Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: LegalMc - 11 Mayıs 2010, 16:00:19

Başlık: Roma ve Unutulmuş İmparator: Bölüm 1-6
Gönderen: LegalMc - 11 Mayıs 2010, 16:00:19
                                      Roma ve Unutulmuş İmparator

  Bir imparator... Roma'yı çöküşten kurtaran, batının tek hakimi yapan bir imparator. Ama onun tek suçu diğerlerinden farklı olması. En büyük sırrı ise bu farkı kendinden başka kimsenin bilmemesi. Ta ki ölene kadar. Gerisinde bıraktığı ise yükselmiş ama düşecek olan Roma İmparatorluğu ve üç değerli eşyası. Bu üç eşya karanlıkların içinde, çaresizce bulunmayı bekliyor.

  Bir çocuk... Kaderinden habersiz, normal bir hayata sahip olduğunu sanan bir çocuk. Ta ki imparatorlukla ilgili bir kitap okuyana kadar. Onun bilmediği bir şey vardı: İmparatorluğun kaderinin kendi kaderine bağlı olduğu. Böylece hem imparatorluğun kaderine hem de kendi kaderine yön vermek için o döneme gitmesi ve gerekli olanları bulması şarttır.



                                             İmparator ve çocuğu birbirlerine bağlayan ise kaderleridir...



                                                         LegalMc&RapMaster
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: brisingr - 11 Mayıs 2010, 18:13:12
 LegalMc senin Nick Turedo'n, RapMaster senin de Yılrım Yürek'in harika. İkinizin yazdığı hikayeyi okumak için ise sabırsızlanıyorum.
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: Elijah - 11 Mayıs 2010, 18:35:12
Çok teşekkürler,biz de ortaya nasıl bir şey çıkacak diye sabırsızlanıyoruz :)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: LegalMc - 11 Mayıs 2010, 19:15:27
Çok sağol :) Cidden daha biz bile doğru dürüst ortaya ne çıkacağını bilmiyoruz :D. Ama İnşallah güzel bir şeyler çıkar da siz okuyucularımızı mutlu ederiz :)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: Wanderer - 11 Mayıs 2010, 19:20:58
Sabırsızzlıkla bekliyorum... =)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: LegalMc - 11 Mayıs 2010, 19:22:18
Sağol, en yakın zamanda yazmaya çalışacağız :)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: mimoza - 12 Mayıs 2010, 09:51:13
Bekliyoruz hadi bakalım :D
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: brisingr - 25 Mayıs 2010, 18:53:56
LeqalMc ve RapMaster galiba SBS'den sonra yayınlamayı düşünüyorsunuz. Hadi bekliyoruz bakalım güzel bir hikaye çıkacağa benziyor.
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: LegalMc - 25 Mayıs 2010, 19:31:18
Evet, büyük ihtimalle SBS'den sonra. Bekleyin bakalım :P
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: Elijah - 25 Mayıs 2010, 20:31:05
Ben Sbsden önce bir bölüm yazma taraftarıydım ama yazamadık.Sbs den hemen sonra sizi bekletmeden  ilk bölümü yayınlayacağız (tabi sınavdan sonraki ruh halimize de bağlı :D).
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Bölüm 1) !!
Gönderen: LegalMc - 02 Haziran 2010, 01:02:31
Spoiler: Göster
Evet arkadaşlar! SBS'den önce ilk bölüm geldi.

Spoiler: Göster
Lütfen Ian'ı LAN diye okumayın İAN o :D

Spoiler: Göster
Uzun gibi görünüyor ama çoğu diyalog, lütfen üşenmeyin okuyun :)


Bölüm 1: Kütüphanedeki Adam ile Gerçek Dışı Konuşmalar

 “Anne onu da aldım!”
 
 “Tamam, karşıdan karşıya geçerken çok dikkat et!”
 
 “Olur, önce arkama, sonra yukarı sonra tekrar arkama bakacaktım değil mi?”
 
 “Ne?! Hayır, önce sağa, sonra so…”
 
 “Sadece şaka yapıyordum anne, hadi ben çıkıyorum”

 “Görüşürüz Ian.”

  Kapıyı hafifçe arkamdan kapadım ve daracık apartmanımızdan kütüphanenin yolunu tuttum. Kitap kurdu edebiyat hocamız, benden yine büyük ihtimalle tiksineceğim bir fantastik kitabı istedi. Peki ben neden mi alıyorum? Çünkü evi iki sokak ötede, her hafta iki kez bizi ziyaret edip özet ister. Anlayacağınız Prof. Hardley (böyle hitap etmemizi ister) bu derece takıntılı bir hocadır.
 
  Kitabın ismi de ayrı bir hoş:”Roma ve Unutulmuş İmparator.” Aslında Roma İmparatorluğuna ilgim vardır ama adı üstünde adam unutulmuş. Çok sevdiğim sokaklardan birine gelmiştim; yemyeşildi. Belki de koskoca İtalyada ki en ağaç dolu sokak burasıdır. Boyları onbeş metreyi bulan çeşit çeşit ağaçların ardındaki evler de çok nostaljikti, panjurları ahşaptandı, aslında çoğu yeri ahşaptı beyaz evlerin. Yol da baklava şeklinde taşlardan yapılmıştı, kaldırım yarı çimen yarı taştı. Fakat bu taşların üstü işlenmişti ama sanki aradan yüzyıllar geçmiş gibi, işlemeler bayağı bir yok olmuştu.  Zamanında bu sokakta bir şeyler olduğu kesindi.
 
  Tekrar araba ve insan dolu sokaklara dönmüştüm. Ana cadde ortasından geçen vızır vızır arabalarla hiç çekilmez bir hal almıştı. Üzerimdeki bol t-shirt ikide bir havalanıyordu, bu da beni komik yapıyordu. Can sıkıntısından yolda bulunan, dün yağan yağmurun oluşturduğu su birikintilerine basa basa gidiyordum. Bu yaptığım saçma hareket sonucu hemen yanımdan geçmekte olan adamın paçalarını ıslattım. Başta sona kahverengi giyinmiş, kafası ayna derecesinde kel ve boynunda garip şekilli, yanığa benzeyen bir yara bulunan adam önce paçasına, sonra bana baktı. Adam da dibimden yürüyordu, ben ne yapayım!

“Özür dilerim, şey..”

“Hiç önemli değil, bir şey olmaz.”

“Tamam o zaman, tekrar özür dilerim.”

“Önemli değil. Görüşürüz Ian.”

 Tam önüme dönmüştüm ki, sanki önümde kitaplardan fırlama bir canavar görmüş gibi kaldım. Adımı nereden biliyordu? Bu gibi anlar sadece filmlerde olur diye düşünüyordum, ama benim başıma gelmişti işte!
 
 “Hey! Geri dön!”

 Arkamda yürümekte olan on kişi bana baktı, ama o adamdan eser yoktu…

 “Hayal, bu sadece bir hayaldi. Bak kimse görmemiş, Ian kendine gel! Daha ödevi yapman lazım” diye kendi kendime söylene söylene 150 metre ilerideki eski “Telloini Kütüphanesi”ne hızlı adımlarla yürümeye başladım. Kütüphane büyük olmasına büyüktü ama o kadar eskiydi ki içerideki tahtalar gıcırdıyordu.

  Dış duvarları kabarmış ve dökülmüş turkuaz rengindeki koca kütüphanenin önünde durdum. Boyumun iki katı uzunluğundaki kırık dökük kahverengi kapıya baktım. Edebiyat hocama birkaç nazik (!) küfür edip menteşelerinin yıllardır yağlanmadığı anlaşılan kapıyı gıcırdatarak açtım. O toz kokusu hemen burnuma gelmişti. Sırat köprüsüne adım atar gibi ilk adımımı dikkatlice attım. Ama bu dikkatli adımım bile tahtaların iç kaldırıcı bir şekilde gıcırdamasına engel olamamıştı. Tahta gıcırdayınca önce Madam Tonnie (girişteki görevli) sonra kütüphanenin ilk katındaki 4-5 kişi kitaplarından kafalarını kaldırıp meraklı bir şekilde baktılar. Ardından tekrar kitapların sayfalarına gömüldüler. Yavaş adımlarla Madam Tonnie’ ye yürüdüm.

 “Merhaba Madam Tonnie.”

 Madam Tonnie, kızıl kıvırcık saçlı, kırışık suratlı, yaşlı, iri ela gözlü, kızıl gözlükleriyle dikkat çeken şeker ve anlayışlı bir kadındı. Bana her geldiğimde yardımcı olur.

 “Merhaba Ian. Bugün ne istiyorsun bakalım?”

 Yine içimden edebiyatçıyı anarak:

 “Roma ve Unutulmuş İmparator. Sanırım bir üçlemeymiş, ama ikinci ve üçüncü kitapların varlığından şüpheliyim.”

 Yaşlı kadın bir an sessizleşti ve eğer müzeye gönderilse tarihi eser olarak değerlendirilebilecek bilgisayarından aradı ve:

 “Evet, o kitap var. Yalnız dediğin gibi sadece ilk kitabı var. Ve bu kitapta…”

  Sanırım bilgilere ulaşmaya çalışıyordu, bekledim.

 “1952’de yazılmış. Neyse gel benimle.”

  Ayağı kalktı, kırmızı topuklu ayakkabısı tahta zeminde daha çok ses çıkartıyordu. Sonra bir kitaplığın önünde durduk. Madam Tonnie içeri doğru değişik bir isim söyledi. İçeriden filinta gibi bir oğlan çıkageldi ve kadının sopasıyla gösterdiği kitabı raftan indirdi. Kadın eliyle sayfaları bir yokladıktan sonra:

 “Al bakalım delikanlı, aradığın kitap bu.”

 “Teşekkür ederim Madam Tonnie.”

