğuyla savaşmasını haykırıyordu ona. Acıyı kabullenerek saldırısını sürdürdü ve her bir darbesiyle beraber, kendi bedeni ve taş tabakayla kaplı kollardan bir şeyler kırıldı. Mağara hala şiddetle sarsılıyordu. Koruyucu tabakasını parçaladığı uzuvlara vurarak onları geri çekilmeye zorladı. En sonunda, geriye sadece tek bir çift el kalmıştı fakat sarsıntı artarken, yarık kapanmaya başladı. Yarıkların tam karşısındaki, diğer duvara onu yapıştırmış olan el çifti, adamı boynundan boğarcasına çekerek bırakmayı reddediyordu. Öfkeyle arkasına dönen Eiros, karşısında taştan bir yüz gördü. Yer yer parçalanmıştı ve altından kendi yüzünün çürümüş bir versiyonu görünüyordu. Yanmış ve kurtların kemirdiği et parçası, içinde bir iğrenme uyandırdı.

"Gel bana..." diyerek çatallı, yeraltından gelen bir sesle konuştu, taş surat.

Yüze kafa atan Eiros'un alnı acıyla zonklarken, görüşü bulandı. Çürümüş surat güldü.

"Bana zarar vermen beni sadece daha da güçlendirir... kendinden kaçamazsın..."

"Siktir lan!" diyerek tekrar kafa attı Eiros.

O anda, içinde hiç bir girdap ya da ikilem kalmamıştı. Bu şeyi yenmek ve kaçıp, kurtulmak istiyordu. Taş surattan bir parça koparak yere düştü ve altından, çürümekte olan yüzün bir kısmını daha açığa çıkardı. Tutuş gevşemişti. Ancak bir kaç saniye daha beklerse, arkasındaki yarık kapanacaktı. Üst üste kafa darbeleriyle, surata saldırdı adam. Bir yandan bağırıyordu. En sonunda kavrayıştan kurtuldu ve düşe kalka yarığa doğru koşturdu. Çarpacak gibi geldiyse de, bu sefer durmadı. Hava ciğerlerini özgürce dolduruyor, bacakları sakarca ve peltekçe fakat ona haz veren bir devinimle hareket ediyordu. İleri atıldı... ve kendini bir yer yatağında uzanırken buldu. Mağarada aldığı yaraların ağrısı kesilmiş fakat yerini yenileri almıştı. Empusa ile olan savaşından aldığı yaralar. Başını yana çevirdiğinde, bağdaş kurmuş halde oturan bir adam gördü. İki yanında iki kadın vardı. Bir tanesi ortalama bir kadın boyunda, diğeri kendisinden bile uzundu.

"Hoşgeldin, Yıldırım," diye karşıladı onu, adam.

Bu sesi tanıyordu. Mağarada kendisiyle konuşan kişiydi. Aynı zamanda, bilincini kaybetmeden önce görmüş olduğu kişinin yüzüne sahipti.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 23 Ekim 2016, 21:12:00
Bölüm 25 - Orman

Evin önüne çıkmış, etkileyici derecede geniş saçakların altında dikilen Eiros, sabit bir tempoda inen yağmuru izliyordu. İyi işlenmiş odundan yapılma, bir tek dış duvarları beton olan evi çeviren, gür ormandan dolayı nerede olduklarını kestirmesi zordu. Şehrin ardındaki dağlık bölgede bir yerlerde olduklarını biliyordu. Ancak, denize bakan yüzde mi yoksa diğerinde mi bulunduklarını ya da şehrin hangi bölgesine yakın olduklarını tahmin edememişti. Binanın hemen bir kaç metre ötesinden başlayan, koyu yeşil iğne yapraklarla donanmış kızıl çamlar ıslanmıştı. Küçüklü büyüklü su tanecikleri, sivri yaprakların ucunda toplandıktan sonra, su kitlesi artık gerilime dayanamaz hale gelince çiğ toprağa usulca düşüyorlardı. Dikkatini çeken başka bir şey, çamların gövdelerindeki kızıllığın ortaya çıkabilmiş olmasıydı; normalde şehrin kirli havasından dolayı gövdeleri kararmış olan ağaçlar, burada doğal görünümlerini bütün güzelliğiyle sergileyebiliyordu. Medeni şehirden çok da uzak olamayacakları düşünülürse, bu durum garipti. O an, aklını buna pek yoramadı ve nemli toprak kokusunu dolu dolu içine çekti. Doğa, ne durumda olursa olsun, ona her zaman, biraz da olsa huzur vermişti. Özellikle yağmurlu ve kapalı havaların ayrı bir çekiciliği vardı. Karanlık, yağmurun insanı bir düzene sokarak yatıştıran hafif sesi ve yalnızlık; bunlar kendisine pek yakın hissettiği şeylerdi.

"Kahve ya da benzer bir şey ister misin?" diye sordu, yanına gelen Kueti.

Turuncuya çalan, elektrikli saçlara, yine, gözleri kaymıştı Eiros'un. Omuzlara kadar inen düz saçlar, kıza ayrı bir doğallık katıyordu.

"Yok..." diyen adam, kararını değiştirdi "Çay var mı?"

"İçeride olacak," diye yanıtladı, genç kadın ve kapının yanındaki, üstü minderlerle kaplı tahta bir koltuğa çöktü.

Kaydırmalı kapıyı açarak içeri giren Eiros, salonun sağında bulunan mutfağa yöneldi. Kendine geldikten sonra evin sakinleriyle pek bir konuşma şansı olmamıştı. Uyandığından beri, aradan sadece iki gün geçmişti. Onu kurtarmış olan genç adam, Engar, hala yaralarından dolayı yataktaydı. Bilinci daha açılmamıştı. Bundan dolayı biraz suçlu hissediyordu. Son aylarda neler yapmış olursa olsun, onun yardımına koşmuş bir insanın kendisi yüzünden zarar görmüş olması isteyebileceği bir şey değildi. Engar'a karşı küçük bir hayranlık duyduğunu da fark etmişti. Tehlikenin içine korkusuzca atılan ve güçlü birisiydi; imrendiği iki özelliği taşıyordu.

Kueti'nin kaptan dediği çelik mavisi saçlı kadın bir yerlere kaybolmuştu. Onun nereye gittiği hakkında hiç bir fikri yoktu. Evin sahibi olduğunu bildiği Neus ise, tahmin ettiği kadarıyla, laboratuvarına çekilmiş, bir şeyler üstünde çalışmaktaydı. Adamı bir daha görmemişti fakat istediği cevapların onda olduğunu seziyordu. Kendi iç dünyasında yaşadığı o garip deneyimden kurtulmasında büyük payı olduğunun bilincindeydi.

Geriye sadece Kueti adlı keskin nişancı kız kalmıştı. Empusa'dan kaçışları sırasında sergilediği tavırlardan dolayı çok soğuk birisi olduğunu düşünmüş olsa da, aslında kızla anlaşmanın oldukça rahat olduğunu keşfetmişti. Bütün yaşadıklarından sonra, böyle birisine denk gelmiş olması -bir yandan kendisine itiraf etmek istemese de- yüreğine su serpmişti.

Mutfağa varan adam, durgun durgun çayını koydu. Daha tam iyileşmemiş olsa da, artık gündelik işlerini rahatlıkla halledebilir hale gelmişti. Elinde tuttuğu seramik çaydanlığa baktı. Bu ülkeninkilerden daha farklıydı. Şekli değil fakat üstündeki çiçekli işlemelerden başka bir kültüre ait olduğunu çıkarmıştı. Evin kendisi de böyleydi zira. Sürmeli kağıt kapıları ve ilginç çatısıyla, oldukça hoş bir tasarımı vardı. Geniş alanları ve loşluğu sevmişti. Burada huzurlu hissettiğinden değil. Tam tersine, karamsarlığını daha da pekiştiriyordu ki artık bundan zevk almaya başlamıştı. Belki de olayların şokundan dolayı hala gerçekliği kavrayamamıştı. Emin olamadı. Kendi zihninin hükümdarı değildi.

Dışarı döndüğünde, kızın bir şey izlemekte olduğunu gördü. Zırhını çıkarmış olan genç kadın, rahat ve sade giysiler giyinmişti fakat sağ kolunda yüksek teknoloji ürününe benzeyen bir cihaz vardı. Ekranından, eski dijital saatlerin loş ekranını andıran, mavi bir ışık yayılıyordu. Işık huzmesi, genişleyerek, koldan otuz santim ötede hologramik bir ekran şeklini almıştı. Adamın şaşkınlığına, ne çok gizli bir video ne de önceki savaşların bir kaydıydı. İnsanların boş boş konuştuğu ve birbirini çekiştirmek için yer aradığı gündüz kuşağı programlarından biriydi sadece. Bu kadar yüksek bir teknolojinin bu amaçla kullanılması, bir açıdan anormal, başka bir açıdan ise çok mantıklı geldi. Onu kurtarmış olan bu insanların sıradan kişiler olmadığı belliydi. Kendisi için, bilimkurgu olmasa bile sadece dünyanın en gelişmiş yerlerinde görülebilecek bu teknolojinin, onlardan birisi için gündelik, hatta sıkıcı bir araç haline gelmiş olması doğaldı.

"Bir şey mi oldu?" diye sordu, adamın onu izlediğini fark etmiş olan Kueti.

"Hayır. Sadece o cihazı böyle kullanman bir an garibime gitti," diye yanıtladı, Eiros.

"Neden ki?" diye sordu, tam anlayamamış olan kadın.

"Benim geldiğim yerde bu tarz bir şey sadece insanların hayallerinde var," diye yanıtladı adam.

Neden bu lafı kullandığını merak etti; benim geldiğim yer... şu an, kendi ülkesinin sınırları içinde dağlık bir alandaydılar. Oysa, çok farklı bir diyardaki bir yabancı gibi hissediyordu. Misafir olan onlar değil de kendisiymiş ve çoktan, bütün ömrünü geçirmiş olduğu vatanını terk etmiş gibi. Aynı zamanda, kızın tepkisi yüzünden aklında soru işaretleri belirmişti. Dolambaçlı şekilde sormayı düşündüyse de vazgeçti ve doğrudan yaklaşımı tercih etti.

"Bu dünyadan değilsin, değil mi?"

"O kadar belli mi oluyor?" diyen kız, hafifçe sırıttı "Hayır."

Buharlar tüten çayıyla ayakta dikilmekte olan adama, koltuğu işaret ederek davet etti.

"Gel otur."

"Sağol," diyen adam koltuğa geçti.

Minderler beklediğinden daha rahattı. Ne çok sert ne de çok yumuşak. Kız, ekrana geri dönmüş ve şu an kavga etmekte olan iki kişiyi izliyordu. Adam, devam etmek istese de, diyecek bir şey bulamayınca sessizlik uzadıkça uzadı ve bu durumdan rahatsız oldu. Böylece, o da programı izlemeye koyuldu.

"Hanım efendi, hanım efendi! Burası bir aile programı. Bu tarz laflar edemezsiniz," diye çıkıştı, orta yaşlı bir kadın.

Karşısındaki, henüz yirmilerinin başında görünen ve olabilecek en itici şekilde giyinmiş bir kadının ipince kaşları -onu azarlayana da olduğu gibi- çatılmıştı. Geleneksel giyinimli kadına öfkeyle bakıyordu.

"Sen daha bir kaç hafta önce kocanın nasıl da kocalık görevini yerine getiremediğini anlatmıyor muydun? Buraya gelip de, ağlayıp, yakınmadın mı? Utan be utan! Gelmişsin altmış küsür yaşına hala erkek erkek diye ölüyorsun. Benim yaptığım terbiyesizlikse seninki ne oluyor?"

Stüdyodan bir çok şaşkınlık nidası yükselirken, programın sunucusu, biraz fazla makyajlı fakat iyi giyinimli, güzel denebilecek bir kadın onları ifadesiz bir yüzle izledi. Bu tarz tartışmalar onun ve programın yararınaydı ne de olsa.

"A-a! Arlanmaza, utanmaza bak. Karı koca arasında olandan daha doğal ne var, canım?" diye retorik bir soruyla üste çıkmayı başardı orta yaşlı kadın ama bir lafı kendine yedirememişti "Altmış falan diyorsun ama bana. Kırk beş yaşındayım kırk beş. Hem senin gibi otuzuna merdiven dayayıp da evde kalmış bir paçoz değilim. Yirmi beşimde çoktan ikinci çocuğumu doğurmuştum."

Güzel bir kontra-atak sergilemiş olarak, kendinden memnun bir şekilde yerine kuruldu. Yüzünde, karşı tarafa haddini bildirmiş birisinin pis sırıtışı vardı; otobüste yer vermeyen bir genci aşağılayarak, kalabalığın desteğini kazanmış bir yaşlıya benziyordu. Ancak, genç kadın altta kalacak gibi değildi.

"Belli belli. Çocukları pompalayıp durmuşsun ama o kiloları vermeyi unutmuşsun," dedikten sonra, yanaklarını bir kirpi balığı gibi şişirdi "Sonra diyorlar halkımız şişmanlıyor. Senin gibiler yüzünden hep."

Verecek cevap bulamayan hasmı, olduğu yerde sinirle oturup kaldı. Tartışmanın bittiğini sezen sunucu lafa girdi.

"Deniz hanım doğru bir noktaya değindi. Günümüz koşullarında insanımız tembelliğe ve yemeğe hemen atıyor kendini. Bunlara dikkat etmek gerek. Atalarımız ne demiş.."

"O Deniz'in ağzı bayağı iyi laf yapıyor," diye bir yorumda bulundu, Eiros.

"Aynen. Geçen hafta görmeliydin, stüdyoyu kasıp kavurdu," diye yanıtladı, Kueti.

"Her bölümünü takip ediyor musun?"

"Fırsat oldukça," diyen kız şöyle bir iç çekti "Görevlerden dolayı arada bir kaçırdığım oluyor. Patron genellikle bizi rahat bırakıyor ama bir şey istediği zaman da durup dinlenecek vaktin olmuyor. Temposuna alışması pek kolay değil."

"Görevden kastın geçen günkü gibi şeyler mi?" dedi adam ve sıcak çaydan bir yudum aldı.

"Gibi gibi. Senin durumun biraz daha farklıydı," diyen Kueti, cihazı kapayıp ona döndü.

Kız mavi gözlerini ona çevirmişti. Neden olduğunu bilmese de utandığını hisetti adam. Daha doğrusu, biliyordu ama dile getirmek istememişti. Her önüne gelenden hoşlanan bir gönül orospusu gibi davranmayı sevmiyordu; başkasının onayına ve sevgisine muhtaç, aciz birisi. Yakın zamanda, barlarda bayağı bir verimli geçirdiği günler sayesinde, bu huyunu sonunda aştığını düşünmüş olsa da, şu an yanıldığını anlıyordu. Mantıklı olan da bu değil miydi zaten? Dalınç yeteneğiyle başkalarından çaldığı bir özgüvenle hareket ederek, kendi libidosunu doyurmuştu sadece.

Bunları düşünürken, bir yandan da farklı bir şey gözlemledi; bu fikirler aklından -her zamanki gibi- geçip dursa da, eskisi kadar onu rahatsız etmiyordu. Tabii ki de hoş değillerdi fakat en azından kafasını duvarlara vurası gelmemişti.

"Nasıl farklı?" diye sordu, aklından geçenleri çaktırmamaya çalışarak.

Çaktırmamıştı da. Aklından neler geçerse geçsin, büyük bir başarı oranıyla, bunları insanlardan gizlemeyi sürdürebilmişti bugüne kadar. Zaten bu yüzden, zamanında, yakınları ona 'gayet normal olduğunu' söylemiş ve 'bunları aşması gerektiğini' gözlerinde yargılama ve acımasızlıkla salık vermemişler miydi? Bir çok anormal gibi, o da, belirtilerini ustalıkla saklamayı içgüdüsel bir şekilde öğrenmişti.

"Daha önce hiç kurtarma görevine gitmemiştik. En azından ben geldiğimden beri hiç görmedim. Diğerlerine göre daha yeni sayılırım," diyen kız, ekledi "Bunları patronla ya da kaptanla konuşsan daha iyi olur."

"Yugi... neydi?" diye, kalın sesli kadının adını hatırlamaya çalıştı.

"Yugiera. Kaptanın adı bu. Sakın adı hakkında espri yapma," diye uyardı, kız.

"Ne esprisi yapacakmışım ki?" diyen adam, kastedileni anlamamıştı.

"Yugiera. Yugi. Ugi. Bildiğin şeyler işte..."

"Geçen gece de Ugilerden bahsetmiştin," dedi adam.

"Aa, doğru! Sen bunları bilmiyordun," diye hatırladı, Kueti "Tamamen unutmuşum. Ne diyordun onlara sen?"

Eiros, cahilliğinden rahatsız olmuştu. Çok yaygın ve genelgeçer bir şeyi bilmeyen, küçük bir çocuk gibi hissetti kendini.

"Şeytan. Bildiğim en yakın kelime bu."

"Pek de haksız sayılmazsın aslında..." dedi, onun söylediklerini tartan kız "Onlar hakkında neler biliyorsun?"

"Çok değil. İnsanların içine girebiliyorlar ve doğaüstü bir güçleri var," diye, bildiklerini özetledi.

"Tam tersine, Yıldırım, bayağı bir doğallar. Hatta, kimilerine göre, insanlardan daha doğal oldukları bile söylenebilir."

Ses arkasından gelmiş olan Eiros, kapının o tarafa döndü. Ne ara açıldığını fark etmediği girişin önünde, patron denilen kişi, yani Neus dikiliyordu. Uzun ve temiz yüzüne yerleşmiş, iki derin çukuru andıran simsiyah gözlerini adama doğrultmuştu.

"Benimle gel, lütfen," diyerek, daha fazla bir açıklama gereği yapmadan ormanın içine doğru yürümeye koyuldu.

Kueti'ye soran gözlerle baktı, Eiros. Kafasında tabii ki pek çok soru işareti vardı fakat adamın bu ani girişi yüzünden, bir an ne yapması gerektiğini bilememişti. Kaşlarını hareket ettirerek git işareti yaptı, genç kadın. Böylece, muhabbetin yarım kalmış olmasına üzülse de, Neus'un peşi sıra ormana daldı. Üstündeki önlüğü çıkarma gereği duymamış olan adam, sık ve hızlı adımlarla yürüyordu. Nereye gittiklerini ya da neden birdenbire onu çağırmış olduğunu sormak istedi, Eiros. Ya da onun kim olduğunu, ne amaçla kendisini kurtartmış olduğunu. Ancak, sırtı ona dönük ve emin adımlarla ilerleyen adamın yaydığı ciddi hava yüzünden bunların hiç birisini soramadı. Bir yandan, acele etmek istese de, adamdan, o istemediği sürece hiç bir bilgi alamayacağını da sezmişti. Şu ana dek anladığı kadarıyla, Neus, fevri davranıyor gibi görünse de ne yaptığını bilen birisiydi.

İçinden geçtikleri ağaçlık alan, ilk başta, koyu kırmızı ve yeşilin tonlarıyla bezeliydi. Tek bir kelime bile etmeden, evden uzaklaştıkça uzaklaştılar. Zamanla, bulutlar ve sık ağaçlardan dolayı zaten ormana pek giremeyen güneşin ışınları azaldı. Bir yandan, çamlar uzadıkça uzamış ve genç Eiros'un etrafını çeviren devlere dönüşmüşlerdi. Karanlıktan dolayı gözlerinin ona oynadığı bir oyun mu, yoksa gerçek mi olduğunu anlayamasa da, bu heybetli çamların kızıl gövdelerinin gittikçe karardığı izlenimine kapılmıştı. Şehirde gördüklerinden farklı bir şekilde, kirli havadan değil fakat başka bir şeyden kaynaklanıyormuş gibiydi. Sanki bir ormana değil de, bir okyanusun ucubemsi hayat formlarıyla dolu derinliklerine dalmıştı. Kötü ve hoşnutsuz bir sabahın, insanın içine uyumsuzluk salan havası gibi düşman; karanlık ve boğucu.

Hala kesilmemiş olan yağmurun soğuk kavrayışını hissetti. Havanın çok soğuk olmadığına yemin edebilecek olsa da, titremeye başlamıştı.

"Hey!" diye seslendi, en sonunda sorgusuz sualsiz adamı takip etmekten sıkılarak "Neredesin?"

Zira, o düşüncelere dalmışken adam ortadan yok olmuştu. Arkasından bir ses gelince o tarafa döndü. Ellerini ceplerine sokmuş olduğu beyaz önlüğü hala kupkuru olan, siyah saçlı adam, bir kaç metre ötesinde dikiliyordu. Onun ayağındaki ince spor ayakkabılarda çamur bile yokken, Eiros'un kendisi ıslak, kirli ve şimdiden yorulmuştu. Böyle bir şeyi beklememiş olsa da, pek de şaşıramadı. Ormanın derinliklerine girdiklerinden beri, kalbinde bir şey ona tetikte olmasını fısıldıyordu. Yapraksız ve çamurlu zeminde, tekinsiz bir şekilde durmakta olan ev sahibinin görünümü ise hiç bir şekilde içine su serpmedi. Aksine, daha da gerilmişti. Neus'un, orman ile uyumlu, çukurumsu siyah gözlerine, okuyamadığı fakat içini ürpertecek derecede keskin bir bakış sinmişti. Daha önce sadece İblis'te görmüş olduğu bir şeye sahiplerdi; tarih öncesi bir kudret.

"Ormanın dokunuşunu hissediyorsun, değil mi?" diye sordu, Neus.

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu, takırdayan dişlerine hakim olmaya çalışan genç.

"Senin burada olduğunu biliyor," dedikten sonra, bakışlarını dev ağaçlara çevirdi "Fısıltılarını duyamıyor musun?"

Kara gözlü adamın sözlerinin ardından, ağaçların arasından sert bir rüzgar eserek genç adama çarptı. Ne ağaçların dalları rüzgarla birlikte sallanmış, ne de tek bir yaprak oynamıştı. Neus bile, daha demin, ortalama bir insanı yerine sabitlemeye yetecek güçteki akımdan en ufak bir şekilde etkilenmiş gibi durmuyordu. Siyah saçlarının bir teli bile yerinden oynamayan adam, bir heykel gibi hareketsizce dikilerek, Eiros'u izlemekteydi. Sadece, çukurların içindeki kara gözleri oynuyordu. Gencin giysileri, şiddetli hava akımıyla birlikte dalgalanmış ve savrulmamak için ayaklarını çamurlu zemine saplamak zorunda kalmıştı. Yalnız, onu korkutan bu olmamıştı. Kuvvetli rüzgarın taşıdığı bir kelime kulaklarını doldurmuştu.

"Eiros..."

Binlerce farklı kişi tarafından fısıldanmış bu tek kelime, ahenksiz bir cızırtı içinde karışarak iliklerine kadar ürpermesine yol açtı. Zira, canlılara ait değildi bu kelimeler. Ne kadar doğal ya da ne kadar doğaüstü olursa olsun, ister bir Ugi, ister bir insan, herhangi bir canlıya ait olamazdı. Bunu, sürekli çalışan aklından ya da yaşadıklarından dolayı değil, bir canlının içgüdüselliğiyle anlamıştı. Var olmaması gereken bir şeyler, onun varlığına dokunmuştu.

Rüzgar, bir kez daha, bu sefer daha kuvvetli esti. Adamın ayakları kaydı ve bir tanesini geriye çekerek, ıslak çamura düşmemeye çabaladı. Yağmur damlaları, ölümün ötesinden gelen rüzgardan etkilenmeden, normal bir hızda yüzünü dövmeye devam etti.

"Eiros..."

Fısıltı bu sefer daha sert, tehdit edici bir tondaydı. Burada hoş karşılanmıyordu.

"Beni neden buraya getirdin?!" diye bağırdı adama.

Sesi, amaçladığından daha yüksek çıkmış, boş görünen fakat bir şeylerin dolandığı hissiyatını bir türlü içinden atamadığı ağaçlıkta yankılanmıştı. Pek çok kişi bir anda dikkatini ona çevirmiş gibi hissetti ve olduğu yerde büzüştü.

"Bana niye soruyorsun? Bunu anlayabilmeni sağlayacak bir gücün yok mu?" dedi Neus.

Adamın neyi kast ettiğini ilk başta anlayamamış olsa da, dalınç gücü aklına gelince durakladı. Başka insanların hissettiklerini anlayabilmesini sağlıyordu fakat şu an ne işine yarayabilirdi ki? Ölüler ile iletişim kuramazdı ki... yoksa öyle miydi? Deneyip denememesi gerektiği konusunda kararsız kaldı. Hoş bir şey ile karşılaşmayacağı barizdi. Neus'a baktı, bir cevap isteyerek. Ancak, diyeceğini demiş olan adam, onu izlemeye dönmüştü. Bir karşılaşmanın son ve en kritik anlarını takip ediyormuş gibi.

Ondan da bir yardım gelmeyeceğini anlayan Eiros, yalnız olduğunu fark etti ve onu neyin beklediğini öğrenmenin tek yolu olduğuna karar vererek, içindeki Ugi gücüne uzandı; İblis'in varlığıyla temas etti ve dalınçsal kuvvetin yavaş yavaş vücuduna sızmasını sağladı. Görüşü bulandığında, etrafındaki ağaçların şekilleri titreşerek yavaşça soldu. Bomboş bir yerde buldu kendini. Dünyayla iletişimini sağlayan fiziksel duyuları onu terk etmişti. Tek başınaydı.

Ormanla ya da orada bulunan şeyler her neyse, onlar ile bir bağ kurmaya çabaladı. Derin bir sessizlik karşıladı onu. Ancak, sessizliğin ötesinde hayat dolu bir şeylerin varlığını sezebiliyordu. Hayat, doğru kelime değildi aslında fakat daha iyi oturan bir şey bulamamıştı.

Önceki tecrübelerinden, bu sessizlik bariyerini aşmanın tek bir yolu olduğunu biliyordu. Böylece, bekledi. Dakikalar birbirini kovaladı ve yavaşça, hislerin sisi aralanmaya başladı. Yaşam ile ölüm arasındaki bariyer inceldi.

Adam, normal bir dalınçtan çok daha yorucu olan bu çabaya, kendisini zorlayarak devam etti. Sessizlik yok olurken, farklı farklı kişilere ulaştığını duyumsadı. İlk başta sayıları sadece bir kaç taneydi. Bu kadar farklı zihne dokunmak, enerjisini tüketmeye başlamıştı. Yine de bağlantıyı kesmedi ve o devam ettikçe, sayıları artarak, ardı arkası kesilmeyen bir çığ gibi büyüdüler. Ayrım yapabileceğinden çok daha fazla sayıda bulunan bu varlıkların hisleri, zihnini doldurdu. Kaldırabileceği miktarın üstüne geçmeye başladılar. Artık, çok daha fazla zorlanıyordu. Rahatsızlıkla ve kendini koruma içgüdüsüyle geriye çekilmeye çalışsa da, dehşet içinde, bunu yapamadığını fark etti. Ruhlar, onun bağını fark etmişler ve bırakmayı reddediyorlardı. Şiddetle, adamı kendilerine çektiler. Açlardı. Korkutucu derecede açlardı. Ayların ardından sonunda yiyecek bulmuş yırtıcılar gibi pençelerini ona geçirmişler ve onu paramparça etmek için sabırsızca bekleşiyorlardı. Kontrolunu kaybeden Eiros, boş yere, kavrayıştan kurtulmaya çabaladı. Binlerce, belki de daha fazla varlığın gücünün üstesinden gelemiyordu.

"Ugi... " dedi, ruhlar topluluğu "Ugi'yi bize ver."

"Ne?" diye, şaşkınlıkla düşündü, Eiros.

İlk kez, bir dalınç sırasında sadece hisler değil fakat açık ve net kelimeler ile karşılaşmıştı.

"Bize ver!" diye, vahşice çığırdı binlerce ruh "Bize ver! Ona ihtiyacımız var!"

"Hayır," diye düşündü Eiros.

Planlı ya da mantıksal bir nedenden ötürü vermemişti bu cevabı. İçindeki bir şeyler, ona, istenileni asla yapmaması gerektiğini söylemişti. Neden olduğunu anlamamış olsa, bu hissin doğru olduğunu biliyordu. Tabii ki, her seçim gibi, cevabının bir bedeli oldu.

Şiddetle bağıran ruhlar, zihnini işgal etti. Duvarları parçalanmış bir kaleyi dolduran, gözünü vahşet bürümüş yağmacılar gibi, adamın varlığına zorla girdiler ve onların sesi dışında başka bir şey duyulmaz hale gelene kadar adamın düşüncelerini tıkadılar. Korunamadı ya da kaçamadı bu durumdan. Kendi varlığından kaçamazdı ya. Ruhların, çaresizlikten doğan düşmancıl açlıkları eziciydi. Adam onlarla savaştı savaşmasına fakat bir kişi, ne kadar güçlü olursa olsun, bu çarpıklığa karşı bir şey yapamazdı. Böylece her bir köşeye sızdılar ve onun içinde aç köpekler gibi gezindiler. Bağırıyor, çağırıyor ve istediklerini vermezse, onun sonunu getireceklerini söylüyorlardı. İşgali durdurmayan adam, dayanmaya çalıştı. Saldırıya katlanmak ve aklını sıyırmamak dışında yapabileceği bir şey yoktu. Direndi böylece, gidişatı değiştiremeyen ve hiç bir kurtuluş yolu bulunmayan birisinin yapacağı gibi. Kararından, onları reddetmiş olmaktan dolayı pişman olur gibi olduğundaysa, acısının içinde seçimine daha da çok bağlandı. İnat ya da dirayet, sebebini bilmese de, devam etti. Binlerin gücünün onu kavuruşuna ve varoluşuna maruz kalmaya devam etti.

Böylece, ne kadar ararlarsa arasınlar, bir şey bulamayan ruhlar, geldikleri gibi, anice, adamın ruhunu terk ettiler.

Dalınçtan çıkarak, kendisini tekrar ormanda bulan Eiros, yerde yattığını fark etti. Yüzükoyun çamurun içine kapaklanmıştı. Titreyerek doğrulmaya çabalasa da, çok güçsüz düştüğü için tekrar düştü. Bir kolundan destek alarak, kafasını kaldırdı ve hala olduğu yerde dikilmekte olan Neus'a baktı. Aklından çok şey geçse de, söyleyecek bir şey bulamadı. Kirlenmiş hissediyordu; ruhu tecavüze uğramış gibi fakat aynı zamanda, büyük bir sınavdan başarıyla çıkmışçasına bir gurur dolanıyordu içinde.

"Ne gördün?" diye sordu, Neus.

"Ben..." diyen adam, söylenebilecek tek kelime olduğunu fark etti "Çaresizlik."

Bir şey demeyen adam, onun yanına gelerek, koltuk altına girdi ve kalkmasına yardım etti "Burası, bir zamanlar Ugilere konukçuluk yapmış ruhlar ile dolu. Hayatlarını ve umutlarını kendilerinden başka şeylere bağlamış kişiler... yaşamaya korkarak, yaşam ile ölüm arasına sıkışıp kalmış olanlar. Gittiğin yolda devam edersen, senin sonun da böyle olacak."

Eiros, bakışlarını, şaşkınlıkla önlüklü adama çevirdi.

"Benim ne gibi bir yolda olduğumu nereden biliyorsun?" diye sordu, mağarada yaşadıkları konuşma aklına gelerek ekledi "Ne gibi şeyler yaşadığımı bildiğini nasıl iddia ediyorsun?"

"Hakkında çok şey bilmeme gerek yok, sadece önemli kısımlar yeter," diyen Neus, delip geçen kara gözlerini ona kenetledi "Hep böyle olmadı mı, Yıldırım? Ugi'yi kabullenmiş olman sadece başka bir kaçış değil mi? Varoluşun korkusuna dayanamadın ve bu yüzden bir kurtarıcı aradın. Dışarıda ya da kendi içinde, fark etmez; hayatı kolaylaştıracak bir kestirme."

Bir şey demek için ağzını açmış olsa da, bir şeyleri anlamış gibi durakladı ve onu kapadı. Gözlerini yukarı doğrulttuktan sonra, tekrar Neus'a baktı. Adamın çukurumsu gözlerine, ne yargılayan bir soğukluk ne de dostane bir sıcaklık hakimdi. Yalnızca, inkar edilemez bir gerçeğin kararlılığı yatıyordu.

"Hangisini seçeceksin? Mayışıklığın tanıdık kolları mı, yoksa yaşama cesareti mi?"

Yorgunluktan dolayı bir an sessizlik içinde kalan Eiros, ağzını daha aralamadan önce, vereceği cevabı biliyordu. Neus, onu bıraktı ve kendi ayakları üstünde dikilen genç adam, Yıldırım, bir-iki adım attıktan sonra onu yanıtladı.

"Yaşamayı seçiyorum."

Arkasını döndüğünde, adamın önlüğünün cebine bir şeyi yerleştirmekte olduğunu gördü. Ne olduğunu seçemedi fakat çubuğa benzer nesnenin metalik, sivri ucu hafifçe parıldamıştı.

"O da ne?" diye sorduysa da, adam onu geçiştirdi.

"Güzel güzel! Bunu seçmene sevindim," dedi heyecanlı bir tonda ve canlılıkla gülümseyerek ekledi "Hadi o zaman, daha yapacak pek çok işimiz var. "
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 25 Ekim 2016, 19:51:42
Bölüm 26 - Gün

Kolay olmayacağını biliyordum. Kararı verdiğim sırada, bunun tamamen farkındaydım; zor olacaktı, hem de çok zor. Nasıl desem, nasıl açıklasam? Bunu herhangi tek bir olaydan ya da bilinçli olarak ürettiğim bir mantıktan dolayı bilmiyordum. Tam tersine, zorluklarını daha yeni yeni öğreniyorum fakat yine de, o seçimi yaptığım sırada bütün bunların geleceğini bir şekilde biliyordum. Yaşamanın bir mantık olayı olmadığını, cesaret istediğini, uzunca bir süredir, içten içe seziyordum. Neus'un sözleri benim için sadece bir uyanma çağrısı oldu. Daha önce farkında olmadığım ya da düşünmediğim bir şeyi söylemedi bana. Ancak, sözlerinde bir keskinlik vardı. Doğru zamanda, doğru şekilde verilen bir mesajdı. Hayatımın başka bir evresinde bana bu sözleri sarf etmiş olsaydı, belki de onu hiç umursamazdım ya da başka bir zamanda çok daha istekli bir şekilde ona katılırdım. Seçenekler, olabilecekler sonsuz ve benim buradaki kontrolum sınırlı. Bunu hissediyorum. Kendi hayatımın akışı üstünde neredeyse hiç kontrolum yok. İblis ile olan anlaşmayı yapan ben değilmişim gibi geliyor. Doğru, seçimi ben yaptım ve onun ardından gelen iyi-kötü her bir eylemi ben gerçekleştirdim. Yine de... hiç gerçek gelmiyor. Bütün o insanları öldürdüğümde hissettiklerim ya da aldığım o yaralar, uzak bir zamanın anısı ya da televizyonda gördüğüm bir çocukluk hatırası gibi; belli belirsiz de olsa, benimle bir alakası olduğunu anlıyorum fakat renkleri solmuş. Durum böyle olunca, yaşayasım da gelmiyor. Yanlış anlaşılmasın, verdiğim kararın sonuna kadar arkasındayım. Bu, arada kalmışlıktan ve bağımlılıktan sıkıldım, ancak, bu kontrolsuzluk hissiyatı hala pençelerini etime geçirmiş durumda. Bu verdiğim kararın da, benim kontrolum dışında gerçekleşmiş olmasından korkuyorum.

Komik, değil mi? Özgür iradeye inanmayan birisi olarak, seçimlerden ve kontrolden bahsediyorum. Bunların yalan olduğunu bilerek, hala onları düşünmeye ve aramaya devam ediyorum. Bulamadığım için de korkuyorum. İnsan olmak belki de böyle bir şeydir. Bilemiyorum. Belki de, gerçeğin kendisi olmasa bile yalanın verdiği sıcaklık yeterli olacaktır.

Yürüyorum. Kendim olayım ya da olmayayım, yoluma devam ediyorum. Düşerek de olsa, korkarak ve çekinerek de olsa bunu yapıyorum. Şimdi, o kadar sürenin ardından tekrar koşmayı deneyeceğim. Kulağa bir dönüm noktası ya da sürpriz bir dönüşüm gibi geliyor, değil mi? Koşmayı denediğimde ya düşeceğim ya da bunu başararak, bu engeli de aşmış olacağım. Rüzgar kulaklarımda çınlayacak ve temiz hava ciğerlerimi doldurarak, hayatı iliklerime kadar hissetmemi sağlayacak. Ancak, burada bir sorun var. Bu engeli aşsam bile, yine de her şeye çözüm olmayacak. Korkaklık değil bu, cesaret de değil. Sadece, en yalın haliyle bilgi ve tecrübe. Eskiden olsa, büyük ihtimalle şu an iddia ettiğim şeye karşı çıkardım. Bağırır ve çağırır ( Kimi kandırıyorum, tabii ki de bunu yapmazdım. Sonuçta, ben bir korkağım. Bütün tepkimi içimde yaşardım. ), elinden uçup gitmekte olan sahte bir umuda tutunan her kişinin yapacağı gibi, karşı çıkardım. Oysa, artık daha iyi biliyorum. Bunu söylediğimde yaşlanmış gibi hissedeceğimi bilsem de -ki bunun da düşüncesi beni korkutmuyor değil- yine de edeceğim;
Hayat, asla ve asla bitmeyecek bir çabadır. Hiç bir başarı ya da hiç bir gelişim, kişiyi ilerideki zor ve mutsuz zamanlarından korumaz. Belli bir duygu, bir fikir ya da bir eylem şekli de bunu gerçekleştiremez. Hiç bir şey yapamaz! Hayat karşısında çaresiziz. Onun umursamaz acımasızlığı karşısında o kadar zayıfız ki, yaşamak düşüncesi, bütünüyle ele alınırsa, öyle korkutucu ki, kan damarlarımdan çekiliyor.

Yaptığınız her bir hata, seçtiğiniz ya da seçmediğiniz her bir eylem, yaşadığınız her bir acı ve hasar, ölene kadar sizi takip edecek. Bu yüzden, ölmekten çok sakat kalmaktan korkuyorum ya. Yaşamı, ölmekten çok daha korkutucu buluyorum. Öyle ki, bütün haşmeti ve uçsuz bucaksız enginliğiyle onu düşündüğümde, kalbimde bir şeyler sıkışıyor.

Ancak, bana acımayın. Bu, istediğim en son şey olur. Şu an, en güçlü anlarımdan birinde söylüyorum bunu. Zayıflığımın içinde, şu an dediğimi reddedebilir ve teselli ya da destek için, acıyan birinin ilgisini arayabilirim. İlgi için, insanın gururunu kıran o acıma dolu gözlere katlanabilir ve kendimden nefret edebilirim. İnsanın zayıflığını yüzüne vuran o gözlere olan tepkimi bastırarak, kendi yaralarımı yalamak için yanınıza yaklaşabilirim. Kuşkusuz, bir insanın düşebileceği en kötü durumlardan birisi değil fakat bütün bu ilerlemeci toplum ve eski "gereksiz" değerleri yıkanlar ne derse desin, insan gurur olmadan yarım kalır. Onur, şan ya da şeref tarzı bir şey ayrı bir konudur, gurur ayrı bir konudur. Kibire dönüşmediği sürece, bir insanı ayakta tutan ve güven veren en temel şeylerden birisidir. Gerekli temellerle kuruldu mu, kişi her şeyden alınarak onu bozmadığı sürece, güzel bir şeydir.

Bunu biliyorum çünkü gururumu, bilerek ve isteyerek ayaklar altına aldım.

İyileri sevmiyorum. En azından bu dünyanın iyilerini.

Böyle anlarda, kendimi gerçeğe ve değişime daha yakın hissediyorum. Çaresizlik kokan ve oradan oraya savrulan ruh haliyeti olarak ortaya çıkan bir değişim değil. Kişiyi daha bütün hissettiren bir tanesi. İkisi arasındaki farkı biliyorum çünkü temeli zayıf bir insan olarak, ömrüm boyunca dışarıya bayağı bir kafa yordum. İblis ile olan karşılaşmam da, bunlardan sadece bir tanesi. Beni, bilerek ve bencilce, bu kadar etkilemesine izin verdim. Kötü olmam için bana bir bahane sağladı o sadece. Kötü olmayı bir nihai hedef olarak gördüğümden ya da iyilikten nefret ettiğimden değil. Karşıma iyilik timsali bir doğaüstü güç çıksa, bu sefer de adaletin en ateşli savunucu olabilirdim. Hayır hayır, ben ne iyiyim ne de kötü. Skalada yer almıyorum. Sadece, zayıfım. Kendisini kurtaracağı sürece, her yola baş koyabilecek ve herkesi takip edebileek birisiyim. Kişiliğimin eksikliği de burada ortaya çıkıyor zaten. Bütün insaniyetime, ömrüm boyunca edindiğim çeşitli bilgilere, arada bir yaptığım gayet yerinde gözlemlere ve zekama rağmen, yine de bir hiçim. Benliğim yok. İsteklerim ya da arzularım yok. Bir robot gibi, devam ediyorum.

Arkadaşlarım varken, onlar bana gayet iyi bir insan olduğumu söylerdi. Her türlü plana ve programa ses çıkarmadan uyardım. Herkesi dinler ve isteklerini dikkate alırdım. Onlarla birlikte üzülür ve sevinirdim. Bir anlamda, mükemmel bir arkadaştım. Sorun da burada. Mükemmel diye bir şey yoktur. Sahteydim. Bir maske ya da bir tiyatro oyunu, ne denirse densin, bariz bir şekilde sahteydim. İnsanların bunu anlamamış olmasına şaşırıyorum açıkçası. Belki de, mükemmel bir şekilde iyi değil de, mükemmel bir şekilde insanı oynamış olduğum için anlayamadılar. İyi niteliklerimden bahsetmiştim. Biraz da kötülerden bahsedeyim.

Çok acımasız davranabiliyordum. İnsanlar dedikodu mu yapardı? Hemen katılırdım çünkü bana kötü olabilme şansı verirdi. Bunun yargılanacak pek çok tarafı olsa da, arada bir kötü olmak istemiş olduğum için yargılarsanız, bunu kabullenemem. Her insanda vardır bu duygular ve sağlıklı her birey, biraz kötüdür. Ne kadar ayıplanırsa ayıplansın, ne kadar engellenmeye çalışılırsa çalışılsın, insanlar küçük kötülükler yapacaktır. İblis'in dediği gibi, kötü olarak neyi seçeceğimizi bilmek önemlidir zaten. Her neyse. Çok acımasız olabiliyordum çünkü içimdeki bütün bastırılmış isteklerin, bir şekilde dışarı çıkması gerekiyordu. Yakınlarıma karşı ne kadar iyiysem, onların sevmediği kişilere karşı da -değişen düzeylerle birlikte- o kadar kötü olabiliyordum. Tabii ki de, sadece lafta. Bir eylem ya da benzeri bir şey yapmadım. Yaptığım en kaba şey, sevilmeyen kişilere selam vermemek olmuştur herhalde. Sonuçta, bu kötülük de pek gerçek bir şey değildi. Kendi içimden gelen bir istekten dolayı kötülük yapmıyordum.

İşte burada, iş biraz karışıyor. Kötülüğümü ifade edebilmem, daha çok sosyalleştiğim lise zamanıyla çakışıyor. Önceden, pek sosyal olmadığım için, insanlara dışarıdan bakarak onları yargılama şansım oluyordu. Birisi dedikodu mu yapmış ya da başkasının arkasından mı konuşmuş? Hemen, haklılığın verdiği kendini beğenmişlikle, o insana tepeden bakarak "kötü" diye yaftalardım onu. Bilmezdim ki, sosyalliğin doğal olarak getirdiği şeylerden birisi olduğunu. Bu yüzden, sosyalleştiğimde hazırlıksızdım. Mükemmel bir insan değildim artık. Tabii, o zamanlar bunun bir maske olduğunu ve bir ahlak makinesi gibi davrandığımı, sadece bir yalandan ibaret olduğumu bilmiyordum. Bu yüzden, suçluluk hissettim. Öyle suçlu hissettim ki, en küçük bir düşünceden ve başkası hakkında ettiğim en minik bir laftan dolayı o kadar azap çektim ki, kendimden nefret eder oldum. Daha önce de ediyordum gerçi ama bu sefer yeni bir nedenim vardı. Kötü bir insandım ben. Başkalarını çekiştirip duran ve ikiyüzlülükle dolup taşan birisiydim.

O zamanlarda, aklımın ardıyla anladığım ve gerçeğe yakın tek bir şey varsa, o da bunun zayıf olmamla bir bağlantısı olmasıydı. İnsanların yüzüne karşı kötülük yapmayı çok istiyordum çünkü kötülüğü güç ile bağdaştırmıştım. Daha sonra bu fikrim değişti ve kişilerin yüzüne kaba olamadığım için, arkalarından kötü kötü konuştuğum ve düşündüğüm fikri, bana hakim oldu. Burada, artık o çok iyi işleyen ahlak makinesi tıkırdamaya ve sarsılmaya başladı. Güç ile bağdaştırdığım kötü kavramına karşı, zayıflıktan doğan bir kötülük kavramı baş gösterdi. Bu ikilem, hangisinin doğru olduğunu bir türlü anlayamamam ve insanlara, bir ahlak abidesi, bir şeytan gibi yaklaşıp durmam, zaten bozulmakta olan dengemi iyice koparıp attı. Artık, maske parçalanmaya ve makine takılmaya başlamıştı.

Kavramlarım iyice bulanmıştı ve iyi mi kötü mü olduğumu bilemiyordum. Derken lise bitti ve sosyal çevremden koparak, eve tıkıldım. Devam etmiş olsaydım, belki de zamanla bu ikilemli halime bir çözüm bulabilirdim. Daha doğrusu, hayatın doğal akışı içinde kendi kendime düzelebilirdim fakat öyle olmadı. Çevremden koptum ve tekrar, asosyalliğin içine çekildim. Geleceğimin belirsizliği ve iletişimsizliğin kendi eksileri de bunun üstüne binince...

İblis'le karşılaştığımda, böyle bir haldeydim. Gökte ve yerde aradığım bir gücü, bir çözümü ve bir yolu, ayaklarıma kadar getirmişti. Kafamın iyice bozuk olduğu bir gün gelmiş olsa, beni hazırlamak için ayna ile işkence etmesine gerek bile kalmazdı. Aynı zamanda, bozulmuş bu makinenin iyice çöküşünü de beraberinde getirdi. Kendi amaçları ve istekleri olmayan, sahte bir insana adamıştı gücünü. Bunu anlayabildiğini sanmıyorum. Karşısında, toplum tarafından terk edilmiş ve zayıf, aynı zamanda bundan dolayı öfkeli birisini görüyor sadece. Oysa, bu gücü pek de hak ettiği gibi kullanamam. Onunla en büyük iyiliği ya da kötülüğü yapabilirim fakat hala, bir insan taklidi olmaktan öteye geçmemiş olurum.

Doğrudur, içimde insanlığa karşı bir nefret var. Bir yabancı ve dışarıdan bakan bir gözlemci olarak, gereğinden daha kuvvetli şekilde üstüne ahlak kazınmış bir makine olarak, pek çok pisliklerini görüyorum. Kendi yarattıkları değerler ile onları yargılıyor ve kendi yarattıkları değerler ile onları suçlu buluyorum. Bu yüzden, İblis'in aklındaki intikam için -o, bu nedenden olduğunu bilmese de- elverişli  bir araç olabilirim ama işin metafizik boyutunda, bir intikam almamış olacağım. İntikam, kişisel sebeplerden ötürü gerçekleşen bir şeydir. Bencildir ve insancıldır. Ben, bir insan değilim. Henüz değilim. Sadece, insanları kendi araçlarıyla yargılayan bir makinayım. Bu yüzden, alacağım herhangi bir intikam, benim değil, insanlığın kendisinin olacaktır. Onları öldürürsem, bu benim kendi nefretimden kaynaklanmayacaktır. Nasıl kaynaklanabilir ki? Duyduğum bu nefret bile, benim değil.

Abartıyorum tabii. Kendimi acındırmayı ve ben de dahil, herkesi kandırmayı çok iyi beceririm. İşin sırrı, bunu bilerek yapmamam. Böylece, kendim de söylediğim yalana inanıyorum ve inandırıcılığı kat kat artıyor. İşin gerçeği, bir makine olsam da, hayatı yaşayamamış birinin öfkesi ile nefretine sahibim. Bu da, insani bir şey. Bu yüzden, İblis'in beni seçmekte çok haklı olduğu söylenebilir. Beni, kendimden bile iyi tanımış olduğu bile iddia edilebilir hatta. Bunların gerçek mi, yoksa yalan mı olduğunu söyleyemem. Henüz kendimi tanımıyorum ama istekliyim.

Bir insan olmayı istiyorum. Öfkesi de, sevgisi de kendi isteklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan. Bunu istiyorum. Daha çok dallandırıp, budaklandıramam. Bu hali iyi. Zaten, daha nasıl uzatabilirim ki?

---

Ahşap masanın üstüne eğilerek, iki büklüm olmuş yakışıklı genç adam doğruldu ve günlüğüne baktı... böyle bir şey bekliyordunuz, değil mi? Hayır hayır, daha buradayım. Sadece, bardan bir içki kapmak için ayrılmıştım. Merak ediyorsanız, bira içiyorum ve saat gecenin üçü. Her zamanki gibi yağmur yağıyor ve bunun dışında, ortalık sessiz. Bar da çok ilginç bu arada, Kueti'nin dediğine göre, Neus, onu Yugiera'nın isteği üzerine tasarlamış. Her türlü içki var ama bir çoğu, benim için çok kuvvetli. İblis'le olan birleşmemden beri alkol vb. şeyleri eskisi kadar iyi kaldıramıyorum. Bu yüzden, bira içiyorum.

Sözü açılmışken, yazdığım bu şey bir günlük de değil. Yani, günlüğe benziyor ama öyle bir şey tutma huyu olan birisi değilim. Daha önce yazmayı denemiş olsam da, pek de bana göre olmadığını fark ettiğim için bıraktım. Arada sırada, tekrar denediğim oluyor ama benden düzgün bir hikaye ya da şiir çıktığı söylenemez. Roman ise epey bir uzakta. Tek düzgün kotarabildiğim şey, yazım kurallarıdır.

Şu anda yazdığım, günlük olmayan ama günlüğe benzeyen şey, Neus'un ısrarı üzerine oluşturduğum bir şey. İlk başta, aklımdan geçenleri görmek için yazdırdığını sandım ama öyle olmadığını, istersem, bir kere yazmayı tamamladıktan sonra, o günkü kağıdı yakabileceğimi bile söyledi. Garip adam doğrusu fakat saygı duymuyor da değilim. Önceden olsa, onu kendime rol modeli olarak alır ve aynı Neus gibi zeki bir bilim adamı olmaya çalışırdım. Gerçi, bilim adamı olduğundan emin değilim. İcat ettiği cihazlar ve Kueti'nin hakkında anlattıklarına bakılırsa bilimle alakalı birisi fakat sadece bununla da sınırlı kalmıyor.

Uyuz adam. Zaten başıma bir ton iş çıkardığı yetmezmiş gibi, şimdi de kendi düşüncelerimi yazmak için uğraşıp durduğum bu kağıda da sızdı. Onun hakkında konuşmayı reddediyor ve güzel, tatlı Kueti hakkında bir iki şey yazmayı yeğliyorum. Bir liseli gibi hissettiriyor olabilir, hatta dalınç gücüyle barda yaşadıklarımdan sonra bunları yazmam da biraz utanç verici ama Kueti, yavaş yavaş aklımda bir yer edinmeye başladı. Tutunacak birisi aramamdan mı, erkekliğimden dolayı güzel bir kadın gördüğümde etkilenmemden mi, yoksa gerçek anlamda ondan hoşlandığımdan mıdır bilemiyorum ama ona karşı bir şeyler hissettiğim kesin. Belki de, hissettiklerim gerçek mi değil mi diye endişelenmeyi bırakmalı ve sadece yaşamalıyım. Kulağa kesinlikle güzel geliyor ama daha hazır değilim. Kat etmem gereken uzun bir yol var ve bir ilişki bunun o kadar uzağında bir yerde ki...

Zaman zaman, kendi iç dünyamda çok kaybolmuşum gibi geliyor. Düşüncelerine çok dalan ve bunun ceremesini çeken birisiyim, bunu bilmediğim zannedilmesin. Ancak, pek çok kişi, insanın iç dünyasının ne kadar da güzel olduğundan ve aklın gücünden bahsedip duruyor. Karşılarına çıkıp da "Sen ne biliyorsun lan, denyo!?" diye bağırasım geliyor bazen. Benim kadar düşüncelerle uğraşan ve onların ne kadar da boğucu olabileceğini bilen birisi, asla bu tarz laflar etmez. Aynı cümleyi, kelimesi kelimesine aynı söylese bile, bu adamların kast ettiği şeyi söylemez. Evet, insanın akıl gücüne inanıyor ve değerli bir şey olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda, günümüz dünyasında hala pek çok kişinin kafasını yeterince kullanmadığını düşünüyorum. Yine de, mantık ve akıl her şeye çözüm değildir. Putlaştırılmamalıdır. Hiç bir şey putlaştırılmamalıdır zaten. Gereğinden fazla büyütülerek, ilahi bir konuma getirilen her şey lekelenir. Mesela---

---

"Ne yapıyorsun?" diye sordu, yanında bitmiş Kueti.

Kızın ayak seslerini hiç duymamış olan Eiros, kağıdın üstüne kapanarak, onu kızın gözlerinden sakladı ve arkasına döndü.

"H-hiç. Neus, günlük tutmamı söylemişti. Dediğini yapıyorum," diye yanıtladı, çekingenlikle.

Kendisi hakkında oldukça kişisel olan bu bilgileri öğrenmesini istememesi bir yana, kız hakkında yazdıklarını kesinlikle göremezdi.

"Peki, seni yalnız bırakayım," diyen Kueti, arkasını dönerek gitmek için hareketlendi.

"İki dakika dursana," dedi, kızla konuşmayı seven Yıldırım "Biraz sohbet ederiz."

"Olur ama dışarı gel bence, hava çok güzel," dedi genç kadın ve esnedi.

Dediğine uyan Eiros, kağıdı cebine tıkıştırmayı ihmal etmeyerek, kızın peşisıra dışarı yollandı. Geniş saçakların altında bekliyordu kız. Siyah gövdelerinin kenarları, ayın ışığıyla koyu gri bir tona bürünmüş bulutlarla bezeliydi gökyüzü. Onların arasındaki bir boşluktan görünen, bembeyaz bir hilal, aşağıdaki yeryüzüne ışığını saçıyordu. Bu gece, normalde olduğundan çok daha parlaktı. Evi çeviren anormal ormanın bir etkisinden midir, yoksa doğal bir sebepten midir bilinmez, neredeyse bir dolunay kadar belirgin olan ince hilal, utanmazca kendisini sergiliyordu.

"Ay çok güzel," dedi, Kueti.

"Evet," diye onayladı, Eiros "Gereğinden fazla güzel."

"Neden böyle bir şey dedin ki?" diye sordu, kız.

"Bilmiyorum," dedi, adam.

Gerçekten de, neden böyle bir söz sarf ettiği hakkında fikri yoktu. İçinden gelmişti.

"Hiç bir şey, bu kadar gösterişli olmamalı. Şuna baksana," dedi ve hafifçe gülerek hilali işaret etti "Daha tamamlanmamış bile. Yine de, olmadık bir şekilde parıldayıp duruyor."

"İyi de," dedi, mavi gözlerini ona çeviren kadın "Tam ya da eksik olması önemli değil. Güzel mi, değil mi?."
"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" diye sordu, Yıldırım.

Kueti, başını sallayarak onu onayladı ve tekrar, kraterlerle kaplı ayı izlemeye koyuldu. Sözlerinde bir flört ya da benzeri bir ima yoktu. Aklına geleni söylemiş olan, basit bir insanın güzelliği vardı sadece. Cinsellikle alakalı bir güzellik de değildi bu; bir insan olaraktı.

Yıldırım, bir kelime bile etmeden kızla birlikte ayı izledi. İki insan arasında sözsüz bir anlaşma vardı o an. Mantıkla ya da sonu gelmeyen diyaloglarla kurulmuş bir durum ya da önceden planlanmış bir şey değildi. Sadece, o an öyle istedikleri için, ikisi de ayı izlemişti.

"İçki ister misin?" diye sordu, bir süre sonra, Eiros.

"Olur," dedi, bir türlü gözünü uyku tutmamış kız "Hafif bir şeyler olsun."

İçeri yollanan adam, kendisine ve kıza birer bira çıkardıktan sonra, tekrar dışarı döndü. Hava, daha bir serinlemiş gibi gelmişti. Tenekeyi Kueti'yi uzattı ve yağmuru izlerken, ahşap verandaya çökmüş olan kızın yanına oturdu. İkisi de, tıslayan metal tenekeleri açtıktan sonra tokuşturdular.

"Neye?" diye sordu, Kueti.

"Hilale," dedi, Yıldırım.

Adam, kana kana büyükçe bir yudum aldı. Gecenin soğukluğundan ve o anki ruh halinden dolayı, kolay kolay sarhoş olacak gibi hissetmiyordu. Kız ise, normal bir yudumla yetindi.

"Bir şey itiraf edeyim," dedi, adam.

Turuncuya çalan saçlara sahip kız, bakışlarını ona çevirdi. Onun ne kadar da güzel olduğunu düşünen Eiros, bir anlığına lafını tamamlayamayacak gibi olsa da, devam etti.

"İlk başta seni bir soğuk nevale zannetmiştim ama bayağı kafa bir kızmışsın."

"Benzer bir şeyi Engar da söylemişti", diyen Kueti, ekledi "Görev sırasında şefkatle dolup taşan birisi olarak davranmamı beklemiyordun herhalde."

"Yani, hayır ama Engar'ı geride bırakmak konusunda hiç bir sorunun olmaması garip gelmişti," diye yanıtladı, Eiros.

"Bu ekibi daha pek tanımıyorum. Sence de normal değil mi?" diye sordu, Kueti.

"Sanırım normal. Bu işlerden pek anladığım söylenemez, sonuçta bir paralı asker değilim," dedi, genç adam. Birasını yudumladıktan sonra, konuşmayı sürdürdü.

"Engar'ın yaraları nasıl?"

"Yakında bilinci açılır," diyen kız, daha fazla açıklama yapma gereği duymamıştı.

Bu tavrı, çok soğuk geldi adama. Kıza olan sempatisinde bir delik açılmıştı. Sessizleşti. Ancak, Kueti bundan rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. İçkisini usulca yudumlayarak, ayı seyretmeye devam etmişti.

"Ben kaçayım," diyerek ayağa kalktı, tenekeyi bitiren Yıldırım "Yarın gene Neus beni zorlayacağa benziyor."

"İyi geceler," diye onu uğurladı, Kueti.

---

Son dediğim yarım kaldı. Devam etmeyi isterdim ama bunu yapamam. Bu şekilde, kaç tane kağıdı yazıp yazıp yırttım. Seni de harcamayı istemiyorum.

İyileri sevmiyorum.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 28 Ekim 2016, 21:21:51
Bölüm 27 - Şelale

Üstüne sertçe inmekte olan serin suların altındaki adam, kontrolunu kaybetmemek için kendisini zorladı. Yere paralel bir şekilde uzanmış ve sadece elleri ile ayakları zemine değiyordu. Omuzlarıyla aynı hizadaki kolları ne çok fazla ne de çok az açılmıştı. Sırtı, karnı, bacakları, bütün bedeni bir an bile eğilip bükülme emaresi göstermeden sabitlenmişti. Böyle de olmak zorundaydı. Normal çalışmasının arasına serpiştirilmiş olan bu "dinlenme" anları, karın ve çevresindeki kasların gevşemesini önlüyordu. Belki dayanabilirdi de buna fakat kasılmış bedeninin üstüne inen su kitlesi, zaten zor olan işini daha da zorlaştırıyordu. Şelaleden aşağı akarak, her saniyede daha da hızlanan su tanecikleri, bir araya geliyor ve üstüne bombardıman gibi düşüyordu. Bunun, normal bir su ya da normal bir şelale olmadığı barizdi. Zira, kendi bildiği haliyle su, böyle davranmazdı; serbest düşüşe geçen sıvılar bir araya geleceğine daha da çok dağılır ve büyük, ağır toplar gibi, bir kişinin üstüne inmezdi.

Bir anlığına dengesini kaybedecek gibi oldu ve bacakları titredi. Bir kaç santim aşağı kaymış ve dengesi bozulmuştu. Hemececik kendisini toparlasa da, yüzüne yediği bir yeşil elmayla canı yandı ve karşısında oturmakta olan Neus'a öfkeyle baktı. Formu her bozulduğunda bu şekilde davranmıştı adam. Yüzüne isabet eden meyveler yüzünden hassaslaşmış burnundan akan kana aldırmamaya çalıştı ve ağzından nefes almaya başladı.

"Acıkmış olabileceğini düşündüm!" diye bağırdı Neus, bundan zevk aldığını bildirircesine sırıtarak.

Doğru bir noktaya, bilerek, parmak basmıştı. Eiros, saatlerdir, şelalenin altında çalışmaktaydı. Ormanın içinde bir yerlerdeki bu şelaleyi ilk gördüğü andan itibaren, doğal bir yapılanma olmadığını anlamıştı. Suların aşağıya iniş örüntüsü bir yana, ilk başta, her renkten oluşan kayalar insanın gözüne çarpıyordu. Yeşil, mavi ve kırmızının ana hatları ile bunların karışımından oluşan kayalar, hayranlık vericiydi. Islanmış olan büyük taşlar, doğal bir şekilde cilalanmışçasına parıldıyordu. Üç ana parça, bir santim bile aralık kalmayacak şekilde birbirinin içine geçmişti. Yani, on metrelik şelalenin altındaki küçük gölden yukarı yükselen kayalık alan, girintili ve çıkıntılı olmakla beraber, aslında tek bir parçaydı. Üç ana bölge -mavi, yeşil ve kırmızı- birbirine yaklaştıkça, sahip oldukları renkler birbirinin içine geçerek yeni bir sentez oluşturmaktaydı. Örneğin, yeşil ile kırmızının arasındaki bölgede, sarının farklı tonları dizilmişti. Bütün bu cümbüş, doğadaki her bir rengi içeriyora benziyordu.

Busıradışı gölcükte, Neus'un talimatları doğrultusunda çeşitli hareketler yapıyordu.

Yere paralel tuttuğu kafasını indirerek, altındaki mavi zemine bakan Eiros, yeşil elmaya uzanmaya davrandığında, şelaleden düşen kocaman bir su kitlesi kafasına çarptı ve yere kapaklanmasına yol açtı. Bu esnada göğsü meyveye çarpmış ve ıslanarak kayganlaşmış olan yiyecek, yuvarlanarak aşağıdaki gölcüğün içine düşmüştü. Eski filmlerdeki acıklı bir çocuk karakter gibi arkasından bakmakla yetinmek zorunda kaldı. Yapabileceği bir şey yoktu zira.

Daha önce de cevabını bulmaya çalıştığı bir soru işareti, tekrar aklında belirmişti; Neus, nasıl oluyor da, bu bombardıman altında düzgün bir yol izleyebilecek şekilde fırlatıyordu o meyveleri? Daha önce yolladıkları da, hedefi tam on ikiden vurarak, Eiros'un yüzüne oturmuştu. Sadece bununla da kalmıyordu. Ortalama bir insanın üretebileceğinden çok daha fazla kuvvet vardı arkalarında. Adamın canını epey bir yakmıştı her darbe. Gerçi, şu an Ugi gücünü kullanmadığı içinde olabilirdi bu.

İblis'in ürettiği o sıcak ve kuvvet dolu enerjiyi düşününce, adamın içi bir hoş olmuştu. Azıcık da olsa, tekrar onu kullanabilmek için neler vermezdi. Sadece bir kez bile ulaşsa, rahatlayacak ve keyfini çıkaracaktı. Gücün o sarhoşluk verici tadı içini dolduracak ve bütün gerginliği uçup gidecekti. Ancak, bunu yaparsa, onun pençelerinden kurtulamazdı.

Başka bir şey düşünerek, kafasını dağıtmaya çalıştı. Neus'un bu kadar çok elmayı nereden bulduğu gibi. Şelaleye vardıklarından beri durmaksızın, her hatasında yüzünün ortasına bir elma yemişti fakat adamın cepleri dolu değildi ya da yanında bir çanta getirmemişti. Yakınlarda bir elma ağacı da yoktu.

"Ayağa kalk ve devam et!" diye azarladı onu, Neus.

Soğuk kayaların üstünde uzanmakta olan Eiros, düşüncelere dalmış ve yapması gerekeni unutmuştu. Adamın bağırışıyla beraber kendine gelerek doğruldu. Üşüyordu. Ugi gücü, şu an içinde dolanmadığı için bedeni yavaş yavaş eski haline dönmeye başlamıştı. Bu sonuca, onu döven ve dinlenmesine fırsat vermeyen sular sayesinde ulaşmıştı; bir ay önce olsa, böyle bir durumda ne dengesi bozulurdu ne de, şu an olduğu gibi, soğuktan dolayı ürperirdi. Detoksifikasyon süreci işe yarıyordu demek ki. Ne kadar sürdürebileceğini bilmiyordu gerçi. Her bir saat, İblis'in çağrılarına kulak asmamak daha da zorlaşmaya başlamıştı. Ugi'nin bunu bilinçli mi, yoksa bilinçsiz mi yaptığını bilmiyordu fakat onun gücüyle bağını kestiğinden beri, bu ihtiraslara kapılır olmuştu. Zihnen arzulaması bir yana, bünyesi istiyordu. Hücreleri ona bağırıyor ve İblis'in gücünü tekrar kullanmasını söylüyordu.

"Acınacak bir haldeyim," diye düşündü.

Ancak, kendisine acımamıştı. Bunun sadece başka bir kaçış olacağının gayet iyi farkındaydı.

Neus'un ona öğretmiş olduğu gibi, bir ayağını diğerinin hafifçe önüne getirdi. Ellerini, kafasının yanlarını koruyabileceği bir hizaya kadar kaldırdı. Kolları gerilmiş ve üstüne inebilecek herhangi bir darbeye karşı hazırlıklıydı. Vücudu, uzun süreli aralıksız çalışmanın etkisiyle yorulmuş ve ağrımaya başlamıştı. Kendisini pek esnek ya da atik hissettiği söylenemezdi. Değil di de, zaten.

Bir yumruk çıkardı havaya. Hedeflediği gibi, önünden geçerek yere inmekte olan büyükçe bir su kitlesine isabet etmişti. Yerçekiminin etkisiyle alt tarafı genişlemiş ve üstü incelmiş olan, anormal boyuttaki damla, adamın yumruğuyla beraber patladı. Saçılan su damlacıkları, genci ve etrafını zararsızca dövdü. Daha önceki seferlerde olduğu gibi, hoşuna gitmişti bu his.

Neus, antrenmanın bu kısmını, 'Su Boksu' diye adlandırıyordu.

"Anlatacak pek bir yanı yok, Yıldırım, şelalenin altına geçiyor ve inmekte olan su damlalarını yumrukluyorsun," demişti, çok normal bir şeymişçesine "Ancak, hangilerini hedef alacağına dikkat et."

Adamın neden böyle bir şey demiş olduğunu, ilk başta, anlayamamıştı. Bütün su damlaları gözüne aynı görünmüştü. Ne yaptığını anlamaya çalışarak, yarım yamalak bir iki yumruk savurduktan sonra, bu soru işareti yok olmuştu. Zira, aşağı inen damlaların hepsi aynı renkte değildi. Fark etmesi zor olsa da, küçük farklılıklarla üç renge bölünmüşlerdi. Mavi, kırmızı ve yeşil. Her bir renk, kendisiyle uyuşan kaya parçasının üstüne inmekteydi. Başka bir deyişle, öncelikle, hedef olarak bir renk belirlemesi gerekiyordu; maviyi seçmişti.

İş bununla bitmemişti tabii ki. Neus'un göstermiş olduğu gibi konumunu almış ve seri bir şekilde yumruk çıkarmıştı. Elinden geldiğince davranmış olsa da, darbelerinin çoğu hedefi ıskalamıştı. Bir kısmı renkli olsa da, damlaların çoğunluğu, normal bir suyun olacağı gibi şeffaftı. Renkli ile renksiz damlaları ayırt etmesi kolay değildi. On metrelik şelalenin tepesinden çıktıkları yolda, zemine her yaklaştıkları santim için daha da hızlandıkları düşünülürse, iyice imkansız bir hal alıyordu. Bu sebeple, uzunca bir süre boyunca, şansın ona sağlamış olduğundan daha fazla renkli hedefi tutturamamıştı. Herhangi bir damlaya vurmuş olması bile, büyük oranda, kendi çabası değil de bir olasılık sonucuymuş gibi geliyordu.

Krizleri sırasındaysa, renkli ya da renksiz hiç bir damlayı vuramamıştı. İçindeki bağlantıyı açmamak ve tekrar İblis'in gücünün verdiği mayışıklığa dönmemek, aktif olarak çok fazla enerjisini yiyiyordu. Önündeki işe odaklanamıyor, hatta çevresine bile dikkat edemiyordu ki bu durum sinirlerini yıpratmaya başlamıştı. Algılarının keskinliği normal bir insanınkinin çok daha altına iniyordu. Yine de, asıl rahatsız edici olan bu değildi. Tekrar, o şeyin boyunduruğu altına girmeyi istiyordu. Bir kerecik daha, ne olur ki, diye düşünüyordu, tek bir seferden zarar gelmez. Bırakabilirim.

Korkmuştu. Bu kadar ezici bir hissin onu ele geçirmesinden korkuyordu. Gönlü istediğince kullandığı sırada bunu fark etmemişti fakat şimdi kurtulmaya çalıştığı için, bütün ağırlıyla bağımlılığı hissediyordu. Vazgeçerse olabileceklerden de korkuyordu; daha güçlü ve kuvvetli bir şekilde, Ugi'nin gücüne bağlanacaktı.
Buna dayanmak için harcadığı çaba yüzünden, krizler esnasında başka bir şey yapamaz hale geliyordu. Neus'un seslenişleri, onu dünyaya döndürmüştü her seferinde.

"Bu da renksiz," dedi, genç adam, kendi kendine.

Bu sefer, hedefi tutturduğunu zannnetmişti. Morali bozuldu. En azından on küsür saatini harcamış olsa da, hala doğru düzgün bir ilerleme kaydedememişti. Ugi gücüne bir ulaşabilse, refleksleri hızlanacaktı fakat bunu yapamazdı. Yaptığı her şeye ihanet ederek, tekrar bağımlılığın kollarına atlamak olurdu bu.

Altındaki siyah, şort mayo haricinde üstü tamamen çıplak olan adam, ileri çıkarmış olduğu kolunu, aynı hızla geri çekti. Kaslı, hacimli vücudu ıslanmış ve üstüne düşen damlalar yüzünden hafiften maviye dönmüştü. Çıplak, nasırsız ayakları, kayalarda sık sık kayıyor ve sendelemesine yol açıyordu. Dengesini korumak için kendisini zorlamasından dolayı, tabanları aşınmıştı.

