Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Nihbrin - 29 Mayıs 2010, 02:26:31

Başlık: Tengu: Bölüm 1-30, final
Gönderen: Nihbrin - 29 Mayıs 2010, 02:26:31
(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/05/yildirimnefesliejderhasmall.png)

Zamanın birinde, nefret ve kin dolu gaddar bir kral diyar sınırlarından gelen komik bir haber üzerine bir yarışma düzenlemeye karar vermiş. Öyle ki hudutlardan gelen havadisler yıldırım nefesli ve kanatsız bir ejderin köylerin ve kasabaların sularını içerek kurutması üzerineymiş. Halk onu durdurması için paralı askerler ve sözde kahramanlara tonlarca para ödemiş ama sonuç alamamış. Pek çok mekândan benzer mektuplar gelmeye başlayınca kral, ejderha ya da değil, sorunun kaynağının yok edilmesi gerektiğine karar vermiş. Öyle ki düzenlediği yarışma ülkenin en iyi 12 demircisi arasında yapılacakmış.

Kral emretmiş, “Bir ejderha katili yapmanızı isterim. Öyle bir kılıç yapacaksınız ki bir ejderhanın kalbini sökebilsin ve kılıç diri kalsın”. Demirciler şaşkınmış ama denileni heves ile yapmışlar. Hemen hepsi böyle bir emir almaktan mutluymuş, sürekli aynı kılıçları, zırhları ve kalkanları dövmekten bunalan insanlar için hünerlerini sergileyebilecekleri bir fırsatmış. Hem kim bilir, belki kralın zırhını yapan özel demirci olma fırsatı yakalarlardı. Her insan gibi onların da hayalleri vardı.

11 demirci üç ay içinde en iyi kılıçlarını kraliyet damgası taşıyan çelik sandıklara yerleştirmiş ve kraliyet sarayına yollamışlar. Ancak biri 9 ay daha zaman istemiş. Kral meraklanmış, “bir senede yapılmasını gerektirecek kadar ihtişamlı nasıl bir silah dövebilir?” demiş puslu ve kin dolu aklında.

Kral Uldom halkından nefret ederdi. Onları daha zeki ve cesur olmadıkları için sevmezdi. Diğer hükümdarların ihtişamlı ordularını kalbinin derinliklerinde değil, tümüyle kıskanırdı. Aslında yarışmayı da onları, yani sinir bozucu halkını yatıştırmak için düzenlemişti. Yapılan en iyi kılıcı alıp hudutlara bir ordu ile gidecek ve bu saçma şikâyette bulunan tüm köyleri tek tek gezerek reisleri o kılıç ile idam edecekti. Kafasındaki fikir buydu. “Vergi vermemek için daha nasıl yollara başvurabilirler? Üstelik birlik olmuşlar, kabul edilemez. Cezasız kalamazlar” Diye düşünüyordu. Son demirciyi de beklemeye karar verdi ama bu sırada gelen raporlar ve yardım isteklerinin sayısı azalmadı.

Yapılan tüm kılıçlar küçük birer servet değerindeydiler. Değerli taşlar kakılmış kabzaları, narin kınları ve eğimli ince gövdeleri ile birkaçı yerinden kaldırılınca kırılacak görüntüsü sunuyordu. Ancak öyle inceydiler ki kara çeliği bile kâğıt gibi ikiye ayırıyorlardı, ya da demircilerin ulakları böyle anlatıyordu. Birkaçı geniş ve büyüktü ancak gümüş rünler üzerilerinde dans ediyordu. Altın kakmalı, gümüş işlemeli ve kabzası tek bir dev zümrütten oyulmuş, İblisin Kâbusu anlamına gelen Yonal’zutar adlı, kılıcı beğenen kral son kılıcı merak etmeden duramıyordu. Muazzam güzellikteki kılıçtan gözlerini alamadı ve demircisini ödüllendirdi. Ancak geri kalanların sağ ellerini kestirdi, bir daha demircilik edemediler. “Beceriksizliğiniz sonraki nesillere aktarılmamalı, çıraklarınız varsa salın” emrini verdi. Son demirci 12. Ay çıka geldi. Kral Uldom ordusunu kızıl atının başında kuzeye, haberlerin geldiği hudutlara sürmeye başlamıştı bile.

Demirci çelik kasasını kendi at arabası ile taşıyordu. Hantal orduya yetiştiğinde Uldom’un onun hakkındaki ilk düşüncesi ‘sefil’ oldu. Adam neredeyse bir cüce olamayacak kadar küçülmüştü. Kambur ve çirkindi, saçları dökülmüş ve her yeri yanık izleri ile bezenmişti. Resmen paçavra denilebilecek kıyafetler içindeydi. Ancak kolları diğer tüm demirciler gibi kaslıydı. Böyle bir adam nasıl bir kılıç dövebilir ki diye düşündü kral. “Benden bir sene istemene şaşmamalı demirci” dedi küçümseyen bir ses ile. Küçük adam ona anlamadan baktı. “Benden bir ejderha katili istediniz majesteleri. Size bir ejderhanın kalbini sökebilecek bir kılıç dövdüm, cehennemde bile en soğuk geceyi hatırlatacak. En karanlık geceyi bile kendi şeytaniliği ile aydınlık kılacak – adam kralın yüzüne yanaştı konuşurken – ve kullanıldığında en habis kalbin bile korku ile titremesini sağlayacak.” Dedi. Uldom uşaklarına çelik sandığı işaret etti ve bekledi.

Sandık devasaydı. İki adam onun kapağını kaldıramaya yetmedi ve en sonunda altı kişi güç bela yerinden oynatabildiler. Uldom beklediği şeye yaklaşamayacak, çok farklı, kaba ve kullanılması imkânsız bir silah ile karşılaştı. Öyle ki kılıç bir adam boyundan daha uzundu ve orta boylu bir adamın gövdesi kalınlığındaydı. Ortasındaki çelik ile kenarlarındaki farklı gibi görünse de öyle olmadığını anladı. Kılıç işlenmesi olanaksız bir metalden dövülmüştü. Eskiler ona şeytan kemiği anlamına gelen G’lon adını vermişlerdi. Krallığın en işe yaramaz cevheriydi. Fırınlar onu ikinci kez eritemez, çekiçler onu bükemez ve bir kere topraktan işlenip kalıba döküldüğünde tekrar kullanılamazdı. “Tek bir parçadan dövdüm onu” dedi adam huşu ile. Bozulmuş hatları ile elini bir bebek teninde gezdirir gibi kara, dev kılıcın üzerinde gezdirdi. Kral o anda gördü ki demircinin kolundaki tendonlar kopmuştu, derisinin altında kızıl yaralar vardı. Bir daha çalışamazdı. Bir kılıca bir de adama baktı. Adamın bu kaba kılıç için neleri feda ettiğini düşündü. Güzel bir kılıç yapmamıştı ama imkânsızı gerçekleştirmişti. Kral hayatında ilk ve son kez tam anlamı ile adil bir karar verdi,” kılıcın en iyisi, ancak onu bu krallıkta savurabilecek bir adam yaşıyorsa, sadece o zaman gerçekten en iyisidir.” Dedi. “Hayatını ve kolunu bağışlıyorum ama bana onu taşıyabilecek bir savaşçı bulman şartı ile. Bu kılıcı nasıl bir senede dövdüysen, öyle bir savaşçı bulmak için de bir senen var.” Dedi. Demirci düşünceliydi ancak buyruğa saygı duydu. O günden sonra Uldom ve askerlerini bir daha hiç gören olmadı.

Hudutlara gittikleri biliniyordu, kral altın kılıcı ve binlerce kişilik ordusu ile yok olmuştu. Onlar yok olduktan sonra ejderhadan gelen haberler de kesildi. Krallık sessiz bir zamana girdi. Uldom’un veliahtları vardı, iki oğlu ve bir kızı. Oğullardan büyük olanı kral olmaya isteksizdi, öteki ise çok gençti. İkisi de haklarını savdılar çünkü halk kraliyet soyundan nefret ediyordu ve bu hep böyle ola gelmişti. Zaten küçük krallık hiçbir zaman bereketli olmamıştı. Kraliyet sarayı denince insanların aklına şatafatlı ve zengin bir mekân gelir, ancak bu şato fakirdi. Kral ne kadar gaddar olursa olsun insanlar ellerindeki az para ve ekmeği vergiye katmıyordu, vergi her zaman az olurdu. İnsanların sevgilileri, kocaları, kardeşleri ve evlatları da birden bire kral ile birlikte yok olduğundan beri harlanması korku ile beklenen bir kıvılcım çakıldı. Korkak kardeşler yüzünden Prenses Charlotte kraliçe oldu. Krallığın tarihinde bu görülmemiş bir olaydı ve halk merak ile belirsiz bir sevinci beraber yaşadı. Tam bir yıl krallık huzur ve sessiz bir rahatlık ile kendini toparladı.

Taç giydiği günün tam bir sene sonrasında kraliçenin huzuruna bir haberci geldi ve “Ekselansları, vahim havadisler getirdim. Kuzey ellerinde babanızın ve nicesinin canını alan ejderhanın geri geldiğine dair izler var” dedi bir çırpıda. Charlotte korktu, çünkü babasına ne olduğunu sayısız izci ve keşif birliği göndertmişse de bulamamışlardı. Halk arasında ejderha ile savaşırken öldüğüne dair söylenti belirmiş ve bu zaman zarfında kabul edilen bir gerçek haline gelmişti. Kraliçe babasının aksine ejderhanın varlığına, belki bu yüzdendir bilinmez, inanıyordu. Yardımcılara danıştı ve onlar “Babanız tek bir konuda fevkalade başarılıydı. Majesteleri harika yarışmalar düzenlerdi” şeklinde konuştular. Genç kadın tereddüt etmedi. “Komşu ülkelere ve diyara haber salın tez vakit.” Dedi sakince, “Kendisine ejderha avcısı diyebilecek herkesi istiyorum” şeklinde devam ederek turnuvanın yolunu açtı.

İçinden ‘ gerekirse krallığın tüm hazinelerini harcarım ama bu iblis topraklarımıza daha fazla korku salamayacak’ diye düşünüyordu. Onunla konuşan kardeşleri bu fikri gördüler ve korktular. İkisi de kral olmamıştı ancak yeterince tasasız ve lüks bir yaşam sürüyordular. Üç kardeşte o güne kadar hiçbir fikir ayrılığına düşmemişlerdi, Charlotte her zaman onların da fikirlerini almış ve onlara da söz hakkı tanımıştı. Ancak ejderhayı katledecek olan kişiye ülkenin hazinelerini sermesi kabul edilemezdi. Akıllarına gelen ilk şey kendileri de bir zırh ve kılıç ile mızrağı kuşanıp ejderhanın peşine düşmekti. Sonra büyük kardeşin içindeki karanlık yavaşça su yüzüne çıkmaya başladı ve Charlotte’dan kurtulma fikri asla seslendirilmemişse de düşünüldü. Elbette küçük kardeş halen saftı.

Çok zaman geçmeden bir turnuva düzenlendi. Gelen savaşçılara çeşitli dallarda yeteneklerini sergilemeleri için fırsatlar sunulacaktı. En kuvvetli yüz savaşçıya hazine sözü verilecek ve ejderhanın peşine düşmeleri emredilecekti. Binlercesi geldi ve onları binlercesi takip etti. Tüm dünyadan en erdemli ve güçlü savaşçılar toplanmıştı. Bazısı, o kadar da erdemli değildi ama diğerlerinden daha güçlüydü. Bazısı belki hiç güçlü değildi ama lafa baktığında azizden farksızdı. Hepsi bir araya geldiğinde dünyadaki en güçlü orduymuş gibi duruyorlardı. Ancak küçük bir krallık bunca adamı tek bir hayali varlığın peşine yollayamazdı. Charlotte ejderhayı araması için ülkesinin sayısız askerini görevlendirmişti, sadece görmesi ve ne gördüğünü anlatmaları için. Ancak hemen hepsi eli boş dönmüştü ve bazısı tamamen ortadan kaybolmuştu.  Bu durum kadını içten içe kemiriyordu. Bunları düşünürken turnuva arazisinde onu gördü. Sırtında kendi boyundan uzun çift el kara kılıcı ve kara zırhı ile bir adam turnuva arazisinde yürüyordu. Sanki sırtındaki yarım tonluk bir çelik obje değil ama basit bir silahmış gibi hareket ediyordu. Kraliçe yardımcılarından birine döndü ve sordu, “Bu adam kim? Hangi diyardan geldi?” cevaplayan adam tam emin değildi ama onun kendi ülkelerinden, isimsiz, halktan biri olduğunu söyledi. Charlotte meraklanmıştı.

Nice kılıç dövüşü oldu ama kara zırhlı miğfersiz ve dev kılıçlı adam daha ilkinde bir efsane oldu. Kılıcını bile çekmemişti ve dört kraliyet atlı şövalyesini yere devirmişti. Kimse ne olduğunu tam olarak göremedi. Sonraki dövüşleri de buna benzemişti. Bazen kalkan olarak o dev kılıcı önünde tutması gerekiyordu ama onu hiç savurmamıştı. Çok zaman geçmeden insanlar onun adını bir yerlerden öğrendiler ve onun için, kalabalık tezahürat yaptı, “Tengu!”

Sadece turnuvada hünerlerini sergilemek için insanlar kendi ülkelerinden sayısız canavar ve güçlü hayvan getirtmişti. Bir kısmı para değil ün peşindeydi. 100 savaşçı listesinde olabilmek istiyorlardı, ejderha olsun ya da olmasın umurlarında bile değildi. Ancak getirttikleri yaratıkları bazen kendi sonları olmuştu. Sahipsiz egzotik hayvanlar hevesli savaşçılarca meydan okumanın bir parçası olarak katlediliyordu. Ya da başta bu tasarlanmıştı ancak bu hayvanlardan bazıları korkunçtu. Turnuva normalde kanlı olması gerekmeyen bir ortamdır ama ölümler kaçınılmaz olabilir, pes etmeyen bir hasım ya da yaratıklarca katledilen bir savaşçı sıradan bir görüntü haline gelmişti. Bir hayvan vardı ki belki o 100 savaşçı listesinde adı olmalıydı, kırmızı bir bengal kaplanıydı bu, postu rakiplerinin kanından mı öyleydi yoksa doğuştan mı kimse bilmiyordu. Dökme demir plaka bir zırh giydirilmişti ona ve sağ ön pençesi çelikten, keskin bıçaklar ile bezeli bir pati ile değiştirilmişti. Onlarcasının ölümü onun elinden oldu.
Tengu ona meydan okudu. Hiçbir hasmı için tam olarak çekmediği kılıcını onun için çekti. Sıradan hafif bir çift el gibi önünde tutuyordu. Nasıl dengede durduğunu bakanlar algılayamıyordu, kılıç adam kadardı. Çukur yapılı savaş meydanında kenarlara dizilmiş izleyiciler nefeslerini tuttu. Kızıl kaplan kara kılıçlıyı tartıyordu. Belki adamın da kaplandan bu açıdan farkı yoktu, birbirleri etrafında döndüler. Düşünüldüğünün aksine ilk saldıran kaplan olmadı. Adam kılıcı öyle hızlı savurdu ki havada boğuk bir ses çıktı, kaplandan daha yırtıcı bir hayvana benziyordu şimdi. Kaplan hamleden sakınmak için birkaç metre geriye sıçradı. Adam aynı hızda sağ bacağını ileri attı ve kılıcı ok gibi dimdik ileri yolladı. İzleyenler kılıcın sadece bir süs olmadığını kabullendiler. Kılıcın ucu kalın bir üçgene benziyordu, keskindi. Kaplan bir kulağından oldu. Herkes şaşkındı. O kılıcı kullanan kişi bir insan olamazdı. Kaplan gürledi ve kısa boyunu yararına kullanarak kılıcın altından adamın bacaklarına bir hamle yaptı. Kılıcın ucu hemen yerdeydi, adam toprağa sapladığı uçtan güç alarak onu kendine kalkan etti. Kaplanın çelik pençesi çeliğe çarptı ve çınladı. Dev kılıcı böylesine çevik kullanabilmek için muazzam bir bilek kuvveti gerekliydi.