  O yerine dönerken elimdeki kitaba baktım. Yaklaşık 350 sayfa vardı ve kapağı da tozlu, eski ve pek dikkat çekmiyordu. Gidip ön sıralardan birine oturdum ve kitabı okumaya başladım. Kendimi kaptırmıştım, ta ki kapıdan siyah şapkalı, siyah cübbeli, gergin yüz hatları tamamen belli olan, kıvırcık sakallı bir adam içeri girene kadar. Adamın tipi öyle garipti ki bütün dikkatim dağılmıştı. Adam sessizce Madam Tonnie’yle konuştu. Kadın ona bir kitap verdi. Sonra tam kitaba yeniden başlıyordum ki adam gelip yanıma oturdu.

 “Merhaba.”

 Tanımadığınız bir adamın durup dururken size merhaba demesi garip olabilir ama kütüphanede bu gayet normaldir.

 “Merhaba.”

  Gülümsedim. Adam elimdeki kitabı incelemek ister gibi baktı ben de kitabı görebileceği bir şekilde önüme koydum. Adam bana bakarak:

 “O kitapta anlatılanların gerçek olduğu söylenir.”

  Bu imkansızdı çünkü kitapta büyücü falan diyordu, böyle şeyler anca kitaplarda olur.

 “Hiç sanmıyorum, büyücüler var bir kere. Böyle şeyler imkansız, zaten adı üstünde fantastik bir kitap bu. Ve bir de bir şey sormak istiyorum. Bu üçlemenin 2. ve 3. kitaplarını biliyor musunuz?”

  Adam önce bilmiş bilmiş baktı.

 “Tarihi yazmak için gerekli olan kalem öyle bir kalemdir ki; onu eline alıp yazmak yürek ister. Yazarın ya ömrü yetmemiştir, ya da yüreği. Kitabın gerçekliğine geldiğimizde ise, tarihçiler buna gülüp geçer, fakat bir bilim adamı var ki, herkesin ona deli demesine rağmen o kendi çabasıyla yaptığı araştırmalarla bunun gerçekliğini sonuna kadar savunur


  Bu dönemlerde bilim adamlarına güvenilmeyeceğini biliyordum. Hele deli diye nitelendiriliyorsa, hiç inanmayacaksın.

 “Bilim adamları gerçeğe karşı çıkan her şeye inanır ve savunurlar,” dedim.

  Adam bilmiş bilmiş baktı, dudağını büktü ve:

 “Ama o döneme gitmek güzel olurdu, istemez miydin?”

  Böyle bir şeyi kim istemez ki diye düşündüm.

 “Tabii ki de isterdim, bu inanılmaz olurdu ama…”

  Tam devam edecektim ki adamdan “zırrr… zırrr…” diye sesler gelmeye başladı. Bunun telefon olduğunu anlamam birkaç saniyemi almıştı. Adam cebinden telefonu çıkardı, uzaklaştı ve konuşmaya başladı. Kısa bir görüşmeden sonra bana “Görüşürüz” dedi ve Madam Tonnie’ye gitti. Kitabını verdi ve birkaç şey daha söyledi. Sonra saatime baktığımda akşam yemeği saatinin geldiğini fark ettim. Hemen ayaklandım, girişteki tezgahın üstüne kitabı bıraktım, kapıyı açmaya kalkıştığım anda Madam Tonnie’nin ince sesini duydum.

 “Ian, bu kitap satın alındı. Evine götürebilirsin.”

  Önce kısa bir şok yaşadım, sonra kimin aldığını sormam gerektiğini içimden tekrarladım.

 “Kim aldı ki?”

 Madam sesini alçaltarak:

 “Şu biraz önce çıkan, siyah giyinmiş yaşlı beyefendi bu kitabın size yararı olacağını söyledi ve ücretini ödedi.”

  Bu kitabı bırakmam gerektiğini ve adamı bulup hesap sormam gerektiğini düşündüm. Fakat sonra “Bana ne!” diyerek kitabı elime alıp çıktım. Çok pahalı bir kitap değildi zaten, hem ödevim de vardı. Hava kararmaya başlamıştı ve sert bir rüzgar doğudan esiyordu. Saçlarım rüzgarda havalandı. İçimden dönüp kütüphaneye bakmak geldi, sanki onu bir daha göremeyecektim. Son bir kez tozlu kokuyu burnuma çektim ve eve doğru yola koyuldum.


                                                                LegalMc&RapMaster
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: Vega - 02 Haziran 2010, 12:08:54
İlk okuma ve yorum benden!
Öncelikle 1. tekiil şahıs olarak anlatımınız hiç yapmacık ve bayağı değil.Bunun için sizi kutlamak istiyorum.Tabii uzun zamandır ikinizinde 1. tekil şahısa idmanlı olduğunuzu unutmamak gerek.

Fantastik Edebiyat sevmeyip de böyle bir dünyaya girmesi çok hoş olabilir.Ve ayrıca şu sözü ne kadar önceden de bilsem hikayenin içihnde kullanılması çok hoşuma gitti:

Tarihi yazmak için gerekli olan kalem öyle bir kalemdir ki; onu eline alıp yazmak yürek ister. Yazarın ya ömrü yetmemiştir, ya da yüreği.

Yeni bölümü sabırsızlıkla bekliyorum.
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: Elijah - 02 Haziran 2010, 18:26:12
Çok teşekkürler, o sözü LegalMc bulmuştu. Bende ilk okuduğumda çok beğenmiştim. :)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: brisingr - 02 Haziran 2010, 18:39:10
   2. yorum da benden olsun bakalım.

   Hikaye güzel başladı, gayet samimi bir üslupla yazılmış bu da hikayenin anlatımını güzelleştirmiş. Lord Vega'nın da dediği gibi ikiniz de 1. tekil şahıs anlatımına idmanlısınız burada da 1. tekil şahıs anlatımında sorun yok. Uzun süredir beklediğimize değecek gibi gözüküyor. Umarım diğer bölümleri de arayı açmadan yayınlarsınız.
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Fragman!)
Gönderen: LegalMc - 02 Haziran 2010, 22:38:22
Yorumlar için teşekkürler öncelikle. 1. tekil şahıs meselesine gelirsek, ısınmadan maça çıkmak istemedik :). Samimiyet zaten 1. tekil anlatımın yapıldığı hikayelerde aradığım şeylerden biridir. Beğendiğinize sevindim. Arayı açmadan yazarız umarım :).
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: PeriPeLLa - 08 Haziran 2010, 15:36:16
çok güzel olmuş ellerinze sağlık (:

Tarihi yazmak için gerekli olan kalem öyle bir kalemdir ki; onu eline alıp yazmak yürek ister. Yazarın ya ömrü yetmemiştir, ya da yüreği. Kitabın gerçekliğine geldiğimizde ise, tarihçiler buna gülüp geçer, fakat bir bilim adamı var ki, herkesin ona deli demesine rağmen o kendi çabasıyla yaptığı araştırmalarla bunun gerçekliğini sonuna kadar savunur

 
bu sözü sevdim (:
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: LegalMc - 08 Haziran 2010, 19:01:03
çok güzel olmuş ellerinze sağlık (:

Tarihi yazmak için gerekli olan kalem öyle bir kalemdir ki; onu eline alıp yazmak yürek ister. Yazarın ya ömrü yetmemiştir, ya da yüreği. Kitabın gerçekliğine geldiğimizde ise, tarihçiler buna gülüp geçer, fakat bir bilim adamı var ki, herkesin ona deli demesine rağmen o kendi çabasıyla yaptığı araştırmalarla bunun gerçekliğini sonuna kadar savunur

 
bu sözü sevdim (:

Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkürler :).Ve evet o sözü biz de beğenerek yazdık :)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: Elijah - 12 Haziran 2010, 00:33:48
                                                      Bölüm 2: Sıradan Bir Çocuk

  Islanmış paltosunu tozdan rengi gözükmeyen koltuğa bıraktı. Siyah şapkasını kırılmış askılığa koydu. Etraf kapkaranlıktı, ama adam buna alışıktı. Ne de olsa burası eviydi, tabi buraya ev denirse… Bir zamanlar koyu kırmızı olan duvarlar şimdi harabeye dönmüştü.  Duvarda asılı tablolar yüzyıllar öncesinden kalma gibiydi. Çalışma (!) masasının üzerine bıraktığı kaşarı donmuş, sucuklu, mısırlı, zeytinli pizzanın bayat kokusu tüm eve yayılmıştı. Evin lambası yoktu, masanın üzerinde duran ve nadiren kullanılan masa lambası dışında.
 
  Adam yavaş hareketlerle masasının yanına geldi, yorgun bir şekilde oturdu sandalyesine. Başını kaldırıp yanındaki duvara asılmış eski tabloya baktı. Bir savaş resmedilmişti, eski bir savaş… Silahlar yoktu. Kılıçlar ve oklar, savaş sebebiyle kırmızıya bürünmüştü. Adam sanki eski anıları depreşmişçesine gülümsedi. Gülümseyince yüzündeki onu çok daha yaşlı gösteren kırışıklıklar daha da belirgin bir hal aldı.

  Sonra masasının köşesine koyduğu fotoğrafı gördü. Bu fotoğraf evdeki çoğu eşyaya göre yeni sayılabilirdi. Eline aldı ve lambayı açtı. 25 çocuk ağızlarını sonuna kadar açmış gülümsüyordu resimde. Bazıları sıranın üstüne çıkmış, bazıları sandalyelere oturmuş okul formalarıyla resim çektirmişlerdi. Ama adamı kırmızı kalemle yuvarlak içine aldığı çocuk dışında kimse ilgilendirmiyordu. Zaten bu yere ve bu zamana gelme sebebi de oydu. Kumral ve dağınık saçı o resimde iyice birbirine girmişti. Ela gözlü, hafif sivri burnu ve sağ kaşının üstündeki eski ve minik yarayla diğer çocukların arasında dikkat çekmiyordu.