Etrafına bakındı. Sağında, şelalenin sınırı vardı. Kendisinin bulunduğu yerin tam karşısındaki ana kaya parçasına, kırmızı damlalar inmekteydi. Onun solunda, kendisinin bulunduğu mavi bölge ile kırmızının kesiştiği melez renkli bölgeden çıkıntı yapan, diğer ana kaya, yeşildi. Mavi ile kırmızı, şelalenin dibinde kalırken, o biraz daha uzak bir konumdaydı. Buradan, ona inen damlaların rengini seçemiyordu. Kimilerinin yeşil olması gerektiğini bilse de, her biri aynı gibi gelmişti.

"Ne yapıyorsun?" diye seslendi ona, şelalenin diğer tarafındaki kuru bir bölgede oturmakta olan Neus "Bu gidişle, hiç bir şeyi vuramayacaksın!"

"Kırmızı damlaları bile görebiliyorum!" diye yanıtladı, kayaları döven suyun içinden sesini iletmek için o da bağırıyordu "İlk geldiğimde, kendi önümdekileri bile zar zor seçebiliyordum. Ben de düşündüm ki..."

"Ne?" diye bağırdı, onun lafını bölen adam "Kimin kanını içebiliyorsun?"

"Kırmızıları diyorum. Kır-mı-zı! Onları..."

"Kangren mi oluyorsun?!" dedi, onu hala anlayamayan Neus.

"Ananın örekesi!" diye bir küfür savurdu, Eiros.

"Cık cık cık, sana hiç yakıştıramadım," dedi, bu sefer kendisine söyleni çok iyi şekilde duymuş olan Neus.

"Madem dediğimi anlıyorsun, ne uğraştırıyorsun be?" diye çıkıştı, genç.

"Aynı soruyu sana sorabilirim, Yıldırım. Sana ne dediğimi hatırlamıyor musun?" dedi, cebinden bir yeşil elma çıkaran Neus.

Tekrar bir darbe bekleyen Eiros, istemeden gerildi. Adamın yolladığı meyvelere karşı bir türlü korunamıyordu. Ancak, beklediği şey gerçekleşmedi. Bunun yerine, önlüklü adam, elmayı ısırarak afiyetle yemeye koyulmuştu. Adamın neyi kast ettiğini düşündü. Ona, önemli olabilecek bir ipucu vermemiş yada herhangi bir püf noktasından bahsetmemişti. Neden bahsettiğini anlayamadı.

"Doğrudan anlatılan bir şeyi anlamayan kişilerdensin demek ki," diye iç çekti, Neus "Pekala. Ancak, sana ne olduğunu söylemeyeceğim. İşin bittiğinde yanıma gel."

Bunu dedikten sonra, yerinden kalkarak şelaleden uzaklaşmaya başladı. Eiros, onun nereye gittiğini ya da tek başına eve nasıl varabileceğini bilmiyordu. Bu yüzden endişelenecek gibi olsa da, adamın sözleri onu daha çok rahatsız etmişti. Ne demek, çoktan olayın püf noktasını söylemişti. Ne kadar düşünürse düşünsün, aklına herhangi bir şey gelmiyordu.

Canı sıkılsa da, hayvani damlalara yumruk savurmaya devam etti. İşine yarayabilecek herhangi bir şey aramayı da sürdürdü fakat çabaları boşunaydı. Bu şekilde, saatlerini harcadı. Gündüz, geceye döndü ve hava iyice soğudu. Suyun altında nefes almak bile hepten zorlaşmıştı. Verdiği her nefesle birlikte, havada küçük bir buhar bulutu ortaya çıkıyordu. Durmaksızın hareket etmesine rağmen titriyordu. Darbeleri iyice zayıflamış ve yavaşlamıştı.

Neus, ay en parlak anına ulaştığında geri döndü. Gördüğü şeyden memnun olmuşa benzemiyordu.

"Bugünlük yeter," diye seslendi, Eiros'a.

Bağırmamış olmasına rağmen, sesi gayet net bir şekilde genç adama ulaşmıştı. Hayal kırıklığı ve sabırla karışık bir tonu vardı.

"Ha-hayır," dedi, titremekten dişleri birbirine çarpan adam.

Bir yumruk savurdu ve kaçırarak, dengesini yitirdi. Yere kapaklandı. Dondurucu su darbeleri sırtına, beline ve kafasına indi. Kalkmaya çabalasa da, kasları ona itaat etmedi. Yanıyorlardı. Dışarısının soğukluğuna rağmen, vücudunun içi akıl almaz bir sıcaklıkla yanıyordu. Saatlerdir, aralıksız bir şekilde çalıştırdığı kaslarında enerji kalmamıştı. Oksijensizlikten fermentasyona başvurmuş olan doku, laktik asitle dolup taşmıştı. Depoladığı karbon kaynakları bittiği için, kendi kendisini sindirmeye başlamıştı.

"Devam etmekle eline ne geçecek? Neden bunu sürdürüyorsun? Bugünlük vazgeçmen ve yarın tekrar gelmen mantıklı değil mi?" diye sordu, Neus "Boşuna kendine yükleniyorsun. İlk günde bu şelaleyi fethedebilen kimse çıkmadı daha."

"Canım istemiyor," diye yanıtladı adam.

Dizini kendine çekerek, yere elinden geldiğince sağlam bastı. Tekrar dengesini kaybetmemeye çalışarak doğruldu. Soyulmuş ayakları kanıyor ve akan kızıl sıvı, suya karışıyordu. Elde etmediği fakat onun olan kaslı bedeni, ay ışığını yansıtıyordu. Dolgun göğüs kasları ve karnındaki altılı sıra sırılsıklamdı. Geniş omuzları ve hacimli kolları, harcadığı çabadan dolayı kızarmıştı.

"Bu kadar mı?" diye sorguladı, Neus "O kadar soruya vereceğin tek cevap, bu mu?"

"Evet."

"Belki de sandığım kadar çaresiz değilsin," diye yanıtlayan adam, sırıttı ve cebinden bir elma çıkararak ona fırlattı.

Bu sefer, daha nazik davranmıştı. Eiros'un yüzüne çarpmak yerine, kolayca yakalayabileceği bir şekilde yollanmıştı. Açlıkla havada kaptığı meyveye bakan adam, bir an, gözlerinin onu yanılttığını zannetti. Zira, elmanın rengi maviydi. Herhangi bir mavi de değil. Şu an, üstünde bulunduğu kayalıkla aynı tonda bir maviydi.

"Bu da ne?" diye sordu.

"Ağrılarına veya üşümene yardımcı olmaz fakat seni bir süre daha ayakta tutabilecek bir şey. Merak etme, yapay değil," diye yanıtladı adam ve ekledi "En azından belli koşullar altında yapay değil."

Ne ima ettiğini anlamasa da, elmadan bir ısırık aldı adam. Tadı, normal bir elmanınkine benziyordu. Hayır, sadece benzemiyordu. Bir elmanınkiyle aynıydı fakat sadece en şekerli olanlarınki gibi tatlıydı. Meyvenin içi, dışı ile aynı renkteydi. Isırıktan sonra, Eiros, vücudunda bir değişim ya da benzeri bir şey hissetmedi. Bir enerji patlaması ya da benzeri bir şey yaşamamıştı. Gerçi, böyle bir şey beklemiş olması, büyük ihtimalle, fantastik şeylerle zamanında çok fazla ilgilenmiş olmasındandı. Sonuçta, bir yiyeceğin kana karışarak etkisini göstermesi için, belli bir süre geçmesi gerekiyordu.

"Son bir şey daha var, Yıldırım," dedi, arkasını dönmüş ve gitmek için hareketlenmeye hazırlanan adam "Aradığın şey, gözlerinin önünde. Bakıyor ama göremiyorsun. Görmeye çalıştığın için, göremiyorsun."

"Ne demek..."

"Hoşçakal! Yiyeceğini de bir anda bitirme. Bir daha buraya gelmeyeceğim," diyen adam, hızla uzaklaştı.

Elindeki koçana bakan Eiros, yapabileceği başka bir şey kalmadığını bilerek, kızararak pembeleşmiş omuzlarını silkti ve koçanı da ağzına attı.

Ertesi sabah da, aradığı püf noktasını bulamamıştı. Bedeni bir yerden sonra yanmayı kesmiş ve hissizleşmişti. Aslında onun işine yarayabilecek olsa da, tepki zamanı iyice uzadığı için bir süre dinlenmeye karar verdi. Neus'un onu izlerken oturmuş olduğu alana çıktığında, bir kayanın, normal ve koyu gri bir tanesinin ardına gizlenmiş bir çuval elma buldu.

"Demek bütün o meyveler buradan geliyormuş," dedi kendi kendine "Bir şeylerin garip olduğunu biliyordum!"

Adamın elmaları nereden bulduğu hakkında aklında pek çok teori oluşmuştu. Uzay-zamanı bükerek, göründüğünden daha çok şey alabilen bir cep ya da ışınlanma gücü gibi uçuk şeyler düşündüğü bile olmuştu. Son aylarda yaşadıkları düşünülürse o kadar da uçuk sayılmazlardı belki. Oysa, kayanın ardına gizlenmiş bir çuval kadar basit bir şeydi gerçek. Ne büyüleyici bir yanı vardı ne de ortaya çıkan bir gizemin oluşturduğu değere sahipti.

"Benimle taşak mı geçiyorsun?" dedi ve sinirleri bozularak güldü.

Kahkahası arttı ve yankılanarak çevreye yayıldı. Eğlenmişti. Neus'un, kendisine has, oldukça acımasız bir espri anlayışı vardı.

"Bir dakika..."

Zihninin içinde bir şimşek çaktı. Acaba, adamın demek istediği şey bu olabilir miydi? Evet, kesinlikle buydu. Hatta başka bir anlamı olamazdı.

"Tabi ya..." diyerek, elmalara girişti.

Çuvaldaki meyveler üç renge sahipti. Yeşil, kırmızı ve mavi. İlk başta, Neus'un yediklerinin normal yeşil elmalar olduğunu zannetmiş olsa da, yanılmış olduğunu anladı. Bu üç rengin hepsi, kayalıklarla uyuşuyordu. Diğer iki rengi ellemeden, sadece mavileri yedi. Ne olduklarını bilmese de, adamın rastgele bir şekilde ona bu mavi elmalardan birisini yolladığını düşünmüyordu.

Mavi elmalardan, karnı doyana kadar yedi ve biraz dinlendikten sonra, öğlen vakti, tekrar mavi kayanın üstüne geçti. Güneş banyosu ve yiyecekten aldığı enerji sayesinde titremesi geçmişti. Ağrıları ve yanmaları azalmıştı azalmasına fakat hala canı yanıyordu. Bu konuda yapabileceği bir şey yoktu, sadece devam edebilirdi. Öyle de yaptı.

Neus'un öğretmiş olduğu esneme, gerinme, dayanıklılık vb. amaçlara sahip hareketleri yapmak için arada bir duraklamak ve kısa süreli dinlenmeler haricinde, bütün gününü Su Boksu yapmaya harcadı. Dinlenmeleri sırasında mavi elmalardan yemeyi de ihmal etmemişti. Susadığında, ağzını açması yetiyordu.

---

Üç kişi, evin dışındaki verandada oturmuş çene çalıyordu. Girişin iki yanındaki koltuklara dizilmişlerdi. Bir tarafta uzun patron Yugiera, diğerinde yeni ayağa kalkmış Engar ve yanında Kueti vardı. Çelik mavisi saçlı kadın, bir tanesi yere paralel kalacak şekilde, bacak bacak üstüne atmıştı. Sargılı ve askıda olan kolu, hareketsiz bir şekilde önünde sallanan Engar'ın, kalın kaşları çatılmıştı.

"Dediğini anlıyorum, kaptan ama sana katılmıyorum. Böyle bir şeyin olması imkansız," dedi ve ekledi "O takım, bu sezon şampiyon olamaz."

"He canım. Zaten aldıkları üç atak oyuncusu da yedekte durup bekleyecek," diye yanıtladı, istifini bozmayan kadın.

"Ugi sınırı olduğunu zannediyordum," dedi, konuşulan konuyla çok fazla alakası olmayan Kueti.

"Her oyuncu türüne göre değişiyor o. Hem federasyon sezon arasında sınırı değiştirmekten bahsediyor," diyen Engar, sağlam elini, uzun ve kumral saçlarının arasında gezdirerek onları geriye attı "Aldığınız o ataklar tamamen israf olacak."

"Yüzündeki o malca sırıtışı sil istersen," dedi, Yugiera "Sezon arasında alınan kararlar, sezon sonuna kadar yürürlüğe konmuyor."

Engar, bu tartışmayı kazanabilecek gibi durmuyordu. O da, taktik değiştirdi.

"Her neyse. Bir şampiyonluk da bari sizin olsun. Hepsini biz alacak değiliz ya," diye, göğsünü kabarttı "Köylü möylü, sizin de sevinmeniz gerekiyor sonuçta."

"Anlıyorum..." diyen Yugiera, bacağını indirerek dik bir pozisyona geçti "İkinci bir kez komaya girmek istiyorsun."

Bunu derken, bir elini diğerinin avuç içine vurmuş ve ardından parmaklarını kütletmişti. Ancak, Engar bu tehditle yılacağa benzemiyordu.

"Beni o Neus denen pısırıkla karıştırma," diye yanıtladı, gözleri alev alev.

İkisi de birbirine dik dik baktı bir kaç saniye. Oralı olmayan Kueti, etrafı seyretmeye devam etti. Kaptan ile Engar'ın kavgalarına alışmıştı artık.

"Nasıl belirleyelim?" diye sordu, gözlerinden, beklentiyle kendisini zar zor yerinde tuttuğu belli olan Engar.

"Yaralı birini dövecek havada değilim," diye yanıtladı, sadistçe sırıtan Yugiera "Şimdilik."

"Geri mi basıyorsun, kaptan?" diye alaylı bir şekilde sordu, Engar "Anlıyorum anlıyorum. Benim gibi birisiyle, kendi kaptanı bile, bir yerden sonra uğraşamaz. Sonunda vazgeçmiş olmanı anlıyorum."

"Uğraşılmaz birisi olduğun konusunda haklısın, velet," dedi Yugiera "Taş-kağıt-makas."

"Öyle olsun," diye, onu onayladı Engar.

Bu seferki kapışmaları, böyle olacaktı demek ki. Anlaşmazlıklarını, genellikle bu şekilde, o anki koşullarda yapabilecekleri bir yarışma yoluyla sonuca vardırırlardı. Çok nadiren, sadece diyalog yoluyla anlaştıkları olmuştu. Bunu en başta garipsemiş olan Kueti, zamanla alışmıştı.

İkili, oturdukları yerde doğrularak pozisyon aldı. Birbirlerine hala inatla bakıyorlardı. Başlamak için, karşıdakinin bir hareket yapmasını beklediler. İnsanüstü hıza ve algıya sahip bu iki kişi, rakibin herhangi bir açığını yakalamaya çalışıyordu; bir mimik, bir parmak seğirmesi veyahut benzeri bir şey. Düşmanın hangi hareketi yapmayı planladığını belli eden bir işaret.

En sonunda, Yugiera bir elini havaya kaldırdı. Başının tepesine kadar yükseltmişti. Engar da, onu taklit ederek elini kaldırdı.

"Taş!" diye bağıran kadın, onu hızla indirdi.

Aynı şekilde, kendi elini de indirdi Engar fakat onu bir acı dalgası karşıladı. Sağlam elini, sakat tarafındaki eline çok sert vurmuş ve hala iyileşmekte olan omzunu sarsmıştı.

"Kağıt!" diye, tekrar kaldırmış olduğu elini indirdi, Yugiera.

Bir yandan, şeytanice sırıtıyordu. Karemsi yüzüne yayılmış olan gülümseme korkutucuydu. Ancak, acısına ve şaşkınlığına rağmen, Engar geri basmadı. Elini tekrar indirdi ve omzundan bir acı dalgası daha yayıldı.

"Makas!" diyerek, son darbeyi indirdi ikili.

Eller, galibin kim olduğunu belirlemek üzere ortaya geldi.

"Ben kazandım," diye sevindi, Engar.

Makasa karşı taş gelmişti. Keskin nesneye karşılık, semsert ve kesilemez bir cisim.

"Bence asıl kazananın ben olduğumu rahatlıkla söyleyebiliriz," diye cevap verdi, gülen kadın "Yaran açılmış, gerizekalı".

Bir küfür savuran Engar, kadının haklı olduğunu fark etti. Acıyla sarsılan kararlılığını pekiştirmek için, her seferinde daha da sert hareket etmiş ve gereksiz bir şekilde kendisini yaralamıştı.

"Bu yüzden, asla benimle yarışacak bir seviyeye gelemeyeceksin," diye eğlendi, mavi saçlı kadın.

Böylece, kapanmış olan tartışma tekrar açıldı ve ikili, yine, birbirlerine laf sokma yarışna girdi. Geldiğinden beri kaç kez incelediği ormanı, tekrar incelemeye koyulan Kueti, bir çayın güzel gidebileceğini düşündü. Nasıl olsaydı acaba? Elinde pek çok çeşit bitki vardı. Bu saatte papatyalı gitmezdi fakat belki portakal ile karıştırabileceği bir... dikkatini, uzaklarda belirmiş bir şey çekince düşünceleri dağıldı. Bu şeyi tanıyordu.

"Kaptan..." dedi.

Hala tartışmakta olan kadın onu duymamıştı.

"Sandalyenin koltuktan daha iyi olduğunu iddia etmek aptallıktır!"

Kadının, söyledikleri arasında sonucu olan bu tek cümleyi yakaladı kız. Tartışmanın ne ara buraya gelmiş olduğunu anlayamayarak, bu sefer daha yüksek sesle, kendisini tekrarladı.

"Kaptan."

"Ne?!" diyen kadın, bakışlarını ona çevirdi.

"Döndü," diye yanıtladı, parmağıyla ormanın içerisinde bir yeri işaret eden kız.

Dediği yöne bakan Yugiera ve Engar, ilk başta bir şey göremediler. Keskin nişancı genç kadının görüşü, doğal bir sebepten ya da nişancılık geçmişinin getirdiği tecrübeden dolayı, onlarınkinden daha iyiydi. Ancak, bir kaç saniye sonra demek istediğini görmüşlerdi.

"Bu o mu cidden?" diye sordu, Engar "Hatırladığımdan daha..."

"Evet, o," dedi, Yugiera ve şaşkın bir tonda ekledi "Neus ona ne yaptırdı?"

Bir şey demeyen kız, izlemeye devam ediyordu. Bildiği Eiros'tan ( yoksa Yıldırım mı demeliydi, Neus öyle diyordu ona) çok daha farklıydı. Bir hafta içerisinde bu kadar değişmiş olabileceğine inanmak pek de kolay değildi.

"Neus'a haber verin," diye emretti, Yugiera.

"Buna gerek yok, Yugi," dedi, kapının önünde belirmiş olan Neus.

Kara çukurlara benzeyen gözlerine, iş üstündeyken beliren o canlılık ve ciddiyet oturmuştu.

"Ona ne oldu?" diye sordu, Kueti, adama.

"Ben de bunu merak ediyorum," diyen önlüklü adam, verandadan toprak alana çıktı.

Sakin fakat tedbirliydi. Başkası olsa bunu anlayamazdı fakat adamla yıllarını geçirmiş olan Yugiera, en azından bu kadarını biliyordu.

Çok hafifçe çiseleyen yağmur sayesinde, normalde olduğundan daha kuruydu bugün toprak. Adam, biraz ilerledikten sonra Eiros'u beklemeye koyuldu ve ellerini ağzının önünde birleştirerek seslendi.

"Elmaları sevdin mi?!"

Sesindeki alaycılığa rağmen, Yugiera, bir merak işareti sezmişti; Neus bile rahat değil, diye düşündü.

Bir cevap vermeden devam etti, genç adam. Yüzündeki ifadeden ne hissettiği anlaşılmıyordu. Bir süre sonra, Neus'un yanına geldi ve hiç duraksamadan ilerlemeye devam etti. Saçakların altında bekleşen üçlüye doğru yönelmişti. En sonunda, yanlarına vardı. Gözlerinde, normalde bir insanda olmaması gereken bir ifade vardı.

"Eiros," diye sordu, Kueti "İyi misin?"

Sözlerinde evham ya da endişe yoktu. Hayatta kalmaya çalışan birisinin içgüdüsel dikkati vardı; Yugiera, bu hisse kapılmıştı.

"Kendinde değil gibi. Neus, neler oluyor?" diye sordu, Yugiera "Bir şeyler yanlış."

Bunu sadece o hissetmiyordu. Diğerleri de, bu genç adamda bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmişti. Kolu sakat olmasına rağmen Engar, geriye fırlayıp gardını aldı. Bıçakları yanında olmadığı için kendisine küfretti. Yugiera, gerilmiş ve atılmak için bekliyordu. Kueti'nin eli, belindeki tabancaya gitmişti.

Adam, ağzını açtı. Yugira, tekrar bir zümrüdi alev veya benzeri bir şey çıkmasını bekledi.

"Allah'ını seven bir ekmek versin."

Ardından, geriye düşerek, sırt üstü, tahta zemine yığıldı. Köşeli yüzü, bir haftadır tıraş olmamanın verdiği sık sakallara rağmen incelmişti. Hacimli vücudu gitmiş ve yerini daha ince bir tanesi almıştı. Hala kaslıydı kaslı olmasına. Kazandığı kütle, bir haftada yok olacak cinsten bir şey değildi fakat spor salonlarında kendisini şişirmiş birisine benzemesine neden olan hacim yok olmuştu.

"Kurumuş gitmiş," diye bir yorumda bulundu, başında dikilen Engar.

Yanına gelerek, çömelen Neus, cebinden bir elma çıkararak Eiros'a uzattı. Zar zor açtığı gözünün ucuyla bunu gören genç adam, sert bir şekilde adamın eline vurdu ve meyve fırlayıp gitti.

"Al onu, münasip bir yerine sok!" diye bağırarak söylendi "Elma elma elma. İçim dışım bitki oldu. Senin yüzünden hayatım boyunca bir daha elma yiyemeyeceğim. Hayır, sadece elma da değil. Bir daha meyve yiyemeyeceğim!"

"Sağlığı gayet yerinde göründü bana," dedi Engar "Onu taşıdığımda da bu kadar zayıf olsaydı keşke."

"Sen..." dedi, Eiros, onu tanıyarak.

Minnet ve hayranlık duyguları karıştı içinde.

"Bu mu şimdi?" diye sordu, Engar "Hayatımı bunun için mi tehlikeye attım?"

Bir yandan, yüzünde meraklı bir ifadeyle, Eiros'un kafasının yanını ayağıyla dürmüştü. Yerdeki bir böcekle oynar gibi bir tavrı vardı.

"Bana pek de öyle sıradışı gelmedi," diyerek, Neus'a döndü.

Onun sorusunu cevapsız bırakan Neus, Eiros'un kalkmasına yardımcı oldu ve onu içeri, salona götürerek koltuğa oturmasına yardımcı oldu. Diğerleri geride kalarak, onları yalnız bırakmıştı. Neus'un yalnız çalışmayı sevdiğini biliyorlardı. Mutfağa gittikten sonra, elinde büyük bir tepsi yemekle dönen adam, onu Eiros'un önüne koydu. Kıtlıktan çıkmışçasına, ki aslında bu benzetme yanlış sayılmazdı, yemeklere saldırdı, Eiros.

"Gücü hiç kullandın mı?" diye sordu, ciddi bir tonda, önlüklü adam.

Ağzına bir kızarmış tavuk tıkıştıran genç, cevap vermeye çalışsa da anlamsız kelimeler çıktı. Zorla yutkundu ve buzlu çaydan büyükçe bir yudum alarak, boğazını temizledi. Herhangi bir görgü kuralı ya da benzeri bir şey umurunda değildi o an.

"Hayır. İblis'in gücünü hiç kullanmadım," dedikten sonra tekrar yemeğe döndü.

"Neler yaşadın?" diye sordu, Neus.

Bir yandan yemek yerken, bir yandan -aralıklarla- konuşmaya devam etti, genç adam.

"Su Boksu -- bir süre sonra dediğini anladım -- bariz olanı görememek hakkındakini --" doğru düzgün bir cevap vermek için yemeğe arada verdi "İlk başta benimle dalga geçtiğini zannetmiştim. Daha doğrusu, özellikle beni uğraştırmak için şifreli konuştuğunu. Pek de haksız sayılmam, bilerek bana cevabı söylemedin ama bunun için seni suçlamıyorum. Kendim fark etmem gerekiyordu ki en sonunda anladım."

"Nasıl becerdin bunu?" diye bir soru yöneltti, kara gözlü adam.

"Bıraktığın çuvalı bulduğum sırada dank etti. Senin -itiraf etmesi biraz utanç verici ama- o elmaları hep fantastik bir şekilde ortaya çıkardığını düşünmüştüm. Basitçe bir çuvaldan geldiklerini öğrendiğimde neler hissettiğimi anlayabilirsin. Şaşırdım ve biraz da hayal kırıklığına uğradım. Sonuçta, böyle bir gizemin ardından bu kadar basit bir şey çıkmış olması hiç de tatmin edici değildi fakat düşününce, bunun aslında gerçeğin doğasına çok da uygun olduğunu fark ettim. Yani, hayat dediğin şeyde gerçekler basittir ama kişi, bazen bunları göremez çünkü istediği cevap orada yatmaz. Anlatabiliyor muyum? Antrenman da böyle bir şeydi. Püf noktası arayıp durdum ama sen, bana, bir püf noktası olmadığını söyleyip durdun. Haklıydın da. Bir mantık ya da zeka oyunu değildi bu sonuçta."

Lafına ara veren adam, buzlu çaydan bir yudum daha aldıktan sonra devam etti.

"Kısaca, renkli olan damlaları seçmek için tek ihtiyacım olan şeyin içgüdü olduğunu anladım. Onları bulabilmemi sağlayacak bir numaraya ya da öyle bir şey yoktu. Bir kestirme aradığım halde böyle bir şey yoktu. Zaten, beni böyle bir şeye sokmanın amacı da bu değil miydi?" diye, bir soruyla dediklerini tamamladı.

"Kısmen," diye yanıtladı, Neus "Fakat eksiklerin var."

"Nö gibi?" diye sordu, kızarmış bir ekmek somununu bölmeden ağzına sokarak bir ısırık alan Eiros.

"Hepsini açıklamayacağım, Yıldırım, kusura bakma ama bunu yapmak gibi bir amacım yok. En başından beri de olmadı fakat şunu söyleyebilirim; gerçek hakkında yaptığın genelleme eksik. Antrenmanın sırasında, kayaları inceledin mi?"

"Evet. Üç renkleri var; mavi, kırmızı, yeşil. Birbirleriyle kesiştikleri bölgelerde yeni renkler ve tonlar da ortaya çıkıyor."

"Doğru fakat sadece bu kadar mı?" diye sorguladı, adam.

Yemeyi bırakan Eiros, hafızasını zorlayarak düşündü ve gördükleri arasında, söylenmeye değer başka bir şey aradı. En sonunda, böyle bir şey bularak, tekrar konuştu.

"Üçünün de kesiştiği yerdeki renk beyazdı."

"Evet. Yalnız, böyle olmaması gerekiyor. Bir maddenin üstündeki bütün renkler birbirine karıştığında, ortaya beyaz değil siyah çıkmalı. Böyle bir şey, sadece ışıkta olur," dedi, kara gözlü adam ve devam etti "Aynı zamanda, mavi, yeşil ve kırmızı, görünür ışığın üç ana rengidir."

"Üstünde bulunduğum şeyin, bir madde değil de, ışık olduğunu mu söylüyorsun?" diye sordu, meraklanmış genç.

"Hayır hayır. Ne biri ne de diğeri. Ya da her ikisi. Aynı zamanda, eklemem gerekiyor, Yıldırım," dedi, Neus "O kayaların rengi, üstlerine düşen sudan dolayı oluşmuş bir şey değil."

"Değil mi?"

"Hayır, değil. O renklere sahipler çünkü içten gelen bir özellik sonucu öyleler. Yani, şelalenin renkleri sonucu sonradan boyanmamışlar," diye açıkladı, adam.

"Aynı renkli damlaların, aynı renkli kayaların üstüne düşmesi sadece bir tesadüf mü yani?" diye sordu, Eiros "Böyle bir şey imkansız."

"İmkansız değil. Tam tersine, doğada tesadüfler çok büyük bir rol oynar. Bunu unutmasan iyi olur," diye yanıtladı adam "Fakat bu sefer, yanılmıyorsun. Bu, bir tesadüf değil. Kayaların, maddenin yanı sıra, ışığın da özelliklerini sergilemesi sonucu, üstlerine düşen damlalardan bazıları kayaların rengine sahip oluyor. Başka bir deyişle, kayalardan yayılan renkli ışık, onlara düşen kimi su damlalarından yansıyor. Su, kayaların rengini değiştirmiyor. Kayalar, suyun rengini değiştiriyor."

"Düşününce... dediğin mantıklı geliyor ama bir şey kafama yatmıyor. Renkli damlacıkları yumrukladığımda etrafa saçıldılar ve içlerinden hiçbirisi rengini kaybetmedi," dedi, Eiros.

"Dikkatlisin," diye, onu övdü adam "Sana, o kayaların ne bir madde ne de bir ışık, ya da her ikisi olduğunu söylemiştim. Suya geçen ışık, içinde maddeleşiyor yani. Boyama gücüne sahip, duruma göre ışıma ya da emme ve yansıtma gücüne sahip bir şey düşünebiliyor musun?"

"Pek değil," diye itiraf etti, Eiros "Hayal etmesi çok zor."

"Aynen öyle!" dedi, Neus "Fakat yine de, bu bir gerçek. Kavraması ne kadar zor olursa olsun, var olan bir şey."

"Anladım. Yani ne her gerçek çok basit ne de her gerçek çok karmaşık," diye ona katıldı, genç adam "Sanırım gereğinden fazla genelleme yapıyorum."

Neus'un beklemiş olduğu gibi, belli şeyleri çok çabuk kavrayabilen birisiydi, Yıldırım.

"Orası sana kalmış bir şey," dedi, Neus ve gitmek için ayağa kalktı.

"Son bir sorum var," dedi genç adam.

Kara saçlı adam, ona döndü.

"Elmaların içinde ne vardı? Doğal olduklarını söylemiştin ama sana inanmıyorum. Bir hafta boyunca devam edebilmemin başka bir açıklaması yok," dedi, Eiros.

"Onlar mı?" diyen adam, güldü "Sadece rengi değişik elmalardı."

"Ne yani?" diye sordu, şaşırmış Eiros "Hiç bir katkı yok muydu?"

"Hayır," diyen adam, başka bir şey eklemeden uzaklaştı.

Eiros, afallamıştı. Bir hafta boyunca devam edebilmesinin tek sebebinin, o elmalardaki enerji verici bir madde ya da benzeri bir şey olduğunu düşünmüştü. Kendi azmi ve isteği sonucu bunu yapmış olabileceği aklına hiç gelmemişti.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 05 Kasım 2016, 19:44:03
Bölüm 28 - Krizalit

"İki ay önceki halimi düşününce korkuyorum, Kueti. Tekrar, o, dünyadan kaçan ve kendini kapamış kişiye dönüşmek istemiyorum," diye içini döktü, genç adam.

"Boşuna endişeleniyorsun, Eiros. Bayağı bir yol kat ettin," diye yanıtladı, elindeki bitki çayını yudumlayan kız.

Verandadaki alışageldik sohbetlerinden birine dalmışlardı yine. Tepedeki güneşin ışınları, insanın içindeki hoş bir ılıklık bırakırcasına düşüyordu yeşil yeryüzüne. Rüzgar, temiz ve serin dağ havasını getirerek çok ısınmalarını önlüyordu. Ancak, her şey sorunsuz değildi. Uzaklardaki bulutlarda çakan mavi şimşekler, yaklaşmakta olan bir fırtınanın habercisiydi. Yine de, şu an bunun için endişelenmelerini gerektirecek bir durum yoktu ortalıkta. Rüzgar, bulutların yaklaşmasını önlüyordu.

Artık iyileşmiş ve günlük antrenmanlarını yapmakta olan Engar'a baktı, Eiros. Onunla bir sebepten dolayı pek konuşmayan genç adam, tek eli üstünde şınav çekiyordu. Atletik bedeni ter taneleriyle kaplanmış ve güneşin ışınlarıyla parıldıyordu fakat düzenli bir şekilde soluk alıp veren Engar, çok da yorulmuşa benzemiyordu. Dakikalardır, sadece yere koyduğu elini arada bir değiştirerek bu harekete devam etmekteydi.

"Sana bunu dememe bozulmuyorsun, değil mi?" diye sordu, her zamanki sakin havasında olan kız.

"Neye bozulmuyorum?" diye yanıtladı, ona anlam veremeyen adam.

"Eiros. Gerçek adının Yıldırım olduğunu biliyorum ama Eiros demek nedense daha çok hoşuma gidiyor," diye açıkladı, Kueti.

"Ah..." dedi, anlayan Eiros "Önemi yok. Neus'un gerçek adımı nereden öğrendiğini bile bilmiyorum fakat benim için fark etmez."

"Neden bu ismi seçtin peki? Kimliğini korumak için kullanmadığını söylemiştin. Neydi..." diye düşünmek için durakladı biraz "... hatırlayamadım ama Arzu'nun sana başka bir isimle hitap ettiğini ve Eiros'un senin diline yabancı olduğunu söylemiştin."

"Doğru," diye yanıtladı, Eiros.

"Kişisel bir konuya mı parmak bastım?" diye sordu, onun sessizliğini isteksizlik olarak alan Kueti.

"Yok, hayır... sadece ben de tam bilmiyorum. Sanırım geçmişimden uzaklaşmak istedim. Farklı bir isim kullanmak -- bunu bana İblis vermiş olsa bile."

"Anlamını hiç sordun mu ona?" dedi, çayını yudumlayan kız.

"Aklıma hiç gelmedi," dedi, adam.

"Bir ara sorsan iyi edersin. İsimler önemli şeylerdir," diye yanıtladı, dimdik ileriye bakan genç kadın.

Yaptığı hareketi tamamlayan Engar, onlara yaklaştı. Üstündeki beyaz tişörtte, yer yer ter lekeleri vardı.

"Oh, ne güzel!" dedi, enerji dolu bir tonda "Ben çalışayım, siz öyle keyif çatın."

"İşkolikliğin kötü tarafı," dedi Kueti "Diğer herkesi tembel olarak görmek olmalı."

"Ov... bugün huysuzsun," dedi, yaralanmış gibi kalbini tutan Engar.

"Ben mi?" diyen Kueti, hafifçe sırıttı ve mavi gözlerine muzip bir ifade çöktü "Hayır, canım. Sadece son görevdeki gibi kıçını -kelimenin tam anlamıyla- yırtmanı istemiyorum. Çalışmaya devam et bu yüzden."

"Eh... şey, boşver şimdi onu," diye geçiştirdi, hafiften kızaran Engar "Hadi. Dinlenmen bittiyse kalk. Yapacak daha çok şey var."

"Tamam," diyen Eiros, ayağa kalktı ve Kueti'yle vedalaştı.

İkili, büyük çatılı evden uzaklaşarak ağaçların içine girdiler. İki ay önce ruhlarla karşılaştığı yer gibi içini ürperten ve ona korku salan ağaçlığın aksine, ormanın bu tarafları çok daha... doğaldı. Kendini rahat ve yerinde hissediyordu. Gözlerini kapadı ve gerinerek temiz havayı bol bol içine çekti.

"Bakıyorum Kueti'yle aran iyi," dedi, Engar.

Gözlerini açan Eiros, sık ağaçlık alanda çalıları yararak giden adamın sırtını gördü. Yüzü, görüş alanının dışında olduğu için adamın aklından geçenleri anlayamamıştı.

"Öyle. Sohbeti hoş," diye, ortalama bir yanıt verdi.

"Öyledir. Onun kadar rahat birisini bulmak pek kolay değil," diye onayladı, Engar "Özellikle sen geldiğinden beri daha bir konuşkan oldu. Önceden bu tarz şakalaşmalara pek yanaşmazdı."

"Öyle mi?" diye sordu, adamın konuşmayı nereye getirmeye çalıştığını kestiremeyen Eiros.

"Öyle. Bu yüzden, beni iyi dinle," diyen Engar, yürümeyi kesmeden başını ona çevirdi ve kahverengi gözlerini ona dikti "Neus'un neler karıştırdığını bilmiyorum. Kaptanın da umurunda gibi görünmüyor ama eğer eski dengesiz hareketlerine döner ve Kueti'ye zarar verecek bir şey yaparsan, sana herhangi bir Ugi'nin yapabileceğinden çok daha kötü şeyler yaparım. Anladın mı?"

"Anladım," diye yanıtladı, içinden gelen belli belirsiz öfkeye kulak asmamaya çalışan Eiros.

Adamla neden pek yakın olmadıklarını bir kez daha hatırlamıştı. Böyle sert ve zorba çıkışlar yapan kişileri sevmiyordu. Bu gözdağını hak edecek bir şey yaptığını da düşünmüyordu. Ancak, bu tarz olumsuz düşüncelere saplanıp kalamazdı. Şimdiden, göğsündeki o nahoş düğümlenme hafiften kendini göstermişti.

"Ne yapacağız şimdi?" diye sordu, Engar'a.

"Bunu sorduğun iyi oldu. Sana, gerçek bir silah kullanmayı öğreteceğim."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 07 Kasım 2016, 17:59:47
Bölüm 29 – Krizalit İki

Ormanın yapısını gayet iyi biliyora benzeyen kumral saçlı Engar'ı takip eden Eiros, kendisini açık ve çimenlik bir alanda buldu. Kilometreler boyunca uzanıyormuşçasına bir izlenim bırakan alanın dört bir tarafı, koyu çamlarla örülüydü. Çayır ne kadar büyükse, orman ondan onlarca kat daha uzundu. Kuytu yeşilliğin sınırları kestirilemiyordu. Aynı zamanda, dağlar da ortadan yok olmuştu ve geniş düzlük, insanı ne yakan ne de üşüten, rahat bir havayla kaplıydı. Değişmeyen tek şey, ufkun ucunda belli belirsiz görünen gri bulutlardı.

Şehir dışındaki bu yerleri bilmese de, böyle bir şey fiziksel olarak mümkün olamazdı. Bütün bunların Neus'un bir eseri olup olmadığını merak etti. Hayatının yakın zamanlarında tecrübe ettiği üzere, dünya bildiğinden çok daha farklı şeyleri içeriyordu. Var olduğuna asla ihtimal vermediği şeyleri sanki doğuştan biliyormuşçasına kabullenmek zorunda kalmış ve evrenin insanoğlunca bilinen bütün kurallarına aykırı şeylere tanıklık etmişti. Rahatsız edici bir şekilde, nadiren heyecanlanmıştı bu değişimler karşısında.

“Yeni yerler görmek ve yeni şeyler tecrübe etmek, ha? Hah. Bundan daha ötesi olamazdı herhalde. Bana keyif vereceğini düşünmüştüm... sanırım, asıl sorun doğada ya da insanoğlunda değil. Bende,” diye düşündü.

Yine de, buna saplanıp kalamazdı. Eskisi gibi nedenselliği suçlayarak bir yere varamayacağını biliyordu. Böylece, önündeki işe tekrar döndü.

Karşısında dikilen Engar, ellerini birleştirdi. Bu hareketiyle beraber, kendisi ve Eiros'un hemen önünde, yerden iki adet kılıç şeklinde pembe enerji demetleri peydahlanmıştı. Hazırlıksız yakalan Eiros hafiften irkildi.

“Sana bir zarar vermez. Eline al,” dedi, Engar “Neus'un dediğine göre savaşmaya içgüdüsel bir yatkınlığın varmış. Doğru mu, değil mi göreceğiz.”

Eiros, tereddütle kılıcı kavradı. Korktuğundan değil fakat aklında sorular olduğundandı. Sorsa mı, diye düşündü. Gereksiz merakı her zaman hoş karşılanmıyordu. Hele karşısında, kendisini sevmeyen bu kişiden bilgi, yani bir medet ummak fikri hiç hoşuna gitmemişti. Ancak, öğrenmesinin tek bir yolu vardı.

“Daha komplike bir şeyden başlayacağımızı sanmıştım,” dedi, kendi kılıcını çekip çıkarmış Engar'a.

“Altı aylık mı doğdun?” dedi, Engar.

Söylenilene bir anlam veremeyen Eiros, ona boş boş baktı. Çok sıradan bir şey söylemiş gibi, ona bakmaya devam ediyordu Engar.

“Zamanı gelince diğer silahlara geçeceğiz. Tabii, bu aşamayı geçebilirsen, ki ortalama birisine göre hızlı gelişmiş olsan da, o kadar da etkileyici değilsin,” dedi.

“Anladım,” diyen Eiros, çift elle kılıca sarıldı.

“Dakika bir, gol bir!” diye azarladı, Engar “Daha bir kılıcı tutmayı bile bilmiyorsun ama gelip de 'gelişmiş silahlara' geçmek istediğini söylüyorsun. Bir Swalzer ile iki dakika içinde hem kendini hem de yanındaki müttefiklerini parçalardın sen.”

“P-pardon,” diye özür diledi, Eiros.

Engar iç çekti ve yanına geldi. Onun bileklerini tutarak, doğru tutuş pozisyonunu gösterdi. Ardından, tekrar yerine geçti. Eiros'tan bir kaç metre uzaktaydı.

“Normalde partnerli çalışma için henüz çok erken fakat çok sevgili Neus'un isteği üzerine, seni hızlandırılmış programa başlatacağım. Yapacağın şey basit; darbelerimi bloklamaya çalış ve yapabildiğinde karşılık ver.”

Bunu dedikten sonra, sıçramaya hazır bir jaguar gibi pozisyonunu aldı. Anında atılarak aradaki mesafeyi çabucak kapadı ve kılıcını Eiros'a savurdu. Tepe Semti'nde yaşadıklarının getirisi olarak, her an saldırıya uğramaya hazır olan Eiros, onun darbesini engelleyebildi. Çarpışan enerji demetlerinden kıvılcımlar fışkırırken, kulak tırmalayan tiz bir çınlama duyuldu bir anlığına. Metalin metale çarpmasına benzese de, daha rahatsız ediciydi.

Kılıca yüklediği kuvveti arttıran Engar, onu geriye çekilmeye zorladı. Kilitlenmeden kaçmaya çalışan Eiros, filmlerde hep görmüş olduğu o hareketi denedi; Engar'ınkiyle kenetlenmiş kılıcını kuvvetle aşağı indirerek, hasmının silahını da kendisininkiyle beraber sürükleyip, yana savurmaya çabaladı fakat burnuna yediği sert bir kafa darbesiyle beraber silah elinden fırlayıp gitti.

“N'aptığını zannediyorsun?” diye sordu, Eiros'a.

“İşe yarayabileceğini düşünmüştüm...” diye, açıkladı, genç adam, kanayan burnunu tutarak.

Empusa'yla yaşadıklarından sonra acıya daha dayanıklı olacağını düşünmüş olsa da, canı hala feci şekilde yanmıştı. Sanırım burnu çatlamıştı.

“Asla gösteriş yapmaya çalışma,” dedi, azarlayan bir tonda Engar “Asla amacı gösteriş olan kişilerin yaptığı şeylere de güvenme. Gerçek bir savaşta, en basit piyade bile seni çoktan öldürmüş olurdu.”

“Peki...” dedi, içinde beliren öfkeyi bastıran Eiros.

Burnu umurunda değildi. Aktif olarak İblis'in gücünü kullanmasa da hala hızlı iyileşiyordu. Ancak karnı, ağzından çıkan kelimeyle beraber kasılmıştı. Yüzü yandı ve kulaklarının kızardığını hissetti. Kalbi de hızlanmıştı. Bunun ne demek olduğunu biliyordu; kızgınlıktı.

Umursamamaya çalışarak, kılıcını kaptı ve Engar'a dönerek, tekrar pozisyon aldı. Oysa, genç adam hala ona bakıyordu.

“Aklında bir şey varsa söyle. Bana dürüst davranmayan kişileri sevmem,” dedi, gür kaşlı genç.

“Yok bir şey,” diye geçiştirdi, Eiros.

Ona inanmadığı açıkça belli olsa da, üstelemeyen Engar geriye çekildi ve tekrar antrenmana koyuldular.

Hala öfkeli olsa da, bütün dikkatini önündeki işe vermek zorunda kalan Eiros, kısa zamanda olan biteni unuttu. Odaklanması biraz zor olmuştu ve bedel olarak bir kaç yara bere almıştı. Ancak, enerji demetleri -tahmin ettiği üzere- Empusa'yla olan savaştaki gibi keskin değildi. Yine de, deli gibi acıtıyorlardı. Hatta, bir süre sonra Engar'ın istese onu bu küt silahlarla öldüresiye dövebileceğine emin olmuştu. Yine de, kumral adam ilk baştaki kadar sert değildi. Burnuna yediği darbeden akıllanan Eiros, tekrar şaşalı bir hareket yapmaya yeltenmemişti. Adam hakkında ne düşünürse düşünsün, şu anda işini gayet iyi yapmaktaydı.

“Bugünlük bu kadarı yeter,” dedi, Engar.

Saatler geçmişti. Yerinden zerre oynamamış güneş, hala gökyüzündeydi. Bunu yeni fark etmiş olan Eiros, kendisini bu kadar dikkatsiz olduğu için fırçaladı. Tabii ki de, bu ormanda hiç bir şey normal olmayacaktı. Normal.... yanlış kelimeyi mi kullanmıştı? Neus, ona büyük ihtimalle, bunun aslında pek normal bir şey olduğunu söylerdi şu an.

Ondan daha eğitimli olsa da, Engar da terlemiş ve görünüşe göre biraz da yorulmuştu. Yanında getirdiği iki havludan birisini alarak yüzünü silerken, diğerini de Eiros'a uzattı.

“Swalzer ne?” diye sordu, ellerini tekrar çırparak kılıçları yok etmiş olan Engar'a.

“Kullanması zor bir kılıç,” diye yanıtladı, adam.

“Hepsi bu mu?” diye sordu, neden terslendiğini anlamayan Eiros.

“Tabii ki de hayır fakat aslında bunu umursamıyorsun, değil mi?” diye tersledi, kahverengi gözlerini ona doğrultarak.

Genç adam, haklıydı. Ayaküstü sohbet etmek istemişti Eiros sadece. Salak. Neden, birisinin, hele ki Engar gibi 'hasarlı olmayan' birisinin onunla zorunlu olmadan konuşmak isteyebileceğini zannetmişti ki? Böyle bir şey düşünmek için kendisini pek de bir şey zannetmiş olması gerekirdi...

“Anomaliyi kullanan, büyük bir kılıç. İlgini çektiyse bir gün bir tanesini gösterebilirim sana,” dedi o sırada, Engar.

Şaşıran Eiros, bir an ne diyeceğini bilemeyerek ona baktı. Adamın ona karşı takındığı sert tutum gitmişti. Tam anlamıyla sıcak davrandığı söylenemese de, en azından o an kendisini hor görmüyordu.

“Olur,” diye yanıtladı “Ama anomali de ne?”

“Neus sana hala açıklamadı? Vay be. Adam neden seni bu kadar bilgisiz bırakıyor anlamıyorum doğrusu,” diye bir itirafta bulundu, Engar “Fakat Neus söyleme gereği duymadıysa, bir bildiği vardır. Bundan sana bahsettiğimi de ona söyleme.”

“Tamam,” diye onayladı, Eiros ve yüzünü, kurulamak üzere havluya gömdü.

Daha bir kaç saat olduğunu tahmin ettiği bir süre önce çatlamış burnu, hiç acımamıştı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 10 Kasım 2016, 23:58:16
Bölüm 30 – Krizalit Üç

Bir Ay Önce

“Neus'un bana gösterdiği o şey, o orman, asla unutabileceğim bir şey değil. Beni en çok etkileyen şey, sanırım yaşadığım tecrübenin doğaüstülüğü değildi. Hayır, ruhların gerçekten var olmasından korkmadım. Beni asıl dehşete düşüren, ne kadar yozlaşmış olduklarıydı. Sanki... nasıl açıklasam? Öfke ve nefretten oluşmuşlardı. Hiçbir güçlü taraf yoktu onlarda. Tepkilerinde, bağırıp çağırmalarında sadece çaresizlik vardı. Kaçış vardı! Yanlış bir kaçış. Günün sonunda yatağına çekilip de, kafanı dağıtan güzel bir kitap okumak gibi bir kaçış değil. Geçici değil, kalıcı bir şeydi bu. Dünyaya sırtını çevirmek ve hayattan korunmak için tek bir şeye tutunmak; bağımlılık.

Doğaüstü çok abartılıyor. İnsanın kendisi varken, hiç bir ruhtan korkmam.”

Artık, yazmayı bir alışkanlık haline getirdiği günlüğün başından doğrulan Eiros, oturduğu tahta sandalyede gerindi ve uzun süre masanın üstüne eğilmekten dolayı kasılmış sırt kaslarını esnetti. Bu yazılar kesinlikle kendisine iyi geliyordu. Her zaman morali düzgün kalkmıyordu masa başından. Tam tersine, çoğu zaman gerginliği gitmemiş oluyordu fakat içinden bir yük kalktığını da hissetmiyor değildi. Neler neler yazmıştı oraya. Hiç kimseye anlatmadığı ve düşünmeye bile korktuğu şeylerden, uzun zaman önce başından geçmiş olaylara kadar pek çok şey vardı.

Başka bir deyişle, kimsenin bunu okumasına izin veremezdi. Arada bir, Neus gizlice odasını karıştırıyormuş gibi bir hissiyata kapılsa da, bu yönde hiç bir kanıt yoktu. Zaten, bu his zamanla geçmeye başlamıştı. Adamın neden ona bunu yaptırdığını aşağı yukarı anlayabiliyordu; cansız bir nesneye de olsa, içini dökmek insanı rahatlatıyordu. Ancak, gerçek bir sohbetin yerini tutmadığı da barizdi.

“Belki de, bütün büyük yazarlar sadece mutsuz ve iletişim kuramayan kişilerdi,” diye düşündü.

“İçeri girebilir miyim?” diye bir ses duyuldu, arka taraftan.

“Elbette,” diye yanıtladı, Eiros.

Daha bakmadan, gelenin kim olduğunu biliyordu. Turuncu saçlı Kueti'nin sesiydi bu; sakin ve stresten olabildiğince uzak. Hafiften kıskanmıyor değildi.

“Kusura bakma, odam biraz küçük,” diye lafa girdi, adam.

“Evet,” diyen kız, yer yatağının üstüne çökerek bağdaş kurdu “Ama bir oda bulabilmiş olman bile büyük bir şey. Neus'un, Engar'ı spor salonunun yarısını 'bağışlamaya' ikna ettiğine inanamıyorum.”

“Bu Engar, ondan sanki huysuz bir çocukmuş gibi bahsediyorsun,” dedi, Eiros kirli sakalını kaşıyarak “O kadar kötü birisi mi?”

“Kötü demezdim...” diyen kız, durakladı “En iyisi kendisine sorman.”

“Pardon. Amacım dedikodu yapmak değildi,” dedi, Eiros, utanarak.

Gerçekten de, amacı bu değildi. Sadece, kendisini kurtarmış olan genç adam hakkında diğerlerinden -çoğunlukla Kueti'den- pek çok şey duymuştu fakat onunla ne zaman konuşmaya çalışsa, adam kendisini ya terslemiş ya da savuşturmuştu. Çok üstelediği söylenemezdi gerçi; bir, iki denemeden sonra vazgeçmişti.

“Dedikodu mu?” diye mırıldandı Kueti, dağınık örtünün üstünde kıpırdanarak.

Kendisine mi öyle gelmiş mi bilmiyordu fakat sanki kızların gözleri bir anlığına parıldamıştı.

“Boş ver,” dedi, konuyu değiştirmeye çalışan adam.

“Hayır hayır, iki laftan bir şey olmaz,” diye üsteledi genç kadın.

Sesinde sanki heyecan vardı. Roller tersine dönmüş ve şimdi ikna edilmeye çalışılan taraf, Eiros'un kendisi olmuştu, ki dürüst olması gerekirse bu pek de zor bir şey değildi.

“Eh iyi, anlat bakalım,” diye gülümsedi adam.

“Öyle olmaz şimdi, gel dışarı çıkalım,” dedi, kız ve ayağa kalktı.

Eiros ve Kueti, odanın portatif, kağıt kapısını kapama gereği duymadan salona çıktılar. Eiros'un odası, evin ortasındaki geniş salonun arka tarafındaydı. Evin sol-arka köşesindeki Neus'un ve sağ-arka köşesindeki Kueti'nin odası arasında uzanan yer, normalde koridor olmak üzere tasarlanmıştı fakat -öğrendiğine göre- sonradan Engar'ın isteği üzerine bir spor salonuna çevrilmişti. Ancak, evin köşelerindeki diğer iki oda, Yugiera ve Engar'a ayrıldığı için, kağıt duvarlar yerinden hareket ettirilmiş ve spor salonu küçültülerek Eiros'a yer açılmıştı. Böylece, Neus'un hemen yanındaki yerde, Eiros -diğerlerinden daha küçük olsa da- kendi yerine sahip olmuştu.

Evi tasarlayan her kimse, onu takdir etmek gerekiyordu. Duvarların değiştirilebilirliği sayesinde, ihtiyaca göre ev yeniden düzenlenebiliyordu.

Dört bir tarafı kocaman kitaplıklarla dizili salonda, yavaşça ilerlediler. Salonun ortasında, mahzene inen bir yer kapısının çevresine koltuklar dizilmişti. Evde yaşayanlar için bir toplanma ve sohbet yeriydi. Yemek yemek için buraya geldikleri de oluyordu fakat Eiros'un bu tarz anlarda rahat ettiği söylenemezdi. Bir yabancı ve misafir olarak, kendisini fazlalık gibi hissediyordu. Yemeğini -küçüklüğünden gelen bir alışkanlıkla- büyük lokmalarla çabucak yiyerek, bir an önce dışarı çıkıyor ve gece göğünün rahatlatıcı havasını soluyordu.

“Bu kitapları hiç okudun mu?” diye sordu, Eiros.

Tozlu ve uzun kitaplıklar, dopdoluydu.

“Hayır. Neus'un zevki pek bana hitap etmiyor,” diye yanıtladı, atletik kız “Neden sordun? Senin ilgini mi çekiyor?”

“Bilmiyorum ki. Çoğunun dilini bile anlayamıyorum, anladıklarımınsa içindeki kavramları çözemiyorum,” diye yanıtladı, Eiros.

“Ah, doğru. Arada bir bizim dünyadan olmadığını unutuyorum. İstersen Venda'yı sana öğretebilirim,” diye bir öneride bulundu.

“Venda... sizin dilinizin adı herhalde?” diye, akıl yürüttü, adam.

“Evet. Öğrenmesi pek de zor değil. Sonuçta herkes tarafından anlaşılması için türetilmiş,” diye, doğal bir yanıt geldi.

“Neden?” diye sordu, Eiros.

Ağzından bir şey kaçırmış olduğunu fark eden Kueti, gözlerini de kaçırdı ve kitaplardan birisine uzandı. Rastgele bir sayfa açtı.

“Gel,” dedi, bir kaç adım uzakta dikilen gence.

Bir seksenlik, eskisine göre daha zayıf olsa da, hala kaslı Eiros yaklaştı. Kendisinden daha kısa olan kıza tepeden bakıyordu. Turuncuya çalan kahverengi saçların hoş bir kokusu vardı. Ne olduğunu çıkaramadı.

“Bu kelime,” dedi genç kadın ve eskimiş sayfalardaki bir sembolun hemen altına işaret parmağını koydu “Üç harften oluşuyor.”

Sırasıyla harfleri göstererek, konuşmaya devam etti.

“Şu kenarı kıvrımlı olan 'En'. Kareye benzeyen ikincisi 'Ka'. Sonuncu ise 'Ro',” diye açıkladı “Bir araya geldiklerinde, aynı şekilde okunuyorlar.”

“Anladım, yani sessiz harfler tek başına bulunamıyor,” diye akıl yürüttü, Eiros.

“Sessiz harfler mi? Onlar da ne?” diye sordu, şaşıran Kueti.

“Enkaro'daki N, K, ve R mesela,” dedi, Eiros.

Bu kadar bariz bir şeyi açıklaması garibine gitmişti fakat daha önce cevabını bulamadığı bir soru, tekrar aklında belirmişti.

“Düşününce, sizinle nasıl oluyor da iletişim kurabiliyorum? Farklı bir diyardan olduğunuzu söylemiştin bana,” dedi, bu sıradışı durumdan işkillenen genç adam.

“Ah, orası basit. Üstümüzde senin dilinde konuşmamızı sağlayan bir kine var,” dedi, Kueti.

“Kine mi?” dedi, anlamayan adam.

“Neydi ya?” diyen Kueti, omuzlarına inen saçıyla bir süre oynayarak “Tılsım, efsun... büyü. Senin dilinde bu tarz bir anlamı olmalı.”

“Benim konuştuğum dili anlamanı ve o dilde konuşmanı sağlayan bir büyü demek,” diye mırıldandı Eiros, kendi kendine.

Ancak, kendisine bir soru yöneltildiğini zanneden Kueti, mavi gözlerini kırparak onu onayladı. Aklına bir şeyler oturmayan genç adam, çenesini kaşıdı.

“Daha demin dediğin sözcüğü, kine demiştin, o zaman neden çevirmedi?” diye sordu ve ardından başka bir soruyla devam etti “Ayrıca bu büyüyü, Kineyi bana ne ara yaptınız ki dediklerinizi anlayabiliyorum ve neden sizin dilinizde yazılanları anlayamıyorum?”

“Haha, yavaşla biraz,” diye güldü, genç kadın “Dediğin her şeyin cevabını bilmiyorum ama elimden geldiğince yanıtlamaya çalışacağım. Kine sözcüğünü bizim kültürümüze ait bir şey olduğu için çevirmedi. Büyü demiş olabilirim ama kine tam anlamıyla büyü değil. Her şeye sihirli bir çözüm ya da cevap sağlamıyor.”

“Nasıl çalışıyor?” dedi, kendini tutamayan Eiros.

Buraya geldiğinden beri, bu garip insanlar ve dünyaları hakkında edindiği en kapsamlı bilgi buydu. Doğru, büyü tarzı bir şey kullanıldığını hep düşünmüştü fakat bir şeyin olasılıkları hakkında spekülasyon yapmak ile gerçeği öğrenmek tamamen farklı şeylerdi.

“Bana öyle meraklı gözlerle bakma, öğretmen falan zannedeceğim kendimi,” diye sırıttı, Kueti.

“P-pardon,” diyen Eiros, kalbinin hızlanmış olduğunu fark etti.

Gereğinden fazla heyecanlanmıştı. Gerçi, utanmış olsa da, pek de kötü olduğu söylenemezdi. Uzun zamandan beri, ilk kez bu kadar gerçek bir diyalog kurmuştu. Öğrenmek sadece işin cabasıydı.

Vereceği cevabı düşünen ve saçıyla oynayan kızı izlerken, kendisi de düşüncelere daldı. Meraklı bir kişiliği olduğunu biliyordu ve bir şeyler öğrenmeyi her zaman sevmişti. Bugüne kadar, ona bir güç edinebilme aracı olduğu için böyle hissetmiş olduğunu düşünmüştü. Belki de, gerçeğin tamamını göremiyordu. Belki de, ona bir iletişim aracı olduğu için sevmişti. Yoksa her ikisi miydi? Her ikisinden dolayıysa, hangi yüzdelerle ayrılıyordu bu nedenler?

Psikanaliz yöntemi hakkında bildiklerine göre, kendisine güç verdiği için öğrenmeyi sevme olasılığı daha yüksekti. Sonuçta, dünya hakkında bir şeyler bilmek, geleceğe hazırlıklı olmasını sağlıyordu.

Öte yandan, küçüklüğünden beri insanlarla düzgün iletişim kuramamıştı fakat derslerde farklı davranmış olduğunu biliyordu. İlkokul hocasını sık sık soru bombardımanına tuttuğu olmuştu, ki adamın bundan hoşlandığını da fark etmişti. Kendisini teşvik etmişti, hocası. Toprak hoca, gayet iyi birisiydi. Ardından gelen kadın ise, onun yanından bile geçmiyordu.

“Bay Süperzekayı tatmin edemiyoruz herhalde!” diye azarlamıştı kadın onu “Senin seviyene erişemediğimiz için kusurumuza bakma. Ya da bu kadar soru sorduğuna göre, belki de aşağıda olan sensindir, Bay Gerizekalı.”

Sınıfın ortasında, azarlayan ve küçümseyen bir tonda bağırmıştı bu sözcükleri ona. Beşinci sınıfa bile gitmiyordu. Sınıfındakiler, hocanın tonunda eğlenceli bir şeyler bularak kadına katılmış ve kendisine gülmüşlerdi. Otuz küsür kişinin, kulağının dibinde patlayan kahkahalarını hala hatırlıyordu. Yerin dibine girmek ve bir daha oradan çıkmamak istemişti...

Neden insanlar bu kadar sığ olmak zorundaydı ki? Elinden tek zevk kaynağını da almışlardı bu hareketle. Orospu çocuğu kadın, sadece cesaretini kırmakla kalmamış, aynı zamanda onu alay konusu da etmişti.

“... Eiros... Eiros, iyi misin?” diye sordu, Kueti.

“Ha?” diyen adam, düşüncelerinden sıyrılarak, kendisini tekrar salonda buldu.

“N'oldu, bir yerin mi ağrıyor?” sorguladı, genç kadın.

“Evet, başıma bir ağrı saplandı,” diye yalan söyledi “Biraz otursam iyi olacak.”

Koltuğa çöktü. Sorusunun cevabını hala bilmiyordu. Güçten mi yoksa iletişimden mi, bilgi edinmeyi seviyordu? En son ne düşünüyordu ki? Hatırlayamayınca, hafızasını zorladı... yüzdeleri bulmaya çalışıyordu. Güç neden...

Olmuyordu. Düşüncelerin akışı kesilmişti.

“Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu, hala ayakta dikilen Kueti.

Sesinde endişe vardı. Bunun sadece bir baş ağrısı olmadığını biliyormuşa benziyordu. Ya gerçeği anlamışsa? O zaman, Eiros ne yapardı? Hayır, konuşmaması gerekiyordu. Bilemezdi o. Başkası bilemezdi. Kimsenin bunu görmesine izin veremezdi.

Güç neden...

“Ağrı biraz kötü oldu, ayıp olmazsa biraz odama gideceğim,” dedi genç, ifadesiz bir yüzle.

“Ne demek, sen rahatına bak. Konuşmak istersen dışarıdayım. Engar hakkında...” diye devam ediyordu fakat lafın gerisini dinlemeyen Eiros, teşekkür ederek kalktı ve odasına döndü.

Kız bir şeylerden şüphelenmiş olsa da, sırrını gizlemeyi başarabilmişti.

Ne düşünüyordu? Bilgi. Bilgiyi neden düşünüyordu? Güç mü, yoksa iletişim arzusu kaynaklı mı olduğunu. Bunu neden bulmak istiyordu? Ayrıca nasıl bulacaktı?

Psikanaliz, güç için olanı destekliyordu.

Asosyalliği ise, iletişim için olanı.

“Güç neden...” gerisi neydi? “Güç neden...”

Bir yerde hata yapıyordu. Zihninin zorlandığını hissetti. Düşünce akışı bir türlü sürmüyordu. Zorladı.

Güç mü iletişim mi? Hangisi? Hangisi? Hangisi?

Dişlerini sıkarak, kapıyı kapadı ve başını avuçları içine alarak yere çöktü. Bilemiyordu. Birisine karar verse her şey çözülecekti ama karar veremiyordu.

Hangisi?

Hangisi?

Hangisi?


Bu soru tekrar tekrar zihninin içinde yankılandı. Boş vermeye çalıştıysa da, bunu başaramadı. Ayağa kalktı ve kağıt duvara giderek, üstündeki bir tuşa bastı ve ses yalıtımını açtı. Kapıyı da kilitledi. Böylece, kimse onu bu şekilde göremez ya da duyamazdı.

Arkasını döndü ve evin, dışarıyla içerisi arasındaki sınırı oluşturan beton duvarın dibinde çöktü.

Hangisi?

Dizlerini kendine çekti ve başını tekrar avuçları içine aldı.

Güç mü?

İletişim mi?


Hala düşünmeye çalışsa da, düşünemiyordu. Bırakmaya çalışsa da, bırakamıyordu. Zihni, doğal olmayan, sağlıksız bir şekilde zorlanır ve kısır bir döngüye saplanıp kalırken, ölmeyi diledi. Buna katlanmak istemiyordu. Hayatının geri kalanına bu şekilde devam edemezdi ama vaz da geçemezdi. Ölürse her şey bitecekti. Kaçış yoktu.

Böylece, katlandı. Dakikalar geçti. İyi olacaktı. Devam etmesi gerekiyordu. Hayır hayır hayır! Bu şekilde olmazdı. Odadan çıkması ve bir şeyler yapması gerekiyordu. Daha önce olduğu gibi, kendisini tekrar bu kısır döngünün içine bırakamazdı. Kalktı ve yalıtımı kapadı. Ardından kapıyı açtı.

“Hey, Kueti, orada mısın?” diye seslendi.

“Mutfaktayım!” diye bir yanıt geldi “Ağrın geçti mi?”

“Evet...” diye cevapladı, Eiros.

Mutfağa yollanarak, yemek hazırlamakta olan kızın yanına vardı.

“Hangisi...?”

Zihninin içinde, kendi kendine sormuş olduğu bu soruyu görmezden gelmek ya da cevaplamaya çalışmak yerine, bu sefer kızla sohbete girişti.

“Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu.

“Olur.”
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 12 Kasım 2016, 16:50:31
Bölüm 31 – Krizalit Dört

Şu An

Bu çalışmalar beni rahatlatıyor. Fiziksel çabanın önemini uzun süredir biliyordum zaten. Ancak, bu bilginin, nasıl desem, tam önemine varamamıştım. Sanki onu içselleştirememişim gibi; sonuçta bir şeyi teorik olarak bilmekle, onu tecrübe yoluyla öğrenmek arasında fark var. Belki de, tecrübenin, işin içine duyguyu katmasındandır.

Tavsiyeler bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar. Aynı şekilde, nutuklar da asla dinlenmez. Gerçi, bu nutuğun doğasında bir zorlama içermesinden kaynaklanıyor da olabilir. Sonuçta, nutuk atan kişi etkendir ve nutuğa maruz kalan kişi edilgendir. Ancak, bu insanın istekli olarak yaptığı bir durum değildir. Gidip de, nutukçudan kendisini fırçalamasını istememiştir. Bu yüzden, zorlama içeren her durum gibi, nutuk atmak da bir işe yaramaz. Hatta, kişide tam tersi etki yapar ve zorla verilen bu “tavsiye”den daha da uzaklaştırır kişiyi. Bu tepki için, insana ergen ya da olgunlaşmamış gibi yaftalar yapıştırmanın anlamı da yok; zorlama, her insanda bir karşı koyma isteği doğuran bir şeydir. Zaten bu yüzden, zorlamanın her formuna karşıyım ya. Ya da karşıydım... elini bilerek ve isteyerek kana bulamış bir kişi olarak, konuşmaya hakkım olduğunu zannetmiyorum.

Korkuyorum. Tekrar o karanlık dönemime dönmekten korkuyorum; o öfke dolu, kin dolu ve dünyadan nefret eden kişiye dönmek istemiyorum. Yaptığım şeyleri düşündüğümdeyse, içimde hafif bir pişmanlık yüzünü gösteriyor. Başkalarına yaptığım şeyler ve öldürdüğüm kişilere acıdığımdan değil. Kendim, insanı çıldırtacak derecede bir ıstıraba saplanmış olduğumdan.

Bunun çok bencilce olduğunu biliyorum. Bir hümanist, beni bir yaratık ya da canavar olarak nitelerdi fakat bir yaratık değilim. İnsaniyetimi tam anlamıyla kazanamamış olabilirim ama kesinlikle bu hissettiklerim, başkalarının da sahip olduğu şeyler. Bunu biliyorum. Dalınç yeteneğim sayesinde pek çok kişiye dokundum ve zaman içinde, onların aklından geçenleri daha iyi kavradım. İnsanın ne demek olduğunu bulamamış olabilirim fakat hissettiğim kara duygular konusunda yalnız olmadığımı gördüm.

Bu konuda ne hissedeceğimi pek bilemiyorum. Acaba hangisi daha kötü; bu bencilliğimin normal olması mı, yoksa benim insaniyetimi yitirmiş olmam mı?

Konu da bok oldu sanki. Ancak, aklımdan çıkmadan ekleyeyim. Okunarak ya da duyularak elde edilen bilgi ve yaşamak yoluyla elde edilen bilgi arasında dağlar kadar fark var. Bunun temelindeki neden, belki de, tecrübenin o bilgiyi insanın zihnine duygular yoluyla kazımasıdır. Kan ve terle öğrenilmiş, ruhumuza işlenmiştir o bilgi artık. “Benim” olmuştur.

---

Şehirden uzaktaki bol yıldızlı ve kör aylı gecenin altında, geniş çatılı evin salonunda sarı ışıklar yanıyordu. Her zamanki gibi loş havasını koruyan evin merkezindeki bu yerde bulunan bir kişi, hızlı hızlı dolanmaktaydı. Laboratuvar önlüğü hafifçe salınırken, salonda hızla bir oraya bir buraya gidiyordu. Kara gözleri fırıl fırıl kitaplıkları tarıyor ve geniş kütüphanede bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Tozdan kapağındaki yazılar zar zor seçilen büyükçe bir cilde uzandı. Sol kolunu kaldırmasıyla beraber, önlüğünün yenindeki kesik gözler önüne serilmişti. Siyah saçlı adam, kitabın üstüne üfleyerek onu temizledikten sonra, hızla başlığını okudu.

“Irosistemler ve Nanobiyom”

Aradığı şey bu olmadığından dolayı, onu geri koymak için yeltense de, odaya giren iki gençle beraber işini yarıda kesmek zorunda kaldı. Genç adamların ikisi de terli ve yorgun görünmesine rağmen, Eiros çok daha bariz bir şekilde yıpranmıştı. Hatta canı epey bir sıkkın görünüyordu. Hızlı iyileşme gücüne rağmen, yüzünün ve bedeninin orasında burasında kesikler ve henüz yeni yeni belirmeye başlamış olan çürükler vardı.

“Neus,” diyen Engar, iki parmağını şakağına getirdikten sonra adama doğrultarak bir selam yolladı ve odasına yollandı.

Yüzünü yıkamak ve tuvalet ihtiyacını gidermek amacındaydı. Zira, antrenman daha bitmemişti. Sadece, kısa bir mola vermişlerdi. Neus'un da yardımıyla hazırladığı program, normal bir insanın uyum sağlamayacağı şekilde doluydu. Ortalama bir kişi yeterince azimli olmadığından ya da psikolojik olarak buna hazır olmadığından değildi bu durum. Gerçi, bu iki nedeni de gözden çıkarmak doğru olmazdı fakat temelinde yatan neden çok daha basitti; normal bir insan, biyolojik olarak bu programı kaldıramazdı.