Adam her kılıcını savurduğunda kaplanda ya bir kesik açıyordu ya da bir parça et kopartıyordu. Adeta onunla dans ediyordu. Ancak izleyenlerde ‘isterse onu öldürebilir’ izlenimi uyanması uzun zaman aldı. Yarım saate yakın, bu böyle sürdü. İzleyenler halen aynı heyecanı yaşıyorlardı ama dövüşen adamın yüzünde daha bir damla ter yoktu. Oysa kaplanın yorgunluktan bacakları titriyordu. Sonunda yere yığıldı ama ölümden değil, sadece yorgunluktan. Her yeri küçük yaralar ile doluydu. Adamın kılıcına sayısız defa vurmuştu aslında gözlere ve ayak bileklerine yapılan hamleleriyle. Dövüş bittiğinde çelik pençesi çatlaklar ile doluydu.

Nefesini tutmuş halk, kaplan yere yığıldığında çığlık çığlığa adamın adını haykırdı. Herkes turnuvanın amacını unutmuş gibiydi, kraliçe bile. Hayranlıktan dili tutulmuştu. Bu adamın dengi bir başka savaşçı yoktu. Her türlü silah ile kuşanmış savaşçı ile cenk etti ama tek bir yara bile almadı. Çok uzak ülkelerden gelmiş otantik adamlar, güneyin de güneyinden gelmiş siyah savaşçılar ya da ejderin kuzeydeki saldığı korkunun da kuzeyinden gelmiş uzun boylu geniş omuzlu, soluk tenli dev adamlar. Hiç biri onun eline su dökememişti. Sonunda Charlotte kararını verdi, turnuva dört gün ve dört gece sürmüştü. Buyurdu ki “100 savaşçı seçeceğimi söyledim, bunun yerine 100 savaşçıya bedel bir savaşçı seçiyorum. Eğer ki yedi gün içinde tam buraya, turnuva alanına geri gelmezse söz verdiğim gibi geri kalan 99’unuza tüm hazinelerimi vereceğim” dedi. Pek çoğu karşı çıktı, bir kısmı kraliçenin Tengu’yu kast ettiğini hemen anladı ve kabullendi. Adam gerçekten de 100 savaşçıya denkti. Kimisi kraliçenin bu kararını saçma buldu. Aynı para ile tüm 100 savaşçıyı da ejderhanın peşine gönderebilir ve şansını arttırabilirdi. Kadının aklından geçen ise, ‘eğer bu adam dediğimi gerçekleştirebilirse ki yapabilir, tek kazanan krallık olur’ şeklinde babasına çekmiş bir fikirdi.

Kararın akşamı kara kılıçlı adam kraliçenin huzuruna çıkartıldı. Adamın diz çökmesi diğer tüm yardakçıların yaptıklarından daha uzun zaman aldı ama sonunda çöktüğünde kraliçe gülümseyerek konuştu. “Kalkın bay şövalye, bana adınızı bahşedin”. Adam gergin görünüyordu, “Tengu” dedi sadece. Sanki ismini söylemekten utanır gibi bir hali vardı. Öyle ya ismi ülkeye özgü değildi, ancak adamın mizacı ve tipi krallıkta yaşayan herhangi birininki kadar belirgindi. “Babamın yemini üzerine buradayım” dedi sonra. Kraliçe merakla sordu, “Babanız kimlerdendir? Lütfen oturun ve anlatın” dedi. Savaşçı farkına varmamıştı ancak o diz çökerken tam ardından taşınır bir ceviz ağacından oyma koltuk getirtilmişti. “Babam aslında benim babam değildir. Onun kanını taşımam. Kılıcımın demircisidir. Babanız majesteleri Uldom’a ‘Bu kılıcı savurabilecek bir adam bulacağıma söz veriyorum’ dedi bundan tam bir sene önce” Tengu’nun aksanı kırıktı. Kraliçe anladı ama fikrini açıkça seslendirmedi, bu adam bir şövalye değildi. Ancak 12 demircinin hikâyesini biliyordu. Kılıca daha yakından bakmak istedi ve adam gönülsüzce onu ortaya serdi.

Kılıçta tek bir çentik bile yoktu. Henüz ocaktan çıkmış gibiydi. Kadın ona dokunmak için elini uzattığında adam aniden geri çekti. Muhafızlar hızla öne çıktı ve mızraklarının uçlarını adam o pozisyondayken boynuna dayadılar. Tengu iç çekti, “Gücendirici davrandıysam özür dilerim, ancak kılıç lanetlidir. Ona dokunmayı istemezsiniz” dedi gittikçe sesi kısılarak. Charlotte korktu ama muhafızları geri de çekti. “Söyleyin bana Tengu, isteğimi yerine getirebilecek misiniz?” Adam o kızıl kaplanla yaptığı dövüşte nasıl sırıttıysa aynı şekilde karşılık verdi, “Bu kılıç o ejderhanın katili olacak”
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1
Gönderen: Malkavian - 29 Mayıs 2010, 02:42:03
Yeni koymuşsun ilk ben okudum sanırım ve şunu söylemeliyim müthiş bir ilk bölüm olmuş heyecan verici ve bu heyecanı yazının sonuna kadar koruyor... Devamının gelecek gibi olması da sevindirici... Kılıç ve onun dövülüş nedeni oldukça ilgi çekici

Tek bir konu aklıma takıldı bir yerlerde 'Cüce olamayacak kadar küçüktü' demişsin.  Bütün bu halk cüce mi? insan mı? yoksa başka birşey mi? tek bir ipucu yakalayamadım yazı boyu. Bir de kral ne ara ölüverdi onu tam çözemedim :)
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1
Gönderen: Nihbrin - 29 Mayıs 2010, 02:56:23
O cümleyi günümüzdeki normal cüceleri kast ederek yazmıştım. Demicinin gerçekten çok ufak tefek, pigme-vari olduğunu anlatmak için, yoksa dwarf olan cüceler ile ilgisiz. Karakterlerin büyük kısmı insan. Kral yok oldu, ölmedi. Ejderhayı ya da ejderha söylentilerini avlamak üzere yola çıktığında onu en son gören demirci oldu. Belki de ölmüştür, kimse bilmiyor.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1
Gönderen: Amras Ringeril - 29 Mayıs 2010, 03:21:34
Hem sürükleyici hem de özgün konuya sahip bir öykü olmuş bu. Fazla derinliğe giremeyeceğim bu kez. Yalnızca devamını merak ettiğimi söylemek istiyorum. Üçüncü paragrafta anlatımın bir anda yön değiştirmesi rahatsız etti. Onun dışında sağlam bir destan gibi duruyor.

Aslında böyle ani yön değiştirmeleri yapmazsın anlatımlarında, parça parça koyuyordun ama bunda tek bir bütün halinde, bir iki kez değişen bir anlatım kullanmışsın. Dikkatimi dağıttı biraz, yine de farklılık iyidir :) Kılıcı ondan ayrılan kişinin öldüğü bir lanete sahip olarak düşündüm. İlginç doğrusu.

1000. mesajını da kutlarım :D Devamını bekliyoruz..
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1
Gönderen: Ropinie Hystria - 29 Mayıs 2010, 12:25:28
Anladığım kadarıyla çok ''derin'' bir hikaye değil, tabi bundan sonrasını bilmiyoruz daha. Amras'ın bahsettiği üçüncü paragrafta dilin değişmesi, biraz beklenmedik oldu benim için. Kasten yapılmış bir değişimden çok, hata gibi duruyor.

Onun dışında masalımsı bir hava var hikaye üzerinde, bu havanın devam bölümünü kısıtlama ihtimali aklımda soru işareti oluşturmadı değil aslında.

Yalın anlatım, bu tip hikayeler için ne kadar uygun bilmiyorum, daha çok görkem, ihtişam bekliyor sanki oluşan cümleler.

Netice itibariyle, daha önce ''Nihbrin'' isminden çıkan öykü seçkisine hazırlanmış hikayeden sonra bu masalımsı öykü, biraz havada kalıyor sanki. Bir altyapı eksikliği var.

Biraz karamsar bir mesaj oldu ama umarım bir art niyet aramazsın. :)
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1
Gönderen: Nihbrin - 29 Mayıs 2010, 12:36:36
Hayır elbette art niyet aramam, aksine teşekkür ederim. Üçüncü paragrafı gözden geçirdim ikinizin yorumu üzerine ve haklısınız, sanırım genelde yaptığım gibi "***" şeklinde bir ayıraç kullanacaktım ve gözden kaçırdım. Böyle kalması daha iyi yine de, hata göze batmalı ki tekrarlanmamalı.

Hmm, bu hikaye ile ilgili çok ilginç fikirlerim var ya da bana ilginç geliyorlar. Göründüğü kadar basit olmamasını amaçlıyorum. Genel tüm ejderha ve onun kellesi ile dönen savaşçı hikayelerinden farklı olacağını düşündüğüm bir gözden anlatacağım. "nihbrin" in genelde yaptığı hikayeyi bir kerede vermek oluyor, son ve baş bir anda okunduğunda amaçladığım tepkiyi alabiliyorum. Yorumlarınızın beklediğim doğrultuda olduğunu söylemeliyim. 6-7 sayfalık basit bir grotesk masal anlatma niyeti ile yola çıkmıştım ve ikinci turnuvayı anlatmaya başladığımda ve dark swordsman'i aslında devam ettirmek istediğimi fark ettiğimde ikinci kısma akmasında karar kıldım.

Teşekkürler.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1
Gönderen: Elijah - 29 Mayıs 2010, 13:25:28
Kurgu mükemmel olmuş, anlatım vs.. de harika. Sabırsızlıkla devamını bekliyorum, bir destan havası var. Ama betimlemeleri biraz daha fazla yapsan iyi olur, mesela kraliçenin özeeliklerini ya da şövalyenin özelliklerini yazabilirsin.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1
Gönderen: Vladislav Drakul Tepes - 31 Mayıs 2010, 15:51:08
 Kİtap okur gibi okudum. Devamını mutlaka getir ve bir yayınevine ver bence.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 2
Gönderen: Nihbrin - 15 Haziran 2010, 06:09:54
Bölüm 2:

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/06/the_forest2.jpg)

Tengu çok küçükken tanrıdan bir dilekte bulunmuştu. Askerlerin bellerindeki gibi kılıçlar taşıyabilmek istiyordu. Ancak bunu her sıradan insanın yapacağının aksine güç arzulayarak yapmadı. Gücü nasıl kazanacağını öğrenmek istedi. Bir yol arzuladı. Tengu’nun kalbi hep temizdi öyle olmasına ama tanrı her kuluna cevap vermezdi. Onun kendi yolları vardır demişti büyük annesi. Sahi büyük annesi onunla konuşan tek kişiydi on sekizine kadar. Tengu umutsuzluğa kapılmadı, çünkü o iyilik ve kötülüğe inanmazdı. Tengu bir demirciydi. Bedeni doğduğundan beri bu haldeydi. Ancak çocukluğunda annesi onun hasta bedenini bir uçurumdan aşağıya ağlayarak bırakmak istediğinde yapamamıştı. Ona kıyamamış olması Tengu’nun uzun ızdırabının başlangıcı oldu. Buna rağmen her canlı nefes almayı hak eder. Büyük annesinin, annesinin yapmak üzere olduğu günahın düşüncesine dayanamayarak onun yerine uçurumdan atladığını böyle dile getirdiğini hayal meyal anımsıyordu.

Tengu kıvılcımları her zaman sevmişti. Büyük annesi dışında aileden kimse onun hilkat garibesi bedeni ile muhatap olmasa da hepsi de onun gücüne hayran kalıyordu. Tengu bir baronun gözlerden gizlenmiş oğluydu. Rezil adam kuzenine tecavüz etmiş ve hamile bırakmıştı. Tengu bu hastalıklı ilişkinin meyvesiydi. İnsanlar günahı onu görmek istemeyen gözlerden mümkün olduğunca sakladı.

Ancak zavallı oğlan bunların hiç birine önem vermemişti. O kıvılcımları severdi. Çeliğin çeliğe çarptığında çıkardığı ışık huzmeleri onun kalbini çalmıştı. En başından beri çok zeki biri sayılmazdı aslında ama çelik ile yaptıkları baron babasının kulağına vardığında yine de memnuniyet ile karşılanmadı. Aslında olmalıydı çünkü krallığın işlenemeyen çeliğini on iki yaşında bir özürlü işleyebilmişti. Kimse nasıl yaptığını bilmiyordu. Tengu’ya sorduklarında cevaplayamıyordu. Üflediğini söylerdi bazen ama kimse onu anlamadı.
Baron Hulonoch ona köylerinden birinde demirci ocağı açtı ve aile ile tüm bağlarını koparmasını istedi. Bu olduğunda Tengu on sekizine yeni basmıştı. Babası o güne kadar kendisi ile tek ve son kez konuşmuştu. Buna rağmen yaşadığı mutluluğu halen anımsar.

Köylüler ona kaledeki kimse gibi davranmıyordu. Hiç biri ona olduğu şey için nefret ile bakmıyor, konuşmaktan kaçınmıyordu. Aksine işçiliğini beğendiklerini söylüyor ve bazen hediyeler getiriyorlardı. Yıllardır gıcırdayan menteşeler, atları huysuz eden nallar, yerinden düşüp duran çekiç başları ve kalaylanması gereken bir sürü bakırı mutlulukla kucakladı. Ancak Tengu’nun gönlünde gerçek çelik vardı. Savaşlara giden orduların zırhlarını yapmak isterdi. Kralların kılıçlarını dövmek ve bir kalenin kapısını yıkacak koçbaşını dökmek isterdi. Hastalıklı görüntüsüne rağmen gücü ancak bunları yaparsa hissedebileceğini düşlüyordu. Kendi kendisine bulduğu yol buydu. Çünkü bazen tanrı kendisini yol göstermek zorunda hissetmez, sizin onunla doğmanızı sağlar.