  Adam fotoğrafa bakınca evine gelme amacını hatırladı. Sağa doğru eğildi ve masanın gıcırdayan çekmecesini açtı. İçinde dağınık ve tonla yazı bulunan kağıtları eliyle biraz daha dağıttı. Aradığı kağıdı bulduğunda, kulağı tırmalayan sesle çekmeceyi  kapattı. Kağıdı lambaya yaklaştırdı ve el yazısıyla yazılmış cümleleri yarısı boş evde yankılanan titrek sesiyle okudu:
 
" Doğum Yeri: Floransa
    Doğum Tarihi: 03.05.95
    Annesinin Adı: Susan Dimenticato
    Babasının Adı: Silvio Dimenticato
 
  İngiltere doğumlu annesi 19 yaşındayken eğitimi nedeniyle İtalya’ya taşınmış. Silvio ile Floransa Üniversitesinde tanışmış ve tanıştıktan 5 yıl sonra evlenmişler. Sorunsuz geçen evliliklerinden 2 yıl sonra bebekleri dünyaya gelmiş. Fakat bebeklerinin doğumundan hemen sonra yaşadıkları korkunç olay sebebiyle Napoli’ye taşınmışlar. Napoli’de kıyıya yakın, sakin bir eve taşınmışlar. Fakat felaket onları burada da bırakmamış. Anne ve baba işleri sebebiyle çocuğu 5 yaşında anaokuluna vermişler. Yazıldıktan kısa bir süre sonra trajik bir şekilde anaokulu yanmış.
 
  Daha sonra çocukları San Petuia okulunda öğrenime devam etmiş. Orada arkadaşlarıyla geçinememiş ve içine kapanık tek başına okumuş. Çocuk resim çizme ve şifre çözmede iyiymiş. Dedektif kitapları okumuş.
 
  10 yaşında bir gün okula giderken hemen önünde bir kaza gerçekleşmiş, mucizevi bir şekilde o olaydan da kurtulmuş. Çocuk okulunda iyi geçinemeyince, evlerinin kuzeyindeki Giuseppe Lisesi’ne yazdırmışlar. Şu an hala orada okuyan çocuk,”
adam burayı okurken hafifçe gülümsedi “ Giuseppe’ye yeni gelen edebiyat öğretmeni tarafından koruyup kollanıyor. Okulda sadece edebiyat ve tarih dersi iyi, diğer derslerle pek arası yok.” Adam okumayı bitirdi ve ifadesiz bir şekilde mırıldandı:

5 yıl arayla…”

 Sonra masada duran takviminden tarihi kontrol etti: Mayıs ayının 3’ü yuvarlak içine alınmıştı. Kafasını kaşıdı ve pofladı. Kağıda birkez daha kabaca göz gezdirdikten sonra çekmeceyi açıp çocuğun yarıyıl karnesinin bir kopyasını kontrol etti:

İtalyanca –Dil Bilgisi-  3
İtalyanca –Edebiyat-  5
Geometri                  3 
Cebir                       2
Tarih                       5
Fizik                        3
Kimya                      3
Biyoloji                     4
Yabancı Dil               4


 Notlara göz gezdirdikten sonra karnenin sağ alt köşesinde bulunan mühürü gördü. Bu mühürü o basmıştı oraya. Sadece onun karnesine basmıştı. “Acaba fark etti mi?” diye içinden geçirdi. Bu sefer masanın sol bölümüne eğildi, çekmeceyi açıp içinden pek kullanmadığı gözlüğünü çıkardı. Üstünde çizikler birikmiş gözlüğüyle mühüre dikkatlice baktı. Ve umduğu şeyi gördü.

 Çıkardığı kağıtları tekrar çekmecelere depiştirdikten sonra tozlu koltuğa oturdu ve düşündü:
“Bu çocuk sıradan gibi gözüküyor ama değil, kesinlikle sıradan değil…”


                                                      LegalMc&RapMaster
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: brisingr - 12 Haziran 2010, 10:49:48
Yine güzel bir bölüm olmuş. Kafamda bir soru oluştu şimdiden " O felaketleri yapan kim? " diye. Bakalım ileride cevaplanır herhalde.

Daha sonra çocukları San.

1. bölümdeki çocuktan bahsettiğinizi düşünerek San, Ian değil miydi? Yoksa başka birinden mi söz ediyor?
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: Wanderer - 12 Haziran 2010, 11:38:38
İlk bölümü de ikinciyi de şimdi okudum... Çok güzel bir (iki) giriş bölümü olmuş... =) Ellerinize sağlık, ayrıntılı bir yorum yapmak için devamını bekliyorum... =)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: LegalMc - 12 Haziran 2010, 13:59:38
Yine güzel bir bölüm olmuş. Kafamda bir soru oluştu şimdiden " O felaketleri yapan kim? " diye. Bakalım ileride cevaplanır herhalde.

1. bölümdeki çocuktan bahsettiğinizi düşünerek San, Ian değil miydi? Yoksa başka birinden mi söz ediyor?

San Petuia okulun adı,çocuğun adı Ian yani :)

Neyse teşekkürlerokuduğunuz ve yorumladığınız için :)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: Vega - 12 Haziran 2010, 14:23:49
Bu bölüm oldukça gizemliydi.Bu adamın kim olduğunu merak etmekle beraber bir kaç soru işareti aklımdan silindi.
Peki ya o resimdeki çocuklar kimdi?O mühür ne anlama geliyordu?O belgeler adama nasıl ulaşmıştı? Tüm bunların cevabı bir dahaki bölümlere!
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: Elijah - 12 Haziran 2010, 15:58:54
Bu bölüm oldukça gizemliydi.Bu adamın kim olduğunu merak etmekle beraber bir kaç soru işareti aklımdan silindi.
Peki ya o resimdeki çocuklar kimdi?O mühür ne anlama geliyordu?O belgeler adama nasıl ulaşmıştı? Tüm bunların cevabı bir dahaki bölümlere!

Kafanızda soru işareti bırakabildiysek ne mutlu bize  :)
Aynen dediğin gibi, bir dahaki bölüme...
Ama tabi daha sonrada açıklayabiliriz cevapları.
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: LegalMc - 13 Haziran 2010, 09:38:35
Birdahaki bölüme veya ondan bir sonraki bölüme veya ondan bir sonraki bölüme :P
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: PeriPeLLa - 15 Haziran 2010, 17:32:25
çok güzel olmuş
ellerinize sağlık (:
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: LegalMc - 15 Haziran 2010, 19:02:43
Teşekkürler :)
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: LegalMc - 17 Ağustos 2010, 21:39:03
Bu akşam yeni bölüm gelecek arkadaşlar. Ama bundan sonraki bölüm yine uzun bir devre arasına uğrayabilir.
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator
Gönderen: LegalMc - 18 Ağustos 2010, 00:14:48
Ve geldi;


                                                      3.Bölüm: Aksilikler

  “Heyy! Önüne baksana genç budala!”

 Taksi şoförü bu sözleri kırmızı ışıkta geçen 15 yaşında yaklaşık 55-60 kilolarında, saçı yağmurla birlikte daha da dağınıklaşmış, üstünde “Peace” yazan yeşil bir tişört ve krem rengi bir kapri bulunan ve ela rengi gözlerini sonuna kadar açmış bir çocuğa söyledi. Çocuk kısık ve ürkek bir sesle:

 “Çok özür dilerim.”dedi.

  Ona az daha çarpmak üzere olan taksinin önünden koşarak uzaklaştı. Çocuk oldukça korkmuştu etrafına huzursuzca bakına bakına koşuyordu. Eve az kalmıştı. Tam yokuş yukarı çıkarken arkasında çığlık atan bir çocuk sesi duydu ve hemen başını oraya çevirdi. Korkuyla birlikte elindeki tarihi eser derecesindeki kitabı sıkı sıkı kavradı. İşte o sırada adamın biri hızla ona çok sert bir şekilde, kaslı omzuyla çarptı. Çocuk kısa bir çığlığın ardından kafasını yere çarptı. Kafasının arkasında bir sıcaklık hissetti, başı kanıyordu… Ayağa güç bela kalktı ve tek gördüğü az önce ellerinde olan tarihi eser değerindeki kitabı, yine tarihi eser değerindeki eski ve yırtık bir torbaya koyarak tabana kuvvet kaçan kel bir adam…

  Eve doğru giderken yüzlerce kez o adamı düşündü, karşısına iki kez çıkmıştı… O eski püskü kitabı neden ondan almıştı ki? İçinde önemli bilgiler mi vardı, onun bilmemesi gereken önemli bilgiler. Başına eczaneden aldığı bezi sarmıştı çocuk, pek fazla ağrı yoktu ama çok kanadığı kesindi. Pislik herif! Diye içinden geçirdi yaralı, genç çocuk. O adamla bir kez daha karşılaşacağını kesinlikle biliyordu.

  Bu düşüncelerle evin kapısının önüne geldi. Derin bir nefes aldı, bu yarayı görünce kim bilir annesi neler diyecekti? Cebinden anahtarının çıkardı, kapıyı açtı. Annesi oğlunu  görür görmez elindeki şeyleri arkasına sakladı. Ama çocuğun başındaki kanı görünce arkasına sakladığı süsleri ve şişirilmemiş balonları yere attı ve delicesine bağırdı:
 
 “Ne oldu sana böyle?! Başın kanıyor, seni kim dövdü!? Söyle!”

Annesi, oğlunun aldığı çoğu yaranın ilkokul döneminde yediği dayaktan olduğunu biliyordu, ve alışmış olacak ki başındaki kanamanın da dayak sonucu oluştuğu kanısına varmıştı.

“Kaldırıma takıldım ve kafa üstü düştüm, iyiyim. Sadece birazcık kanadı.”

“Birazcık mı? Bütün kafan kan olmuş! Bu nasıl bir kaldırımmış böyle?”

“Taştan…”

 “Hiç iyi bir yalancı değilsin.”

  Annesine yalan söylemişti çünkü “ Daha önce de gördüğüm kel bir adam bana çarpıp elimdeki beş para etmez kitabı alıp kaçtı.” deseydi annesi iyice panik olurdu. O yüzden klasik kaldırım bahanesiyle geçiştirdi. Daha doğrusu geçiştirdiğini sandı.