Bir insan bedeninin kaldıramayacağı kadar yoğun, uzun ve devamlı çalışmalar, kısa dinlenme süreleri, az uyku saatleri ve bedenin kendisini toparlaması için verilmeyen süre... bütün bunların hepsi, bir insanın bir kaç günde iflas etmesine yol açardı. Neyse ki, Eiros her şey olabilse de, bir “insan” değildi.

Engar'ın selamına başını hafifçe sallayarak karşılık veren Neus, elindeki kitabı bir koltuğun üstüne fırlattı ve Eiros'a yaklaştı. Kendisini incelemeye başlamış olan Neus'u rahatsız etmemesi gerektiğini hisseden Eiros, meraklı gözlerle ona bakmakla yetindi. Vücudundaki her bir yarayı ve çiziği inceleyen Neus, ardından yüzüne de şöyle bir baktı.

“Vücudunun sol tarafında çok yara var. Engar baskın olan sağ eline güvenmemeyi mi öğretiyor sana?” diye sordu.

“Açık bulduğu yerlere yüklendiğini söylüyor. Sol elimi bir türlü kullanmayı öğrenemedim,” diye yanıtladı, Eiros.

“Öğrenemezsin de zaten. Sen bir sağlaksın,” diye cevapladı beyaz önlüklü adam ve devam etti “Ama bu açığını kapamayı öğrenmeye başlamışsın.”

“Nereden anladın?” diye sordu, adamın düşünme şeklini merak eden Eiros.

“Kendinden de bulabilirsin, Yıldırım. Sadece, iyileşmenle bir alakası olduğunu söyleyebilirim,” diye sırıtarak cevap verdi Neus.

Eiros, onun ne demek istediğini düşünedursun, adam, tekrar kütüphaneyi karıştırmaya dönmüştü. Kara gözleri hızla etrafı tararken, arada bir Eiros'a da yöneliyordu fakat düşüncelere dalmış olan genç bunu fark etmedi.

Alt dudağının yanını dişleyerek bir süre düşündükten sonra, aydınlanmış bir edayla Neus'a çevirdi başını.

“İyileşme hızımdan!” diye, heyacanla konuştu.

“O-hoo, nereden anladın?” diye sordu, adam.

“Yaraların farklı hızdan iyileşmesinden. Normal bir insandan çok daha hızlı iyileşebiliyorum. Bu yüzden yakın zamanda aldığım yaraların iyileşme oranına bakarak, hangisinin daha yeni ve daha eski olduğunu anlayabilirsin. Aslında bunu diğerlerinde de yapabilirsin fakat aradaki fark ancak günlerle ölçülebilir olduğunda işe yarıyor. Gözüne bir hafta önce yumruk yemiş bir kişiyle, üç gün önce yemiş birisi arasında fark olur. Benim durumumdaysa, saatler bile yaranın durumunu etkiliyor.”

“Doğru,” diye onu onayladı adam “Ama atladığın bir kısım var. Dediklerin bütün yaralar için geçerli değil. Ezilme gibi, morluk yaratan yaralarla hesaplama yapmak daha sağlıklı. Kesiklerin iyileşme mekanizması daha farklı olduğu için, senin durumunda bile düzgün bir ölçüt yaratmıyorlar. Oysa morluk ve çürükler böyle değil. Dikkat edersen, sen de böyle olduğunu göreceksindir; vücudundaki morlukların kimi daha yeni ve hafif, çoğunluğuysa çoktan kararmış ve iyileşmenin rengine bürünmüş. Bu ayrımı aklından çıkarmasan iyi olur.”

“Anladım,” dedi, genç adam.

“Pekala. O zaman neden Engar'ın sana kılıcının kabzasıyla vurduğunu açıklayabilir misin?” diye sordu, Neus.

Gündelik bir sohbet ediyormuşçasına bir rahatlığa sahip olan adamın ruh hali, birdenbire değişivermişti. Kaba ya da tehditkar değildi fakat hissedilir bir otoriteye sahipti. Eiros, bu değişime şaşırmıştı çünkü adamın hep saman altından su yürüten bir tip olduğu hissine sahipti. Gerekli gördüğünde otoritesini konuşturmayı da bildiğini unutmuştu. Bir daha bu hatayı yapmaması için, kendine salıkta bulundu.

“Bilmiyorum. Benden pek hoşlandığını düşünmüyorum,” diye bir itirafta bulundu.

“Öyle mi?” diye sordu, adam.

Uykusuzluktan dolayı altı morarmış, kömür parçasına benzeyen gözlerini kısmıştı. Bir ya da iki saniye devam eden bu durum, Eiros'a çok uzunmuş gibi geldi. Bu sorgulamadan rahatsız olmuştu.

“Neyse! Öyle diyorsan öyledir. Gençler arasında olur öyle şeyler,” diye, tekrar rahat haline dönerek geçiştiriverdi.

Gevşeyerek bir soluk koyuvermek istese de, bunu yapamadı Eiros fakat en azından, küçük gerginlik geçmişti. Yine de, diye düşündü, bunu yapmaya hakkı yoktu. Engar gibi, o da, kendisine boş yere gözdağı vermişti. Bunu anlayamıyordu işte. Bir insan, neden durduk yere böyle bir şey yapma ihtiyacı duyardı ki?

Fareyle oynayan bir kedinin sadistliğine benzetiyordu bu durumu. İnsanlar, güç kullanmaktan hoşlanıyor olmalıydı. Kendisinin başkalarından üstün olduğunu hissettirmenin verdiği hazzı istiyorlardı herhalde.

“Bak,” diyordu kedi, fareye “Ben, seni korkutabilir ve senin acı çekmeni sağlayabilirim. İstersem, bu benim gücümün dahilinde. Ancak, seni yemeyeceğim çünkü ben güçlü ve üstünüm. Yapamayacağımdan değil gerçi... sonuçta, bir lokmaya bakarsın. Pençelerimin keskinliğini ve dişlerimin sivriliğini görüyor musun? Gerekirse ya da öyle arzu edersem, onları her an sana batırabilirim. Senin o acınası kuyruğunu bir savuruşumla kesebilir ya da küçük başını, kuvvetli çenemle kolayca ezebilirim. Bunu bil işte. Bu dünyadaki konumunu bil.”

Eiros, zaten gergin olan bedeninin daha fazla stresle dolduğunu hissetti. Ruhu iki uçtan acımasızca çekilerek gerilmişti sanki. Kalbi, tekrar, düzensizce çarptı ve göğsü sıkıştı. Anlam veremediği bir şekilde sinirlenmişti. Şakaklarından soğuk terler boşanıyor ve elleri titriyordu. Öfke, ona ileri atılmasını ve bağırıp çağırmasını söylüyordu. İsterse, daha önce yapmış olduğu gibi, bu kişileri...

“Neden böyle bir şey yaptın?” diye sordu, Neus'a.

Onu kıracak bir şey yapmak istemese de, sesi sert çıkmıştı. Gerçi, o an bunu umursadığı söylenemezdi. Boğazına kadar gelmişti artık. Önüne gelen herkesin, kendisini tehdit etmesinden sıkılmıştı.

“Ne yaptım?” diye bir soruyla, sakince karşılık verdi adam.

“Beni neden tehdit ettin? Sana neden yalan söyleyeyim? Ayrıyetten sana ne!?” diye, son cümlesinde bağırdı ve ekledi “Engar ile olan biten, onunla benim aramda.”

Bağırışlar üstüne salona giren Engar'ı fark etmemişti genç adam. Elinin tekiyle, ıslak başının arkasını kurulamakta olan kumral genç, bir köşede durmuş ve olan biteni izlemeye koyulmuştu.

“Anladım,” diye yanıtladı, Neus.

Yüzünde ne bir karşı çıkış ne de bir öfke belirtisi vardı. Sanki, kendisine bağırılmış olmasından hiç rahatsız olmamıştı. Hayır, bu yanlış olurdu. Adamın ciddiyetine ve şaşırmamışlığına bakılırsa, bunu bekliyordu.

Söyleyeceğini söylemiş olan Eiros, yavaşça yatıştı ve solukları düzene girdi. Bakışlarının sertliği yok oldu ve kan akışı normale döndü. Sinirden dolayı başlamış olan, başındaki zonklama da epey bir azaldı. Ancak, kalbinin hala çok iyi hissettirdiği söylenemezdi. Çarpıntıları bir gelip bir gidiyor ve midesini bulandırıyordu.

Kendisini iyi hissetmiyordu. Yorgundu ve gücü çekilmişti. Ne yapıyordu ki zaten burada? Doğaüstü bir yerde ve tanımadığı insanlar arasında, bilmediği bir amaç uğruna kendini “geliştirmeye” çabalıyordu.

Bir şey demeden, kendisini koltuklardan birisine bıraktı ve gözlerini kapadı. Yorulmuştu. Çok yorulmuştu... başı hala zonkluyordu. Kalbi, arada bir ağzından çıkacakmış gibi sapıtıyordu. Bu değişimler, gelgitler onu tüketmişti.

Bir süre öyle durdu. Etrafındaki insanların fısıldaştığını duyuyordu. Arada bir, yanından geçen birisinin hışırtısı ve ayak sesleri kulağına çalınsa da, umursamadı. Daha doğrusu umursayamadı. Ayların biriktirdiği gerginlik yüzünden, sanki sonunda içinde bir şeyler kopmuş ve amacını kaybetmiş gibiydi. Amaçsızlığın ve yenilginin getirdiği huzur onu doldurmuştu. Ancak, tabii ki de bu durum böyle süremezdi.

“Eiros,” diyen bir kızın sesini duydu.

Gözlerini açınca, karşısında Kueti'yi gördü.

“Efendim?” diye sordu, bitkince.

“Kalk yatağına git,” dedi kız, yumuşak bir sesle.

“Tamam,” diyen genç, ona uydu.

Bir dakika sonra, üstünü başını değiştirmeden yatağına uzanmış ve uykuya dalmıştı. Kueti, Eiros'un odasından çıkmadan önce ses yalıtımını açmıştı. Böylece, salonun ortasındaki koltuklara dizilmiş üçlünün konuştuklarını duyamayacaktı.

“Sana bunu kaldıramayacağını söylemiştim,” dedi, Engar, onaylamaz bir tonda “O çok zayıf.”

“Zayıflığın olduğu yerde, aynı büyüklükte bir güçlenme potansiyeli vardır,” diye yanıtladı, Neus “Hem senin ses çıkarmaya hakkın yok, sevgili Engar. Kabza darbelerini gördüm. Sadece gerçekten sinirlendiğinde böyle davranırsın.”

“Onun gibi kendisini beğenmiş ve çocukça patlamalar yaşayan birisini sevmemi bekleme benden,” diyen Engar, pek de sinirlenmişe benzemiyordu.

Daha çok, rahatsız olduğu bir durumu doğallıkla ifade eden birisinin basitliğine sahipti; bunları içine atarak, kendisini zehirlemesine izin vermeyen bir kişinin doğallığına.

“Ona bir şans ver, Engar,” dedi, lafa giren Kueti “Kötü birisi değil.”

“Kötü birisi değil mi?” diye sordu, şaşıran Engar “Adam kaç kişiyi öldürdü. Bana, onun iyi birisi olduğunu söyleme.”

“İnsan hayatta kalmak için pek çok şey yapabilir,” diye, sade bir yanıt verdi bunun üstüne, kız.

“Peki komşusuna ne diyeceksin? Hadi Ugi'yle olan savaşında apartmandakiler kazayla öldü ve konakladığı semtte yaptıklarını da oradakiler hak ediyordu. Peki komşusuna ne diyeceksin? Tek suçu kaba olmak olan, masum bir sivilin öldürülmesini de savunacak mısın?”

Kız, bir süre sessiz kaldı. Onun bu sessizliğini yenilgi olarak algılayan Engar, tartışmanın bittiğini düşünse de, yanılıyordu.

“Tek bildiğim, buradaki hiç kimsenin yaptığı her şeyle gurur duymadığı,” dedi.

Engar tam cevap verecekti ki “Buzlu çay!” diyen Neus'un, heyecanlı bağırışıyla yerinden sıçradı. Kueti de, aynı şekilde hazırlıksız yakalanmıştı. Engar yumruğunu sıkmış ve bedeni sıçramak üzere gerilmişti. Kueti'yse, belindeki korumalıkta olan silaha uzanmıştı. Ancak, gelenin Neus olduğunu hemencecik anlayan ikili, rahat birer soluk koyuverdi.

“İnsanların ödünü koparmak hoşuna gidiyor, değil mi?” diye sordu, metal tepsideki fırfırlı pipetlerle donatılmış bardaklardan birine uzanan Engar.

“Kim demiş,” diyen Neus, bıyık altından güldü.

Kueti de uzanarak, kendisine bir bardak aldı. Adamın ne ara salondan kaybolduğunu ve ne ara geri geldiğini anlamamıştı. O kadar derin mi tartışıyorlardı ki, ne o ne de kendisi bunu fark edememişti? Bu seferki iş vereni ve yarattığı ortam gerçekten... farklıydı.

“Çok derin konuşuyordunuz, sizi bölmek istemedim,” diyen adam, kendisi de bir bardak kaparak tekrar koltuğa yerleşti.

“Sen ne diyorsun?” diye sordu, Kueti.

“Neye? Yıldırım konusuna mı? Bence o artık, kendi kendine çözüldü,” diye yanıtladı adam, süslü pipetle derin bir yudum alarak.

“Bu kadar basit mi yani?” diye sordu, içecekten bir yudum aldıktan sonra konuşan Engar.

“Hemen hemen evet,” dedi, çok basit bir şeyi açıklıyormuş gibi davranan Neus “İçindeki öfkeyi yönlendirmeyi bırakıp yüzleşmesi gerekiyordu. Bugünkü davranışı ona bir şeyleri gösterecektir.”

“Neus, yeni katıldığım için yöntemlerini çok iyi bilmiyor olabilirim ama dediğin sence de biraz fazla uçuk değil mi?” diye, bu sefer Engar'a katıldı genç kadın “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”

“Fark etmemiş olabilirsiniz fakat Yıldırım buraya geldiğinden beri daha bir açık ve azimli davranıyor... ona gerektiğinde duymaya ihtiyacı olan şeyleri söylediysem de, övgüyü tamamen üstüme alamam. Yanlış anlamayın, çok güzel bir iş çıkardım,” dedi, kara gözleri gururla parıldayarak “Ama sandığının aksine, içinde onu yönlendiren bir şeyler var. Hayatına devam etmesini sağlayacak bir şeyler.”

“Soyut safsata ve hümanist saflık,” diye geçiştirdi, Engar.

“Hayır, kesinlikle hümanizm değil,” dedi, Neus “Beni daha iyi tanıyor olman gerek, Engar.”

Bunun üstüne, genç adam hafifçe güldü. Önlüklü adam haklıydı. Düşüncesiz davranarak, çok saçma bir şey söylemişti.

“Şimdi ne olacak peki?” diye sordu, Kueti.

“Biz yapabileceğimizi yaptık. İhtiyacı olan 'itkiyi' sağladık. Gerisi Yıldırım'a kalmış bir şey. Kesinlikle durumu iyiye gidecektir demiyorum fakat isterse bunu yapabilir. Ancak, önündeki yol çok çetrefilli ve uzun olacaktır. Belki de hiç bitmez,” dedi Neus.

Üçlü, aynı anda buzlu çaylarından birer yudum aldı.

“Bana bu konuda yardımcı olduğunuz için teşekkür ederim.”

“Biz bir şey yapmadık ki,” diye yanıtladı, Engar.

Cevap vermeyen Neus, kalktı ve hızla dışarı yollandı.

Aklına sonradan gelmiş gibi, küçük bir ekleme yapmayı da unutmamıştı.

“Bardaklarınızı mutfağa bırakmayı unutmayın!”

---

Kapıyı arkasından çekerek çıkan adam, rüzgarın nazik dokunuşunu yüzünde hissetti. Gözlerini kapayarak, kollarını yana açtı ve anın keyfini çıkardı.

“Kendinden pek bir memnunsun bakıyorum,” diye bir ses duyuldu.

Arkasını dönme ihtiyacı duymayan adam, bu kişinin kim olduğunu biliyordu. Yugiera'dan başkası değildi. Kapının yanındaki koltuğa oturmuş olan kadının yanında, bir içki bardağı duruyordu. Uzun bacaklarını rahatça uzatarak olduğu yerde yayılmıştı.

“Neden olmayayım ki?” diye yanıtladı, kara ormana bakan adam.

“Hakkını vermem gerek,” diye itiraf etti Yugiera “Olayı bu kadar iyi idare edeceğini düşünmemiştim.”

“Bu kadar yıldan sonra, benden hala şüphe mi ediyorsun?” diye sordu, dönerek onun yanına oturan Neus.

“Hayır. Benimkilerin daha uyanık olmasını beklerdim,” diyen kadın, içkisinden bir yudum aldı.

“Gözünden hiç bir şey kaçmıyor,” diyen adam, sırıttı.

“Ne sandın?” diyen Yugiera, bardağı adama uzattı “Özlem çeken Kueti ile o çocuğun yakınlaşmasını sağladın ki Eiros birileriyle iletişim kurabilsin. Bir yandan da, Engar ile aralarında sürtüşme olacak bir ortam yarattın. Sivrizeka Engar da buna dünden razıydı... gerçekten utanç verici. Böyle aptalları takımıma aldığıma inanamıyorum.”

“Onlara bu kadar yüklenme, senin dışında birisinin fark etmesi pek zor olurdu,” dedi, yakalandığı için artık bir şey saklama ihtiyacı duymayan adam “Biraz daha karışık tabi. Yıldırım'ın önce bir insanla etkileşmesi gerekiyordu. Bu yüzden, Engar'dan önce Kueti'yle tanışmasını sağladım. Gerçi o kızın konuşmaya istekli olup olmadığını kestiremiyordum fakat aramıza yeni katıldığı için, kendisi gibi 'yabancı' biriyle daha kolay bağ kurdu.”

“Her zamanki gönlü bol ve düşünceli tavrınla, iki yalnızı bir araya getirdin yani,” diye iğlenedi, kadın “Peki ya Engar?”

“Güçlü ve göz korkutan birisi. Eğer aralarında bir gerilim olsa, Yıldırım asla ona karşı çıkamazdı. Engar'sa, ona yüklenmeye dünden razıydı. Burada, benim de devreye girmem gerekti. Patlamaya hazır hale gelmişken daha rahat bir çıkış yolu sunmalıydım ona. Ben de öyle yaptım. Bastırılmış öfkeye sahip herkesin yapacağı gibi, sorunun ana kaynağına yönelmek yerine, daha az tehditkar ve kendisine daha yakın gördüğü kişiye yöneldi.”

İnsanları nasıl yönlendirdiğini rahatça anlatan adamda, en ufak bir vicdan azabı yoktu. Yugiera, onun bu yanından rahatsız oluyordu. Kim bilir kendisini kaç kez manipüle etmişti. Ancak, adamın sadece bu özelliğiyle yargılanamayacağının da bilincindeydi.

“Şimdi ne olacak peki?” diye bir soru yöneltti, adama.

“Diğerlerine söylediğim gibi; Yıldırım, ilerlemek istiyorsa gerçekle yüzleşmeli ve bir şeyleri denemeye başlamalı,” diye yanıtladı.

“Eğer bunu yapamazsa?” diye sordu, uzun kadın.

Kadının elindeki içkiyi kapan Neus, ondan bir yudum aldı ve önünde uzanan geceye baktı. Göğün sınırında belli belirsiz görünen kara bulutlar yakınlaşmaya başlamıştı. Hala ufkun köşesinde olsalar da, eninde sonunda buraya varacakları barizdi.

“Bu ülke... ve bildiğin gibi, başka pek çok yer, karanlığa düşecek,” dedi, sözleri kadar kara bir tonla “Tabii, bunu ona söyleyemeyiz. Henüz değil.”
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 14 Kasım 2016, 21:28:59
Bölüm 32 - Anomali

"Slayt mı hazırlamış cidden?" diye sordu, şaşkınlıkla, Kueti'ye.

Turuncumsu saçlı genç kadın, soruyu soran Engar kadar şaşırmış olsa da sadece başını sallamakla yetindi. Ardından, sağındaki sandalyede oturan Eiros'u gözünün ucuyla süzdü. Öfke patlamasının ardından özür dilemiş olan genç, suskunlaşmıştı. Aradan geçen bir kaç gün süre boyunca sadece çalışmaya devam etmiş ve kızla olan sohbetlerini azaltmıştı. Arada bir sohbet ettiklerindeyse, gözlerini kendisinden kaçırıyordu. Kız, bu davranışın nedenini anlasa da, gencin içine saplandığı utanç -ya da artık hangi duyguysa- çukurundan çıkmasına yardımcı olmak için hiç bir şey yapmamıştı. Sonuçta, adamın kendi hayatı değil miydi?

"Sen ne diyorsun?" diye bir soru yöneltildi, Eiros'a.

"Efendim?" diyen genç. düşüncelerinden sıyrıldı ve Kueti'nin sağındaki Engar'a baktı.

"Neus, diyorum, Neus iyice saçmalamaya başladı. Lisedeymişiz gibi slayt falan hazırlamış bize. Ciddi diyorum, gün geçtikçe bu adam daha da garipleşiyor!" dedi, Engar.

"Fark etmemişim. Öyle herhalde..." diyen Eiros, önündeki manzaraya şöyle bir baktı.

Salondaki kocaman kitaplıklar kaldırılmış ve rahat koltuklar da onlarla beraber, kimsenin bilmediği bir yere yollanmıştı. Sadece, üç gencin oturduğu eski püskü üç sandalye ve genişçe, beyaz bir projektör perdesi vardı. Ancak, ortalıkta bir projektör görünmüyordu.

"Hadi bakalım, kapayın çenenizi artık!" diyen Neus girdi o sırada salona ve ciddi bir tonla ekledi "Ders başladı artık."

"N'apmaya çalışıyorsun?" diye sordu, kaslı kollarını bağdaştırmış olan Engar.

"Güzel bir soru! Ancak, dönemin sonunda alacaksınız bunun cevabını," diye yanıtladı, kıpır kıpır, tahta zeminde dolanan adam.

Kueti, kendisine mi öyle geliyordu bilemedi fakat sanki Neus, gülmemek için kendisini zor tutuyordu.

"Ölene kadar burada mı oturacağız yani?" diye homurdandı, Engar.

"Ah, pardon, benim hatam," diyen önlüklü adam, trajik bir hata yapmışçasına başını salladı "Şu anda ne yapmaya çalıştığımı soruyorsun. Öyleyse sorunun cevabı basit; sizi, birlikte ilk görevinize yollayacağım."

"Kaptan bize böyle bir şey söylemedi," dedi, Engar.

"Sessizlik!" diyen Neus, nereden çıkardığı belli olmayan bir cetveli Engar'a savurdu.

Oturduğu sandalyede geriye yaslanmış ve keyif çatmakta olan genç adam, hazırlıksız yakalanarak dengesini kaybetti ve devrilecek gibi oldu. Ancak, son anda kendisini toparladı ve neredeyse kafasına çarpacak olan cetveli, elinin tersiyle tokatlayarak savuşturdu. Hareketle birlikte uçuş yönü değişerek yere çarpan, otuz santimlik eski tahta cetvel kırılarak ikiye ayrılmıştı.

"Okul malına zarar vermek ha? Cık cık cık... sizin nesil çok şımardı. Eskiden hocalar gökten iner ve öğrencileri gönülleri istediğince döverdi! Ah, nerede efen'im o eski liseler? Ailecek takım elbiselerimizi giyer ve okula giderdik," diye bir nutuk çekiverdi bunun üstüne, Neus.

"Sanırım başım ağrıyor," diye sessizce yakındı Kueti "Bu adamı takip edemiyorum."

"Ama hakkını vermek gerek. İyi taklit yapıyor," diye bir yorumda bulundu, Eiros.

Bir yandan, önünde bir sinirlenen, bir gerinen, bir nutuk atarak kızaran Neus'u izlemeye devam etti. İstemsizce gülümsüyordu bu garip durumu izlerken. Engar'la tekrar tartışmaya girmiş olan adam, bağıra çağıra, ellerini kollarını bir oraya bir buraya savurmaktaydı. Gururla göğsünün kabarması ve önündeki 'gençleri' bariz biçimde küçümsemesi, tam bir lise hocasını andırmaktaydı. Belki de, derse giren müdür yardımcısı demek daha doğru olurdu.

"Bilmem. Okula hiç gitmedim," dedi, Kueti.

"Ciddi misin?" dedi, şaşıran Eiros.

"Evet..."

"Hey hey hey, şu manyakla beni yalnız bırakmayın!" diye isyan etti, Engar.

"Asıl sana hey hey, burada sizi eğitmek için uğraşıyoruz," diye bir çırpıda onu bastırıverdi, Neus.

Eiros, ilk kez Engar'ın gözlerinde bir yardım çağrısı gördüğünü düşündü. Ağzı bir türlü durmayan önlüklü adam, yüksek sesle, alakasız ve rastgele görünen konularda Engar'a nutuk atıp duruyordu hala.

"...sizin okul aile birliğine olan katkınız, yıllık tebeşir giderine vurulunca..." diye bir kısım duydu sadece.

Hafifçe güldü. Yana baktığında, Kueti'nin de sırıtmakta olduğunu gördü. Gururlu Engar, Neus'un abartılı hareketleri ve konuşması karşısında sinmişti. Doğaüstü reflekslerle oradan oraya sıçrayabilen, güçlü kuvvetli genç adam gitmiş ve yerine, ne yapacağını şaşırmış birisi gelmişti. Sorunu, mantıklı olmaya çalışarak, olan bitene bir anlam vermeye çalışmasıydı herhalde. Zira, Neus'un yaptıklarında bir mantık varsa da, onların anlayabileceği bir şekilde işlemiyordu.

"Öyleyse," diyen Neus, durakladı ve konuşması yavaşladı "Derse geçelim mi?"

"Sonunda..." diyen kumral genç, rahat bir soluk koyuverdi.

Önlüğünün cebinden bir cihaz çıkaran Neus, onu havaya fırlattı. Ancak, gri bir küreye benzeyen metalimsi kitle yere düşeceğine, havada asılı kalmıştı.

"Nasıl ya?" diyen Eiros, sandalyede doğruldu ve pür dikkat kesildi.

Cihazdan çıkan ışığa ve bu çok renkli ışığın projeksiyon perdesine vurmasına hiç dikkat etmemişti. Sadece, hiç bir yere temas etmeden, kendiliğinden süzülen bir küreye bakıyordu. Buraya geldiğinden beri ilk kez, ciddi anlamda, bir şeyden etkilenmişti.

"Güzel, değil mi?" diye sordu, Neus.

"Evet," diye yanıtladı, genç adam.

"Ne? Bu eski şey mi?" diye küçümsemeyle ekledi, Engar "Benim geldiğim yerde bunun üç model üstü vardı."

"Peki bunu yapabilir mi?" diye soran Neus, parmağını şıklattı.

Şimşek gibi bir hızla atılan, yumruk büyüklüğündeki gri küre Engar'ın önünde belirdi. Metal cihazın ön yüzündeki siyah ekranda tek bir kırmızı daire ve onun üstünde, aynı renkte bir çizgi belirdi. Eski dijital çalar saatlerin ekranlarına benzetmişti, Eiros.

Onlar izleyedursun, tek çizgi değişerek, ortadan aşağıya doğru büküldü. Neredeyse, kaşlarını çatan, tek gözlü bir canlıya benziyordu.

"Senin amına korum!" diyen kalın bir ses duyuldu.

Küreden gelen ses, metalik bir tona sahip olmakla beraber bir insanınkini andırıyordu. Tonlaması ve tavrı şüphe götürmüyordu; bu küçük ve kalın sesli robot, gerçekten de sinirlenmişti.

"N-ne?" diyen Engar, şaşırmıştı.

"Kes lan!" diyen robot biraz geriledi ve ardından Engar'a doğru atıldı. Robotun saldırı şekli, sadece uçan bir küre olsa da, kafa atan bir kabadayıyı andırıyordu. Engar kaçmaya çabaladı fakat bir sebepten dolayı bunu başaramayarak, alnının tam ortasına yediği darbeyle yere serildi.

Yerde iki seksen uzanan, şaşkın Engar ve onun üstünde gezinen kızgın robotun görüntüsü çok fazlaydı. Dayanamayan gençler kahkahaya boğuldu. Hem Eiros hem de Kueti, katıla katıla gülmekteydi. İkili, bozulsa da bunu çaktırmamaya çalışan Engar'a aldıramıyorlardı. Gözlerinin kenarında yaşlar biriken Eiros, duramadığını fark etti. Nefessiz kalmış ve sürekli kahkaha atmaktan boğazı ağrımıştı. Oysa, durmaya çalıştığında daha çok katılıyor ve yanındaki Kueti'yi de tekrar tetikliyordu.

"Hasiktir, öleceğim sanırım!" diyerek, nefes almaya çabaladı.

Derin derin soluklandı ve durmayı becerebildi. Derken kafasını çevirip, bozulmuş Engar'ı görünce, tekrar ve daha da şiddetli gülmeye başladı.

"Dursana be!" diyen kız, kolunu yumrukladı, bir yandan kendisi de gülüyordu "Senin yüzünden ben de duramıyorum!"

Bir an, duracak gibi olsalar da, robotun önlerinde bitivermesiyle bütün umutları suya düştü.

"Bana mı gülüyorsunuz lan götverenler!" diye, onları azarladı.

Sarsılarak gülmekten dolayı yere düşen Eiros, kapaklanırken Kueti'yi de yanında götürmüştü. Tahta zeminde uzanan gençler gülmeye devam ederken, bu sefer Engar da katılmıştı onlara.

"Ben size yapacağımı biliyorum..." diyen robotun yan tarafında bir bölme açıldı.

İçinden uzun, esnek ve metalik bir kol çıktı. Beş parmağa sahip gri, metal elinde keskin bir kelebek vardı. Kelebeği bir çırpıda ustalıkla salladı ve dijital kaşı, mümkünmüş gibi, daha da çatıldı.

"Eeeveet," diyen Neus, hızla robot ve yerdeki gençlerin arasına girdi "Bay Pandemonium, bu gençlerle bir şeyler konuşmam gerek."

"Elbette, Bay Neus," dedi, sakinleşen robot, ancak ağırbaşlı bir yorum yapmadan da edememişti "Fakat onları gözüm pek tutmadı. Özellikle şu kumral kafayı."

"Dikkat ederim, Bay Pandemonium," diye yanıtladı, Neus.

"Ahh... karnım ağrıyor," diyen Kueti, kikirdeyerek doğruldu.

"Başımı vurmuşum," diyen Eiros, yarı acı yarı sırıtışla başının arkasını tuttu.

Kueti gülmekten dolayı terlemiş ve açık tenli yüzü nemlenmişti. Şekilli ve yumuşacık görünen dudaklarına renk gelmişti. Gülmek, kıza gerçekten yakışıyordu. Ya da en azından Eiros böyle düşündü.

"Karnım yanıyor," dedi, sert tavrını yitirmiş ve gözünün kenarındaki yaşı silmekte olan Engar.

"Her şey yerli yerindeyse, asıl konuya geçelim artık," dedi, Neus.

Kısa bir sürede, gençler sandalyelere geçti. Zira adamın ses tonu ciddiydi. Onların bir kaç adım ötesine giderek durdu.

"Bildiğiniz gibi son bir kaç aylık süre Yıldırım'ın eğitimiyle geçti. Engar ve ben bu konuyla meşgulken, Yugi ise benim için başka bir şey yapıyordu. Bölgedeki anomalileri araştırmakla görevlendirmiştim onu. Şimdi, siz ikiniz anomalileri biliyorsunuz fakat Yıldırım'ı bilgilendirmek gerek."

Sonunda, ayların ardından bir şeyler öğrenecekti.

"Bay Pandemonium," diye rica etti, Neus.

Robottan çıkan ışık dalgası projeksiyon perdesine vurdu. Küçük birer kısımları kesişen iki tane küme görünüyordu.

"Dünyamız," dedi, Neus "Aslında iki tane dünyadan oluşuyor. Birisi, insanların hakimiyet sürdüğü düzlem. Diğeriyse Ugilerin düzlemi. Her düzlemin kendi fizik yasaları var. Normalde ayrı olan bu düzlemlerin kesiştiği belli bölgeler var ve bu bölgelerde, iki düzlemin yasaları birbirine karışarak bizim 'anomali' dediğimiz şeyi oluşturuyor. Sana bir şeyi çağrıştırdı mı?"

"Evet, eğitim yaptığım şelaleye benziyor," diye yanıtladı, Eiros.

"Haklısın, şelale bir anomali aslında fakat sadece bununla sınırlı değil. Bütün bu gördüğün çevre, bir anomali cebi. Yani iki dünyanın kesiştiği bir alan," dedi, Neus.

Genç adamın şaşkınlıkla gözleri büyümüştü. Bir yandan çok mantıklıydı. Etraftaki ormanın normal olmadığını ve bir çok garip olaya tanık olduğunu biliyordu fakat bu kadar kapsamlı bir şey olabileceğini hiç düşünmemişti.

"Anomali cebi ne?" diye sordu.

"Geleceğim. İki dünyanın kesiştiği söylemiştim," dedi Neus ve slayt değişti.

Bu sefer, bir sürü küçük nokta gösteriyordu.

"Bu iki düzlemin kesişmesi tek bir büyük alan şeklinde gerçekleşmiyor. Yani, iki boyutlu kümelerden bekleyeceğin gibi bir şekilde değil. Çok boyutlu herhangi bir varlığın sergileyeceği gibi, daha farklı kuralları izliyor. Kısacası, anomali bölgeleri dağılmış durumda. Senin, içindeki Ugiyle karşılaşman da bu sayede gerçekleşebildi. Onunla ilk karşılaştığın gün, bir anomali cebine rastlamış olmalısın. Bu şekilde seninle iletişim kurup, bedenine girebildi.

"Bunu nasıl anladın?" diye sordu, genç adam.

"Çünkü," diye yanıtladı, beyaz önlüklü adam "Ugiler kendi düzlemleri dışında, tek başlarına var olamaz. Bunun için konak bedenlere ihtiyaçları var."

"Anlamıyorum... benim kaldığım mahallede hiç de anormal bir durumla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Koskoca fizik yasaları değişse fark ederdim herhalde."

Aşağı yukarı denileni anlasa da, bir şeyler oturmuyordu.

"Bütün anomaliler aynı özellikleri sergilemiyor. Hatta bir anomali cebinin içinde bile, bölgesel olarak bunlar değişebiliyor. Örneğin, buradaki şelalede görülen özellikler, bizim anomali cebinin başka hiç bir kısmında görülmüyor," dedi, Neus.

"Peki Ugiler bu anomalilerde var olamaz mı?" diye sordu, Yıldırım "Ne de olsa, iki düzlemin kesiştiği yerler. Düzgün bir anomali cebi bulabilirlerse, bir insan konakçıya gerek duymamaları gerekmez mi? İçimdeki Ugi, İblis, burada bana ihtiyaç duymamalı."

Kueti'yle Engar, şaşırarak ona baktı ve aralarında fısıldaştılar. Ancak, Neus böyle bir soru bekliyora benziyordu.

"Belli cepler için dediğin geçerli, ancak bizimki biraz... farklı. Sana garanti edebilirim ki, benim isteğim dışında hiç bir Ugi burada, öz formunda, kendini gösteremez. Ancak, bu son dediğine bir yanıt değil, Yıldırım. İçindeki Uginin seni terk etmek istediğini düşünmüyorum çünkü Ugilerin düzleminden insanlarınkine geçiş varken, tersi bir durum söz konusu değil. Eğer seni terk ederse, yeni bir insan bulana kadar o anki anomali cebinde sıkışıp kalacaktır. Hem, bir tür anlaşma yapmış olmalısınız," dedi.

"Evet..." diye, cevapladı. Unutmamış olsa da, aklının bir kenarına itmişti bu bilgiyi. Hatırlamaktan hoşlandığı bir şey değildi "... yaklaşık on ay önceydi. Bir yıllığına ruhumu ona kiraladım."

"Kiraladın mı?" diye lafa girdi, Engar "Neus, böyle bir şey mümkün mü?"

"Olabilir..." diye yanıtladı, düşünceli görünen adam "Çok sık olmasa da, tarihte örnekleri var."

"Saçmalık," dedi, Engar ve sandalyesine çöküp, kollarını kavuşturdu.

Etrafına bakınan adam, ne Neus'un ne de Kueti'nin bu tepkiye şaşırmamış olduğunu gördü. Demek ki, Engar hakkında bilmediği kişisel bir mesele olmalıydı. Düşününce, Empusa denen şeytan ona melez demişti...

"Yugi'nin benim için etraftaki anomali ceplerini araştırdığını söylemiştim," diye konuya döndü, Neus "Kaptanınız aşağıdaki şehirdeki bütün dikkate değer bölgeleri buldu. Sizden istediğim, bunları araştırmanız."

"Ne arıyor olacağız?" diye sordu, Kueti.

"Ana meseleye geliyoruz böylece; bu ülkenin hükümetiyle Ugilerin işbirliği yaptığı kanaatindeyim. Eğer doğruysa, daha önce görülmemiş bir durumla karşı karşıyayız," dedi, adam.

"Bunun ima ettiği şey..." dedi, tekrar konuşmaya katılan Engar.

"Evet, Ugiler strateji değiştiriyor olabilir. Bunun doğru olup olmadığını, ne boyutta olduğunu ve amaçlarını öğrenmemiz gerek. Ugilerle yaptıkları işbirliği sadece kişisel bir boyutta da olabilir. Bu, tarihte sık sık görülen bir şey fakat bunların hepsini düşünüp, boğulmanıza gerek yok. İlk göreviniz, sadece anomali bölgelerine uğrayıp, alan taraması yapmanız. Kaptan yanınızda olamayacak çünkü onun uğraşması gereken başka bir iş var fakat Bay Pandemonium, benim halefim olarak yanınızda gelecek. Sıradışı herhangi bir durum olursa ona bildirin ki, bana iletebilsin."

"Basit bir keşif görevi demek ki," dedi, Engar.

Slayt değişti ve bir fabrikayı gösterdi...
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 16 Kasım 2016, 17:21:29
Bölüm 33 - Hassas

"N'apıyor o amına koduklarım?" diye sordu, dükkanının önünde dikilen adam.

Sakalını sinirle sıvazlarken, yanındaki arkadaşına yöneltmişti soruyu. Cevap vermesi biraz uzun sürdü çünkü orucunu daha yeni açmış olan gömlekli adam, geviş getire getire bir hurmayı çiğniyordu. Gerçekten kutsal meyveler olmalıydı bunlar. Televizyondan duyduğuna göre besin değeri çok yüksekti ve aynı zamanda peygamberinin de en çok sevdiği yiyeceklerden biriydi. Bir hikmetini biliyormuş ki seviyormuş, diye düşündü. Cevap vermeden önce, içeride çantalar ve giysilerin asılı olduğu mekana şöyle bir göz attı. Tezgahın üstündeki hurma kutusuna bakmıştı. İçinde bir kaç tane kalmıştı. Şimdi, dikkatini sinirle soluyan kara sakallı arkadaşına çevirebilirdi.

"Müzik mi ne dinleyeceklermiş," dedi ve son bir kez çiğnedikten sonra lokmasını yuttu "Bira da varmış."

"Öyle mi?" diyen sakallı, bu işareti bekliyormuş gibi hızla yan dükkana yöneldi.

"N'abıyon lan?" diye sordu, gömlekli.

"Ben onlara yapacağımı bilirim!" diye bir yanıt geldi.

Olayı pek umursamayan gömlekli, içerideki tezgaha yönelip kutuyu açtı ve iştahla bir hurma daha aldı. Bu esnada, beyaz kutunun üstündeki yabancı dilde bir kaç yazı gözüne çarpmıştı. Her düzgün çocuk gibi, o da küçüklüğünde bu kutsal dili öğrenmek için kursa yollanmıştı. Aklına upuzun ve gür mü gür, simsiyah bir sakala sahip olan hocası geldi. Adam, gayet sakin birisiydi ve mahallesinde herkes tarafından saygı görüyordu. Ağzını açtığında o kadar güzel sözler dökülüyordu ki, başka semtlerden bile onu dinlemeye gelenler oluyordu. Bir seksenlik ve hafifçe kambur olan bu hocanın irfanı tartışmasızdı. Aynı zamanda, yumuşak başlılıktan kaynaklanan, gereksiz bir zayıflığa da sahip değildi. Yeni zamanlara uymak için, kitabı ve sözleri bilerek yanlış yorumlayan zayıf hocalar gibi değildi. Hayır, tam tersine her zaman tek bir doğru yol olduğunu söylerdi. Bu dine ve mezhebe mensup olmayanların tamamı yanılıyordu ve doğru yola getirilmeleri gerekiyordu. Tabii, bu doğru yolun ne olduğu koşullara göre değişirdi; daha "dolaylı" yollarla çalışmak ve onlarla, yani diğerleriyle barış yapmak gereken zamanlar da vardı, aynı zamanda gücün daha doğrudan ve yararlı şekilde kullanabileceği anlar da vardı. İkincinin bir an önce gelmesi için, adam ve öğrencileri kaç kere birlikte dualar etmişlerdi. Kollarını göklere yükselten adam, ardından vücudunu yere kapayarak kaç kere yaratıcısına yalvarmıştı. İşe yaramış olmalı ki, yaklaşık son on beş yıldır, hakkaniyete ve erdeme sahip kişiler baştaydı.

Bir öğrencinin, o zamanlar kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda, yani on civarında olan bir oğlanın hocaya bir soru yöneltmesini hatırladı. Neler dediğini tam olarak hatırlayamıyordu fakat içeriği unutmamıştı; bir arada yaşamayı öğrenmenin ve insanları bir inanca zorlamamanın daha iyi olup olmadığını sormuştu.

Bu kadar bilge birisine, böyle bir soru sorulmasından oradaki her çocuk korkmuştu fakat adam bağırıp, çağırmak yerine gayet sakin kalmıştı. Oturduğu yerden bir milim bile oynamadan, çocuğa doğrultmuştu bakışlarını. Sanki onun ruhunun içine bakıyordu.

"Peygamberimizin de istediği budur," demişti "Ve insanlığa vakt-i zamanında bunun için çok fazla şans tanınmıştır. Ancak, insanlar her seferinde bu iyi niyeti kötüye kullanmış ya da cahilliklerinden anlamamıştır. Eğer böyle yapmasalardı, bütün dünya Yaratıcı'nın yolunu görürdü ama böyle değil, değil mi?"

Çocuk, başını sallayarak onu onayladı. Adam, sesi tutkuyla yükselerek devam etti.

"Çünkü insanlık, Yaratıcı'nın barışçıl yollarını kibir ve cehaletle geri çevirdi. Doğru yoldan yüzlerini çevirdiler ve kendilerini günaha boğdular amma velakin, için rahat olsun! Bir grup mümin, bizim gibileri, doğru ve adil olanı o zaman görebilmişti ve hala da görüyor. Bizim zamanımızın gelmesi yakındır! Ve o zaman geldiğinde, kısa bir süreliğine savaş olacak. Kayıplar vereceğiz, ki şimdiden bunu düşününce içim parçalanıyor. Ancak, bütün o şehitler cennetin en güzel nimetleriyle ödüllendirilecek ve bu topraklarda, artık adalet hüküm sürecek. İşte o zaman.... işte o zaman...."

Adam, duyguyla tıkanarak bir süre durakladı.

"İyi ve doğrunun her zaman karşısında kötülük olmuştur. Bunu barış kisvesi altında yapanlar vardır. Onlara kanan cahiller vardır. Bizim görevimiz, ödevimiz, bu yalancılara ve bilmezlik içinde gerçeği inkar edenlere karşı çıkmaktır. Barışçıl olabilirdik ve ödevimizi bu şekilde yerine getirebilirdik fakat onlar, barış adı altında bizi uykuda tutmaya çabalıyorlar. Bu yüzden, bizim gibileri, bu dünyaya gönderilmiş en hoşgörülü dine mensup kişiler bile, onlarla gerçek bir barış yapamaz. Bu, onların kötülüğüdür, bizim değil."

İşte bu düzgün tutumu ve bilgeliği yüzünden, adamın adını karalamaya çalışanlar da olmuştu. Küçük bir kız öğrenciyle zorla ilişkiye girdiğini, hatta bunu yıllardır başkalarına da yapmakta olduğunu söylemişlerdi fakat kimse onlara inanmamıştı. Yazık, çocuklara bu yalanları söylemeleri için baskı bile yapmıştı bu planlar kuranlar. İnsanların bir şeyleri öğrenmesini ve doğru yolu görmelerini istemiyorlardı. Böyle iğrenç bir yalanla, hocanın çabalarını baltalamayı denemişlerdi fakat müminler tek bir beden olarak, bu yalana, irfan sahibi hocanın küçük çocukları siktiği yalanına inanmamıştı. Şimdilerde de, benzer yalanlar duyulmaya başlanmıştı. Ülkenin orasında burasında ya direkt yalan söyleniyor ya da tek bir istisnayı büyüterek, bu çok görülen bir şeymiş gibi insanlara sunmaya çalışıyorlardı. İnsanların öğrenmelerini istemiyordu bu yalancılar.

Hurmaları yiyen adam, hocasının hayatta olmasını diledi. Öyle olsaydı, bu güzel günleri görebilirdi. Tabii, çatışmalar ve hainler her yerdeydi fakat doğru yolun savunucuları, her zamankinden daha güçlüydü. İçten hainler ve dıştan düşmanlar ne denerse denesin, durdurulamazlardı.

Adam, hafızasını zorladı ve kutunun üstündeki yazıyı okumaya çabaladı. Bir şirketten bahsediyordu. Reis-i cumhurun bu şirketten bahsettiğini duymuştu bir yerlerde. Onları epey bir övmüştü. Bu duruma şaşırmadı. Ne de olsa, liderleri her zaman düzgün müminleri arayıp bulmuştu. Şirkete helal etti parasını, kendi kendine ve onların iyiliğini diledi. Bu mübarek ayda, bir müminden daha aşağısı da beklenmezdi.

"Birader!" diye bir ses geldi dışarıdan.

Sakallı ortağının sesiydi bu. Dükkanın önüne çıkan gömlekli, onun yanında yirmi kişi daha gördü.

"Hayırdır?" diye sordu.

"O şerefsizlere bir ders vereceğiz," dedi, sinirle soluyan adam "Burası neresiymiş anlayacaklar. Yok öyle yavşaklık. Bu kadar geniş insanlar değiliz biz!"

Adamın elindeki sopayı fark etti. Diğerlerinin elinde de tahta, metal vb. şeyler vardı. Gözlerinde, öfke ve tek doğru yola karşı çıkanlara karşı nefret vardı. Haklı bir nefret. Kötüden nefret etmenin hiç bir zararı yoktu ne de olsa; hepsini, bütün bunları ve daha fazlasını hak ediyorlardı.

"Bekle de ben de bir şeyler bulayım," diyerek dükkana yöneldi.

"Merak etme, seni de düşündüm," diyen sakallı, ona da bir sopa uzattı.

"Ulan ne adamsın," diye gülümsedi ve sopayı aldı.

"Hadi beyler. Şu orospu çocuklarına bu ülkede kimin borusunun öttüğünü gösterelim!" dedi, sakallı ve hedef dükkana yöneldi...

---

"İçkili müzik dinletisi yapan kafe saldırıya uğradı. Belediye başkanı, olanları barışa suikast olarak değerlendirdi."

Sabah gazetesini okuyan oval yüzlü Empusa, kendi kendine sırıttı.

"Neye gülüyorsun?" diye sordu, masanın karşısında oturan, kalıplı bir adam.

"Hiç. Bu ülkeyi ve içindeki insanları gerçekten seviyorum," dedi, gazeteyi katlayarak masaya koydu ve yedi ayrı çekirdek cinsinden üretilmiş kahvesinden bir yudum aldı. Ortalama bir insan, aldığı maaşla bu kahveyi ancak ayda bir-iki kez içebilirdi fakat neyse ki, Empusa için para hiç de bir sorun değildi.

"Sabah sabah nereden doğdu içine?" dedi takım elbiseli, Empusa'nın solunda oturan bir kadın.

Diğer üçü konuşmamış olsa da, yüzlerindeki ifadeden eğlendikleri belliydi. Beşlinin tamamı, Empusa'nın ağzının içine bakmaktaydı. Bu masanın başının kim olduğu, çok açık bir şekilde ortadaydı.

"Bu kadar çürümüş bir yeri, dünyanın başka bir tarafında çok zor bulurum çünkü," dedi, çarpıkça sırıtan kadın.

"Bu konuda sana ne dediğimi hatırlatırım," dedi, masanın karşısındaki adam "Ülkemizin dünyada tek olduğunu söylemiştim."

"Ve haklı çıktın, Fırtına," diye onayladı Empusa.

"Elbette," dedi adam, kendinden emin bir şekilde "Yan firmamızın hurma satışları patladı. Üstelik, eskisinden çok daha pahalıya ve daha kalitesiz mallar satıyoruz. Klasik arz-talep mantığına göre bunu başaramamış olmamız gerekiyor fakat doğru kişileri birazcık ödülle teşvik ederek, denetimlerde bir-iki oynama sayesinde, her şeyin üstesinden geldik. Bir kaç yıla, bu alanda tekel olacağız."

"Parmağın nasıl?" diye sordu, masadan başka birisi.

Biraz zayıfça bir adamdı. Empusa'nın karşısındakinin, kalıplı adamın kendi kendisini övmesinden sıkılmıştı. Zira, yan firmadan sorumlu olan bu yarmaydı.

"İyi, hayatım. Sorduğun için teşekkürler," dedi, saçları beline kadar uzanan kadın.

"O çocuğun peşinden gitmeyi düşünüyor musun?" diye devam etti, zayıf adam "İstersen senin için ben bulabilirim."

Kalıplı adam, yüzünde onaylamaz bir ifadeyle ona bakıyordu. Kaslı kollarından birisi seğirdi. Onun, Empusa'yı bu şekilde etkilemeye çalışması komik olsa da, sinirine dokunmuyor değildi.

"Madem konu açıldı, benim için yapabileceğin bir şey var..."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 19 Kasım 2016, 16:14:57
Bölüm 34 - Yol

Arabayı süren Engar'a bakıyorum. Kendinden emin görünüyor. Onun yanındaki koltuktan oturan Empusa ise her zamanki gibi sakin ve uzaklarda. Pencereden dışarıya bakıyor ve gelen geçen arabaları gözlüyor. Yüzündeki ifade, yolculuğa çıkan uslu bir çocuğun merağına benziyor; durgun fakat orada.

Ben ise, alışkanlık olduğu üzere arkadayım. Şikayet ettiğimden değil, yüksek hızda yanlarından geçtiğimiz arabaların kırmızı ve sarı ışık huzmeleri, ve onlarla karışarak bir ezgi salan güçlü motor sesi benim için de rahatlatıcı. Kontrolu başkasına bırakmak ve arkama yaslanmakta belli bir çekicilik yok değil. Hatta bunu epey sevdiğimi söyleyebilirim. Küçüklüğümden beri, arabaları sevmişimdir. Araba tutkunu olduğumdan değil. İnsanı, insan deniziyle boğan toplu taşıma araçlarını da sevmiyorum. Hayır, yolculuklarda arka koltuğa geçip, etrafı izlemeyi kastediyorum. Öndeki yolcu koltuğu da olmaz çünkü bu sefer şoförle sohbet etmek zorunluluğu doğuyor. Ben böyle iyiyim... ya da öyle düşünüyorum. Yani, şu andaki durumda iyiyim fakat -bu bayağı benzetme affedilecek olursa- hayatımın bir temsili olan bu durum beni çeşitli duygular içinde bıraktı.

Neus'a patlamamış olmam gerekiyordu, bunu biliyorum. Öfkemin hedefi Engar olmalıydı; beni bilerek küçük düşüren ve insana acı vermekten zevk alan Engar. Tabii, bundan da artık o kadar emin değilim. Algılarıma artık güvenemiyorum. Diğer insanlardan farklı bir şekilde dünyayı gördüğümün çok uzun süredir farkındayım ve bunun övünülecek bir şey olduğunu düşünmüşümdür. Oysa, belki de gerçek bu değildir. Belki de, hastalıklı bakış açım beni kaçabileceğim acılara yönlendiriyor.

Kulağa çok içgörü sahibi ve güzel bir aydınlanmaymış gibi geliyor, değil mi? Bu yanlış yönlendirilmiş öfke patlamam sayesinde, neye dönüşmüş olduğumu göreceğim ve hayatım değişecek. Dibe vurmuş bir kişinin, insana ilham veren değişimi! Bunlar çok güzel fikirler olsa da, sorun şu ki, bu tarz anları yüzlerce kez yaşadım ve sonunun nereye varacağını biliyorum. Hayat, bir kaç bölümde bütün sorunların çözüldüğü bir dizi değil. Döngüden kurtulmanın bir yolu yok...

"Görev hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sordu, Eiros.

"Pek de zor bir şey olacağını düşünmüyorum," dedi Engar, güven dolu bir sesle "Fakat bu gardımızı düşürmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Çaylakların en çok yaptığı hatalardan birisi budur."

"Beni mi kastediyorsun?" diye sordu, genç adam.

"Ortalıkta başka çaylak göremiyorum," diye yanıtladı, Engar.

Sesinde küçümseme vardı.

"Kessene şu tavırlarını," dedi, bir çırpıda Yıldırım "Canımı sıkıyorsun."

"Efendim?" diyen Engar, aynadan ona baktı.

Kendisine kenetlenmiş kahverengi gözlere bakınca, içinde belirmeye başlamış olan öfke daha da büyüdü fakat kendini kaybetmedi.

"Beni rahatsız ediyorsun," diye yanıtladı "Bu tavrını hak edecek bir şey yapmadım."

Sert konuşmuş olsa da, gereğinden fazla bir çıkış yapmamıştı.

"Tamam," dedi Engar, gözlerini tekrar yola doğrultarak "Bu kadar rahatsız olduğunu bilmiyordum."

Kan akışı hızlanmış olan Eiros, kulaklarının hafifçe zonkladığını duyumsadı fakat durulmaya başlamıştı bile. Bu kadar mıydı gerçekten? Bir bağırış çağırış ya da kavga bekliyordu. Hatta işin sonu fiziksel boyuta bile varabilirdi. Oysa, bu adam hiç de öyle davranmamıştı. Bir şeyler garipti, bu kadar kolay olmamalıydı.

Arabaya rahatsız edici bir sessizlik çökmüştü. Kendi davranışları yüzünden olmalıydı. Belki de, Engar ve Kueti, şu anda onun bu salak çıkışını ve kendisinin ne kadar gereksiz olduğunu düşünüyorlardı. Kapılar üstüne geliyormuş gibi hissedince bir pencere açtı. Hızla içeri dolan hava yüzünü okşadı ve ciğerlerini doldurdu. İyi geçmişti karşılaşma. İyiydi. Kueti'ye baktığında, hala dalgınca dışarıyı izlemekte olduğunu gördü. Engar da yola odaklanmıştı. Ben bir malım, diye düşündü. Küçücük bir şey için neler yaşamış ve ne kadar acılar çekmişti. Yine de, sevinçten öte yorgun hissediyordu kendini.

Bölüm 35 - Fabrikaya Giriş

Dört bir yanda koyu yeşil çam ağaçları doluydu. Gecenin ışıksızlığıyla iyice karanlık bir tona bürünmüşlerdi fakat Eiros, içindeki Ugi sayesinde edindiği yetilere daha iyi bir gece görüşünün de eklenmiş olduğunu fark etti. Çok bir fark olmasa da, etraflarındaki çimenleri ve ağaçların tonunu seçebilmekteydi ve kadının takmış olduğu başlığın göz kısmında iki adet bozuk para gibi görünen yeşil camları seçebiliyordu. Yere yatmış olan genç kadın, bir kaç dakikadır ilerideki fabrikaya bakmaktaydı. Görünürde bir dürbün ya da bir şey kullanmıyor olsa da, pür dikkat kesilmiş bir şekilde üç yüz metre ötedeki tepenin dibine kurulmuş olan binalara odaklanmıştı. Eiros'un anlayabildiği kadarıyla, kendilerinin konuşlanmış olduğu tepeye en yakın tarafta yeni bir inşaat vardı. Bir kaç yüz metre uzunluğundaki, dikdörtgen şeklinde açılmış çukurun dibine açık gri beton döktürülmüştü. Sağından solundan peydah veren, içi çelik çubuklarla dolu sütunlara bakılırsa henüz daha yeni başlanmış olmalıydı. Onun hemen yanında ve kendilerine daha uzak olan taraftaysa, lacivert ve kenarları ışıklandırılmış fabrika dikilmekteydi. Kimi kısımları çelikten, kimi kısımlarıysa betondan yapılmışa benziyordu. Sanki eski ve uyduruk bir bina tekrar el değiştirmiş ve restore edilmiş gibi. Fabrikanın yüz, yüz elli metre kadar üstündeyse bir tane daha küçük yapı bulunmaktaydı. Aşağı yukarı beş yüz metrelik, ağaçlarla kaplı tepenin eğimi düşünülürse pek akıl karı değildi fakat doğayı pek seven insanlar, ona yakın olmak amacıyla bu tarz evleri dikmeyi pek severdi. Ağaçlık bir tepe bulur ve reklamlarda "Doğanın içinde bilmem ne rezidansları!" diye bas bas bağırarak, kestikleri ağaçların yerine diktikleri evleri sunarlardı. Bu evler satıldıktan sonraysa, yavaş yavaş siteler genişler ve daha çok ağaç kesilirdi. Git gide artan ve yayılan beton yığınları, kanser gibi, ağaçları yok ederek durduralamaz bir şekilde yayılmakla kalmazdı. Aynı zamanda, ele geçirilmiş bölgelerdeki kesilen ağaçlardan elde edilen odunları da kendi yapılarında kullanırlardı. Coğrafyayı değiştirerek, ağaçlara besin sağlayan toprağı kirletir ve zehirler, derelerin akışını keserek kendi barajlarında toplarlardı. Vücuttaki damar sistemini ele geçirmiş bir tümör gibi, bu suları kendilerini beslemek için kullanırken, diğer hayat biçimlerinin yavaş yavaş, sürünerek ölmesine yol açarlardı. Ardından, medeniyetin yayılması denilen metastaz gelirdi... insan buydu işte; kanser hücrelerinin nukleusundaki nükleotid parçacıkları.

"Dört tane nöbetçi var. İki tanesi mavi fabrikanın o taraftaki bekçi kulübesinde oturmuş sohbet ediyorlar. Yakın zamanda kalkacağa benzemiyorlar. Bir tanesi fabrikanın etrafını turluyor, diğeriyse inşaatın oraları," diye rapor verdi, Kueti.

Kızın iki yanında uzanan adamlardan, Engar bir soru yöneltti.

"Ne taraftan girebiliriz?"

"Hem fabrikanın hem de inşaatın etrafı yüksek tellerle çevrili. Üstlerinden geçebiliriz ama biraz uğraştırıcı olur ve yakalanabiliriz fakat inşaatın arka tarafında, tepeye bakan kısımdaki tellerin bir kısmı hasar görmüş. İnşaattan kaynaklanıyor olmalı. Küçük olsa da, teker teker geçebileceğimiz kadar genişlik var," diye yanıtladı kadın.

Yavaşça doğruldu ve çömelir pozisyona geçti. Sırtındaki keskin nişancı tüfeği, Eiros'un hatırladığından daha farklı görünüyordu. Kısalmış ve bazı kısımları sanki içe katlanmıştı. Taşıması ve gizlemesi böyle daha kolaydı.

"Tamam. O zaman tek sıra halinde aşağı inelim ve tepenin arka tarafından dolanıp, üstüne çıkalım. Oradan tekrar gözetlersin ve bekçi uzaklaşınca tellere gideriz," dedi, Engar.

Eiros'u kurtarmak için çıktıklarında üstünde olan siyah ve sıkı giysiyi giymişti. Lafını tamamladıktan sonra maskesinin ağızlığını çekti ve sadece kahverengi gözleri açıkta kaldı. Eiros da kendi başlığını çekerek saçlarını gizledi ve harekete geçmiş ikilinin peşine koyuldu. Gecenin kendisi kadar sessiz hareket eden Engar ve Kueti'yi izlerken biraz zorlanıyordu. Arada bir ayağını bir yerlere sürttü. En sonunda bir dala basıp da çıtırtısı yankılanınca, Engar arkaya döndü.

"Sahada hayatta kalmak için güçten daha fazlasına ihtiyacın var. Ne zaman ne yapacağını ve kendi sınırlarını bilmek gibi. Bize yetişemiyorsan söyle," dedi fısıltıyla, yumuşak olmayan fakat sakin bir tonda.

"Yetişebilirim," dedi, Eiros.

Ona bir an baktıktan sonra, Engar tekrar önüne döndü ve ilerlemeye devam ettiler. Fazladan çaba harcayan Eiros, öncekine kıyasla -onlar kadar olamasa da- daha sessiz bir şekilde devam etti. Nihayet ilk hedeflerine vardıklarındaysa kendisini yere attı ve rahatça soluklandı.

Kara ve sık ağaçların içinde görünmezlerdi. Yıldızsız gökyüzünde tembelce sarkan ay pek parlak değildi. Toprakla bir olmuş üçlüyü hiç bir şey göremezdi. Önündeki bir taşın yanına sürünerek giden Kueti, onun yanındaki küçük bir çalı kitlesinin arasına başını soktu. Arkalarında bir yerde, bir kaç yüz metre uzakta bir gece kuşunun ötüşü duyuldu ve tepelerin arasındaki boşlukta yankılandı. Ardından, sessizlik tekrar çöktü. Eiros, görevi unutsa neredeyse huzur verici bulacaktı o anı.

"Gidelim," dedi Kueti sessizce, yarım saat sonra.

Hızla aşağı inmeye koyuldular. Bir-iki dakika içinde tellerin oraya varmışlardı bile. Kadının dediği gibi, metal tellerin toprakla kesiştiği yerde küçük bir aralık bulunmaktaydı. Bir kişinin sürünerek zar zor geçebileceği kadardı. Bir kelime bile etmeden, önce Engar geçiverdi. Esnek ve atletik adam hiç zorlanmamıştı. Peşisıra Kueti izledi. Sırtındaki tüfeği çıkarıp, boşluktan Engar'a yollamış olan kadın, adama göre daha yavaş olsa da yine de kısa bir sürede diğer tarafa ulaştı. Sıra, Eiros'a gelmişti. Sırtındaki kabzadaki kılıcı Kueti gibi vermeyi bir an düşündüyse de hemen vazgeçti. Kadının silahı kadar büyük değildi ve onu engellemezdi. Yere uzanarak toprakla bir oldu ve sürünmeye başladı. Öğrenmiş olduğu gibi, kalçasını yukarı kaldırmadan önce bir dizini ileri atıyor ve hemen diğeriyle takip ediyordu. Elinden geldiğince hızlı davranmaya çalışıyordu ve çabası sonuç vermişti. Hem enine hem de boyuna dar olan deliği yarılamıştı bile. Ancak devam etmeye çalışınca bir şeyin onu geride tuttuğunu fark etti. Zorladığındaysa hafif bir ses çıktı ve duraksamak zorunda kaldı. Kafasını çevirip baktığında, belindeki kılıfta duran silahın tellere yapışmış olduğunu gördü. Geriye gidebilirse onu kurtarabilirdi. Böylece, kendini dışarı itmeye çabaladıysa da, bu sefer kılıcın kabzası tellere sıkıştı. Kafasını çevirip, soran gözlerle Engar'a baktı.

Adamın gözlerinde ne olduğunu anlayamadı fakat adam, Kueti'ye döndü ve onun ne demek istediğini anlarmış gibi görünen genç kız, inşaatın ötesini gözlemeye koyuldu. Hızla hareket eden Engar, Eiros'a işaret edip belindeki silah kılıfını gösterdi ve kendisi de, sıkışmış adamın sırtındaki kabzadan çıkıp göğsünün orada buluşan dört şeridi izledi. Onların birleştiği kopçayı buldu ve açmaya koyuldu. Ancak, biraz süreceğe benziyordu çünkü hem kopça kendi kendine açılmasın diye karmaşık üretilmişti hem de adamın konumu çok elverişsizdi. Ellerini boşu boşuna toprak ve Eiros'un göğsü arasındaki sınırlı hacimde hareket ettirmeye çalışıyordu.

Adamlar uğraşırken, Kueti'nin Engar'ın omzuna dokunmasıyla üçünün de dikkati ileri yöneldi. Bir bekçi üstlerine doğru geliyordu. Onları görmüş olamazdı fakat yüz metre kadar sonra bir şeylerden şüpheleneceği kesindi. Kueti elleriyle bir takım işaretler yaptı ve en son işaret parmağıyla "iki" rakamı oluşturduktan sonra inşaatın içine inmeye koyuldu.

Neus'un verdiği haberleşme derslerini daha iyi dinlemiş olmayı dileyen Eiros, kızın ne dediğini tam anlayamamıştı fakat anladığı kadarıyla, bekçinin iki dakika içinde onları görebileceği söylüyordu. Uğraşmayı kesen Engar da kızı izleyerek inşaata indi ve böylece, Eiros'u geride bıraktılar. Bir anlığına korkar gibi olan Eiros, silahını çıkarıp çıkaramayacağını merak etti fakat bir an sonra, bu düşünceyi ciddiye bile almamıştı. İkilinin kendisini bırakmak gibi acemice bir işe kalkışmayacağını biliyordu.

İnşaatın başlangıcına, kendisinden bir kaç yüz metre uzağa varmıştı şimdi bekçi. Gölgeler içinde olsa da, kendi tarafı daha iyi aydınlatılmış olan Eiros, adamın onu görmesinin an meselesi olduğunu anladı. Ancak, adam bir adım daha atacakken temelin oradan fırlayan iki figür adamı yakaladı. Engar, adamın arkasına geçerek ağzını tuttu ve Kueti, silahına davranmış olan adamın ellerini yakaladığı gibi bileklerinden tersine bükerek başparmaklarıyla bastırdı. Adamın gövdesinin kasılmasına bakılırsa, hayli bir acı verici bir hareketti. Ancak, Engar'ın cebinden çıkardığı bir şeyi boynuna enjekte etmesiyle, bekçi hızla gevşedi ve bir kaç saniye içinde kendinden geçti.

Onu inşaatın içinde güvenli bir yere gizleyen ikili döndüklerinde, Eiros'u kurtulmuş ve teli geçmiş halde buldular.

"Bir daha," dedi Engar, öncekiden daha sert bir tonda "Böyle bir şey olmayacak. Kendi egonu bir kenara bırak ve biraz büyü!"

Adamın haklı olduğunu bilen Eiros, tek bir kelime etmeden kafasını kıpkırmızı bir utanç içinde sallamakla yetindi.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 23 Kasım 2016, 19:09:51
Bölüm 36 - Fabrika

"Kimi zaman, hayatında öyle bir şeyle karşılaşırsın ki, bu olay seni sonsuza kadar değiştirir ve bunu bilirsin. Bir daha asla aynı olamayacağını, dünyaya aynı şekilde bakamayacağını bilirsin. İnsanlar farklıdır, hayvanlar farklıdır, hatta bizzat evrenin dokusu farklıdır o noktadan sonra. Bu, gerçeğin gücüdür. Kimsenin bulmaması gereken bir gerçeğin... ve ben, o yerde bu gerçeği buldum."

"Çıkarın lan beni artık!" diye boğuk bir isyan sesi duyuldu.

Lacivert binanın içine girmiş olan üçlü bir anlığına şaşırmış olsalar da, hepsi sesi tanımıştı.

"Onu unutmuşum," derken, özür dilercesine omuzlarını silkti Engar.

Cebinden küçük ve gri bir küre çıkardı ardından. Küre yavaşça genişleyerek, asıl boyutunu aldı. Bay Pandemonium'un bizzat kendisiydi bu.

"Gerizekalı gençler... akılları hep beş karış havada," diye söylendi, sentetik ses fakat homurdanmaya devam etmedi. Zira, görevinin ve içinde bulundukları yerin farkındaydı. Bunun yerine, Eiros'a bir soru yöneltti.

"Ne tarafa gitmeyi planlıyorsunuz?"

"Bilmem," dedi, Eiros "Onları izliyorum sadece."

Bu esnada Engar ve Kueti sessizce, loş, beyaz ışıklandırmaya sahip koridorda ilerlemekteydi. Eiros ile Pandemonium da, onların peşine takılmıştı. Yavaş yavaş ilerleyen grubun önündeki ikili sade ve etkili hareketlerle yol almaktaydı. Koridorda herhangi bir dönüş yapmadan önce, köşeyi, mutlaka hem görsel hem de sessel olarak kontrol ediyorlardı. Adımlarında herhangi bir sarsaklık ya da çekince yoktu fakat mantıklı ve kontrollu bir temkinle doluydular. Özellikle, tek sıra halinde ilerleyen dörtlünün önündeki Engar, mükemmel bir şekilde yağlanmış bir makine gibi hareket ediyordu. Bir sonraki dönemeci kontrol etmek için yeltendi.

"Biliyor musun?" diye sessizce, metalik sesiyle sordu Eiros'a, Pandemonium "Bay Neus seni bu göreve sadece gözlem yap diye yollamadı."

Engar bir el işareti yaptı. Bu seferkini anlayabilmişti Eiros. Durmalarını söylüyordu. Adam, ardından seri bir şekilde, ikinci ve üçüncü bir el işareti yaptı. Kueti'nin ince fakat sıkı kaslarının gerildiğini gördü. Kendisi de gerilmişti çünkü bu işaretler, onlara, ileride iki tane gardiyan olduğunu söylüyordu. Bu tarafa gelmekteydiler. Kat etmiş oldukları koridorun uzunluğundan dolayı, geriye gitmek için artık çok geçti. Beklediler ve beklediler. Siyahlara bürünmüş Engar'dan bir işaret daha geldi ve ardından bembeyaz bir ışık, Eiros'un gözlerini kamaştırdı. Ne olduğunu dahi anlayamadan, bir takım ayak sesleri ve yere düşen iki adet kitlenin sesi duyuldu. Her şey bir saniye içinde olup bitmişti. Bir bağırış sesi bile duyulmamıştı.

Görüşü tekrar yerine geldiğinde, Engar ve Kueti, iki bedeni yerde sürüklemekteydi. Onu azarlamamış olmalarına şaşırmış olsa da, bunların normal kişiler olmadığını tekrar hatırladı. Görev bilincine sahip, soğukkanlı, paralı askerlerdi.

"Onlar...?" diyecek oldu fakat sorusu yarım kaldı.

"Hayır," diye yanıtladı, üstündeki ninjamsı giysiden dolayı sadece kahverengi gözleri görünen Engar "Fakat çok uzun bir süre kendilerine gelemeyecekler."

Yanında taşıdığı şırınganın, iki tanesinin haznesi boşalmıştı. Adamları bayılttıktan sonra, boyunlarından enjekte etmiş olmalıydı. Eiros, onların yardımına koştu ve Kueti'nin sürüklediği bekçinin ayaklarından tuttu. Kısa bir sürede, onları yakındaki bir odanın içine kapamışlardı.

"Bu iyi değil," dedi Engar "Şimdiden üç kişiyi etkisiz hale getirmek zorunda kaldık ve bu adamlar normal bekçiler değil."