Tengu yıllarca sıcak fırının başında elinde emektar çekiçlerinden yüzlercesini eskitmiş sonunda yaşlıca bir adam olmuştu. Kimse onunla evlenmek istemedi. İnsanlar ona saygı duyuyorlardı ama halen acıyorlardı da. Demircisi yapıldığı köy koca bir kasaba olmuştu ve o beldedeki en becerikli çelik ustasıydı. Hayatı boyunca tek bir kılıç ve kalkan yapmadan bunun özlemi ile yaşamıştı.

Ancak o gün geldiğinde çocukluğunda gözlerini bürüyen kıvılcımlar geri geldi. Ferman belliydi, bir ejderhanın kalbini sökebilecek kılıcı istiyordu kral. Çıraklarından birisini saraya yolladı ve yapıma başladığını haber verdi. On ikisinde eline aldığı çeliği geri aldı. Gülümsemesi buruktu ama babası onunla ilk konuştuğu zaman nasıl attıysa kalbi, belki de bunun iki katı hızlı attı.

Problem dördüncü ayda baş gösterdi. Gövdeyi tamamlamıştı tamamlamasına ama yumuşak gövdenin etrafına sert keskin kenarları işlemek olanak dışıydı. Çelik bir kere döküldü mü bir daha dökülemiyordu. Yeni ve akıl dolu sayısız numara denedi. Yılların deneyimini kullandı ama çare bulamadı. Tam pes etmek üzereydi ki kılıcı iki ayrı metalden dökmeyi düşündü. Olması gerektiği gibi olmayacak dedi kendi kendine kırık aksanı ile. Duvardaki yırtık takvime baktı ve iç çekti. Zamanı yoktu, denemek zorundaydı.

Kralın ordusu tam altı ay sonra ejderhayı sınırdan sürmek için yola koyulduğunda oda dev kılıcı arabaya yükledi ve tek başına o yaşına rağmen yola çıktı. Çıraklarından bir kaçı durdurmaya çalışmıştı ama ne çare, keçi gibi inatçıydı Tengu. Kralın ordusu hantaldı, idmanlı değillerdi ve düzensizdi. Yetişmesi yaşlı bir adam için bile kolay oldu. Kral’ın muhafızları onu yaka paça yakaladıklarında ne yapacağını bilemedi. Kılıcı koyduğu sandığı korkarak gösterdi ve kralın kılıcını beğenmesi için dua etti. Kralın belindeki altın kakmalı kıytırık silaha nefret ile baktı, ‘bu mu bir ejderhayı devirecek!? Peh!’

Heybetli kral kılıca uzun uzun baktı. Eline almaya çalıştı, adamlarına taşıttı ve kaç kişinin taşıyabileceğini merakla izledi. Sonunda şöyle buyurdu, ,” kılıcın en iyisi, ancak onu bu krallıkta savurabilecek bir adam yaşıyorsa, sadece o zaman gerçekten en iyisidir. Hayatını ve kolunu bağışlıyorum ama bana onu taşıyabilecek bir savaşçı bulman şartı ile. Bu kılıcı nasıl bir senede dövdüysen, öyle bir savaşçı bulmak için de bir senen var.”

Tengu dehşete düştü. Bu kılıcı kaldırabilecek biri mi? Onu huşu ile döverken bir yıl boyunca bunu tek bir an bile düşünmemişti. Kral çatık kaşları ile yoluna devam ettiğinde zavallı demirci oracıkta kala kalmıştı. Son asker de yanından geçip gittiğinde emektar eşeğini geriye döndürdü ve yola koyuldu. Evine geri döndüğünü düşünürken etrafına dikkat etmemişti. Nereye gittiğini bilmiyordu ve bu uzunca bir süre bu böyle devam etti.

Sonunda eşek yorulduğunu hareketsizleşme protestosu ile ona belli ettiğinde Tengu daldığı âlemden uyandı. Bilmediği bir ormanın bilmediği diyarlarına varmıştı. Ne Ay ne de güneş vardı. Gece olmayan bir karanlık hüküm sürüyordu ama korkutmak bir yana rahatlatıcıydı. Etrafına bakınırken onu gördü. Ağaçların kabuğu ile birdi entarisi. Başında bir başlık vardı ve ellerinde bordo sargılar sarılıydı. Küçük bir taşı sağ eli ile havaya atıp tutuyordu ve onu izliyordu. Uzun boylu bir adamdı. Giysisi gibi olan ağaca yaslanmış onun yanına gelmesini bekler gibi duruyordu. Ne yüzü ne de mizacı görünür haldeydi. Tengu yaşından mıdır bilinmez insanlardan pek korkmazdı. Bir hırsızın ondan çalmaya utanacağını düşünürdü. Eşeğin çektiği derme çatma arabasından indi ve sarsak adımlar ile bozuk bedenini ağaca yaslanmış adamın yanına taşıdı.

Adam çoğu insanın yaptığının aksine onunla konuşmak için boynunu eğmedi. Ona tepeden bakıyordu ama bunu öyle yapıyordu ki sanki Tengu onun dengiydi. “Uzun günler ve hoş geceler efendi” dedi usulca. Tengu hiç böyle bir karşılama işitmemişti. “Selam olsun. Evlat, sanırım kayboldum. Burası neresidir bilir misin?” dedi bir çırpıda. Adam başlığının altından ancak görünebilen çenesini kaşıdı sargılı eliyle. Sağ eli ile taşı atıp tutmayı halen bırakmamıştı. “Sanırım buraya Uyanış diyorlar efendi” dedi fısıldayarak. Cümlesini bitirdiğinde taşı atıp tutmayı bıraktı ve doğruca Tengu’ya baktı. Sağ eli ile başlığı geri çekti.

Adam Tengu’nun hayatı boyunca gördüğü en güzel adamdı. Öyle siyah saçları vardı ki bugüne kadar gördüğü siyahların tümü gri gibi geliyordu şimdi ona. Gözlerinde ancak onun gibi yaşlı bir adamda olabilecek derinlik vardı ama gençtiler. ‘Her şey daha iyi olacak’ der gibi gülümsüyordu. “Ben, hmm, Estu! Buralardan değilim ama her yer gibi buraları da bilirim” dedi sessiz sesi ile. Tengu'ya sanki ismini o anda uydurmuş gibi geldi. Sargılı elini ona uzatmıştı. Tengu’ya dengi gibi davranıyordu, ona acımıyor, eğilmiyor ve boş yere aşırı korumacı davranıp boğmuyordu. “Ben Tengu, evimi ararım. Glond kasabasını bilir misin evlat?” dedi. Estu denen adam dudak büktü. Düşünüyordu. Düşünürken bakışları arabaya kaydı. “Ne taşıyorsun usta demirci?” dedi ona merakla. Estu vereceği cevabın onun refahını doğrudan etkileyebileceğini düşündü, ayrıca demirci olduğunu nereden anlamıştı?. “Sadece bir demir parçası, onu satmak istedim ama alıcısı beğenmedi” dedi umursamaz bir tavırla. Estu bunu yemedi, “Ya? Görebilir miyim peki?” Yapmacık bir ifade ile sormuştu bunu. O izin vermese bile göreceği belliydi. Tengu adamı istemeyerek de olsa arabanın arkasına götürdü ve sandığı yavaşça açtı. Kapağı kaldırdıktan sonra bir an sadece Estu’nun ifadesini izlemek istedi.

Adam büyülenmişti. Ağzı bir karış açık kalmış gözleri yerinde durmakta kararsız gibiydi. Az önce takındığı sakin ifadeden eser kalmamıştı. O güzel insan yerini hayatının feleğini görmüş bir adama bırakmıştı. “B-bu, bir kılıç mı?” dedi kekeleyerek. Tengu’nun gururu okşanmıştı. Birinin ne amaçla olursa olsun kılıcını beğenmesi çok hoşuna gitmişti. “Kralın fermanını bilir misin bilmem. Bir ejderhanın kalbini sökebilecek kılıç arzuladı ve ben de dövdüm. Ama onu taşıyabilecek birisini de istedi. Onu bulmalıyım.” Dedi üzgünce. Estu’nun bakışları inanamazlıkla yaşlı adamın yıpranmış ama kaslı koluna ve ardından yine kılıca gitti. “Yani bunu ‘sen’ dövdün?” diye sordu tekrar. Tengu bundan sıkılmaya başlamıştı. Kapağı aniden kapattı ve adamın hülyalı bakışlarına son verdi, son anda uzatmakta olduğu elini geri çekti. Estu o kadar hızlı eski haline döndü ve toparlandı ki Tengu gülmeden edemedi.

“Sadece bir demir yığını” dedi yaşlı adam tekrar. Estu onun önünde diz çöktü ve ayakkabısını öptü. Bunu o kadar hızlı yaptı ki adam şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. “Usta demirci, insanların yeteneğinin ötesinde bir silah işlemişsin. İnsanlar beni her zaman şaşırttılar ama bu… Olağan üstü. Kılıcını satın almak istiyorum” dedi hızla. O kadar heyecanlıydı ki ilk bez topunu satın almak isteyen çocuklar gibiydi. Tengu sordu, “Onu taşıyamazsın ki, savuramazsın. Onunla kimse savaşamaz. Neden kılıcımı istersin?” Estu kaşlarını çattı. Bu kez Tengu’ya tartar bakışlar ile bir kez daha süzdü. “Beni yanıltmak mı istersin usta demirci? Elbet onu döven kişi herkesten daha iyi taşır.” Dedi sanki basit bir gerçeği ortaya seriyormuş gibi. Tengu kahkahalar ile güldü, “Ömrüme hiçbir gün bu kadar çok gülmemiştim” dedi gözünden gelen yaşı silerken. Estu ellerini koltuk altlarına aldı ve o pozisyonda düşünmeye başlar gibi bir ifade takındı tekrar. “Sana kılıcın karşılığında bir dilek hakkı tanırım” dedi birden bire.

Tengu ‘dilek’ kelimesinin anlamını kavramaya çalıştı bir süre, “Bana bir iyilik mi yapacaksın?” dedi merakla anlamadan. Adam başını salladı, “Hayır hayır öyle değil, sana hizmetinin karşılığını ödeyebilirim. Ne eksiği ne fazlasını alıp verebilir ancak hak ettiğini bulmanı sağlayabilirim” dedi. Tengu bir kaşını kaldırarak ona baktı. “Sen bir orman perisi falan mısın yoksa?” bu kez şüpheci olan Tengu’ydu. Estu gücenmiş gibi baktı, “Ben hayallerinin çok ötesinden biriyim. Buraya sevgilime adını veren çiçeklerden bulmak için geldim ancak senin muhteşem kılıcını buldum. Bana onu sat ve sana bir arzunu bahşedeyim” dedi, bu kez ısrarlıydı. Tengu bir hile yapmaya karar verdi, “Ne istersem mi?” dedi kurnazca. “Ne istersen, ancak ne istediğine dikkat et.” Dedi uyarırcasına. Tengu dedi ki, “Bana güç ver ki bu kılıcı savurabileyim ve krala olan borcumu ödeyebileyim.”

Estu iç çekti, “Öyle olsun insan. Ancak işin bittiğinde kendini yeni dilekler arasında bulabilirsin. Sakın benden hak dilenme. Her şey bittiğinde, kılıcın benimdir” dedi ve ekledi birden, “Kılıcın adı ne?”. Tengu aynı Estu’nun sesini taklit etti, “Panus, korkunun gölge ejderhasının adını verdim ona.” Elleri bordo sargılı adam gülümsedi, “Akıllıca”. Hoşça kal demeden önce Tengu’da ona sordu, “Peki senin sevgilinin adı nedir yolcu?”

Manolya, Evergreen, dedi uzun boylu adam yine fısıldar gibi, huşu içinde.
 
Yaşlı adam ertesi sabah uyandığında, yeni ve genç bir bedenin içinde hayallerindeki kıvılcımların saçıldığı kor gibi yanan hayat dolu kalbi ve güçlü kollar ile uyandı. Panus ellerinde bir çocuğun çomağı gibi ona boyun eğdi. “Şimdi bana bir zırh da lazım” dedi düşünceli düşünceli. Çıldıracak gibi mutluydu.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1
Gönderen: Vladislav Drakul Tepes - 15 Haziran 2010, 11:44:24
 Mükemmel tek kelime ile mükemmel harbiden yani söyleyecek söz bulamadım.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2
Gönderen: Amras Ringeril - 15 Haziran 2010, 19:36:45
Güzel gidiyor, Nihbrin kendi elleriyle bir destan yazıyor sanki :) Yine söyleyecek fazla bir şey bulamadım, bugünlerde kısırlaşıyorum biraz, yazım düzeninde neredeyse kusursuzlaşman beni oldukça mutlu etti. Yalnızca Tengu'nun kim olduğuna dair ufak bir karışıklık yaşadım. Özürlü olduğunu yazmıştın ama sonraki davranışlarında ve söylemlerinde böyle bir şeye rastlamadım. Hem güçlü hem güçsüz ilginç bir karakter ortaya çıkmış.

Nasıl devam edip biteceğini merak ediyorum, umarım böyle gider ve bittiğinde bir başyapıt elimizde olur :)
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2
Gönderen: Nihbrin - 16 Haziran 2010, 11:28:21
Tengu ile ilgili neden öyle bir izlenim uyandı sende tam anlayamadım aslında. Baştan o göz ile tekrar tekrar okudum ancak uyandıramadım aynı imgeyi kafamda. Tengu ruhen sağlam bir adam, ne istediğini bilen ve tanrıdan bunun için dilenmeyen yine de yol yordam olsa keşke diyen. Sakatlığı sadece bedeni ile sınırlı yani aklen normal birisi. Demircinin en öne çıkan özelliği pigme bir özürlü olmasından ziyade pigme bir özürlü olmasına rağmen çok kaslı ve güçlü bir kolu olması. Ben bunun nasıl biteceğini biliyorum ama öyle bitirmek istemiyorum ^^ düşünceliyim Tengu konusunda, en fazla 2-3 bölüm daha devam eder ve biter.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2
Gönderen: Amras Ringeril - 16 Haziran 2010, 13:36:28
Benim bir yanlış anlamamdan ibaret. Tengu'nun özrünün pigme olması olduğunu anlayamamıştım. Akraba ilişkisi olduğundan da söz edince zihinsel olarak da bir özrü olduğunu düşündüm. Şimdi oturdu her şey yerine :)
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2
Gönderen: Elijah - 16 Haziran 2010, 17:32:20
Yine mükemmel bir bölüm daha  :)
2-3 bölüm sürer demişsin, Tengu işi erken bitirecek yani. Keşke biraz daha sürseydi.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 3
Gönderen: Nihbrin - 19 Haziran 2010, 07:09:55
Bölüm 3

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/06/snow_small.jpg)

Kılıçlı adam tenha kasabanın yolunda yürürken sadece izledi. Korkan ifadeler görmeyi bekliyordu buraya gelirken ama tek gördüğü kapı aralığından bakan gözler ve hafifçe oynayan pejmürde perdeler oldu. Yolculuk için aldığı kalın pelerini sıkı sıkıya etrafına dolamıştı ama hava ısrarla ince boşluklardan girmeye devam ediyordu. Geceyi kapalı bir yerde geçirmek istiyor ama bu insanları rahatsız etmek de istemiyordu. Kasabanın çıkışı aniden karşısında belirdiğinde Gri Havari Hanını buldu.