                                                            *  *  *

İnsanın kafasında sargı bezi varken doğum günü kutlaması gerçekten çok hoş oluyormuş. Evde 20 tane misafir var, ama kafa şişirici müzikler yok. Koltukta uzanıyorum, LCD televizyonumuzda en sevdiğim program açık oturuyorum. Kimse arkamda çıtını çıkartmıyor. Anlayacağınız rahatım. Annem yanıma yaklaştı ve yavaşça:

 “Oğlum, bari pasta üfleseydin. Adetlere uygun olsun diye.”

  Oflaya puflaya yavaşça başımı salladım, annem koşarak mutfağa gitti. Biraz sonra 15 mumlu bir pastayla salona girdi. Büyük teyzem Reminia ışıkları söndürdü, sonra herkes hep bir ağızdan, coşkusuz bir şekilde, yavaşça doğum günü marşını söylediler. Hafifçe doğruldum, pastayı önüme koydular. Pasta beyaz çikolata ve frambuazlıydı. Ciğerlerimi evmizin karbondioksit dolu havasıyla doldurdum ve mumlara doğru üfledim. Mumlar teker teker söndüler, tıpkı her gün sönen hayatlar gibi… Kalabalık yavaşça alkışladı, ama şiddetli bir şekilde üflediğim için başımın ağrısından onlara durun demek zorunda kaldım.

 “Sanırım hediye vakti geldi.”

  Reminia Teyze kızı Helani’yi yanına aldı ve gülümseyerek hediyesini uzattı. Hediyesi kocaman bir poşete konulmuştu fakat küçüktü. Elime aldığımda geçen yıldan beri istediğim telefon olan Nokia 5800’ı gördüm. İçimde bir şeyler kıpırdaşıyordu. Mutlu olmuştum sanırım, evet evet bu mutluluktu. Mutluluk bana göre; anne güvercinin yavruları için ağzında getirdiği solucan gibidir. Önce yerinde duramazsın, ama eninde sonunda tükenir. Yine de bu telefon hediyesi beni 1 ay kadar mutlu eder diye tahmin ediyorum.

 “Çok teşekkür ederim teyzeciğim” dedim ve gülümsedim.

  Daha telefonla hasret gideremeden burnumun ucundan başka bir hediye girdi, sonra bir başkası sonra bir başkası… En son annem ve babamın hediyesine sıra geldi. Meraktan çatlamak üzereydim çünkü ellerindeki poşet büyüktü. Ve sanırım ağır bir şeydi çünkü babamın sağ omzu, sol omzuna göre daha aşağıdaydı. İkisi de yanıma yaklaştı. Önce annem, sonra babam yanağımdan öptü.

  “Al oğlum, yeni yaşın kutlu olsun. Güle güle kullan.”

  Poşeti elime aldığım andan itibaren içinde ne olduğunu anladım. Bu da çok istediğim bir diz üstü bilgisayardı. Hediye paketini fütursuzca yırttım. Son model diz üstü bilgisayar, belki de bugüne kadar almış olduğu en iyi hediyeydi. Güzel bir son olmuştu.

  Herkes oturmaya devam etti, konuştular gülüştüler – halâ yavaşça. Sonra asansör sesi duyuldu. Ama sanırım sadece ben duydum bu sesi çünkü herkes hala konuşuyordu. Yavaşça kalktım.

  “Nereye Ian, bir şey istiyorsan getireyim oğlum.”

  “Hayır anne, sadece biraz yürüyeceğim.”

  Annem kafasını “Tamam” dercesine salladı. Kapıya doğru yavaşça yürüdüm, neden bu kadar önemsediğimi sorabilirsiniz. Belki yan komşuyadır diyebilirsiniz ama saat tam 23.33 ve bizim katımızda sadece biz varız. Kapıya yaklaştım, ve hiçbir zaman yaklaşmamış olmayı diledim. Çünkü anahtar deliğiyle oynanıyordu yavaşça. Bağırmaya çalıştım anne baba diye. Ama sesim çıkmıyordu. Sadece bekliyordum, kilit yavaşça dönüyor, kilit döndükçe benim başımda dönüyordu. Kilit son bir defa döndü ve kapı yavaşça aralandı. Kapı aralığından baktım ve 2 adım geriledim, çok korktum, hem de inanamayacağınız kadar çok. Kalbim belki de saatte 150 kilometreyle atıyordu. Yine o adam, yine o keltoş pislik! Sırtımı duvara dayadım, adam kafasını kaldırıp bana baktı, adamın koca kahverengi gözleri beni delip geçti resmen. Sonra da kurnazca gülümseyerek göz kırptı. Kara eldivenli elinde bir zarf tuttuğunu gördüm. Zarfı kapı aralığından attı ve arkasını sönüp yok oldu. Önce bir 10 saniye kadar kıçım duvara yapışmış gibi kaldım. Sonra temkinli bir şekilde – aynı zamanda korkuyla- kapıyı narince kapadım. Yerden zarfı aldım, zarf kapatılma gereği duyulmadan atılmıştı içeri. İçinden çıkar bunların; kartpostal, dosya kağıdı, fotoğraf. Ama bunun içinden asırlar öncesinde kullanılan parşömenlerden vardı. Ellerim titreyerek parşömeni çıkardım. Üstünde sadece şöyle yazıyordu:

  “15. yaşın kutlu olsun.”

   Tam içeri doğru ilerliyordum ki elektrikler kesildi. Ev zifiri karanlığa büründü ve ben de ne olduğunu anlayamadığım kahrolasıca bir şeye takılıp düştüm. Herkes başıma toplanırken, hepsini başımdan savdım ve yağmurun cama vurmasını dinleyerek, parkede uyuyakaldım.

                                                          LegalMc&RapMaster
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Bölüm 3!)
Gönderen: Elijah - 13 Eylül 2010, 22:00:03
                                                    Bölüm 4: Ara Sokak

   Pencereden süzen güneş ışınlarına  bakılırsa öğle vaktiydi. Ders ise Edebiyattı, tek sıkılmadığım ve arka sıralarda uyuklamadığım ders. Etrafımdaki dedikoducu kızlardan ve dün gece oynadıkları bayat bilgisayar oyununu bağıra bağıra anlatan çocuklardan derse pek odaklanma şansım olmasa da dinlemeye çalışıyordum. Prof. Hardley elinde Alberto Moravianın son çıkan kitabını tutmuş sınıftaki sesi bastırmaya çalışıyordu. En sonunda pes etti ve garip bir şekilde gözlerini bana dikti, kafasını hızlıca saatine indirdi. Üstündeki siyah takım elbisesini silerek ayağa kalktı ve adımlarını yavaşça benim sırama doğru atmaya başladı. Profesör yaklaştıkça etrafım garipleşmeye başlamıştı, kızların kahkahası azaldı, sonunda yok oldu ve önümdeki erkekler sohbetlerini bitirdiler. Ardından sınıftaki herkes –Profesör dışında- güneşin batarkenki silinen renkler gibi silindi. Artık sınıf sessizdi, Prof. Hardley hiç olmadığı kadar ciddiydi, kırışık alnını kaşıdı ve karşımdaki sıraya oturdu.

  “Sence neden sadece sen kaldın?” boş sınıfa bakış attıktan sonra bana döndü.

  “En sessiz ben miydim?”

  “Hayır, aralarında en farklısı sendin.”

  “A.. anlamadım.” doğru söylüyordum, olanlara bir anlam verememiştim, profesör sırasına çekerek biraz daha yaklaştı, korkmaya başlamıştım.

  “Anlayacaksın, yakında. Aslında benim burada olma sebebim sadece sensin.”

  “Şey, dışarısı çıksak? Sanırım orada daha rahat konuşurduk.” Artık terliyordum, ama sıcaktan değil. İlk defa en sevdiğim hocamı bu kadar garip görüyordum. Neredeyse öğretmenimin bir kiralık katil olduğunu düşünmeye başlayacaktım ki yine o ciddi ses tonuyla konuşmaya başladı.

  “Bekle.” dedi ve elini cebine attı, orada dörde katlanmış bir harita vardı. Haritanın çevresi oldukça eski olmasından yamuk yumuktu, oldukça, ama oldukça eski bir haritaydı. Belki de değeri yüksek antika bir eşya bile olabilirdi.

  “Sen buraya aitsin, daha doğrusu burada olman gerek.” dedi haritadaki kocaman kara parçasını göstererek.”Ben bunun için görevlendirildim.”

    Elim ayağım titremeye başlamıştı. Hocam ya Azrail’di ya da kiralık katil. Gösterdiği harita da Cennet’in veya Cehennem’in haritası olabilirdi. Korkumu belli etmemeye çalışıyordum ama sonunda yalpalayarak “Peki neden orada olmam gerek?” diyebildim.
 
  Tam da o can alıcı cevabı alacaktım ki içeri Cebir hocası girdi.

   “Hardley, sınav kağıtlarını sana verm- hey bu sınıf neden boş?”
 
 Karşımdaki sıradan hışımla kalkan Profesör haritayı cebine hızlıca tıkıştırdı ve Prof. Franco’ya doğru yürüdü. Onun benden her uzaklaştığı adımda etrafı bulanık görmeye başladım, daha da bulanık, ve daha da bulanık. Ve en sonunda sınıftaki diğer her öğrenci gibi ben de o sınıftan silinmiştim.