"Nereden anladın?" diye sordu, Eiros.

"Ateşli silahları var," diyerek, adamların kemerlerindeki kılıflarda duran tabancaları işaret etti "Burada kesinlikle bir şeyler dönüyor."

"Katılıyorum. Burasının sadece bir inek aşılama merkezi ya da o tarz bir şey olması gerekiyordu," diye, onu onayladı Kueti.

"Görünüşe göre kaptan haklıymış. Neus, bizi ilginç bir yere yolladı," diyen Engar, odadan çıktı.

Ardından Kueti yollandı. Eiros da hareketlenmişti ki, Bay Pandemonium önüne geçerek onu durdurdu.

"Bay Neus'un sana iletmemi istediği bir mesaj var," dedi.

"Niye diğerlerinin yanında söylemedin?" diye sorguladı, Eiros, doğal olarak.

"Çünkü onları ilgilendirmiyor, hele o kumral pezevengi," dedi, kaba ve kalın bir sesle "Bak, evlat, bugün burada önemli bir seçim yapman gerekebilir. Bu artık yeni güçlerinle oynayabileceğin bir çocuk oyunu ya da öyle sorumsuzca bir şey değil. Bir ergen gibi duygularının kölesi olarak hareket edemezsin."

"Biliyoru--" diyordu ki, lafı yarıda kesildi.

"Hayır, bilmiyorsun. Farkında olsaydın, Bay Neus bana bunları iletmemi söylemezdi. Sen artık sıradan bir velet değilsin, vücudunda farkında olmadığın değişimler var."

"Psst!" diye seslendi, Kueti, kafasını kapıdan uzatarak.

Ona acele edip, yanlarına katılmasını söylüyordu.

"Bir dakika," diyerek onu geçiştirdi, Eiros ve kız tekrar çekilince Bay Pandemonium'a yaklaştı.

"Ne gibi değişimler? Neden Neus bunları bana en başta söylemedi?"

"Bak, gülüm, bunların sırası değil şimdi. Siz salak savsak yol alırken analiz yapmakla meşguldüm. Burada çok güçlü ve farklı bir anomali olma ihtimali var ve bu, seni belli açılardan zayıf kılıyor. Eğer tekrar kendini kaybeder ve bir çocuk gibi sağa sola saldırırsan, bu sefer benliğini tamamen kaybedeceksin..."

"Çok süper," diye, bu sefer Eiros, söylendi.

"... lakin!" diye devam etti, Bay Pandemonium, birleşik dijital kaşları kalkarken, tek gözü önemli bir şey söyleyecekmişçesine genişlemişti "Bundan korunmanın bir yolu var. Bu yüzden, eğitimini biraz erkene almak gerekecek. İçindeki Ugi'ye söz geçirmeyi öğrenmen ve onun gücünü kullanman gerekecek."

"Ne? N-nasıl? Hayır!" diye, karşılık verdi, korkuyla gözleri büyüyen Eiros.

Tekrar o bağımlılığın pençesine düşme düşüncesi, onu ölümden bile daha çok korkutmuştu. O ruhlardan, acınası ve sefil ruhlardan biri olabileceği düşüncesi, midesini ve kalbini içgüdüsel bir korkuyla dolduruyordu.

"Kendi topla, lan!" diyen, Bay Pandemonium, yanında hızla açılan bir kompartımandan çıkan mekanik eliyle onu şamarı indirdi.

Canı pek yanmamış olsa da, bu hareket sayesinde Eiros kendine gelmişti. Ancak öfkelenmişti de.

"Bir daha böyle bir şey yapma," dedi, robota, burnundan soluyarak "Kimse yüzüme dokunamaz."

"Elbette, Yıldırım," dedi, Bay Pandemonium.

Bu sefer, sesinde, efendisi Neus'tan bahsederkenki halini andıran saygıyı andıran bir ton vardı.

"Dediğini nasıl yapacağım?" diye sordu, öfkenin verdiği enerji sayesinde özgüvenle dolan Yıldırım.

Bay Pandemonium, açıklamaya koyuldu...

---

Bir süre sonra odadan çıkan Eiros, ikilinin yok olmuş olduğunu fark etti. Onu bırakıp, görevlerine devam etmiş olmalıydılar. Kendisini beklemiş olmalarını dilese de, bunun artık bir önemi olmadığını fark etti. Tek başınaydı ve bu onu korkutsa da, onları bulması gerekiyordu. Derin bir nefes alıp cesaretini toplamaya çalıştı. Ancak bu hareket hiç bir işe yaramamıştı. Ne yapacağını bilemediğini fark etti. Kendisine ne yapmasını söyleyecek birisi olmadan, dünyada bir başına kalmış bir çocuk gibi hissediyordu.

Yalnızdı. Yine, ayak uyduramadığı için terk edilmişti. Bir korku ve aşağılık duygusu içini kapladı. Babası aklına geldi. Onu nasıl da...

"Eiros!" diye keskin bir fısıltı duydu.

Rahatlayarak kafasını çevirince, koridorun sonundaki odadan kafasını çıkarmış olan Kueti'yi gördü. Ona utanç veren bir minnet duygusu, genç adamın içini kapladı. Ancak, bu dünyada yalnız olmadığını hatırlamak, içindeki gerilimi bir miktar rahatlatmıştı. Evet, bunu başarabilirdi. Başarması gerekiyordu. Başarısız olamazdı.

"Beynimi sikeyim," diyerek, koridorun sonuna yollandı ve düşüncelerini bastırmaya çabaladı fakat bu, tam tersi bir etkiye yol açmıştı.

Düşünce bombardımanı tekrar onu ele geçirdi. Ya başaramazsa? Ya ayrı düşüerse? Ya da tekrar Empusa gibi birisiyle karşılaşırsa? Hem de tek iken. Hem İblis'i nasıl kontrol edecekti? Onun kendisini kullanmasına izin mi vermeliydi? Hayır, böyle bir şey olamazdı. Ona boyun eğmek demek, benliğini kaybetmek olurdu. Peki bir anlaşma daha yapmak? Hayır hayır. Off, Ugi ona ne kadar kızgın olmalıydı. İnsanüstü bir varlığı, üstüne üstlük içinde yaşayan bir tanesini kızdırmıştı. Ama Neus ona inanıyordu ve Neus aptal birisi değildi. Hatta tam tersine çok zekiydi. İcatları ve çok farklı alanlarda yaptığı çalışmalar bunu gösteriyordu. Çalışma demişken, o kadar farklı konuda uzmanlaşmayı nasıl tek bir hayat süresine sığdırmıştı? Hem o kadar yaşlı da görünmüyordu. Ama kendisi, asla o kadar yaşlanamayabilirdi. Bu geceki savaşı kaybederse, böyle bir seçeneceği olmayacaktı. Uyuşturucu bağımlılarından binlerce kat daha beter ve sonsuza kadar sefil bir hayatla cezalandırılmış olan o ruhların arasına katılacaktı. Sonsuza kadar yaşamak fikri, içinin ürpermesine yol açtı. Kesinlikle, bir gün ölmek istiyordu. Bu iğrenç hayat sona erdiği gün, içgüdüsel çırpınmaları haricinde, ömrünün en güzel günü olacaktı...

Neus'un, yakın bir zamanda kendisine dediği bir şeyi hatırladı.

"Bir insan, kalbinde çarpıntı olduğunda, ne olup bittiğini bilmezse paniğe kapılabilir fakat eğer bunun o gün içtiği kahveden ya da benzer bir sebepten dolayı gerçekleştiğini bilirse, yani nedenini bilirse böyle olmaz. Her insana, zaman zaman, gerginken ya da sıkılmışken düşünceler üşüşür ve bu çok doğal. Sen de böylesin fakat tek farkın, çok düşünen birisi olman ve gelişmiş bir beyine sahip olman."

Evet, bu doğruydu. Sadece beyni fazla çalışıyordu ve şu an korkmuştu. Düşünceleri bastırmaya çalışmasının bir anlamı yoktu. Bastıramazdı da. Bu olayın, çok düşünmesinin adı ne olursa olsun, her zaman fazla düşünen birisi olmuştu ve böyle olmaya da devam edecekti. Bunu değiştirmeye çalışmak, kendi varlığının bir parçasını kesip atmaya benziyordu. İyi ya da kötü, onun bir parçasıydı.

Farkındalıkla beraber gelen kabullenme sayesinde, omuzlarından bir yük kalktığını hissetti. Düşünceler hala aklına üşüşüyordu üşüşmesine fakat eskisi kadar rahatsız edici değillerdi.

"Bak sen şu işe," dediğini duydu Engar'ın, kendisi odaya yeni varmışken.

Sesi keyifliye benziyordu. Ofis tipi ahşap bir masanın üstüne ellerinin ayalarını dayayarak eğilmiş, bir haritayı incelemekteydi.

"Ne oldu?" diye sordu, Eiros.

"Sonunda teşrif edebildin," diye alaya aldı onu Engar fakat sesinde aşağılama yoktu.

İki paralı askerin birbirine attığı bakışı kaçırmamıştı, Eiros. Bay Pandemonium ile önemli bir şeyler konuştuğunu biliyor olmalıydılar. Aynı zamanda, bunun Neus'un bir direktifi üstüne olduğunu da kesinlikle anlamışlardı.

"Haritaya bir göz at," diye devam etti, Engar.

Eiros baktıysa da bir şey göremedi fakat mutlaka bir gariplik olması gerekiyordu. Yoksa... tabii ya! Bakışlarını, yeni bir şey keşfetmiş olmanın verdiği heyecanla genç adama çevirdi. Ninjanın kahverengi gözleri de heyecanla parıldıyordu. Ancak, kendisininkinin aksine bunlar tehlikeli ışıltılardı. Öğrenmenin verdiği hazzın değil, tehlikenin vaat ettiği adrenalinin göstergeleriydi.

"Oraya nasıl gireceğiz?" diye sordu, Eiros.

"Aklımda bir iki numara var..." diye gizemli bir şekilde göz kırptı, genç adam.

---

"Bu muydu yani?" diye geçirdi içinden, Eiros.

Fabrikaya girmek için telin altından süründükleri boşluğun yakınındaydılar. Çukur halindeki inşaat alanının köşesinde, on beş dakika kadar önce paralı askerlerin bekçiyi indirdiği karanlık köşenin orada dikiliyorlardı. Engar, pembe ışın çubuklarından, ucu yassı bir levye yaratmış ve onunla, inşaat temelinin zeminine oturtturulmuş, ilk bakışta fark etmesi çok zor bir kapıyı zorluyordu. Yerle bütünleşik, betondan yapılmış kapı bir-iki inledi fakat normal bir insandan daha güçlü olan adamın gücüne dayanamayarak yerinden çıktı. Bu anı bekleyen Eiros, tuttuğu gibi onu yan tarafa ittirdi.

İşi biten Eiros, nedense içinden gelen bir iğneleme isteğiyle ağzını açtı fakat bundan vazgeçerek, bakışlarını Kueti'ye doğrulttu.

"Düz müz, işe yaradı," dedi, kız fakat o da gülümsemeden edememişti.

Zaman kaybetmeyen üçlü, içinden kızıl ışıkların süzüldüğü boşluğa atladılar. Bay Pandemonium da girdikten sonra, beton kapağı tekrar yerine yerleştirdiler. Eiros, etrafına bakınca klostrofobik birinin burada anında bayılacağını düşündü. Bulundukları yer, iki metre uzunluğunda ve bir metre genişliğindeydi. Duvarlardaki lambalardan gelen kızıl ışık, zaten dar ve yeraltında olan bu yere, daha da boğucu bir hava veriyordu. Bir kaç adım sonra, kablolar ve çeliklerle kaplı tavandan aşağı çıkıntı yapan kolona çarpmamak için Engar ve Eiros başlarını eğmek zorunda kaldı. Ardından, iki tarafa ayrılan bir koridora çıktılar.

Sol tarafa bakan Eiros'un gözleri genişlerken, gözbebekleri küçüldü. Upuzun koridorun, sağ yanını oluşturan duvara boylu boyuna sıvanmış kızıl, kahverengiye çalan bir leke görmüştü. Bunu, yeterince yakından tanıyordu. Bu rengi kendisi, yakın zamanda yeterince yaratmıştı.

"Kan..." diye fısıldadı fakat kelime, duvarlardan yankılanarak kulaklarını dolduran bir ses tarafından yutulmuştu.

Yankılana yankılana iyice boğuklaşan bir böğürtüydü bu. İnsana ya da bilindik herhangi bir hayvana ait değildi. Bu dünyada yaşamış ve de yaşayabilecek herhangi doğal bir canlıya ait değildi. Hayır, bu, var olmaması gereken bir şeydi.

Etrafına bakınca, Kueti'nin silahını sırtından çıkararak bir düğmeye bastığını gördü. Silah bir klik sesi çıkararak, açıldı ve uzadı fakat normal boyutuna ulaşmadan durdu. Bir kaç klik sesi daha duyuldu. Üniformasının yanından yeni bir şarjör çıkaran kadın, onu taktı ve silahın namlusuna yeni, daha farklı kalibredeki mermiyi sürdü. Silahı tam-otomatik moduna geçirmişti.

Engar'ın kollarını yanlara savurmasıyla beraber, giysisinin yenlerinden, iki adet kalın bıçak birer şlink sesiyle beraber belirdi. Bileğinin üst tarafından çıkan beyaz metaller neredeyse eli kadar kalındı ve otuz santim civarındaydılar. Hafif pembe ışıltı, yine, keskin kenarlarını kaplamıştı. Eiros da onu izleyerek, sırtındaki kılıcını bir çınlama sesiyle çıkardı ve çift elle uzun kabzayı kavradı. Boğuk bir böğürtü daha, yankılanarak onlara ulaştı. Bu sefer daha yakından gelmişti. Alnında soğuk terlerin biriktiğini hisseden adam, soluklarını disiplinli bir şekilde düzenleyerek sakinliğini korudu. Bu esnada Engar dikkatlice eğildi ve kulağını yere dayadı. Rolünü bilen Eiros, onun önüne geçti ve ön tarafı tuttu. Kueti ise arkalarındaki koridoru tutmuştu. Disiplini elden bırakmadan devam eden Eiros, soluklarını iyice yavaşlatıp, derinleştirdi ve Engar'ı olabildiğince rahatsız etmemeye çalıştı. Aynı zamanda çirkin yüzünü göstermeye başlamış olan paniği bu şekilde kontrol altına alıyordu. Bir böğürtü daha duyulmamış olsa da, adam bir kaç saniye sonra ayağa kalktı ve fısıltıyla konuştu.

"Şimdilik güvende olmalıyız. O şey her neyse bizden uzaklaştı. Burada neler olduğunu bilmiyorum ama öğrenmek bizim görevimiz. Keşif ve araştırma hala önceliğimiz, çatışmadan uzak durmaya çalışın ve gizliliğe öncelik verin. 'Ayrılırsak daha çok alanı daha hızlı tararız' saçmalığını duymak istemiyorum. Ne olduğunu bilmediğimiz bir tehdit var. Bu yüzden, ne olursa olsun birbirimizden ayrılmıyoruz."

"Bir şey eklemem gerek, Engar. Daha önce söylemem gerekirdi fakat aklımdan çıkmış. Pandemonium burada güçlü ve farklı bir anomali bulunduğunu söylemişti," dedi, Eiros.

"Aşağılık herif! Neus'tan bunun hesabını soracağım," diye bir küfür savurdu Engar fakat gözleri tekinsizce parıldayarak devam etti "Son bir şey daha var... eğer o şeyle karşılaşırsak, onu bana bırakın."

Ardından harekete geçtiler. İlk güzergahları olan sol taraftaki koridordan ilerliyorlardı. En önde Engar, ikinci sırada Eiros ve en arkada Kueti vardı. Böylece ön ve arka tarafı en güvenilir kişiler korumuş oluyordu. Pandemonium ise etrafta gezinerek, gözlem yapıyor ve sağdan soldan örnekler topluyordu. Onlar konuşurken de duvardaki kurumuş kan lekesinden bir parça almıştı. Bir ara, istemsiz olarak Eiros'un gözü arkaya kaydı ve dar başlığın yeşil yeşil parlayan göz kısımlarının arkasında, nedense endişeli bir ifade olduğunu hayal etti. Ve bu endişe, sadece ne olduğunu bilmedikleri düşmanları için değil gibiydi. Eiros tekrar önüne döndü ve Engar'ın sırtına baktı.

Koridor gittikçe aşağı iniyordu. Bir süre sonra, yerin metrelerce altındaydılar. Hava boğucu, nemli ve oksijensizdi. Kızıl ışıklar, onları dar bir bağırsak gibi saran duvarlara ve içinde zar zor ilerleyebildikleri boşlukta süzülen her bir gaz atomuna kadar işlemişti. Kafasını tavana çarpmadığı halde, Eiros yemin edebilirdi ki tavan daha da alçalmıştı. Yanlarındaki duvarlar, gözlerinin kenarından ona doğru hareket geliyordu. Kafasını salladı ve giysisinin boğazlığını çekiştirerek terlemiş tenini rahatlatmaya çalıştı. Bu da yetmeyince kafasındaki kapişonumsu başlığı gergince geriye attı. Kabzayı sıkmaktan, ellerinin boğumları beyazlamıştı. Bir böğürtü daha duyuldu, bu sefer çok daha yakındı. Engar'ın bıçaklı kollarını yükselttiğini gördü. Sonunda o an yaklaşmaktaydı. Dört koridorun birleştiği bir yol ağzına varmışlardı. Vücudundaki bütün kasların gerildiğini duyumsadı. Ardından bir, hayır tamı tamına üç böğürtü daha geldi. Ancak bu seferkiler, yankı değillerdi. Gözleri fıldır fıldır, bir çırpıda dört yola da baktığında, duvara yansıyan dört adet gölgenin sahibi olan yaratıkların yaklaşmakta olduğunu gördü. Kapana kısılmışlardı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 25 Kasım 2016, 21:46:11
Bölüm 37 - Kayıp

"Öff... bu ses de ne? Rahatsız edici. Saatim olmalı herhalde... evet, evet. Saatim olmalı. O zaman neden susmuyor? Çünkü susturmadım, doğru ya. Ama benim saatim böyle çalmıyordu ki. Haa, hatırladım. Neuslarlayım şu an, kendi alarmımı kullanmıyorum... ama bir dakika... Neuslardaki saat de böyle çalmıyordu. O zaman bu ses ne?"

Gözlerini karanlığın içine aralayan genç adam, bir şey göremediğini fark etti. Bunun yerine, burnuna kesif bir küf ve nem kokusu dolmuştu. Biraz sonra, içindeki Ugi'nin gücünden payını almış gözbebekleri, karanlığa uyum sağlayarak küçüldü ve az da olsa görebilir hale geldi. Etrafına göz attığında, basık, koyu renkli kayalar gördü. Başını yukarı çevirdiğinde, uzaklarda bir yerde belli belirsiz bir yarık gözüne çarptı.

Ayağa kalkmaya davrandığında, başının, sırtının ve kuyruk sokumunun feci şekilde ağrıdını duyumsadı. Acıyla nefesi kesildi ve durakladı. Elini başının arkasına götürdü ve ıslak, yapış yapış bir şeye dokundu. Kendi, kısmen kurumuş, kanıydı bu.

"Hassiktir... neler oldu?" dedi, kendi kendine.

Hatırlayamıyordu. Başı, içinde bir topaç varmış ve dönerken, beyninin eksenini kaydırıyormuşçasına dengesizdi. Görüşü bulanıklaşır gibi olduysa da hemencecik düzeldi. İyileşmeye başlamış olmalıydı. Bunun üzerine, artık kalkabileceğinde karar kılan adam tekrar yeltendi. Bu sefer doğrulabilmişti doğrulmasına ama ayağa kalkınca kaburgalarında ve omurgasında büyük bir acı hissetti. Tekrar, metrelerce yukarıdaki tavanda bulunan yarığa baktı. Oradan düşmüş olmalıydı. Yarıktan hafif bir kızıl ışık gelirken, olan biteni biraz hatırlar gibi oldu. Dört koridorun kesiştiği yerde kısılmaları aklına geldi. Peki ya ondan sonra ne olmuştu?

Kafasını ne kadar zorlarsa zorlasın, hiç bir işe yaramıyordu. Bu yüzden, hafızasını değil, mantığını kullanması gerektiğinde karar kılsa da, ondan önce yapması gereken başka bir şey vardı. Bütün uzuvlarını ve parmaklarını teker teker yokladı. Hepsinin tam olduğunu anlayınca rahatlayarak bir nefes koyuverdi. En azından bedeni hala bütünlüğünü koruyordu, berelenmiş ve büyük ihtimalle kimi yerleri kırılmış olsa da.

Sıradaki iş, nerede olduğunu anlamaktı. Yarıktan gelen kızıl ışığa bakılırsa, koridorların aşağısında bir yerlerde olmalıydı. Ancak, koridorların zaten yer altında olduğu düşünülürse bu çok garipti. Fabrikanın inşaatının içine gizlenmiş bir yerde olduklarını biliyordu ve bunu yapan kişiler, koridorlara sahip yeri bir şekilde fark ettirmeden inşa etmeyi başarmışlardı. Koridorların da aşağısında başka bir bölme daha olması, hele bu kadar aşağıda, metrelerce derinlikte, pek olası değildi. Yani, mağara türü bir yerde mi bulunuyordu? Gizlenmesi için büyük çabalar harcanan bir yerin inşaatının çürük bir zemin üstüne yapılması pek olası gelmedi. Demek ki, özellikle bu mağaraların üstüne yapılmış olmalıydı.

İkinci bir nokta, onlara saldırmış olan gölgelerin sahiplerinin ne olduğuydu. Bunu bilmiyordu fakat girişte gördüğü kan lekelerine bakılırsa, binayı inşa edenler için işler planlandığı gibi gitmemiş olmalıydı. Başka bir deyişle, gölgelerin sahipleri yanlış gitmiş bir şeyin sonucuydu...

Üstlerine koşturan şey, kaslı bacaklarını yere her vurduğunda koridor inliyordu. Yani, dumanın içinde buraya kadar sinsice, yavaş bir şekilde yaklaşmış olmalıydı. Arkasındaki diğer iki hayvanın çıkardığı gürültü de kesilmişti.

"Bir aldatmaca!" diye bağırdı Engar.


Tekrar dönen başını tutan Eiros, odaklanmak için gözlerini kapadı. Allak bullak hafızası, ona anlık da olsa net bir anı sunmuştu.

Bu yaratıklar, diye düşündü, fabrikayla bir alakaları olmalı. Peki fabrika tam olarak ne yapıyordu? Büyükbaşlarla alakalı bir şeydi. Hah, inek besliyorlardı. Aynı zamanda onları aşılıyorlardı. Peki bu durumla, bu bilginin ne tür bir alakası olabilirdi? Yoksa...

"Oha," dedi kendi kendine, duraksayarak.

Ama bu düşünceyle beraber, her şey yerli yerine oturuyordu. Mantığını ve düşünce zincirini kontrol ederek, vardığı sonucun ne kadar olası olduğunu hesaplayınca, bayağı yüksek, hatta en yüksek olasılık olduğunu da doğruladı. Bu gizli üste, inekler üstünde bir deney yapılıyor olmalıydı ve bu deney korkunç bir şekilde yanlış gitmişti. Ancak, bu her şeyi açıklamıyor hatta cevapladığından daha fazla soruya yol açıyordu. İnekler üstünde yapılan deneyin tam içeriği neydi? Neden yapılmıştı? Deneyin arkasındakiler kimlerdi? Deneyin, garip anomali cebiyle alakası var mıydı ve varsa tam olarak ne idi? İçinde bulunduğu mağaranın bu işte payı neydi?

Bütün bu sorular kafasında, yakalaması imkansız sinekler gibi gezinip durdu. Oysa, ne kadar kafa patlatırsa patlatsın, şu anki bilgi durumunda bir cevap bulamayacağını biliyordu. Geriye tek ve en önemli şey kalmıştı; buradan nasıl çıkacaktı?

"Yürüyeceğim herhalde," dedi, kendi kedine, hafifçe gülerek.

Ancak boşlukta yankılanıp, değişip, kalınlaşarak kendine ulaşan küçük kahkaha susmasına yol açtı. Burada bir şey varsa onu uyandırmak istemezdi. Gerginliğini almak için böyle saçma sapan, çocukça dürtülere kulak vermesi başını daha da çok belaya sokardı. Hatta şu anki durumunda ölümüne bile yol açabilirdi. İçindeki dürtüsel çocuğu azarlayarak, ona haddini bildirdi. Ne de olsa, şu an, daha deminki gibi aptalca davranma lüksüne sahip değildi. Bay Pandemonium'un dediği gibi, olgun olmalıydı.

Böylece, nemli ve boğuk havanın içine yürümeye koyuldu. Ağrı ve acılarından dolayı yavaşça yol alıyordu. Omurgasındaki acı özellikle hoşuna gitmemişti. Kemiğin içinden mi yoksa kaslarından mı geldiğini anlayamıyordu. Eğer o bölgede bulunan kaslardan ise iyileşme gücüyle kısa sürede kendisini toparlayabilirdi fakat diğer türlüyse, hiç bir zaman iyileşemeyebilirdi bile. Ugi gücünün ne kadar etkili olduğunu bilmiyordu. Bu konuda, merak ettiği bir başka şey ise, İblis'in gücünü kullanmayı bırakmış olduğu halde neden hala iyileşme gibi güçlere sahip olduğuydu. Bulduğu cevap, güçlerinin pasif ve aktif şekilde ayrılıyor olması gerektiğiydi. Dalınç gibi yetenekleri aktif bir çaba gerektirirken, iyileşme ve gece görüşü gibi olanlar pasif şekilde hep arka planda açık kalıyordu.

Adım adım ilerleyen adam, aşağı doğru indiğini fark etti. Hava, her adımında gittikçe boğuklaşıyordu. Nem oranı artıyor olmalıydı. Ugi bedeninden dolayı üşümese de, mağaradaki havanın epey bir serin olduğunu da hissedebiliyordu. Bir süre sonra, kulağına bir takım sesler çalınmaya başlamıştı. Tıp tıp tıp... bir şeyler damlıyordu. Bunun sebebini, kayalıkların daraldığı bir noktadan yan yan geçtikten sonra anladı. Kendisini geniş bir bölmede bulmuştu. on metreyi aşkın bir yükseklikteki tavandan aşağı uzanan sarkıtların ucunda biriken damlalar, aşağı düşüyor ve bomboş mağarada yankılanan sese kaynaklık ediyorlardı. Ancak, şaşırtıcı olan şey bu değildi. Kesinlikle hayır.

Garip olan şeylerin başında, öncelikle, adam sarkıtlara ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, damlama sesinin artmamış olması geliyordu. Hatta bir sarkıtın dibine girdiğinde bile, hiç bir değişiklik olmamıştı. İlk anda ne kadar fazla ses çıkarıyorlarsa, şu an da, tamamen aynı miktarda ses çıkarıyorlardı.

"Anomali cebi..." diyerek, bir an önce kendisine yöneltmiş olduğu lafları unuttu.

Bütün kargaşa ve bilinmezliğin içinde bile etkilenmişti.

İkinci olarak, sarkıtlardan damlayan şeyin su olmadığını fark etmişti. Mavi-yeşil, cambögeği rengi bir sıvıydı. Sarkıtların rengi sıvıyla hemen hemen aynıydı. Sadece daha koyu renkliydiler. Sarkıt oluşumuna dair bildikleri, bunun nedeninin, sudaki minerallerin sarkıtlarda daha yoğunlaşmış şekilde bulunmasından dolayı olduğunu söylüyordu. Demek, kendi dünyasının fizik yasaları bu konuda hala geçerliydi... büyük ihtimalle. Bilmediği bir anomali mekanizması da buna sebep oluyordu belki de.

Üçüncü şeyi ise, sıvıya elini soktuğunda fark etmişti. İçindeki bir şey, bir dürtü, ona bunu yapmasını söylemişti. İlk başta karşı koymaya çalışmış olsa da, bir süre sonra dayanamayarak, heyecanlı fakat yapacağı şeyin sonuçlarından çekinen bir çocuk gibi, parmağını, ucundan, sıvıya değdirmişti. Bir şey olmadığın anlayınca, sarkıtlardan damlayan sıvının oluşturduğu camgöbeği gölcüğe elini, ardından da dirseğine kadar kolunu daldırmıştı. Aşağı yukarı on beş metre uzunluğunda, beş metre genişliğinde olduğunu tahmin ettiği gölcüğün sıvısı, deride değişik bir his bırakıyordu. Sudan çok daha kaygandı. Sanki elde tutulmaya çalışılan bir cıva gibi, derisine dokunsa da hiç bir ıslaklık bırakmadan akıp gidiyordu.

İçindeki dürtü, bu sefer de, bütün bedenini sıvıya daldırmasını söyledi. İradesi dışında gelişen bu düşünceye bozulsa da, getirdiği merak hissi ilgisini çekmişti. Acaba ne olacaktı? Yoksa küçükken izlediği o yerli filmdeki, eski zamanların bıyıklı ve uzun saçlı kahramanı gibi, mağaranın içindeki sıvıya girerek yaralarını mı iyileştirecekti? Belki de, bunun yerine sıvının zehirli olduğunu öğrenirdi. Derisinin porlarından içeri girer ve aylar sonra ağır metal zehirlenmesi gibi bir şeyden dolayı kanser olduğunu ya da metabolik bir bozukluk geliştirdiğini öğrenirdi.

Dürtü artarak, dayanılmaz bir hal almıştı. İradesi azalmış ve hareketlerini kontrol edemez olmuştu. Daha ne yaptığını anlayamadan, üstündeki giysileri çıkardı ve gölcüğün kenarına çömelerek yere oturdu. Bacaklarını sıvıya daldıran adam, ardından, acıyan sırtına yüklenmemeye çalışarak ellerini yere koydu ve kollarından güç alarak kendisini onun içine itti. Daha bunu yapar yapmaz, sıvıda batacağını anlamıştı. Gerizekalı herif, sıvının kaldırma kuvvetini hiç düşünmemişti. Böyle bir hatayı nasıl yapabilirdi? Bu kadar basit bir kavramı nasıl unutabilirdi? Üstelik her olasılığı değerlendirmesiyle övünürdü bir de. İşte, böylece tuzağa düşmüştü. İçindeki Ugisel tarafa seslenen bu gölcük onu kandırmış ve kendi ölümüne atılmasını sağlamıştı... ancak, beklediği gibi olmadı. Sıvıda çok rahat şekilde süzüldüğünü fark etti. Rahatlayarak, derince bir nefes verdi. Bu, bir tuzak değildi. Anomali cebindeki değişik yasalar, hatasını bu seferlik bağışlamıştı.

Sıvının içinde yavaşça yüzmeye koyuldu. Kollarını yanlara ittirerek, sırtına yüklenmeden yüzerken, içindeki dürtünün azaldığını duyumsadı. Anlam veremiyordu bu olaya. Kendi zihninde ve bedeninde bir mantığa oturtamadığı değişimler baş göstermişti. Örneğin, bu gölcüğe neden çekilmişti? Nasıl bir mekanizma buna yol açmıştı ve bir dahaki sefere bu olayı nasıl engelleyebilirdi? Sonuçta, şu an başı bir derde girmemiş olsa da, ileride düşmanları bunu, onu tuzağa düşürmek için kullanabilirdi. Kendisi olsa, kesinlikle bu tarz bir olaydan yararlanırdı ne de olsa.

Ne ara, kendi hareketleri üstünde bile kontrol sahibi olamayacak kadar değişmişti?

Yüzerken, ağzına sıvı kaçtı ve bir kısmı yemek borusundan aşağı gitti. Sıvının tatlı olduğunu öğrenmiş oldu böylece. Bir kaç dakika sonra fark ettiği bir başka şey ise, içinde yeni bir enerjinin belirmiş olmasıydı. Yuttuğu sıvıya bağlı olması gerekiyordu. Yani, aynı zamanda içilebilir besin kaynağıydı camgöbeği likit. Böylece, kafasını sıvıya daldırdı ve yüzüyle, kanlı saçlarını yıkadı. Bol bol sıvıdan içti ve enerji deposunu yeniledi. Bu küçük sürpriz, moralini yerine getirmişti. Uzun süreden beri, dertlerinden bu kadar uzakta ve rahat hissetmemişti. Küçük anlar olmuştu elbette ama hep, arka plandaki bir şey onu rahatsız etmişti. Pençelerini tehditkar bir şekilde kafasının üstünde sallayan bu duygu, mutluluğu ve barışı ondan çekip almıştı. Oysa, şu anda, tehlikenin içindeki bu küçük kaçamak yerinde kendisini iyi hissediyordu. Bütün sorunları çözülmüş ya da pençeler kaybolmuş olduğundan değil. Hala orada olduklarını biliyordu. Ancak, açıklayamadığı bir şekilde rahatlamıştı. Her şey iyi olacak, gerçekten değişebilecekmiş gibi... sıvının içine dalarak aşağılara indi.

"Bana ihanet ettin, Eiros," diyen bir ses duyuldu, birdenbire.

Bu, kuvvet kokan, derin sesi tanıyordu. Hışımla sese doğru dönen adam, gözlerini açtı. Sıvının içinde, İblis dikiliyordu. Evet, dikiliyordu. Katı bir zemine basıyormuşa benzeyen Ugi, dimdik bir şekilde karanlıktan bedeni ve zümrüdi alevlere sahip gözleriyle ona bakıyordu. Eiros'un kendi varlığı kadar gerçekti ve gözleri, her zamankinden daha da tekinsizdi. Ugi'yi bu halde gördüğünü hiç hatırlamıyordu; ona uzun süre işkence etmiş olduğu ilk tanışmalarında bile.

Adam kaçmaya yeltense de, arkasına döndüğünde İblis yüzünün dibinde belirdi. Korkuyla ağzından hava kaçırdı ve sıvı, baloncuklara boğuldu. Hava kabarcıkları, sıvının yüzeyine doğru yükselirken görüşü kısmen engellenmişti. Bu yüzden, bilinmezliğin içinden hızla gelen eli göremedi. İblis, tek eliyle boğazına yapışarak, onu kuvvetle kavradı; küçücük bir balığı dişlerinin arasına kıstıran bir köpekbalığı gibi.

"Anlaşmaların bozulmasını sevmem, genç adam," dedi, soğuk bir öfkeyle ve boğazını daha da sıktı ve iğrenç bir sesle, oradaki bir şeyleri ezdi. Ardından, onu gölcüğün duvarına şiddetle fırlattı "Görünüşe göre bir derse ihtiyacın var. Asla unutamayacağın bir tanesine."

Ugi'nin dehşet verici öfkesinin sonucu, sırtını kayaya çarpmıştı. Bedeninin arka tarafındaki acı kocaman bir dağ gibi birden yükseldi ve görüşünde bembeyaz bir boşluk oluşmasına yol açtı. İblis, açık ellerinin ayalarını sıvının içinde kuvvetle birbirine çarptı ve bir şok dalgası genç adama yollandı. Nafile bir çabayla, kollarını yüzünün önüne getirmeye çalışmış olsa da, titreşim dalgalarını engelleyemedi ve kafasını şiddetle kayaya çarptı. Gözlerinde şimşekler çakan adam, böylece, neler olup bittiğini hatırlayıverdi.

Vücudundaki bütün kasların gerildiğini duyumsadı. Ardından bir, hayır tamı tamına üç böğürtü daha geldi. Ancak bu seferkiler, yankı değillerdi. Gözleri fıldır fıldır, bir çırpıda dört yola da baktığında, duvara yansıyan dört adet gölgenin sahibi olan yaratıkların yaklaşmakta olduğunu gördü. Kapana kısılmışlardı.

Dört koridorun kesiştiği alanda dikilen üçlü, yerlerine geçti. Karbonfiberden yapılmış bir siluete benzeyen Kueti, bir tarafı tutmuştu, karnı korkuyla düğünlenmiş Eiros diğerini. Engar ise iki yana sarkıttığı bıçaklı elleriyle, iki koridoru birden tarıyordu...
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 27 Kasım 2016, 16:20:37
Bu bölümle beraber güncele gelmiş bulunuyorum, arkadaşlar. Şu ana kadarki bölümler, yaklaşık 1.5 yıllık bir çalışmanın ürünüdür. Kimi zaman kişisel hayatımdan dolayı uzun kesintiler oldu, bölüm uzunlukları arttığı için hazırlanma süreleri de uzadı fakat aynı zamanda, İvİ, yazınsal açıdan -özellikle kimi eleştiriler sağolsun- bayağı gelişme sağladığım ve kişisel olarak gurur duyduğum bir hikayeye dönüştü. Hala da gelişme aşamasındayım. Burada belirtmemiştim fakat İvİ, benim için deneysel bir çalışmadır. Arkasında sayfalarca notlar, taslaklar, yayınlanmamış bölümler ve kimi zaman bir çatı betimlemesi için bile saatlerimi harcamışlığım olan bir zaman vardır :D Daha gerçekleşecek çok fazla olay, işlenecek bol bol konu var. Ülkemiz ortamından esinlenmiş bölümler de gelmeye devam edecek. Hikaye akışını bölmek istemediğim için beklettiğim olaylar var. Şu an yoğun derecede fantastik odaklı gidiyor olabilir fakat siyasi-fantastik sentezi öykünün kalbini oluşturan temellerden birisi. Bunu terk etmek ve yarattığım evrene ihanet etmek niyetinde değilim. Garip bir ülkeden esinlenilmiş, garip bir diyarda geçen, garip bir öykü olmaya fakat bize normal ve yakın gelmeye devam edecek, İnsan ve İblis.

Sözü daha fazla uzatmadan, okuyan herkese teşekkürlerimi iletiyorum ve bundan sonraki bölümlerin daha uzun aralıklarla çıkacağını duyuruyorum.

Bölüm 38 - BSE

Dört koridorun kesiştiği alanda dikilen üçlü, yerlerine geçti. Karbonfiberden yapılmış bir siluete benzeyen Kueti, bir tarafı tutmuştu, karnı korkuyla düğünlenmiş Eiros diğerini. Engar ise iki yana sarkıttığı bıçaklı elleriyle, iki koridoru birden tarıyordu. Kızıl ışığın ve basık tavanların altında, gölgeler ve onların sahipleri daha da yaklaştı. Neredeyse kendilerini belli etmek üzereyken, hızla davranan Engar, giysisinden çıkardığı bir gaz kapsülünü yere fırlattı. Fışkırttığı gazın basıncıyla yerde hızla dönen bombadan, her yere yayılan mavi bir duman dalgası fışkırdı.

"Bu tarafa," diyen Engar, tuttuğu koridorlardan birisine girerek koşturdu.

Arkalarından üç böğürtü gelirken, hızla ve kuvvetle koşturan bir şeylerin sesi duyuldu. Yerde çıkardıkları sarsıntıya bakılırsa epey bir ağır olmalıydılar. Ancak, şu anki sorunları bu değildi. Önlerindeki koridorun dönemecinde bir boynuz göründü. Onu, çarpılmış bir yüze sahip bir hayvan başı ve kocaman bir vücut izledi.

"Bu da ne?" diye şaşkınca geçirdi içinden, genç adam.

Hayata karşı bir küfür olan bu garabet, bir ineği andırıyordu. Ancak kılları yoktu. Daha doğrusu, çoğu bir şekilde yok olmuş olmalıydı. Orada burada, bir kaç kalıntı bulunuyordu; kel bir adamın başına zar zor tutunan, dağılmış ve sağlıksız bir kaç saç teli gibi. Açığa çıkmış olan derisi kararmış ve hastalıklı bir kahverengiye dönüşmüştü. Deri, sayısız kez yarılmış ve kabuk bağlamış olmalıydı. Tekrar, tekrar ve tekrar... bütün yüzeyi eski izler ile daha yeni ve bir sonraki sürtünmede koparılmayı bekleyen kanlı kabuklarla doluydu. Dehşet verici bir görüntüydü. Yer yer sarkmış derinin bazı kısımlarının arasında kara pıhtı kalıntıları toplanmıştı.

Yüzü de bu değişimden nasiplenmişti. Gözleri büyümüş ve iki adet kan çanağına dönüşmüşlerdi. Uyarıcı kullanmış birisininkiler gibi, faltaşı gibi açılmış ve onlara dikilmişti. Burnundan akan yoğun, koyu yeşil sümük, yaralı dudaklarında toplanarak yere damlıyordu. Deforme, bedeninin gerisi gibi kahverengileşmiş boynuzları bir şekilde yamulmuş ve şişmişlerdi. Normalin çok daha üstü boyutlara ulaşmışlardı. Masum ve otçul bir hayvanınkini değil, tarih öncesi etçil bir yaratığınkini andırıyorlardı. Orantısız, asimetrik görünümü ve rengi ise kalıtsal bir biyolojik kusurla kıyaslanabilirdi.

Bir böğürtü koyan çarpık hayvan, çatlaklı toynaklara sahip arka bacaklarını güçle yere indirdi ve kuvvet topladı. Ezip geçmeye hazır bir lokomotif gibi, pozisyon almış ve kafasını eğerek büyük, yamuk yumuk boynuzlarını öne çıkarmıştı. En öndeki Engar, üstüne koşturacak olan bu yaratığa hazır şekilde bedenini konumlandırdıysa da, beklenen saldırı gelmedi. Bunun yerine, boynuzlardan açık yeşil, neredeyse sümüğümsü bir renge sahip sıvı dalgası üstlerine fışkırdı.

"Hassiktir!" diye bir nida koyuveren Engar, son anda önüne iki topçuk fırlattı.

Empusa ile olan savaşında da kullandığı topçuklar, pembe pembe ışıldayarak, aynı renkte bir enerji kalkanı oluşturarak saldırıyı engelleyebildiler. Yeşil sıvı, kovaya düşen kusmuğa benzer sesler çıkararak bariye çarparak durmuştu. İyi ki de böyle olmuştu çünkü saçılan sıvının bir kısmı, koridorun duvarlarına da gelmişti. Betone temas ettiği bir kaç saniye içinde, dumanlar çıkararak onu eritmeye başlamıştı bile. Bir yapı-maddesini bile bu kadar kuvvetli ve hızlı etkiliyorsa, deriye temas ederse sonlarını garanti edebilirlerdi.

Kalkana yapışıp kalmış sıvının yoğunluğu bir kaç saniye sonra arttı ve akışmaz bir hal alarak, kalkandan aşağı inmeyi reddeder oldu. Aynı zamanda, pembe enerji bariyerinden dumanlar tütmeye başlamıştı.
Bu yetmezmiş gibi, diğer bir sorun, tam arkalarındaydı. Dumanla kafası karışmış olan diğer üç yaratık hala sağa sola saldırmaktaydı. Gümbürtüyle duvarlara çarpıyor ve üç insanın da dişlerine kadar hissettiği sarsıntılar yaratıyorlardı. Eğer hayvanlar oradan çıkmanın bir yolunu bulurlarsa, Eirosların kaçabileceği hiç bir yer yoktu. Kapana kısılmışlardı ve zamanları kısıtlıydı.

"Bu çok garip," dedi, kalkanına bakan Engar "Kalkanım normalde bu tarz asit saldırılarına dayanıklıdır oysa bu şey, onu etkilemeye başladı bile."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu, soğukkanlı bir sesle, Kueti.

Bir dizini yere koymuş kadın, silahını arkalarındaki koridora doğrultmuş, pür dikkat bekliyordu. İşaret parmağı, tetiğin üstünde, en minik bir titreme belirtisi göstermeden durmaktaydı.

"Böyle bir yaratığı hiç görmedim ama biraz tanıdık geliyor. Sence de öyle değil mi, Kueti?" diye sordu, adam.

"Evet," diye, kısa bir cevapla onu onayladı.

Kızın kendi düşünceleri olmalıydı fakat şu an daha önemli bir göreve odaklanmıştı. Silahı nedeniyle gruptaki tek uzun menzilli savaşçı kendisiydi. Doğru, Eiros'un da bir tabancası bulunuyordu fakat böyle bir durumda bir çömeze güvenilemezdi. Kaldı ki, yıllar boyunca çalışmış olsaydı bile, kızın ustalığının yanından geçemezdi. Hayır, koridoru gözetlemek için en güvenilir kişi oydu.

"Ve bizi bilerek kandırdı. Üstümüze koşturacakmış gibi yapıp, ardından uzun mesafeli bir saldırı gerçekleştirdi. Bunlar zeki hayvanlar," diye analize devam etti Engar.

Dediklerini doğrularcasına, birdenbire, dumanların içinden bir adet ineğimsi yaratık belirdi. Bütün kuvvetiyle onlara doğru koşturmaktaydı. Öldürme isteğiyle dolu iki kan çanağı gözlerini onlara doğrultmuştu. Pıhtı kahverengisi canlıyı duymamış olmalarına imkan yoktu ve nedeni basitti. Üstlerine koşturan şey, kaslı bacaklarını yere her vurduğunda koridor inliyordu. Yani, dumanın içinde buraya kadar sinsice, yavaş bir şekilde yaklaşmış olmalıydı. Arkasındaki diğer iki hayvanın çıkardığı gürültü de kesilmişti.

"Bir aldatmaca!" diye bağırdı Engar.

Kueti silahını ateşledi ve hayvanın ön bacaklarını vurdu. İsabet eden mermilerle beraber etrafa kanlar saçıldı ve hayvan bir anlığına yavaşladı. Ancak, saldırı, koşturmayı kesmeye yetmemişti. Kadın, ateş etmeye devam etti. Amacı onu öldürmek değildi, bunu yeterince hızlı yapamayacağını anlamıştı. Olabildiğince yavaşlatmayı hedefliyordu ve bunu da başardı.

Bir şarjörü iki saniye içerisinde bitirdi ve çevik bir şekilde yerine hemen yenisini yerleştirmeye girişti. Bu anı kollayan Engar ileri fırlamıştı. Kueti'ye üç metresi kalmış olan hayvanın önüne atıldı. Kalın ve büyük boynuzları, kol yenlerinden çıkan bıçaklarla bloklamıştı. Ancak, salyalar saçarak böğüren hayvanı tamamen durduramamıştı. Taktik değiştirerek, bunun yerine, kafasını yukarı doğru savuran hayvanın boynuzlarından birisini tutarak momentumu kullandı ve bir takla atarak onun üstüne kondu. Bir yandan bıçaklarını hayvanın boyun bölgesine saplamıştı. Acıyla böğüren deli dana, onu üstünden savurmak için zıplamaya ve sağa sola çifte atmaya koyuldu. Önündeki engelin, yani Engar'ın, kalkmış olmasını fırsat bilen Kueti de silahını ateşledi. Vızır vızır yol alan mermiler hayvanın yüzünü delerek kafatasına kadar ulaştı. Acısı daha da artan hayvan iyice çıldırmıştı. Yine de, bu gidişle alaşağı edilmesi pek sürmezdi.

Üstünlük bir anlığına onlara geçmişti. Bir anlığına... dengeler çabucak değişiverdi. Büyük bir şangırtıyla arkasındaki camın kırıldığını duyan Eiros, hışımla üst bedenini o yöne çevirdi. Biraz önce onlara asit fışkırtmış olan deli danaydı bu. Bariyerin yeterince zayıflamasını beklemiş ve ardından bir kafa darbesiyle onu kırmıştı. Yoksa, onlara taarruz eden diğer hayvan da bu planın bir parçası mıydı? Dikkatlerini o yöne çekmek için yapılmış bir aldatmaca?

Eiros'un bunları düşünecek zamanı olmadı. Kafasından o an geçen önemsiz düşüncelerdi sadece. Saliseler sanki çağlara dönüşmüş gibi yavaşlamıştı; kendisine yol alan suratın her bir detayını gördü. Kimisi dökülmüş, kimisi çarpık dişlerle dolu ağzın hafifçe açılışını. Burundan aşağı damlamakta olan, yoğun kıvamlı, kronik sinüzite sahip bir hastanınkini andırır bir yeşile sahip sümüğü. Kocaman burunun derisinde oluşmuş kanlı çatlakları ve kanamakta olan sayısız kılcal damarı. Doğal olmayan bir şekilde değişime uğramış kanlı, yaşsız ve kuru gözleri. Onların kenarında birikmiş, kocaman, sarı çapakları. Dönüşerek, normalde olması gerekenden katlarca daha büyümüş, ucundan asit damlayan boynuzları...

Bir darbe alarak geriye fırladı ve Kueti'ye çarparak yere kapaklandı. Kızın de dengesini bozmuş ve onun da düşmesine yol açmıştı. Kafasını feci şekilde yere çarpmıştı ve beyni zonkluyordu fakat adrenalin pompalanan bedeni, diğer bütün fonsiyonlarını kapatmıştı. Olduğu yerde bütün hızıyla doğrulurken, darbeyi refleksif bir şekilde kılıcıyla bloklamış olduğunu fark bile etmemişti. Tek gördüğü, kızın üstüne çökmüş ve onun kafasını ısırmak için ağzını açmış olan ucubeydi. Yüzüstü yerde uzanan Kueti, sırtına bastıran toynaktan dolayı kendini toparlayamıyor ve çırpınıyordu. Kafasını geriye çevirmeyi başarabildi ve onu öldürmek için uzanmış ağzı gördü. Düşünmeden, onu engellemek için silahını araya soktu.

"Tırak!" sesiyle birlikte ağız kapandı.

Bu hareket beraber, tüfeğin güçlü materyali ezilmiş ve silah bozulmuştu fakat bu, Kueti'nin hayatını kurtarmıştı. Silahın üstüne kapanmış çeneyi kollarıyla sardı, genç kadın. Tekrar açılmasını engellemeye çalışıyordu. Bedeninin pozisyonundan dolayı bunu çok etkili başarabildiği söylenemezdi. Sırtındaki toynağın baskısı artmış ve zorla döndürdüğü omuzlarından dolayı omurgası gerilmişti. Yine de, bu çabası sayesinde, Eiros'a hamle yapması için yeterince zaman kazandırmıştı. Damarlarında adrenalin gezinen adam, bir haykırışla beraber kılıcını, canavarın başına savurdu ve deriyi yararak kanlar sıçrattı. Kemiği delememiş olsa da, bu hareketi, hayvanın dikkatini çekmeye yetmişti. Hatta dikkatini çekmek ne kelime? Onu epey sinirlendirmişti. Boynuzlarını savuran deli danadan, arkaya sıçrayarak kaçtı ve kılıcını bir kez daha savurdu. Bu seferki kocaman ve hassas burna denk gelmişti. Burnun yarısını alıp götürdü keskin metal. Acıyla böğüren dana, biraz geriye çekildi. Böyle bir şey beklemediği barizdi. Bunun kolay bir av olacağını düşünmüş olmalıydı. Ne de olsa, avını tuzağa düşürmüştü.

Doğrulmuş olan Kueti, zırhının yan tarafından çıkardığı bir tabancayı ona doğru ateşledi ve boş bulunan hayvanı gözünden vurmayı başardı. Bunun üstüne, yaratık acıyla inleyerek geriye çekildi ve kaçmaya koyuldu.

"Engar," diyen Eiros arkasını döndü ve hala danayla boğuşmakta olan adamı gördü. Hayvanın her tarafını kesikler ve çizikler içinde bırakmış olan adam, bıçaklarından birisini hayvana saplamış ve kendisini sabitlemişti. Diğer eliyle, hayvanın ense köküne üst üste, seri şekilde darbeler indirmekteydi. Bir süre sonra, yara bere içindeki hayvan daha fazla dayanamadı ve önce arka, sonra ön bacakları iflas ederek yere düştü. Ölmemişti. Üstünden inen ve son darbeyi indirmek için yaklaşan Engar'a, kan çanağı gözleriyle bakmaktaydı. Koridorun zeminini ve duvarları kanıyla kaplamış, kendi hayat suyunun içinde çaresizce yatmakta olan hayvan bir inilti koyuverdi. Son nefesini vermek üzere olan bir canlının sesiydi bu. Eiros, hayvanın yüzünde daha önce görmemiş olduğu bir şey fark etti. Kendi korkusu içinde atlamış olduğu bir şey; acı çekiyordu... kesintisiz bir işkenceyle lanetlenmiş bir hayata mahkum edilmiş herhangi bir canlının yapacağı kadar doğal bir şekilde, öfkeliydi. Aynı zamanda korkuyordu. Etrafındaki her şeyden korkuyordu. Kardeşleri hariç... üstüne inen kılıçla beraber duygular kesiliverdi.

"Ne..." diyen Eiros, bir gölden çıkmışçasına derin bir nefes aldı.

Biraz önce, istemsiz olarak dalınç yeteneğini kullanmıştı. Hem de bu ne idüğü belirsiz hayvan üstünde. Bu zavallı hayvan üstünde.

"Bana neler oluyor?" diye düşündü.

Yoksa içindeki İblis, bir şekilde bu değişik anomaliden mi etkilenmişti? Ya da fark etmeden kontrolu elinden mi kaçırmıştı? Hayır. Hayvanla savaşırken tamamen soğukkanlı ve otomatik bir şekilde hareket etmişti.

"İyi misin?" diye sordu, elini omzuna koyan Engar.

"Bilmiyorum," diye, dürüstçe yanıtladı Eiros "Biraz önce... sanırım biraz önce o hayvanla bir bağ kurdum. İçimdeki Ugi gücüyle oluşturduğum bir bağ."

"Emin misin?" diye sordu, Engar "Sadece ona acımış olabilirsin. Bu çok doğal."

"Hayır, eminim. İçimdeki Ugi uyanıyor," diye yanıtladı Eiros.

Bir anlığına duraksadı. Acaba onlara söylemeli miydi? Bunun üstüne, tereddüt etmekten rahatsız olduğunu fark etti. İçindeki çekingen ve güvensiz çocuğa bu sefer kulak vermeme kararı aldı.

"Sizden bunu saklamak istemiyorum. Bay Pandemonium, burada sağ kalmak istiyorsam içimdeki Ugi'ye söz geçirmem gerektiğini söylemişti. Sanırım bu anomali cebiyle alakalı. Neus'un bu konuda daha fazla bir şeyler bildiğinden şüpheleniyorum ama ne olduğunu söylemedi. Bu yüzden, eğer gerekli görmezse Bay Pandemonium da söylemeyecektir," deyiverdi, bir çırpıda.

"Demek öyle, ha?" dedi, Engar "Sahi, o nerede? Pandemonium nerede?"

"Bilmiyorum," diye yanıtladı Kueti "Çatışma başlamadan önce ortadan kaybolmuş olmalı."

"Şimdiii," dedi, Engar ve cesedin yanına çömeldi "Diğer ikisi de kaçmışa benziyor. Merak etmeyin, yine de n'olur n'olmaz bariyer kurdum etrafa. Bu şeyin ne olduğunu anlamalıyız."

"Bence..." demişti ki, Kueti, bir sarsıntıyla beraber lafı yarıda kesildi.

Kueti ve Engar hızla iki yana fırladı çünkü altlarındaki zeminde çatlaklar belirmişti. Eiros da davrandı fakat yeterince hızlı değildi. Parçalanan beton ve yaratığın cesediyle birlikte, kendisini karanlığın içine düşerken buldu. Kafasına bir taş parçası çarparak bilincini yitirmesine yol açmadan önce hatırladığı son şey buydu.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 06 Aralık 2016, 14:53:05
Bölüm 39 - Resurgam

Kara bir boşluğun içinde süzülüyordu, Eiros.

"Sen," dedi, tanıdık, kalın bir ses "Anlaşmamıza ihanet ettin, Eiros."

"Ne yapmamı bekliyordun?" diye sordu, omurgası ızdırabın alevleriyle kavrulmakta olan genç insan, gözlerinden acı yaşları süzülerek "Onlardan birine mi dönüşseydim? Senin gibi piç bir Ugi'nin kölesi olacağıma, ölürüm daha iyi!"

Bu sözlerinin ardından, bu tanıdık boyut içinde doğruldu. İblis'le ilk karşılaşmalarında, kendisini hapsedip, aynaya bakmaya zorladığı yerdi burası; içindeki sezgisel his, bunu şüphe bırakmayacak bir şekilde doğruluyordu.

Doğruldu ve karşısında, zümrüdi gözlerle duran İblis'e sert ve gururlu bir şekilde kendi gözlerini dikti. Bu sefer, aman vermeyecekti. Bu sefer, bu işkenceciye boyun eğmeyecekti. Hayır, ölmek pahasına bile olsa -ki tanrım, bu onu ne kadar da korkutuyordu!- ona "Evet," demeyecekti. Aşağılanmayı ve varlığının yok sayılmasını, zulüm bu saçan piçe, bu orospu çocuğuna boyun eğmeyi reddediyordu! Öfkesi kulaklarında çınladı, yüzünde ısıya dönüşerek etrafa saçıldı fakat görüşü sabitti; kontrolsuz öfke patlamalarındaki gibi bulanmamıştı.

"Eiros, aptal, hain Eiros..." dedi İblis, sesinde anlaşılmaz bir tonla "Sorunun bu olduğunu mu zannediyorsun?"

"Ne olacak peki?" diye bir soruyla yanıtladı, genç, hala agresif fakat biraz kafası karışmış bir şekilde.

"Sen," diyen Ugi'nin kelimeleri ağırlaştı ve balyoz gibi indi "Onlara boyun eğdin. Gerçeğe katlanamadığın için öfkeni terk ettin ve hem bana hem de kendine ihanet ettin. Nerede intikamın? Nerede nefretin? Senin içini gördüm, genç adam. Bütün öfkeni, bütün çaresizliğini ve bütün umutsuzluğunu gördüm. İçinde intikamın alevleri yanıyor."

"Hayır!" diye çıkıştı, Yıldırım "Yanılıyorsun. Ben artık eskisi gibi değilim. Sadece sorunlarım vardı. Onları halletmem gerek."

Hatırla, diye kendisine çıkıştı, Pandemonium'un dediklerini hatırla. İblis'i yenmenin bir yolu vardı. Neydi o...? Allah kahretsin! Sikeyim! Taşa çarpan kafamı sikeyim! Hatırlayamıyorum.

"Gerçeklik ile insan duygularının bir bağlantısı olduğunu nereden çıkardın, Eiros? Sorunların olsa, bu gerçeği görmediğin anlamına mı gelecek? Belki de sadece sıradışı bir insan gerçeği görebiliyordur. Bu insan yüzeyselliğinden daha derinlere ulaşabildiğini biliyorum. Bu soruları kendine sormayacak kadar aptal değilsin. Seni seçmemin bir sebebi vardı; diğer insanların sormaya çekindiği şeyleri sorabiliyor, onların gitmeye korktuğu yerlere gidebiliyorsun."

İblis'in sarf ettiği bu kelimeler, Eiros'a ulaşmamıştı. Onları duyuyor fakat dinlemiyordu. Kendi iç dünyasında kaybolmuş olan adam, büyük ihtimalle kırılmış olan omurgasını umursamamaya çalışarak odaklanmaya çabalıyordu. Hatırlaması gereken şeyi hatırlayamayarak, kafasından sayısız hesap yapıyor ve Pandemonium'un ona ne demiş olabileceği konusunda ipucu verecek ya da alternatif bir çıkış sağlayacak bir şeyler bulmaya çabalıyordu. Acınası bir hali vardı; dik durduğunu zanneden adam, omurgasının orta yerinden öne eğilmiş, iki büklüm bir cenin pozisyonu almıştı. Elleri saçlarının arasında ve özellikle şakaklarında geziniyordu; sanki dağılmış düşüncelerini toplamaya çalışırmış gibi sürekli başına dokunmaktaydı. Şakaklarından boşanan terler yüzündeki kıllara karışıyor, boşluğa dikilmiş gözleri arada bir, panikle, sağa sola oynuyordu.

İblis, dinlenmediğinin farkına varmış olacak ki, başka bir yol izlemeye koyuldu. Gözlerini kapadı ve ellerinin ayalarını yavaşça birbirlerine kenetledi. Ağzından anlaşılmayan bir sözcük dökülmesiyle beraber, karanlık yok olarak, yerini devasa bir ayın bulunduğu gökyüzüne bıraktı. Eiros, içine düştüğü girdaptan çıkarak, gözlerini bu muazzam nesneye çevirdi. Sararmış ve devleşmiş uydu, bütün parlaklığıyla gözlerinin içine ışınlar saçıyordu. Kenarında gezinen gri bulutlar, onu daha da ön plana çıkararak güzelliğine katkıda bulunuyorlardı. Gecenin karanlığı çok daha az, hava siyahtan çok lacivertti.

Etrafına baktığında çimlik bir yaylada bulunduğunu gördü. Uzaktaki ormanı gördü ve nerede bulunduğunu anımsadı. İblis'le sohbet ettiği diyardı burası. Omurgasındaki ve vücudunun geri kalanındaki acının gitmiş olduğunu fark ederek, dizlerinin üstünde oturduğu saydam çimenlerde ayağa kalktı. Cama benzer bu otlar, ayın ışığıyla hafif sararmıştı.

Önceki seferin aksine, rüzgarsız olan ve yanık kokusunun bulunmadığı gece-boyutun içinde, bağdaş kurmuş olan İblis'in önüne doğru ilerlerdi. Ondan bir düşmanlık sezmiyordu artık.

"Seni anlamıyorum, Ugi," dedi, korkusu geçmiş olan genç adam "Beni önce öldürmeye çalışıyor, ardından böyle bir yere getiriyorsun ve intikam hakkında bir şeyler geveliyorsun. Amacın ne?"

"Otur," dedi, gözleri kapalı olan İblis.

Sözlerinde bariz bir otorite, hatta sertlik olsa da, tehdit yoktu. Bu yüzden, içinden karşı çıkma isteği gelse de denilene uydu, Eiros. Neus, öfke patlamaları hakkında, böyle davranmasının yararlı olacağını söylemişti; karşıdaki otorite sahibi kişi mantıklı bir şey söylerse, içinden isyan etmek gelse bile ona uyması daha sağlıklıydı. Düşününce, böyle davranmanın mantıklı olduğunda karar kılmıştı o da zaten. Sonuçta, sebep yokken, birisine sırf güç sahibi diye karşı çıkmak, insanın kendi içindeki bir zayıflığı telafi etmeye çalışmasının göstergesiydi. Bu davranışı ve düşünceyi sürdürürse de, bu döngüyü sadece daha da güçlendirmiş olurdu.

"Seni bulduğum zamanki aynayı hatırlıyor musun?" diye sordu.

Bunu demesiyle beraber, bahsi geçen ayna yanlarında peydahlandı ve Eiros, irkilerek geriye sıçrayacak gibi olsa da, yansımasının değiştiğini görerek duruldu. Eskisi kadar iğrenç görünmüyordu. Hayır, gözlerinde, küçük de olsa, bir kararlılık vardı bu sefer. Daha dik duruyordu. O an tanımlayamadığı başka değişimler de mevcuttu.

"Bu... ne demek..." diyordu ki, duraksadı.

Zihninde çarkların döndüğünü, iki kavram arasında nedensellik bağlarının oluştuğunu hissederek hazla doldu. Bir bağ, diğerini tetikliyor ve örümcek gibi dizilerek genişliyorlardı. Tabii ya! Bunu daha önce nasıl fark edememişti? Gerçi, edemezdi zaten. Aynayı sadece ikinci kez görüyordu ve bu değişimi anca öğrenmişti.

"Ayna ruhumu göstermiyordu. Benim kendimi nasıl algıladığımı gösteriyordu," dedi, sesinde bir şeyleri keşfetmenin verdiği mutlulukla "Daha doğrusu, hem bilinç hem de bilinçaltımla kendimi nasıl algıladığımı."

"Doğru," diyen Ugi, onu onayladı ve ayna kayboldu.

Zümrüdi gözlerini açan İblis, onları Eiros'a doğrulttu. İçin için yanan yeşil alevlerin ruhunun derinliklerine baktığı hissini üstünden atamıyordu adam.

"Senin ilerleme gördüğün yerde, ben bir gerileme görüyorum, Eiros," dedi, karanlık Ugi "Aynada bunu görmüş olmalısın; kendini çok daha fazla kandırıyorsun."

"Benim kötülüğümü mü istiyorsun?" diye sordu, Eiros, ikinci yorumu göz ardı etmeye çalışarak.

"Hayır ama iyiliğini de istemiyorum. Senden istediğim tek bir şey var ve onun ne olduğunu biliyorsun..."

"... intikam," diye, onun cümlesini tamamladı, genç "Ben, bunu isteyip istemediğimden artık emin değilim. İnsanlara zarar vermek istemiyorum artık."

"İşte bir yalan ve kandırma daha, Eiros. Bu göreve neden çıktın zannediyorsun? Neden silah kullanmayı öğrendin? Yanında kılıç ve bir tabanca taşıyorsun. Bunları, insanlara ve diğer varlıklara sizin sevgi dediğiniz şeyi öğretmek için mi aldın? Hayır, Eiros, kendini kandırma. Sen, şiddet için bu yola çıktın."

"Ama artık bir amacım var! Aynı, Katil Şef'i durdurduğum zamandaki gibi. Devlet ve Ugiler arasındaki bağlantıyı araştırmak için buradayım. Bu ülkede bir şeyler dönüyor... bir şeyler yanlış. Bunu ruhumun derinliklerine kadar hissediyorum ve nihayet, bu konuda bir şeyler yapabilecek gücüm var. Senin de istediğin bu değil miydi, İblis?"

"İnsanlar ve binbir şekle bürünen amaçları..." diyen Ugi, bütün ciddiyetine rağmen güldü "Beni bu yüzden eğlendiriyorsunuz. Bana şunu açıkla o zaman; şiddet madem belli sınırlar içinde kabul edilebilir, o zaman bu sınırları kim belirliyor? Sen mi? Ailen mi, arkadaşların mı, yoksa senin gibi düşünenler mi?"

"Senin, şiddetin kötü bir şey olduğunu savunacağını hiç düşünmemiştim, İblis," diye, şaşkınlığını belirtti, adam.

"Bunu savunduğumu nereden çıkardın? Hayır, benim bahsettiğim şiddetin kullanımının haklı olup olmadığını kimin belirlediği. Sizin yöneticileriniz bunu belirliyor. Başınıza gelen bu insanlar, şiddetin kontrolünü ellerine alıyor ve hangi amaçlarla kullanılırsa, doğru olacağını belirliyorlar. Aşırı gelişmiş çeteler tarafından yönetiliyor ve yönlendiriliyorsunuz, Eiros. Senin ağzından çıkan bu laflar da, kendi lafların değil, onlarınkiler. Bu yalandan uyanman gerekiyor."

"Ama onları biz seçiyoruz. Böylece halk belirliyor," diye karşı çıktı.

"Gerçekten mi? Peki, bu insanların ne gibi kişiler olduğunu bana açıklar mısın, Eiros? Bu dünyada çok ama çok uzun süredir yaşıyorum... sizin değişiminizi ve evriminizi bizzat kendi gözlerimle izledim. Yönetim biçimlerinizin değişimini, şu pek övdüğünüz demokrasi denilen şeye geçişinizi gördüm. Yine de değişmeyen tek bir şey oldu. Güç, yönetme gücü, her zaman küçük bir kitlenin elinde oldu. Kimi ülkede bu zengin, kimi ülkede statü sahibi, kimisinde ikisinin de sahibi kişiler oldu. Hiç bir zaman, kendinizi yönetmediniz. Şu anda da, siz insanlar, önünüze sunulan bir avuç kişi arasından seçim yapmıyor musunuz? Hepiniz, bu kişilerin hepsinin birbirine benzediğinden şikayet etmiyor musunuz? O zaman, söyle bana, genç adam, kendinizi gerçekten siz mi yönetiyorsunuz?"

"Ben..." diyen genç, duraksamak zorunda kaldı. Kendisinin de zamanında pek çok kez düşünmüş olduğu ve bulduğu cevapların onu tatmin etmediği sorulardı bunlar. Hem zaten, devletin -zorunlu da olsa- bir kötü olduğunu düşünmüş olan kendisi değil miydi?

"Cevap veremiyorsun çünkü vereceğin cevabın yanlış olduğunu biliyorsun. Senin bu yanına saygı duyuyorum, Eiros. Dürüstsün. Yanlış olduğunu bildiğin bir şeyi savunmaya devam etmiyorsun. Şimdi, şiddetin nasıl kullanıldığını anladın mı?" diye, bir soru daha yöneltti.

"Dediklerini düşünmediğimden değil, İblis, ancak yine de... diyelim ki, dediklerin doğru. Diyelim ki, şiddetin tekelleştirilmesini bu güç sahibi kişiler yapıyor. Ancak, onların yerine, kimin ölüp, kimin ölmeyeceğini ben mi belirleyeceğim?" diye sordu, Eiros.

"Neden olmasın? Şiddet kullanmanı istemeyenler onlar değil mi, Eiros? Aynı zamanda kendileri şiddet kullananlar da onlar değil mi? Ülkene bak, genç adam! Polis şiddetinden yakınan sen değil miydin? Kaç kere senin ülken bombalanmadı mı? Bu durum çıkarlarına uyduğu için yöneticileriniz bu şiddet eylemlerine göz yummadı mı? Hatta, kendileri yapmış olamazlar mı? Şaşırmadığını görüyorum, genç adam. Sonuçta, senin aklından geçenleri söylüyorum. Yapılan açıklamalardaki tutarsızlıkları kendin gördün. Tarihte bu çok sık gerçekleşmiştir. En çok da, seninki gibi ülkelerde olmuştur," dedi ve devam etti "Şiddeti kontrol edenlerin, insanlarına yaptığı muameleyi pekala biliyorsun ve bununla savaşmak istiyorsun. Bu kişiler sizi öldürüyor, size işkence ediyor, sizi süründürüyor ve bütün özgürlüklerinizi ellerinizden alıyorlar. Bu muameleye katlanmayı sürdürecek misin? Uysal uysal, onların yatıştırıcı fikirlerine boyun mu eğeceksin? Bu kişiler dedi diye mi, şiddete başvurmayacaksın?"

"Hayır, İblis," diyen Eiros, yeni bir keskinliğe kavuşmuş gözlerini yukarı doğrulttuktan sonra ona çevirdi "Haklısın. Benim hakkımda da haklıydın. Gözlerimi açtığın için sana teşekkür ederim."

Ağzından bu kelimelerin dökülmesiyle beraber, kudretli ay kızarmaya başladı. Huzur veren sarımtırak rengi, kendisini kızıla bırakmaktaydı. Ondan gelen ışınlar, aşağıdaki camsı çimenlerde tekrar hayat buluyor ve yeri kana buluyorlardı. Gökyüzünde asılı bu devasa kan damlası haricinde, gökyüzü karardı ve bulutlar, uzayın en karanlık köşelerinden bulunup çıkarılmışçasına bir hal aldılar.

"Ancak!" diye devam etti "Diyeceklerim daha bitmedi."

Etrafındaki havanın elektriklendiğini ve çıtırdadığını duyumsadı, Eiros.

"Açıkla kendini," diyen İblis, doğruldu ve gözlerini ona dikti.

Sözleri gergin havada yankılanmış ve havada titreşen bariz bir tehdit bırakmıştı.