Camlardan sızan tek bir ışık huzmesi bile yoktu. Sağ elini pelerinin içinden en az çıkaracağı şekilde uzatarak sertçe üç kez kapıyı çaldı ve bekledi. Beklerken etrafına daha iyi bakınacak zamanı buldu ve o binayı gördü. Yerle bir olmuş ve eskiden muhtemelen başka bir han olan binanın ortasından orta halli bir dağ geçmiş gibiydi. Kapı aniden açıldığında Tengu hafifçe sarsıldı, “Ne istiyorsun?” dedi ufak bir kadın kabaca. Tengu güler yüzle karşılık verebilirdi, ya da bu bedene kavuştuğu zamandan beri yavaşça kaybetmemiş olsa hoş görüsünü kullanır ve kadını belki daha iyi bir ruh haline sokabilirdi. Ancak yaptığı bundan ziyade daha kaba olmak oldu ve cevap vermeden para kesesini gösterip kafası ile içeriyi işaret etti.

Tengu az konuşmanın en rahatı olduğunu çok kısa zamanda çözmüştü, aslında bunu bilemezdi çünkü insanlar eskiden onunla pek konuşmazlardı. Genç kızların bakışlarını ve cüssesini hayranlıkla izleyen diğerlerinin yanı sıra savaşa gidecek sağlam bir et yığını gibi düşünen soylularla da tanışmıştı. Başta hoşuna gitmişti ancak şimdi sadece biraz rahatsız ediciydiler.

İçerisi onun dışarıdan kendi elleri ile getirdiği birkaç parça odunun yeni yanmış şöminede ısıtırmış gibi görünmeye başlamasından önce de soğuktu ve büyük olasılıkla hep soğuk kalacaktı. Buna rağmen sokağın kaşları dondurup yerlere döken soğukluğundansa elbette harikaydı. Tengu’nun kuzey ellerine ziyaret ettiği altıncı handı Gri Havari. Gittiği hemen her yer bu tip bir karşılama komitesi sunmuştu ona. İnsanların yaşamaya nasıl devam ettiklerini merak etmişti başlarda. Ancak bulacağı cevaplardan korktu. Ninesi ona kapalı kalınca birbirlerini yiyen insanlar ile ilgili bir korku masalı anlatmıştı ona küçükken. Özürlü veya sağlıklı, her çocuk yaramazlık yapar.

Açıkçası Tengu ne yapacağını bilmiyordu. İnsanlar ile konuşmaya çalışmıştı ancak ejderhanın lafını bile ettirmiyorlardı. Sonunda üçüncü uğradığı kasabada bir adamı tenhada sıkıştırmış ve sorgulamıştı. İnsanlar güneye göç etmiyorlardı çünkü onlara ejderha böyle emretmişti. Adamın dediğine göre ejderha tartışılmaz adaletin geleceği günün yaklaştığını ve sadece ona yakın yaşayanların hayatta kalmayı hak edeceğini söylemiş ve kaçmaya çalışan kimseden bir daha haber alınamamıştı. Tengu durumu tam olarak kavrayamıyordu. ‘Köylüler ile konuşan bir ejderha, onların gitmesine izin vermiyor ama korkmalarına aldırış etmeden kaçanları katlediyor. Diğer güneyli halka anlatmalarından mı çekiniyordu acaba?’ şimdilik kafasındaki fikir buydu. Ejderha her ne düşünüyorsa burada yaşayan insanlar ile bir işi vardı ve onların burada kışı güneydeki akrabalarına gitmelerine izin vermeden geçirmelerini istiyordu. Kralın vergi memurları gezerken önceki senelerde durumu anlamış olmalılar. Ancak kral dâhil kimse buna inanmamıştı. Kaleye yakın insanlar bir ejderhanın var olabileceğine inanmayan kişilerdi. İşin komik yanı Tengu bir ejderhanın nasıl büyük, güçlü ve zeki bir varlık olması gerektiğini biliyordu ama her ne kadar hayalindeki imgeye zarar verebilecek bir kılıç döktüğünü düşünse bile bunu nasıl yerine getireceğini bilmiyordu.

Düşünceli biçimde sandalyesinde uyuklarken kılıcına sarılmış figüre gölgelerden keskin bir çelik meyillendi. Çeliğin ucu Tengu’nun iki kürek kemiğinin ortasına, onu taşıyan elin sakin ama kendinden emin adımları eşliğinde yaklaştı. Bıçağın ucunda sanki kesif kokan bir sıvı sürülmüştü. Silah son hamlesini ani bir kavis ile çizerken çeliğin çeliğe çarptığında çıkardığı ses hanın pekte geniş olmayan ortak salonunda yankılandı. Ardından birbirini izleyen seri hamleler ve her defasında minik silahın denk geldiği geniş bir kılıç gövdesinin yankısı ile son buldu. Bıçağın sahibi soluk soluğa uzaktaki bir başka gölgeye sıçradığında Tengu çoktan ayaktaydı. Kılıcını kesmekten çok kendisine kalkan olarak kullandığı oluyordu ama hiç bu kadar hızlı bir hasım ile karşılaşmamıştı. Sadece saniyeler içinde onlarca kesici ve delici hamlede bulunmuştu.

“Git ve bir daha gelme” dedi fısıldar gibi Tengu uykulu bir ses tonunda. Başarısız katil omuz silkti ve aşağıdan hızla sıçradı. Tek seferde uçarcasına beş, altı adımlık mesafeyi geçmiş ve Tengu’nun gövdesinin altını hedef alan bir kavisle silahını savurmuştu. Belli ki bir tendonu hedef alıyordu ve rakibini sakatlayarak zayıf düşürmek niyetindeydi.  Suikastçının karşısında dev gibi bir kılıç belirdi. Tengu’nun ayakları yerden kesildi ve tek eli ile kılıcın üstünde havada ters durdu. Ancak zavallı adamın bunu anlayacak vakti olmadan dev cüsseli Tengu onun üstünde bitmişti bile. Sırtının üstüne çıktı ve düşmanının silahlı kolunu büktü. Katilin yüzünde bir maske vardı, onu hemen geri çekti ve canına kast eden adamı görmek istedi.

Bu bir kadındı. Tengu tereddüt etmeden büktüğü kolu daha sıkı tuttu ve bu sefer güçlü bir ses ile kesin biçimde sordu, “Sen kimsin ve beni neden öldürmek istiyorsun?”. Düşmana bilgi vermemek için dilini yutan katiller loncası ile ilgili heyecanlı hikâyeler duymuştu ama bu kadın görünüşe bakılırsa işi uğruna canını verecek biri değildi. Buna güvenerek sessiz kalan katile aynı soruyu birkaç defa daha hiç sıkılmadan tekrar tekrar sordu.

Gürültüye uyanan hancı, yardımcısı ile beraber merdivenlerden inip adam ve yerdeki siyahlar içindeki bitap düşmüş kadını görünce çığlık attı, “Benim hanımda tecavüz ha!”. Kadın mutfaktan bir tavayı kaptığı gibi Tengu’nun üzerine koşmaya başladı. Belki de onları öyle görünce deli kocasını anımsamıştı. Delirip kasabanın kadınlarına saldıran ve sonunda idam edilen zavallı kocasını.

Adam hem tavayı engelleyerek hem de her an kurtulmaya hazır suikastçıyı tutarak pozunu koruyamazdı. Bıçağın odanın uzak bir köşesinde olduğuna emin olarak kadının üstünden çekildi ve çoktan üzerinde oynanmış han kapısını kırarcasına açarak kendisini dışarıya attı. Birden fazla suikastçı olması ihtimalini düşünüyordu ama kadının üstünden kalkarken bir an olsun görebildiği imgeyi kafasından atamıyordu. Kraliyet arması.

Cüssesi ve taşıdığı kılıca rağmen Tengu oldukça hızlı şekilde kilometrelerce koşabiliyordu. Estu denen adam ona dileğini bahşettiğinde verdiği bedenin aslında her insanda olan sıradan bir et makinesi olduğunu düşünmüştü. Ancak sonra gerçekten daha fazlası olduğunu gözlemleyerek ve hayranlık dolu iç çekmelerin eşliğinde anlayabilmişti. Adına çalıştığı krallıktan bir asker nasıl olur da onun peşinden öldürmek için yollanırdı? ‘Hayır, bir asker değildi, arma bir kumaşın üstündeydi ama giysi değildi, belki bir kese ya da cüzdan gibi’ diye düşündü sonra. Saraydan birileri onun ejderha ile ilgili işi bitirmesini istemiyor gibiydi. Sabah yaklaşıyordu ve Tengu gün aymanda önceki o en soğuk dakikaları koşarak, kendini sıcak tutmaya özen göstererek geçirdi. Arkasından kimsenin gelmediğine emin olduktan sonra belli bir tempo tutturdu. Öyle hızlı ve önüne bakmadan umarsızca koştu ki sonunda ormanın derinliklerinde kaybolduğunu kabullenmesi saatler alacağı bir yola geldi.

Öyle bir yoldu ki sanki üzerinde yürümeye devam ettikçe hava ısınıyordu. İçinde isimsiz bir dürtü vardı ve ona geri dönmesini sesleniyordu. Ancak yorulmuştu ve dinlenmeliydi. Donmuş bir nehir kenarı buldu ve buzu sağlam bir darbe ile kırarak çelik kabını biraz su ile doldurdu. Orman hayvanlarından korkmuyordu ama kuzey ellerinin günü bile yeterince soğuktu, hemen bir ateş yakıp suyu ısıttı ve kendini olabildiğince rahat ettirdi. Karlar ile kaplı bir vadinin ortasında kuşların bile ses etmediği bir diyardaydı. Buzun altında halen akan nehri duyabiliyordu ama fazla gürültü yapmaktan ürker gibi bir havası vardı. Ateşin çıtırtısının eşliğinde bitmeye çalışan gece ona bir ziyaretçi daha getirdi.

Dalların ve ağaç gövdelerinin kara imgelerinin arasında hafifçe parlayan entarisi ile kısa boylu ve kırılgan görünümlü bir kadındı bu. “Bu gece gördüğüm üçüncü bayansınız ve umarım diğer ikisi ile aynı mizacınız yoktur” dedi kendi esprisine hafifçe sırıtan Tengu. Kadın çok hafif giyinmişti ama sanki üşümüyor gibiydi. Gözlerinde en derin okyanusun kıskanacağı bir mavi vardı ama geri kalan ve onu betimleyen tek renk beyazdı.

“Eminim hak ettiğinizden fazlasını bulmamışsınızdır” dedi sevecen bir sesle. Onun ne demek istediğini anlamadı Tengu. “Neden ateşimi benimle paylaşmıyorsunuz? İkimize yetecek kadar büyük” dedi dalga geçer gibi. Ancak bir eli kılıcı Panus’u sım sıkı kavramış ve tüm kasları gerilmişti. Kadın gördüğü en güzel şeylerden biriydi. Ama bu güzelliğin arkasında yankılanan gücü hissetmemek için embesil olmak icap ediyordu. “İnsanlara özgü yüreğinde yanan ateş seni yedikten ve bitirdikten sonra belki küllerinden geriye kalan közler ile ısınabilirim yabancı, ancak ne daha azı ne de daha fazlası…” dedi düşünceli biçimde bu kez güzel kadın. Tengu onun söylediği hiçbir şeyi anlamıyordu. Kadının alık bakışlarının ateşte gezindiğini ve düşüncelere dalışını izledi. “Peki, öyleyse adınızı söyleyin ve bu garibin kulakları güzel bir şiir ile kutsansın.” Tengu böyle şeyler söylemezdi. Kendisi konuştukça bunun farkına varması zaman aldı ama sonunda utanmaya başlamıştı. Sanki kafası iyiydi. Hayatında sadece bir kez alkol içmişti ama sonrasında olanları anımsamak ya da anlatanların neler gördüğünü duymak ona hep utanç vermişti.

Kadın bu kez neşe ile gülümsedi, “Elbette, ne kabayım öyle değil mi? Evergreen, Manolya.” Dedi. Tengu bu ismi bir yerlerde duyduğuna emindi ama çıkartamadı. Belki de anımsayamaması onun için daha iyi olacaktır, bunu kimse bilemez. “Ben de Tengu” dedi basitçe. Kadın şüphe ile bir kaşını kaldırdı, “Sana bir insan adı vermemişler. Neden böyle yapmışlar?” dedi inanmayan bir ses tonu ile. Adam ne diyeceğini bilemedi ama ağzı duraksamadan ve sanki onu dinlemeden konuşmaya devam etti, “Kaderin üzerinde hükmü olmaması için kurnazlıktan fazlasına ihtiyacın vardır, bazıları bir ismin tek başına yettiğine inanır. Bahtı güzel olsun diye ismini sevgili çocuklarının kulaklarına fısıldarlar” dedi. Ne diyordu böyle. Kılıcı tutan eli gevşemiş kalbi ağırlaşmıştı. Sanki ağlayacak gibiydi, tüm kötü anıları bir bir aklında belirmeye başladılar. ‘Sevgili evlat ha? Ninem bile bana kendisini bakmak zorunda hissettiği için baktı!’. Kılıcı tamamen bırakıp ellerini yüzüne kapatmak üzereydi. Elinden kayan kabzanın sıcaklığının arttığını hissetti adam. O anda aklına bir konuşma geldi. Gözlerini açıp karşısına aniden baktığında gördüğü artık güzel bir insan değildi.
Bir an gerçekten ejderhayı bulmuş olmayı diledi. Orada ölebilir ve her şey bitebilir ya da yeminini yerine getirir ve en iyi kılıcı yapmış en iyi demirci olarak evine geri dönerdi. Ancak kadının gerçek yüzü çok farklıydı. Öncelikle gerçekten büyük bir varlıktı. Sanki kendisine dokunmayan bir yel ile salınan tülden kumaşlar ile sarılıydı. Havada süzülüyordu ve yüzünde o gördüğünü sandığı hale vardı. Kulakları fazla uzundu ve saçları mahrem yerlerini giysisinden daha etkili örtüyordu. Önceki kuzgun karası saçların yerine zakkum eflatunu saçları su gibi omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Gözleri aynıydı ama yüzü bir insan değildi. Buna rağmen onun halen çok güzel olduğunu düşündü. İçinden bir ses ‘cadı’ dedi ona, ‘bir cadı olmalı, ormanı mesken tutmuş ve yolculara sataşan bir cadı’.