                                                 *  *  *

  Başımın ağrısıyla uyandığımda saat 03.41 i gösteriyordu ve babam 1 saat önce Amerika uçağına binmişti. Hala rüyanın etkisindeydim, normalde rüyaları pek hatırlamam ama bu unutulacak gibi değildi. Terden her yerim vıcık vıcıktı. Tuttuğum takım olan İnter çarşaflı yatağımdan kimseyi uyandırmamaya dikkat ederek kalktım ve mutfağa doğru parmak uçlarımda ilerlemeye başladım. Hala başım zonkluyordu, bu da beni beş adımda bir durmak zorunda bırakıyordu. Tekleye tekleye mutfağın kapısını gıcırdatmamaya özen göstererek açtım ve buz gibi betona çıplak ayağımla bastım. Sürahiyi almaya giderken elektriklere hala lanet ediyordum. Çünkü elektrikler hala gelmemişlerdi ve ev karanlık seline boğulmuştu. Neye ve nereye bastığımı, ne aldığımı, nere koyduğumu göremiyordum. Elimle bardağımın her zaman durduğu yeri yokladım ve büyük kola bardağımın soğuk camına elim değince rahatladım. En azından bir de bardak aramayacaktım. Sürahi de her zamanki yerindeydi, kaldırıp bardağıma isabet alıp suyu dökmeye başladım. Çoğunlukla bardağı ıska da geçsem azıcık su vardı içinde. Yere döktüğüm suya basmamak için özen göstererek mutfaktan çıktım.

  Elimde bardakla salonun uzak yerindeki kış köşesine doğru yürüdüm. Kış köşesi dediğime bakmayın, sadece iki tane mor kumaş ile kaplı sandalye ve bir de üstünde bir vazo olan orta boyda bir sehpa var. Sağ taraftaki pencereye dayanıp adını İtalya’nın Nobel ödüllü en önemli yazarlarından biri olan Eugenio Montale’ den alan sokağımıza baktım. Elektriklerin kesilmesi ve gecenin körü olması sebebiyle her yer kapkaranlıktı. Ortadaki fırının logosunun ışığı yanıyordu. Burası dünyanın en iyi pizzasını yapan fırındı. Hayır, lafın gelişi söylemiyorum, cidden dünyanın en iyi pizzasını yapıyorlar. Mozarellası da, sosu da, malzemesi de taptaze ve en kalitelisinden. Annem ve babamın geç geldiği günler benim için şölen oluyor. Madem bu kadar güzel neden hep almıyorsunuz diyebilirsiniz, annem dışarıdan söylenen şeylere karşı olumsuz bir tutum takınır sürekli.

  Onun sağ tarafında ise sırayla, her zaman alışverişimizi yaptığımız büyük süpermarket, annemlerin anlattıklarına göre evimizi aldığımız emlakçı, her zaman arkadaşlarımla takıldığım kafe, ve sokağımızın en sonunda da ufak bir büfe var.

  Sokağımızın sağ tarafı gayet sıradan, ama sol tarafı insanın tüylerini ürpertiyor. Çocukları gece seni oraya atarım diye kandıranlar bile var. Çünkü fırının tam solunda kapkaranlık bir yol var. Sokağı aydınlatan lambalar yoktu, aynı zamanda hayat ta yoktu sanki. Ağaçlar büyük ve korkutucuydu. Bi ara macera olsun diye oraya bakabilirim, diye düşündüm.

  Sokağımı inceledikten sonra başımı yukarı kaldırdım, gökyüzüne. Yarısından fazlası bulut olan gökyüzünde, tek tük yıldızlar belli oluyordu. İtalya böyle bir yerdi işte, yıldızı az, sarhoşu bol, edebiyatı fazla, hayat enerjisi az. Gördüğüm 6. yıldızı sayarken o korkutucu sokaktan bağırma sesi geldi, ama çok uzaklardandı o ses, sanki buraya ait değildi…

  Başımı o sokağa çevirdiğimde canlı belitrtisi gördüm, bir meşale yakılmıştı. Daha sonra meşaleyi yakan kişinin iri cüssesi karanlıktan beli oldu. Sonra onu izleyen 5 iri cüsse daha. Koltuğumdan kalkmak için yeltendim, ama kalkamadım. Yapışmıştım sanki, onları izliyordum. Bir yıl gibi gelen bir sürenin ardından o sokaktan çıktılar. Onların çıkmalarıyla birlikte benim de gözlerim yerinden çıkacaktı. Bunlar savaşçıydı, baştan aşağı zırhla kaplanmış savaşçılar. Ellerinde ok torbası ve yay bulunan 5 savaşçı hemen evimin önünde yanlamasına dizildiler. Sanki dans yarışmasında biraz sonra dansa başlayacak grup gibiydiler. Ama buna gülecek ruh halim yoktu, o anki korkumla ne yapacağımı bilemedim. Elinde meşale tutan savaşçı, meşalesini okların ucuna birer birer değdirdi.

“Olamaz…”

  Ağzımdan sadece bu kelime çıkabildi, kafamı toparladım ve koltuktan ayağa kalktım. Bizim evin karanlığına doğru koşacakken son bir kez onlara baktım. Bacaklarını açmış ve okları bizim evin camlarına yöneltmişlerdi, anlaşılan dans erken başlayacaktı.

  Evin koridoruna koştum, ayaklarım heyecandan uyuşmuştu. Tam annemin odasına dönecektim ki o korkunç bağırışı duydum, korkunç ve kaya kadar sert. Bu bağırışın ne anlama geldiğini biliyordum. O yüzden bacaklarım el verdiğince koştum. Ama çok geçti, camlar birer birer kırıldı ve içeri duman doldu, aynı zamanda da ok yağmuru. Başımı işe yaramasa da siper ettim ve öylece koridorun ortasında kalakaldım. Evin içi İkinci Dünya Savaşı’ndaki herhangi bir cepheye dönmüştü, ben de korkak asker olmuştum. Son duyduğum cam kırılışından sonra annemin çığlığını duydum, o anda korkak asker avucunda kalan tüm cesaretiyle ayağa kalktı ve yalpalayarak odaya koştu.

  Fakat o manzarayı gördükten sonra avucumda kalan son cesaretimde gitmişti. Annemin kafası ve sol kolu kırmızıya bürünmüştü. Sıcak sıvı kolundan zemine süzülüyordu. Hemen annemin yanına çöktüm ve yataktaki çarşaftan bez parçası koparttım. Annemin kolundaki kanla süslenmiş oku çıkarma girişiminde bulundum. Ama dokunduğum anda inledi. Başına bez parçasını sardım. Ayağa kalkıp su getirecektim ama o anda etrafı gördüm. Perdeler başta olmak üzere her yer alev alevdi. Duman annemi görmemi engelledi. Nefes alamadım, ciğerlerime korkunç bir şekilde duman pompalandı. Ve olduğum yere yığıldım. Artık sadece duyuyordum, okun havayı delen sesi ve annemin iniltilerini.
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator (Bölüm 5!)
Gönderen: LegalMc - 06 Ekim 2010, 12:46:30
Bölüm 5: Sorgu


  Gözlerimi açtığımda tekrar kapatmak zorunda kaldım, aşırı aşık gözümü acıtmıştı. Bir süre kısık tuttum ve en sonunda ışığa alıştım. Gözümü açtığım o ilk anlarda bilinçsizdim, kim olduğumu bilemeyecek bir derecede… Doğrulmaya çalıştım, ama kaslarım uzanmaya alışık olacak ki beynimi dinlemedi. Ben de olduğum yerden odayı süzmeye çalıştım, beyaz renk ağırlıktaydı ve daha önce defalarca içime çektiğim bir kokusu vardı. Eskiden okul çıkışlarında çok sık uğrardım buraya.

  Odanın dışından hastanenin yoğun insan sesi geliyordu. Seslerle birlikte bilincim de yerine geldi. Ian, 15 yaşında, şu an Napoli’deyim… Ama bu temel bilgilerden sonra kafama zehirli bir ok gibi dün geceki olaylar geldi. Yavaş yavaş geliyorlardı, zehir tam salgılanmamıştı. Su içmeye kalkmıştım, cama gittim, yağmurun bulandırdığı camdan sokağa baktım. Kafamı yıldızlara çevirdim… Ve zehir tamamen salgılanmıştı işte.

  “Anne!”

  Kaygı ve telaş şokuyla kaslarım birden ısındı ve anında doğruldum, duman hala ciğerimde kalmış olacak ki biraz öksürdüm doğrulurken. Odaya orta yaşta, dalgalı alev rengi saçlarıyla, açık kahverengi gözleriyle, ince dudaklarıyla ve kıyafetinden taşmış göğüsleriyle düzgün giyinimli etkileyici bir hemşire girdi.

  “Sakin ol, annen iyi.” dedi şefkatli ve insanı gülümseten bir sesle.

  Sesinden dolayı istemsiz olarak gülümseyerek “Şu an nerede?” diye sordum

  “Yan odada, dinleniyor. Durumu iyi merak etme.”

  “Başı ve kolu kanıyordu, durumu kötüydü! Nasıl hemen iyi olabilir?”

  “Bir şeyi yok, durumu gayet iyi.”

  Hemşire bozuk plak gibi hep aynı şeyleri aynı ses tonuyla söylüyordu, artık ses tonu gülümsetmemeye başladı, sinirim bozulmuştu. Sert hasta yatağından ayağa kalktım ve kapıya doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Ayağa kalktığım anda başım çatlayacak ve içinden dinozor çıkacak gibi oldu ama hemşireye çaktırmadan(çaktıysa da umursamadı) yanından geçtim. Çıktığım odanın sağ ve soldaki odalarına baktım, biri temizlik malzemelerinin olduğu minik bir odaydı, diğeri de annemin odası.

  İçeri dalmamla birlikte iki doktorun annemin başında fısıldamaları kesildi, kafalarını baykuş misali bana çevirdiler. Ama benim annem dışında hiçbir şey umurumda değildi, doğruca ona koştum. Durumu pek hemşirenin dedikleriyle uyuşmuyordu, başından gereğinden fazla kan akmıştı, orayı bir bez sarmışlardı, annemin kanı altından net gözüken kan ile pislenmiş bir bez. Kolu ise kötü görünmüyordu, orası da sarılmıştı. Yüzünde oksijen maskesi vardı, onu bu halde görmek beni mahvetmişti. Onu daha önce hiç bu halde görmemiştim, onu hep güçlü bilirdim. Ona bir zarar gelmesi mümkün değil, derdim.