"Sırf onlar istemiyor diye, şiddete başvuracak da değilim. Daha yeni yeni anlayabiliyorum... daha doğrusu mantık olarak biliyordum fakat ancak içselleştirebiliyorum. Şiddet, ne amaçla kullanılırsa kullanılsın, iğrenç bir şeydir. Haklı olsan bile, şiddete başvurmak kötüdür. Zaten bu şekilde kandırılıp durmadı mı insanlık? Bize haklı olduğumuz söylenerek, ülkemiz ya da benzer bir şey adına birbirimizi öldürüp durduk. Benim savaşım da farklı değil. Daha çok öldürdükçe, daha çok iğrençleşecek ve kötüleşeceğim. Bunu devam ettiremem. Kabileci ve ilkel bir anlayışla hareket edemem fakat bu adaletsizliğe karşı sessiz de kalamam. Ne olduğunu henüz bilmiyorum, İblis, fakat farklı bir yol bulacağım. Savaşmak için farklı bir yol bulacağım."

Lafını bitirir bitirmez, üstüne yemyeşil bir yıldırım indi. Yer yarılmış ve camsı çimenler patlayarak dört bir yana saçılmıştı. Bunu, yeri görü inleten bir gökgürültüsü izledi.

"Bana o aynayı göstermemeliydin!" diye, dağılmakta olan dumanın içinden, çizik bile almamış Yıldırım'ın bağırışı duyuldu "Burasının hep senin düzlemin olduğunu zannetmiştim ama yanılmışım. Aynadaki bir şey, bunu fark etmemi sağladı. Kendi ruhumu algılayışımdaki değişimle beraber, bu çevrede gerçekleşmiş küçük değişimler sağladı daha doğrusu. Burası benim diyarım! Bundan sonra, benim kurallarım geçerli olacak ve burada, bana zarar veremezsin."

"O zaman, dışarıda veririm," diye yanıtladı, İblis.

Bunun üstüne, Eiros güldü.

"Neye gülüyorsun?" diye sordu, kara Ugi.

"Benim ülkemde bir laf vardır, İblis; göte giren şemsiye açılmaz. Seninkinde daha demin bir tanesi açıldı. Dur, izin vereyim de şu olan biteni gör," diye lafını yarıda kesti, Yıldırım.

Gökyüzü değişerek, içlerinde bulundukları mağarayı gösterdi. Kueti ve Engar gelmiş, Eiros'un bilinçsiz bedenini gölcüğün içinden çekip çıkarmışlardı. Aynı zamanda, gölcüğün içindeki sıvıyı alıp ona içiriyorlardı. Zira, Eiros'un kolunda, dumanlar saçan siyah harflerle yazılmış bir talimat, onlara bunu salık veriyordu.

"Sadece o garip sıvının içinde maddeleşebildiğini çoktan anlamıştım. Öbür türlü, bana saldırmak için bu kadar beklemezdin, değil mi? Bir anomali cebinde bulunsak da, yaptığımız anlaşmanın doğası gereği benim bedenimin dışında -istisnalar harici -bulunamıyorsun. Gölcükten çıktığıma göre de, artık dışarıda maddeleşemezsin," dedi.

Ugi, ona doğru atılmaya çalıştığında, bu sefer kapkara bir yıldırım, onun üstüne inerek Ugi'yi engelledi. Hasar görmemiş olsa da, durmak zorunda kalmıştı. Bununla beraber, Ugi'nin bedenini çevreleyen kara dumanlar, emiliyormuşçasına Eiros'un bedenine doğru hareketlenmiş ve genci sarıp sarmalamaya başlamıştı. Ancak, zarar vermiyorlardı. Hayır, sahibinin emirlerini izleyen uysal hayvanları andırmaktaydılar. Onları, Eiros çağırmaktaydı.

"Bu karanlığın senin Ugisel gücünden kaynaklandığını zannederdim fakat şimdi anlıyorum..." dedi, dumanla kaplanmakta olan kollarına odaklanmış gözlerini, şimdi koyu yeşil alevlerden oluşan bedeni açığa çıkmış olan İblis'e doğrultan adam "Senin ruhun zümrüt rengi. Kara kısım benimkiymiş."

Planları, bu insan tarafından suya düşürülmüş olan İblis, bütün bu gelişmeler karşısında afallamış görünüyordu. Capcanlı ve hareketli alevlerden oluşan bedeni, Eiros'un ruhunun parçalarından koparılarak gözler önüne serilmişti. Hızla oynaşan alevler, yerçekiminin tersi yönde yükseliyordu yükselmesine fakat insan formu hala korunuyordu. Bütün vücudunda, farklı olan sadece iki kısım vardı; göğsünün ortası ve gözleri, yeşilin farklı tonlarına sahiplerdi.

"Bu sefer, ben sana iki seçenek sunuyorum, İblis," diye, kendinden emin fakat küçümsemez bir tonla konuştu, Yıldırım "Ya anlaşmamızı yenileyelim ve benimle kal, sana neler yapabileceğini göstereyim; ya da bir yıl sona erdiğinde bedenimi terk et ve yeni birisini bul. Ne diyorsun?"

Ugi, bir süreliğine ona bakmakla yetindi. Aklından neler geçtiğini anlayamıyordu ve her an, gelecek yeni bir saldırı karşısında, kendisini yıldırımlarla savunmaya hazırdı. Gergindi çünkü kendi ruhunun diyarında bulunsa da, burada çok fazla tecrübesi yoktu. Belli kısımları manipüle edebiliyordu fakat bu diyarın hakimi olmaktan çok uzaktı.

"Kabul," dedi İblis ve işaret etti "Yaklaş ki ritüeli yapayım, Eiros."

Tedirgin olsa da, tereddüt etmenin bir işe yaramayacağını bilen Yıldırım, yürüyerek aradaki mesafeyi kapadı ve Ugi'nin önünde durdu. İblis, alevlerden oluşan elini ona doğru uzattı. İlk seferki anlaşmalarının aksine, göğsüne değil, yüzüne dokunmuştu.

"Son bir şey var, Eiros. Eğer bu ritüeli yaparsak, sadece bir yıllığına değil, sen ölene kadar yollarımız ayrılmayacak," diye, bilgilendirdi, zümrüdi Ugi.

"Pekala," dedi, her şeye kendisini hazırlamış olan adam "Yap şu işi."

İki varlık, İnsan ve İblis oldukları yerde dikilirken, etraflarındaki diğer her şeyin hareketi durdu. Işık onları terk ederek bilinmez yerlere kaçtı ve karanlık, evrenin başlangıcından ve hatta öncesinden beri var olan karanlık, onları sarmaladı. Tek bir atomun titreşiminin bile sesi duyulmuyordu. Engin, kızıl gök, yanında kara bulutları götürerek yok olmuştu. Çimenler yerlerini hiçliğe bırakmış, yayla ve orman, uzay-zamanın dışına atılmıştı. Hiçliğin içinde, sadece iki varlık bulunuyordu. Ardından, İblis'in sesi duyuldu. Atomsuz ve molekülsüz bu ortamda, sesin iletilebileceği hiç bir tanecik olmamasına rağmen, hatta uzay-zamanın kendi varlığı bile şüpheliyken, sesi yine de dalgalar halinde yayılıyordu. Medeniyetten eski, Yerküre'den farklı bir diyardan gelen bir sesti. İblisi kalınlığa hala sahipti sahip olmasına, her yeri güç kokuyordu kokmasına fakat aynı zamanda çok daha fazla bir şeyler de içeriyordu. İçinde gurur barındırıyordu. Saygı. Evrenlere bir bildiride bulunuyordu.

"Fortis est veritas,
Veritas est fortis.
Vacata et scire,
Veritas omnia vincit."

İnsan Yıldırım, bir sıcaklık dalgasının yüzünden başlayarak bütün ruhuna yayıldığını hissetti. Aynı zamanda, kendi ruhunda bir şeyler hareketlenerek, İblis'e akmaya başlamıştı fakat ne olduğunu anlayamadı. İki varlığın tözleri karışarak, yeni, yepyeni bir varlığa hayat verdi... ve Yıldırım bu boyuttan ayrılarak, mağaranın içine geri döndü fakat İblis devam etti.

"Ab aeterno,
Aut ex nihilo nihil fit?
Quid est veritas?
Vi veri universum vivus vici!"

... ve bir patlama hiçliğin içine yayılarak genişledi. Sıcaklık ve basınç ile onları taşıyacak dokuyu içeriyordu bu patlama. Öncelikle aşırı sıcak ve yoğundu ama saniyenin milyar kere milyarından bile çok daha kısa süre bir süre içinde soğumaya yüz tutmuştu. İblis'in, alevlerden oluşan bedeni insan formunu yitirmiş ve patlamayla beraber, bu yeni düzlemde genişlemeye başlamıştı. Belki de patlamanın bizzat kendisini oluşturan oydu, belki de sadece bir parçasıydı. Kim bilebilirdi ki, daha önceki seferlerde de bu ayrımı yapamamıştı. Sonuçta, yeni bir evren doğmuştu.

"Aptal, ne gibi güçlerle oynadığının hiç farkında değil," diye düşündü, kozmik varlık "Üstelik onu gerçek formum konusunda uyardığım halde. Neyse ki insansı formumu bir süre daha koruyabildim. Yoksa Eiros'un ruhu çoktan kül olmuştu... onunla beraber ben de."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 13 Şubat 2017, 14:20:11
Bölüm 40 - Akıbet ve Devam

Engar ve Kueti'nin geldiği yolu kullanarak mağaralardan çıkan üçlü, tekrar koridorlarda gezinmeye başlamışlardı. Yaralı Eiros'un birer omzuna girmiş olan Engar ve Kueti, bir yandan onun anlattıklarını dinliyorlardı. İblis'le olan savaşını, Pandemonium'un ona dediğini hatırlayamayarak, kendi kendine bir plan uydurmak zorunda kalmasını...

"Etkileyici," diye onu övmüştü, Engar "Senden böyle bir şey beklemezdim, Eiros."

İstemeden de olsa, adamın bu laflarına sevinmişti Eiros. Bir yandan, kendisine kötü davranmış olduğu için bu adamın diyeceği hiç bir şeyle alakası olsun istemiyordu. Hatta ondan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışabilirdi bile ama bu övgüyü almak, onu mutlu etmişti. Başka insanlara bağımlılığı için kendisine kızdı ama yapabileceği bir şey yoktu. En azından şimdilik, övgüyü kabul etmeye karar verdi.

"İyi düşünmüşsün, Eiros," diye, Kueti de ekledi.

"Siz ne yaptınız?" diye konuyu değiştirdi, kızaran adam.

Özellikle, Kueti'nin ona ilgi göstermesi, küçük bir çocuk gibi onu utandırmıştı.

Dediklerine göre, onu bulmaları biraz sürmüştü çünkü başka yaratıklara daha rastlamışlardı. Hastalıklı danalar, koridorların her yerinde geziniyorlardı. Çatışmaya girip, bu hallerinde daha fazla ilgi çekme riskine bulaşamayacakları için, gizlenerek ilerlemişlerdi. Ne de olsa, bir üyeleri eksikti ve Kueti'nin ana silahı artık işlemez hale gelmişti.

"Danalarla ilgili bir şey söylüyordunuz, bütün bunlar gerçekleşmeden önce?" diye bir soru yöneltti, Eiros.

"Evet, onların ne olduğu hakkında bir tahminimiz var," diye onayladı Engar "Bizim diyarımızdaki bir hastalığı kapmışa benziyorlar. Adı Rengan hastalığı ve normalde, Ugilerin akrabası olan kentelerde görülüyor."

"Kenteler mi?" diye sordu, Eiros.

"Bu diyardaki hayvanlara benzer gibi düşün fakat Ugi diyarından yaratıklar. Aynı zamanda, kimi kente türlerinin etini yiyen Ugilere bulaştığı da görülmüş. Görülmemiş olan ise, hayvanlara yani sizin diyarınızdan canlılara bulaşmaları. Bu yüzden, aşırı derecede sıradışı bir durum. Doğal olarak gerçekleşmiş olamaz," diye açıkladı, Engar.

"Sizin devletinizin yaptığı deneyin bu olduğunu düşünüyoruz," diye ekledi, Kueti "Neus'un bizi buraya araştırmamız için yolladığı şey."

"İyi de, bundan getirileri ne? Bir tür biyolojik silah olarak mı, bu Rengan denen şeyi kullanmayı planlıyorlar?" diye sordu Eiros ve sesli şekilde akıl yürüttü "Ama bu mantıksız değil mi? Biyolojik silah kullanacak olsalar, bizim dünyamızda da epey bol aday var. Hem neden böyle bir şey istesinler ki, böyle bir devirde? Zaten bu ülke bir süpergüç de değil."

"Altında bundan daha derin bir şeyin yattığını düşünüyoruz. Bu yüzden, bu olayın daha derinlerine inmeliyiz. Durumun kötü fakat seni tekrar yüzeye çıkarıp, buraya dönecek vaktimiz yok," diye vardıkları kararı bildirdi Engar "Yapabileceğimiz en iyi şey, seni geçici olarak buralarda bir yere saklamak ve araştırmaya devam etmek. Eğer burayı şimdi terk edersek, bir daha geri dönme şansımız olmayabilir."

"Anladım, peki mağarada kalmam daha mantıklı olmaz mıydı? O hayvanlara karşı, bu halimde bir şey yapabileceğimi zannetmiyorum. Omurgam feci derecede incindi ve gördüğünüz üzere, daha sizin desteğiniz olmadan yürüyemiyorum bile. Ancak köstek olurum," dedi, Eiros.

"Hayır," dedi, Kueti "O mağaralarda farklı bir şey var. Bir anomali için bile garipler. Sana orada ne olacağını bilemeyiz."

"Tamam," dedi, başka seçeneği kalmayan Eiros.

Onlar yürüyedursun, İblis'le olan konuşmasına gitti aklı. Ne düşünüyordu ki? Ona bütün şiddetin iğrenç olduğunu söylemişti, ki hala böyle düşünüyordu, ancak şiddetten bütün bütün vazgeçmeyi düşünmüştü o an. İçindeki bu aptal, gereksiz derecede idealist tarafın açığa çıkmasına izin vermişti. Şu anki koşullarda şiddeti asla tamamen terk edemeyeceğinin bilincindeydi, İblis de bunun hayli hayli farkında olmalıydı, yine de... elinden gelse, bir daha asla buna başvurmak istemezdi. Bu son bir yıldan öncesinde de, hayatında yeterince şiddet olmuştu. Sonuç ne olursa olsun, asla iyi bir yere varmıyordu. Bütün bunlara ek olarak, devletler ve politika işin içine girdi mi, her şey daha da karışıyordu. İblis'e dediklerine inanıyordu; insanların, devletler tarafından şiddete itildiği gerçeğine. Doğru, devletler şiddeti tekelleştirmişti fakat kendi vatandaşlarını, devletin başındakiler, başka ülkelerin vatandaşlarına şiddet uygulamaya yöneltmede hiç bir sakınca duymuyordu. Hatta, gayet iyi bildiği gibi, yeri geldiğinde kendi vatandaşlarına karşı bile.

"Düşüncelisin," diye bir gözlemde bulundu, yüzünde hala maskesi olan Kueti.

"Evet, İblis'le konuştuklarımı düşünüyorum. Şiddet kullanımı hakkında olanlar, biraz bahsetmiştim hani," diye yanıtladı. Aklına ona danışmak gelerek ekledi "Sen ne düşünüyorsun?"

"Ben..." diyordu ki Kueti, hedefledikleri noktaya vardılar.

İki omzuna girdikleri Eiros'u, küçük odanın içinde, dikkatlice, yere bıraktılar. Bir şey demeden çıkan Engar, ikiliyi konuşması için bıraktı. Sadece, Kueti'nin omzuna elini koyarak, hızlı olmasını şöyle bir hatırlatmakla yetinmişti.

"Cevabımı duymak istemezsin," dedi Kueti.

"Hayır, gerçekten merak ediyorum," dedi, Eiros.

"Eiros..."

Kızın sesinde, bariz bir çekince vardı. Adam, neye dokunmuştu acaba?

"Sadece bir soru Kueti," diye ısrar etti.

"Peki öyleyse," diyen kız, maskenin arkasından bakışlarını ona kilitledi ve derin bir nefes aldı "Bence korkaklık ediyorsun. Bir pasifist gibi düşünüyorsun fakat pasifistler, sadece, kirli işlerini başkalarına yaptıran korkaklardır. Eğer bu lüksü karşılayabiliyorsan, benim gibi insanların her zaman pis işleri yapacak olmasındandır."

Kısa ve keskin buz sarkıtlarından oluşan cümleleri, Eiros'a saplanmıştı.

"Görüşürüz," diyen kız, kapıyı çekmeyi unutmayarak odadan çıkıp gitti ve Eiros'u, kendisiyle baş başa bıraktı.

Düşüncelere daldı, yerde uzanan adam. Kızın sesinde ne öfke ne de nefret mevcuttu. Duygulardan tamamen arınmıştı, belki, Eiros'un yersiz sorularıyla oluşmuş küçük bir can sıkıntısı haricinde. Anlayamıyordu onu, nasıl olur da böyle bir şey diyebilirdi? Bütün bu şiddetin, dünyayı daha kötü bir yere dönüştürdüğünü göremiyor muydu? Öte yandan, kendisi neden bunu bu kadar umursuyordu? Başkalarını aşırı umursadığından ya da bir aziz olduğundan falan mı? Hayır, çocukluğu haricinde, hayatında bir kere bile sadaka vermemişti mesela. Dilencileri hep fırsatçı küçük piçler olarak görmüştü. Bu vicdan sömürüsünü reddediyordu. İnsanların sadece vicdan mastürbasyonu yapmak için yardım ettikleri akbabalardı onlar. Bunda bir sorun yoktu belki de ama hiç hayır işi ya da benzeri bir oluşuma da katılmamıştı. Siyasi olaylara ilgisiz değildi, tam tersine pek çok kişiden daha fazla ilgi göstermişti ama içinden bir his, insanları önemsemekten öte, bunu bencil sebeplerle yaptığını söylüyordu. Öte yandan, bütün o "hayırseverler" de içlerinde bir tatmin hissetmek için bunları yapmak istemiyor muydu? Belki de herkes bencildi fakat sadece, bencilliklerinin sonuçları açısından farklılaşıyorlardı. Kimisi birilerinin karnını doyurarak mutlu oluyordu, kimisi siyasi adaletsizliğe karşı çıkarak, kimisi de evde oturup keyif çatarak. Amaçları hep aynı değil miydi? O doluluk hissine ulaşmak. Gerçekten, saf bir bensizlikten söz etmek mümkün müydü?

Neden, diye aklından geçirdi, bütün bunları şimdi düşünüyorum? Hayatta kalmaya odaklansam daha iyi olmaz mı? Evet, öyle yapacağım. Şu halime bak, kırılıp atılmış bir çubuk gibiyim. Amına koyayım senin İblis, bu bedene gelen hasar seni de etkilemiyor mu? Tüccar mantığıyla hareket ettiğini söylemiştin ama yalancının tekisin.

Bununla beraber, içindeki o garip his hala gitmemişti; bu anomaliyi ve hele o gölcüğü gördüğünden beri içinde olan his. Sanki bedeni ve ruhu kimyasal bir tepkimeden geçiyor ve yeni bir maddeye dönüşüyordu. Midesi bulandı, bir an sonra ise kusmak için öğürdü fakat hiç bir şey çıkmadı. Vücudunun gerilmesiyle, incinmiş beli bir acı dalgası yolladı. Bu seferki yarası gerçekten çok kötüydü. Tek umudu, kalıcı bir hasar bırakmamış olmasıydı.

Nefes vererek tekrar sırt üstü uzanır pozisyona geçti ama içindeki his giderek artmaya devam etti. Midesi bulanıyor ama kusamıyor, kalbi düzensizce çarpıyordu. Damarlarında dolaşan kanı boynunda hissetti ve bütün vücuduna bir sıcak bastı. Başı dönüyordu.

"Ne oluyor la..." diyordu ki, etrafındaki manzara değişti.

Parlak gaz kitleleriyle dolu, ucu bucağı görünmeyen karanlık bir yerde süzülüyordu. Uzaya benziyordu ve nedense, tanıdık bir hissi vardı.

"Eiros," dedi, karşısında peydahlanan zümrüdi İblis.

"Beni sen mi getirdin buraya?" diye, cevabını bildiği bir soru sordu.

"Anlaşmayı yenilediğimizde, belli koşullar da değişti fakat konu bu değil. Vücudundaki yaraya bir çare göstereceğim sana," dedi, Ugi.

"Çare mi?"

"Kalıcı bir şey değil fakat sana yardımcı olacaktır. Tabii, içerdiği belli riskler de var..."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 05 Mart 2017, 20:34:46
Bölüm 41 - İnsaniyet

"Ben..." dedi, kelimeler boğazına tıkanmış olan adam.

Pandemonium, ona aldırmadan yavaşça ilerledi ve bilgisayarın başına geçti.

"Orospu çocuğu!" diye bir küfür savurdu Yıldırım "Orospu çocuğu!"

"Sessiz ol," dedi, kalın sesli robot "Dikkat çekmek istemezsin."

"Umurumda değil. Bu... bu... yaratıklar! Vahşiler!" diye öfkeyle soludu "Hepsini öldüreceğim."

Bir cevap vermeyen Pandemonium, çalışmaya devam etti. Karanlık ve yer yer onu bozan kızıl ışıkla dolu odanın diğer kısımları onu ilgilendirmiyordu. Korumalı camların arkasında tutulan beşikler ve içindeki bebekler, hiç ilgisini çekmemişti mesela. Danalara benzer şekilde, deforme olmuştu küçük bedenleri. Kimisinin gözleri sağlıksız kan çanaklarına dönüşmüştü. Kimisinin derisinde, her yere yayılmış olan döküntüler mevcuttu. Kanlı pıhtılar, bu döküntüleri kaplamıştı.

Cama yaklaştı, Eiros. Önünde bir cihaz ve camın öteki tarafında, ondan çıkan kabloların kontrol ettiği robotik kollar mevcuttu. İçinden bu camı yıkıp, çocukları kurtarmak geldi fakat öfkesinin altında, nedensel düşünen bir parça hala mevcuttu. Bu tarz şeylerin ne işe yaradığını biliyordu. Bulaşıcı bir hastalık ihtimaline karşı, bu cam bölme yapılmış olmalıydı. Bu da demekti ki, bebeklerin üstünde yaptıkları deney her ne ise, hava yoluyla geçici olabilirdi.

"Hasta orospu çocukları," diye bir daha savurdu.

İyi birisi olmayabilirdi fakat böyle bir şeye kalkışabilmek, bunu düşünebilmek bile, tamamen farklı bir konuydu. İnsanlık dışıydı. Bütün ruhu isyan etti, ancak yapabileceği hiç bir şey yoktu. Bebeklerin bir çoğu zaten ölmüştü. Belki deneylerden, belki de bütün personeli öldürülmüş merkezde onlara bakacak kimse olmamasındandı. Hangisi daha kötü bilemiyordu. Yavaş yavaş öldüren bir hastalık mı, yoksa susuzluk ve açlık mı?

Solunum makinasına bağlı bir kaç tanesini gördü. Cihazlardan bir tanesi hala çalışıyordu, demek ki hala yaşıyor olmalıydı.

"Pandemonium," dedi "Onları kurtarmak için bir şeyler yapmalıyız."

"Görevim bu değil, delikanlı," dedi robot "Zaten onlar için yapabileceğimiz hiç bir şey yok."

"Olmalı!" diye karşı çıktı, Eiros, inanmayı reddederek.

"Hayır, buradaki veri çok net. Rengan hastalığı ile sizin deli dana dediğiniz hastalığı, ortak bir proteinde karıştırmayı başarmışlar. Oradakiler -diye bebekleri işaret etti- bu hastalığı kaptıkları an, ölecekleri belirlenmişti."

"İyi ama neden?" diye sordu, yılgınlıkla adam "Kim neden böyle bir şey yapsın?"

"Burada şifreli bir dosya var," dedi Pandemonium "Diğerlerinden daha iyi bir şekilde korunuyor."

Olanları sindiremeyen Eiros, midesinin bulandığını hissetti. Havada hastalıklı bir boğuculuk vardı. Sadece bedeni değil, ruhu da kirleten bir ağırlık. Bir daha aynı olamayacağını biliyordu. İçinde bir şeyler ölmüştü. Ne kadar da komikti. Şiddetten uzaklaşmaya karar vermişken, şimdi hayatında hiç olmadığı kadar büyük bir öldürme isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Bunların sorumlusu olanları bir bulabilse...

"Buldum," diye bir ses duyuldu "Kendin baksan iyi edersin, delikanlı."

Camdan uzaklaşıp, havada süzülen robotun yayına gitti ve okumaya koyuldu.

"Bu..." dedi bir süre sonra ve duraksayarak, kelimelerini değiştirdi çünkü artık olasılıksız diye bir şey yoktu "Şimdi anlaşıldı. Demek bütün hedefleri buymuş."

"Evet, devletinizin başı, kendi kişisel ordusunu oluşturmayı planlıyor," diye doğruladı, Bay Pandemonium.

"Ordu değil, daha çok özel bir tim," diye düzeltti Eiros.

Pandemonium, tek ve büyük gözünü ona doğrulttu, sorarcasına.

"Bir süredir deep web'te dolanan bir iddia vardı. Onun, kendi kişisel amaçları için bir tim kurmayı planladığı ve istediği kişilere suikastlar yaptıracağı, istediğinde bir yerlerde bombalamalar yaptıracağı hakkında. Ülkeyi karıştırmak ve kaos çıkarmak için, özel eğitimli ve beyni yıkanmış birileri işte," diye açıkladı ve daha iyi okumak için ekrana yaklaşarak devam etti "Ancak bu kadarını hiç düşünmemiştim. Genetik mühendislikle süper askerler yaratmaya çalışmak... böyle bir imkan olduğundan bile haberdar değildim. Bizimki gibi geri bir ülke, bu kadar gelişmiş bir teknolojiyi nasıl bulmuş olabilir?"

"Önemli bir soru. Birilerinden almışlar fakat kimlikleri burada geçmiyor. Bu tesiste herhangi bir yerde bulunduğunu zannetmiyorum. Bu amatörce deneyi gerçekleştiren gerzekler açısından akıllıca bir hareket. Yeterince veri topladık bu görev için, geri dönme vakti," diye bildirdi, Pandemonium.

"Tamam," dedi Eiros "Ama gitmeden önce yapmam gereken bir şey var."

Cama doğru döndü ve bu anı hafızasına kazıdı. Bir, iki, üç... tamı tamına otuz sekiz bebek vardı. Bunlardan altı tanesi hala yaşıyordu. Bir tanesi solunum cihazına bağlıydı ve minik göğsünün, zar zor inip kalktığını görebiliyordu. Çok şükür ki, hiç birisi o an bilinçli görünmüyordu. Belki uyuyorlardı, belki de bir ilaç verilmişti. Buna rağmen, bebeklerin bilinçaltı kendisine akıyordu. Kelimelere bile sahip olmayan canlıların saf duyguları; sonu gelmeyen, ta en başından beri var olan acıları; soğuk bir dünyada, kimsesiz bir şekilde kalmış olan bu güçsüzlerin korkuları; çaresizlikleri.

Yapılması gereken belliydi. Silahını kılıfından çıkardı ve ses baskılayıcı aparatı taktı. Geriye çekilerek, camdan uzaklaştı ve bir kolunun yeniyle ağzını kaparken, diğer eliyle silahı doğrultarak nişan aldı.

"Salak!" diye onu durdurmaya yeltendi, Pandemonium "Hastalık kapaca--"

Robot yarı yoldayken, Eiros ateş etti. Gözlerini bir an bile kaçırmadan, yaptığı, yapmak zorunda olduğu işi izledi. Hedefini tutturmuş ve kan, beyaz çarşafı boyamıştı. Ardından, diğerine döndü, ve diğerine, ve diğerine... canları teker teker aldı. Bir an bile titremeyen eli sayesinde, kısa bir sürede, işini tamamlamıştı. Camın ötesinde, artık tek bir canlı bile yoktu. Acı çekmek zorunda kalmayacaklardı.

Pandemonium'un bir şeyler dediğini duydu, belli belirsiz. Ne kadar da uzakta geliyordu o an, ne kadar da anlamsız.

"... ve Engar'ı bulmalıyız. Ugi'nin sana öğrettiği yöntem daha fazla seni ayakta tutmaz."

Duygularından tamamen soyutlanmış olan adam, ona uyarak odadan çıktı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 16 Mart 2017, 17:36:28
Bölüm 42 - Evrenin Sırrı

Hiç arkadaşlarından nefret ettin mi? Duşta, saatlerce onlardan nefret ettiğini sayıklayıp durdun mu? Hoş bir ılıklığı olan suyun sıcaklığını yavaş yavaş arttırarak, nefes almanın bile zorlaştığı bir uğraş hali alana kadar, onun altında, küvette bir cenin pozisyonu almış insan paçavrası olarak, nefretini kaynar suyun kulaksız ve bilinçsiz varlığına tekrarladın mı?

Peki bunu, arkadaşlarına çok değer veren bir kişi olarak yaptın mı?

Neden yapmadın? Ben neden yaptım?
.
.
.
Küçükken iyi olmayı isterdim. İyi bir insan olarak yaşamımı sürdürecek ve diğerlerine örnek olacaktım. Koşullara rağmen ahlaki standartlarını koruyan, onlardan vazgeçmeyen, yılmaz bir idealist olarak yaşayacaktım. İdealist lafını ne kadar da seviyordum o zamanlar! Birisi bana bu lafı sarf ettiğinde, gep gep geriniyor ve büyük bir iltifat gibi kabul ediyordum. Aşağılama olarak söylemiş olsa da, bunu onun karamsarlığına, bozulmuş başka bir "dünya kurbanı" olmasına bağlıyordum. Hele kader kavramından var ya, o kadar hazzetmiyordum ki, kadercilere hayatta hiç bir şey olamamış ve denemeyi bilmeyen, iradesiz kişiler olarak bakıyordum. Her şeyi biliyordum sonuçta. Bir şeyi başarmanın etkili ve basit bir yolu vardı; başarana kadar denemeyi sürdür.

Bütün o reklamlar ve başarı hikayelerini gururla anlatan ünlüler bunu demiyor muydu?

"Denemeye devam et ve eninde sonunda başarıya ulaşacaksın."

Bu gerizekalıca hayalden kurtulduğuma memnunum. Gerçi, o zamanı hatırlıyorum da, ne kadar öfkeliydim. Kandırılmış birisinin öfkesiyle doluydum. Hiç de bu kadar kolay değildi. Başarısız olman için o kadar çok neden vardı ki...

Konuyu saptırıyorum. Arkadaş diyordum. Bir insan olarak, arkadaş seçme konusunda ben de kendi çapımda belli tecrübeler yaşadım. Her şeyin ortak zevkler olmadığını ya da en güvendiğinin kişinin arkasından bile sinsi bir piç çıkabileceğini öğrendim. Ancak, konum bunlar değil. Günlük hayatta "arkadaşlarımın" yaptığı küçük davranışlar ve diğer arkadaşlarımın onlara verdiği tepkiler. Nefretimin sebebi bunlardır. Küçük detaylara dikkat eden bir kişiyim.

Mesela, insanın içindeki ezme ve domine etme isteğinin ortaya çıktığı o küçük anlar paha biçilemez nefret kaynaklarıdır. Küçük şakalaşmaları ciddiye alacak kadar kafayı sıyırmadım fakat bunları, gerçekten düşmancıllık içeren anlardan ayırabiliyorum.

"Sana konuşurken yüzüme bak lan!"

Bunu sık sık diyen birisi vardı mesela. Dalgın ve sosyallik açısından çok da yetenekli olmayan birisi olarak, konuşurken insanların yüzünden kaçırırdım gözlerimi. Her zaman yapmazdım bunu fakat ortalama bir konuşmada iki-üç kez gerçekleşirdi. Eğer karşımda bu kişi varsa, bana bu lafları sarf ederdi. Neredeyse her seferinde, kelimesi kelimesine aynı olurdu. Korkardım. İtiraf etmek istemezdim fakat karşımdaki bu soğuk ve şiddet vaat eden ifadeden korkardım. Eğer dediklerini yapmazsam, küçük şekillerde cezalandırırdı beni.

Düşünmesi bile şu an içimi nefretle dolduruyor. Midem düğümleniyor.

Bağırırdı ya da laf sokardı. İçeriklerini şu an hatırlamıyorum fakat arada bir fizikselliğe başvurduğunu da hatırlıyorum. O orospu çocuğu, çok kuvvetli ya da canımı acıtacak bir düzeyde olmasa da, tokatlardı. Asıl amacı bu değildi zaten. Aşağılamaktı davranışının amacı. Hele etrafında izleyiciler varsa!

En çok da, o izleyicileri almazdı aklım. Karşı koymaya çabalardım kendi çapımda. Arada bir, sözlü olarak cevap verdiğim olurdu fakat asla onun seviyesine çıkamadım. Yılların verdiği "ezici" tecrübe sayesinde benim savunma girişimlerimi kolaylıkla yıkıp geçerdi. Ama asıl bu konu değil, izleyicilerden bahsetmiştim.

Gülerlerdi. Ben güçlü görünmeye çalışır ve umurumda değilmiş gibi davranırdım fakat bariz bir şekilde, bunun bir numara olduğu her seferinde belli olurdu. Bu yüzden yapardı ya zaten. Onların dediklerine göre "tepkilerim pek bir komikmiş." Bir sineği yakalamış, kanatlarını koparan ve kocaman bir sopayla -acı çekmesini izlemek için- onu dürten sadist çocuklar gibi uğraşırlardı. Çırpınışlarım o sosyallerin çok hoşuna giderdi. Zayıflık komiktir, değil mi? Uyum sağlamaya çalışmak ve insanlarla bağ kurmak için uğraşıp durmak, gülünecek bir çabadır. Bunu yapan kişi, aşağılığın da aşağılığıdır. Ne yaparsan yap müstahaktır! N'asolsa sana karşılık veremeyecektir ve içindeki bütün negatif duyguları onun üstüne boşaltabilirsin. Bir çöptür o. Bir şakadır. Gülünüp geçilecek ve insan bile denmeyecek bir şey.

Şey. Evet. Bir adı hak etmez.

Çoğul eki kullandım çünkü, zaman içinde, izleyiciler de katılmaya başladı bu oyuna. Sayıları gün geçtikçe arttı ve en beta insan bile benimle uğraşır oldu. O zaman, grup hiyerarşisinin en altında yer aldığımı anladım.

Şamar oğlanı.

Duygusuz adam. Uğraşması çok eğlenceli olan.

Yüzünde ifade olmayan Buz Adam.

Canı acısa bile bunu belirtemeyen sosyal özürlü.

Nefretten ölecek gibi olsa bile insanlara ses edemeyen adam.

Bütün bunların hepsi benim...

İşin en kötü yanı da, buna izin vermiş olmamdı. Neden olduğunu bilmiyorum. Onaylanma isteğinden mi, çocukluğumda yaşadığım ve nefret-sevgi ilişkisine kayan bir kişiliğe sahip olmamdan mı, yoksa yalnız kalma korkumdan mı... belki de sadecek korkak olduğum içindir. O insanların yanını hiç bir zaman terk etmedim. Etsem bile geri döndüm. Sadece dakikalık uzaklaşmalardı bunlar. Bana bir çöpmüş gibi davranmalarına izin verdim.

Her gün, gururumun ayaklar altına alınmasına göz yumdum.

Kendimce nedenlerim vardı. Belki bir gün onları da anlatırım fakat hiç bir şeye açıklama olamazlar.

---
Bütün bunları, liseden mezun olduğumun ertesi seneden kalmış bu online günlüğü neden okuyorum şimdi? O insanlar artık yok. O Yıldırım artık yok. Yerinde tamamen başka birisi var. Bir katil, bir cani ve bir canavar. Ne kadar da basitmiş o zamanki sorunlarım. Ne kadar da... komikmiş. Evet, komik. Bütün bunlar bir şaka gibi. O kadar uzakta geliyor ki o an... tetiği çektiğim o an. Tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar... bam! Birisi öldü. Bam! Vücuttan sıçrayan kanlar duvarı boyadı. Bam! Ateşlemenin kokusu ciğerlerimi dolduruyor. Neden bu kadar iyi hatırlıyorum, acı ve ekşi, amonyum ve sülfürle dolu, ağzımda metalik bir tat bırakan o kokuyu? Sanki hala burnumda. Bam! Cam ne kadar da ilginç şekilde sarsılıyor öyle. Dalgalanan bir vatoz gibi. Neredeyse büyüleyici. Sanırım bu sonuncu, değil mi! Bam! Ah, ıskaladım. Bacağına mı geldi? Evet, oraya geldi. Baksana, kopmuş ve kemiği ile atardamarı görünüyor. Belki de toplar damar? Bam! Hah, bu sefer tutturdum. Tam alnının ortasından. Oldu bitti. Bu kadar basitmiş.

Birisi kolumdan çekiştiriyor. Kim bu teneke? Hah, Pandemonium'muş. Ne kadar garip bir ad bu Pandemonium. Pandora'nın kutusunu çağrıştırıyor insana.

Ağlamak istiyorum.

Odadan çıktık ama nereye gidiyoruz? Neyse, pek de önemi yok zaten.

Ağlamak istiyorum.

Savsak mı yürüyorum? Evet, sanırım. Ne önemi var ki?

Ağlayamıyorum.

Kueti'yle diğer eleman mı o... adı neydi? Neyse, önemi yok. Hiç bir şeyin önemi yok.

Hissedemiyorum.

Düşünemiyorum.

---
Fark şu ki, artık düşünebiliyorum. Yapmam gerekeni yaptım, bunun farkındayım. Hiç bir umut yoktu onlar için. Daha fazla acı çekmelerini engelledim, tabii bacağını kopardığım hariç. Onun canı bir anlığına daha fazla yandı. Sanırım ağlamaklı bağırmıştı. Yoksa şoka mı girmişti? Hatırlayamıyorum. O kadar az anı fakat o kadar çok saçma detay ve düşünce var ki o andan, bir yerlere yazsam, azıcık bir şey çıkardı herhalde.

Şöyle ilginç bir etkisi oldu bunun. Nasıl yumuşak bir şekilde ifade edebileceğimi bilmiyorum, sevgili günlük, ancak kendime ulaşamıyorum sanırım artık. Bir şey hissedemiyorum. Hayatımı, yaptıklarımı ve Yıldırım diye birisinin anılarını hatırlıyorum ama o kadar uzaklar ki... neredeyse rahatlatıcı. Birisi, benimle o kişi arasına büyük bir duvar çekmiş gibi ve duvarın öteki tarafında kötü bir şeyler var. Ne olduğunu tam bilmiyorum ama hoş olmasa gerek. Hayır hayır, o kadar da kötü değil böyle olmak. Eskisi gibi çekinmeler ve acılar yok, duygusal ikilemler yok. İtiraf etmem gerekirse biraz boş, uykulu bir şekilde saatlerce olduğum yerde durduğum oluyor. Hiç bir şey yapmıyorum ve internette geziniyorum. Sanırım, sadece uyumak istiyorum. Sonsuza dek böyle kalmak, dünyadan ve her şeyden uzakta, hissiz bir şekilde, ama böyle olmayacak. Eninde sonunda tekrar bu odadan çıkmak zorunda kalacağım. Eninde sonunda o hisler gelecek fakat şu anlık, bunun keyfini çıkarmamda bir sakınca yok, değil mi? Sonuçta, altı bebek öldürdüm.

Önündeki bilgisayarın yanına koymuş olduğu günlüğün başından doğrulan adam, kendi kendine hafifçe güldü.

 "Kulağa ne kadar da komik geliyor."

Gerçekten, eğlenmişti. Belki de evrenin sırrı buydu? Her şeyin bir şaka olması.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 04 Nisan 2017, 20:18:42
Bölüm 43 - Seirates

Geniş toplantı odasına safir rengi tene sahip bir adam girdi. Uzun sarı saçlara sahip adamın sırtından dökülen mor pelerini, cereyandan dolayı dalgalanmıştı. Çelik mavisi zırhı bütün vücudunu saran gardiyanlardan birisi bunu fark etmiş olacak ki, demir çerçeveli pencereyi kapatmaya yönelir gibi oldu fakat gelenin kim olduğunu görünce durdu ve hazırola geçti. Geniş, çember odada bulunan bütün gardiyanlar aynısını yapmıştı. Berrak gökten gelen mavi güneşin ışığı, odanın içini dolduruyor ve hepsi -değişen tonlara sahip olmakla beraber- safir rengi tene sahip insanları aydınlatıyordu. Bir esintiyle beraber, pencerelerin arasındaki duvarlara asılmış lacivert flamalar kıpırdadı. Gri kayalardan elde edilmiş tuğlalardan oluşan duvarlar, zamana meydan okuyan sağlamlıktaydı. Ancak biraz yıprandıkları belliydi.

"Efendi Seirates, hoş geldiniz," diye karşıladı onu, orta yaşlı bir adam.

Siyah sakalına ve saçına düşmüş bir kaç ak, onun yaşlılık yolunda ilerlediğini belli etse de, sahada geçirdiği yıllar bedeninin eskimesini önlemişti. Bir kaç yara izi, özellikle alnında enlemesine uzanan çirkin ve tırtıklı bir tanesi, hariç sapasağlamdı. Üst düzey komutanların giydiği, siyaha çalan koyu lacivert zırhı çentiklerle doluydu.

"Hoş buldum, Oekla," diye yanıtladı, genç adam.

Ardından askerleri selamladı. Gardiyanlar haricinde, çemberde topu topu beş kişiydiler. Seirates dışında iki kadın ve iki erkek bulunuyordu. Kadınlardan birisi, klasik kar beyazı cübbeye bürünmüştü. Kumaşın üstündeki, incelikle işlenmiş açık mavi ejder desenleri her tarafında dolanıyor ve sol göğsünde birleşiyordu. Uçuk safir rengi, ince bir yüze sahipti. Soluk beyaz dudakları, konuşurken bariz bir küçümsemeyle bükülmüştü.

"Teşrifinizle bizi onurlandırdınız, sayın Seirates," demişti, alaylı bir tonda.

İnce parmakları cübbesinin üstünde dolanmış ama adama doğru uzanmamıştı, bunu derken. Seirates, kadının kendisini sevmediğini pek ala biliyordu, buna ihtiyacı da yoktu fakat bu karşıtlığın bir soruna yol açmasını göze alamazdı. Yaşı belirsiz, uçuk benizli bu kadın, Bilgeleri temsil ediyordu; onun oyunu kaybetmek istemezdi.

Diğer kadın, olgunluğunun doruk noktasında bir askerdi. Derisi güneş altında geçirdiği uzun zamandan dolayı kararak, koyu maviye dönmüştü. Oekla ile birlikte, konseyde bulunan iki askeri oluşturuyorlardı, ki bu durum tartışmalara yol açmıştı. Üstlerine dengesizlik çökeceğini düşünen Bilgeler duruma karşı çıksa da, içinde bulundukları koşullar yüzünden, bir süre sonra seslerini kesmek zorunda kalmışlardı.

"Efendi Seirates," diye selam verdi ve sertçe adamın elini sıktı.

Oekla gibi kara zırha bürünmüş, Iu adındaki bu kadına karşı sempati duyuyordu Seirates. Dürüst, açık sözlü ve aklına koyduğunu yapan bir tipti. Diğer adama gelirsek, o başka bir konuydu...

"Seirates..." dedi ve zengin işi kimonosunun altından çıkarttığı elini uzattı, turuncu saçlı adam.

" Efendi Seirates, Kuro" diye düzeltti, Oekla.

"Ah, evet. Özür dilerim, bu tarz resmi takdimlerde hep kafam karışıyor," diye aptalı oynadı, adam.

Bilge Kadın, kıs kıs güldü. Bunun bir yalan olduğunu herkes gayet iyi biliyordu.

"Son üyemiz de geldiğine göre, artık oturumu başlatabiliriz," dedi, Oekla.

Beşli, yuvarlak masanın etrafına dizildi ve her birisi, kendilerine ayrılmış olan koltuklara oturdular. Kuro hariç. Oekla'nın yanına giden turuncu saçlı adam, ona bir şeyler fısıldandı. Siyah saçlı komutan, şaşkınlıkla ona baktı ve sessizce cevap verdi. Kuro da bir şeyler daha ekledi ve Oekla, ikna olmuş olacak ki ayağa kalktı.

"Gardiyanlar, dışarı," dedi.

Doğrudan gelen emre uyan adamlar ve kadınlar, zırhları takırdayarak odadan dışarı yollandı.

"Bu da ne demek oluyor?" diye sordu, batan güneş gibi koyu mavi gözlere sahip Iu.

Cevap vermek için, son gardiyanın çıkarken metal kapıyı kapamasını bekledi, Oekla.

"Sayın Kuro'dan gelen bilgiye göre, askerlerimiz arasında ajanlar olabilirmiş," dedi ardından.

"Ne?" dedi kadın, karşı çıkarak "Meclis binasına sızmış olmalarının imkanı yok."

"Sevgili Iu," dedi gülümseyen Kuro "Kendi askerlerinize gereğinden fazla güveniyorsunuz. Bu da hepimizin başını derde sokan şey değil mi?"

"Sen, güven gibi bir şeyi ağzına almadan önce iki kere düşün," dedi Iu fakat yerine oturmuştu.

"Sayın tüccar ve sayın asker atışmalarını bitirdiyse, asıl konuya geçebilir miyiz?" dedi, Bilge Kadın, yumuşakça.

Bu lafın üstüne, ikisi de rahatsızca yerlerinde kıpırdandı.

"Evet, Efendi Seirates. Seni bekliyoruz," dedi, Oekla.

Zira, Seirates ayağa kalkmış ve açık kalmış pencereyi kapatmaya gitmişti. Elini cama uzattığı esnada kuvvetli bir rüzgar esti ve kenarları altın rengi işlemeli giysisi oynaştı, saçları savruldu. Camı kapatınca bu durum doğal olarak kesilmiş olsa da, adam bir süre hareket etmeden durdu.

"Ne oldu, Seirates?" diye sordu, bir şeyin yanlış olduğunu anlamış olan Oekla fakat sarışın adam, mor eldivenli elini kaldırarak ona susmasını işaret etti.

Saniyeler birbirini kovaladı ve hala kıpırtısız, olduğu yerde duruyordu. Sonra aniden, elinin çevik bir hareketiyle havada bir şeyi yakaladı. Masaya giderek bir bardağın içindeki suyu yere boşalttı ve yakaladığı şeyin üstüne koydu. Dörtlü, yaklaşarak, garip böceğe baktı. Kapkara, altı kanatlı büyükçe bir sinek gibiydi fakat kızıl gözlerinde anormal bir şeyler vardı.

"Bu da ne?" diye sordu, Iu.

"Bilmiyorum," diye yanıtladı, Seirates.

"Ugi işine benziyor fakat gözleri farklı," dedi, Bilge Kadın ve cübbesinin yeninden bir neşter çıkardı.

Bardağı dikkatlice aralayıp, böceği eline aldı ve kafasını kesti. Yeninden bir monokl çıkararak gözüne taktı ve kesik başı incelemeye koyuldu.

"Bunlar... mekanik. Sapienslerin işi olmalı," diye akıl yürüttü.

"Sapiensler mi? Bah! Onların burada ne işi var?" dedi, Oekla.

"Daha derin bir inceleme yapmadan tam olarak ne olduğunu belirleyemem fakat bu kesinlikle Sapienslerin işi," dedi ve küçümsemeyle ekledi "Bu konuyu benden daha iyi bildiğini iddia etmiyorsun herhalde, sayın Oekla?"

"Homo sapiens..." dedi Iu "Kuzenlerimiz ne arıyor burada?"

"Ne arıyor değil, sayın asker. Nasıl?" dedi, Kuro.

"Kesinlikle. Uygarlıkları daha bu seviyede olmamalı," diye onayladı, Bilge Kadın.

Seirates onlara katılıyordu. Sapiensler hakkında bildikleri kadarıyla, böyle bir işi başarmaları imkansızdı.

"Konusu açıldığı iyi oldu. Bu konuda size yardımcı olabileceğimi düşünüyorum, sayın konsey," dedi Kuro.

Bütün kafalar ona döndü. Mavi gül işlemelerine sahip kimonosunun göğüs kısmından bir şey çıkardı adam. Siyah, üçgen bir prizmaydı. Masanın kendi tarafındaki bölmeye yerleştirdi ve yuvarlak, geniş masanın ortasında bir hologram belirdi; Sapienslerin yuvası olan Yeryüzü. Kuro ellerini kıpırdattı ve görüntü yaklaşarak, iki kıta arasında köprü görevi gören bir toprak parçasına odaklandı. Kara cübbeli adam ellerini oynatmaya devam etti ve görüntü daha da yaklaşarak, toprak parçasının ortasındaki bir şehre kadar geldi. Daha da ilerledi ve en son, kocaman, ak bir binada durdu. Yüzlerce ev büyüklüğündeki bina, her birisi metrelerce genişliğindeki kolonlarla döşeli bir girişe sahipti. Üç adet basık, kare kubbesi gökyüzüne meydan okurcasına yükseliyordu. Simetrik olarak dizilmişlerdi ve ortada bulunanı, köşedeki diğer ikisinden daha büyüktü. Her yanı ışıklarla aydınlatılmış bina, ak bir sarayı andırıyordu. Çevresinde, irili ufaklı bir kaç yapı ve çeşmeler vardı.

"Burası neresi?" diye sordu, Oekla.

Askerin kafasının karıştığı belliydi, Iu da aynı görünüyordu. Bilge Kadın ise holograma odaklanmıştı. Seirates hepsini teker teker süzmüştü. Kuro, beklentinin tadını çıkardı ve yavaşça konuştu.

"Bu, sayın konsey, bizim küçük böceğimizi yollamış kişilerin başının oturduğu saray," dedi.

"Saray mı?" dedi, şaşırmış Seirates "Sapienslerin demokrasiye geçtiğini sanıyordum."

"Yanlış düşünüyorsun, Seirates," dedi Kuro "Ad olarak öyle olabilirler ama hala tam anlamıyla bunu beceremediler."

"Sadede gel," dedi, Iu.

"Sabredin sayın asker, elbette geleceğim. Bu küçük ülkede gerçekleşenler hepimizin ilgisini çekecek cinsten," dedi, hafifçe sırıtan Kuro "Dediğim gibi, bu sarayda, bu köprü ülkenin hükümetinin lideri yaşıyor. Bu hükümet ise -dedi ve durakladı- Ugilerle işbirliği içinde."

"Sapienslerin tarih boyunca onlardan birileriyle işbirliği yapmış olduğunu hepimiz biliyoruz," dedi Seirates "Bunlar zararsız ve önemsiz şeyler."

Bilge Kadın, bir kaşını kaldırdı ve ince vücudunu hafifçe çevirerek Kuro'ya baktı. Küçük oyuklara kondurulmaşa benzeyen kara gözlerini turuncu saçlı adama dikmişti. Rahatsızlıkla bakışlarını kaçırdı Kuro.

"Ne demek istiyorsunuz, sayın tüccar?" diye sordu, kadın, tane tane.

"İblis," dedi adam "Bu ülkede bir yerde ortaya çıktı."

Bilge Kadın haricinde herkesten şaşkınlık nidaları yükseldi.

"Böyle bir şey olamaz," dedi, Iu "Yüzyıllardır kayıp o."

"Emin misin?" diye sordu, yaşlı kurt Oekla.

"Evet, ajanlarım bu konuda kesin bilgi verdiler. Aynı zamanda köprü ülkenin hükümeti de onun hakkında bazı planlara sahip, daha ne olduğunu bilmiyorum," dedi Kuro.

Bir şey demeyen Bilge, ince ve soluk ellerini önünde kavuşturarak masaya dayanmıştı. Seirates, kadının düşüncelere dalmış olduğunu fark etti.

"Sayın Bilge," dedi ve kadın da dahil bütün gözler üstüne çevrildi "Bu ne demek oluyor?"

"Bu, geçenlerde yaşadığımı saldırı, ve Sapienslerin buraya kadar sızmış olduğu gerçeği, Efendi Seirates, karanlık bir çağın yaklaşmakta olduğu anlamına geliyor," dedi kadın.

"O zaman toplanma nedenimiz olan saldırıda da, Sapienslerin parmağı mı var?" diye devam etti, Seirates.

"Zannetmiyorum. Bütün örüntüler olayı sadece Ugilerin gerçekleştirmiş olduğuna işaret ediyor," diye yanıtladı kadın.

"Bunu doğrulayabilirim," diye destek çıktı Iu "Karakolu benim garnizonum koruyordu. Askerlerimin hiç birisi, çatışma sırasında garip bir şeyler döndüğünü rapor etmedi."

"Bütün bunlar ne demek oluyor?" dedi, olaya bir anlam vermeye çalışan Oekla.

Cevabı kimse bilmiyordu.

---

Bir buçuk saat sonra toplantı sona erdi ve herkes dağıldı. Mavi güneşin ışığı altında, sarı bitkilerin  bezediği küçük bir bahçeden geçen safir tenli Kuro, eski bir kulübeye yöneldi. Kulübe, bir ağaç gibi, doğal bir şekilde büyümüşe benziyordu. Dışındaki kabuğu oluşturan, koyu kahverengi, mantarsı doku, yaşlı bir ağacınki gibi, yer yer kalkmıştı. En fazla bir kaç metre genişliğinde ve aynı uzunluktaydı. Şehrin bu tarafına gelen artık pek olmuyordu. Bu yüzden, Yerküre güneşi renkli, vahşi otların ele geçirdiği bu alanda sırıtmıyordu. Bir zamanlar, burasının bir kafe, kulübenin ise bir depo olduğunu tahmin etmek zordu.

Kuro, Kapıyı ittirmek için elini uzattığında, kalkmış kabuktan bir parça koparak yere düştü. Turuncu saçlı adam, içeriye girdiğinde, karşısındaki kişiyi, ayakta dikilir halde buldu. Her an bir saldırıya uğramayı bekliyormuş gibi gergindi. Kuro'dan başkası olsa, onun bu halini anlamayabilirdi. Zira, fit bir bedene sahip adam, kendisine rahat izlenimi veren bir umursamazlığa sahip görünüyordu. Ancak, tüccar, bunun bir aldatmaca olduğunu biliyordu. Onun gibi kişileri bu yüzden seçerdi. Gerçek amaçlarını asla belli etmezlerdi.

Bir sapiens olan bu adam, sorgulayan yeşil gözlerini ona çevirdi. Daha rahat görünüyordu fakat üstünde hala bir temkinlilik vardı. Kuro'ya güvenmiyordu, ki bu onun gözünden kaçmamıştı.

"Tam da planladığımız gibi davrandılar," diye cevapladı, onun sessiz sorusunu, safir derili Kuro.

İnsan, bir cevap vermedi ve her zamanki bıkkın ifadesiyle, ona bakmayı sürdürdü. İlettiği mesaj barizdi; kimonolu adam, ona istediğini vermiyordu ve o, bunun tamamen farkındaydı. Bu sebeple, onu yargılıyordu. Bir işveren ve işçi ilişkisi değil, iki akıllı -hatta belki de kurnaz- adamın bir alışverişi söz konusuydu.

"Ah, bakma be öyle! Biraz canlan, kutlama zamanı şimdi! Bugün, her şeyi değiştirecek şeylerin temelini atıyor," diye, alaycı tonuyla itiraz etti, Kuro.

"Aldatmacanın başlangıcı diyorsun yani," diye iğneledi, üstündeki beyaz tişörtten çıkan kolları, bronz ve beyaz arası bir renge sahip olan insan. Kuro, Sapiensler'e özgü olan bu rengi ilginç buluyordu. Kuzenleri denebilecek bu tür, deri rengi gibi belli açılardan, onlardan farklılaşıyordu. Yakın ama bir o kadar da uzak. Kuro, kendi derisi için hep "ten rengi" kavramını kullanmıştı. Sonuçta, normal olan bu değil miydi? Bu yüzden, karşısındaki Sapiens onun derisi için safir tanımını kullandığında, ilk başta garipsemişti. Kimonolu adam, bronz-beyaz betimlemesini kullandığında da, Sapiens'in bir duraksadığını gözlemlemişti.

"Ah," diye, ağzında kocaman bir gülümsemeyle yanıtladı Kuro "Ama bu basit bir aldatmaca değil. Tarihin en büyüklerinden bir tanesi ve bunu yapabilecek tek kişi de benim."

Sapiens ne ona karşı çıkmış, ne de katılmıştı. Kuro, bunun bir numara mı, yoksa gerçekten bir umursamazlık mı olduğunu anlayamadı. Bir tehlikeydi bu.

"Kararlaştırdığımız gibi, konseydekilere İblis'in yerini daha bulamadığımı söyledim," diye bilgi verdi, safir derili adam "Eira'ya sahip kızdan ise hiç bahsetmedim."

İnsan, hareket edince, arkasında bir bilgisayar kendisini belli etti. Sadece bir klavyeden oluşan cihazın ekranı bir hologramdı. İnsan dünyasındaki teknolojinin aksine, hologramdaki şeffaflık yok denecek kadar azdı. Katı bir nesne gibi süzülüyor ve gözü yormayan bir ışık saçıyordu.

"Gizli bir tesiste olanlara bakıyordum," diye konuşmaya başladı, simsiyah saçlara sahip adam "Hayvan ve insan deneyleri yapılıyormuş. Arkada kanlı bir tablo bırakan gizemli bir ekibin lafı geçiyor. Kaç kişi olduklarını ya da neye benzediklerini kimse bilmiyor. Olay yeri olan fabrikanın müdürü intihar etti deniyor ama bunun tesadüf olmadığı çok açık."

"Bu ekipte İblis'in olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu, Kuro "Bu karara nasıl vardın?"

"Hükümetin yolladığı bir temizlik ekibi olamayacağı bariz. Her yeri ve herkesi yakar, geçerlerdi. Bunun dışında, o ülkede bunu yapabilecek kapasitede insanlar yok. Ancak, bana sağladığın konsey kayıtlarında bir isme rastladım. Neus. Bulunabileceği potansiyel yerler arasında benim ülkemin de olduğu geçiyor ve bunu yapabilecek yetenekte. Aynı zamanda, oldukça ilginç bir profili vardı. Bu tarz işler için bir motivasyona sahip olabilecek bir psikolojisi var."

"Evet, konsey, onu, uzun bir süre önce sürgün etmişti," diye onayladı, Kuro. Neus adını duyunca, gözleri ilgiyle faltaşı gibi açılmıştı.

"Aynı zamanda, soruşturma kayıtlarına göz attığımda, denek bebeklerin infaz edildiği bilgisine rastladım," dedi ve hiç bir rahatsızlık emaresi göstermeden, bahçeyi sulamak gibi olağan bir şeyden bahsediyor havasıyla devam etti "Bu adam soğukkanlı bir profesyonel ve çalıştıracağı herhangi bir kişi de, aynı standartlarda olacaktır. Onların böyle bir iz bırakacağını düşünmek mantıksız. Tabii, yakın zamanda yanlarına bir amatör almamışlarsa. Neus'un ilgisini çeken bir şeye sahip, ne gibi bir dünyanın içine çekildiğini bilmeyen, psikolojik olarak dengesiz bir genç gibi."

"Ünlü Neus ve İblis bir arada ha!?" diye, heyecanla sordu Kuro.

"Teorim bu yönde."

"Charmius," diye, ona adıyla seslendi, neşesi iyice artmış olan adam "Ne kadar büyük bir şey açığa çıkarmış olabileceğini biliyor musun? Neus, İblis'e sahipse, bu her şeyi değiştirecektir. Konseydekiler henüz bunu bilmiyor, çok büyük bir avantaja sahibiz. Planları yeniden ayarlamam gerek."

Bir kez daha, heyecanla soludu. Sesinde bir saygı ve neredeyse hayranlık seziliyordu.

"Neus'a karşı savaşma şansı demek!"

"Bak," dedi, onun ruh halini hiç umursamayan Charmius "Bu İblis'i yakalayabilirim. Sadece bana gerekli süreyi ve kaynakları ver."

Yatışmış, safir renkli adam, isteksiz bir havayla kafasını iki yana salladı.

"İblis'e Neus sahipse, onu yakalamak bu kadar kolay olmayacaktır. Onu, senin benim gibi kişiler takip edemez. Adamın teknolojisi çok gelişmiş ve bir strateji ustası."

"O zaman ne öneriyorsun?" diye sordu, Charmius.

Kuro, aklındaki planı ona anlatmaya koyuldu. Onu dinleyen eski polis Charmius, tüccarın mantıklı noktalara parmak bastığını farketmişti. Bu şekilde hareket ederlerse, işe yarayabilirdi.

"... konseyi bana bırak. Onları bir bahaneyle ikna edebilirim," diye lafını tamamladı, turuncu saçlı adam.

Yarım saat sonra, Kuro, kulübeyi terketmişti ve Charmius, araştırmaya koyulmuştu bile. O garip gençle karşılaşmasından beri, neredeyse bir yıl geçmişti ve o zamandan beri, hayatında her şey değişmişti. Bir ara Gece geldi aklına. Acaba o nasıldı? Ancak, bu düşünce, araştırmanın akışıyla çabucak yokoluverdi ve yerini, yoğun, uykusuz bir geceye bıraktı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 30 Nisan 2017, 19:36:21
Bölüm 44 - Yıldırım

Yatağında uzanmış, tavana bakıyordu. Bir süredir hiç bir şey yapmıyor ve arada bir, bir iki lokma atıştırmak için odasından çıkıyordu sadece. İlginç bir şekilde, kimse ona ses etmemişti. Belki de, ondan umudu kesmişlerdi? Evet, bu olabilirdi.

Uzun süredir kesmediği, gür ve karışık sakalını kaşıyordu ki, kapının ötesinden, kalın bir ses geldi "Oran buran açık olmasa iyi olur," diye.

Kağıt kapının yana sürülerek açılmasıyla beraber, içeri uzun boylu Yugiera girmişti. Kadın, her zamanki gibi güç dolu görünüyordu. Dünyadaki yerinden emin birisinin dik duruşuna sahipti. Eiros'un tam aksiydi yani.

"Öff, ne kokmuş be burası," diyerek, elini burnunun önünde salladı kadın "İnsan bir cam açar."

"Ne istiyorsun?" diye sordu, Eiros "Bana laf sokmaya mı geldin?"

"Bu kadar kolay bir şey için gelmek çok sıkıcı olurdu," diyen kadın, ona işaret etti "Gel, sana bir şey göstereceğim."

İtiraz etmek yerine, onun dediklerine uymanın en kısa yol olacağını anlayan Eiros, ayağa kalktı. Bir kelime bile etmeden dışarı çıktılar. Zırhlı kadın, verandadaki koltuğa geçerek, bacak bacak üstüne attı. On, on beş metre uzakta, Engar ve Kueti antrenman yapıyordu. Ter içinde kalmış ikili, herhalde uzun süredir uğraşıyor olmalıydılar. İkisinin de hiç bir silahı yoktu fakat Kueti'nin aksine, Engar'ın bir eli arkasındaydı. Yakın dövüşte kızdan çok daha iyi olduğu düşünülürse, en adil karşılaşma biçimi bu olmalıydı.

"Engar'ın adil olmak adına tek elini kullandığını düşünüyorsun, değil mi?" diye sordu kadın ama yanıt beklemeden devam etti "Yanılıyorsun. Sen bebekleri öldürürken, o ikisi, Renganlı yaratıklarla kapışıyordu. Daha önce karşılaştıklarınızın hepsinin dişi olduğunu biliyor muydun? Benim çocuklar, tarama yaparken alfa erkeğine denk gelmiş. Engar, onunla savaşırken kolunu kırdı. Şimdi de, tek kolla çatışmayı öğreniyor."

"Yazık," dedi, pek etkilenmemiş olan Eiros.

"Eh, doğal şeyler bunlar. Sonuçta bir savaş dönüyor," diye ona katıldı Yugiera "Seni buraya getirme sebebim bu değil."

"Aydınlatır mısın beni o zaman?" diye sordu, Eiros.

Verdiği cevapların alaycılığının farkındaydı fakat umursamıyordu.

"Şu ikisine bak bir," dedi, çelik mavisi saçlı kadın, birbirlerine hamlede bulunan gençleri izleyerek.

Engar zıplayarak, yukarıdan aşağı giyotin gibi inen bir tekme savurdu fakat Kueti yana kaçıldı. Adamın kullanamadığı elinin olduğu tarafa geçmişti. Bu yüzden, kızın attığı yumruk, genç adamın yüzünde patladı. Ancak, Engar boş durmamış ve sağlam eliyle, o da kızın yüzüne bir yumruk oturtmuştu. Acıya aldırmadan geri çekildi ikisi de. Düz saçlı adam, ağzındaki kanı tükürdü ve gülümsedi.

"Uzun menzilli olman yazık olmuş Kueti, iyi bir yakın dövüşçü olabilirmişsin," diye, bir kaç metre ötesine çekilmiş kıza seslendi.

"Sağol, canım, ama canavarlara kafa atma işini sana bırakmayı tercih ederim," diye alaylcı bir şekilde yanıtladı, adrenalinle dolup taşan, kısa kısa soluklar alan kız.

Bir açık arayarak, birbirlerinin etrafında dönmeye devam ettiler. Eiros, biraz kıskanmıştı. Kızın, ona laf sokacak kadar içten davrandığını hatırlamıyordu. Oysa, ilk geldiğinde, onun gibi bir yabancı olduğunu gördüğünde ne kadar sevinmişti. Ancak, kız adapte oluyordu, o ise, insanların yakınlaşmasını izlemekle kalmıştı.

"Engar'ın bir melez olduğunun farkındasın ama bunun ne demek olduğunu biliyor musun, Eiros?" diye sordu, kaptan.

"Cık," diyerek, başını yukarı kaldırdı, genç adam.

Kadın, anlamayarak ona baktı.

"Ne demek bu?" diye sordu.

Duraklayan adam, kadının ciddi olup olmadığını düşündü bir an. Sonra, kafasında bir şimşek çaktı. Kültür farkı olmalıydı bu. Onların diyarında, bu hareket, "hayır" demek değildi.

"Hayır, bilmiyorum," diye açıkladı kendini.

"Bir Ugiyle bir insanın ortak çocuğu demek," diye yanıtladı kadın "Bizim kültürümüzde buna pek... sıcak bakılmaz."

"Ugiler pek hoş canlılar değil, anlıyorum," dedi, Eiros.

"Ondan değil," diyen kadın, hafifçe gülmüştü "Ugilerle aramız iyi. Daha doğrusu, kimileriyle iyi ama yine de belli sınırlar var. Birbirine saldırmayan, sınırlara saygı duyan fakat aynı zamanda geçmişten kalma bir haset besleyen iki komşuyu düşün. Barışın en mantıklı karar olduğunu öğrenmişlerdir ve öyle davranırlar. Hatta, çok sıradanmış gibi, havadan sudan sohbet bile edebilirler ama iş, burada biter. Birlikte yaşamanın kuralı budur; herkesi sevmesen bile, onlara saygılı davranırsın. Engar gibileri, bu yüzden, iki tarafta da sevilmez. Bu melezler, "kanıbozuklar", kirlenmiştir. Ugiler için, insan formuyla, insan için ise, Ugi enerjisiyle. Hayatının pek de hoş olmadığını tahmin edebilirsin bu yüzden."

"Engar'ı epey önemsiyor olmalısın," dedi, adam.

"Bana geldiğinde henüz bir ergendi. Gidebileceği başka bir yeri olmayan bir çocuk. İçinde büyük bir ıstırap vardı. Belli etmemeye çalışıyordu fakat anlıyorsun. Ancak, aynı zamanda, gözlerinde bir aleve de sahipti. Koşullar tarafından yere bastırılmayı reddeden bir taraf. Her insanın içinde, böyle bir taraf vardır. Koşullar ne olursa olsun."

"Seni bulduğu için şanslıymış," dedi, genç.

Nedensiz bir şekilde, melankolik hissetmişti. Engar'a imreniyor muydu? Değişebildiği için mi, yoksa Yugiera gibi birini bulduğu için mi? Tek bildiği, o an çok yalnız hissettiğiydi.

"Ben," dedi, kelimeleri bir araya getirmekte zorlanarak "buna sahip olmadım. Babam... gitti. Annem ise zorunluluktan yanına aldı. Sonuna kadar bana iyilik yapmış olduğunu düşündü. Kendisinin iyi, babamın ise bir zorba olduğunu. İşin komik yanı, ona inandım. Yıllar boyunca inandım. Gerçeği anladığımdaysa, hem bana hem de kendisine yalan söylemiş olduğunu anladığımdaysa... tek bir gerçek vardı; o da, beni terk etmişti. Eve gelmediği her gün, o soğuk ve boş evin içinde, onun dönüşünü beklediğim ama hayal kırıklığına uğradığım her gün, beni terk etti. Altı ay boyunca eve uğramadığı zamanlar oldu. Beni dışarı çağırır, aylık ihtiyaç paramı verir ve giderdi. Her zaman bir bahanesi olurdu."

Neler dediğinin farkına vararak durdu. Bugüne kadar, bunları hiç kimseye anlatmamıştı.

"Özür dilerim, bunlar senin sorunun değil."

"Terapistlik için bana ödeme yaptığın sürece sıkıntı değil," diye, alaycı bir yanıt verdi kadın "Tercihim içki şeklinde olmasıdır."

Hafifçe güldü, Yıldırım. Bunu anlatmak, iyi hissettirmişti.

"Kueti'nin de aynı derecede berbat bir geçmişi olduğunu söylemeliyim. Burada hiç kimsenin iyi anılarla dolup taşan bir hayatı olmadı, Eiros, ama hepimizde ortak bir nokta var," diyen kadın, ayağa kalktı ve batmakta olan güneşin turuncu ışınları altında kapışmakta olan gençlere baktı "O da, bu yaşamdan vazgeçmemiş olmamız. İnsanın bir enkaz haline gelerek, yaşamaya devam ettiği zamanlar olabilir. Kimi zaman bu zorunludur çünkü hayatta kalmanın, devam edebilmenin başka hiç bir yolu yoktur fakat bir kere bu evre geçti mi, tekrar yaşamaya, gerçek anlamda yaşamaya devam edebilirsin."

Eiros, şaşırmıştı. Hiç bir şeyi umursamaz görünen bu kadın, ona daha önce hiç düşünmediği bir bakış açısı sunuyordu. İşin garibiyse, bunun mantıklı gelmesiydi.

"Onları öldürerek doğru şeyi mi yaptım?" diye sordu, kadına.

Heybetli kadın, bakışlarını ona çevirdi. Bir kez daha, bu heybetin sadece fiziksellikten gelmediğini hissetti, Eiros. Daha doğrusu, kadın hakkındaki her bir detay bu duruma katkı yapıyordu; dik duruşu, sağlamlık saçan zırhı, uzun boyu, atletik vücudu ve sert bakışları.

"Buna sen karar vereceksin."

Lafını bitiren Yugiera, Engar ve Kueti'ye bağırdı.

"Yemek yemeyi isteyen, on saniye içinde burada olsun. Yoksa yiyecek hakkını kaybeder!"

İki genç, bir anlığına, afallayarak durdu fakat hemen ardından, Kueti fırlayarak eve doğru koşmaya başladı.

"Saçma sapan kurallarını--!" diyordu ki Engar, sözü Yugiera'nın bağırmasıyla yarıda kesildi.

"Senin için beşe indi!"

"Hay senin gibi..." diye söylenen genç adam, ileri atıldı.

Bir kaç saniye sonra, ikili içeri girmişti bile. Önce kimin banyoyu kullanacağı hakkında bir tartışmanın sesleri geliyordu. Sarı ışığın süzüldüğü kapının önünde dikilen Yugiera, içeri girmeden önce, ona dönmeden konuştu.