Cadı gözlerini kısarak ona tekrar bir alıcı gözü ile baktı. “Oho, mükemmel. Senin bir insan olarak doğman hata olmuş yolcu.” Ateşe öncekinden daha fazla yaklaşarak kafasını onun boyun hizasına hafifçe indirdi, “Ne aradığını biliyorum ama inan bana, onu bulmak istemezsin”. Tengu bir an olsun kendisinden şüphe etmedi,  “Biliyor musun ne, aklımı korumamı sağlayan? Senin sevgilindi.” Dedi kendisinden emin biçimde. Kadın dinlemeye devam ediyordu, sanki devamını bekler gibiydi. “Estu dedi bana, adı buymuş, seni ararmış Fauth Ormanında” dedi bir planı olmadan. Kadın Estu’yu tanımazsa ve belki de kötü bir yanına denk gelecek bir kumar oynuyorsa hayatını buracıkta ona verebilirdi.

Manolya önce şaşırdı ve sonra kahkahalar ile güldü. Güldüğünde karlar eriyor, kuşlar ses buluyor ve nehir gönlünce akıyordu. Ancak sustuğunda, onlar da susuyorlardı. “Ya demek öyle, nasıl bir aptal ona söylenen hiçbir yeri anımsamaz ve en olmadık yerlerde sevdiğini arar? Evreni gezmek ile lanetlendi ama halen beni arıyor.” Cümlesi biterken sanki hüzünlenmişti. Tengu sessizliğe izin vermeden ona sordu, “Lütfen hanımım, bana aradığımın yerini anlatın. Sizi bulamayan sevgilinin hatrına bana anlatın.” Kadın kaşlarını çattı, “Aradığının bir sevgili olmasını mı isterdin?” dedi. Tengu yine anlamamıştı ama kafasını sallarken buldu kendisini. Sanki tekrar cadının hükmüne giriyordu. “Peki, öyle ise, yüzyıllardır benim yüzümü görüp başkalarına anlatabilecek tek insan olacaksın ölümlü. Şimdi uyuyacaksın, merak etme donmazsın, uyandığında yanında bir rehber bulacaksın. Ne daha önce ne de daha sonra. Hoşça kal, uzun günler ve hoş geceler.” Dedi ve gitti. Tengu masalda gibiydi. Denileni harfiyen yaptı, üzerini bile örtmedi. Haftalardır en sıcak uykusunu aldı.

Uyandığında göğsünün üstünde dev gibi bir karga duruyordu, “Merhaba! Ben jack!” dedi cırtlak bir ses ile. Tengu korku ile sıçradığında az daha önceki gece kaynamaya bırakıp unuttuğu suyu üzerine dökecekti.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 4
Gönderen: Nihbrin - 30 Haziran 2010, 16:38:15
Bölüm 4:

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/06/bustersword.jpg)

“Söylesene Tengu, bir adamın değeri söyledikleri ile mi yoksa yaptıkları ile mi ölçülür?” dedi geveze kuş. Tengu onun varlığına alışmıştı ama ilgisini çekmeyen konulara cevap vermemesini de öğrenmeye başlamıştı. Yine de arada sırada cevap sadece içinden geldiği için dudaklarından dökülebiliyordu. Bunun kuşa ait bir özellik olduğunu düşündüğü zamanlar oldu. “Söylediklerinin ne kadarını yaptığı ile ölçülür sanırım” dedi. Alacakarga öyle gürültülü gaklayarak güldü ki diğer tüm kuşlar yol kenarlarındaki ağaçlardan havalandı.

Yol gittikçe düzgünleşiyordu. Eğer Jack’in söylediği doğru ise yakında ejderhanın yaşadığı yere gelmelilerdi. Ancak Tengu nasıl olur da insanlara bu kadar yakın yaşayabilir anlayamıyordu.  Günlerce her soruyu soran ve her konuyu başlatıp yine pek çok defa kendi kendine bitiren hayvan değildi ilk kez konuşan. “Neden insanlara yakın yaşıyor?” dedi düz bir şekilde. Aklına gelenleri dolaylı yoldan konuşmamayı ciddi anlamda adet edinmişti artık. Karga sırıtıyorsa bile anlaşılmıyordu ama karşısındaki bazen bunu yaptığı hissine kapılmadan da edemiyordu. “Çünkü bulunmak istemiyor, göreceksin, ya da göremeyeceksin. Hepsi sana kalmış. Onu bulana kadar seninleyim, unutma” dedi bilmiş ve sinir bozucu bir tavırla.

Yol geniş bir düzlüğe çıktığında dev kılıçlı adam ummadığı bir manzara ile karşılaştı. Dev zincirler ve havada yüzen topraktan adalar. Dev adalar yere her biri yapılı bir adamın beli kalınlığında çaplarıyla yüzlerce zincir ile dört bir yanlarından ana zemine tutturulmuştu. Zemin çorak ve kayalıktı ama adaların bazılarının üzerlerinde bol yeşillik olduğu görülebiliyordu. Ayrıca düzlüğe çıktıklarında hava halen soğuk olmasına rağmen ormanda bile ilikleri donduran şiddetli rüzgârdan eser kalmamıştı. Sanki tek bir yel bile esmiyordu.

“Zincirler çok sıkı görüyor musun?” dedi karga yine o bilmiş tavırla. “Burayı seçti çünkü çok soğuk, daha iyi hmm… Buralarda nasıl derler bilmiyorum. Manyetik alan daha güçlü.” Dedi. Jack Tengu’nun bir demirci olduğunu bilmiyor gibiydi. Demirin her türlüsünden ve nelere kadir olduğundan haberdardı. Ancak havadaki adaların bu şekilde durabilmeleri manyetizmanın gücü ile bile olağan üstüydü. Tüm toprak demir tozu ile karılmış olsa bu kadar sert ve bütün halde nasıl durabilirdi? “Bu işte bir büyücülük var” dedi Tengu sadece. Jack güldü, “Hayır, hayır. Bu bilim. Gel bu taraftan çıkılıyor.” Dedi ve omzundan havalanarak en yakın ve en büyük zincire doğru yöneldi. Zaten sanki yolda o zincirde bitiyor gibiydi.

Zincire daha çok yaklaştığında üzerinde bir tür makara sistemi olduğunu gördü. İsteyen kendi kol gücü ile bir platformun üzerine çıkarak yukarıya tırmanabiliyordu. “Ticaretlerini nasıl yapıyorlar acaba?” dedi düşünmeden. Jack cevap verebileceği bir mesafede değildi, ama olsa hazır bir cevap bulundurduğuna Tengu emindi.
Yukarıya varması yarım saatini aldı. Karga onu bekliyordu. Ayrıca etrafta bekleyen bir düzine asker kılıklı adam vardı. ‘Kılıklı’ diye düşünmüştü çünkü hiç birinde silah denebilecek bir obje yoktu. Buna rağmen birer asker ya da kanun görevlisi gibi giyinmişlerdi. Yüzlerinde komik bir ifade vardı. Bunu sık sık görürdü, genelde kılıcını savurduğunda insanlar nefeslerini tutarken bu ifadeyi de takınırlardı. Ancak bakışlarını takip ettiğinde baktıklarının Tengu’nun sırtındaki kılıç olduğunu gördü. Düşünmeden, “Kılıcım manyetik bir metalden yapılmadı” deyi verdi. İşin aslı çelikten kısımları da vardı ve o anda silahın ağırlığı en az dört katına çıkmıştı. Söylediği şeyin başına ne iş açacağından haberdar değildi.

En yakındaki askerimsi adam ona temkinle yaklaştı ve “Horof krallığına bir silah ile girmek tamamen yasaktır” dedi. Gergindi ama işini yapan bir adam duruşu vardı. Tengu ardında kalan uçuruma baktı ve halen çıkılacak pek çok zincir olduğunu düşündü. Jack tepesinde dönüyordu. Kılıcı kabzasından kavrayan küçük kınından çıkardı ve yere paralel biçimde iki elinde tuttu. “Sorun çıkartmak istemiyorum, buraya Kral Uldom’un elçisi olarak geldim. Bir görevdeyim.”

Uyarıyı yapan adam yanındakilerden ikisine işaret etti ve adamlar cahilce silahı almaya meyillendiler. Tengu’nun tek yaptığı silahı bırakmak oldu. Hiç biri onun silahı bedeninden uzakta iki kolunu ileride tutarak pazılarını ne kadar kastığını fark etmemişti. Panus zaten öyle bir kılıçtı ki böyle bir krallıkta bulunmuyor olsa bile onu taşıyabilmek için en az altı adam gerekliydi. Elleri silahın altında kalan adamların parmaklarının kırıldığını hayal edebiliyordu Tengu. Bu giriş noktasını mümkünse kansız atlatmak niyetindeydi. Acı içinde haykıran iki askere yardım etmek için öne atılanların saatler sonra ayıldıklarında tek hatırladıkları şey üzerilerine düşen bir gölge ve enselerindeki ağrı olacaktı.

Jack uçuyordu ve Tengu da onu takip ediyordu. Ömründe koşarken hiç bu kadar yorulmamıştı ama buna rağmen koşmaktan nerede ve ne zaman olursa olsun keyif alıyordu. ‘Hiç koşamıyordum’ diye düşündü. Jack sanki onu duymuş gibiydi, alçaldı ve “Daha hızlı, yoksa sana zemini yalatacaklar” diye gakladı. Ardına baktığında köşedeki sokaktan dönen onlarca silahsız asker gördü. “Bu delilik, kendilerini öldürtecekler” dedi kargaya zaten bildiği bir durumu daha da vurgularcasına.
Koşarken dikkat etmemişti ama sokaklar sıradan bir şehrin sokakları gibiydiler. Farklı olarak dardılar, düzenliydiler ve tek bir milimetre bile israf edilmemişti. Eksik bir şeyler de vardı ama kestiremiyordu. Kendine ait bir ruhu vardı, bu açıdan kusursuzdu, sokak satıcılarının bağırtıları ya da çocukların koşuşturmacası her kavşakta gördüğü sıradan bir manzara haline gelmişti. Ancak hiçbir yerde çeliğin parıltısına rastlanmıyordu. Evler hep tek katlıydı.

Sonunda bir meydana çıktığında gökteki en büyük ve en yüksek adaya kadar uzanan devasa bir zincir ile karşılaştı. Bir anıt gibiydi, üzeri yosun tutmuş kuş pislikleri ile bezenmişti. Sanki onu kimse kullanmıyordu. Meydanın ortasından başlıyordu. “Buradan” diye gakladı Jack. “Dikkat et! Yosunlar!” diye de ekledi ve sonraki adaya doğru uçmaya başladı. Tengu bir an kendini terk edilmiş gibi hissetti çünkü ardından gelen adamlardan kaçması ve bu zincire tırmanması gerekiyordu. Bu da yetmezmiş gibi sırtındaki kılıç sanki bir ton ağırlığına ulaşmış gibiydi. “Bu çok saçma, yerden uzaklaştıkça hafiflemesi gerekirken ağırlaşıyor” diye sesli düşündü. Sonra farkına vardı ki çeken yer değildi, adalar havadaydı. İten adalardı. En büyük adanın üstüne çıkabilirse tüm ağırlığın normale dönebileceğini düşündü ama o zamana kadar kılıca daha ne kadar katlanabilirdi bilmiyordu.

Yarı yola geldiğinde vücudundaki tüm kaslar pes etmek üzereydiler. Yere bakmamaya çalışıyordu çünkü cesaret kırıcıydı. Durumu ile ilgili tek iyi ayrıntı hiç rüzgâr olmamasıydı, en ufak meltem onu zincirin üzerinden savurabilirdi. Meydandan yukarıya çıkan zincirin temelinde tüm meydanı kaplayacak kadar asker birikmişti. Ona bağırıyorlardı, aşağıya çağırıyor ve bazıları yosunlara tırmanmaya çalışıyordu ancak hiç biri beceremedi. ‘Eğer bu zincir anıt niteliğindeyse yukarıya çıkan başka zincir veya zincirler olmalı, beni yukarıda bekleyecekler’ diye düşündü. Sıkı sıkıya tutunduğu zinciri adeta kucaklamıştı ama bir karış daha ilerleyecek hali kalmamıştı. Yukarıya çıkabilse bile masum insanları öldürmek zorunda kalabilirdi. Açıkçası ejderha görevine bunları göze alarak çıkmamıştı. “Masallardaki gibi bir ini olsa ve prensesi kurtarsam” diye düşledi. Öyle çok yorgundu ve uykuluydu ki kavrayışı bir an gevşedi.

Nefesi kesilmişti, eli kayarken tutunacak hiçbir şey yoktu, bacaklarında da tutunacak derman kalmamıştı, kılıç sırtındaki kopçadan onu aşağıya çekiyordu, tek kurtuluş yolu onun bağını çözmekti. Belki de bunu daha önce yapmalıydı çünkü o anda imkânsızdı. Düşerken korkmadı, ‘Söylediklerinin ne kadarını yapabildiği ha?’ diye düşündü ve havada uykuya daldı. Muhtemel ölümün getirdiği adrenalin bile onun yorgun bedenini uyandıramadı. En son gördüğü şey bir çift kanadın gölgesi oldu.

Yazarın Notu: Resim Panus ile alakasızdır. En yakın tasarım olarak FF7 Cloud's Buster Sword hayalimdekine en yakını olduğundan başlık resmi olarak bunu seçtim.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 5
Gönderen: Nihbrin - 05 Temmuz 2010, 21:23:34
Bölüm 5:

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/07/orrendeus2.jpg)

Kocaman bir beyazdı gördüğü. Tüm hayatı beyazdı bazen, nicelerinin hayatları gibi. Işık ve şaşkınlık içinde kalmış olan yüzünü aklıktan uzaklaştırmaya çalıştı. Ekmek kokusu baharatlı ve tatlı esanslar ile gölgelenirken aklı aktı. Başını uçacak gibi oluncaya kadar kaldırdı. Binlerce ışıltı gördü. Hepsi aklının beyazı ile dans eden binlerce ışık. Mavi gök görünmüyordu gördüğü bir tavandı. Un ve şeker doluydu her bir yan. İçi ölümün korkusu ile değil anlama isteğiyle doluydu sadece. Bu bir rüya mıydı? Uyansa ve bir daha uyumak zorunda olmasa ama öylece kalsa. Sonra bir gülücük ve gerçek bir uyanış.

“Demek uyandınız. Aç olmalısınız, hemen size yiyecek bir şeyler getiriyorum bayım. Lütfen kalkmayın”. Tengu ne yapacağını bilemedi. Tamamen ekmek ve pasta kokulu bir odada, tertemiz çarşafların üzerinde, sabah güneşinin dingin sıcağı yüzüne vururken ilk aklına gelen kılıcı oldu. Etrafına telaşla bakındı ama Panus’u göremedi. “Ne oldu bana?” dedi biraz yüksek ses ile onunla az önce konuşmuş olan bayanın duyabileceğini umarak. Onun yüzünü tam görememişti ama sanki sesinin belirttiğinden daha gençti. Olgun sesi ile karşılık verdiğinde bunu düşünüyordu. “Sanırım, düştünüz”

Adamın her yanı ağrıyordu. Sargılar içindeydi ve odanın bir köşesinde büyükçe bir çuval kanlı sargılar ile doluydu. Bedenini yokladı ama kemiklerini titreten ağrının dışında hiçbir yeni yara izine rastlamadı. Bayanın içeriye gelmesini bekledi. Ona soracakları vardı.