  Doktorlardan yaşlıca olanı:

  “Onu biraz yalnız bırakalım, rahatsız olmasın.”

  “Tamam.” dedim aşırı titreyen ve aşırı kısık bir sesle, gözlerim dolmuştu.

  Odadan çıkıp boş koridorda bir bank bulup oturdum. Başımın ağrısının nedenini o zaman fark ettim, kötü düşmüş olmalıyım ki kafamın arka kısmında büyük bir şişlik vardı. Elleyince biraz daha acıdı. Sıkıntıdan, karşımda duran panodaki çocukları inceledim. Hepsi de dünyanın farklı yerlerinden gelmişlerdi, çeşit çeşit minik çocuklar en arkadaki dişlerini gösterecek derecede sırıtmışlardı. Keşke onların yerinde olsaydım, dedim içimden. Onlar gibi dertsiz ve mutlu olsam.
 
  İki üç kez esnemenin ardından üstümdeki hırkayı yastık gibi kullanıp bankı kaplayacak şekilde uzandım. Anında uyuyakaldım.

                                                     *  *  *

  Rahatsız bankta ufak bir dürtmeyle uyandım. İlk önce karşımdaki adamın kim olduğunu anlayamadım. Gözlerim bulanmıştı ve başımın ağrısı ikiye katlanmıştı sanki. Gözlerimin buğusu gidene kadar ovuşturdum ve berbat haldeki Prof. Hardley’i gördüm.

  Asker yeşili cüppesinin orasında burasında yırtıklar vardı. Ayrıca bir şeyle koyulaşmıştı. Tam esniyordum ki burnuma çok keskin bir morfin kokusu geldi. Birden gözlerim sonuna kadar açıldı ve ayıldım. Sonra cüppeyi koyulaştıran şeyin ne olduğunu fark ettim: Kan. Yüzüne baktığımda sağ kaşına dikiş atılmış, dudağının patlamış ve sol kolunun sargı beziyle sarılmış olduğunu gördüm.

  “Prof. Hardley! Size ne oldu böyle?” hemen doğrulup yanına gitmek istememe rağmen eliyle otur işareti yaptı ve ben oturduktan sonra yanıma oturdu. Cidden çok kötü durumdaydı.

  “Ne oldu size Prof. Hardley?”

  Adamın kırışıkları daha da ortaya çıkmıştı, bir gece de yaşlanmıştı sanki. Gözlerinin akı kızarmıştı. Gözündeki kılcal damarlar fırlamıştı resmen. Sonra açılmaya çalışıyormuş gibi gözlerini kapatıp kendini sıktı ve her zaman onu dinlememi sağlayan öğüt verici sesiyle konuşmaya başladı.

  “Bir ara sokakta önümü kestiler, ufak bir kavga yaşadık.”

  “Buna inanmamı beklemiyorsunuz değil mi Prof. Hardley? Savaştan çıksanız bu kadar darbe ve yara alamazdınız. Ne olduğunu artık düzgün anlatın.”

  Prof. Hardley bir şeyler söylemişti ama ağzında öyle bir gevelemişti ki lafı “Aynen öyle” gibi bir şey duyduğumu sandım.

  “Yalan söylediğime inanıyorsan ve ben sana gerçeği söylemiyorsam, bırak öyle kalksın Ian. Zamanı gelince her şeyi öğrenirsin.”

  “Neyin zamanı? Rüyamda da böyle gizemli gizemli konuşuyordunuz, neyin zamanı gelecek, neler oluyor?”

  Profesör sustu, önüne bakıyordu sadece. Gözlerini kısmış, karşı duvardaki bebek resmine bakıyordu. Aniden kafasını bana çevirdi ve o da beni sorgulamaya başladı.

  “Bana sorular sorup duruyorsun da, sen de konuş bakalım. Neden buradasın, bu halin ne?”

  Haklıydı, iki saattir onu sorguluyordum. Halbuki dün gecem kabus olmuştu benim için. Konuşmaya titrek bir sesle başladım. “Dün gece, su içmeye kalkmıştım. Suyumu alıp camdan baktım, sokağıma baktım.” Prof. Hardley’ in kaşları kalkmaya başlamıştı. Onu çok bekletmeden devam ettim ama bunları anlatmak beni tekrar o geceye götürmüştü. “Sonra, yıldızları inceliyordum, ne kadar parlak olduklarına bakarken aşağıda bir parlaklık daha hissettim. 5 tane daha geldi aynı sokaktan. Hangi sokaktan geldiğini tahmin bile edemezsin!”

  “Edebilirim çocuk. O evinizin karşısındaki karanlık ve kimsenin hakkında hiçbir şey bilmediği sokaktan. Nereden bildiğimi sorma, sadece devam et.”

  Nereden biliyordu ki? Şimdilik merakımı yenip devam etmem gerekiyordu ama sözcükler boğazımda düğümleniyordu. Sonunda düğümü çözdüm ve git gide kısılan sesimle devam ettim. “Oklarını bizim eve doğrulttular. Koşmaya çalıştım ama başımın ağrısından en fazla koridorun ortasına kadar gelebilmiştim. Ve işte o anda inanılmaz bariton çığlıklar korosu ile birlikte eve ok yağmuru başladı. Korkmaktan başka bir şey yapamayacağımı biliyordum, koltuğun kenarında çömeldim sadece ama bir dakika sonra annemin çığlığıyla birlikte ayıldım. Yaralanmıştı, sol tarafı kan içindeydi. Yanına gittim ama odayı öyle bir is kaplamıştı ki, nefes alamıyordum. Düştüm, kafamı yere çarptım, sonrası hakkında hiçbir bilgim yok. Tamamen karanlık.”

  Prof. Hardley’in kaşları neredeyse seyrek saçlarına değecek kadar yükselmişti. Bir süre ikimizde konuşmadık. Sonra bana olanları anlatacağını söyledi.

  “Olanlardan sonra polisler geldiler eve. Seni ve anneni komşunuz evden çıkarmıştı ama çok kötüydünüz. Polisler tüm sokağı araştırdı, kimsenin ne bağırış duyduğu vardı ne de zırhlı adamlar gördüğü.”

  “Yani ne anlatırsam anlatayım, neyin üstüne yemin edersem edeyim bana inanmayacaklar öyle değil mi?”

  “Maalesef öyle Ian. Yangının açık kalan bir ocak yüzünden olduğu söylediler. Sen bunları gördüğüne eminsin değil mi?”

  Çok şaşırmıştım. Bu dünyadaki tek güvendiğim adam olan Prof. Hardley bana inanmıyordu. O da inanmıyorsa polis hiç inanmayacaktı bana. Ama ben emindim, onları görmüştüm! Saldırı, oklar, her şey tamamen aklımdaydı.

  “Siz de bana inanmıyorsunuz değil mi Prof. Hardley? Kahrolsun ki kimse bana inanmayacak!”

  Profesör kafasını “Hayır” anlamında salladı. “Ben sana inanıyorum Ian, ama polisler buna asla inanmazlar.”

  “Peki ya kolundaki kanamayı ve oku nasıl açıkladılar?”

  “Polisler geldiğinde annenin kolunda ok yoktu, sadece bir şeyin battığını gösteren bir yara vardı. Bunu da annenin yere düşürdüğü kalın bir iğne olarak değerlendirdiler.”

  Yok artık, diye geçirdim içimden. Başım öne eğildi, gözlerim dolmaya başladı. Kolumun kenarıyla gözlerimi sildim, Prof. Hardley ne durumda diye bakmak için kafamı çevirdiğim vakit onun çoktan gittiğini gördüm. Sonra da arkamdan gelen bir çift topuklu ayakkabı sesi duydum. Dönüp baktığımda sabahki hemşirenin beni çağırmaya geldiğini gördüm. Başımı salladım ve odama doğru gittim. Kapıyı açtığımda anda içeride 3 tane polis olduğunu gördüm. Birinin elinde kağıt vardı, sanırım bu ifademi yazacaktı. Diğer ikisinin elinde hiçbir şey yoktu, sanırım bunlar da sorgulayacaklardı. İçimden “Başlıyoruz” dedim ve yatağıma doğru ilerledim. Elinde bir şey olmayan uzun boylu, sarışın ve kirli sakallı yakışıklı sayılabilecek polis bir adım yaklaştı ve kendini tanıttı.

  “Merhaba Ian, ben komiser Flavio. Ne için geldiğimizi tahmin ediyorsundur.”

  Sanki bilmememin imkanı varmış gibi soru soruyordu bir de. “Edebiliyorum” çıktı bir tek ağzımdan. Adamın yanındaki polislere dikkatlice baktım. Herhalde o da bunu fark etmiş olacaktı ki onları tanıtmaya başladı.

  “Ah özür dilerim diğerlerini tanıtmayı unuttum. Bu,” eliyle yanında ayakta duran siyah camlı bir gözlük takmış, gür kahverengi saçlı, genç polis memurunu gösterdi. “Santino. Bu da” bu sefer de refakatçi koltuğunda oturmuş olan orta yaşlı, kısa siyah saçlı, keçi sakallı, yapılı polisi göstererek. “Horatio. Seni çok zorlamayacağız, sadece ne hatırlıyorsan anlatmanı istiyoruz.”

  Onlara duygusuz bir şekilde baktım, ne anlatırsam anlatayım, ne yaparsam yapayım bana inanmayacaklardı. Sessizlik biraz sürdü ve ben anlatmaya başladım.

                                              *  *  *

  Tüm olanları harfi harfine anlattıktan sonra yine bir sessizlik oldu. 3 çift inanmayan göz tip tip bana baktı sadece. Sonra Flavio denilen adam diğer ikisini de yanına alıp bir şeyler fısıldadı. Horatio ve Santino kafasını salladıktan sonra tekrar yerlerine geçtiler. Flavio birkaç adım öne çıkarak yine konuşmaya başladı.

  “Anlattıklarının gerçek olmadığını biliyoruz. Ocağı açık unutmuş olabilirsin, sana söz veriyorum annene bundan bahsetmeyiz.”