"Son bir şey daha var. Her şeyden önce, senin ne istediğini düşün."

Ardından, kadın içeri yollandı. Bir süre daha dışarıda durdu Eiros ve hava karardı. Bu gece ay yoktu ve bir sebepten dolayı, bulutlar olmasa bile, yıldız ışığı da yoktu. Verandanın ötesinde, gece, karanlığın ta kendisiydi ve hiç bir canlının, hatta bir rüzgarın bile sesi duyulmuyordu. Öte yandan, kapıdan ve pencereden süzülen sarı ışıklara, sohbetin sesleri ve arada sırada kahkahalar eşlik ediyordu. Neredeyse, sıcaklık dışarı taşıyor denebilirdi; yaşamın sıcaklığı. Kaybedilmiş bir şeyin acısını hisseti, Eiros. Ne olduğunu bilmiyordu, kim olduğunu bilmiyordu ama kocaman bir kayıp, kalbinin olduğu yerde bir yarık açmıştı. Annesinden ayrılmış yavru bir maymun gibi hissetti kendini. Yolunu kaybetmiş, yalnız ve soğuk gece karşısında korkmuş. Ağlıyordu. Yaşadığı bütün kayıplar ve yapmak zorunda kaldığı her şey için ağlıyordu. Hayatın ona adaletsizliği karşısında ağlıyordu. İsyan yoktu o anda, ya da öfke. Onların ardındaki, terk edilmiş çocuk vardı sadece. Bu sefer, göz yaşlarını durdurmayı denemedi.

Bir süre daha böyle devam etti, evin içinde pişen yemeğin kokusu eşliğinde. Durduğundaysa, yıllardır olmadığı kadar rahatlamış hissediyordu. Zamanın getirmiş olduğu bütün ağırlığı, geçici de olsa, omuzlarından atmış gibiydi. İçeri girdi ve kimselere görünmeden, banyoya giderek yüzünü yıkadı. Görülmemiş olduğuna memnundu çünkü bu utancı kaldıramazdı. Zamanı geldiğine karar vererek, sakalını da kesti ve içeri, sıcaklığın geldiği yere yollandı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 02 Mayıs 2017, 19:00:41
Bölüm 45 - İstek

Bütün yaptıklarımdan sonra ne diyebilirim ki? Kendimi nasıl savunabilirim? Kimi şeyler savunulmazdır. Hayır, o deneydeki bebeklere yaptığımdan bahsetmiyorum. Oraya gelene kadar yaptıklarım çok daha kötü şeylerdi çünkü onları, iyi bir amaç uğruna yapmamıştım. Bencil bir intikamdan öte bir şeyler miydi? Evden kaçarken o tinerciye yaptıklarım öyle değildi ama ya sonrası? Tepe semtindekilere davranışımda, intikamdan daha farklı bir şeylerin varlığını içimde hissediyordum. Ezilmiş bir insanın öç alma arzusunun, yegane itici gücüm olduğu söylenemez. Kuvvetli bir tanesi ama bütün hikayeyi anlatmıyor. Sahi, hikayem ne? Kronolojik bir şekilde, doğumumdan itibaren olan biten her şeyi anlatayım mı? Yoksa ailemin üstünde durarak, bu hale gelmemin sebeplerini mi sıralayayım? Hayır, bunun yerine, aklıma gelen önemli anlardan bazılarını aktaracağım.

Belki de, aklımda kalan en net anılardan bir tanesi, bomboş bir koridor ve hiç bir zaman açılmayan, demir bir kapı olacaktır. Bu noktada anı demek biraz zor çünkü pek çok kez tekrarlanmış, bir anıdan öte, bir anılar bütünü, bir imge haline gelmiş bir şey. Salondan oraya bakışımı hatırlıyorum. Sarı, ölü bir ışık var tozlu salonda. Televizyonun ışığıyla karışarak bana ve etrafıma vuruyor. Salon kapısının hemen önünde, açılan kapıya çarpmayacak kadar bir mesafe bırakılmış üçlü koltukta oturuyorum. O koltukta kaç kere oturdum, kaç kere dış dünyadan kaçtım bilmiyorum. Kimi zaman televizyonu izliyorum. Düzgün bir kanal sağlayacımız yok, dolayısıyla eski filmleri ve belgeselleri seyrediyorum. Kimi zaman da, bir yerden bulduğum bir kitabı okuyorum. Ne yapıyor olursam olayım, koltuğun soluna, salona açılan girişe, arada bir bakmayı ihmal etmiyorum. Bazen bir ses geliyor ve umutlanıyorum, geldi mi acaba diye. Açık salon kapısından, onun tam karşısındaki daire kapısına bakıyorum. Kahverengi ve pütürlü bir dokuya sahip, sağlam demirden yapılmış, yatay ve kalın bir anahtarla açılan bir kapı. Üst tarafında ise hiç yerine yerleştirmediğim, kapının çok fazla açılmasını önleyen bir zincir var.

Pek çok kez o kapıya baktığımı söyledim ama bunun, o evde yaşadığım bütün zaman boyunca sürdüğü zannedilmesin. Sadece, belli bir dönem boyunca bu huya sahiptim. Annemin eve ilk gelmemeleri başladığı zaman. Sonuçta, sıcakkanlı ve beni seven bir anneydi. Her zaman şefkatli davranır ve isteklerimi dinlerdi. Bir kere bile bana vurmadı. Ancak, babamın gidişiyle beraber onda bir değişiklik oldu. Dümdüz saçları hep taralı ve toplu olan annem, onları salmaya ve pek ilgilenmemeye başladı. Bana karşı da aynı tavrı, yavaşça, takınmıştı. Önce, dışarıdan yemek söylenir oldu. Doğal gelebilir kimisine ama annemin çalışan bir kadın olmadığını söylemeliyim. Eve paranın nasıl girdiğini bu yaşımda bile hala bilmiyorum ama herhangi bir işi olmadığını çok net hatırlıyorum. Belki erken emekliydi, belki de birisinden kalmış mirasa sahipti. Bilmiyorum, bana hiç bir zaman söylemedi. Sonuç olarak, yemek yapmaması için bir sebebi yoktu. Daha sonra, bir işi olduğunu söyleyerek evden çıkıp gider oldu. Herhalde, o sıralarda dokuz, on yaşında falandım. İlk başta saatler boyunca sürerdi bu. Daha sonra, bir güne dönüştü. O bir gün daha da uzadı derken, altı ay boyunca eve uğramadığı zamanlar türedi. Sadece, arada bir, beni dışarı çağırır ve ihtiyaçlarımı karşılamam için para verirdi. Sanırım o evden ve benden nefret ediyordu. Her zaman, çok sorumluluk sahibi olmuş bir insan olduğu için de, bunu kendine yediremiyordu. Dışarı gidip dönmediğinde, her zaman bir bahanesi olurdu. Ne oldukları önemli değil, sonuç değişmiyordu.

O zamanlarki evi de çok net hatırlıyorum. Duvarlar temizlenmemekten solmuş, pencerelerin her tarafı leke, yer yer de kuş pisliği olmuştu. Kokan halının üstüne atılıp, alınmamış gazeteler ve dergiler yeri kaplıyordu. Salonun kimi kısımlarında, yeri kaplayan laminanta veya halıya hiç temas etmeden yürüyebilirdiniz. Bu kağıt tabakasının üstünü başka bir toz tabakası kaplıyordu. Bu yüzden, salonun kimi yerlerine ayak basmazdım. Çok fazla toz kalkıyor ve insanın boğazına kaçıyordu. Girişinin önündeki üçlü koltuğun yanında, ona doksan derece diklemesine bulunan duvarın önünde bir tane de ikili koltuk bulunuyordu. Üstünde bir şeyler olurdu genellikle. Çantalardı sanırım çoğunlukla. İki koltuğun hemen önünde, yani salonun ortasında, koyu ahşaptan cilalı bir sehpa vardı. Onun da üstü, gri gazetelerle kaplıydı. Sehpanın ortasında, yıllar boyunca yerinden hiç oynamadan durmuş, küçük, kil rengi bir vazo ve onun içinde yapay bir sarı papatya vardı. Üçlü koltuğa zıt köşede, balkona açılan taraf bulunuyordu. Pvc kapının yanında bir masa konmuştu. Masanın üstünde, her zamanki dergiler ve gazetelere ek olarak, toplanmamış, günler -epey bir sıklıkla da haftalar- öncesinden kalma tabaklar olurdu. Üstlerinden kurumuş ekmek taneleri, yapışmış yemek parçacıkları ve sos kalıntıları eksik olmazdı. Bir de, sipariş verilmiş yerden gelen peçeteler ve hazır yemeği saran, işleri bitince buruşturularak atılmış kağıtlar. O masaya dair özellikle öne çıkan bir anı var aklımda. Bir yaz günü, canım çok çekmiş ve annemin verdiği parayla karpuz almıştım. Nasıl keseceğimi bilmiyordum. Yemek yapmak ve temizlik konusunda pek tecrübem olduğu, anlaşıldığı üzere, söylenemezdi. Bu yüzden, karpuzu ortadan ikiye kestim ve geniş, camdan, düz bir tabağa koyup salona getirdim. Yarısını yedikten sonra, buzdolabından diğer yarısını da çıkardım fakat bir iki kaşık attıktan sonra, doyduğuma karar verip televizyona geçtim. Kendime, sonra kaldıracağımı söyleyerek, kırmızı içli meyveyi, masada bıraktım. Ertesi gün olduğunda, yine "sonra" dedim ve bu, epey bir süre böyle devam etti. İk ayın sonunda, kokudan masaya yaklaşılmaz olmuştu. Ben de, öyle yaptım. Sanırım üç ay boyunca meyve orada kaldı. Belli bir noktadan sonra, küflenmiş karpuza, basit mantarlanmanın ötesinde bir şey oldu. Karpuz, kabuğu hariç, tamamen eridi. Ne su kaldı ne de bir şey, koku hariç. Küf, meyveyi yiyip bitirmişti.

Annem, eve gelip salonun halini -hele ki karpuzu- gördüğünde bana çok kızmıştı. Evin bu hale gelmesine izin verdiğim için tembel olduğumu düşünüyordu. Haklıydı da fakat bana bunların nasıl yapılacağını gösteren birisi de olmamıştı. Çok ilkel derecede hayatta kalma yeteneklerim vardı. Ekmek arası bir şeyler veya yumurta yapmak gibi. Makarna yapmayı bile bilmiyordum. Sanırım, bunları pek umursamıyordum da. Mayışıklığın insan üstünde böyle bir etkisi oluyor. Bir yerden sonra, insan ne yediğini, ne kadar yediğini, nasıl göründüğünü, hatta dişini fırçalayıp fırçalamadığını, banyo yapıp yapmadığını bile umursamıyor. Mayışıklık yanlış kelime oldu. Depresyonun, böyle bir etkisi var.

Bütün bu umursamamazlık, başta yoktu. Dediğim gibi, kapıyı gözetler ve annemin dönüşünü beklerdim. Onun sıraladığı sebeplere inanıyordum o zamanlar. Önemli bir işi olduğuna, öbür türlü mutlaka yanımda bulunacağına olan inancım tamdı. Onun çok fazla sorumluluğu vardı ve geçici olarak, bana zaman ayıramıyordu. İyi bir çocuk, iyi bir oğul olmalı ve şikayet etmemeliydim. Böyle yaparsam, bencillik etmiş olurdum ve bu, bana yakışmazdı. Anneme aşırı derecede hayrandım. Onu, ideolize ediyordum. Cennetten inmiş bir varlık gibi, kendisini hiç düşünmeden bütün sorumluluklara koşuyor, her şeye yetmeye çalışıyordu. Bu yüzden, onun için ne kadar önemli olursa olsun, çocuğuna zaman ayıramıyordu. Bu fedakarlığa benim de katılmam gerekiyordu.

Ancak, zaman ilerledi, ilerledi ve ilerledi... annem daha da uzaklaşır oldu. Sebepleri kendime sıralıyordum ama eskisi kadar etkileri yoktu. Sonunda, bir gün, kapıya bakarken, aydınlanma anı yaşadım. Gerçek bana hasıl oldu; annem, beni istemiyordu. Bu yüzden, evden ve benden kaçıyordu. Reddedilmişlik beni doldurdu. O güne kadar, annemin gelmediği zamanlar boyunca sürekli ağlamıştım. Her seferinde kendime kızar ve bu kadar zayıf olduğum için, kendimden nefret ederdim. O gün de ağladım fakat hiç bir zaman açılmayacak o kapıya bakarken, kendime bir söz verdim; bir daha ağlamayacaktım. Bu zayıflığı sürdürmeyecektim. Kararım hemen etkili olmadı çünkü bunun üstüne bir kaç kez daha ağladım ama her seferinde, daha azdı ve acı daha uzaktı. Böylelikle, ağlamayı tamamen kestim.

Onu buna iten neydi? Babamın artık ortalarda bulunmaması mı? Başarısız olmuş bir sevgi girişimi ve hayal kırıklığı mı? Belki, o da depresyondaydı ve beni bir yükümlülük olarak görüyordu. Fikir yürütebilirim ama sebebini bilmiyorum. Tek bildiğim, yalnız ve reddedilmiş hissettiğim. O zamandan beri, bu iki duygu, peşimi bırakmadı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 04 Mayıs 2017, 18:52:53
Bölüm 46 - İstek 2

Gerçekliğe karşı çıkanları kabullenemememin bir sebebi de, annemin bu tavrıydı. Sonuna kadar, her şeyi inkar etti. Hem kendisine hem de bana yalan söyledi. Bu yüzden, bu davranışı, ne başkasında, ne de kendimde hoş görebiliyorum. Peki bundan mı ibaretim? Annemin beni terk edişi ve büyürken kimsem olmaması mı, beni olduğum kişi haline getirdi? Çok büyük bir etkisi var, bunu kabulleniyorum ama bütün hikayeyi anlatmıyor.

İlkokulda çekingen fakat enerjik bir çocuktum. Diğer çocuklarla oynamayı severdim ve o yaştaki her çocuk gibi, kendi cinsiyetimden olanlarla bağlarım daha kuvvetliydi. Hiç kardeşi olmamış birisi olarak, bu kardeşlik hissini seviyordum. Oyunlarda çok iyi olduğum söylenemezdi, bir sebepten dolayı -genellikle- diğer çocuklardan geride kalıyordum. Sanırım, hiç birisi, bütün enerjimi ve zamanımı onlara yatıracak kadar ilgimi çekmiyordu. Diğer çocuklar deliler gibi futbolcu kartı alır, maçlar izler ve yeni hareketler öğrenirken, ben, sadece onlarla ortak maçlar yapacağımız zaman futbola ilgi gösterirdim. Genel olarak durum böyleydi fakat bunun bir istisnası vardı. Dövüş sporlarına epey bir meraklıydım ve bir tanesine düzenli olarak gidiyordum. Duvarları camlarla ve yeri, yumuşak bir süngerle kaplı bir salondu. Koşu yarışı yapabileceğiniz kadar büyük fakat bunun çok yorucu olmayacağı kadar küçüktü. Pek çok gerecin yanında, bir köşede asılı kum torbamız ve Moruk adını taktığımız bir antrenman mankenimiz de bulunuyordu.

Oldukça elastik bir yapım olduğu ve bana söylenildiğine göre farklı düşündüğüm için, bu sporda başarılıydım. Diğer öğrenciler, hocanın dediklerine harfiyen uyar ve aynı hareketi defalarca tekrarlarlardı. Ben de böyle yapardım, sonuçta, bir dövüş sporunda, yaptığınız her bir hareket refleks haline gelene kadar çalışmanız gerekir. Ancak, bir yandan, aklımın bir kenarında sesler olurdu. Bunu farklı yapsam ne olur? Açıyı biraz azaltarak veya arttırarak bu hareketi gerçekleştirirsem sonuç farklı olur mu? Neden tam olarak bu pozisyonda gerçekleştirmem gerekiyor? Hoca bunu emretti ama sebebini söylemedi. En iyisi arada ona sorayım. Bunun gibi düşünceler benim için olağan şeylerdi ama insanlar, düşünme şeklimi her zaman farklı buldu. Özellikle, yaşıtlarımdan daha ileride olduğumu söylerlerdi. Bana oldukça sıradan geliyordu oysa. Tek yaptığım, olaylardaki tekrarları açığa çıkarmak, ardından bunları değiştirmekti. Örneğin, ilk derslerimden birisinde, hoca, boyundaki atardamara vurmanın bir insanı bayıltabileceğini söylemişti. Bu bilgi aklımda kalmıştı çünkü tek bir hareketle, bir insanı yere serebilmek çok kullanışlı ve bir o kadar da heyecan verici bir bilgiydi. Bunun sebebini daha sonra araştırdığımda, boyundaki atardamarın kan taşımada çok önemli olduğu için, buraya gelecek bir darbenin ciddi etkiler yarattığını gördüm. Kan taşınımında başka önemli noktalara baktığımda, karaciğerin de önemli bir durak olduğunu görmüştüm. Böylece, kafamda bir fikir belirmişti. Bir insanın karaciğerine vurursam ne olur? Sınıf içinde yaptığımız müsabakaların gelmesini bekledim ve bu küçük hipotezimi karşımdaki çocukta test ettim. İlk bir kaç darbemde, ciğeri tutturamadım ve sonuç olarak hırpalandım çünkü idmanda üstün gelmekten çok, akıl yürütmemin doğru olup olmadığına odaklanmıştım. En sonunda doğru yere vurduğumda, karşımdaki çocuğun dizleri boşandı ve yere kapandı. Gözlerinde, bilinçsiz bir insanın boş bakışları vardı ve elleriyle ayakları, amaçsızca sağa sola oynuyordu. Bu durum bir kaç saniye sürdü. Hocanın bana şaşkınlıkla bakışını hatırlıyorum. Jilet gibi tıraşlı ve koyu saçlı, kara tenli birisiydi. Her zaman kendinden emin dururdu bu kısa adam fakat o anda, daha önce görmediği veya çok nadiren gördüğü bir şeyle karşılaşmıştı. Açılmış gözlerinin beyazı daha bir belirgindi. Antrenmandan sonra, bunu nasıl becerdiğimi sordu. Şans eseri yapmadığımı biliyordu çünkü bütün müsabaka boyunca, aynı noktaya çalışmıştım. Ben de, düşünce sürecimi ona açıkladım. Babam beni almaya geldiğinde, hocam, beni profesyonel olarak yetiştirmek istediğini söyledi fakat eve döndüğümüzde, annem, buna izin vermedi. Çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Okulda derslerimin kötü olduğu söylenemezdi ve orada da, kimi şeyleri öğrenmek hoşuma gidiyordu ama asıl istediğim, bu dövüş sporunda ustalaşmaktı. Bu olaydan sonra, bir süre anneme bozuk attım ama zamanla geçti. Beni terk etmeye daha başlamamıştı o sıralarda. Babamın da ortalıkta olduğu zamanlardı.

Bir müsabaka değil fakat oradaki çocuklarla kendi aramızda yaptığımız bir koşu yarışı sırasında kendimi sakatlayınca, spordan alındım. Babam, başta, bunun geçici olduğunu ve ayağımdaki kırık iyileşince devam edebileceğimi söylemişti fakat bu hiç bir zaman gerçekleşmedi. Buna rağmen, oraya gittiğim zaman boyunca edindiğim yeteneklerin işime yaradığı oldu. Sınıfımda bir çocuk vardı, benden daha uzun ve daha yapılı. Dövüş sporunda yetenekli olduğumu biliyordu ve bu yüzden, haftada en az bir kez benimle kavga ederdi. Beni bir kere haricinde dövebildiği olmadı ve o seferde de, boynum tutulmuş olduğu için düzgün karşılık verememiştim. Ancak, umarsız bir şekilde, her hafta gelir ve ben ona karşılık verene kadar, bana vururdu. Küçük bir kuralım vardı. İnsanları iki kere sözlü olarak uyarır ve durmazlarsa, olacakları onlara söylerdim. Üçüncü seferinde, kendimi tutmadan onlara karşılık verirdim. Annem bana uyarmayı öğretmişti, babam da kendimi savunmayı. Bu yüzden, sıkça, başım belaya girmiştir. Pek çok kez, müdürün odasına yollandığım oldu. Şaka yapayım derken insanlara yanlışlıkla zarar verdiğim seferler hariç, hiç birisinde suçlu olduğumu düşünmemiştim, müdür beni ne kadar azarlarsa azarlasın. Kır saçlı ve bıyıklı, orta yaş göbeğine sahip bu adam, beni kara deftere yazmakla tehdit eder ve bir gün okuldan atılacağımı söylerdi. Kara defter, yönetim tarafından ortaya çıkarılmış bir dedikoduydu. Denilene göre, bu deftere üç kere yazılırsan, geri dönüşü olmayacak şekilde okuldan atılıyordun. Buna inanır ve korkardım ama insanlar, özellikle o çocuk, benimle uğraşınca karşılık vermeye de devam ederdim. Bir sebepten dolayı, pek çok kişi de uğraşırdı benimle. Belki, diğerlerinden daha farklı olduğum içindi. Her şeye rağmen, arkadaşlarımı seviyordum. Özellikle, çok yakın gördüğüm bir kaç kişiyi.

Bir günü özellikle hatırlıyorum. Teneffüste dışarıda oynuyordum ve içeri girme zili çalmıştı. Binaya giriş merdivenlerinden çıktım ve yerden yüksekte bulunan zemin katına vardım. Ardından, yukarıda, sınıfımın olduğu birinci kata yöneldim. Taştan merdivenden çıktıktan sonra, sağda kalıyordu. Sınıfa girdiğimde, mavi önlüklere sahip çocukların bir şeyin etrafında toplaştığını gördüm. İçlerinde arkadaşlarım da vardı. Hatta, benim haricimde, sınıfın bütün erkekleri oradaydı. Kalabalığın arasında, yerde bir kızı gördüm. Benim sınıfımda, pek çok oğlan çocuğunun -benim anlayamadığım bir sebeple- çekici bulduğu bir kızdı. Siyah, uzun saçlara sahip, yanık derili kızı yere yatırmışlar ve eteğini kaldırmışlardı. Beyaz külotlu çorabın üstünden, kızın, kıçını ve bacaklarını elliyorlardı. Kız onların elini itiyor ve kendini kurtarmaya çalışıyordu fakat neler olduğunu tam olarak anlayamadığından ve olayın şokundan dolayı, bir yandan da gülüyordu. Histerik bir gülüştü bu. Neler olduğunu ben de tam olarak kavrayamamıştım ama bir şey, belki de o gülüş, bana, olayın yanlış olduğunu söylemişti. Onların yanına gidip, kızı elleyen bir-iki kişiyi ittim fakat fayda etmedi. İçimden vazgeçmek ve olayı boşvermek geçti çünkü çabalarım bir sonuç verecekmiş gibi görünmüyordu fakat devam ettim. Benim ittiğim kişiler, arkamdan dolanıp, tekrar kızı ellemek için geliyorlardı ve sayıları çok fazlaydı. Otuz beş kişilik sınıfın, yirmi erkeğinin hepsi de oradaydı. Ben, yine de devam ettim ve çabalarımın boşa çıktığını gördükçe, daha sert davranmaya başladım. Artık insanları sadece geri çekmiyor, aynı zamanda onları savurarak geriye atıyordum. Buna sinirlenmiş olacaklar ki, bir tanesi gelip başımın arkasına vurdu. Dönüp, ona bunu kesmesini söylediğimde, arkamda bulunan bir tanesi bu hareketi yeniledi. Ona döndüğümdeyse, üçüncü kez, aynı hareket gerçekleşti. Arkama döndüm ve pişmiş kelle gibi sırıtan o çocuğa saldırdım. Yere düşürmeyi başarmıştım. Bunun yeterli olduğuna karar kılarak, diğerine döndüm fakat bir başkası daha kafama vurdu ve bunu diğer darbeler izledi. Bu olay hoşlarına gidecek ki, diğer çocuklardan bazıları da onlara katılmıştı. Her saniye sayıları daha da artıyor ve her taraftan darbe alıyordum. En sonunda, herhalde, bütün erkekler bu oyuna dahil olmuştu. İşleri bittiğinde burnumdan kanlar boşanmış ve beyaz yakalığım kırmızıya, mavi önlüğüm ise koyu bir renge bürünmüştü. Sınıf öğretmenim olan kadın geldiğinde, kanlar haricinde, sınıfta herhangi bir düzensizlik kalmamıştı. Ona olanları anlattım ve bütün sınıfı böyle bir davranış için azarladı fakat bu olayı kesinlikle ailelerimize anlatmamamızı tembihlemeyi de ihmal etmedi. Buna rağmen, ebeveynlerime olayı anlatmıştım. Nedendir bilmiyorum ama hiç bir şey yapmadılar. Belki de bana inanmamışlardı. Aynı olay, bir kaç hafta sonra, ikinci bir kez yaşandı.

Bütün bunların sonunda ne yaptım? Arkadaşlarımla konuşmayı mı kestim? Bana düşman mı oldular? Hayır, bunlar olmadı. Başta, aramızda bir soğukluk olsa da, onlarla oynamaya tekrar döndüm, onlar da beni dışlamadı. Ancak, her zaman, bana karşı dönebilecekleri hakkında bir his kaldı içimde. Yaptıkları şeyin kötülüğünü daha tam ayırt edememiştim o yaşta ve bana saldırmış olmaları, daha çok gücüme gitmişti. Buna rağmen, hiç birisi, bana vurmuş olduğunu itiraf etmiyordu. Her konuştuğum, başka bir çocuğun ismini veriyordu ve ona gittiğimde, o da, başka birisine yönlendiriyordu. Sanki, hiç kimse bana vurmamıştı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 05 Mayıs 2017, 19:49:52
Bölüm 47 - İnsan

Dört kişi, geniş ve uzun çam ağaçlarının dizildiği ormanda yol almaktaydılar. En önde, uzun boylu Yugiera vardı ve yan yana yürüyen üçlüye rehberlik etmekteydi. Aralarında metreler bulunacak şekilde dizilmiş ağaçların çapı, ormanın içine girdikçe daha da artmaktaydı. Çamların oluşturduğu örtüden sızan gün ışığı, yerdeki bodur ve geniş, uzun yapraklı, otsu bitkileri aydınlatıyordu. Kahverengi topraktaki mikro-organizamalar, yeni yağmış yağmur sayesinde, yağmur kokusu olarak bilinen maddeyi salgılıyorlar ve bu, havayı dolduruyordu. Eiros, arada bir, ona fısıldayan birilerinin sesini duyuyordu fakat onlara kulak asma zahmetinde bulunmadı. Bunlar, sadece, aç ve aciz ruhların çırpınışlarıydı. Onun aklında, başka bir şey vardı.

"O kadar güzel yemek yapabildiğini bilmiyordum," dedi, sağındaki Kueti'ye "Geçen günkü tavuk çok güzeldi."

"Pek de özel bir şey yapmadım. Belki bir sebepten sana öyle gemiştir," dedi, saçları elektrikli kız, soğuk bir tonda.

"Ne oldu?" diye sordu, meraklanan Eiros.

"Bir şey yok," diyerek onu geçiştirdi, genç kadın.

"Senin kararından dolayı bozuk atıyor," diye açıkladı, en sağdaki Engar.

"Engar!"

"Ne var, öyle değil mi?" diye devam etti adam "Yaptığının başımızı ne kadar da derde sokacağından, aşırı amatörce bir şey olduğundan bahsetmiyor muydun?"

Mavi gözlerinden buz huzmeleri fırlayacakmış gibi, Engar'a baktı, kız.

"Gerçekten mi?" diye sordu, Eiros "Böyle düşündüğünü bilmiyordum."

Kueti, yolunun üstündeki büyükçe bir daldan kaçınırken, bir yandan iç çekti.

"Zeki birisi olduğunu düşünüyorum, Eiros. Peki söylesene bana, sence yaptığın hiç kimsenin ilgisini çekmeyecek mi? Böyle duygusallıklara yer yoktur bu işte. Tek bir hata yaparsın ve bizi bulurlar."

"Onları öyle bırakamazdım," diye yanıtladı, adam.

"Ne fark etti? Bay Pandemonium'un anlattıklarını dinledim. Sen öyle yapmasan bile, bir kaç güne öleceklermiş zaten. Ha üç gün sonra ölmüşler, ha o an, ne fark eder? Tek yaptığın, arkamızda bir iz bırakmak oldu," diye yanıtladı, genç kadın.

Eiros, onun bu tepkisini anlamlandıramamıştı fakat ilk karşılaşmalarında, Engar'ın fedakarlığına ne kadar soğuk yaklaşmış olduğunu hatırladı.

"Kueti pek de haksız sayılmaz. Eğer birisi olayı araştırıyorsa, bu izi fark edebilir," diye ön taraftan seslendi, onları duymuş olan Yugiera.

Ancak, Eiros'a hiç beklemediği bir destek geldi.

"Profesyonellik her şey değil. Kimi zaman, yapılması gereken şeyler vardır," dedi, Engar "Eiros bunu yapabilme cesaretini gösterdi."

"Başımın belası, her şeye karşı çık," diye söylendi, Yugi.

"Başka bir şeyden konuşsak," diye konuyu değiştirmeye çabaladı, genç Eiros.

"Sen söyle. İş dışında pek konuşkan değilsin," dedi, Engar.

Adam, haklıydı. Onlarla konuşmuş olsa da, Eiros'un hala derin bir bağ kurabilmiş olduğu söylenemezdi.

"Mesela boş zamanında neler yaparsın?" diye ekledi, Engar.

"İnternette gezinmek sayılır mı?" diye güldü, Eiros "Son bir-iki senem pek de istediğim gibi geçti diyemem. Eskiden dövüş sporlarına meraklıydım ama pek imkanım olmadı. Okumayı, özellikle aksiyon dolu şeyleri severim. İnternette bir şeyleri araştırmayı da seviyorum. Doğru siteleri biliyorsan, kimsenin aklına gelmeyecek şeyler öğrenebiliyorsun."

"Bilgisayarla aran iyi yani?" dedi, Kueti.

"Bu, dar omuzları açıklıyor," dedi, Engar.

Eiros, şaşkınlıkla gözlerini ona çevirdi.

"Ne? Seni bir süredir takip ettiğimiz biliyorsun. Dönüşümden önceki halini bilmiyoruz mu sandın?"

"Madem konusu açıldı, beni ne kadar zamandır izliyorsunuz? Açıkçası rahatsız edici biraz."

"Gecenin bir köründe, bilgisayarın yanına koyduğun tuvalet kağıdıyla ne yaptığınla ilgilenmiyoruz," diye seslendi, Yugi.

Utanmış olsa da, aklına bir cevap gelen Eiros, bir an, söyleyip söylememek konusunda tereddüt etti.

"Sapık gibi, beni en azından aylarca izleyen sizsiniz. Acaba sen neler yapıyordun o sırada?"

"Vay, demek ısırabiliyormuşsun," dedi, kahkaha atan Yugiera.

Engar da bu gülüşe katılmış, hatta Kueti bile kıkırdamıştı.

"Geldiği yerde daha çok var," diye, kendinden emin bir sesle ekleme yaptı, genç.

Gülüşmeler daha da arttı.

"Sizin diyarınızla ilgili en çok neyi sevdim, biliyor musun?" diye sordu, Engar "Video oyunlarını. Bizim orada, bunlardan pek yok. Herkes işin içine gömülmüş, ciddiyetten geberecek budalalar. Böyle bir şey icat etmek akıllarına bile gelmemiştir. Oysa siz, zevkler konusunda çok daha gelişmişsiniz. Herkesin zevk aldığı bir şey var ve bu oyunların diyarları akıl almaz şeyler."

"Gerçekten mi?" diye sordu, Eiros "Renk değiştiren şelalelerin etrafında yaşayan, ses dalgasını silah olarak kullanan birisiyle savaşmış ve bunu enerji huzmeleri kullanarak yapmış birisi mi söylüyor bunu?"

"Eh, benim gibi birisi yaptığı her şeyde çok iyi olabilir. Yani yanlış anlama, gerçekten muazzam birisiyim ama bu hayatta yapabileceklerin sınırlı. Bu oyunlarda öyle değil. İstediğin herhangi bir şey olabiliyorsun."

"Engar epey bir inek bu konuda," diye onayladı, Kueti.

"Saklayacak bir şeyim yok. Sevdiğim şeyi seviyorumdur," dedi Engar "Hem boş zamanlarında saçmasapan programlar izleyen ben değilim."

"Kafamı dağıtmama yardımcı oluyor. Dönen kumpasları ve çekişmeleri görsen... o kadar aptalcalar ki, bırakamıyorum."

"Ne kadar kötüyse, o kadar iyi," diye belirtti, Eiros.

"Aynen."

"Peki başka ne yapıyorsun? Bütün zamanını böyle geçirmiyorsun herhalde?"

"Senin gibi macera dolu şeyleri olmasa da, kitapları severim. Hele ki klasikleri," dedi, kız ve aklına gelerek ekledi "Hem bizim diyarınkini hem de sizinkini."

"Evet, bazıları oldukça güzel. Gerçi çok okumadım," dedi, adam "Okula gitmedin zannediyordum, Kueti?"

"Ben..."

"Sı-kı-cı," diye söylendi, Engar "Kim bir şeyin başında, saatlerce, hiç bir şey yapmadan oturur?"

"Oyunları sevmiyor muydun? Bu nasıl farklı oluyor?" diye bir soru yöneltti, kız.

"O farklı. Aktif olarak bir şeyler yapıyorsun. Oysa bir şey izler veya okurken, sadece öyle duruyor ve insanların yaptıklarını izliyorsun. Bu interaktif hikaye denen oyunları da, o yüzden sevmiyorum," diye açıkladı.

"Benim ruh halime göre çok değişiyor. Senin kadar bilgim yoktur tabii ama..."

İkili, rol yapma oyunları üstüne derin bir sohbete tutuştu böylece. Eiros'un ne kadar garibine gitmiş olsa da, Engar'da böyle bir taraf bulmak hoştu. Adamın klasik, izometrik tarzdaki rol yapma oyunlarından çok, aksiyon-rol yapma oyunları sevdiğini öğrenmişti. Kendisi iki türü de oynamıştı ama Engar kadar fazla oyun serisine bulaşmamıştı. Adamın bu zamanı nereden bulduğunu merak etti çünkü geldiğinden beri, onu dışarıda çalışırken görmüştü.

"Sıkıldın mı?" diye sordu, yanına gelen Kueti'ye, Yugi.

"Hayır ama ilgimi çekmiyor. Söylesene, kaptan, sence Eiros'ta bir değişim mi var, yoksa bana mı öyle geliyor?"

"Ah, kesinlikle değişti. Niye sordun?" dedi, rahat bir havayla.

"Sadece bu kadar çabuk olması garibime gitti. Görevden döndüğümüzden beri o kadar... içine kapanmıştı ki, bir daha asla toparlayamayacak zannettim."

"Şuna bak, yoksa buz kadın Kueti, onun için endişeleniyor muydu?" diye sırıtarak sordu, Yugi.

"Hayır, canım, ne alakası var?" diye karşı çıktı, kız.

Oysa kaptan, kolunu onun omzuna atarak, kızı yanına çekti ve hafifçe sarstı.

"Hadi hadi, ikiniz de gençsiniz. Bunlar çok doğal şeyler."

Kız karşı çıkmak için bir şeyler demeye çalışsa da, Yugiera'ya karşı hiç bir işe yaramadı. Kadının özellikle böyle davrandığını farkettiğindeyse, vazgeçerek, kaderini kabullendi. Neyse ki, kendi sohbetlerine çok kapılmış olan Eiros ve Engar, onları fark etmemişti.

"Sence birisiyle ilişki kurabilir miyim, kaptan?" diye sordu, kız, sessizce.

"Tabii ki de. Bak şimdi, öncelikle iyice bir yıkanın ki saçma yerlerde koku olmasın. Ardından ona söyle de, tırnaklarını kessin, yoksa çok fena acıtabiliyor..."

"O açıdan demedim yahu!" dedi, genç kadın.

Sesi yüksek çıkmış olacak ki, Eiros ve Engar'ın konuşması bir anlığına durdu ama daha sonra tekrar devam etti.

Daha önce, böyle bir grupta, hiç bu kadar uzun süre bulunmamıştı, kız. Kendisi üstündeki etkilerinden hoşlandığı söylenemezdi. İnsanların ona bu kadar yaklaşmış olması, alışkın olduğu bir şey değildi. Bu konuda, bir şeyler yapmalı mıydı?

"Ne olursa olur," diye yanıtladı, Yugiera "Akışına bırak biraz."

Kueti, bir yanıt vermedi.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 10 Mayıs 2017, 22:33:23
Bölüm 48 - İstek 3

İnsan, küçükken, farkında olmadan çok işlevsel şeyler öğreniyor. Örneğin, etrafındakilere yakın hissetmiyor fakat bunun kendisine zarar vereceğini biliyorsa, sahte bir yakınlık göstermeye başlıyor. Ailesi tarafından zarar görmüş fakat onlar olmadan hayatta kalamayacağını bilen bir çocuk, milyonlarca yılın getirdiği evrimsel bir dürtüyle, yalan söylemenin yararlarını keşfediyor.

Babamın gidişinden ve annemin, bu olayın ardından değiştiğinden bahsetmiştim. "Gidiş" demek doğru kelime mi, bilmiyorum. İşin aslı biraz daha karışık. Dört-beş yaşındayken, bir akşam vaktine dair bir anım var. O zamanki evimizde, sarı ışığın aydınlattığı ve aynı renk halının kapladığı salondaydım. Bir koltuğa kurulmuş, televizyon izliyordum fakat içeriden bir takım sesler geldiğini duydum. Salondan çıktım ve girişin diğer tarafındaki koridora yöneldim. Turuncu renkli gece lambasının, cılız bir şekilde aydınlattığı koridorda, annem ve babam dikiliyordu. Gür, yer yer akların düştüğü bir sakala ve çalı gibi, kıvırcık saçlara sahip babamın yüzü, öfkeyle çarpılmıştı. Ondan kısa olan anneme bir takım el kol hareketleri yaparak bağırmaktaydı. Annem ise sinmiş görünüyordu. Ne olduğunu tam olarak anlamasam da, bu olay, bana yabancı değildi. Babam, annemi bir şekilde, yine, incitiyordu. Benim onları gördüğüm esnada, annem bana döndü ve hüsran ile öfkeyle, babam saldırmamı söyledi. O, koridoru terk eder ve tartışmadan uzaklaşırken, ben, ileri atıldım ve babamın bacaklarına saldırdım. Zayıf tekmelerim ve yumruklarım, fiziksel olarak hiç bir etki yaratmıyordu ama onu şaşırtmayı başarmıştı. Kafasını eğip bana baktığında, bunu beklemediği yüzünden belli oluyordu.

Bir süre sonra, babam hem annemi hem de beni dövmeye başladı. Okula gittiğim zamanlar, birisinin vücudumdaki morlukları fark etmesini ve bana yardım etmesini dilediğimi hatırlıyorum. Belki bir arkadaşım görür ve ailesine söylerdi ya da öğretmenim fark eder ve devreye girerdi. Böyle bir şey gerçekleşmedi ve tersine, zamanla, ben büyüdükçe ve daha fazlasını kaldırabilir hale geldikçe, şiddetin dozu arttı. Ancak, babama dair bütün anılarım bunlardan ibaret değil. Bir keresinde, gittiğim dövüş sporunda, il çapında bir müsabakaya yazılmıştım. Hem annem hem de babam, beni izlemeye gelmişlerdi. Basketbol salonunun zeminine mavi ve yumuşak süngerler serilmişti. Beyaz kıyafetlere bürünmüş, ortalama benim yaşımdaki katılımcılardan oluşan topluluk, üstlerinde toplanmıştı. Farklı renkli kuşaklara sahip bir çok kişi vardı. Benimkisi ne çok yüksek ne de çok düşük, ortalarda bir yerdeydi. Ancak, hocamın da yardımıyla, dereceye girme ihtimaline sahip her rakibimi çalışmıştık. Güçlü ve zayıf noktalarını öğrenmiş, hepsine karşı bir savunma veya saldırı geliştirmiştim. İşe yaramıştı ve turnuvanın sonunda dereceye girmiştim. Babamın gözleri, gururla parıldamıştı. Bu olaydan bağımsız, başka bir günde, bir alışveriş merkezine gitmiştik. Orayı seviyordum çünkü içinde bir eğlence merkezi vardı. Langırttan tut, ekrandaki düşmanları vurduğun oyunlara kadar her şey vardı. Yerin altındaki kata yapılmış bu yer, çok büyük bir salondu aslında. Işıklandırması her zaman az olur ve karanlığın içinde, parlayan ekranlar görülürdü. Babamla, hava hokeyinin başına geçtik. Normalde ben kazanırdım çünkü buna izin verirdi fakat o gün, farklı bir yol izledi ve beni alt etti. Buna çok sinirlenip, kızarmıştım ve adam kahkalar atmıştı.

Bununla beraber, her şey, o günlerdeki gibi değildi. Bir gün, eve geldiğimde, babamı burnundan solurken bulmuştum. Bir süre önce, okul sonrası verilen etütlere yazdırmıştı beni ve onlara hiç gitmemiş olduğum, sonunda açığa çıkmıştı. Beni odama yolladı. Pek büyük bir yer değildi. Sol tarafta bulunan girişinin tam karşısında, çalışma masam vardı. Sağ tarafın en ucunda bulunan yatağımın başı, odanın köşesine yaslanmıştı ve ayak ucumdan biraz ötede, bir gömme dolap vardı. İçindeki giysilerin yanısıra, alt kısmında bulunan ayakkabılardan dolayı, odamda her zaman, hafif bir ayak kokusu olurdu. Üstünde küçük bir kütüphanesi bulunan, beyaz masama geçtim ve peşimsıra odaya girmiş babam, önüme bir soru bankası fırlattı. Çözmeye başlamamı söyledi ve ben de, öyle yaptım. İlk sorumdan sonra, kitabı elimden aldı ve yanıtımı, arka taraftan kontrol etti. Yanlış yapmıştım. Bunun üstüne, nereden çıkardığı belli olmayan bir oklavayla gövdeme vurdu. Annemin fırında börek için hamur açmakta kullandığı, kalın ve uzun bir tanesiydi. Devam etmemi ve bunun adalet olduğunu, kendi eylemlerim sonucu meydana geldiğini söyledi. Karşı çıkmaya korkarak, devam ettim ve pek çok yanlışım çıktı. Her seferinde, bunun karşılığını fazlasıyla aldım. Bir yerden sonra, başım dönmeye başladı. Babam, soruları çözmemi söylüyordu fakat donakalmıştım. Bilincimi korumak, bütün enerjimi alıyor ve bayılmamaya çabalıyordum. Annem, kapıdan bizi izliyordu. Hiç bir şey yapmamıştı.

Verdiğim bu tepkiden dolayı, daha sonra, kendime kızdım. Bana, bunu yapmasına izin vermiştim. İlerleyen aylarda, bu düşünce yok olmak yerine, daha farklı bir şeye bıraktı kendisini. Babama karşı saygıda kusur etmiyordum fakat içimde bir öfke büyüyordu. Bana ve anneme yaptıkları için, ondan nefret ediyordum. Gittiğim spor, bu duyguları atmak açısından yardımcı oluyordu fakat yeterli değildi ve sakatlandıktan sonra, ona da gidemez olmuştum. Bir gün, eve geldiğimde, ikisini, oturma odasında kavga ederlerken buldum. Bu seferki, diğerlerinden de kötüydü. Kemerini çıkarmış olan babam, yere serilmiş, kendisini korumaya çalışan anneme vuruyor ve bağırıyordu. Kadın, yüzünü çevirdiğinde, yüzüne bakmasını söylüyor fakat yüzüne baktığında da, ayı mı oynatıyorlar, ne bakıyorsun diye tersliyordu. Değer bilmez olduğumuzu, bu aileyi onun geçindirdiğini ve onun uğraşmak zorunda kaldığı şeylerden haberimiz olmadığını söylüyordu. Nankördük, küstahtık ve saygısızdık. Çok istiyorsak, ikimiz de onu terk edip gidebilirdik. Hatta, daha iyisi, o bizi bırakıp gidecekti. Bunlar, sık sık tekrarladığı cümlelerdi; onu istemiyorsak, onu terk edebileceğimiz ve bunun yerine, onun gideceği.

Eve geldiğimi, ikisi de fark etmemişti. Önceden yapmış olduğum gibi, üstüne atılmayı ve onun bir boşluğunu yakalamayı düşündüm fakat aramızdaki fizik farkından ve elindeki kemerden dolayı, hiç bir işe yaramazdı. Bu yüzden, onlara fark ettirmeden mutfağa yöneldim. Bir gün böyle bir şey olursa diye, yerini gayet iyi belirlediğim, beni dövmekte kullanmış olduğu oklavayı aldım. Kendi odamı geçtim, oturma odasına girdim ve oklavayı, kafasına oturttum. Babam, inleyerek yere düştü. Bir kaç saniye sonra doğrulmaya çalışırken, bana baktı ve elimdeki sopayı gördü. Beni öldüreceğini söyleyerek, kemere uzandı. Bunun üstüne, eline vurdum. Üstüme atılmaya kalkınca, geriye kaçıldım ve yüzünün ortasına bir darbe oturttum. Bir çıtırtı sesi gelmişti. Yere yıkılan adamın burnundan, kanlar boşandı. Hala ayağa kalkmaya çabaladığını görünce, bir kaç kez daha ona vurdum ve bunu önledim. Olay bittiğinde, sanırım bilincini kaybetmişti. Annem, olan bitenden şok olmuş şekilde, sündüğü köşeden bizi izliyordu. Onu yatıştırmak için bir adım attım fakat yerdeki kana bastığımda çıkan sesle durdum.

Bunu izleyen bir kaç hafta, sanki başka birisinin hayatını izliyormuşum gibi geçti. Ne olduğunu tam olarak anlamıyordum ve her şey çok yabancıydı. Babam, evden gitmişti. Eve ciddi yüzlü bir takım kişiler gelip gidiyor ve bana pek çok şey soruyorlardı. İçlerinden sadece bir tanesi, canayakın davranmıştı. Benim hakkımda bir şeyi anlamaya çalışıyorlardı Annemle konuştuklarını ve kadının endişelendiğini hatırlıyorum. Bir gün beni dışarı çıkardı ve sevdiğim eğlence merkezine gittik. Yeterince oyun oynadıktan sonra, yukarı kattaki bir dükkanda, dondurma yemek için oturduk. O sırada, bana, yakında beni kendisinden alabileceklerimi söyledi. Bunu dediği esnada oldukça ciddi bir ifadeye sahipti. Tamam, dedim ve anlamış gibi davrandım. Oysa, benim için pek bir şey ifade etmemişti.

Bu duygusal durgunluğun şoktan olduğunu ve o kişilerin, beni bir ıslahevine kapatıp kapatmamak gerektiğini anlamak için gelmiş olduğunu, ancak şimdi anlayabiliyorum. Sonuçta, babam, etrafı tarafından oldukça iyi bir insan ve haksızların savunucusu olarak bilinirdi. Bize yaptıkları hakkında, kimsenin bir fikri yoktu. Ancak, her şeye rağmen, bugün bile, yaptığım şeyden dolayı pişman değilim. Onu durdurmasam, kimsenin bunu yapacağı yoktu.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 04 Ağustos 2017, 20:36:55
Bölüm 49 - Breaking the Habit

"Neden yaşıyorum? Yaşamaya devam etsem ne olacak ki? Ne yapacağım da, hayatım düzelecek? Dünyada nereye gidersem gideyim, hayatım her zaman aynı olacak. Hiç bir zaman mutlu olamayacağım. Hiç bir zaman, defolu olmaktan kurtulamayacağım. Yaşamak için ne sebebim var? Ne var, ne? Tek bir tane de olsa yok. O zaman neden yaşamayı sürdürüyorum? Şu siktiğimin hayatına neden devam ediyorum? Belki de şu an kendimi öldürebilirim? Neden olmasın? Şu an yapmasam bile, bu gidişle bir kaç yıl sonra yapacağım. O zaman neden, kaçınılmaz olanı erteliyorum? Neden acımı sürdürüyorum? Tek bir hareket ve her şey sonlanır. Yaşamak için ne sebebim var? Her şey umutsuz..."

Önündeki online günlükten başını kaldıran Yıldırım, okudukları karşısında dehşete düşmüştü. Bunları yazdığını, bu kadar karanlık zamanlardan geçtiğini hatırlamıyordu. Bir yandan, korkutucu geliyordu çünkü hala gerçekliklerini koruyorlardı. Bu yazıyı yazdığından beri yıllar geçmişti fakat hala uğruna yaşayacağı bir şey bulamamıştı. Adalet veya intikam... bunlar istediği şeylerdi ama kendisini mutlu etmeyeceklerini biliyordu. Kişisel bir şeye ihtiyacı vardı bu hayatta. Onu yaşanılır kılacak herhangi bir şey. Bu girdiden sonra nasıl intihar etmemişti, hatırlayamadı. Bu kadar umutsuzluk kokan bir şeyi yazan kişi, nasıl yaşamayı sürdürebilirdi? Aklına bu takıldı. Gerçi, düşünülürse, bütün hayatı umutsuzluk ve hayal kırıklığıyla doluydu. Kimi zaman, neredeyse kalbinin olduğu yerde bir acı hissediyordu. "İçim acıyor," derler ya... kötülükle dolu bir dünyanın içinde, kendisi de kötülük yaparak yolunu bulmaya çalışıyor gibi. Oysa kimseye zarar vermek istemiyordu, kimsenin de ona zarar vermesini. Bütün nefret ve öfkesinin altında... neden o bebekleri öldürmüştü? Silah seslerini tekrar duydu ve bebeklerin hırıltılı solumaları aklında canlandı. Gözlerini ve elleriyle kulaklarını kapadı fakat sesler geçmedi. Ateşliyordu o silahı, tekrar, tekrar ve tekrar...

Ayağa kalktı ve bir hışımla, bağırarak, önündeki dizüstü bilgisayarı elinin tersiyle yere çaldı. Oysa anılar, daha da artmıştı. Onun bastırmaya çalışmasıyla, daha da kuvvetleniyor ve yaptığı şeyi ona hatırlatıyorlardı. Olabilecek en kötü günahı işlemişti, çocukları bile değil, bebekleri öldürmüştü. Sebebi ne olursa olsun, böyle bir şeye kalkışmamalıydı. Bunu düşünmüş bile olduğu için bir canavardı o. Belki, gerçekten, kendisini öldürmeliydi. Onun gibi bir mahlukat, daha azını haketmiyordu.

"Yıldırım?" diye, odasının dışından bir ses duyuldu.

Bu ses, Engar'a aitti. Odasının ses kilidini kapamış mıydı? Hatırlayamadı.

"Gel," diye, adamı davet etti.

Kağıt kapıyı çekerek açan genç adam, içeri girdi ve düz, kumral saçlarının altındaki gözleriyle odayı süzdü. İçinden kendine sövdü Yıldırım. Aptallıkla, yere attığı bilgisayarı kaldırmayı unutmuştu.

"İyi misin?" diye sordu, ayakta dikilen adam, bilgisayara bakarak.

Bağırışını duymuş olmalıydı ama neyse ki, bunun sözünü açmamıştı. Büyük ihtimalle, bunu bilerek yapmıştı.

"İyiyim," diye geçiştirmeye çalıştı "Elimden kaydı."

"Neus, sana özel olarak tasarlamıştı o bilgisayarı. Senin diyarındakilere daha çok benziyormuş. Kırıldığına üzülecek," diye yanıtladı ve devam etti "Yani iyi olmuş. Kaptan, ben ve Kueti, beraber bir yere gideceğiz. Senin de gelmen gerekiyor."

"Elbette, hazırlanmak için beş dakika ver," dedi, kirli sakalını kaşıyan Yıldırım.

Onaylayarak dışarı çıktı, Engar. Koridoru geçerek salona girdi ve Neus'la karşılaştı. Sırtı dönük adam, kütüphaneyi karıştırıyordu. Her zamanki laboratuvar önlüğünü giymişti.

"Durumu nasıl?" diye sordu, Engar arkasından geçerken.

"İyi değil. Yaptığı şeyle yüzleşmesi gerekiyor," dedi, genç adam "Bununla barışmadığı sürece, hayatına devam edemez."

"Bu sefer, onun bize yaklaşması gerek. Gereğinden fazla gurura sahip," dedi Neus ve alaycı bir tonda ekledi "Bu açıdan, tanıdığım birisine benziyor."

"Yaptığın iş de, ağzın kadar iyi olsaydı, böyle bir durumla karşılaşmazdık," diye yanıtladı Engar ama sonra itiraf etti "Dürüst olmak gerekirse, onun hakkında yanılmışım. Yanlış anlama, ilk karşılaştığımızda, gerçeklikle bağlantısını kaybetmeye başlamış, kendini beğenmiş bir pislikti. Ancak... değişebiliyormuş."

"Bir kil gibi yontulabilir," diye onayladı, Neus fakat bunu söylediğine pişman oldu. Düşünmeden konuşmuştu.

"Aynı benim gibi mi?" diye sordu, Engar "Bana yaptığını onun üstünde de denersen, seni buna pişman ederim."

"Engar ben--" diye açıklamaya çalıştı Neus fakat lafı, ona yaklaşan genç yüzünden yarıda kesildi.

"Asla. Bir daha asla böyle bir şey yapmayacaksın. İnsanlar özgürce oynayabileceğin nesneler değil," dedi, keskinleşen, cam gibi gözlerini, kara çukurların içine dikmiş Engar. Kimi zaman, bu adamın ne kadar canavarlaşabileceğini unutur gibi oluyordu. Rolünü çok iyi unuyordu Neus.

Ardından, hışımla çekip gitti. Onun arkasından bakan Neus, kaç yıl geçse de, gencin olanların hala peşini bırakmadığını düşündü. Ancak yargılamak, Neus'a göre değildi. Önündeki işe döndü ve kitapları karıştırmayı sürdürdü. Arada sırada, bir tanesini çıkarıyor ve belli bir kısıma bakıyor ve sonra yerine geri koyuyordu. Bu şekilde, pek çok kitabı, hızla, inceledi. Edindiği bilgilerle, kafasında bir simülasyon oluşturuyordu. Farklı kaynaklardan ve alanlardan bilgilerle oluşturduğu bu simülasyonda test edeceği bir hipotez vardı aklında. Daha doğrusu, bir ürün oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak, bunun için öncelikle, bütün koşulları bilmesi gerekiyordu. Yoksa simülasyonu eksik olurdu, hipotezi yanlış olurdu ve istediğinden farklı bir ürün ortaya çıkardı.

Beş dakika kadar bir süre sonra, Yıldırım odasından çıktı ve salona girdi. Gözünün ucuyla ona şöyle bir bakan Neus, tahmin ettiği gibi bir görüntüyle karşılaşmıştı. Sakalını kesmiş olan genç, saçlarını da düzeltmişti. Başkalarının, onun çektiği bu acıyı görmesini istemiyordu. Hislerini saklamaya meyilli birisiydi Yıldırım ve bu konuda uzmanlaşmıştı. Ancak, ne zaman kendisini salacağını ve ne zaman saklayacağını kestirmek, emek istiyordu. Başkasına rastgele gelebilirdi fakat Neus'a değil.

Genel olarak, Yıldırım'ın yüzünde çok fazla ifade olmazdı ve bir çok kişiye göre, okuması daha zor birisiydi; bunu, onu gözlemlediği ve geçmişini değerlendirdiği süreçte fark etmişti. Bununla beraber, kendisine bakmasının tek sebebi bu değildi. Hayatını daha düzgün bir hale getirmeye çalışan herkes gibi, yüzeysel özelliklere dikkat etmenin işe yarayabileceğini düşünmüştü. Bir yerde de haklıydı. Kendine bakmak, kişinin zihinsel durumu hakkında bir şeyler söylerdi fakat Neus'un da gayet iyi bildiği üzere, herkesin kişisel bakım standardı farklıydı.

Yıldırım'ın göz altlarına bakılırsa, uyumaktan sorun çekiyordu. Yaşadığı travmadan sonra çok normaldi. Onunla iletişime geçerek, biraz daha veri  edinme ve ona göre davranma kararı aldı, Neus.

"Nasılsın, Yıldırım?" diye sordu.

Yıldırım dediğinde, gencin gözbebeklerinde hafif bir büyüme ve yüz hatlarında genel bir gevşeme olmuştu. Yaptığı şartlamanın işe yaradığını görmek güzeldi. İblis denilen Ugi, ona Eiros adını takarak, kendi amacına yönelik bir şekilde, genci koşullandırmıştı. Bu kelime üstüne kurduğu kimlik sayesinde, Eiros demek, acı, çaresizlik, öfke, umutsuzluk vb. demekti. Kısacası, Ugi'nin kendi "intikam" amacıyla kullanabileceği duygular. Hakkını vermek gerekiyordu, İblis işinde oldukça iyiydi. Sonuçta, Neus'un hasmı çağlar boyunca tekniklerini geliştirme fırsatı olmuş, kadim bir canlıydı. Ancak Neus, gencin kendi adını hatırlatarak ve onunla pozitif şekilde iletişim kurarak, onu bu durumdan çıkarmıştı. Standart sapma göz önüne alınırsa, hesaplamalarına uygun bir süre içinde gerçekleşmişti. Yaptığı gözlemler, boşa gitmemişti. Zaten gidemezdi de, kaç tane uykusuz gece geçirmişti bu proje için.

"İyi..." diyecekti ki, durakladı "Pek de iyi değil, Neus. Fabrikada yaptığım şeyden beri..."

"... kendimi öldürmek istiyorum, aynı ergenliğimdeki gibi," diye aklından tamamladı, kara gözlü adam "Ancak bunu asla söyleyemez."

"... yaptığımla nasıl yaşarım? Onların görüntüsü ve sesi gözümün önünden gitmiyor," diye devam etti Yıldırım ve cılız bir tonda ekledi "Onları öldürdüm."

"Yaşadıkların çok doğal. Travmatik bir olay yaşadın ve bu sende iz bıraktı. Ancak zamanla bunun üstesinden gelinebilir," diye yanıtladı adam.

"Öyle ama... o kadar yoğun ve gerçek geliyorlar ki, asla geçmeyecek gibi. Gözlerimi ne zaman kapasam, onları tekrar öldürüyorum. Uyumaktan korkar oldum, bilincimden korkar oldum," dedi "Çok yorgun ve gerginim. Sürekli tetikteyim."

(https://3.bp.blogspot.com/-L-psxUNFD_U/WXF0b8TI0HI/AAAAAAAAASI/Y15ni3_2l4QLr4D6Ceb2Fn3c8F2rqIoJACLcBGAs/s1600/tumblr_n3mos19Yp81r6s2l8o1_500.gif)

"Dünyaya dair güven anlayışın sarsılmış. Sonuçta, insanlar için en masum şey denilen bebekleri bile öldürmek zorunda kalmışsan, seni buna zorlayan dünya nasıl bir yer olabilir?" diye, onun yerine bir sorgulamada bulundu.

"Kesinlikle!" dedi, Yıldırım "Bildiğim her şey yalanmış gibi geliyor. Kimseye güvenemezmişim ve yapmak zorunda olduğum seçimler karşısında çaresizmişim gibi."

"Kendine dair algın hakkında değişen bir şey var mı?" diye sordu Neus, bir yandan aklının köşesine bir not alırken.

"Bilmiyorum. Sanırım elimde bulundurduğum güçten tiksiniyorum. Bir daha asla kimseye zarar vermek istemiyorum. Düşüncesi bile... onlar gözümün önüne geliyor."

"Anlıyorum. Bir amacın olduğu sanıyordum, Yıldırım. Buna nasıl ulaşmayı planlıyorsun o zaman?" diye sordu, adam.

Genci yargılamadığı, sesinden belliydi. Yıldırım da bunu biliyordu, o yüzden içinde bir çekince yoktu. Bu güven ve uyumluluk bağını oluşturmak için, Neus'un çabalaması gerekmişti.

"Ben... sanırım bunun gerçekçi olmadığını biliyorum. Dünyayı, en azından ülkemi değiştirmek gibi bir hedefim var. Her ne kadar bu konuda oldukça gerizekalıca davranmış olsam da," dedi, Tepe Semti'nde yaptıklarını hatırlayarak "Hala amaçladığım bir şey. Elimde bir güç var ve bunu iyi yönde kullanmak istiyorum."

"Çok güzel. Unutma ki, önündeki günlerde bu anılar arada sırada, özellikle şu sıralar aklına gelecek. Nelerin onları tetiklediğini hatırla ve anlamaya çalış fakat elinden geldiğince, onlardan kaçınma. İşini sadece daha zorlaştırır," dedi, Neus.

"Doğru. Yine de, bütün bunlar yetecek mi? Hedefime ulaşsam bile mutlu olacak mıyım? Onun dışında, hayatımda hiç bir şey yok şu an," dedi, genç Yıldırım.

Beklediği gibi, gencin farkındalığı gelişmişti. Zaten belli açılardan, daha önce de ortalama bir insanın üstündeydi fakat kendisinin yanında geçirdiği zaman süresince, daha da artmıştı. Travmasına rağmen, amacı uğruna ne yapması gerektiğini bilmesi ve bu amacın tek başına, mutluluğu için yeterli olmayacağını bilmesi bunu gösteriyordu.

"Sen bir insansın, Yıldırım ve insanlar, kimi zaman aksini ne kadar isteseler de, sosyal canlılardır. Kueti'yle sohbetten ne kadar keyif aldığını sen de gördün," diye yanıtladı adam.

"İyi ama gerçekten bu kadar basit mi? Bütün bu acılarımı, üstüne tonlarca gerçeklik inşa ettiğim acılarımı, sadece insanlarla etkileşerek geçirebilir miyim?" diye sorguladı, genç ve aklından ekledi "Ve öylelerse, bütün o gerçekliklerim yalan mıydı?"

"Bu kadar basit olmayacaktır. Ancak, kilit bir nokta," diye, emin bir şekilde cevapladı, siyah saçlı adam.

Genç, biraz sarsılmış gibi görünüyordu. Sanki kabullenmek istemediği bir gerçekle yüzleşmişti. Karşılaştığı bu yorumu sindirmeye çalıştı.

"Aslında," dedi "Düşünüyordum da, insanlığa dair herhangi bir sosyal organizasyon büyüdükçe, içindeki kötülük de artıyor. Devletler, şirketler vb. devasa organizasyonlar bu yüzden oldukça kötü. Aynı şekilde, küçük sosyal çevreler, aile, arkadaş vb. iyi olabiliyor. Bunca zaman, kendi yaşadıklarımdan dolayı, onların da iğrenç olduğunu düşünmüştüm ama buradaki bağı görmek, sanırım bir şeyleri fark etmeme yol açtı. Aramızda kalsın ama Engar ve Yugiera arasındaki duruma imrendim. Engar çok şanslı birisi. Keşke ben de, büyürken böyle birisiyle karşılaşmış olsaydım. Her neyse! Sanırım, insanlar hakkında yanılmışım. Böyle küçük sosyal çevrelerde, iyilik ve mutluluk mümkün olabilirmiş."

Bunu derken, utanmamıştı. İlk başta. Sonra kulaklarını yandığını hissetti, sanki bir sır ifşa etmişti. Bir açıdan da öyleydi. Birisine imrendiğini itiraf etmek, hele ki böyle bir konuda, oldukça zordu.

"Neyse, çıkmam gerek. Kaptan bir şeyler yapacakmış. Görüşürüz!" diyerek aceleyle laflarını bitirdi ve yollandı, Yıldırım.

Çıkan üründen memnun kaldı, Neus. Her şey, kafasındaki simülasyona göre gidiyordu. Yıldırım'ın davranışları, tamamen beklediği gibiydi.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 14 Ekim 2017, 22:48:42
Bölüm 50 - Urogi

Önünde dikilen figürlerin karanlığıyla yutuldu. Heybetli ve güçlüydüler, karanlıktan oluşan pelerinleri her taraflarını sarmış ve ışığın huzmelerini yutuyordu. Her türlü zerafeti reddeden varlıkları, tamamen zıt bir ahenkle arka plana bürünmüştü. Çevreyle bir olmuş yaratıklar, galaksilerin kalbindeki karadelikler gibi koyu fakat renkliydiler. Kara bünyelerinin etrafında bükülen ışık çevrelerinde dönerek tur atıyor ve üst ile alt taraflarından fışkırıyordu. Huzmeler, belli belirsiz bir nabızla, yavaşça artıyor ve azalıyorlardı. On dört figürün her birinin nabzı eşitlenmişti.

Uzuvu hareket etti birisinin, etrafındaki ışıklar oynaşarak bir an mavi, ardından yeşil ve kırmızıya dönüştü. Diğer on üç figür de, onunla beraber aynı uzuvlarını hareket ettirmişti. Seçilemiyordu genel hatları onların. Bu uzuv nasıl bir bedene bağlıydı veya bu uzuv neydi? Karanlık hepsini yutuyordu. Sadece ileri uzanan bir ekstremite mevcuttu ve onun bağlı olduğu bir şey.

Uzuvları saran ışık girdapları yatışarak tekrar soluk beyaza büründü. Bir ses, daha doğrusu bir düşünce, ışığın ve karanlığın bir araya toplandığı diyarda yankılandı.

"Kim olduğunu zannediyorsun sen?"

Sesin gümbürtüsüyle beraber, yerdeki parçacıklar titreşmişti. Bunu takip eden ses, kendi sesi, ne kadar da küçüktü bunun karşısında.

"Gelecek."

On dört siluet tatmin olmamıştı bu cevap karşısında. Işıkların dönüşü, sanki mümkünmüşçesine, daha da hızlandı ve vahşileşti. Dairesel bir şekilde çizdikleri rotadan çıkan huzmeler, capcanlı bir maviye bürünerek alev saçtı.

"Bu aptallığın, sonun olacak, bizim karşımızda bir hiçsin. Sana yeterince müsamaha gösterdik," diye, yeni bir yankı patladı "Bu diyara karşı işlediğin suçlardan ötürü, seni ölüme mahkum ediyoruz."

Ona sarf edilen su sözlerin bitişiyle beraber, kendisinden saçılan bir ısı dalgası hissetti. Vücudunu oluşturan yeşil alevler harlanmış ve bedeninden taşmaya başlamıştı. Kendi formunun bile ne olduğunu bilmiyordu fakat gittikçe büyüdüğünü hissetti. Yerden yükseliyor ve şimdi, on dört figüre, yeşil bir dev gibi, yukarıdan bakıyordu.

"Gelin, bunaklar, bu işi burada bitirelim."

---

Uykulu uykulu gözlerini açtı ve ağzını şapırdattı. Üstüne feci bir ağırlık çökmüştü. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken, gördüğünün bir rüya olduğunu anladı. Oysa bir rüyadan çok daha gerçek görünmüştü. Şaşırtıcı bir yanı da yoktu. Sonuçta bir film veya çizgiromanda yaşamıyordu. Bunun geçmişten bir görü olduğu çok barizdi. Ne de olsa, yakın zamanda İblis'le yeni bir anlaşma yapmıştı ve bunun, ilk seferkinden farklı bir doğada olduğunun bilincindeydi. İblis söylememiş olsa bile, kelimelerini ve düşüncelerini bağlayan mühür oluşurken, bunu hissetmişti.

"İblis... bir kaçak," diye düşündü "Demek bu şekilde olmuş. Acaba ondan sonra ne oldu? Kazanmış olamaz yoksa şu an kaçak olmazdı. Ya da kazandı mı?"

Düşünceleri bugün yapacağı eğitime kaydı. Görevden döndüğünden ve Yugiera'yla konuştuğu günden beri, tekrar eğitime dönmüştü. Genel olarak iki kısıma bölünmüştü; savaş ve anomali ceplerinin doğası. Savaş eğitimini Engar ile sürdürüyordu fakat anomali eğitimi ikiye bölünmüştü. Teorik kısımı mutlaka Neus anlatıyordu fakat uygulamalı bölümü kimin göstereceği değişiyordu. Çoğu zaman, Neus onu bir yerlere atıyor ve şelalede olduğu gibi, bir şeyleri kendi kendine çözmesini bekliyordu. Bunun nedenini sormuştu ona, "Bir yönlendirme yaparsan daha hızlı olmaz mı?" diye.

"Yönlendirme yapmadığımı mı sanıyorsun, Yıldırım? Yapmadığım kısımların sebebiyse, daha esnek bir zihin geliştirmeni sağlamak," diye, her zamanki ucu açık cevaplarından birisini vermişti.

Başkasına göre ucu açık demek daha doğru olurdu belki. O, ne demek istediğini çözmüştü. Belki içinde bulunduğu sayısız anomalinin birisinin etkisinden, belki eğitiminden, belki de, basitçe, harekette olmasından dolayı, zihninin çok daha fazla açıldığını fark etmişti. Düşünceler eskisi gibi yarışıyordu yarışmasına fakat bunu daha sakin bir şekilde yapıyorlardı. Bu durumda, bu düşüncelerin sunduğu olasılıklardan birisi de, konuşmalardan sonra yaptıkları sohbetlerin yönlendirme olmasıydı. Bu ayak üstü yapılan konuşmalarda, pek çok şeyi pekiştirdiği oluyordu. Neus'a aklına gelebilecek her şeyi soruyordu.

Komik bir biçimde, hayatında aramış olduğu bir şeyi burada bulmuştu. İnsanlarla sohbet ediyor, yiyiyor, içiyor ve öğreniyordu, hem de her konuda. Neden bilmiyordu, bu tarafını çözememişti daha ama yeni bir enerjiyle önündeki işlere atılmıştı. Tanımadığı bir histi ama hoşuna gidiyordu. Bir şeyleri başarıyordu artık. Hem uygulamalı hem de teorik kısımlarda yükseliyordu. Yaşadığı onca şeye rağmen, hayatı genel olarak daha iyiydi. Bir kısım hariç. Çok büyük bir kısım hariç.

Odasından çıktı ve gördüğü rüyayla ima ettikleri hakkında düşünerek, evin içinde dolanmaya koyuldu. Odasının hemen yanındaki spor saloncuğundan düzenli ve kuvvetli nefes alıp verme sesleri geliyordu. Bir bakış attığında, Engar'ın eğimli benç prese yatmış olduğunu gördü. Her iki ucunda yaklaşık yüzer kiloluk ağırlıkların olduğu halteri hızlıca indirip kaldırıyordu. Yavaş yapması, kas geliştirme açısından daha avantajlı olurdu fakat amacı bu değildi. Gencin kasları çoktan yeterince gelişmiti. Bu ağırlıklar, direnç antrenmanı için vardı ve bu yüzden daha hafif olanları kullanıyordu.

"Kolay gelsin," diye seslendi, Yıldırım.

"Ey-vallah!" diye solukların arasından cevapladı, üstündeki tişört terden vıcık vıcık olmuş olan genç.

Bu ağırlıkları arada Yıldırım da denemişti. Patlayıcı güç olarak Engar'dan daha güçlü olduğunu bulmuştu. Az tekrarlı ve yüksek ağırlıklı setlerde ondan daha iyiydi. Ancak dayanıklılığa geldiğinde, geride kalıyordu. Sahada yaptıkları antrenmanlarda gördüğü çeviklikte ise su götürmeyecek şekilde Engar gördüğü herkesi geçiyordu.