Tüm soracaklarını unuttu. Bunun sebebi belki tahta tepsinin taşıdığı porselen tabağa mükemmel bir simetri ile dizilmiş ayçörekleri, kremalı ve reçelli minik kekler, tatlı ekmekler ve sadece bir bakış ile tatlı olduğu söylenebilecek diğer leziz dokulu nice hamur işidir. Belki de sadece kırklarında sandığı kızın yüzündeki içten gülümseme. Umduğundan çok daha gençti. Adını unuttuğu bir kuş, belki bir karga, ona bununla ilgili bir şeyler anlatmıştı sanki ama bu çok geride kalmıştı. Ağrılarını unuttu ve ballı süt ile hamur işlerini mideye indirmeye başladı. Sanki asırlardır açtı.

Yerken konuşmamak için özen gösterdi ve bazen ağzının salya ile dolmasına sebep olan duraklamalarda kıza sorular sordu. “Kılıcımı gördünüz mü? Ben neredeyim? Buraya nasıl geldim? Siz kimsiniz?” Sonuncusunu duyduğunda kaşları kalkan kız sonunda tekrar gülümsedi. “Adım Alice, bu fırının sahibesiyim. Sizi kapımın önünde buldum ve evime aldım.” Odanın köşesindeki sargılar ile dolu çuvala bir bakış attı, “Sizi kasaba doktoru tedavi etti, söylediğine göre o düşüşten sonra nefes alabiliyor olmanız bir mucizeymiş. On yedi kemiğiniz kırılmış.”

Tengu anlamadan onun ağzından çıkanları dinledi. Sormuştu ama dinleyecek kadar odaklanamıyordu. Daha önce de kızlar görmüştü. Ne yürümekten aciz olduğu zamanlarda platonik bir aşkı olmuştu ne de yeni bedeni ile yürümeye başladığında gönlünü böylesine deli gibi çarptıran bir varlık ile karşılaşmıştı. İnsanların masallarda anlattığı aşkın aslında gerçekte sadece iki kişinin birbirine olan uyumu ve alışkanlığından kaynaklandığına hükmedeli pek zaman geçmemişti oysa. Dili kitlendi ve konuşamadı. Ağzından zorlama çıkan soruları ile kızın üzerine gitmeye son verdi.

Alice’i anlatmak gerekirse bu pek güçtür. Tengu o günden sonra sadece bir kez konuşmuştur ancak onu da tek Alice denen fırıncının duyduğu söylenir. Alice’i Tengu’dan başka gören birileri olduysa bile ya anlatmaya dilleri varmaz ya da onlara gökkuşağının renkleri sorulmuş gibi olurlar. Bilinen şudur ki saçları aktır ve gözleri gümüştür.
Zaman geçip kız onu dinlenmesi için bıraktığında Tengu’nun kalbi daha önce hiç tatmadığı bu duygu ile boğuldu. Bir fırının arka odalarından birinde yatıyordu, bu gerçekti. Düşmüştü bu da bir gerçekti. Ancak yaşıyor muydu, Cehennem’de miydi yoksa Cennet’te mi bilemedi. Nefes alırken acıyı ve mutluluğu eş anlı deneyimliyordu. Sabah en son sustuğundan beri ağzından tek kelime çıkmadığını yeni fark etmişti. Anladığında korktu. Geçmişi anımsadı, sesi olmasına rağmen kimsenin onu duymayışını. Korkuyordu çünkü hemen şimdi Alice’e seslenmek ve onu tekrar görmek istiyordu. Karnı aç değildi, susamamıştı, ağrıları yok olmuş oraya ne için geldiğini tamamen unutmuştu. Akşam olup ay göğü aydınlattığı ve kız halen geri dönmediği için gücünü topladı ve kendini şilteden aşağıya attı. Çıkan gürültü üzerine kız acele ile yanına geldi ve tek kelime etmeden tekrar yukarıya çıkması için yardım etti.

“Dikkatli olmalısın, sabah hep ben konuştum ama sıkıldığını sandım… Ne oldu? Anlamıyorum. Yoksa konuşamıyor musun!” Alice bir cevap için bekledi ama karşısında gözlerini kocaman yapmış ona derdini anlatmaya çalışan ağzını balıklar gibi kapatıp açan bir adam vardı. “Düştüğünde kafanı vurmuş olmalısın” dedi endişe ile kız. “Doktoru çağıracağım lütfen bek…” Adam onun elini sımsıkı tuttuğunda elleri titriyordu. Bir anne şefkati ile Alice de aynısını yaptı ve eli ile alnını yokladı. “Ateşin mi var?” dedi biraz şüphe ile. Adam hayır anlamında güçsüzce kafasını salladı. Yüzü ay ışığının altında bile kıpkırmızıydı.

Alice dükkanı kapattı ve tekrar onun yanına geldi. Bir sandalye çektikten sonra yanı başına oturdu. “Uyumalısın.” Dedi yine o endişeli ses tonuyla. Tengu onu endişelendirmek istemiyordu ama uyuyamıyordu da. Gözlerini kapattığında Alice’i karanlıktan kıskanıyordu. Gümüşgözler bir süre onun üzerinde durdu ve “Sana bir hikaye anlatmamı ister misin? Eskiden bunu bana babam anlatmıştı” dedi. Tengu şevk ile başını salladı. Kızın gülümsemesi hafifledi, solar gibi oldu. “Ancak baştan söylemeliyim ki bu hüzünlü bir öyküdür.”

‘Zamanın birinde Güneyin en derin çukurunda, alev dehlizlerinde ve toprağın damarlarında soylu bir radohin yaşarmış.  Günümüz insanları onlara ejderha derler. Bu radohinin diğerlerinden hiçbir farkı yokmuş. Alev ile dövülmüş çelik yer, yelin esmediği diyarlarda kanat açarmış. İnsanlardan uzak dururmuş çünkü büyükleri ona hep bunu öğütlemişler. “Zayıflar, pençeleri ya da kor kokan nefesleri yok. Sülfürden zehirlenir eti pişirmeden sindiremezler. Dişleri çeliği öğütmez tenleri ona boyun eğer ama omuz omuza verdiklerinde en kudretlilerimizi bile canlarını hiçe sayarak alaşağı ederler” öğüdü kulaklarında her çınladığında insan kokusundan uzaklaşır alev dehlizlerine geri sığınırmış.

Öyle basit ve barış dolu bir hayat yaşamış ki o güne kadar yaşamış tüm soydaşlarından daha çok yaşlanmış. Asırlar geçmiş olsa gerek annesinin küllerinden doğan bir yumurta olduğundan beri. Ancak bir gün uyandığında burnu insanların terli tenlerinden kalkan nahoş koku ile tamamen kabarmış. Belli bir yaştan sonra radohinler ölüm dahil hiçbir şeyden korkmazlar. Ölüm onlara anlam ifade etmez çünkü ateşin kalbi onların kalbidir ve yaşamları her kıvılcım ile sönmemecesine kutsanmıştır. Bedeni son bulduğunda ruhlarının çekirdekte diğerleri ile bir olacağına inanırlar.
İnine gelmeye cesaret eden insan veya insanları tek pulunu kıpırdatmadan merak ile beklemiş. Ondan ne istediklerini öğrenmekmiş tek niyeti. Ömründe ilk kez onlardan birini gördüğünde atalarının ona anlattıkları garibine gitmiş.

Bu iki ayakları üzerinde yürüyen hayvanlar çeliği ve eti yememişte sanki üzerilerine giymiştiler. Pençelerin yerini uzun demirler, dişlerin yerini geniş plakalar almıştı. Belki kürkleri bile yoktu ama bu sıcağa dayanabildiklerine göre soğukta işlemez gibiydi. İnsanlar onu başta karanlık inde göremediler. Ancak radohin kendini açık etmek için derinden bir nefes alıp verdiğinde burnunun ucunda fırına basılmış havanın saçtığı sıcak küller gibi tozlar saçılmış dört bir yana. Sonunda korku ile geri çekilip ejderhanın dibine birkaç meşale fırlatmayı akıl etmiş insanlar.

Göz göze geldiklerinde radohin merakla, insanlar ise korku ile karışık bir saygı ile ona baka kalmışlar. Radohinler bir kere duydukları her dili konuşabilirler,  bu yüzden önce insanların konuşmasına izin vermiş. Konuşmak için aralarından biri öne çıkmış ve titrek adımlar ile önüne gelerek diz çökmüş. Bir ejderhanın bu hareketi anlayacağını düşünmüş olmalı. Radohinin umurunda bile olmamış. Korkusunu o titrediği için değil hava korku kokusu ile dolduğu için hissetmiş. Adımları gibi titreyen sesi ile ona “B-benim adım Von’dhir, kralımın vekiliyim, saygılarımı sunar önünüzde boynumu eğer ve huzurunuzda daha fazla konuşmak için izin isterim” demiş. Ejderha dudak bükmüş. Kelimeleri beğenmemiş ama kast ettikleri anlamdan ötürü değil, birlikte taşındıkları seslerin kaba olmalarından. Tekrar sessiz kalmayı seçmiş. Bu dili ne kadar az konuşmak zorunda kalırsa kendisinden o kadar az utanacağını düşünmüş. Karşısına gelmiş olan bu insanlar şu ana kadar demir çubukları ile gülünç bir harekette bulunmayacak kadar akıllı çıktıkları için zaten onlara zarar vermeyi düşünmemiş.

Von’dhir dikkate alınmadığını hissetmiş olsa da konuşmasına devam etmiş. “Yüce ejderha, buraya yardımınızı dilemeye geldik. Kralım majesteleri Moh’dehn Kuzey topraklarına tüm dünya insanlarını bir kılmak için ordusu ile yürüdüğünde yıkıcı bir darbe aldı. Bunun sebebi kandaşınız bir başka ejderhanın biz insanların savaşına karışmasıydı. Bizler ona ne zarar verdik ne de değer verdiklerine. Ama o barış dalı uzattığımız insanların fikirlerini yok sayarak ordumuzun üzerine yürüdü.” Dedi anlattıklarından cesaret alarak gürültüyle.

Ejderha adamın sesini ona yükseltmediğini biliyordu ama anlattıklarından yine de rahatsız oldu. Hiçbir radohin insanların işlerine burunlarını sokmazdı. Ayrıca Kuzey’in soğuk tepelerinde yaşayan bir başka radohin olmasına ihtimal vermiyordu. Karşısındaki adam ile bir oyun oynamaya karar verdi ve dedi ki, “Adımı kendim bile unuttum ama sen Orrendeus diyebilirsin. Ne yüceyim ne de kan davanda arzu güderim. Anlattıklarını dinledim ve karar verdim. Bana Kuzey ellerinden buzdan bir kılıç getirmeni istiyorum. Ellerinizdeki çeliğe bel vermeyecek ve inimde buhar olmadan aynı soğukluğu ile durabilecek tek bir kılıç. Ancak bana öyle bir kılıç getirirseniz kralının adı ile savaşınızda dünyayı bir etmek için uçarım.”

Alice sustu. Tengu ona bakmaya dayanamıyordu. Kız gözyaşları içindeydi. Eli ile Onun yanaklarına uzandıysa da gücü yetmedi. Neden ağladığını bilmiyordu, empati kuramadı. Sadece boynunu yastıktan kaldırabilecek kadar kuvvetliydi. Ona ömründe yediği en lezzetli kekleri elleri ile yediren, bakan ve uyuması için bir öykü anlatan, ilk görüşte âşık olduğu ama söyleyemediği bu kadını teselli etmek istiyordu. “Neden acıklı bir öykü biliyor musun? Çünkü Von’dhir gerçekten öyle bir kılıç buldu. Kuzeyin ejder kraliçesinin nefesinde dövülmüş güzel bir kılıçmış. Orrendeus’a göre bu sadece bir oyun olsa da kuzeyde gerçekten buz nefesli bir kandaşı olduğuna ikna olmasına sebep olmuş. Sıcakkanlı radohinler barış doludurlar ancak tek bir koşulda pençelerini biler dişlerini gösterirler. Soğukkanlı radohinlerin yok olduklarını sandıkları varlıklarında…”
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5
Gönderen: KoyuBeyaz - 06 Temmuz 2010, 02:30:06
Hikayenin masalsı havası gerçekten çok etkileyici. Okurken diğerlerinden ayrılıyor, farklı bir yer ediniyor insanın kafasında. Oldukça sürükleyici olduğunu da söylemeliyim. Zevk alarak okunuyor, sonunu getirtiyor.

Yalnız bazı yerlerde 'miş' li geçmişten 'di'li geçmişe geçiş çok ani olmuş gibi. Anlatımın aksadığı bir kaç ufak tefek yer de bunlar olmuş zaten. Yorumsuz kalmış olması enteresan bu kadar güzel iki bölümün.

4. Bölümün başında Buster Sword'u görünce de içim titremedi değil.  :P

Takipçinim, Tengu'nun da birçok oyun kahramanı gibi konuşmadan, yalnızca icraat yapan bir karaktere dönmesine karşıyım.  :P
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5
Gönderen: Nihbrin - 06 Temmuz 2010, 08:01:56
Yorumun için teşekkür ederim.
Miş-di ile aram hiç iyi olmadı. Kendi yazdığım şeyi baştan "göze kulağa akla anlamlı gelmeyen kısım olabilir mi?" düşüncesi ile tekrar tekrar okurum ancak o hata türü ağzımla kuş tutsam bile radarıma takılmıyor. Zamanı düzgün algılayamıyorum. Aynı zaman dilimine ait olmayan olayları aynı paragraf içinde vermenin anlamlı olduğu gibi bir fikre sahip bilinç altım büyük olasılıkla. Bu durum benim canımı sıkıyor çünkü üslubum ilgi çekici olmasa bile imla ve dil bilgisi açısından mükemmele yakın olması adına uğraşıyorum, yine aynı yine aynı hata.

Tengu'nun konuşmayacak olması onu basit kılmaz umarım. Düşüncelerini halen dile getiriyorum, telafi edermiş gibi geliyor bana.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5
Gönderen: Malkavian - 06 Temmuz 2010, 09:33:26
4. bölüm oldukça güzeldi ve havada uykuya dalma olayı ilginçti. Hikayedeki masalsı anlatımı güzel yakalamışsın umarım bundan vazgeçmezsin. Evet birkaç yerde miş-di geçişi sert olmuş sadece o geçişlere geçici önlem olarak yeni paragraflar açabilirsin. Böylece biraz olsun yumuşar diye düşünüyorum. (Zaten geçişlerin sert olduğu yerler hikaye anlatımı ile konuşmaların başlama farkından kaynaklanmış) Ayrıca masallardaki gibi olup bir ini olsaydı ejderhanın bu kadar ilgi çekici olmazdı :)
Başlık: Tengu: Bölüm 6
Gönderen: Nihbrin - 09 Temmuz 2010, 12:29:04
Bölüm 6:

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/07/orrendeus_small_by_nihbrin.jpg)

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Tengu’nun umurunda değildi. Her gün puslu bir huzur ile başlıyor ve olduğu gibi bitiyordu. Gücüne kavuşması çok uzun zaman almadı. Oraya neden ve nasıl geldiği konusunda düşünmüyordu bile artık.