  Tabi ki de inanmamışlardı, bu beni kızdırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Ses tonumu kontrol edemeyerek “Ben ocağı falan açık unutmadım, tüm anlattıklarım gerçek! O psikopatlar karanlık ara sokaktan çıktı ve evime ok yağdırdılar.” Başımın ağrısı yüzünden durmak zorunda kalmıştım. Ama bu beni bir daha konuşturmamaları için iyi fırsattı. Bu sefer sesini ilk defa duyduğum, iğneleyici ses tonuyla Santino konuştu.

  “Bu devirde ok yağdıracaklarını pek sanmıyorum. Eğer annenin, babanın bir düşmanı olsaydı makinelilerle tararlardı evi.”

  Hala inanmıyorlardı bana, bu gidişle inanmayacaklardı. Onlara derdimi anlatmak zorunda değildim, ama içimden bir ses bunu yapmamın iyi olacağını söylüyordu. Nefret etmiştim bu adamlardan, bir şeyi anlamıyorlardı. Sonra cevap vermem gerektiğini düşündüm ve cevabımı verdim. Sonuna kadar arkasında duracaktım bu işin.

  “İyi de annemin ve ya babamın düşmanı yok ki!”

  Flavio usanmış bir biçimde konuştu tekrar. “Kimin düşmanlarıydı peki?”

  Biraz durdum, her şeyi aklımdan geçirmeye başladım film şeridi misali. Birkaç şey aklımda belirginleşiyordu. Kel adamın ismimi bilmesi, aynı adamın beni kaldırıma itip kitabımı çalması, yine aynı adamın gece kapımızı açıp not bırakması. Kimin düşmanı olduğu anlaşılmıştı.

  “Benim.”

                                          LegalMc&RapMaster
Başlık: Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator: Bölüm 1-6
Gönderen: LegalMc - 11 Şubat 2011, 17:13:42
Spoiler: Göster
Uzun bir aradan sonra :) Paslanmış olabilirim ona göre :)


Bölüm 6: Düşmanı Tanımak

  Sorgulama bitmişti. Ben de hasta yatağıma uzanmıştım. Hastanenin iğrenç kokusunu çektikçe sinirim artıyordu. Ağrıyan kollarımı kafamın arkasına attım ve gözlerimi kirli beyaz tavana diktim.

  İlk olarak tüm olaylar Prof. Hardley’in bana o eski kitabı vermesiyle başlamıştı. Ve şimdi de hastaneye bu halde gelmesinin tek bir nedeni olabilirdi. O da bu işin içindeydi ama kimin tarafındaydı? Aynı zamanda işin komik yanı, diğer taraf kimdi? Kafamdaki soruların sayısı kat kat artıyordu, bir bilgisayar virüsü gibi. En sonunda ne yapmam gerektiğine karar verdim.

                                                            .        .      .

  Hastaneden kaçmış, eve varmıştım, demir kapının önünde durdum. Hasta odasında duran eşyalardan anahtarı ve telefonumu -yeni telefonumu orada bırakamazdım- almıştım. Hastaneden kaçma olayı kolay olmuştu; trafik kazası geçirmiş bir yaralı içeri girince doktorlar ve hemşireler oraya odaklanmıştı. Ben de tüymüştüm hemen oracıktan.

  Anahtarı kilide sokmakta zorlandım, ellerim titriyordu. Biraz heyecandan, biraz sinirden ve biraz da soğuktan.

  İçeri hızlıca daldım ve iki gündür kimsenin ayak basmadığı evin havasını içime çektim. Ev yanık kokuyordu, duvarlar siyaha boyanmıştı. Yerlerde de cam kırıkları ve kül vardı. Evimiz; çocukken koltukların arasında koşturduğum, annemin kızmasına rağmen babamla top oynadığım ve sıcaklığın hiçbir zaman eksik olmadığı evimiz şu an gerçekten sıcaktı ve harabeye dönmüştü. Gözlerimden tek tük yaşlar süzüldü, suratımda izler bırakarak yere damladı ve bu evde yaşadıklarım tekrardan aklıma gelince boğazıma bir yumruk takıldı.

  Üzüntüme ve nefretime rağmen, yoluma devam etmeliydim. Babam bana şöyle derdi: “Düştüğün zaman yaralarını iyileştirme; zaman kaybedersin.” Öyle yapacaktım, yaralarımın acısına rağmen devam edecektim. Annemin bayıldığı odaya girdim ve her yeri kurcalamaya başladım. Onun orada olduğunu biliyordum.

  Odayı evde yalnız kalan köpeğin mutfağı dağıttığı gibi dağıttım. Ama sonunda aradığımı buldum. Yatağın altında karanlık kalan kısımdan ucu dışarıya dönüktü ve parlıyordu. Oku bulmuştum. Annemin koluna saplanan, ve onun kanına bürünmüş oku. Onu bulduğum zaman şizofren olmadığım için şükretmiştim. Bize gerçekten saldırmışlardı!

  Oku yıkadıktan sonra salona geçtim ve sehpanın üzerine koydum. Kime ya da nereye ait? Ve devletlerin teknolojik silahlar için servetinin yarısını ayırdığı bu devirde, neden 400 yıldır kullanılmayan oku kullanmışlardı? Ya düşmanlarım oldukça fakirdi, ya da gündemi takip etmekten birkaç yüzyılcık geri kalmışlardı.

  İncelemeye koyuldum. Ucu demirdi ve ateşten hafif külleşmişti. Rahatça bir elmanın önünden girip arkasından çıkabilirdi. Sapında ise desenler vardı, ama aradığım o desenler değildi, daha başka bir şey. Daha özel bir şey…

  Kısa bir sürenin ardından bir ipucu yakalamıştım. Gözlerimi sonuna kadar açtım ve oka doğru kafamı yaklaştırdım. Tutma bölümünde bir sembol vardı:

  Bu bir hayvandı, büyük kanatları vardı ve iki yana açmıştı. Tüm dünyayı elde etmek ister gibi, himayesine almış gibi açmıştı altın kanatlarını. Ve kafası sağa bakıyordu. Evet, bu bir kartaldı, altın renkli. Ama sıradan bir kartal değildi, tarih hocasını dinlediğim nadir derslerden birinde görmüştüm bu kartalı. Bir slayt gösterisinde, ünlü bir imparatorluğun sunumunun yapıldığı slaytta. Bu bir Roma kartalıydı…
                                                      .        .       .

   Ne yapacağımı bilmeden 15 dakika dizlerimin üstünde kartala baktım. Ne düşündüğümü tam olarak bilmeden gözlerimi altın kartala diktim. Roma, Roma, Roma, Roma… Bir süre sonra ondan başka bir şey düşünemediğimi fark ettim. Korkum ve endişem yüzünden Roma artık bir parçam olmuştu, ölene kadar aklımın bir köşesinde kalacaktı. Bunu hissedebiliyordum.

  Derin düşüncelerim evin kapısının hafifçe ittirilmesiyle etrafa toz bulutu gibi dağıldı. Bir an silikonla yere yapıştırılmış gibi hareket edemedim. Bu gelen düşmanlarımdan biri olabilir miydi? Belki bir başka kanıt daha unutmuştu ve onu temizlemek için gelmişti. Ya da eve girerken beni görmüş ve beni temizlemek için gelmişti.

  Bu düşünceler aklımdan saniyenin onda birinde geçmişti ve çoktan ayağa kalkıp kendi odama geçmiştim. Odamın haline aldırmadan başımı hafifçe korkudan kapadığım kapının aralığından çıkardım ve eve gireni görmeye çalıştım. Simsiyah bir cüppe vardı üstünde ama kara cüppesinin altında farklı kıyafetler olduğunu belirten şişlikler vardı. İçeri giren kişinin yüzü cüppesinin karanlığında kaybolmuştu. Şöyle bir etrafına bakındı ve cüppesini açtı. Gördüğüm şey karşısında bir an şok geçirdim ve spor ayakkabım istemsizce kayarak o iç kaldıran sesi çıkardı. Adam anında kafasını kaldırdı ve şüpheli şüpheli benim olduğum yere bakmaya başladı. Koyu gri seyrek saçları, buz mavisi gözleri ve kırışık suratıyla Prof. Hardley tam kapının önünde duruyordu. Peki ama neden? Onun burada ne işi olabilirdi? Yoksa o da düşmanlardan biri miydi? Belki de hastaneden kaçtığımı öğrenmişti ve beni bulmaya gelmişti. Ama açık veremezdim, önce neden buraya geldiğini anlamam gerekiyordu. Tabii açık vermezsem.

  Prof. Hardley rugan ayakkabılarıyla salona girdi. Yaşlı gözleri etrafı en ince detayına kadar incelemeye çalışıyordu ki aradığı şeyi sağ bacağının yanındaki sehpanın üstünde buldu. İmparatorluğa nice savaşlar kazandıran Roma oku. Ona bu kadar basit ulaşması Hardley’in içine bir şüphe düşürmüştü surat ifadesinden de anlaşıldığı gibi. Ben ise hala ne yapmam gerektiğine karar verememiştim. En iyisinin onu izlemeye devam etmek olduğuna karar verdim ve yayları kül olmuş yatağımın ucuna oturdum.

  Prof. Hardley oku eline aldı. Çok nazikçe ve ona taparmışçasına tutuyordu. Bu da yetmezmiş gibi oku öptü ve sehpanın üstüne koydu. İçimdeki duygu fırtınalarından biri bana onun düşman olduğunun kesinleştiğini söylüyordu, ama başka bir fırtına onu aldı ve çok uzaklara götürdü. Gerçek fırtınası…

  Bu fırtınanın tekrar içimde dolaşmasına sebep olan da yaşlı adamın gözlerinden dökülen yaşlardı. Sonra yavaşça yere çöktü ve kendi kendine konuşmaya başladı:

 “Umarım geç kalmamışımdır, umarım geç kalmamışımdır. Çoktan ona anlatmam gerekirdi. Çoktan Ian’ın bilmesi gerekirdi!”