Mutfağa doğru yöneldiğinde, Kueti'nin bir şeyler pişirmekte olduğunu gördü. Daha doğrusu yemekleri ocağa koymuş, olmalarını beklerken kolundaki cihazdan yine bir şeyler izliyordu. Kızın yanına giderken, kendi ülkesinin haber bültenlerinden birisinin sesini tanıdı.

"... patlamalar ülkenin dört bir yanında sürüyor. Olayı üstlenen olmazken, hükümet, herkesin aklındaki örgütün yaptığını açıkladı."

"Ne kadar da iç açıcı," dedi, genç adam.

"Ülken de senin kadar karamsar bir yer," diye onayladı kız, yüzünde hafif bir tebessümle.

Yeni bir huy edinmiş olan Kueti, sık sık Yıldırım'a takılıyordu.

"Ne de olsa yerli malıyım," diye kabullendi, genç adam "Bu topraktan böyle adam çıkıyor."

Bir şey diyecekmişçesine ona bakan kız, döndü ve ocağa yönelerek tencerenin kapağını açtı, ardından içindekileri tahta bir kaşıkla karıştırdı. Yıldırım'ın burnuna patates, havuç ve bezelyeyle karışık başka bir şeyin kokusu çarptı.

"Ooo, düşündüğüm şeyi mi yapıyorsun?" diye sordu, mutfağa dalan Engar.

Üstündeki tişörtü çıkarmış olan adamın, terli ve sıkı hatları parlıyordu. Zamanında spora gitmiş birisi olarak bunu garipsemedi fakat Kueti'nin yanında yapmasından rahatsız olmuştu. Daha doğrusu kıskanmıştı, Eiros.

"Evet," diye yanıtladı Kueti ve devam etti "Teşhiri sevdiğini biliyorum ama git üstüne bir şeyler giy, hasta olacaksın."

Kızın cevabını gözleyen genç, hiç bir şüpheli hareket görememişti. Engar'da da öyle bir durum yoktu zira. Flört eden iki gençten öte...

"Bir şey soracağım," diye aklındakini kelimelere döktü "Ne zamandan beri tanışıyorsunuz? Yeni olduğunu sanıyordum ama oldukça yakın görünüyorsunuz."

Fazla direkt olabilirdi kimilerine göre ama Yıldırım'ın umurunda değildi.

"Kueti'yle aynı şehirde büyüdük," diye yanıtladı, Engar, saçlarını, kızın verdiği küçük bir havluyla silerken "Ama buraya gelene kadar onu çok yakından tanıdığım söylenemez."

"Çocukluk arkadaşısınız yani?"

"Hayır," diye yanıtladı kız.

Engar da onu onayladı.

"Bizim geldiğimiz yerin dinamikleri buradan daha farklı. Engar ve ben çok ayrı yerlere aidiz," diye ekledi, genç kadın.

"Saklamaya gerek yok. Soylu bir aileden geliyorum ben, babam bir Ugi'ydi, annemse insan. Kueti'yi ben küçükken bir iş için kiralamıştık," diye havadan sudan konuşurcasına açıkladı, Engar.

"İş mi?"

"Ben bir suikastçıyım, Eiros," dedi kız, neredeyse sıradan, aklından ne geçtiği anlaşılmayan bir ifadeyle "Hayatım boyunca da öyle oldum."

"O zaman Neus seni neden..." diyordu ki, Yıldırım, lafı yarım kaldı "Bir dakika, ömrün boyunca mı dedin?"

"Evet," diye, vurgusuzca bir cevap geldi, basit bir gerçeği belirten.

"Onun gündüzleri hiç antrenman yaptığını gördün mü?" diye sordu, Engar.

Düşününce, böyle bir şey gördüğünü hatırlayamadı adam. Peki o zaman kız yeteneklerini nasıl keskin tutuyordu? Gördüğü diğer herkes, Yugiera, Engar, Neus, bir şeylerle uğraşıyordu habire. Yugiera belki içerek çok zaman geçiriyordu ama onun da görevlere çıktığını biliyor ve spor salonunda çalıştığını hatırlıyordu. Oysa Kueti'yi hiç böyle görmemişti.

"Bir Urogi olmak kolay iş değil. Denilene göre işlerini hep gece hallettikleri için, antrenmanları da hep gece karanlığında gerçekleşirmiş," dedi Engar ve kıza baktı "Daha doğrusu denilene göre değil, küçükken bana Kueti söylemişti."

"Urogi ne ola?" diye sordu, bilmediği bir aleme maruz kalan Yıldırım. Adam hakkında biraz fikri vardı ama kızın böyle bir hayatı olduğunu hiç tahmin edemezdi.

Kueti, boğazındaki bir yere dokundu ve bir-iki kelime mırıldandı. Diller arası çevirmeyi yapan Kine'nin ayarını değiştirmişti. Ardından dönerek, gözlerini onunkilerin içine doğrulttu. Uzunca bir süre, hiç bir şey demedi ve sadece baktı. Yüzünde en küçük bir ifade bile yoktu, gözlerinin içindeki herhangi bir canlılık yerini hiçliğe bırakmıştı. İki adet, buzdan oluşan mavi halka ona pençelerini geçirmiş gibi yerinde kıpırdandı adam. Gözlerini kaçırmayı denediyse de, bunu yapamadı. Sıcak her şeyden uzak küreler onu yakalamıştı. Ölümcül ama büyüleyici, etkileyici bir şekilde değildi. Hayır, ortada zarif olan hiç bir şey yoktu. Doğanın ilkel vahşeti bürünüyordu sadece. Kaçmak, oradan bir an önce uzaklaşmak istedi fakat gözlerini bir an bile kaçırırsa saldırıya uğrayacağını biliyordu. Karşısında bir insan değil fakat bir avcı vardı ve o, bütün gücüne rağmen, sadece çaresiz bir yemdi. Ardından, kızın ağzından sadece iki kelime çıktı.

"Ruh Yiyen"

Aynı çabuklukla, sakin fakat canlı tavrına geri döndü kız. Üstünden bir büyü kalkmış gibi irkilerek doğruldu, Yıldırım. Fiziksel olarak gerildiğini fark bile etmemişti. Ellerini sıkmış, yüzünden soğuk terler boşanmıştı. Kız ona bir büyü mü yapmıştı yoksa sadece bakışlarıyla mı bu hale getirmişti? Hangisinin daha rahatsız edici olduğunu bilemedi.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 25 Ekim 2017, 19:34:25
Bölüm 51 - İstek 4

İnsan, hikayelerden oluşur. Kendimize hikayeler anlatırız, şu an olmakta veya geçmişte olan şeyler için. Bir seferinde şöyle yapmışızdır çünkü nedeni budur. Bir yıl sonra, aynı olayı farklı bir sebeple hatırlarız. Hepsi değişir, tek bir "ben" yoktur. Sürekli olarak değişen ve yenilenen benlerden oluşuruz. İçeriğe göre geçmişimiz değişir. Peki ben ne oluyorum bu durumda? Kendime anlattığım bu hikayelerin ne kadarı doğru veya hepsi de doğru mu? Bunları hatırlayıp da, kimliğimi tamir etmek mi istiyorum?

Önümde iki figür hatırlıyorum. Sırtları bana dönük ve benden çok daha ilerideler. Onlara ulaşmaya çalışıyorum ama kollarım kısa kalıyor. Çok kısa ve küçüğüm, önemsizim. Arkada kalıyorum ve beni kimse fark etmiyor. Görülecek, önemsenecek bir yanım yok.

Bu, sık sık gördüğüm bir rüya değil. Hayır, böyle film veya roman klişelerine pek sahip değilim. Elbette benim de klişe yanlarım var ama geçmişime dair bir anıyı tekrar ve tekrar görmek bana göre olmadı. Bu bahsettiğim, başarısız hissettiğimde, gözlerimi kapayıp bu hissin beni yönlendirmesine izin verince aklıma gelen bir şey. Kim olduklarını tahmin etmek zor değil. Babam kendi işinde oldukça başarılı, hatta önde gelen birisiydi. Annem ise malum olaya kadar evi her zaman düzenli tutar ve sorumluluklarını eksiksiz yerine getirirdi. Ben ise, sakardım, okulda ortalamaydım ve öne çıkan bir yanım yoktu. Farklı özelliklerim vardı elbet fakat başarılı diyebileceğim bir tarafım olmamıştı. Belki de o dövüş sporunu bu yüzden o kadar sevdim çünkü hayatımda ilk kez başarıyı tatmıştım. Ancak, o da bir istisna olarak kaldı. Çoğu zaman, günün sonunda, fark edilmiyordum. Ne ailem ne de okul tarafından. Oyunlarda bile o kadar iyi değildim.

Bu sonsuza kadar sürmedi. His peşimi hiç bırakmadı ama lisede bir atılım yaşadım. Derslerime doğru düzgün çalıştım ve başarılı bir öğrenci oldum. Yine de yeterli değildi. Başarının tadını bir kere yakalamıştım ve bırakmayacaktım. Her zaman daha fazlasını istedim. Kendime küçük bir kural bile koymuştum bir ara. "Bir sınavın, asla bir öncekinden düşük gelmeyecek." Elbette, bu kuralın ömrü pek uzun olmadı, olamazdı da. Hayat bu kadar basit bir matematiksel prensipten ibaret değildir. Yine de, bu kuralı koymuş olmam bile hırsın beni ne kadar sardığının bir göstergesiydi.

Başlarda çok güzeldi. Çalışıyor, başarıyor, iyi hissediyordum. Hayatımda gerçek anlamda ilk kez, bir şeyleri başarabildiğimi hissetmiştim. Artık  bir hiç değildim, kimliğim vardı, insanlar beni fark ediyor, bana ilgi gösteriyordu. Bir insan gibi hissediyordum sonunda. Zaman geçtikçe ve başarı yeni bir olgudan öte, sıradan bir hal almaya başladıkça, aldığım tatmin de azaldı. Sonunda bir sınıra geldim ve belli bir not düzeyine ulaştım. Aşağı yukarı bu civarda kaldım uzun bir süre boyunca fakat bu esnada yeni bir duygu beni sarmaya başladı: korku. Elimde olanı kaybetmekten, tekrar eski halime dönmekten korkmaya başladım. Sonunda birisiydim ve geçmişe asla ama asla geri dönemezdim. Bu olasılığı düşünmek bile beni dehşetle doldurmaya yetiyordu. O an hayatım mükemmel olmayabilirdi ama bir hayatım vardı. Arkadaşlarım ve başarım mevcuttu. Oysa geçmişimde sadece hiçlik, hayat-dışı her şey yatıyordu. Bir insan yoktu, yalnız ve reddedilmiş bir mahlukat vardı.

Her dehşete düştüğümde daha çok çalıştım. Standartlarımı daha da yükseğe çektim veya çekmeye çabaladım. Beni o ilgisiz karanlıktan ayıran tek şey bu değil miydi? Onu kaybedersem, tekrar vasat bir öğrenciye dönüşürsem, her şey mahvolacaktı. Yine o sırtları görür oldum. Okuduğum lise bile aşağının da aşağısındaydı. Oradaki başarım bir hiçti ve başka bir yerdeki ortalama bir öğrenci, benden daha iyiydi. Devler liginde olduğunu zanneden bir cüceydim.

Bu düşünceler gittikçe arttı ve lisedeki son senemde doruk noktasına ulaştılar. Büyük sınav geliyordu. Herkesin hayatını belirleyecek olan o aptal ve boş sınav. İnsanın aklını değil, işe yaramaz bilgileri ezberleme ve soruları kısa yoldan çözme konusunda uzmanlaşma beceresini konuşturduğu sınav. Şu hayatta pek çok şey olabilirim ama asla sistemi sorgulamayan, rahatına düşkün birisi olmadım. Bu yüzden çok acı çektiğim oldu, özellikle her şeyin ne kadar saçma şekilde kurgulandığı, bunların nasıl önlenebileceğini gören birisi olarak, tembel diye yaftalandım. Veya  hayallerinin peşinde koşan, ayakları yere basmayan bir idealist. Oysa kendisini gerçekçi diye yaftalayan bu kişilerin görüşü sınırlıdır. Dünyadaki sorunları göremezler, görseler bile kavrayamazlar. Bu kişileri ne kadar da çok severim, iki yüzlülüklerine bayılırım. Çocukları ata dönüştürdüler diye kendi aralarında yakınıp, giydirmek istedikleri siyasetçilere giydirir, ardından eve döndüklerinde bu absürt sistemde daha başarılı olmaları için çocuklarına bağırırlar. Onları, bu absürt sistemde, ruhsuz ve otomasyon olmadaki başarılarına göre yargılarlar.

Her şeye, bütün saçmalığına rağmen, bu sistemden geçmek zorundadır kişi. Ben de geçtim veya geçmeye çabaladım. Kendi üstümde yarattığım baskı, sınav için hedeflerimi doruk noktasında bir hedef belirlememle iyice arttı. Daha aşağısındaki herhangi bir şeyi, tamamen başarısızlık ve tekrar hiçliğe karışmak olarak niteledim. O sene, dehşet dalgalarına dayanmam yaklaşık iki ay sürdü. O noktada bir yerlerde her şeyi boşladım. Senenin sonunda başarısız oldum. Ertesi sene bir işe girdim ve monoton hayatıma atıldım. Sistemin çiğneyip bir kenara tükürdüğü bir artıktım sadece. Belki de sorun tamamen bendeydi, başaramamıştım. En azından böyle düşünürdüm. Gerçek ise, ikisinin arasında bir yerdeydi.

İblis beni bulduğunda yirmilerimin başlarındaydım ve intihar etmeyi düşünüyordum. Bunu kendime bile itiraf edememiştim pek. Ancak, olasılığı her geçen gün daha da artıyordu. Kendi üstümde kurduğum bu gerçek dışı yüksek standartların yarattığı yıkımı anlayacak kadar zaman geçmişti fakat hayallerimi kovalayabileceğim noktayı da geçmiştim. Kimi insanların aksine, sevmediğim bir işte çalışabilecek bir yapıda değilim ben. Eğer böyle yaparsam, eninde sonunda kendimi öldüreceğimin her zaman farkındaydım. Soru "eğer" değil, "ne zaman" idi ve malum Ugi gelmeseydi, cevabı "pek yakın" olacaktı.

Kaybedecek bir şeyi olmayan ve kendisine, ailesine, insanlara, politikacılara, sisteme... her şeye öfkeli birisi olarak, intikam kulağıma oldukça hoş gelmişti. Klasik bir insan gibi davranarak, başta bunu kabullenemedim ama içimdeki pisliği biliyordu İblis. Benim kabullenmek istemediğim tarafı. Haklı bir öfkeye sahip olduğunu düşünen veya sadece yakıp yıkmak isteyen tarafı. Belki bir yerde haklıydım ama eninde sonunda önemi yoktu. Her gün o mağazaya adımımı attığımda, oradaki insanlara hadlerini bildirmek istedim. Her şeyin ne kadar saçma olduğunu, sahip oldukları şeylere sadece şans eseri sahip olduklarını, birbirimizden sadece biyolojimiz ve yaşadıklarımız ile ayrıldığımızı. Onların yerinde, başka koşullar altında, benim de olabileceğimi. En azından başta böyleydi. Zaman geçtikçe, yerini umursamazlık aldı. Sadece gidiyor, günlük işimi hallediyor ve bulabildiğim fırsatta kaytarıyordum. Onlardan birisi gibi davranıyordum ama farklıydım. En azından kendime bunu söyledim, belli bir yere kadar. Bir noktadan sonra fark ettim ki, kimse orada bulunmaktan memnun değildi. Herkes aslında ne kadar renkli ve farklı olduğunu düşünüyor ama günlük hayatında tamamen monoton davranıyordu. Başka bir deyişle, diğer vasatlardan hiç bir farkım yoktu. Bu farkındalığın getirdiği acıdan zevk aldım.

Ne kadar düştüğümü görmek bana zevk verdi. Damgayı daha da bastırıp, acıya alışmak ve kendimi kapkalın bir kabukla çevrelemek için daha da çok kurcaladım. Her seferinde, hayatın anlamsızlığına ve griliğine dair yeni bir sebep daha buldum. Anlamsızlığı görmekte bir anlam buldum ve bunlar kaçış anlarım oldu. Hayatta, yaygın, vasat ve iğrenç hayatta, her türlü kötü yanı arar oldum ve buldum da. O kadar çoklar ki, bir ömür boyu uğraşsa, insan yine de yeni bir şeyler bulacaktır. Bir tür olarak çok da matah değiliz. Sadece, farkındalığımız sayesinde, kendimizi kandırmayı öğrenmişiz. Bu da yeterince ironik değil mi?

Bu farkındalık, ne kadar zor olursa olsun, belki de hayatımı kurtaran şey oldu. Karanlığı görmekte tarif edilemez bir tatmin var. Hayattaki acıların aslında hiç bir öneminin olmadığını bilmek, yatıştırıcı bir şey değil. Tam tersine, kişinin, insanların cehaleti ve bencilliği yüzünden ıstırap çektiğini fark etmesi ve bunun eninde sonunda anlamsız olması, oldukça kötü bir his. Ancak, aynı zamanda kendim olabileceğim ve aklımı kullanabileceğim bir alan. Kendime ayırabildiğim zamanda okuduğum kitaplar ve internetten yaptığım araştırmalar da, bana bir nevi amaç yaratmıştı. Aynı zamanda, anlamsal olarak bir şey ifade etmese de, yaşadıklarımın sebebini görmemi sağlıyordu.

Yine de, intihar düşüncelerini daha dayanır kılmıyordu. Bu hayatın içine saplanıp kaldığım gerçeği, bunun asla değişmeyeceği gerçeği, insanların asla bencil ve kötü niyetli olmayı bırakmayacağı gerçeği... bunları her gün düşündükçe, geriye umut ve uğruna yaşayacak bir şey göremedikçe, insan bir yerde, yapılacak tek bir mantıklı hareket görüyor. Bu romantik bir kaçış olduğundan veya idallerine ulaşamamış birisinin trajedisi olduğundan değil. Belki de bir trajedidir ama kutlanacak bir tanesi değil. Birilerini incitmek için de değil. Kendimi öldürsem de, kimsenin umurunda olmayacağını biliyordum. İnsanlar bir süre önemsiyormuş gibi davranacak, her gün bana bok gibi davranmış olmalarına rağmen ne kadar iyi birisi olduğumdan bahsedecek ve ardından unutacaklardı. Hayır, tek bir nedeni vardı. Sürekli, kaçınılmaz bir acı içimdeydim. Kimi zaman fazla oluyordu, kimi zamansa yerini daha sakin fakat kayıtsız bir versiyona bırakıyordu fakat her zaman oradaydı. Onunla savaştım, hem de her gün. Ancak, her gün bir şeyler kaybettim.

İblis buna bir çare olmadı. Bana verdiği güç sadece daha fazla öfke ve nefret getirdi. Başkalarına ve bana daha fazla acı. Öte yandan Neus, Kueti, Engar, Yugiera... bilmiyorum. Bu düşünceler hala peşimi bırakmadı. Kendime iyi olduğumu ve doğru yönde gittiğimi söylüyorum. Kısmen doğru da. Bütün bu olaylarda, her şeye rağmen, bir anlam buluyorum. Kendimi geliştirmek, bir amaca yönelik çalışmak iyi geliyor. Güzel de yol alıyorum, yeteneğim var sanırım. Ancak, o boşluk, hala içimde. Yaptığım ve yapacağım her şeyin sonunun başarısızlık olacağını, asla kendimden kaçamayacağımı söylüyor. Çare olarak ise tek bir yol gösteriyor. Yoksa kaçınılmaz olanı sadece erteliyor muyum? Kendime anlatmak istemediğim tek hikaye bu.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 15 Kasım 2017, 19:08:05
Bölüm 52 - İstek Son

Evrimim nereye kadar sürecek? Sürekli bir kendini toparlamaya çalışma ve bir şekilde bütün bunları geçirmeyi deneme; önemi yok. Kendime sunacak bahaneler artık tükendi. Onları öldürdüğümde pek bir şey hissetmedim. Evet, üzüldüm ve pişman oldum. Bir süre canım sıkıldı ve kendime, onların iyiliği için bunu yaptığımı söyledim. Oysa, içten içe, bununla uğraşmış olmaktan dolayı rahatsızdım. Herkes benden bir şeyler istiyor, beklentileri var, bir şeyleri yapmamı ve önemsememi söylüyorlar ama sanırım, aslında hiç bir şey pek umurumda değil.

Lisedeyken bir kedi görmüştüm. Araba çarpmış ve yolun kenarında yatan bir tekirdi. Etrafta kan yoktu fakat yarı açık bilincinden anladığım kadarıyla acı içindeydi. Gecenin bir yarısıydı ve ona yardım etmem gerektiğini hissettim. Küçük göğsü zar zor inip kalkıyordu. Hiç bir işe yaramayacaksa bile denemem gerekiyordu. Ben ne yaptım? Başına gittim, etrafa biraz bakındım, yardım edecek birisi var mı diye. Yoktu. Telefonumu çıkardım ve bunun ne kadar uğraştırıcı bir durum olduğunu düşünerek fakat aynı zamanda inkar ederek, yakınlardaki veterinerlerin numaralarını araştırdım. İçimden ne olur hiç bir yerde açık bir tane olmasın ve yapacağım bir şey olmadığına inanarak, gönül rahatlığıyla eve gideyim diye geçiriyordum. Tabii, bilinçli olarak değil. Şanssızlığıma bir tanesi açıktı ama göreli olarak uzak bir yerdeydi. Bunu görmemiş gibi davrandım, hayvanın başında durdum, üzülmüş taklidi yaptım ve eve gidip, hiç bir şey olmamış gibi, yemeğimi yedim.

Bebek öldürmenin bundan daha rahatsız edici olacağını düşünürdüm ama çok farklı değil. Ateş ederken, adaletsizliğe karşı öfkemin altında, neden bunu yapmam gerektiğini sorguluyordum. Daha doğrusu neden benim bu olayla başa çıkmam gerektiğini. İntikamcılık veya adaletcilik oynaması çok daha kolaydı. Şaşalı sözler edip, birilerinin kolunu kırmak veya bir daha kimseye zarar vermeyeceğini iddia etmek... hepsi bir maskeydi. Birilerine zarar vermek ve ardından, içimdeki kötü hislerden kaçmak istedim. İşin aslı oysa hep aynıydı; önemsemiyordum. Yaptığım şeyden sonra neredeyse hiç bir kötü şey hissetmemem de bunu gösteriyor. Bir yerlerde, travma sonrası stres bozukluğunun oluşması için, ortada bir suçluluk hissi olması gerektiğini okumuştum. Bende bunun olmaması, ne kadar az önemsediğimi gösteren bir kanıt daha.

Kueti'yle olan bir konuşmamda fark ettim bunu. Her zamanki güzel, dağınık saçlarıyla, sahte bir ev kızı kılığına bürünmüştü. Gerçi böyle söylememek gerek, belki de, kendisini normal olduğuna inandırmak istiyordur, benim bir kahraman veya intikam alan birisi olduğuma inandırmaya çalışmam gibi.

Kendimi zorladım ve ona, bu olayın beni ne kadar etkilediğinden bahsettim. Taktiksel olarak yanlış bir karar vermiş olabilirdim ama en azından, o bebeklerin acılarını kesmiştim. Göğüsleri artık zar zor inip kalkmıyor, loş, kırmızı ışığın aydınlattığı hasarlı ciğerlerinden hırıltılar çıkmıyordu.

"Gerçekten onları önemsediğin için mi yaptın, yoksa bunun görevin olduğunu düşündüğün için mi?" diye sordu, ölü gözlerle bana.

Cevap veremedim, hedefi tam on ikiden tutturmuştu. O zamana kadar tam olarak farkına varamamıştım fakat hayatımda her zaman, böyle bir an beklemiştim. Önüme zor bir seçim konulacak fakat acı çekmek veya kötü bir şey yapmak pahasına, zorunlu olanı seçecektim. Bu, benim aslında ne kadar fedakar ve iyi birisi olduğumu, ellerimi kirletmekten korkmadığımı gösterecekti. Kendi akıl sağlığımı, başkalarının iyiliği için feda edecektim. Bunu yapmayı sadece istemiyordum, aynı zamanda zorundaydım. Nedenini tahmin etmesi pek zor değil, sonuçta, annemi "kurtarmak" için babamı dövmüş ve evden atılmasına yol açmış birisiyim. En aptal psikolog bile bunu görebilir. Aynı zamanda annem beni hep fedakarlık yapmanın bir zorunluluk olduğu bilinciyle yetiştirmişti. Bana, neden diğer insanları önemsemem veya kendimi önemsememem gerektiğini hiç söylemedi oysa. Evet, iyi olacaktım ama neden iyi olacaktım? Ahlaki olarak kötü birisi diye nitelenmek neden kötüydü? Başkaları tarafından yaftalanacak ve istenmeyeceksin diye mi? Şu an zaten hiç bir insan beni istemiyor. Sahip olduğum ilişkiler sadece yüzeysel şeyler ve beni ciddi anlamda umursamıyorlar. Neus'un beni kullandığını biliyorum fakat karşılık olarak ben de onu kullanıyorum. Kueti'nin gerçekten umurunda olan bir şey olduğunu zannetmiyorum. Çok fazla sohbet ettiğimiz oldu ama hep havadan sudan şeylerden konuştuk, hiç bir zaman daha derin bir şey açılmadı ve niye açılsın ki? Yugiera'nın da benim kara karışıma, kara gözüme benimle konuştuğunu sanmıyorum. Görevi tehlikeye sokmuştum. Engar ise... belki de biraz önemsiyordur. Kötü birisine benzemiyor ama ortadan yok olsam, pek de umurunda olacağını sanmıyorum.

Sadece onlar da değil. Bu kişileri en azından bir süredir tanıyorum ve hafif önemsiyorum, oysa önceki hayatımda tanıdığım hiç kimseyi umursamıyordum, onlar da beni. Aklıma benim varlığımı gerçekten önemsemiş bir kişi bile gelmiyor. Tanımadıklarıma karşı ise ne gibi bir sorumluluğum olabilir? Karma, tanrı vb. cezalandırıcı "daha yüksek bir güç" saçmalığına da inanmıyorum. Ne? Empati mi? Sikeyim empatiyi, hiç bir işe yaradığı yok. Bugüne kadar bana sadece acı ve problemler verdi. Sosyal bir türün birlikte yaşaması için ortaya çıkmış bir şey.

Engar bu görüşlerimi pek beğenmedi. Tabii, bu kadar açık sözlü şekilde söylemedim ona ama genel hatlarıyla mesajı verdim yine de. "Saçmalık!" dedi, emin bir tavırla "O kadar insanın acısına yabancı kalıyorsan, sende bozuk bir şeyler var."

Sanırım tekrar beni küçümsüyor. Haklı olabilir, bir insan olarak defoluyum fakat neden bir insan olmam gerekiyor? Daha doğrusu, neden insan olmak sadece sosyallikle sınırlanıyor? İyi duygular, empati, sıcaklık, şefkat vb. insani diye nitelenir fakat cinayet, şiddet, katliam vb. de gayet insani şeylerdir. Bunlar da, insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak mesajım bu değil. Demek istediğim, beni içgüdülerim haricinde şefkatli birisi olmaya iten hiç bir sebep bulamıyorum.

İnsanlar, özgür irade gibi, evrende bilinen her yasaya karşı gelen bir saçmalığa inanırlar. Anlamlı bir hayat yaşadıklarına, birer köle olmadıklarına inanmak ve günün sonunu getirmek için buna zorunludurlar. Eğer aksini, yani onları özel kılan hiç bir şey olmadığını düşünürlürse, bütün sistemleri yıkılacaktır. Oysa insanlar dürtülerinin köleleridir. Bu yüzden, eğer "iyi" olma ihtiyacı hissediyorsam, bu, biyolojimin gereğidir. Sevmek kimyasal bir olaydır. Bu sevginin bir yalan olduğu anlamına gelmez ama biyolojik bir amaca hizmet ettiği gerçeğini de değiştirmez. Bu amacı da biz belirlememişizdir. Düzgün ve kabullenilen bir birey olma dürtüsü de aynı şekildedir. Umursamazlığıyla övünen bir dalyarak bile, içten içe, birileri tarafından kabullenilmek istiyordur. Bu kadar kayıtsızlığıma rağmen ben bile istiyorum. Sadece, diğerlerinden farklı olarak, bunun farkındayım.

Kötü denilen hisler, bahsettiğim dürtüler tatmin edilemediğinde, reddedilme, zarar görme vb. gerçekleştiğinde ortaya çıkar. İyi ise sosyal bir canlı olarak, türünün diğer üyeleriyle anlaşır. Ne şekilde olursa olsun, insan biyolojisine hizmet eder. Etmeyenin ise üreme şansı azalır ve doğal seçilim onu eler. İşte bu kadar, insan hayatının özeti budur. Bugüne kadar yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan herkesin yapacağı her şeyin özeti budur. Karmaşık canlılar değiliz. Azıcık mühendislik biliyor, hafiften analiz yapıyor ve bu bilgiyi aktarabiliyoruz. Biyolojimiz bize doğanın üstünde olduğumuzu fısıldıyor ve bu bizi gaza getiriyor, önemli hissettiriyor. Belki de, sosyal canlılar olmamızın bir sonucudur bu? Antik zamanlarda, küçük kabileleler halinde yaşarken, her bir birey önemliydi. Herkesin bir yeri vardı ve her şey anlamlıydı. Biyolojimiz bize bunu söylüyordu. Böylece, her şeyin altında, var olma sebebimizin bile, anlamlı bir sebep aradık. Tanrıları, ruhları ve doğa anayı yarattık. Özgür irade yalanını meşru kıldık.

Oysa her şey ne kadar anlamsızdı. Daha çok öğrendikçe, daha çok anlamsız olduğumuzu gördük. Evrenin merkezi değildik, hatta güneş sisteminin bile merkezi değildik. Yüz milyarlarca galaksinin her birindeki yüz milyarlarca gezegenden biriydik sadece. Biyolojimiz ise yaptığımız her şeyi belirliyor, hayatımızın amacı ve anlamı zannettiğimiz her şeyi, organik bir kodla yönlendiriyordu. Organik robotlardık sadece.

İnsan bu durumda sövecek bir tanrı bulamadığında, doğaya kızmak istiyor fakat biliyor ki, doğa kavramı bile aslında uydurduğumuz bir şey. Bilinçsiz, kendi kendine gerçekleşen bazı mekanizmalar var ortada ve biz bunların bütününe doğa demişiz. Sanki bir kişiliği veya amacı varmış gibi. Bunu fark eden kişi, kızacak bir doğa bile bulamıyor. O güne kadar çektiği acılar, çektirdiği acılar, hayalleri, umutları, dargınlıkları, hayal kırıklıkları... hepsi aynı. Hepsi sadece kendiliğinden gerçekleşen fiziksel mekanizmalar sonucu oluşmuş şeyler. Beynimiz, bu gerçeği kaldıramayacağımız için bize seraplar gösteriyor ve hayaller fısıldıyor.

Bu yüzden, bir insanı neden önemsediğimi düşününce, sadece "doğam gereği" diye cevap verebiliyorum. İnsan olduğum için, beni sosyal olmaya iten dürtüler var. Ancak bu dürtüler hasar gördüğünde, tatmin edilemediğinde veya kişi basitçe daha farklı birisi olduğunda ne olacak? Ben sadece yalnız bırakılmak istiyorum. Birilerini kurtarmak veya yapılmış adaletsizlikler için bir intikam almak istemiyorum. Hezeyanlı isyanımın içinde gördüğüm sanrılardı bunlar sadece; evrenin gerçeğini reddeden, insani bir haykırış.Hiç bir şeyin önemi yok, sadece mekanizmalar var ve dürtüler de bu mekanizmaların parçası, ve biz, insanlar, bu dürtüleri doyurmak için yaşıyoruz.

Uzun zamandan beri, bu durumun aşağı yukarı farkındayım. Eskiden öfkelenirdim ve tek başıma evrene kafa tuttuğumu düşünürdüm. Yakın zamanda gayet derin bir yorgunluk aldı onun yerini. Her şeyden ve herkesten yorulma durumu. Oysa şu an, pek bir şey hissetmiyorum. Yorgunluk hissedecek kadar bile önemsediğimi zannetmiyorum, ne kendimi ne de hiç bir şeyi. Belki sadece, hafiften, birilerine zarar verme isteği var. Sebebini içgüdüsel olarak tahmin edebildiğim ama tam olarak anlayamadığım bir öfke. Her zaman kendisini belli etmiyor ama arada ortaya çıkıyor. Zarar gören kişi olmak yerine, birilerine ve bir şeylere zarar vermek istiyorum. Bunu hayal ettiğimde garip, sapkın bir haz kaplıyor içimi. Belki de sebebini biliyorum. Evet, bu olabilir. Bir yalan olan ahlakı yıkmak, yok etmek ve kendimi kötülükle boyayarak en iğrenç insani tatminleri yaşamak istiyorum. Kötü olmak istiyorum. Ancak bunu bile o kadar önemsemiyorum, sonuçta bir şey fark etmeyecek.

Tanrının tahtı boş ve insanlığın, ilahi olmasa bile, bir tanrıya ihtiyacı var. Belki de, artık birisinin oraya oturmasının zamanı gelmiştir. Kim bilir, içimde yeterince istek var mı?
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 01 Aralık 2017, 20:34:59
Bölüm 53 - Sorgu

Gri göğün altında, kalabalığın içinde ilerleyen adam, yoluna çıkan birisine çarptı. Daha doğrusu, diğer adam kasıla kasıla yürürken, azıcık da olsa esnemeyi reddetmiş ve gence omuz atmıştı. Yirmilerindeki genç, heybetli adama şöyle bir baktı.

"Önüne baksana lan, pezevengin evladı," diye söylendi, iki metreyi geçen adam.

Kel kafası, hafiften atıştıran yağmurla ıslanmıştı. Yıldırım'ın komiğine gitti bu ve bir şey demeden yoluna devam etmeye çalıştı fakat öteki yolunu kesti.

"Özür dile lan," diye göz dağı verdi.

Boynundaki damar kendiliğinden mi şişmişti yoksa bu hayvansı sözlü kavgada daha etkili olmak için bilerek mi yapıyordu? Pek de umurunda değildi. Onun devam etmesine izin verecek gibi görünmüyordu. Çok da üstünde durmadan, karnına, şimşek gibi bir yumruk indirdi. Darbenin etkisiyle dizlerinin üstüne düşen adamın yanından sık adımlarla ayrıldı. Kimsenin göremeyeceği kadar kısa bir zamanda her şey olup bitmişti. Büyük ihtimalle onun iç organlarına hasar vermişti ama canını buna sıkamadı. "Kendi kaşındı," gibi bir gerekçe bulmaya bile çalışmadı.

Kapalı hava yüzünden ışıklarını açmış olan bir kafeye oturdu. Gelen garsona sert bir filtre kahve siparişi verdi ve etrafını kolaçan etti. Bunu yaparken bir sigara yakmıştı. Hafif kömür kokan havayı ve sigaranın dumanını iyice çekti. Beyninde nöronlar ateşlendi ve çok eski zamanlardan kalma anıların hayaletleri fısıldaştı. Kendisini evinde hissediyordu burada, ne kadar evinde olabilirse.

Telefonu çalınca açtı. Kendi dünyasının telefonlarından çok daha karmaşık bir cihaz olsa da, dikkat çekmemesi için bir akıllı telefon kisvesi altındaydı.

"Saat iki yönünde otuz metre ötedeki adam. Sigara içiyor," dedi, kız.

"Gördüm, oturduğumdan beri bana bakıyor. Sanırım onu tanıyorum."

"Nereden, önemli mi?" diye kısa ve net bir soru geldi.

"Hatırlayamıyorum ama duruşu tam bir sivili andırıyor. Gence benziyor, acemi."

"Yardım gerekiyor mu?"

"Hayır, icabına bakacağım."

Boynunda bir noktaya dokunan genç kız, derisinin altındaki implantı susturdu ve dürbünden gözünü ayırmadan bakmaya devam etti. İmplant, Neus'un yeni bir icadıydı. Son görevde, kızın telepati güçlerine rağmen iletişim sorunları yaşanmıştı ve bu hoş bir durum değildi. Şu an telepatisini kullanmayı tercih ederdi, öyle yapmaya alışkındı, ancak Neus saha testi konusunda taleplerini gayet açık şekilde belirtmişti.

Çantasından çıkardığı silah, pencerenin yanındaki üçlü koltukta hazır şekilde duruyordu. Gözünü bir an ona çevirip, bir saniye içinde silahın yer yanını tekrar kontrol etti ve sorunsuz olduğunu teyit etti. Hazırlıklı olmanın zararı yoktu. İçinde bulunduğu apartman orta yaşlı bir kadına aitti. Bugün cumartesi olduğu için güne gitmişti ve en az bir kaç saat daha dönmeyecekti. Kapıyı açması pek zor olmamıştı, herhangi bir cihaz veya Kine bile kullanmamıştı.

Dürbüne döndü genç kadın ve yedi kat aşağıda, caddenin karşısındaki kafeye baktı. Aradaki yol, sadece yayalara açık olduğu için, tuğlalarla döşenmişti. Eiros'un kahvesi gelmişti. Genç adam sigarasını bitirdi ve ceketinden bir paket çıkardı. İçinde daha olmasına rağmen, bitmiş gibi hareketler yaptı. Garsonu yanına çağırdı ve bir şeyler söyledi. Herhalde, yakınlarda bir bakkaldan sigara alacağını ve yerini başkasına vermemelerini söylüyordu.

Harekete geçti ve sivil polise doğru yöneldi fakat tamamen alakasız bir işi varmış gibi, ona bakmamıştı bile.

Telefon numarasına başvurmadan, doğrudan implant aracılığıyla konuştu kız. "Etrafında başka polis yok, tek başına."

Eiros'tan cevap gelmedi, garip görünmemek için konuşmamıştı ama gerek de yoktu.

Adama gittikçe daha da yaklaştı, iki eli de ceketinin ceplerindeydi. Sivil artık doğrudan ona bakıyor ve yanlış bir şey dönüp dönmediğini anlamaya çalışıyordu. Gerildiği belliydi. Eiros'un sözlerine rağmen dürbünlü tüfeği çıkardı kız ve ona doğrulttu. Ancak Eiros'un buna ihtiyacı yoktu. Ceketinin cebindeki silahı adamın ne olduğunu anlayabileceği şekilde ona çevirdi ve bir şeyler dedi.

"Evet, düşündüğün kişiyim," demişti, kız duyabiliyor olsaydı.

Aslında duyabilirdi de fakat implatın bu özelliğini etkinleştirmemişti genç adam. Son zamanlarda iyice içine kapanmış ve tek başına hareket eder olmuştu. Şu ana kadar halledemeyeceği bir işe kalkışmamıştı ama gelecek için bir garanti değildi bu.

Gözlerinden korku okunan sivili apartmanın birinin içine yöneltti. Bir dakika sonra, tek başına oradan çıktı ve kızı aradı.

"Hallettim, bir daha konuşamayacak," dedi, emin bir tonda.

"Yine mi onu yaptın?"

"Evet. Şimdi, bakalım sayın amir yalnız mı?" diye, heyecanla fısıldadı genç.

"Kafenin olduğu apartmanda üçüncü katta. Şu an televizyonun karşısında çay içiyor. Salonda. Arka odaya götürürsen apartman boşluğuna bakıyor. Etraftaki kolilere bakılırsa buraya yeni taşınmış. Elinde yüzük de yok, karısından ayrılmış olmalı," diye bilgi verdi, kız.

"Kaptanın edindiği bilgileri doğruluyor bu. Tamam, harekete geçiyorum."

"Anlaşıldı," diye yanıtladı kız ve istifini bozmadan, gözetleme işine devam etti.

Apartman kapısına yönelen Yıldırım, açık olduğunu farketti ve yukarı yollandı. Amirin kapısının kulbuna elini koydu. Neus'un öğrettiği gibi, ruhunun derinliklerine uzandı ve oradaki karalığa dokundu. Bileklerinden parmaklarına, oradan da kapının kulbuna gölgeden uzantılar aktı. Bir süre sonra, "tık" sesiyle beraber kilit açılmıştı. Hasar almıştı ve değiştirilmesi gerekiyordu çünkü henüz o kadar ustalaşmamıştı ama yine de, altı ayda bunu yapabilecek seviyeye gelmesi gözardı edilir bir şey değildi.

Engar'ın, aklına kazınana kadar, öğrettiği gibi ses çıkarmadan salona yöneldi. Sağda bir yemek masası, onun üstünde açılmamış veya yarı açılmış koliler, solda kocaman bir plazma televizyon ve onun önüne serpiştirilmiş koltuk takımı bulunuyordu. Televizyonun karşısında, kır saçlı amir, daha doğrusu eski amir oturuyordu. Arkasında yaklaştı ve bir anda ağzını kavrarken, diğer eliyle çıkardığı bıçağı boynuna dayadı.

"Merhaba, sayın amir, beni arıyormuşsun," diye fısıldadı, soğukça, zorlanmadan adamı içeri taraftaki odaya sürüklerken.

Odaya varınca adamı kendisine çevirdi ve göz göze geldi. Orta yaşlı adamın gözleri korkuyla faltaşı gibi açıldı.

"Seni şimdi bırakacağım fakat hareket edersen..." bıçağı hafifçe boynundaki bir boşluğa soktu.

Dediği gibi yaptı, ancak adamdan elini çeker çekmez, amir yanındaki komodiye davrandı ve çekmeceyi açarak, bir tabancaya uzandı. O da bunu bekliyordu. Adamı tuttuğu gibi, silahı bir köşeye fırlattı ve onu yüzüstü halıya yapıştırdı. İnsanüstü hızdaki darbenin etkisiyle sersemlemiş adamın ağzını kapadı ve baldırına bıçağı soktu.

"Karşı koyma," dedi, tam da bunu yapmasını isteyerek.

Amir, elbette bunu yaptı. Yıllardır sadece komuta görevi yapıyor olabilirdi ama bir zamanlar oldukça çetinceviz bir polisti.

Dileği gerçekleşen Yıldırım, adamın baldırına soktuğu bıçakla onu yardı. Halının kenarından taşan kan, parkelerin üstüne aktı. Önemli hiç bir damarı kesmeden durdu genç ama bıçağı çevirmeyi de ihmal etmemişti.

"Eğer salak gibi çırpınmaya devam edersen, çocuklarını da öldürürüm," dedi, isimlerini vererek, ki bu etkili olmuştu. En baştan bunu yapabilirdi aslında.

"N-ne istiyorsun, hasta ruhlu orospu çocuğu!?" diye bir küfür savurdu, amir.

"Bir yıl önce, neden polisleri benden farklı bir tarafa yolladın?"

"Öyle bir şey--"

Adamın yüzüne, elinin tersiyle, gurur kırıcı bir tokat attı.

"Kimlerle uğraştığını bilmiyorsun. Gerizekalı, bunların yanına kar kalacağını mı sanıyorsun?" diye ağzındaki kanı tükürdü kır saçlı adam.

"Sayın amir," dedi Yıldırım, adamın seviyesine gelmek için çömelerek "Yenilmiş ama gururlu adam triplerin sikimde değil. Kehanetimsi konuşmaların da umurumda değil. Tabii ki de kimlerle uğraştığımı biliyorum. Senin gibi beş para etmez, her şeyini kaybetmiş bir salağın peşinden niye geleyim yoksa? Son bir yıl içinde hem koltuğunu kaybettin, hem karın boşandı hem de çocuklarının velayetini alamadın. O kadar düştün ki, eski evinden taşınmak bile zorunda kaldın."

"Ne zamandır--" diye, ağzından bir şaşkınlık nidası fırlıyordu ki yarıda kesildi.

"Soruları ben sorarım," dedi Yıldırım "Ama madem bu kadar sorun çıkarıyorsun, öyle olsun."

Asıl beklediği kısıma ancak gelmişti. Doğruldu ve yaralı bacağını uzatmış, yerde oturan adamın başına elini koydu. Gözlerini kapadı ve o anı düşündü. Oda yoktu, adam yoktu, kendisi yoktu. Önce sadece karanlık ve sessizlik vardı. Ardından kızıl bir ışık belirdi ve hırıltılar doldurdu ortamı. Bunu silah sesleri izledi ve içindeki alev körüklendi. Gölgelerin oynatığı gözlerini açtı ve bileklerinden parmaklarına, oradan da adama karanlık aktı. Başını çevreledi ve ağzı, burnu, kulakları ve gözlerinden adamın için girdi. Anı kendisini tekrarlar ve Yıldırım'ın içini yakarken, her bir detayı ve yoğunluğuyla fakat daha bile güçlü şekilde, amiri de yakmasına izin verdi.Anlamın ve hayatın yok oluşu Yıldırım'ı tükenme noktasına getirmişti fakat amiri yiyip bitirdi.

Elini çekti ve gözleri normale döndü. Kendisine geldiğinde, amirin ağzının sessiz bir çığlıkla açılmış olduğunu gördü.

"Şimdi," dedi Yıldırım "Bana istediğimi söyle."

"Ben... birisine, birilerine borcum vardı," dedi güçsüzce kekeleyen adam "Olduğum konuma onlar sayesinde gelmiştim. Senin hakkındaki soruşturmayı başka bir tarafa yöneltmem ama aynı zamanda basına bol bol sansasyonel bilgi de vermem söylendi," diye biraz daha seri şekilde devam etti.

"Sana bunu kim söyledi ve neden?" diye merakla sordu, genç adam.

"Bilmiyorum. Bir adam var. Sıradan birisi gibi giyinir ama emirleri ondan alırım. Bu tipler..." dedi gözlerinden korku okunan adam "Onlar senden bir şey istemez. Onlar der ve yaparsın yoksa yok olursun."

"Sahte devletin adamları mı?" diye sordu, Yıldırım.

"Hayır, o tiplerle işim yoktur. Asla o sahtecilerle bir işim olmadı. Bunlar gerçek devletin adamları. Onlardan bir emir geliyorsa, çok yüksek yerden olmalı."

"Neden bunu istedikleri hakkında bir fikrin olmadığına emin misin?" diye sordu, kaldırdığı elini, adama dikkat bile etmiyormuş gibi inceleyen Yıldırım.

"Bir memur vardı," dedi adam, bir şeyleri yeni hatırlarmış gibi "Seninle karşılaşan. Girmemesi gereken bir sorguya girdi. Onu izlemem gerekiyordu ama başka bir memurla yaşadığı bir şey yüzünden onu kovdum. Bunun için her şeyimi aldılar." Gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı "Onca yıllık emeğim... çocuklarımı bile göremiyorum."

Yıldırım bir şey demeden onu izlemeye devam etti.

"Sikeyim sizi!" diye celallendi eski amir, sanki bahsi geçen kişiler karşısındaymış gibi "Bana bir şeylerini örttürmeye çalışıyorsunuz. Sizin yediğiniz bokları bilmiyor muyum sanıyorsunuz? O iş adamıyla kardeşini öldürmeniz--"
"Ne demek istiyorsun?"

Nerede olduğunu tam bilmiyormuş gibi davranan adam, etrafını kolaçan etti ve Yıldırım'a yaklaşmasını işaret etti. Yıldırım'ın Kara Akım dediği bu işlemden sonra, insanlar böyle bir garip oluyordu.

"Onları izledim. Beni kullanıyorlardı ama ben de onları takip ettim," dedi, çatlak bir sesle, çok büyük bir sırrı ifşa edermiş gibi "Devlet içinde resmi olarak yoklar fakat büyük adamlar varlıklarını hep biliyor. Sivil hiç kimsenin haberi yok ama her yerdeler..." dedi ve deli gibi kikirdedi "Onlardan kaçış yok! Onlara kozun yok! Onlar seni izliyorlar ve istediklerini alacaklar."

Ürken Yıldırım geri çekildi. Dozu çok mu arttırmıştı? Ancak, yine de adamda kendisini rahatsız eden bir şey vardı.

"Ssenin içinde de görüyorum ama bozuksun, değil mi?" dedi gözleri bir o yana bir bu yana dönen adam "Ama istiyorsun. Onlar da bunu istiyor, de mi? Hahahaha..."

Çatlak kahkaha odayı doldururken gencin tüyleri diken diken oldu. Amir yere düştü ve titremeye, uzuvlarını savurmaya başladı.

"Geliyorlar! Hahaha! Geliyorlar! Bosdun onu, bosssdun!"

Kapı çalındı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 16 Aralık 2017, 23:04:41
Bölüm 54 - Domino

Alarm zilleri çaldı, kim olabilirdi bu? Polis miydi yoksa? Buraya geldiğini anlamışlar mıydı? Kapının öbür yanında, silahlı bir ekip mi bekliyordu? Yine bir apartmanda kısılı mı kalacaktı?

"Yıldırım!" diye bir ses duydu, zihninin içinde ve Kueti'nin turuncu varlığını hissetti "Kendine gelmişsin. Gelen bir komşu, yalnız, yaşlı bir adam," diye, apartmanın penceresinden gördüklerini aktardı.

"Tamam, herhalde merak etmiştir," diye onayladı ve kapıya yöneldi.

Delikten baktığında, kır saçlı bir adam gördü. Yaşına göre saçları rengini iyi şekilde korumuş bile denilebilirdi çünkü derin çizgilere sahip yüzünden anladığı kadarıyla, seksenin üstündeydi. Zil bir kez daha çalındı ve yapay, tiz kuş sesi, kulağının dibinde patladı. Kapıyı hızla çekip açtı ve suratsız adamı karşıladı.

"Merhaba," dedi, görenek gereği.

"Çok ses yapıyorsunuz," diye söylendi, yaşına rağmen dimdik duran adam "Uykumdan kalktım."

"Özür dilerim, efendim. Daha çok dikkat ederiz," diye ona uydu, Yıldırım.

Adam sert bir şekilde, bulanık mavi gözlerini gence doğrulttu ve yeni fark ediyormuş gibi sordu "Sen kimsin?"

"Amcama yardıma geldim, malumunuz tek yaşıyor," dedi genç ve başka bir şey eklese miydim diye düşündü.

"Hee, iyi iyi. Koca adam olmuşsun bak, ayıp değil mi bu kadar ses? Hem ne yapıyordunuz?" diye sorguya devam etti, yaşlı adam.

Yıldırım, kısa bir an için, üstünde bol ve kalın giysiler olan bu adamı süzdü. Her işe burnunu sokan bir yaşlıya çatmıştı. Büyük ihtimalle, hayatını insanlara emirler vererek geçirmişti ve insanların hala buna uymasını bekliyordu. Bir an için "Ağa mı demeli yoksa kral mı," diye bir düşünce fırladı ama akışın içinde, üstünde fazla durulmadan kaybolup gitti.

"Ben Toprak, sizin isminiz nedir?" diye sordu, genç.

"Demir."

"Demir bey, kusura bakmayın. Bir kütüphane kuruyorduk. Hava kararmadan gidip halledeyim diyorum," diye kapıyı kapatmaya yeltendi.

"Amcan kitapları hiç sevmediğini söylemişti," dedi adam -bir şeylerden şüphelenmiş miydi- "Bunun çok cahilce olduğunu demiştim ona. Herif demek bunu yedirememiş kendine. İyi! Başımıza ne geldiyse cahil nesillerden geldi. İnsan okumalı, okumalı! Ama okuduğunu anlamalı da. Baksana sen okuyor musun?"

"Evet," diye bir yalan savurdu, tıraşlı yüzünü kaşıyan Yıldırım "Tarih."

Adamın tutumu ve yaşının bunu çağrıştırıp çağrıştırmadığını merak etti.

"Ooo, koç!" dedi, sertliği geçerek canayakın bir tavra bürünen adam "Aferin. Ben de tarih öğretmeniydim ama emekli olalı çok oluyor. Bir ara gel de çayımı iç."

"Elbette, Demir Bey," dedi, mükemmel bir genç olarak "Şimdi..."

"Bayağı yapılısın amma be," diye devam etti, onun sözünü keserek "Ağırlık mı kaldırıyorsun?"

"Bir nevi, Demir bey," dedi ve kapının arkasından yumruğunu sıktı. Ona karşı bir şey mi yapsaydı? Olmayan zamanını harcıyordu. Akım'ı kullanabilecek enerjisi olsa yapardı ama bu kadar kısa sürede üst üste yapmak, onu mental olarak tüketmişti.

"İyi bakalım," dedi, yavaşça yukarıya yönelen adam ve hafifçe ekledi "Bir ara uğra, Toprak. Bu binada kimse yerinde olmuyor, herkes habire gezmede."

"Yardım..." diye bir ses geldi içeriden. Boğuktu, hafifti, ancak yine de merdivenlerden rahatça duyulabiliyordu.

"Hassiktir," diye düşündü Yıldırım "Hassiktir! Bunu nasıl unutabildim?"

Mental olarak, düşündüğünden fazla mı yorulmuştu? Önemi yoktu. Yaşlı adama arkasından atıldı ve bir kolunu göğsünün etrafına dolarken, diğeriyle ağzını kapadı. İçeri çekti ve ayağıyla kapıyı kapadı. Emekli öğretmenin faltaşı gibi açılmış gözleri, bir emir gibi kapanan demir kapıya dikilmişti.

"Bir şey deneyecek olursan, pişman olursun," dedi Yıldırım ve onu içerideki odaya götürdü.

Yerdeki kanı ve kıvranan adamın halini gören öğretmenin nefesinin kesildiğini hissetti. Pek bir şey yapamayacağını ve ondan çok daha hızlı olduğunu bildiğinden, adamı serbest bıraktı. Düşünmek için biraz rahatlaması gerekiyordu.

Emekli bir şey demedi, oturmadı da. Ayakta, titreyen dizlerine rağmen, dimdik dikildi ve bir yerdeki amire, bir de ona baktı.

"Aciz katil," diye tısladı, dudakları hiddetten veya başka bir şeyden titreyerek.

"Durumu gördün mü?" diye sordu, genç, boynundaki implanta bastırıp, onu aktifleştirerek.

"Tam değil ama tahmin edebiliyorum. Öldürdün mü?" diye sordu, kız.

"Hayır, henüz değil."

Bundan sonraki sözleri fısıltıyla çıktığından, yaşlı adam pek bir şey anlayamamıştı. Anlayabilseydi, az biraz kalan sakinliğini de koruyamazdı çünkü onu öldürüp öldürmemesi gerektiğini tartışıyorlardı. Emekli öğretmen, eğildi ve soğukkanlılığını koruyarak, yaralı adamın durumunu inceledi. Hastaneye yetiştirilirse, hala kurtarılabilirdi ama buna fırsat olacak mıydı? Hem kendisini nasıl koruyacaktı? Anladığı kadarıyla, istedikleri kişi buydu ve kendisi sadece bir tanıktı. Hiç bir şey söylememeye yemin ederse, belki onu bırakabilirdi. Bunu yapmayabilirdi de, kendi iyiliği için gözünü başka bir tarafa çevirdiği daha önce de olmuştu. Böyle değil miydi zaten hayat? Aileni ve yakınlarını imkanın dahilinde korurdun ama gerektiğinde, kendini ön plana koymayı da bilirdin...

"... dediğim şekilde yaparsan, her şey iyi gidecektir," dedi, kız "Hadi, acele et."

"Tamam," dedi Yıldırım ve giden bağlantıyı kapadı.

Bir iki adım aldı ve konuşma boyunca gözlerini ayırmadığı bir noktadan bir şey aldı. Amirin, kan kaybından bilinci kapanmıştı. Kır saçlı adamsa ona baktı ama ilerlemiş gözleri yüzünden ne olduğunu anlayamadı. Ancak, tahmin edebiliyordu. Gözlerini kapadı.

Beklediği şey gelmemişti. Daha doğrusu, sonuç yine aynı olacaktı fakat çok sevdiği bir deyimle gidiş yolu farklıydı. Boğazını kavrayan, çelik gibi iki el hissetti. Biraz çırpındı ve ayakları sağa sola savruldu. Bir işe yaramayacak olsa da, refleksif olarak gerçekleşen bir şeydi. Bir dakika kadar bir süre içinde öğretmenin bilinci kapandı.

Adamı yeniden konumlandırdı ve odaya yeni girmiş, amire doğru gidiyormuş süsü verdi. Ardından apartman boşluğuna bakan camı kırdı ve bilinçsiz amirin etrafına saçtı. Bir kaç parçayı yaranın içine koymayı ihmal etmemişti. Buzdolabına gitti ve aradığı şeyi buldu; kolonya. Bir nesne daha kaptı ve odaya geri dönerek iki adamın üstüne kolonyayı boca etti. İşini sonlandırmadan önce, amirin tabancasının üstündeki ve kapıdaki parmak izlerini sildi, ardından silahı ait olduğu komodiye koydu. Evin içindeki sigortaya bir kalem sokup biraz oynadı ve bozulmuş havası verdi. İz bırakmamak için kalemi yanına aldı.

Son aşama kalmıştı. Adamların bulunduğu odaya döndü ve bilinç durumlarını kontrol etti. Eskiden olsa, görü yeteneğiyle bunu anlayabilirdi fakat artık bu güce sahip değildi. İkisi de bilinçsiz görünüyordu. Çakmağı çaktı ve adamlardan birinin paçasını ateşe verdi. Tekrar mutfağa yöneldi ve çakmağı yerine koydu.

Bir süre sonra odanın büyük bir kısmını sarmıştı alevler. Duman her bir yanı bürürken, bunu kaçması için bir işaret olarak algıladı. Ancak, yanan insan etinin kokusundan dolayı öğürmekten kendisini alamamıştı. Ağzına gelen kusmuğu, DNA izi bırakabileceğini bilerek, geri yuttu ve kapıdan yollandı.

Bir kaç dakika içinde Kueti'nin bulunduğu daireye gelmişti.

"Her şeyi dediğin gibi yaptım," diye teyit etti.

"İyi," diye onayladı kız "Bizim yaptığımızı eninde sonunda öğreneceklerdir, etrafına gözetçi koymaları da bu yüzdendi. Ancak bu şekilde biraz daha uğraşmaları gerekecek. Eski bir amiri ve komşusunu kurşunlanmış halde bulmaktansa, yangının enkazı içinde kanıt aramak biraz daha zaman alır."

"Daha ince bir yol yok muydu?" diye sordu, ağzındaki asit tadı gitmemiş genç.

"Daha uzun zaman alırdı ve bizim zamanımız yok. Bak," diyerek, silahın dürbününü işaret etti.

Oradan bakan genç Yıldırım, aşağıdaki cadede bir yerde konuşan üç adam gördü. Sürekli olarak amirin evine attıkları bakış ve gergin tavırlarından anladığı kadarıyla, üçü de sivil polisti.

"Sonunda gelmişler."

"Evet, dinleme cihazlarını bozduğumuzu anlamış olmalılar," dedi, turuncumsu saçlı kız.

Kız, Yıldırım apartmana girdiği an, önceden anlaştıkları şekilde, hedeflediği bölgedeki dalgaboylarını bozan bir sinyal yayınlamıştı. Neus'un kendi yapımı olan bu cihaz, pratikte takip edilemiyor ve sadece geçici olarak karışıklık yaratıyordu. Çok da matah veya orijinal bir şey değildi, tek bir özelliği hariç; içindeki minimal bir anomali cebinden kuvvet alan aygıt, çok hassastı. Örneğin, koca bir bina ve etrafındaki bölgeyi susturmak yerine, sadece bir daireye yöneltilebiliyordu. Böylece, daha az dikkat çekiyordu.

"Gitme zamanımız geldi," dedi genç kadın ve hızla toplanmaya koyuldu.

Boyun bölgesinde kahverengi ve pofuduk tüylere sahip, bej rengi bir kaban giydi. Altında taşlanmış bir kot vardı. Silahını ve diğer cihazları ise sert bir gitar kılıfının içine koydu. Kabanın kapişonu olmasına rağmen, kafasına siyah bir bere geçirmişti. Dışarıdan tam bir üniversite öğrencisine benziyordu.

Binadan çıktılar ve yakınlardaki caddeye gidip, ters yöne doğru yaya yolunda yürümeye koyuldular. Bir kaç bağırış duyuldu. Kısa bir süre sonra, onlar mavi bir bankaya yaklaşırken, sirenler yankılandı ve bir itfaiye aracı, terk ettikleri yöne doğru geçip gitti. Bankanın önüne geldiklerinde, kameralara yakalanmamak için yüzlerini diğer yöne çevirmeyi ihmal etmemişlerdi. Başka bir önlemleri daha olsa da, ihtiyatlı olmanın zararı yoktu.

"Kueti," dedi genç adam, bir süre sonra, kafasını ona çevirmeden.

"Evet?"

"Ben..." diye başladı, Yıldırım, sanki konuşan bir başkasıymış gibi hissederek.

Ancak devamı gelmemişti. Hava soğudu ve karardı, bir kelime bile konuşmadan yürümeye devam ettiler. Etraflarından insanlar geçti; sohbet ediyor, gülüyor, kızıyorlardı. Onlardan ise çıt çıkmamıştı.

Akşam çöktü, ışıklar açıldı ve karanlık savruldu. Televizyonlarda bir yangında ölen iki emekliden bahsedildi. Uzmanlardan, elektrik sigortalarının sağlamlığının nasıl anlaşılacağı öğrenildi. Haber bülteni ara verdiğinde, yangın ve hayat sigortası reklamları girdi.

Ölenin eski bir polis olduğundan bahsedilmemişti. Ancak, televizyonu izleyen birisinin gözünden kaçmamıştı. Daha doğrusu, televizyon yayınını bir bilgisayardan izleyen birisinin. O adresin kime ait olduğunu biliyordu.

"Sonunda harekete geçtiler," diye düşündü, baksırıyla oturan, eski polis.

Kuro'nun ona özel olarak tedarik ettiği domates, yeşillik ve hindi fümeden yapılmış sandviçten bir ısırık aldı, sonra kahvesini yudumladı. Düşündü. Büyük gün yaklaşıyordu ve hangi oyuncunun ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Son aylarda, uyanık olduğu zamanın hemen hepsini buna ayırmıştı.

Kanalın sesini kıstı ve arka plana sakin bir müzik açtı. Masanın üstünde duran, bir şirketin dosyalarını incelemeye koyuldu. Kenarda bir yerde, kendi yazısıyla "Empusa" yazıyordu. Ondan çektiği iki ok, öldürülen iki kardeş iş adamına gidiyordu. Empusa'nın üstündeki bir isimden çıkan ok ise, Empusa'yı işaret ediyordu.

Bir süre sonra, dosyayı bir kenara koydu ve duvara astığı şemaya gitti. Kuro, bunun yüzünden onunla dalga geçerek "Hangi insan filminden edindin bu fikri?" demişti fakat işe yaradığı sürece, Charmius'un umurunda değildi. Yapıştırılmış notlar, her yerden çıkan oklar, ve zar zor okunan bir yazıdan oluşan cümbüşü bir tek kendisi anlayabilirdi.

En üstte bir yerlerde "Hükümet" yazıyordu. Ondan üç ok iniyor ve bir tanesi "Medya patronunu zayıflat," kısmına bağlanıyordu. Buradan devam niteliğinde çıkan bir başka tanesi ise daha aşağı inerek "Medya patronunu yok et," cümlesine yönelmişti.

Diğer iki kısıma baktı ve planı aklından geçirdi adam. Hala anlayamadığı ve bilmediği şeyler vardı fakat İblis ve Neus harekete geçtiğine göre, kaos günü yaklaşıyordu. Kendisinden nefret ettiğini düşündüğü yaratıcıya sövdü ve hedeflediği şeyi başarmayı umdu. Her şey buna bağlıydı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 28 Aralık 2017, 18:46:19
Bölüm 55 - Bechdel

"Ne demek onları yaktın?!" diye bağırdı Engar.

Yıldırım, onu hiç bu kadar kızgın gördüğünü hatırlamıyordu.

"Kueti!" diye kıza döndü adam "Buna nasıl izin verirsin?"

Kız bir şey demeden ona şöyle bir bakış attı fakat Engar için, bu yeterli olmuştu.

"Senin fikrindi!" dedi sesi daha da artarak.

Napacağını bilemeyerek hızlı hızlı bir kaç adım attı.

"Ben--" diyordu ki Yıldırım, lafı yarıda kesildi.

"Kes sesini!" diye masayı yumrukladı melez adam. Ahşap masa ortadan ikiye yarılırken, etrafa kıymıklar sıçramıştı.

"Burada neler oluyor?" diye, sert bir kadın sesi duyuldu.

Mutfağa giren heybetli Yugiera, cevap arayarak üçüne bakındı. Gözlerinden neredeyse ışınlar saçıyordu.

"Görev özetini dinledin mi?" diye sordu Engar, ona dönerek.

"Bu senin--" diyordu ki kadın, Engar onun da sözünü kesti.

"Biliyor musun?" diye sordu, biraz daha sakin fakat bu sefer tiksinti akan bir tonda "Yugi, bunların ne yaptığını biliyor musun?"

"Evet," diye yanıtladı kadın, hızlı fakat gayet net bir tonda "Ve bu benim sorunum, senin değil. O yüzden dışarı çık ve bizi yalnız bırak."

Bir onlara, bir kadına baktı adam. Yumruklarını açıp kapadı ve bir hışım çıkışa yöneldi fakat ikisine alev saçan bir bakış atmayı ihmal etmemişti.

"Şimdi," dedi rahat bir nefes veren kadın "Siz iki sivrizeka ne yaptığınızı sanıyordunuz?"

"İzleri örtmenin en mantıklı yoluydu," dedi Kueti, umursamaz bir tavırla.

"Bir binayı ateşe verdiniz," diye bağırdı kadın "Bu yaptığın kabul edilemez fakat önce..." dedi ve Yıldırım'a çevirdi bakışlarını "Sen ne yaptığını sanıyorsun? Kafana göre hareket ettin ve partnerini bilgilendirmeden, tek başına bir işlere kalkıştın."

Yıldırım onu yanıtlamadı.

"Akım mıdır nedir, ne haltsa, onu yapmasaydın, Kueti'nin sana seslenmesini duyabilirdin. Hadi bunu yaptın. Salak gibi, adamın ağzını bağlamayı unutmak nedir? Hiç bir şey mi öğrenmedin!?"

"Ben..." dedi genç adam "Orada hata yaptım ama geri kalanda, sadece gerekli olanı yaptım. Durum, Kara Akım'ı kullanmamı gerektirdi."

Hala rapor veriyor gibiydi. Sesinde neredeyse hiç bir duygu yoktu. Yugi, bir anlığına, kendisini Kueti'ye bakıyormuş gibi hissetmişti. En azından kızın belli hallerine. Ancak, daha farklı ve daha az rahatsız ediciydi.

"Bahane yok," diye kestirip attı kadın "Bir dahaki sefere o implant kapanmayacak. Ya buna uyarsın ya da buradan gidersin. Yalnız kurtlara ihtiyacım yok, sahaya indiğinde kimse yalnız değildir. Takım oyununu öğreneceksin."

Bir yandan, onu Kueti'yle yeterince çalıştırmamış olduğunu düşünmüştü. Engar'la bolca eğitim yapmıştı genç adam fakat geçen altı ayda, hepsinin ortak yaptıkları hariç, kızla hemen hiç bir çalışması olmamıştı. Ancak sorunun eğitim eksikliğinden öte, başka bir şeyden kaynaklandığından şüpheleniyordu. Son aylarda yaptıkları ufak tefek işlerde, hiç bir sorun çıkmamıştı. Toplu antrenmanlarda daha bile etkileyiciydiler. Asıl sorun Yıldırım'daydı, amiri görmek onda bir şeyleri tetiklemiş olmalıydı.

"Kueti, dışarı çık ve bekle. Seninle sonra konuşacağım," diye soğukça bildirdi, kaptan.

Kız onu onayladı ve kapıdan yollandı. Yıldırım, hafif bir gerginlik hissetti. Yavaştan, tekrar kendisine gelmeye başlamıştı.

"Seni rahatsız eden nedir?" diye sordu, kaptan, bu sefer daha yumuşak fakat hala keskin bir şekilde "Sorunun sadece sahaya inmek olmadığını biliyorum. Orada bir şey oldu."

"Neden önemsiyorsun?" diye sordu Yıldırım, anlam veremeyerek "Ne fark edecek ki? Yaptığım hataları bir daha tekrarlamayacağım."

"Çocuklaşma," diye geçiştirdi kadın "İlla bu oyunu oynamalı ve naz mı yapmalısın? Büyü biraz."

Onu biraz da olsa utandırmayı başarmıştı. Ancak Yıldırım, yine de bir cevap vermedi.

"Seni güden nedir? Hala o öfke patlamaları yaşayan velet misin yoksa?" diye açık aradı, kaptan.

"Hayır!" diye reddetti, genç "Artık öyle değilim. Ben sadece..."

Duraksadı ve önce kendisini tuttu. Kadın bir süre daha ona baktı ama bir değişiklik olmadı.

"Öyle olsun. Bundan sonra süresiz olarak sahaya inmiyorsun, eğitim de yok. Yemek, içmek, sıçmak, yıkanmak dışında evdeki herhangi bir özelliği de kullanmayacaksın. Sorunun her neyse git ve hallet."

Yıldırım şaşkınlıkla ağzını açtı fakat bir kelime bile çıkmamıştı. Fark etmemiş olsa da, bu eve, içinde olduğu takıma ve çıktıkları büyüklü küçüklü görevlere epey alışmıştı.

"Pekala, kaptan," dedi sakince, kadına neden uyduğunu bile bilmeden ve dışarı yollandı.

"Kueti'yi buraya yolla!" diye seslendi kadın.

Bir dakika sonra, kız odada bitti.

"Kueti," dedi kaptan, sakince "Beni hayal kırıklığına uğrattın. Sana belli kuralları yeterince iyi şekilde açıklamıştım ama sen gittin ve bunları çiğnedin. Daha kötüsü, kafası karışık o aptalı da bunun içine çektin. Kendini savunmak için ne diyeceksin?"

"Gerekli olanı yaptım. Yıldırım başına buyruk hareket edip, her şeyi batırdıysa, benim suçum değil," dedi kız, gözlerini kadına dikerek. Yugi onun mavi gözlerinde iki adet buz dağı görür gibi oldu ve gerginlikle kollarını kavuşturdu. Hesap soran o değil de, kendisiydi sanki.

"Burada bir Urogi değilsin, benim komutam altındasın ve bu da benim kurallarıma uyacaksın demektir. Anlaşıldı mı?" diye sordu, kıza tepeden bakarak.

Kız, mavi, buğulu bir camı andıran gözlerini kadına kilitledi; içinden yaşam çekilmiş iki noktayı.

"Beni buraya siz çağırdınız," diye tısladı "Yeterince arkadaşlık oynadım, ancak beni aslında neden çağırdığınızı unutma, kaptan. Benim size ihtiyacım olduğu kadar, sizin de bana var."

Yugiera, kızın üstüne daha da çok eğildi. Artık ona tamamen tepeden bakıyordu.

"Bir Urogi mi olmak istiyorsun? İyi, git. Onların arasına geri dön ve bedelini öde. Bütün sırlarımızı saçabilirsin hatta ama eninde sonunda ne olacağını ikimiz de biliyoruz."

"Bu bir tehdit mi?" diye sordu, kız.

"Hah!" diye küçük bir kahkaha koyuverdi Yugi ve geriye çekildi "İstediğin gibi yorumlayabilirsin. Ancak onlarla aranın, ah, nasıl desem, iyi olmadığını hatırlatırım."