Fırında çalışmaya başlamıştı. Yapılması gereken ağır işler vardı. Un ve şeker çuvallarını taşımak, fırını kömür ile beslemek ve şehrin her yanına sabah erkenden teslimatları götürmekti işi. Ödülü her gün ona teşekkür eden Alice’in mutlu yüzü oluyordu.
 
Hava adalarında insanlar oldukça kullanışlı ve işlevsel minik eşya asansörlerini bolca kullanıyorlardı. Başka bir adadaki teslimatı yapmak bu yüzden zor değildi ama fırın en yüksek ve en büyük adadaydı. Büyük adanın herhangi bir yerindeki dağıtımcıya ekmekleri yetiştirmek zaman alıyordu. Adada birkaç fırın vardı ama en kaliteli ve büyüğü görünüşe bakılırsa Alice’e ait olandı. Tengu kendisi buraya gelmeden önce kızın bunca işi nasıl yaptığını merak etmiyor değildi.

Konuşabilse bu merakını gidermekten önce ona neler anlatmak istediğini hayal ediyordu bazen. Söyleyebilse ilk ne söylemek isterdi? At arabası dar sokakta ilerlerken bir şey hissetti. Daha önce böyle bir duyguya kapılmamıştı. Ümitsizlik ve korku havaya tüm koyuluğu ile karışmıştı da Tengu onları soluyordu sanki. Kalbinden, kendisine ait olan korkudan değil havayı ağırlaştıran bu farklı esans ile korkuyu tatmıştı aklı. Evlerinden duyulan şehrin sabah gürültüsü dinginleşti aniden.

Sokaklarda oynayan çocuklar susmuş, kahvaltı saati öncesi işlerini aceleyle bitirmeye çalışan ahali ortadan kaybolmuştu. Evlerin kapanan kapıları ahenkli bir melodi oluşturmaya başladı dört bir yanda. İnsanlar kapılarını kapatmadan önce aklını ucu ucuna koruyabilen Tengu’nun atlı arabasına bir bakış atıyorlardı. Tengu da onlara bakıyordu, korkuyorlardı. Ancak bir şeyler tersti, atın kendisi normaldi. Sadece insanlar mı bunu hissediyorlardı yani? Kuşlar yine ötüyor, itler çöpleri karıştırıyorlardı.

Teslimattan döndüğünde fırının kapısının önünde ‘kapalı’ kartını görünce endişelendi. Öğlen en işlek saatlerdi, ‘Alice neden kapatmış olabilir ki’ diye düşünmeden edemedi. Onun için endişelendi. Fırının ‘Baharat ve Gül’ yazan tabelasında bir kuş vardı. Tengu onu görünce sanki yıldırım çarpmışa döndü. Kuş konuştu, “Aklını yitirmeye başladığını düşünmeye başlamıştım. Sen ne yaptığını sanıyorsun? Buraya ne için geldin söyle bana… Ah demek konuşamıyorsun. Gak! Mükemmel! Gerçekten harika, pek çok ihtimal vardı ama bu aralarından aklıma gelmeyen tek şey olabilir.” Karga hafifçe havalandı ve halen nereden geldiği belirsiz korkunun ve kuşun getirdiği şaşkınlığın etkisinde taş kesilmiş adamın kafasına kondu. Karga yüzünü Tengu’nun onu görebileceği şekilde aşağıya eğdi ve devam etti, “Acınası bir adamsın. Ancak hiçbir şey bilmiyorsun. Yapmak için geldiğin işten önce aslında ne yaptığını anlaman gerekiyor. Orrendeus buraya geliyor, Panus’u bulmalısın, hemen!”

Tengu derin bir uykudan uyanmış gibi hissetti. Sanki bayılmıştı da yeni ayılmıştı. Gözlerini kırpıştırdığında kendini bir at arabasında buldu. Üzerinde ne zırhı vardı ne de kılıcı. Köylü kıyafetleri giymişti ve her yerine her nedense un tozu kaçmıştı. Sanki yıllardır terk edili halde öylece bekleyen tenha ve dar bir sokaktaydı. Kafasında Jack’in ağırlığını hissetti, ona sormak için ağzını açtığında ses çıkaramadı. Konuşamadığı için paniğe düşmedi, her nedense bunu doğal karşılayabildi. Bir şeyler tersti. Hafızasının bir dilimi ondan alınmış gibiydi. Alacakarga onunla konuştu, “Denemek zorundasın, eksik olanı bulmalısın. En başından, her şeyi en baştan alarak hatırla. Akıllı olmaya çalışma, akıllıca düşün” Dedi ve kafa derisini acıtarak havalandı. Tengu düşündü.

‘Kral bir kılıç istedi. Ağzından yıldırımlar saçan ve kanatsız bir ejderhanın korku saldığı kuzey ellerinde ona karşı durabilecek ve kalbini söküp alabilecek bir kılıç için emir saldı. Ben onu, kral için değil, kendim için yaptım. Bu yüzden en iyisi oydu. Her ne var ki krala kılıcı götürdüğümde çok geçti ve onu kimse kullanamazdı. Kral ejderhanın üzerine ordusu ile yürüdü ve kimse ondan haber alamadı. Bir yabancı kendim için yaptığım kılıcı arzuladı. Ona işim bittiğinde vermem karşılığında bana işimi yapabilmem için bir beden verdi. Peki, işim neydi? Kılıcı kullanabilecek kadar güçlü birini bulmaktı. Ama kalbimin en derinlerinde biliyorum ki o kişiyi bulsaydım bile kılıcımı ona vermezdim. Verseydim ilk başta onu yabancıya verirdim, Esrod denen adam onu kullanabilirdi. O Cadının sevgilisi. Kuzeyin cadısı arzuladığım nice diğer şeyler olabileceğini de anlattı bana. Gerçekten istediğim şeyi bulduğumda şaşıracağımı. Bulduğum şey… O ne? Hayır olamaz!? Alice! O bana ne anlattı? Buzdan bir kılıç. Buzdan nefesinde dövülmüş. Kimin? Kuzeyin ejder kraliçesinin. Peki, kral Uldom’un başına bela olan ejderha yıldırım nefesli değil miydi? Orrendeus buraya geliyor. Güneyin metalden ve alev nefesli kudretli ejderi buraya geliyor. Kuzeyin ejder kraliçesi için geliyor. Peki Alice, o hangisi? Onun söylediklerine güvenebilir miydi?’

Oraya ne için geldiğini ve nasıl aldatıldığını kavrayabilmişti. Alice bir insan olamazdı. Ancak ona kötü de davranmamıştı. Anlayamadı ama anlamak için bir anahtar bulduğunu düşündü. Alice’in buz nefesli mi yoksa yıldırım nefesli mi olduğunu anlamak zorundaydı.

“Sana cevap vereyim insan.” Dedi bariton bir ses sokağın diğer ucundan. Tengu arabadan indi ve sesin kaynağına dönüp baktı. Orada biri dikilmiş ona bakıyordu. Gerçekten çok uzun boyluydu, koyu mor bir entarisi vardı. Pelerini siyahtı. Ancak yüzü çok değişikti. Yüzünden çıkan metal ve pişmiş toprak gibi dokusuyla kökler vardı ve aynen saçına karışarak sırtından geriye dökülüyorlardı. Göz akı sarı ve göz bebeği kızıldı. Ona tepeden bakan bir tavrı vardı. Tengu korkunun ondan geldiğini anladı. Alice onu parlak, huzurlu ve dingin bir dünya ile kandırmıştı ama gerçeklik koyu, sessiz ve yalındı. Orrendeus’u bu aşamada daha samimi buldu. Bu adam ona anlatılan ejderin insan avatarı olmalıydı. Bunu nasıl bildiğinden emin değildi ancak tepesinde dönüp duran karganın bir parmağı olduğunu düşündü. Tengu konuşmazsa radohini sinirlendirebileceğini düşündü ama görünüşe bakılırsa insan suretli ejderha onun aklını okuyabiliyordu.

“Tüm kuzeyi gezdim, tek bir insan bile bu topraklarda yürümüyor. Senin dışında. Anlat bana, herkese ne oldu?” dedi Orrendeus ona doğru yürümeye başlarken. Tengu yaklaşan adamın her adımında korkunun katlanarak arttığını hissetti. Zırhlı bir şövalye gibi üstü başı şakırdıyordu. Orrendeus’tan yayılan his adaya tırmanırken kılıcının ağırlığı ile geriye çekilmesi gibiydi, umutsuzluk doluydu. Tabi ya! Kılıç aşağıda bir yerlerde olmalıydı. Alice her ne kadar bir ejderha bile olsa o kılıcı yukarıya çıkaramamış olabilirdi. Hem bir kılıcı neden istesin.

Tengu’nun aklında bir fikir öyle hızlı oluşup yok oldu ki Orrendeus başta anlayamadı. Adamın gözünde ilk başta gördüğü korkudan eser kalmamıştı ve aniden arkasını dönerek en yakın zincire doğru koşmaya başladı. Güneyin ejderhası onu küçümsemiş olabilir miydi? Efendisinin sandığının aksine dünyayı düşmanlarından arındırmak değildi arzusu, sadece nasıl olup da kuzeyde bir ejderhanın hayatta kalabildiğini öğrenmek istiyordu. Ancak nereye gitse adına çalıştığı Kral Moh’dehn’in halkından başka kimseyi görmemişti. Kuzeyde kimse yoktu. Ordular buraya geldiğinde nasıl olur da tamamen telef olabiliyorlardı anlamıyordu. Doğu ellerinde de sadece ağaçlar ve hayvanlar vardı. İnsanların kokusundan eser bile yoktu, sanki yıllardır hiç insan o yerlere ayak basmamıştı. Batıya da gitmeden önce buraya son bir kez gelmişti. Bulduğu şey onu şaşırttı, atı olmayan bir at arabasında aklında binlerce düşünce kilometrelerce alana istemeden sinyal veren bir insan. Öylece durmuş düşünüyordu. Başka bir soluk varlık daha vardı ama kendisini öyle iyi gizliyordu ki Orrendeus bunun çaresine daha sonra bakmaya karar verdi.

Düşündükleri arasında radohin kelimesi geçtiği anda telaşla yanına uçmuş ve korkmaması için insan sureti almıştı. Yine de adam delirecek gibi korkuyordu. Aniden ne değişmişti de kararlı bir ifade ile kaçmaya başlamıştı? Orrendeus yüz yıllardır olmadığı kadar mutluydu. Bir şeyi anında öğrenemezse ve ondan gizemli kalmaya ısrar ile devam ederse bundan keyif alıyordu. Hepsi bir yana bu insan, insan gibi kokmuyordu.

Hava adalarına geldiğinde çelikten bedeni ömründe olmadığı kadar zorlanmıştı ama bir radohin için üstesinden gelinemeyecek bir şey değildi. Uçmaya çalışmadığı sürece sorun olmadığını fark etti ve adamın arkasından uçmak yerine koştu. Sadece koşarak bile bu adama hemen yetişebilmeliydi, oysa Tengu bir ceylandan da hızlıydı. Sokak köşelerini dönerken dik duvarlardan destek alıyor, engelleri tek sıçrayışta aşıyor, yıkık binalara girip duvarları yıkarak berilerinden fırlıyordu. “Sen nesin?” dedi arkasından koşarken Orrendeus. Adam cevap veremeyecek olsa bile cevabı düşünecekti ama Tengu’nun aklında sadece Esrod denen birinin imgesini görebildi. Anlamıyordu, Orrendeus öğrenmek istiyordu.

Tengu sonunda adanın zemininde açılmış deliklerden birine atlayıverdi. Yılların kiri ve pası ile aşınmış zincirde arkasında sayısız iblis varmışçasına uçarcasına bir hızla aşağıya iniyordu. Orrendeus zincirin üzerinde koşmak ile uğraşmadı, sadece kendisini havadan yere bırakıverdi. Adamı yerde karşılayacaktı. Önce aynı hizaya geldiler, sonra ise Orrendeus’un avatarı ejderha formuna dönüşmeye başladı. Sırtındaki manyetik yükün etkisi eskisi kadar fazla değildi. Kanatlarını bedeninden çıkarmaya başlarken ek bir ağırlık hissetti. Aniden sırtında belirmişti. Ejderha kahkahalar ile gülmeye başladı, “Bir insan için fazla yüreklisin genç adam. Yere çakıldığında hayatta kalabileceğini mi düşünüyorsun?” dedi. Geride kalan büyük hava adası Orrendeus’u şiddetle ortada kalan ortanca adaya doğru itiyordu ve o da kendisini yere bırakmıştı. Sırtındaki adam zincirden atladıktan sonra ona deli gibi yapışmıştı. Ejderha onun insanüstü bir gücü olduğuna artık emindi. Ortanca adayı mancınıktan atılmış yanan bir gülle gibi ortadan ayıracak bir hızla, yere çakıldı.

Ada kulakları sağır eden bir sonik patlama ile ortadan ikiye ayrıldı. İki parça onları ancak sabitleyebilen zincirlerden kurtuldular ve doğu ile güneye doğru yavaşça salınmaya başladılar. En büyük ada ana zemine halen dev bir zincir ile bağlıydı.

Orrendeus ek ağırlıktan kurtulmuş, adanın etkisinden sıyrılmıştı. Adamın öldüğünü düşünerek üzüldü. Kendini fazla kaptırmıştı. Ancak düşünceler soluk bir ritim ile havada yayılmaya başladıklarında kırılan oyuncağı onarılmış bir çocuk gibi sevindi. Doğu yönünde seyirten adadan geliyordu düşünceler. Orrendeus düşünceleri elekten geçiriyordu. İki kelime diğerlerinden güçlüydüler, ‘kılıç’ ve ‘zırh’.

Dalgalanan düşüncelerin merkezine vardığında adanın artık harabeye dönmüş binaları arasındaki açık bir arazide dikilmiş siyah zırhı ile bekleyen birini gördü. ‘Gerçekten her şey daha ne kadar eğlenceli hale gelebilir? İnsanlar bir olduklarında korkulacak kadar güçlü olabiliyorlar, ancak tek bir karınca benim karşımda durabileceğini sanıyor’ diye düşündü. Adamın yüzünde insani olmayan bir ifade vardı. Gerçekten delirmiş olabilirdi. O çarpışmandan kurtulabilmiş olması bile zaten yeterince hayret verici bir şeydi. Sırtında boyundan büyük bir kılıç vardı. Tek sol eli ile onu kaldırdı ve düelloya davet eder gibi bir hamle yaptı.

Orrendeus havada sabit duruyor, dev çelik kanatlarını inanılmaz miktarda havayı iki türbülanslı hortum oluşturacak şekilde yere doğru ittirip kaldırıyordu. Kalkan kum ve toz her yeri kaplamıştı. Ejderha derin bir nefes aldı ve tüm kudreti ile ona doğru üfledi. Nefesine kanatlarının yarattığı hortumlar eşlik etti ve alevden bir kasırga Tengu’nun suretinin üzerini kapladı. Çarpışma ile tonlarca kaya havaya dağıldı.