  Kendi kendine aynı şeyleri tekrar edip duruyordu. Öğretmenim ya deliydi ya da şizofren. Korku içimi tekrar kaplamaya başlamıştı, yatağımın duvarla arasındaki soğuk boşluğa elimi soktum ve zor zamanlarım için sakladığım çakımı çıkardım (Bunu geçen yıl ailemden habersiz almıştım, öğrenseler çok kızacaklarına eminim.) ve beklemeye başladım. Sanki bir şeyler olacağını hissediyordum. Ama Profesör zararsızdı, ona güveniyordum ya da güvenmek zorundaydım.

  Tam kapıyı açıp onun yanına gidecekken dış kapının sessizce tekrar açıldığını gördüm. Kapıdan giren adam resmen tarih öncesi devirlerden kaçmıştı! Allah kahretsin, diye düşündüm. Gerçekti, hiçbir şeyi uydurmamıştım. Kapıdan giren orta yaşlı, teni güneşte kavrulmuş, tüm kasları ortada olan ve üstüne sadece sol omzundan diz boyuna düşen beyaz bir çarşaf giymiş orman kaçkını herif savunmasız yaşlı adama doğru ilerliyordu. Yapabileceğim tek bir şey vardı…

 “Profesör Hardley! Dikkat edin, kapının orada!”

  Prof. Hardley önce kapının önündeki beni görünce şok olan esmer savaşçıya (en azından öyle olduğunu varsayıyorum, çünkü görüntüsü gayet bir savaşçı gibiydi) sonra bana baktı. Bana baktığında gözlerinde hafif bir parlama oldu gibi geldi bana. Bir an yüzüne küçük bir gülümseme yayıldı. Ardından hemen ayağa fırladı ve üstündeki siyah cüppeyi attı. İşte bu belki de son damlaydı. Profesör Hardley olarak bildiğim kişi ya bir Amerikan güreşçisiydi ya da tiyatroda bir gladyatörü canlandırıyordu. Çünkü cüppesinin altından altın rengi –belki de gerçekten altın-  bir zırh çıkmıştı! Ayrıca kaslı bacakları ve kaslı kolları da göz önündeydi. Bu adam yaşlı değil herkesten genç ve güçlüydü resmen. Bunu da görünce birden başım dönmeye başladı ve sert bir şekilde yere düştüm. Gözlerim yavaşça kapanırken gözümün önünden son gördüklerim geçiyordu.
                                                      .        .       .

  Prof. Hardley, Ian’ı gördükten sonra umudun henüz tükenmediğini anlamış ve kendisini yeniden güçlü biri olarak bulmuştu. Eski günlerdeki gibi. Sağına baktığında gördüğü gladyatör en acemilerden biriydi, onun için zor bir lokma olmayacaktı. Cüppesini çıkardı ve onurla taşıdığı zırhını gösterdi acemiye. Bunun onu kaçıracağını düşünüyordu ama emir büyük yerdendi anlaşılan. Yine de Hardley adamın gözündeki korkuyu görmüştü. İşi kolay olacaktı.

  Adamın gözlerinden hamlelerini tahmin etmeye çalıştı. Korkakça ve düşünmeden hamle yapacaktı adam çünkü acemiydi. Hardley gibi bir deneyimli karşısında hiç şansı yoktu. Ve beklenen oldu, adam bir savaş narası atarak sağ yumruğunu Hardley’e salladı. Hardley yumruğu bir panter gibi havada tuttu ve tekmesiyle adamı kapıya doğru itti. Adam kapıya çarptı ve kapı kapandı. Hardley tekdüze bir sesle kısa bir soru sordu:

 “Adın ne?”

 “Cusio.” dedi böğrünü tutarak ve ayağa kalktı. Önce bir kükredi ve tekrar saldırıya geçti. Hamleleri öldürmeye yönelikti ve kendisini hiç korumuyordu. Güçlü yumruklarından biri Hardley’in göğsüne geldi ve onu koltuğa düşürdü. Ama zırhı dolayısıyla rahatça ayağa kalktı ve Cusio’nun üstüne atladı. İki tane boğa yere düşünce hafif çaplı bir sarsıntı yaşandı. İki gladyatör yerde birbirlerini öldüresiye dövüyordu. Acemi Cusio’nun eli yavaşça beline gitti ve gizli bir cepten küçük bir hançer çıkardı. Hardley’in gözleri kocaman oldu, nasıl fark etmemişti hançeri olduğunu. Hemen adamın kalbine doğru yaptığı hamleyi savurdu. Suratına attığı yumrukla beton zemine birkaç kanlı diş döküldü. Ayrıca burnunun şekli de değişmişti. Hardley’in gerçekten güçlü yumrukları vardı.

  Cusio sinirle hançeri tekrar savurdu ve Hardley’in sol kolu boydan boya çizildi. Hafif bir inlemeyle geri çekildi. Bu acı ona fazla gelecek ve bu vahşi hayvana yem olacaktı belli ki. O anda Ian’ı düşündü. Çocuk odada ne yapıyordu acaba? Umarım çoktan kaçmıştır diye düşündü. Cusio ağzından birkaç kere kan tükürdükten sonra ağır adımlarla Hardley’ e yaklaşmaya başladı. Acemilikten çıkmak için bu görevi tamamlaması gerekiyordu. Eski gladyatör  Koruyucu Marco’nun kellesini kendi zamanına götürmeliydi. Bunun için son hamlesini yapmak için elini kaldırdı ve ikinci eliyle de Hardley’i nam-ı diğer Marco’yu gösterdi ve hançeri indirmeye başladı.

  Tam bu anda Marco damarlarında yüce gücü hissetti. Eskiler “İnsan ölüme ne kadar yakınsa yüce güç de ona o kadar yakındır” demişler. Ölmeden önce son bir hamle için güç ile dolup taştı. Kafasına inen eli yakaladı ve çevirdi. Cusio acıyla inledi. Marco aceminin bacağının arkasına öyle güçlü bir tekme savurdu ki kas yığını Özgürlük Heykeli’nin yere yıkılması gibi bir etki bırakarak yere düştü. Kahverengi gözleri rengini kaybetmeye başlamıştı, Marco koştu ve adamın bilek kemiklerini ayağının tabanıyla tuzla buz etti. Cusio tüm mahalleyi ayağa kaldıracak şekilde haykırdı. Bu haykırış Ian’ı da baygınlığın soğuk denizlerinden hayatın kirli kıyılarına sürüklemişti.
                                                      .        .       .

  Uyandığımda kül dolu odamda yatıyordum. Nasıl geldim buraya derken her şeyi hatırlamaya başladım. Ok, Prof. Hardley, savaşçı… Sendeleye sendeleye ayağa kalktım ve kapıyı hiç düşünmeden açtım. Gördüğüm manzara karşısında tekrar bayılacağımı sandım. Prof. Hardley savaşçının üstüne çıkmış ve hançerini kaldırmıştı. Ama sonra durdu, adamın suratının ortasına bir yumruk patlattı ve savaşçının başı boynundan kurtulmuş gibi yana düştü. Prof. Hardley aninden bana döndü ve nefes nefese başımın tekrar dönmesini sağlayan sözleri söyledi:

 “Ian oku al ve bitir.” Anlam veremeden boş boş baktım. İdrak etmem birkaç dakika sürdü. ‘Al ve bitir’, ‘Al ve bitir’, ‘Al ve bitir’… Beynimin boş koridorlarında ses yankılanmaya devam etti. Elimi kapının koluna koydum, kol gıcırdadı. Sanki o da aynılarını söylüyordu. ‘Al ve bitir’. Ama yapay seslerden sonra gerçek Prof. Hardley konuştu:

 “Al ve bitir dedim Ian!”

 “Hayır.” Tek söyleyebileceğim buydu, yapamazdım. Ben adam öldüremezdim.

 “Bitir dedim Ian!” diye kükredi Hardley. Korkudan içgüdüsel olarak oka doğru yürümeye başladım ve onun soğuk metaliyle temas edince ufak bir irkilme yaşadım. Kartal yerde yatan adama doğru bakıyordu. Yerdeki camlardan kıtır kıtır sesler gelirken Prof. Hardley adamın üstünden kalktı ve eliyle kalbini işaret etti. Ellerim ve bacaklarım titremeye başladı, ama bunu yapmak zorundaydım. Oku geldiği yere yollamak ve tüm olağan dışı olayları hayatımdan çıkartmak zorundaydım. Nedense içimden bir ses bundan sonra asla normal olamayacağını söylüyordu. Yaşadıkları gerçekti ve gerçeklik içinde bir gün kaybolacaktı.

  Bunları düşünürken çoktan adamın başucuna varmıştım. Oku iki elimle kavradım. Sol bacağım adamın sağında, sağ bacağım adamın solundaydı. Oku havaya kaldırdım ve içgüdüsel olarak haykırdım:

 “ROMA!”

  Okun savaşçı Cusio’nun önce tenini delişini, sonra kaburgaların arasından sıyrılıp kalbi parçaladığını hissettim. Açtığım yaradan fışkıran sıcak kırmızı sıvı yüzüme sıçradı. Hemen kolumla suratımı temizledim. Prof. Hardley’i görmek için arkamı döndüğümde gördüğüm şey çok şaşırtıcıydı: Profesör Hardley olarak tanıdığım adam önümde reverans yapmış bir şekilde altın zırhıyla duruyordu. Aniden başını kaldırdı ve buz mavisi, tüylerimi diken diken gözlerini gözlerime dikti ve dünyanın en şaşırtıcı konuşmasını yaptı:

 “Ben Roma savaş gladyatör lejyonları kumandanı ve Ian Dimenticato’nun koruyucusu Marcos, kan döktüğünüz ilk silahınızı yanınıza alınız ve en büyük sırlarınız gibi saklayınız. Emrinizdeyim.”

                                             LegalMc&Elijah