Kız çekip giderken, derin bir nefes koyuverdi Yugi. Neus bu gençleri nereden de buluyordu böyle?

---

Kueti ormanın içinden geçip, küçük bir gölün kenarına vardı ve bağdaş kurdu. Ne yanlış yapmıştı ki? Onlar, gerekli olanı yapamayacak kadar aciz ve zayıflardı sadece. Kendisi öyle değildi ama diğerleri bunu kabullenemiyordu.

Yerden bir taş aldı. Orta mesafede bulutlar olsa da, gölün bulunduğu yer güneşliydi. Buna rağmen, taş sopsoğuktu.

Her zamanki gibi, diye düşünürken, diğer eliyle bir taş daha aldı, insanlar ona engel olmaya çalışıyordu. Onun sayesinde değil mi, fabrikada batırdıkları iş biraz da olsa düzelmişti? Kaçarken, Engar'la denk geldikleri fabrika sahibini öldürmeseydi, yüzleri şu anda ifşa olmuştu. Eğer dün o adamları yakmasalardı, izleri çok daha kolay bulunacaktı.

Zayıflar, diye düşünerek, burnundan, diyaframını şişiren derin bir nefes aldı. Biraz bekledikten sonra, karbondioksitce zenginlenmiş havayı ağzından verdi. Tekrar yavaşça aldı, ve verdi, aldı, ve verdi... iki dakika, on altı nefes sonra gözlerini kapadı. İlk başta sadece nefes alıp verişine odaklanmıştı. Onun için hayatta sadece bu vardı. Başka düşünceler ve duygular gelip geçiyor, ancak onun için sadece burnundan giren havanın genzine vurması ve çıkışta hafifçe açılan dudağına çarpması önemliydi. Diyaframının kasılması ve göğsünün inip kalkışı bunlara eşlik ediyordu. Yirmi dakika sonra elindeki taşlara odaklandı. Isı eksikliğini hissetti ve elinin ayasına temas eden her bir pürüzü inceledi. Yarım saatini daha böyle geçirdi. Gözlerini açtığında, gözünün kenarıyla on metre ötede oturan birisini gördü. Geldiğini duymamıştı.

"Beni kovduğunu söylemeye mi geldin?" diye sordu, bağdaş kurmuş genç kadın, soğuk gibi bir tonda.

"Bunu yapsam rahatlar mısın?" diye meraklı bir tonda sordu, mavimsi saçlı kadın "Belki de bu yükten kurtulmak istiyorsun. Biz zayıfların arasından kopar ve tekrar güçlü olursun."

Kızdan bir yanıt gelmemişti. Elindeki taşla bile oynamıyor, sadece ileriye bakıyordu.

"Hala hayatta kalmaya çalışıyorsun demek," dedi Yugi.

"Elbette," dedi elindeki taşı hafifçe çeviren kız "Ama siz bunu önemsemiyormuş gibisiniz. Yugiera, anlaşmamızı unuttun mu?"

"Hayır, blöf yapıyordum ama sen de öyle yapıyordun. Burayı umursamaya başladığını biliyorum, yoksa bu kadar öfkelenmezdin."

"Gerçekten mi? Belki de beni aşağı çektiğiniz için sinirleniyorum?" diye bir öneride bulundu, genç kadın, soğuk bir şekilde sırıtarak.

"Alaycılığın bana sökmez, Engar'ın velet haliyle uğraştım ben," diye geçiştirdi kadın "Daha inandırıcı olman gerek."

Kız, dilinin ucuna kadar gelen cümleyi, yani, onlarla oynadığı arkadaşçılığı ciddiye alan birisinin bunu söylüyor olduğunu, pek çok kez yapmış olduğu gibi yuttu.

"Özür dilerim, kaptan," dedi kız, sakin ve daha sıcak bir tonda, bir yandan bir daha bu kadar göze batan bir yöntem kullanırken yakalanmamaya yemin ederek "Haddimi aştım."

Bu dediğini kastedip kastetmediği bir önemsiz bir detaydı. Bu tartışmayı devam ettirerek kazanabileceği bir şey yoktu. Etrafındaki herkesi kendisine karşı çevirebilirdi.

"Hah şöyle!" dedi heybetli kadın, neşeyle, ayağa kalkarken "Bu kadar da içe kapanık olmadığını biliyordum."

Acaba Eiros'u bir dahaki sefere ağzını kapalı tutmaya veya hikayeyi değiştirmeye ikna edebilir miydi? Hayır, kulağa çok tehlikeli geliyordu. En iyisi o işi batırdığında karışmamaktı, böylece yük sadece onun sırtına binecekti.

Kız ayağa kalktı ve ellerini beline koyarak gerindi, ardından dizlerini salladı. Bağdaş kurmak çok sevdiği bir şey değildi ve gerekmedikçe yapmıyordu. Uzun vadede vücuda çok zarar veren bir uygulamaydı. Urogilerden yaşlanabilenlerin hepsinde dizlerle alakalı sorunlar olmasının nedeniydi.

Yugiera da, bir şey demeden, kalkmış, üstündeki tozu silkeliyordu. Bej rengi giysisinin altındaki zırhı güneşte ışıldadı ve kızın gözlerini kamaştırdı. Kadının neden sürekli bunu giydiğini arada merak ediyordu.

"En son ne zaman biriyle yakın dövüş antrenmanı yaptın?" diye sordu, uzun kadın.

"Hatırlamıyorum..." dedi turuncuya çalan saça sahip kız "... sanırım iki hafta önce, Engar'la. Neden sordun, Kaptan?"

Yugi, cevap olarak bir yumruk savurdu.

Kız bundan eğilerek kaçarken, refleksif olarak kadına bir tekme savurmuştu. Yugi, elbette, bu darbeyi çaba sarfetmeden durdurdu. Hatta bununla kalmadı ve kızın ayağını kavradığı gibi onu, tek eliyle, savurarak göle fırlattı.

"Hah," dedi kendi kendine, yarattığı manzarayı izleyerek "İnsan da sekebiliyormuş."

Gölde bir kez sektikten sonra batan kız, sudan çıktı ve yüzünden çamurlar akarken, şaşkınlıkla ona baktı.

"Cezan say!" dedi Kaptan, canlı bir şekilde.

"Buradaki herkes böyle garip midir?" diye seslendi, kız, karaya yaklaşırken ve yüzüne bir gülümseme yerleştirdi.

Kaptan ona yardım etmek için elini uzattı, ancak ona davranan kızın yüzünde bir hinlik görünce hemen geri çekiliverdi. Kueti de bunu bekliyordu, diğer elindeki bir avuç çamuru kadının yüzüne fırlattı. Yugiera bundan kaçamadı ve çamur kitlesi yüzüne cuk diye oturdu. Bunu fırsat bilen Kueti, kadını tuttu ve kendisinden çok daha güçlü ve ağır olduğundan, fiziksel kuvvet işlemeyeceğini bildiği için, dengesini bozarak suyun içine çekmeye çalıştı. Ancak onu küçümsemişti. Yugi, kızın kolunu yakaladığı gibi, kendi çevresinde üç yüz altmış derece dönerek, ona havada bir tur attırdı ve tekrar suyun diplerine yollayıverdi.

"Daha kırk fırın ekmek yemen gerek," dedi, yüzündeki çamuru silen ve alaycı bir kahkaha patlatan kadın "Kurnaz piç! Ama o uyduruk nişancı numaraların bana işlemez."

"Herkesin pençeleri vardır, kaptan," diye yanıtladı, kız.

"Iyy, kıro," diye burun büktü Yugi "İzlediğin o programlar seni etkilemiş."

İnsanların, sorunların bu kadar kolay çözülebileceğini düşünmesine anlam veremedi kız, ancak sorgulamadı da. Bu küçük kapışmada kimin üste çıktığı da önemsizdi. Umurunda olan tek şey, onun üstündeki şüphe bulutunun kalkmış olmasıydı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 30 Aralık 2017, 22:54:46
Bölüm 56 - Şüphe

Merhaba, nasılsın? Biliyorum, yazmayalı uzun süre oldu ama kendimi affettirmek için diyebileceğim ne var ki? Zaten huyumdur, birisiyle uzun süre konuşmam ve ardından canım ister ama işin garipliğinden ötürü bundan kaçınırım. Bu yüzden bu süre daha da uzar gider ve içinden çıkılmaz bir kısır döngüye dönüşür. Her şeye rağmen, sana bir şeyler anlatmayı seviyorum; yargılamıyor ve konuşmuyorsun. Yargılayabilir olsaydın bile, bunu bana bildirmenin bir yolu yok.

Çok ama çok şey oldu ama aynı zamanda yazacak kadar bir şey de olmadı. Olayları didikledikçe, kimi şeylerin üstünde durdukça, etkilerini arttırıyormuşum gibi. Cevaplayamadığım sorular ve bilmek istemediğim şeyler de olabilir ama senin amacın da bu, değil mi? Kendimi ifade etmem için varsın.

Her şeyden önce, çok yorgunum. Yaşam, içimden bir şeyi çekip almaya çalışıyor gibi. Motivasyonumu kaybettiğim zamanlarda, diğerlerinin irili ufaklı imalarla benle dalga geçtiği oldu. Oysa sadece kendimi öldürmemeyi zafer saydığım günler yaşadım. O anlarda, hayatta kalmak yegane amacım haline gelmişti.

Senaryolar kurdum kafamda, acaba en iyi ne şekilde yapabilirim. Beni kim bulacak, biraz da olsa yakın hissettiğim insanlara ne olacak diye? Önceden olduğu gibi, vardığım sonuç, eninde sonunda bunu aşacakları oldu, insanlar her şeye adapte olabilir. Bu konuda, şu anda bile, şüphem yok. Ancak bunları sana zaten anlattım, değil mi? Depresyon ilginç bir şey değil, hatta eylem yokluğu. İnsan oturuyor, hayattan nefret edemeyecek hale gelene kadar enerjisi çekiliyor, hiç bir şeyde anlam göremiyor vesaire vesaire...

Daha başka konulardan bahsedelim, düşünmek ve yazmaktan özellikle kaçındığım bir şey mesela; ülkemde neler olduğu. Hemen öyle öfleyip pöfleme, benim de çok hoşuma giden bir konu değil bu ( bir yerde yalan, dünyanın boktanlığından konuşmayı severim). Ancak dinle! Değişimler oldu. Yaklaşık beş aydır bu konuda sana bir şey dediğimi hatırlamıyorum çünkü aklımda sorular var. Bir düşünce özellikle aklımı karıştırır oldu. Diğer insanlar bu olaylarla, başkalarını etkileyen şeylerle bu kadar ilgili görünmüyor, sadece ben böyle davranıyorum. Acaba bu bir yansıtma mı? Yani, kendi kişisel sorunlarımı, dünyanın sorunlarına yansıtarak, onlarla yüzleşmekten kaçınıyor muyum? Bunun doğru olup olmadığını, dürüst olmak gerekirse, hala bilmiyorum. Ben mi çok umursadım, başkaları mı bencil, yoksa hepimiz mi benciliz, bilmiyorum. Ancak, kendimi iki yüzlü hissettiğim için bu olaylardan bir derece uzaklaştım.

Başka bir sebebi de, var; bu konuda bir şey yapamayacağım kanısı gittikçe güçlendi. Uğraştım, bir şeyleri yoluna koymaya çalıştım. Bu konuda başkalarıyla da çalıştım fakat ne işe yaradı? Küçücük bir çentik bile görmüyorum. İnsanüstü güçlere sahip olmam gerekiyor, değil mi? Bir anda o sarayı basıp, ele başını indirmem ve yıllardır zulüm çeken bu ülkeye bir miktar huzur ve umut getirmem gerekmiyor mu? Hayal, hepsi hayal. Benim bu güce sahip olmam, özel olduğum anlamına gelmiyor. Başkaları da var. Evet, özelim ama başka özeller de var. Neyi amaçlamış olduğumu bilmiyorum, isteklerimde içten miydim yoksa iki yüzlü mü, onu da bilmiyorum. Ben mi zayıfım acaba? Başkaları için çok daha uzun süredir bir şeyler yapmaya çabalayan kişiler tanıyorum. Yaklaşık bir yıldır açlık grevindeki o iki kişiyi düşün mesela. Hayatlarını ortaya koydular ve sadece kendileri için değil, bütün bu düzene karşı bir çığlık olmak için çabalıyorlar. Biz niye bu kadar olamadık, ben niye bu kadar olamadım? Başkaları için güçlü olamayacak kadar zayıf mıyım, yoksa bu bir yalan mı? Yoksa böyle olmamda hiç bir suç yok mu?

Yenildiğini kabullenmek, olgunluk mudur? Bir şeyler yapıyorum hala ama sonunun bir yere varacağını zannetmiyorum. Daha çok, otopilota geçmiş gibiyim. Rutinim içinde biraz huzur buluyor ve yaşamaya devam ediyorum ama işin sonunda, bir şey fark edeceğini düşünmüyorum.

Umutsuzlukla dolup taşan, bir şeylere isyan eden pasajlarla burayı doldurmak isterdim ama açıkçası, artık bunları çekici bulmuyorum. Bu aralar her şeyde olduğu gibi, nedenini anlamıyorum. Hayatımda belki de ilk kez, kendime bu kadar yabancıyım ve aklım sorularla dolup taşıyor. Değişiyorum ama ne yönde olduğunu hiç bir şekilde kestiremiyorum. Daha özgüvenli, kendisini daha iyi ifade eden, kendisine daha çok önem veren birisi haline geldim. Aynı zamanda, beni ben yapan her şeyi kaybediyormuşum gibi. Hayatta yön gösterecek bir işaret arıyorum, doğru şeyi yaptığımı söyleyecek, ama bulamıyorum. Ahlak gibi. Önceden ona çok önem verirdim, hatta intikam fikrinin çekiciliği de buradan kaynaklanıyordu. Adalet yoksa bir ülkede, insanın onu kendisinin yaratmaya çalışması çok doğal diye düşünmüştüm, ki öyle. Ancak bir adaletsizliğe karşı çıkmak... adaletsizliğe veya adaletsizlik olarak algıladığım şeye neden karşı çıkıyorum? Şurada adaletsizlik, burada adaletsizlik, her yerde adaletsizlik vs. vs. hayatımı harcadım. İlk olarak, bunun bana getirisi ne oldu? Değişeceğimden değil, bunları yine göreceğim ama niye ben bu kadar umursayayım, başkaları, orospu çocuğu başkaları, hiç umursamadan geçerken? Evet, iki yüzlüyüm ve gördüğüm bir çok şeye karışmadım ve laf ettim, ancak en azından denedim. İdeallerime uymaya çalıştım ve bunu yeterli görmediğim için kendimi iki yüzlü buldum. Pek çok insan ne kadar da kolay vazgeçti oysa. Sanki bir dağa taş atmakla yıkılmasını bekliyorlardı. Bence yalan söylüyorlar, asla dedikleri kadar umursayıp, ardından hayal kırıklığına uğrayıp vazgeçmediler. Bunun yerine, hiç bir zaman, kendi aciz bencilliklerinden pek de çıkmamışlardı.

Peki buna sinirlenmem neden? Adalet, eninde sonunda, tamamen öznel bir şey değil mi? Bildiğim her şey, bana öyle olduğunu söylüyor ve... ne diyebilirim ki? Kelimelere dökmek istemiyorum. Bu konuda düşünmek istemiyorum ama yine de bir iki şey diyebilirim herhalde. Kendi insani, öznel varlığım ile, daha objektif, insan-dışı bir tanesi çatışıyor gibi. İnsani olan taraf adalet arıyor, bu konuda yeterince dürüst olmadığımı bile düşünüp, canını buna sıkıyor. İnsan-dışı taraf, bütün bunların farklı dünya görüşlerinin üstünlük için çatışması olduğunu söylüyor. İşin sonunda herhangi bir eylem, hem eşit derecede adil hem de adi. İnsani algımızın sonucu ortaya çıkmış, başka herhangi bir standarda göre önemi olmayan bir şey. Üstelik, bu adalet, yer ve zamana göre oldukça değişiyor. İnsanlık içinde bile "Aha, doğru olan bu!" denilebilecek bir şey yok.

Bir yandan da, adalet anlayışları öznel olsa da, sonuçlarının öyle olmadığını düşünüyorum. Belki de duygusallığı bir kenara bırakmalı ve pragmatik olarak, sadece ne kadar olumlu veya olumsuz olduklarına bakmalıyız? Kesinlikle kulağa daha yararlı geliyor ama insan sanki, bir yerde, böylelikle kendisini insan yapan şeyi kaybediyor kişi. Sonuçta, belli inançlar bütünü, insanı kendisi yapar. Mesela o yaptığım malum olayı, doğru olduğuna inandığım için yaptım. Bunun için bir bedel ödedim ve bu, bir yerde beni mutlu etti. İnsan olduğumu hissettim. Ancak, pek de bir önemi olmadığını da fark ettim. Eninde sonunda önemi yok, bu kadar umursamasam da olurmuş... yine de, o amiri görünce bir şeyler uyandı içimde. Bütün insan-dışı bakışıma ve pragmatiklik savlarıma rağmen, her şeyin sorumlusunu (sadece bir parçası olsa da!) bulduğum için sevindim. Sapkın bir şekilde bile denilebilir, ama bu kadar basit bir tanımlamayı ilkelce buluyorum açıkçası. Ama ironik olarak, sapkınlık diye nitelemek ve çarpıklığımı fark etmek bana zevk de veriyor. Sonuçta, ona yaptığım şeylerden inkar edilemez bir zevk aldım. Neredeyse cinsel bir hazdı. O adamdan değil -öyle bir yönelimim yok- birisine bunları yapmaktan hoşlanmıştım. Birisinin kıvranışını hissederken, onun acınası hayatı üstünde tek söz sahibi kişinin sen olduğunu bilmek... bu, inanılmaz derecede rahatlatıcıydı. Sanki bütün acım, öfkem, nefretim, tek bir hedefe yönelmişti. Rahatsız ediciydi tabii ki, ancak olay olup bittikten sonra. O adamı bu hazdan dolayı öldürmedim, durum öyle gerektirdiği için yaptım ama buna gerek kalmadan da yapar mıydım?

Birisinin sadece bir tane önemli ikilemi olmalı, değil mi? Oysa ahlak ve adalet denilen şey beni yüzüstü bırakıyor ve bugüne kadar anlam diye inşa ettiğim her şey yıkılıyor. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmiyorum. Dürüst olmak bile abartılıyor olabilir. İnsansam, iki yüzlü olmam gerekmiyor mu? Basit bir inanca saplanıp kalıp, onu izleyip, garip bir iz bırakıp, ölmem gerekiyor mu? Konuşabilsen, eminim sen de bir şekilde bunu savunurdun. Beni yolunu kaybetmiş birisi, belki de insaniyetiyle bağını kaybetmiş bir zavallı olarak görürdün. Benden tiksinebilirdin de. Hor görüp, senin "çok bariz şekilde doğru olan" ahlaki anlayışını izlemediğim için aşağılık birisi olduğumu düşünürdün. Sanki adalet insan yapımı değilmiş gibi.

Hayır, artık geriye dönebileceğimi zannetmiyorum. Pek çok konuda kafam karışık olabilir ama bu hayata ve dünyaya dair yeni bir şeyler gördüm veya fark ettim. Bu yolun sonunda ne çıkacağını, nasıl birisine dönüşeceğimi bilmiyorum ama ne olursa olsun, farklı olacak. Belki yeni bir şey, belki de önceden görülmüş ama nadir bulunan bir şey. Ancak asla sıradan değil.

Kendime de kızıyorum aslında bir yandan, bu kadar iddialı konuştuğum için. Şaşalı beyanlarda bulunmak, çocukça geliyor. Sanki birisine kanıtlamam gereken bir şey varmış gibi. Evet, belki de daha demin dediklerimi geri almalıyım. Kimi bilir, hiç bir önemi olmayabilir de. Bulacağım şey önemsiz de olabilir ve zaten yayılmadıkça bir önemi kalmayacaktır.

Ne kadar garip bir var oluşumuz var. İnsani boyuttaki anlamı, yani hayatı hayat yapan şeyleri, oradan buradan dürttükçe, ne kadar zayıf oldukları ortaya çıkıyor. İnsanların bir ömür adadıkları kavramlar, uğruna evreni ateşe vermeyi düşledikleri şeyler bile, o kadar önemsiz ve komik geliyor ki, gülmekten kendimi alamıyorum. Ancak bütün bu kozmik gevelemelerime rağmen, birisi benimle konuştu mu, çok belli etmesem de, mutlu oluyorum. Kueti'yle olan aptal şakalaşmalarım, Engar'la olan gerek "inek" sohbetlerim, gerekse o gün antrenmandaki bir teknik hakkındaki konuşmalarım, Yugiera'yı Engar'la dalga geçerken izlemem ve arada bir yorumda bulunmam, ve elbette Neus'la olan bilimsel (doğru kelime mi?) ve teknik muhabbetlerim; bütün bunlar güzel geliyor.

İnsan-dışı dediğim şey, belki de, insana dair olan yanlış bir algımdan kaynaklanıyor. Dünyanın evrenin merkezi olmadığı bulunduğunda da, birileri insani olan her şeyin tehlikede olduğunu düşünmüş müdür? İnsan olma durumu, sonuçta durağan bir şey değil. İnsanların yaptığı her şey, teknik olarak, insan doğasından kaynaklanmıyor mu? Belki de, soyut ve aslında var olmayan bir insan tanımına takılı kalıyorum. Belki de, biyolojik olanın dışında verili bir insan tanımı yok ve "İnsan olmak ne demek?" sorusu, verili bir anlam arama açısından saçma çünkü ortada verili bir şey yok. Eğer böyleyse, kendi insan tanımımı oluşturacak değilim çünkü bu da aptalca olurdu. Kendi, aynı derecede geçerli ve geçersiz anlamlarını oluşturan milyarlarca kişinin yaptığı hataya düşerdim; götten uydurma bir "gerçek A budur" olayı. Oysa bu "gerçek A" kısmı, sadece o kişinin belirlediği niteliklerden oluşur ve bu özellikleri taşımayan A'lar reddedilir. Vahşi ve sadistik şeylerin insani olarak nitelenmemesi gibi, bunları yapan kişiler gayet insan olsa da.

Burada bitireyim konuşmamızı. Bence güzel oldu, sonu bir yere varmamış olsa da.

---

Koyu kırmızı bir koltuk takımının duvar kenarlarına atıldığı salona, sarı tül perdelerden gün ışığı dolmaktaydı. Kum sarısı duvar boyası ve bir köşedeki plazma televizyon, odanın merkezindeki büyük sehpa ile, diğer pek çok eve benzemekteydi. Ancak evin hanımı, kendi eliyle oluşturduğu küçük detaylarla gurur duyuyordu. Örneğin, koltukların bordosuyla, sehpanın koyu renkli cilası güzel bir uyum yaratmıştı. Bunu oluşturması o kadar kolay olmamıştı, büyük mağazalardan onlarca takımı inceledikten sonra, bu koltuklarda karar kılmış ve yakınlardaki yerel bir marangoza sehpayı özel bir siparişle yaptırtmıştı. Kocasını bu konuda ikna etmesi kolay olmamıştı ama bir-iki kavga ve "Kırk yılda bir, bir şey istiyorum. Zaten ömrümü yedin," içeren cümlelerden sonra, isteği gerçekleşmişti. Buna değmişti de, yerdeki laminant ve açık renkli duvarla, güzel bir tezat oluşturmaktaydı. Dışarıdan gelen gün ışığıyla, daha da ortaya çıkıyor ve bir ahenk yaratıyordu. Yeni nesil kızlar, bu tarz küçük detayları, hatta doğru düzgün yemek pişirmesini bile bilmiyordu oysa. Gerçi, bir şeyler değişmiyor değildi de. Onun gibi özverili insanların zamanı tekrar geliyor gibiydi.

"Bak şu işe," dedi, tepkiyle, tekli koltuğa oturmuş olan, kırklarının ortasına yaklaşan adam.

"Ne olmuş?" diye sordu, başka bir -bu sefer üçlü- koltukta elindeki telefonla oynayan genç oğlu.

"Gene bir yerlerde eylem yapmışlar," dedi adam, onaylamaz bir tavırla "Hep onların yüzünden oluyor bu bombalamalar. Bir doymadılar."

Cıkcıklayan kadın ona katıldı "Hala derslerini almadılar."

"Yakında görecekler bir şeyleri tersten," diye, emin bir şekilde konuştu adam "Lider onların kökünü kuruttu kurutacak."

"Eh, her zamanki şeyler," diye fikrini belirtti, ergenliğin ortasına yaklaşan genç.

"Sen bilmezsin tabii!" diye azarladı, başının ortası iyice açılmış adam "Neler neler yaptılar onlar bu topraklara. Kimleri öldürdüler, ekonomiyi batırdılar, teröristleri desteklediler. En sonunda kendileri de terörist oldular zaten."

"Öyledir," diye geçiştirdi, canı sıkılan çocuk "Ben odama gidiyorum."

"Soruları çözdün mü?" diye sordu, bıyıklı adam.

"Öff baba," diye yakındı, genç.

"Bana öf falan deme, alırım ayağımın altına. Git çöz şunları da, o zibidiler gibi açıkta kalma. Çapulcu mu olacaksın başıma?" dedi adam, sesini yükselterek.

"Tamam, yaparım," diyen genç fırladı.

"N'apacağız hanım şununla, iyice kafası havalarda?" dedi adam, içeriden çocuğun odasının kapısının kapanma sesi gelince.

"Televizyonda bu yaşlarda normal olduğunu söylüyorlar ama dikkatli olmalıymışız. Kimi insanlar kötü niyetleri için sağa sola çekebiliyorlarmış. Özellikle özgürlük falan diye kandırıp, örgütlere alıyorlarmış," dedi, beyaz yüzlü kadın.

"Kitap kursuna giderken ne kadar iyiydi," dedi adam, yıllar önce, daha on yaşına bile basmamışken, çocuğu yabancı bir dilde yazılmış kutsal kitaplarını öğrenmeleri için yolladıkları kursu hatırlayarak.

"Evet," diye başını salladı kadın ve gururla ekledi "Bütün duaları biliyordu."

"Şu lise olayı gelsin, daha adam olacaktır. Çok şükür artık doğru düzgün öğretiyorlar dini," dedi adam "Öyle cahil bırakmıyorlar adamı. Zaten yakınımızdaki de dini lise, oraya gidecek."

"Yine de biraz rahat bırak çocuğu, bey," dedi kadın "Oğlan iyice bunalıyor."

"Bunalsın!" diye çıkıştı adam "Götünü gezdiriyor sağda solda, sonra gidip o telefonuyla oynayıp duruyor."

"Sen bilirsin," dedi, tartışmaya girmek istemeyen kadın.

"Diyeceğimi unuttum şu çocuk yüzünden. Bu göstericileri halk indirmiş, fotoğraflarını da koymuşlar gazeteye," dedi adam ve gazeteyi kaldırıp, ana sayfayı kadına gösterdi "Aslanlara bak be, bunlar gibiler gerek işte."

Yirmi yaşından elliye kadar değişen bir kaç kişinin, bayrağın önünde çekilmiş fotoğrafları kaplıyordu sayfayı. Kimisi bıyıklı, kimisi de temiz tıraşlıydı. Bazıları da, dini gereklilik bulduğu, çalı gibi bir sakal bırakmıştı. Göğüslerini gururla gep gep germişlerdi ve gözlerinin içi parıldıyordu.

"Nerede olmuş?" diye sordu, kadın.

"Polis merkezinde çekilmiş. Artık, eskisi gibi böyle kahramanları yargılamıyorlar, sadece ifade vermek için çağırmışlar," dedi, kadının sorusunu yanlış anlayan adam "Anayasaya aykırı falan diyorlar da, Lider hele bir başkan olsun, o zaman yeniden yazar her şeyi. Detay bunlar sadece."

"Hayır, hangi il?" dedi, gülümseyen kadın.

Adam da kendi haline güldü ve bir il söyledi ve devam etti "... feci yapmışlar o teröristleri. Barış falan diyorlar ama istedikleri hep yalan. İki yüzlüler. Bir kaç tanesi komalık olmuş."

"Oh, canıma değsin," dedi karısı, içten bir şekilde "Bu ülkeyi bölmeye çalışırlarsa, sonları böyle olur."

"Hay yaşa," diye, kendisine katılan kadına katıldı adam "Kimi aptallar bunu göremiyor hala. Yok efendim insan haklarıymış, cart curt. Peh! Askerlerimiz öldürülürken neredeydiler?"

"Çay koyayım mı, bey?" diye sordu, boşu alan kadın.

"Olur," dedi adam ve kendi kendine biraz daha söylendi.

Odasına kapanmış çocuk, sınavda gelecek zorunlu din dersleri sorularına bakmak yerine, kitabın arasına koyduğu akıllı telefonuyla nette gezinmekteydi. Dini önemsemediğinden değil, neslindeki hemen herkes gibi, o da bunu oldukça önemli buluyordu. Ancak ağır dersleri oldukça can sıkıcı bulmaktaydı.

Yakalanma ihtimaline karşı, ek önlem olarak, elinde tuttuğu kalemi, dişlerinin arasına sıkıştırdı. Artık sadece seksi insanların fotoğraflarının paylaşılmasına yarar hale gelmiş, resim paylaşım uygulamasındaki güzel kadınlara baktı ve iri göğüslü bir tanesinin fotoğrafını seçti. Altına "Ölüyü diriltir aşsdşasdasdaş" yazdıktan sonra, arkadaşlarının bulunduğu bir gruba yolladı. Tekrar internette gezinmeye koyulduğunda, rastgele bir haber gözüne çarptı. Lider ve hükümetteki herkes, bombalamalar sürerse, daha... haberi geçti. Onun için bir şey ifade etmiyordu.

O sırada, çocuğun aynı yaşlardaki bir kuzeni de, bir kitap almış ve fantastik bir diyara dalmıştı. Kendisini özdeşleştirdiği, içine kapanık, ergenlikteki bir oğlan olan baş karakter, tehlikeli ama macera dolu bir kızla tanışıyor ve hayatı değişiyordu. Birlikte, dünyayı kontrol eden devasa bir organizasyona kafa tutuyor ve bunu başarıyorlardı da. Tabii ki, bu süreçte birbirlerine aşık olmuşlardı.

Bu kuzenin okul arkadaşıysa, bilgisayar oyunlarına dalmış, yüzlerce kişiyi öldürme peşindeydi. Onun küçük kardeşi, internetten bir oyun videosu izliyordu.

Her şey, oldukça sıradandı.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 07 Ocak 2018, 20:50:13
Bölüm 57 - Kara Yıldız

Göğü kaplayan bulutların ardından güneş görünmese de, sarı ışınları cılızca yeryüzünü yıkıyordu. Gür ormana, çimlerle dolu tepelere ve iki adamın üstünde bulunduğu göle sapsarı bir ton vermişti. Bununla kalmıyor, havanın kendisini bile yoğun bir buğday rengine dönüştüryordu. Sanki, bir boya kutusu dökülmüş de, doğayı değiştirmeye karar vermişti. Bir ressamın nazik fırça darbeleriyle oluşturulmuşçasına, nesneler ve iki adam birbirinden sadece tonlarla ayrılmaktaydı.

Yıldırım bir adım attı ve gölün her yerine kadar uzanan dalgacıklar yolladı. Ancak, dibe batmamıştı. Su, sığ olduğundan değil, o kadar derindi ki, nereye kadar gittiğini Engar bile bilmiyordu, ki dalmayı severdi. Gölün üstünde yürüyebiliyordu çünkü, genç adamın dediğine göre, Güneş bu tona büründüğünde, gölü kontrol eden fizik yasaları değişiyordu.

Hasmının pozisyon değiştirdiğini fark eden Engar, attığı tekmeyi hemen geri çekerek, kendi bedenine dönmüş bacağının momentumunu kullandı. Eğildiği gibi kendi etrafında bir tur attı ve hız alarak aynı ayağıyla ters bir tekme çıkardı. Normal bir insan için, böyle bir hareket denge kaybı veya çok zayıf bir darbeyle sonuçlanır, onu açıkta bırakırdı. Ancak Engar için değil. Yıldırım onun saldırısını, elindeki iki metrelik sopayla bloklamıştı bloklamasına ve uzun silahını savurarak karşı saldırıya geçmişti, ancak bu esnada Engar da boş durmadı. Ayağını hemen geri çekti ve yukarıdan gelen darbeden, sağa kaçarak kurtuldu. Sol ayağını sopaya bastırarak, adamın silahını kilitledi. Yıldırım, onu kurtarmak için çabaladıysa da, başarılı olamadı. Kumral saçlı adam bir yumruk savurduktan sonra yaklaştı ve onun kolunu kavradığı gibi, adamı kendi üstünden geçirerek suya çaldı. Şimdilik onun işini bitirmiş gibiydi.

Yanılıyordu.

Yere düşen adam, kafasını korumayı becermişti. Ciğerlerinde nefes kalmamış olsa da, Engar'ın bacaklarına davrandı. Onu yere düşürmeyi amaçlamıştı fakat adam bunun için çok hızlıydı. Engar geriye kaçılarak, bu hamleden kurtuldu fakat yere düşmüş sopanın üstüne basarak dengesiz bozuldu ve geriye doğru düştü. Engar'ın, düşüşün ortasında kendisini düzeltebileceğini bilen Yıldırım atıldı ve hala havada olan adamı karnından kavradı. Engar'ın onun kulaklarına vurduğu dirsek darbelerine aldırmadı ve bir haykırış koyarak, onu suya yapıştırdı.

Atik savaşçı, onu yere -daha doğrusu suya- kenetleyen adamın kuvvetiyle kısa bir anlığına sersemlemişti. Ancak çabucak kendisini toparladı ve Yıldırım yumruk atamadan, o karşı saldırıya geçti. Kulaklarına aldığı darbelerle zaten zayıflamış olan İblis'in taşıyıcısının duyuları iyice bulandı ve Engar, bunu fırsat bilip, bacaklarıyla kavradığı Yıldırım'ın üstüne geçerek, kolunu büktü.

Pes ettiğine dair bir işaret yaptı, Yıldırım ve böylece, bir kaç saniyelik bu seans sona erdi.

"İyi iş çıkardın," dedi düz saçlı Engar ve hala suda uzanan gence elini uzattı "Sopayı arkada bırakman planının bir parçası mıydı?"

"Evet," dedi, adamın elini tutarak ayağa kalkan, kirli sakallı Yıldırım "Sonrasında ne yapacağım konusunda emin olamadım gerçi, işe yaraması benim için bile sürpriz oldu."

"Kendine yeterince güvenmiyorsun. Daha saldırgan olmalı ve çok fazla düşünmeyi kesmelisin," dedi, kulağına kaçmış suyu çıkaran Engar "Senin sorunun bu zaten, kendini dövüşün akışına bırakmıyor ve sürekli düşünüyorsun."

"Haklısın," diyen Yıldırım, Engar'ın büktüğü omzunu esnetti ve yüzü acıyla kırıştı. Antrenman da olsa, paralı asker, iz bırakmaktan çekinmiyordu "Ancak bu planlarımdan birisi seni yere yapıştırdı."

Bunu derken, sırıtmaktan kendini alamamıştı.

"Hakkını vereyim, güzel hareketti. Düşerken böyle bir şey başarabileceğini sanmamıştım," diyen Engar, göğsünü kabarttı "Şuna bak! Bir numaralı çekirgem büyüyor! Ama şaşılacak bir şey yok, ne de olsa ustan benim."

"Daha önce öğrencin olduğunu sanmıyorum, Engar," dedi Yıldırım, kaşını kaldırarak "Bir numaralı olmamın pek bir önemi yok sanki?"

"Detaylar, detaylar!" dedi adam ve gözleri parlayarak "Böyle bir usta altında kim bir numara olmaz ki?"

"Ha, yani alacağın her çekirge bir numara olacak?" diye üsteledi, bıyık altından gülen Yıldırım.

Adamın açığını yakalamayı beklemişti ama onu şaşırtan Engar, ağzı kulaklarına vararak, içten bir şekilde gülümsedi.

"Elbette! Bu daha sadece başlangınç, her zaman Yugi'yle beraber kalmayacağım. Bir gün dönecek ve hakkım olanı alacağım," dedi.

"O ne ki?" diye sordu, adamın geçmişi hakkında hala pek bir şey bilmediğini fark eden Yıldırım.

Engar'ın yüzündeki sırıtış azaldı ama yok olmadı. Ancak acılı bir ifade, bir anlığına belirip, geçmişti.

"Eh, bir iki şeyi öğrenmeye hak kazandın sanırım," dedi ve gidip, bir kayaya oturdu.

"Noraguni'de büyüdüm ben, İklim Şehirlerinin en büyüğü ve görkemlisi. Bugünkü gibi, sapsarı bir güneşi ve her yeri boyayan ışığı vardır. Şehrin dört bir yanı farklı görkemlerle doludur. Bir tarafta insanı test eden bir çöl, diğerinde sonu gelmeyen bir deniz, en tecrübeli avcıların bile girmeye çekindiği ama akıl almaz güzelliklerle dolu bir orman, ve sürekli değişen anomalilere sahip bölge. İçinde ne olacağını kestirmek için, en usta Rehberler gerekir."

"Kulağa muhteşem geliyor," dedi, Yıldırım, etkilenerek.

"Öyledir de. Sözlerim onu anlatmaya yetmez bile, pazarlarındaki canlılığı ve binlerce yıllık binalardaki ustalığı insanın kendi gözleriyle görmesi gerek!" dedi adam, heyacanla "Binbir çeşit insanla doludur, çoğu orada doğmuş, kimisi sizin dünyadan gelmiş."

"Nasıl yani?" diye sorguladı, Yıldırım "Kaç kişi?"

"Bilmiyorum ama bir şekilde yollarını buluyorlar," dedi, Engar ve yerdeki bir taşa -bakmadan- tekme attı "Ancak her şey güllük gülistanlık değildi."

"Seninle alakalı kısım burası sanırım?" diye bir tahminde bulundu, adamın yolladığı taşa bakan Yıldırım.

"Kısmen ama anlatmamı istiyorsan, önce sen bir soru cevaplayacaksın," dedi Engar ve gözlerini ona çevirdi "Neden bu işe bulaştın?"

Ona bakan Yıldırım, tehditkar mı olduğunu merak etti. Hayır, başka bir hava taşıyordu. Ne olduğunu tam anlayamadı.

"Ben de bilmiyorum. Bir zamanlar, insanları umursadığım için olduğunu söylemiştim kendime. Daha sonra, bana yapılanların intikamı için olduğunu söyledim," dedi ve yere baktı "Artık, hiç bir fikrim yok."

"Ugi'yle bağlayıcı bir anlaşmayı neden yaptın o zaman?" diye sorguladı, bu soruları planladığı belli olan Engar "Ne kadar imkansız bulsam da, başta onunla geçici bir şey yapmıştın. Madem onu bu kadar sevmiyordun, neden kendini kalıcı olarak bağladın?"

"Çünkü..." hayatta tutunacak bir şeyim yoktu, demek istedi. Ancak gerisi gelmemişti.

"Aptal," dedi Engar ve ayağa kalktı "Aynı hatayı yapıyorsun yine. Şüpheye düşüyor ve kendini tutuyorsun. Bırak! Dünya senden korksun, sen ondan değil."

"Ne yani, düşünmeyecek miyim?" diye karşı çıktı, Yıldırım "Benim yapım bu, değiştirebileceğim bir şey değil."

Engar, onu küçümsediğini belirten küçük bir ses çıkardı.

"Zeki birisin, ancak zekana rağmen aptalsın. Kendini bu hale getiren şeyleri görüyorsun ama ne yapacağını bilmiyorsun. Hareket etmeye o kadar korkuyorsun ki, donup kalmışsın. Sürün o zaman, yardım iste, ama ilerle! Kimi zaman yere düş ve dinlen, ama ilerle! Nefes almayı kestiğin an, yenilmişsindir. Ancak hayatta kaldığın sürece, her zaman umut vardır."

Yıldırım, şaşırıp kaldı. Adamdan böyle bir şey beklemiyordu.

"Bunlar safça," dedi, yine de "Umut, sadece insanın işkencesini uzatır."

"İşte yine o aptallık!" dedi Engar ve bacaklarını iki yana açarak, esnemeye geçti.

"Buna nasıl aptallık dersin?!" diye kızdı, Yıldırım "Denedim! Ölecek hale gelene kadar denedim ama başaramadım. Her gün onları görüyorum, biliyor musun? Arkalarında annem duruyor ve bana bakıyor. Barutu kokluyorum ve hepsi yok oluyor. Gözlerimi açıyorum, üstümde kan arıyorum. Yaşamayı hak etmiyorum!"

Engar, istifini bozmadan esneme hareketlerine devam etti. Yıldırım, hızlanan nefesi ve kalbi yavaşlayınca, ne demiş olduğunu fark etti. Yine de...

"Demek aptallıktan kastın buydu," dedi, hazinle gülerek.

Gözlerinde toplanan yaşları adamdan saklamak için, başını çevirdi.

"Yugi beni bulduğunda on iki yaşındaydım. Beni yanına almasa, ölüp gidecektim. Beni kabul etmekle başına çok büyük bir dert edindi ama bunu yaptı. Bir yabancı olsam da, bunu yaptı," dedi Engar, kollarını arkaya uzatarak gerinirken "Her şeyi kendi başıma yapabileceğimi iddia edip, onun yardımını reddetseydim, yine aynı şey olacaktı."

"Fazla gururlu olduğumu söylüyorsun?" diye sordu, Yıldırım.

"Ugilerin her kişiye verdiği gücün farklı olduğunu biliyorsun," dedi Engar "Sana hasta olmayan bir beden vermiş."

"Ne alakası var?" dedi, Yıldırım, ancak meraklanmıştı. Bir şeyleri sezdi ama parmağını üstüne koyamadı.

"Çünkü!" dedi, kollarını iyice uzatırken nefesi kesilen adam "Ah!"

Normal pozisyona dönerek, nefes verdi.

"Of, bir aptal gibi antrenman sırasında konuştuğuma inanamıyorum," dedi ve Yıldırım'a döndü "Neyse. Çok alakası var. Yatağa düşüp, muhtaç olmaktan korktuğun için böyle bir şey yaptı Ugi. Her şeyi kendin halletmek ve başkasına bağlanarak, aciz kalmamak istiyorsun. Hasta olmazsan, bunların hiç birisi de olmaz."

Yıldırım bir şey diyecekti ki, açılan ağzını kapamak zorunda kaldı. Adam, doğru bir noktaya mı parmak basmıştı? Çok uzun süredir, bağlanma sorunları olduğunu biliyordu ve doğrudur, muhtaç duruma düşmek, en büyük korkularından birisiydi. Yine de, bunun gücüyle alakalı olabileceğini hiç düşünmemişti.

Bir şey denemeye karar vererek, etrafında kim ve ne olduğuna aldırış etmeden, gözlerini kapadı ve kendisini duygularıyla baş başa bıraktı. Ne hissediyordu şu an? Başta kolay olmadı ama yavaş yavaş, içinden gelenler, yüzeye çıkmaya başladı.

Korku,

Acizlik,

Çaresizlik,

Muhtaçlık,

Utanç,

Başarısızlık...

Bunu en son hissettiği zaman... lisedeydi. İnsanlardan kaçtığı ve kendisini eve kapadığı bir kaç günde olmuştu. Ondan önce, çocukluğunda vardı.

Dış dünyadan uzak kaldığı, kapıya bakıp, annesinin gelmesini beklediği o soğuk ve yalnız ev.

Birisine bu kadar bağlanmak acınası bir şeydi. Onu işlevsiz bir çöküntüye dönüştürmüştü. Bu kadar ağladığı ve ona muhtaç olduğu için kendisinden tiksinmişti. Bir daha olmayacaktı, asla. Asla ve asla ve asla! Bu acınası pelteye dönüşmeyecekti.

Başarılı olacak, başkasına veya başka bir şeye bağlanmayacak, hayatını yaşacaktı. Kendisine bir kimlik inşa edecek ve bir insan olacaktı. Kimseye ihtiyaç duymayan, özgür ve bağımsız...

Çenesini sıktı ve bir kaç dakika daha bunları yaşadı ve sonra gözlerini açtı.

"Bu..." dedi, duraksayarak ve etrafına bakındı.

Engar, hala olduğu yerde duruyordu.

"Bunu nereden bildin?" diye sordu, şaşkınlık içinde "Neus bile böyle bir şeyi tahmin edemezdi. Ben bile bilmiyordum, ki kendimi oldukça iyi tanırım."

"Çünkü ben de hasta olmuyorum," diye yanıtladı, genç adam "En azından çoğu zaman. Tam olarak bir Ugi taşıyıcısı değilim."

"Sahi," dedi, şaşkınlığını gizleyen Yıldırım "Bir şey diyecektin. Sıra sende."

"Annem, insanları temsil ediyordu. Babam da Ugileri. Noraguni'de insan ve Ugiler bir arada yaşar ama pek de dost oldukları söylenemez. Bu yüzden, sorunların konuşulup, çözülmesi için temsilciler seçilir. Şehrin bizim tarafındaki temsilciler de, onlardı," dedi ve Yıldırım'ın onda görmediği bir sakinlikle devam etti "Bir şekilde evlenmişler. Bir Ugi'nin, herhangi birisini sevebileceğini zannetmiyorum. Bu, doğaları gereği imkansız ama annemi ve beni, kendi şeklinde, önemsiyordu. Elbette, bu pek çok çevrece hoş bulunmadı. İki taraftan da dışlandılar."

Sözlerine devam ederken, adamın duruşu ve tutumu değişti. Karanlık mıydı bu, yoksa hatırlamanın getirdiği sevinç mi?

"Buna rağmen bir lonca kurdular. İki taraftan da tüccarları kabul eden ve türler arası ticareti pekiştiren. Adı Kara Yıldız'dı," dedi, gözlerini batan güneşe çevrirken "Ancak zamanla büyüdü. Basit bir tüccar loncasından çok daha fazlasına dönüşmeye başladı. Eğlence, içki, paralı askerler... tam bir klan olmaya doğru yol alıyordu."

"Ne oldu ona?" diye sordu, Yıldırım.

"Birilerinin hoşuna gitmedi. Lonca artık yok, en azından amaçlandığı şekilde. İkisini de öldürdüler," diye kısa bir cevap verdi, Engar "Yugi beni bulduğunda, peşimden yolladıkları kişilerden kaçıyordum."

"Özür dilerim, Engar, bilmiyordum," dedi Yıldırım, bu kadar kişisel bir bilgi karşısında gerilerek.

"Niye özür diliyorsun ki? Senin suçun değil," dedi ve ayağa fırladı adam. Canlılıkla devam etti "Eh, neyse! Bir gün Noraguni'ye döneceğim ve Kara Yıldız'ı eski haline döndüreceğim."

Yıldırım'ın aklına bir şey geldi ama kendisini tuttu. En azından ilk başta.

"Bütün bunlar bitince, ben biraz daha kafamı toparlamışken, sana yardım etmek isterim,," dedi adam, içinden gelen muhalefeti dinlemeden.

"Elbette, sadık çekirge!" dedi, Engar, tekrar göğsünü kabartarak.

"Yalnız bir şey soracağım, neden bana yardım ettin?" diye sordu, Yıldırım, buna anlam veremeyerek. Adamın bu kadar umursayacağını düşünmemişti.

"Çünkü..." diyen Engar, gizemli bir şekilde ona yaklaştı "... sana aşığım."

İki adamın gözleri, güneş batarken, kenetlendi bir anlığına. Ancak Yıldırım, bir haykırış koydu.

"NE?!"

Geri çekilen Engar, kahkahayı bastı.

"Yüzündeki ifadeyi görmeliydin!" dedi, hala gülmeye devam ederken "Hep sen ve Kueti mi uğraşacaksınız insanla?"

"Hay senin belanı..." diye söylendi genç adam fakat kendisi de gülüyordu "Öff, kafanı sikeyim. Neus kılıklı."

"Ağzına dikkat et, genç çekirge!" dedi Engar, biraz bozularak, ikisi hemen hemen aynı yaşlarda olsa da. Aklına bir şey gelerek ekledi "Ve bu antrenmandan Yugi'ye bahsetme, yoksa ikimizi de haşlar."
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: Celebhol - 14 Ocak 2018, 21:35:49
Bölüm 58 - Geleceğe

"Yıldırım'la konuşmana şaşırdım," dedi, gür ormanda, bir ağaçtan diğerine zıplayan Yugiera.

Onun paralelindeki bir ağacın dalına konan adam, dengesini sağladı ve bir diğerine sıçradı. Kadına yetişmekte zorlandığı belliydi.

"Bir iki laf ettik sadece," dedi, nefesinin arasından adam "Çok da önemli bir şey değil."

Kaptan, iki aylık görevinden yeni dönmüştü. Ona, bu süre içerisinde, Yıldırım ile birlikte antrenman yaptıklarını söylememişti ama konuşmalarından bahsetmişti. Ne de olsa, Yugi hala onun kaptanıydı.

"Bak şu tavırlara, umursamaz görünen ama aslında önemseyen tipi de oynarmış!" diye onu tiye aldı, hız kesmeden, dalların üstünden yoluna devam eden kadın.

"Bir şey oynadığım yok, seni çenesi düşük bunak," diye tersledi, düz saçları hızından dolayı uçuşan adam.

"Bunak mı?" dedi gülen kadın ve hala havadayken, ona nanik yaptı "Öyleyse bir bunağa yetişmekte zorlanıyorsun!"

Genç adam cevap veremedi, zira, rahat tavrına rağmen, kadın hızını arttırmıştı. Düz bir arazide ona yetişebileceğini düşünüyordu, hatta belki geçebilirdi bile. Ancak böyle bir coğrafyayı, Yugiera kesinlikle çok daha iyi kullanıyordu. Daha etkileyici olarak, heybetli kadın, bunu zırhına rağmen yapıyordu. Yugi'yi bildi bileli, hep bu göğüs zırhıyla dolaşmaktaydı. Herhalde, sadece banyo yaparken çıkarıyordu.

Bunların şu an önemi yoktu ve zaten sadece bir saniyeliğine gelip geçen düşüncelerdi. Sınırları zorladı ve atikliğini kullanarak, önündeki iki ağacın dallarına konmak yerine, gövdelerinden sıçrayarak zaman kazandı ve Yugi'yle aynı hizaya geldi. Hala hareket halinde olsalar da, yan sıradaki kadına, kendini beğenmiş bir ifadeyle baktı.

"Buna ne diyorsun?" diye sordu, gururla.

"Hah! Demek götünü kaldırabiliyormuşsun," dedi, alaycı sırıtışını kaybetmeyen kadın "Ancak bunu yapabilen sadece sen değilsin!"

Çelik mavisi saçlı kadın fırladı ve bir dala bile basmadan, önündeki ağaçlarda sekmeye başladı. Engar afallayarak ona bakmak zorunda kaldı. Bir, iki, üç, dört... kadın tekrar bir dala indiğinde, tamı tamına on dört ağaçtan sekmişti.

"Hadi, korkanın çocuğu olmaz!" dedi genç adam, kendi kendine ve sıçradı.

Birinci ağaçtan sekti. Ayağını bastığında, kütük gıcırdamış ve mantar dokusu ezilmişti. Momentumunu kaybetmeden ikinciye yollandı ve ona diğer ayağıyla kısaca temas ederek güç aldı. Dengesini ve devinimini koruyarak, üçüncüye fırladı. Daha doğrusu koruduğunu düşünmüştü. Hızda bir problemi yoktu fakat havada pozisyonu değişti ve kendisini, sırt üstü, ağaca uçarken buldu. Kocaman bir "küt!" sesiyle, haşmetli çınara çarptı ve aşağı düştü.

Düşerken kendisini toparlamayı başarmıştı ama incinen gururunu bu kadar kolay toparlayamazdı.

"Her zamanki gibi..." dedi, ileriden pişmiş kelle gibi sırıtarak yaklaşan kadın "... toz yuttun! Ah, keşke iyi birisi çıksa da, bu kadar sıkılmasam."

Sahte bir yakınmayla, iç çekti.

"Hah!" diye kollarını kavuşturdu, Engar "Senin yüz yılların oldu, ben daha sadece yirmilerimdeyim. Yirmi yıl sonra görürsün, kim neredeymiş."

"Anlamadım?" diyerek, eğildi ve kulağını ona yaklaştırdı kadın. Elini kenarına koyarak, daha iyi duymaya çalışıyormuş numarası yaptı "Ne? Yenilmeye doyamıyor musun? Ha?"

"Seni saygısız..." diyordu ki adam, konuşmaları gelen bir çağrı ile yarıda bölündü.

"Lütfen herkes eve gelsin, bir duyurum var."

Neus'un sesiydi bu. Kaptan ile birbirlerine şöyle bir baktıktan sonra, geldikleri yoldan -aynı şekilde- dönmeye koyuldular.

"Gerçekten, neden konuştun o çocukla?" diye sordu, kadın, iki dakika sonra.

Engar, gözünün ucuyla ona bir bakış attı. Dalların üstünde bir saniye bile durma gereği duymayan kadının yüzünde, ne bir alaycılık, ne de bir oyun vardı.

"İlla bir anlamı mı olması gerekiyor? Garez tutacak kadar ahmak birisi olmadığımı biliyorsun," diye belirtti.

Bu sefer, kadın onu süzmüştü.

"İyi," diye, onun cevabını kabullendi "Aranızda bir sorun olmaması güzel. Bir takım olarak çalışmanız için önemli. Ancak o ikisinden gözünü ayırma."

"Hah, elbette!" dedi, şaşırmayan adam "Herkes benim gibi olamaz. Merak etme, onları doğru yola sokacağım!"

"Sana bunu teklif eden mi oldu be?" diye azarladı onu kadın. Engar'ın bu kibrine katlanamadığı zamanlar oluyordu "Ama haklısın. Son aylarda sizi olabildiğince yönlendirdim ama kendi başınıza operasyon yapabilecek seviyede olmanız gerekiyor. Eiro--Yıldırım, duygusal olarak dengesiz ve Kueti de takım oyuncusu değil."

"Acemiler," diye burun büktü, adam.

"Daha bitmedi," diye devam etti, kadın "Senin de savaşacak birisi aramayı bırakman gerekiyor. Bu aptal egon yüzünden, Yıldırım'ı bulduğunuz görev neredeyse başarısız oluyordu ve ölüyordun. Bundan bir ders de almadın, hala aynı şeyleri sürdürüyorsun."

"Ama ölmedim," diye sırıtttı adam "Empusa denen o Ugi, bir dahaki sefere, neyle karşılaştığını anlayamayacak."

Yüzüne çarpan bir dalla afalladı. Az daha, yüksek hızda, yere düşüyordu ki, bir dala tutunmayı becerebildi. Dal, kafasına sağ taraftan çarpmıştı ve biraz önce bulunduğu ağacın bir parçası değildi. Yugiera fırlatmıştı.

"Gerizekalı!" diye kükredi, önündeki ağacın dalına konan kadın "Bunun bir şaka olduğunu mu sanıyorsun?! Orada neredeyse ölüyordun!"

"Basit bir Ugiyi bile yenemiyorsam, ne yapmamı bekliyorsun!?" diye karşılık verdi, kanayan yarasına aldırmayan Engar "Onlardan kaçmayacağım."

"Seni aptal çocuk. Senin gibi yüzlerce deli fişek gördüm, hepsi de öldüler ve bir çoğu takımlarına da zarar verdi. Bu yüzden şu inadını bir kenara bırak ve bir seferlik olsun, beni dinle!"

Kadının kalın sesi, dört bir yana dağıldı ve ormanda yankılandı. Uzaklarda bir yerde, korkan kuşlar uçuştu.

"Kendi loncana mı sahip olmak istiyorsun? İlk olarak, kendi timine liderlik etmeyi öğren!" diye ekledi, ona tepeden bakarak.

"Yugi?" dedi, başını kaldırıp, soran gözlerle ona bakan adam "Ne demek istiyorsun?"

"İnatçı bir Tirek olmasaydın, daha düzgün bir şekilde söyleyecektim. Ben yokken, vekaleti sana veriyorum," dedi, hala sert bir sesle fakat bağırmayı keserek "Yardımcı Kaptan'sın."

Engar bir kaç saniye sessiz kaldı. Olan biteni hazmetmeye çalışıyor gibiydi.

"Elbette varım!" dedi, ayağa kalkarken, karşı daldaki kadına bakarak "Seni hayal kırıklığına uğratmayacağım."

"İyi."

"Yine de, Yuria..." diye bir şey soracaktı ki adam, lafı yarıda kesildi.

"Yuria geçmişte kaldı," diye geçiştirdi kadın, elini şöyle bir sallayarak.

Yarım saat sonra, salona varmışlardı. Neus henüz ortalıklarda yoktu. Kueti elinde bir tepsiyle belirdi, yanında Yıldırım da vardı. Kıza hararetli şekilde bir şeyler anlatmaktaydı.

"... yani zaten orada ışın kılıcı denilen şey, aslında plazma kılıcı. Ayrıca bu seri zaten bilim kurgudan öte, fantastik bir şey."

"Anladım," diye yanıtladı kız, içlerinde bir şeyler tüten bardakların olduğu tepsiyi, koltukların arasındaki bir sehpaya koyarken "Bilim kurgu ne oluyor peki?"

"Hmm..." diye düşündü bir süre, Yıldırım "Sadece teknolojik bir şeyler olması yetmez. Aynı zamanda, bunların dayandığı bilimsel temeller de olmalı. Aynı zamanda, hayal etmesi çok da imkansız olmamalı. Bir gün, bilim kurgu filmleri de göstereyim."

"Ne filmi?" diye sordu, Engar.

"Aa, merhaba," dedi, onun yeni geldiğini fark eden genç adam "Hiç. Kueti'yle, hep, bir programlar izliyorduk. Bu sefer de, ben ona sevdiğim filmlerden birisini gösterdim. Serinin yeni filmi çıktı hatta, keşke sinemaya gidebilsem."

Bir an somurttu ama sonra, düşünceli bir ifadeyle etrafına bakındı...

---

"Bunu ne zaman soracağını merak ediyordum, Yıldırım," dedi, bir yandan kütüphaneden çıkardığı bir kitabı okuyan Neus.

"O zaman neden kendin önermedin?" diye sordu, genç adam "Madem bu kadar..."

Lafı yarıda kalmıştı ama laboratuvar önlüklü adam, onu anlamıştı.

"Önersem, kabul eder miydin? Bana kendin gelmen gerekiyordu. Kimse, istemeyen birisine, yardım edemez," diye açıkladı, soğukkanlılıkla.

"Doğru," dedi, Yıldırım adamın elindeki 'Rekombinant Kine Kullanımı ve Transformasyon' isimli kitaba gözü kayarak "Öyleyse, ne yapmam gerekiyor?"

"Açık konuşmak gerekirse, bu konuda sana çok fazla bir yardımım dokunamaz," diye bir beyanda bulundu, siyah saçlı adam.

"Ah..." dedi, diyecek bir şey bulamayan adam.

Neden bunun bir işe yarayacağını düşünmüştü ki zaten? Neus pek çok şey olabilirdi ama her konuda bilgisi olan, filmvari bir bilim adamı veya doktor olabileceğini düşünmek delilikti.

"Öyleyse--" diyordu ki, lafı yarıda kesildi.

"Ancak sana yardım edebilecek birisini biliyorum. Gel benimle," diyerek, yerdeki kapağı açtı.

Kalbi güp güp atmaya başlayan Yıldırım, bodruma uzanan merdivene baktı. Buraya ilk geldiğinden beri, Neus'un laboratuvarını merak ediyordu. O anki bütün sorunlarını unutarak, bir çocuk gibi, aşağı inen adamı takip etmeye koyuldu. İlk başta loş ışıktan bir şey anlayamasa da, gözleri kısa bir sürede adapte olunca, gördükleri karşısında nefesi tutuldu.

"Bu da ne?" diye, bir soluk salıverdi.

Yüzlerce, belki de binden fazla adımlık bir merdiven, yerin altına uzanıyordu. Siyah taştan yapılmış basamaklar gelen ışığın büyük bir kısmını emdiği için, insanın nereye adım attığını anlaması oldukça zordu. Kim böyle mantıksız bir şey inşaa edebilir ki, diye düşündü. Ancak, önündeki adamın sırtına bakınca, bu sorusunun cevabını çabucak buluverdi.

"Neden?" diye sordu, adamın onu anlayacağını bilerek.

"Neden olmasın?" diye başka bir soruyla yanıtladı, Neus, merdivenleri zorlanmadan inerken "Her sorunu cevaplayacağım algısına nereden kapıldın?"

Rahatsız oldu, bu cevaptan. Adam, sırlarını belki de çok fazla seviyordu.

Bir süre sonra, aşağı vardıklarında, Yıldırım'ın göz bebekleri büyümüştü. Cılız ışıkta, aşağı düşmemek için odaklanmaktan dolayı ter basmıştı. Gergin gergin nefes alış verişi düzene girip, rahatladığında, etrafına baktı ama doğru düzgün bir şey göremedi. Merdivenle aynı maddeden yapılmış siyahlık uzayıp gidiyor ve nereden geldiği belli olmayan bir ışık tarafından aydınlatılıyordu. Sanki...

"Anasının amı..." diye kelimeler döküldü ağzından "Vay amına koyayım. Sen ciddi misin?"

Bunu daha önce neden akıl edememişti ki? Işık, taşın kendisinden geliyordu! Bütün ışığı emen madde, tamamen zıt bir şekilde, aynı zamanda ışık yayıyordu. Böyle bir şey, anomali cebinde bile olsa, nasıl mümkündü?

Neus, parmağını şıklattı ve bununla beraber, taşlardan yayılan ışık, bir anda artmaya başladı. Duvarları kaplayan maddenin tonu da değişiyor, açılıyordu. Bir kaç saniye içinde, yüzlerce metrelik duvarlar, gözler önüne serildi.

"Hoş, değil mi?" diye sordu, adam, kendinden hoşnut bir şekilde.

Yıldırım, adamın, merdivenleri sırf bu huşu etkisini uyandırmak için karanlık bırakıp bırakmadığını merak etti. Ancak bu düşüncesi, gördükleri karşısında eriyip gitti. Bölmelere ayrılmış bodrumun, kendi içinde binaları vardı! Buna bi laboratuvar demek, bir canlıya sadece bir grup molekül demek gibi olurdu. Çok daha fazlasıydı. Evlerden kimisi ışık geçiriyordu, kimisi geçirmiyordu. Görebildiklerinden birisinde, sadece bacak ve belden oluşan bir robot, koşu bandında, depar atıyordu. Bir başka binada, bugüne kadar görmediği acayip hayvanlar bulunmaktaydı. Üç metrelik yaratıklar, kuş gibi tüylüydü fakat kimi yerlerinde, pul pul derileri görünüyordu. Bazıları kahverengi, bazıları beyazdı, bir çoğu ikisinin karışımıydı. Alt ve üstten basık bir kafaya, pörtlek, kocaman gözlere ve aynı büyüklükte burunlara sahiptiler. Binanın ses yalıtımı olmalıydı ki, geniş ağızlarını açtıklarında, ne tarz bir ses çıktığı duyulmamıştı. Aslında, bütün kalabalığa rağmen, etraf genel olarak sessizdi.

Gözünü başka bir tarafa çevirmesiyle, salondakinden -hem enine hem de boyuna- katlarca daha büyük bir kütüphaneyle karşılaştı. Bay Pandemonium'a benzeyen bir küre, havada uçuyor ve kitapları karıştırıyordu.

"Ne-neus!" diyebildi, heyecandan patlayarak "Burası muhteşem bir yer! Nasıl?!"

"Buradaki anomali cebine, ben istemedikçe, hiç bir Ugi'nin giremeyeceğini söylemiştim," diye yanıtladı, sırıtan adam. Magnum opus'unu sunan bir sanatçı gibi, kollarını iki yana açtı "Burası, anomalinin kalbi, benim anomalimin!"

"Bu... ben... yine de nasıl...?" diye sayıkladı, genç adam.

"Her şeyin bir zamanı var," diyen adam, yürümeye koyuldu.

Onu takip eden Yıldırım, kasaba gibi olan bu yere baktı. Havada, mekanik kuşlar uçuyordu. Bir tanesinin bir yarısı sentetik, diğer yarısı organikti. Binaların arasında dolanan küçük ve yayvan robotlar, yerdeki tozu ve kiri alıyordu. Genç, sağındaki binaya bakınca "Moleküler Kine Genel Lab." yazılı olduğunu gördü. Soluna baktığında "Ugi Fizyolojisi" yazısını gördü. Devam ettikçe, kimilerinin adını bile anlamadığı pek çok binayla karşılaştı.

"Ahh, Bay Neus, hoş geldiniz," diyen, tanıdık bir robotik ses duyuldu "Kusura bakmayın, kuş örnekleriyle ilgili küçük bir sorun yaşadık. Şu an ilgileniyoruz."

Kuşların peşinden giden, Bay Pandemonium'a benzer pek çok küre görüldü. Küfürler eden ve bağıran robot sürüsünden korkan kuşlar, hızlarını arttırdı ve dört bir yana dağıldılar. Küreler bir an durdular ve kafaları karışarak, bakındılar.

"Ne duruyorsunuz be ahmaklar! Yakalayın onları!" diye emretti, Pandemonium ama hemen nazik bir tona geçerek, önlüklü adama döndü "Özür dilerim, Bay Neus, bu yeni modeller biraz aklı havada tipler."

Yıldırım, bir espri yapmamak için kendisini zor tuttu.

"Onları kötü tasarladığımı mı söylüyorsun, Bay Pandemonium?" diye sordu Neus ve inledi "Kalbimi kırıyorsun!"

"Ah, hayır, efendim, kesinlikle hayır! Asla böyle bir şey iddia etmem!" diye bir çırpında konuşuverdi, paniğe kapılan robot. Öyle ki, biraz daha sürdürse, neredeyse terler gibi makine yağı akıtacağına yemin edebilirdi, genç adam.

"Ah," dedi Neus "Neredeyse unutuyordum." Bunu demesiyle beraber, elini tekrar şıklattı.

Beyaz duvarlar değişerek, mavi bir göğe dönüştü. Devasa odanın köşeleri bile belli olmuyordu. Duvarların bulunduğu yerlerde, üç-dört metrelik kayalıkların görüntüsü belirmişti. Şu an bir odada bulunduklarını bilmeseydi, Yıldırım, dışarıda olduklarına yemin edebilirdi.

"Böylesi daha iyi," dedi adam ve Yıldırıma, gözünün ucuyla bir bakış attı.

Ağzı beş karış açık kalmıştı gencin. Yaşayan ve nefes alan bir kasabanın ortasına düşmüş gibiydi. Küfreden robotlar hariç, her şey olabildiğine sessizdi fakat yine de bir devinim, her tarafı kaplamıştı.

Adama bunun nedenini sormak için ağzını açmıştı ki, Neus, ondan önce lafa girdi.

"Biraz sonra göreceğin şeye, kimseden bahsedemezsin. Bu evde, Yugiera ve benim dışımda, bunu bilen yegane kişi olacaksın."

Başıyla onayladı onu, genç adam.

Bir süre sonra, en köşede bir yerde bulunan bir binaya vardılar. İçeri girdiklerinde, binanın merkezinde bulunan yuvarlak bir platform karşıladı onları. Yerde otuz santim kadar yükseklikte bir çıkıntı oluşturan bu halka, odanın geri kalanı gibi, tek bir kısmı hariç, bembeyazdı. Platformun dışına yakın bir yerde, siyah bir halka kazınmıştı ve platformun iç kısmını tamamen çevreliyordu.

Bir düğmeye bastı adam ve siyah halka, açık mavi bir şekilde ışımaya başladı. Saniyeler geçtikçe, daha da artan bir vınlama sesi binayı kapladı. Platformun içinde bir şeyler dönüyor olmalıydı. Bir kaç saniye sonra bir gümleme duyuldu ve Yıldırım, ışıktan kamaşan gözlerini kapadı. Onları açtığında, gördüğüne inanamadı.

"Seni tembel adam, beni saatler önce alacağını söylemiştin ama asırlardır bekliyorum!" diyen, bir kadın sesi duyuldu.

"Özür dilerim," diyen Neus, eğilerek selam verdi, platin sarısı saçlı kadına "Başka işlerim çıkmıştı."

"Hıh!" dedi kadın, düz burnunu dikerek "Dua et ki, iyi ücret ödüyorsun. Yoksa seninle işim, yıllar önce bitmişti."

"Pek tabii," diye onayladı Neus.

Kısa, gri bir etek giymiş kadın, Yıldırım'a bir bakış attı.

"Demek sonuda bizi tanıştırmaya karar verdin?" dedi, sadece en üst iki düğmesi açık olan bembeyaz bir gömlek, ve eteğiyle aynı tonda, gri bir blazer giymiş olan kadın.

"Evet. Tanıştırayım. Yıldırım, bu Majura. Majura, bu..." diyordu ki, lafı yarıda kesildi.

"Yıldırım. Evet, söylemiştin," dedi kadın ve altın rengi, yuvarlak ve ince telli gözlüğünü düzelttikten sonra, gence iyice baktı "Merak etme, Yıldırım. Oldukça iyi çalışacağımızı düşünüyorum."

"Eee, Neus, neler oluyor?" diye sordu, yanağını kaşıyan adam.

"Majura'yla bir süre önce iletişime geçmiştim. Bir süredir benim için çalışıyor ve seninle yapacağımız bu konuşmayı bekliyordu. Şanslısın ki, bugün başka bir şey için onu zaten çağıracaktım."

"Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, sizin davranışlarınızla ilgili, Neus bana danışıyor," dedi ve sol elini uzattı "Onca şeyi tek başına yapamazdı."

"Psikolog gibi bir şey misiniz?" diye sordu, açık tenli kadının elini sıkan Yıldırım.

"Lütfen," diyen, bir altmışlardaki kadın, omuzlarına inen düz saçlarını şöyle bir savurdu "Bu kadar basit bir şey değil. Bir akıl kaşifiyim ben."

"Eee.." diye bir şey çıktı ağzından adamın ama hemen kendini toparladı ve ekledi "Ne demek oluyor bu?"

Deniz yeşili gözler parladı.

"Sizinle küçük bir yolculuğa çıkacağız, ancak bir uyarıda bulunayım. Yöntemlerim tehlikeli bulunduğu için, mesleğimi icra etmemi engelleyen yasalar var. Neyse ki, Neus gibi açık görüşlü bireyler, böyle detaylara takılmıyorlar," dedi ve sağ elinde tuttuğu, büyük not defterini, göğsünün yanına doğru çekti "Senin için bir sorun olacak mı?"

Ne gibi bir seçeneği vardı ki? Herhangi bir şeyi kabul edecek hale gelmişti. İblis'in bir çözüm olmadığını artık biliyordu, yeni bir şeyler yapması gerekliydi.

"Hazırım."

"Peki öyleyse, hemen başlayalım," dedi, gülümseyen kadın.
Başlık: Ynt: İnsan ve İblis
Gönderen: magicalbronze - 20 Ocak 2018, 22:56:02
Forumun taşınması sebebiyle, hikaye artık aşağıdaki linkte devam etmektedir.

https://forum.kayiprihtim.com/t/insan-ve-iblis/279