Düşünceler susmuyorlardı. Öfke ve kan ile bulanan adamın aklını okumayı bıraktı. Deliren bir zihni okumaya devam etmek bir ejderha için bile tehlikeliydi. ‘nasıl kurtuldu?’ diye düşündü. Duman kanatlardan gelen rüzgar ile dağıldığında karşısında kaldırım taşları ergimiş ve kalkan olarak yerden sökülerek yere dikilmiş oldukça büyük bir toprak parçası vardı. Topraktan kalkan aniden yere düştü. Görünüşe bakılırsa adam kılıcı ile yeri parçalamış ve kendine siper açmıştı. Orrendeus aklını okumayı bırakmış olmasına rağmen havada nefret dolu bir ‘sıra bende!’ narası işitti.

Tüten kara zırhı ile alçak damlardan birine sıçrayan adam ejderhanın ayak hizasına geldi ve kılıcı da savurarak momentum kazandıktan sonra kendisini havaya bıraktı. Ejderha dönen bir dengesiz mızrak gibi salınarak ona doğru uçan bu böcekten kaçınmaya çalışmadı bile. Sağ ayak pençesi ile bir darbe savurdu. Hiçbir kılıç onun çelikten derisini çizemezdi.

Aklı acı ile karıncalandı. Pençesindeki bir parmağın eksik olduğunu gördüğünde şaşkınlık ile kalakaldı. Buda yetmezmiş gibi adam boşta kalan sağ eli ile ona tutunmuş kendisini yukarıya çekmeye çalışıyordu. Nefret dolu aklı ona ulaştı, ‘Alice nerede!? O hangisi? Söyle bana!’ Adamın üstü başı ejderhanın kanı ile boyanmıştı.

Orrendeus uzun ömründe ilk kez korkuyu tattı.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5-6
Gönderen: KoyuBeyaz - 09 Temmuz 2010, 16:27:58
Son bölümün başındaki resmi senin yaptığını düşünüyorum, neden bilmiyorum.  :P

'miş' ve 'di' ayrımı bu bölümde yok. Akıcılığı aynı güzellikte devam etmiş, ama biraz kafa karıştırıcı bir bölüm olmuş. İki kere yavaş yavaş okuyunca anlayabildim tüm hikayeyi. Tengunun düşüncelerinden Orrendeus'un düşüncelerine geçince birazcık bocaladım yalnızca. Harika bir yöntem olmuş bu, onuda söylemem lazım.

Ama kafam hala karışık. Kuzeyin ejder kraliçesi, güneyin ejderi, alice, yıldırım nefesli ejder, buz nefesli ejder falan hepsi birbirine girdi aklımda. Hangisi hangisi Tengu'da bilmiyor gerçi ama ben gene birşeyleri kaçırmış gibi hissediyorum.

Son olarak, bu forumda Alice adında bir karakter görünce karakterin endişelenmesi gerektiğini kavradım.  :P
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5-6
Gönderen: Nihbrin - 09 Temmuz 2010, 17:09:39
@KoyuBeyaz,
Aslında amacım farklı klanlardan dört kardinal ejderhanın bir süper kıta benzeri kurgu içinde dört yöne hükmetmeleri idi. Yıldırım nefesliler, buz nefesliler, alev nefesliler ve henüz belirtmek istemediğim dörüncü bir batının ejderhası ile tam olacaklar. 6 bölüm içinde de anlatmadığım bir şey yıldırım ile buz nefesli ejderhaların farklı yönlerde yaşadıkları durumu. Ama Tengu'nun bakış açısından bu bilgi önemli değil. Tek öğrenmesi gereken şey Alice'in bir ejderha olduğuna emin olmak ve yıldırım nefesli olan olup olmadığını öğrenmek. Bunun, onun için neden bu kadar önemli olduğunu henüz derinlemesine anlatmadım ama okuyan herkes beş aşağı beş yukarı Tengu'nun kılıcı ile yaşamak istediği maceranın, hayalinin, gerçekten bir insan bile olmayabilecek, onu farklı bir gerçeklik ile kandırmış,  bir kıza aşkı ile kıyaslaması gerekip gerekmediği ikileminde kaldığını görebilir diye düşündüm. O düşünce geçişlerinin başına sanırım birer "Orrendeus:" ve "Tengu:" minibaşlıkları eklemek güzel olabilirdi. Evet resim tableti kurcalamaya başladıktan sonra çizdiğim şeylerden birisi ^^

@Malkavian,
Karakter konuşma ve düşüncelerini ana paragraflardan ayırmayı nedense hiç sevmiyorum. Başkasının bu şekilde dile getirdiği bir hikayeyi okurken kafam rahat, ancak kendi yazdıklarımı bu şekilde anlatma yetisine sahip olmadığıma karar vermiştim. Her denediğimde sonuç bulamaç oluyor, zamanlama hatalarım da senin daha önce dile getirdiğin üzere onlardan kaynaklanıyorlar. C.S.M.'nin deyişi ile bu dört ucu b*klu shiruken. Kaçarı yok.

Yorumlarınız için teşekkürler, pek öyle hissetmeyebilirsiniz ama bana yol gösteriyorlar.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 7
Gönderen: Nihbrin - 10 Temmuz 2010, 17:45:57
Bölüm 7:

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/07/lightning-storm.jpg)

“Bir insanın bana bunu yapabileceğini düşünmemiştim. Hakkını vermeliyim, güçlüsün. Buna rağmen öleceksin. Benden ne gizlediğini ölü bedeninden de öğrenebilirim.” Orrendeus aklına sıçramış ateşi uzaklaştırmak için pençesine tutunmuş adamı yere silkeledi ve yükselmeye çalıştı. Sözler ağzından çıkarken etrafına bakındı ama kimseyi göremedi, adamdan başka bir varlığın da onlar ile birlikte olduğuna emindi. Yine de sadece süzülen adanın yapıldıklarına pişman harabe binalarını gördü.

Adam yere düştükten sonra ufak bir krater bile açtı ama toz indiğinde bedeninden eser yoktu. Nereye kaçtığını bilmiyordu ve bu da yetmezmiş gibi ejderha çevresindeki düşünceleri okumaktan sakınmak zorundaydı. Çünkü adamın deliliği onu da kötü etkiliyordu. Korkunun aklına sızabilmiş olmasına halen inanamıyordu ama buna bir daha izin vermeyecekti.

Kopan uzvu yeniden eski haline döndü. Orrendeus kendisinden şüphe ettiği için utanması gerektiğini düşündü. Tüm adayı yerle bir edecekti. Hiçbir insan ne kadar güçlü olursa olsun yerden bu kadar yüksekten düşerse hayatta kalamazdı. Daha sonra kanının kokusunu takip ederek onu bulabilirdi. Planını uygulamak için yükselmeye başladı. Yeterince yükseldiğinde adanın üzerinde siyah küçük bir nokta gördü. Eli sırtındaki dev kılıcındaydı. Gözlerinde delilik yoktu, deliliği aklındaydı. Ağzında avını yakalamak üzere olan bir hayvanın sırıtışı vardı. Orrendeus, “Biraz daha yüksek olmalı, az kaldı, sadece biraz daha.” Diye düşünüyordu. Geniş kanatları her salındığında galonlarca havayı yere doğru itiyordu. Aniden kapandılar ve ejderha ihtişamlı gövdesi ile güneşi perdeleyerek bir an için havada asılı kaldı. Burnunu yere döndürdü ve çenesinden salya gibi akan alevler bedenini yavaşça kaplamaya başladılar.

Tengu korkmuyordu. Büyük annesinin anlattığı tanrıların hiç birine dua etmemişti, o gün ve o an içinde bile onlara ihtiyacı olduğunu düşünmüyordu. Kendi bileği ve çekici olduğu sürece her çeliği dövebileceğini bilerek büyümüştü. Şimdi o ve kılıcı tüm hayatıydı.  Radohin üzerine gök gürültüsü gibi iki ses patlamasının ardından iyice yaklaşmıştı. Adeta bir meteordu. Gözlerinin kehribar rengi alevini adada durduğu yerden bile görebiliyordu. Eli titremiyordu. Yavaşça kılıcı sırtındaki kopçasından çekti ve dimdik yukarıya doğru tuttu. Diğer elini de kılıcın kabzasına dayadı. Bastığı toprağa güvenmiyordu. Orrendeus’un ne yapmak istediğini anlamak zor değildi. İsterse kendisi gibi etten ve kemikten kırılgan bir canlıyı yok edebilirdi. O ilk nefeste zırhın kapatmadığı pek çok yeri yanmıştı ve canı o güne kadar hiç öyle acımamıştı. Üstelik savrulduğu zaman iki kaburgası kırılmıştı. Dikkati kuşa kaydı. Karga Jack’i göz ucu ile arada sırada görüyordu, bazen bir bina tepesinde, bazen gökte salınırken.

Adam kılıcını meydan okurcasına ona doğru kaldırmıştı. Kaçmaya çalışmıyordu bile. Orrendeus ona çarpmadan önce bir an için adamın dizlerini büktüğünü gördüğünü sandı. Alevlerini tüm gücü ile karşısında ne var ne yoksa yakıp kavurmak için tamamen kullanıyordu. İşi bittiğinde günlerce tek nefes daha alev soluyamayacaktı. Magma yemek isteyecek açlığı ile kıvranarak güneydeki inine gidecekti.  Aklından geçenler tamamen bunlardan ibarettiler. Ne adamın kimliği ne de yaşamı değerli değildi. Kendisi ile bu kadar uzun süre savaşabildiği için onuru ile ölmüş sayılacağını düşünmüştü sadece.

Ancak öyle olmadı. Ada inleyerek kocaman parçalara bölündü ve toprak ile kaya yağmurmuşçasına ana kıtaya yağdı. Orrendeus hızını kesmek için kanatlarını açtı ve yere çarpmamak için geniş bir kavis çizmeye başladı. İşte ancak o anda fark etti. Bir şey kuyruğunun en ucuna feci biçimde sıkı sıkıya yapışmıştı. Dönüp berisine bakamazdı, çok hızlı gidiyordu ve kafasını döndürmek çizeceği kavisi bozarak yere çakılmasına sebep olabilirdi. Tengu denen adamın hayal edebileceğinden daha inatçı olduğunu kabul etti. Onunla dengi gibi savaşmalıydı.

Tengu kılıcını ejderhanın iki kaşının ortasına saplayabilse bile kendisinin de öleceğini biliyordu. Üstelik kılıcın boyunun beynine ulaşmak için yeterli olup olmadığından emin değildi. Oynayacağı kumar çok riskliydi ve riskin getirisi yeterli değildi. Ejderhanın kör bir noktası olduğunu biliyordu. Tesadüfen fark etmişti, Jack sürekli olarak onun boynuzlarının örttüğü kör açılarda uçuyordu. Eğer boynuzlardan birine çarpışma anında tutunabilirse bu onun kurtuluşu olabilirdi. Ejderhanın tüm bedeni alevler içindeydi ama denemek zorundaydı. Ayrıca kılıcın manyetikleşmiş olduğunu fark etmişti. Adada uzun süre yerde durmuştu. Arka keskin kısım kendisini kuvvetle ejderhaya doğru çekiyordu ve belki de sadece bunun sayesinde o parmağı koparabilmiş olabilirdi.

Toz ve toprak tüm dünyayı kapladığında tutunacak bir yer bulamadı ama darbeden sakınacak kadar uzağa sıçrayabilmişti. Kılıcı ileriye doğru uzatıp bir yerlere yapışmasını dilemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. Sonsuzluk gibi gelen bir an boyunca boşlukta salındı ve sonunda kılıç bir şeye kuvvetle yapıştı. Tengu gözlerini açmaya korkuyordu. Yapıştığı şey ejderhanın kuyruğunun en ucuydu.

Orrendeus hızını dengeleyebildiğinde arkasına baktı ve adamın ısrarla onun halen buhar tüten bedenine tırmanmaya çalıştığını gördü. Kazan gibi olan midesi bomboştu. Zaten kuzeye uçmak için doğudan ayrıldığında çok fazla yememişti. Adam kurtulamadığı bir böcek gibiydi. Kaç kere ezerse ezsin geri gelen ve onu huzursuz eden küçük ve kıllı sinir bozucu bir böcek. Ancak böceğin hareketleri yavaşlamıştı. Orrendeus’un kendinden emin olmadığı bir an bile yoktu ve bir insanın ırkdaşlarından ne kadar üstün olursa olsun halen bir insan olduğunu biliyordu. Adamın azmi buna rağmen hayranlık uyandırıcıydı. Taktik değiştirdi.

Yere ulaştığında yüksek bir şelalenin oyduğu dev kazanına daldı. Zaten ateşi sönmüştü, adamın zırhının suda onu aşağıya çekeceğine emindi, bunu daha önce görmüştü. Kıyıya çıktığında kuyruğundaki biletsiz yolcudan kurtulduğunu görerek bir iç çekti. Gölü izlemeye başladı. Kıyılarda kalan ağaçlar o suya çarptığında oluşan dalga ile geriye doğru biraz bel vermiş gibiydiler.

Dakikalar boyunca göl sakin kaldı. Orrendeus düşünceleri biraz okumak için algısını açmaya cesaret etti. Hiçbir şey yoktu. ‘Şimdi onun bedenini yediğimde tüm bilgisine sahip olabilirim’ diye düşündü ve kendisine kızarak tedbirle suya geri girdi. Dev kazanı göründüğünden daha derindi. Şelalenin suları küçük canlılar için tehlikeli olabilecek girdaplar yaratıyordu. Dipte siyah bir metal pırıltısı gördüğünde o yöne doğru yüzdü. “Boş zırh?” Orrendeus dipte kendini aldatılmış gibi hissediyordu. Peki nasıl olur da basit bir insan aklını ona kapatabilirdi. Yüzeye geri çıktı. Metalin yerini tutmazdı ama idare etmek zorundaydı, en yakınınkilerden başlayarak ağaçları yemeye başladı. Bütün olarak kocaman gövdeleri yutuveriyordu. “Çık ortaya sefil insan” dedi.

Bir çift ayak sesini duyduğunda ejderha irkildi. O yöne baktığında savaştığı adamın yarı çıplak bedenini taşıyan cüppeli bir adam gördü. Tengu denen savaştığı kişi baygın olmasına rağmen kılıcını halen sıkıca tutuyordu. Onu taşıyan yabancı Orrendeus’dan önce konuştu, “Buraya savaşmak için gelmedim, görüyorsun ya bu adamın bana bir borcu var. Zırhını çıkardıktan sonra kıyıya yüzebilecek ve sana son bir defa saldıracak kadar daha gücü vardı. Buna eminim.” Tengu’yu yere zarifçe koyarak devam etti, “Ancak onun işi seninle değil. Benimle ‘Yıldırım nefesli ve kanatsız ejderhanın kalbini alabilecek bir kılıcı savurabilecek kadar güçlü olmak ve bunu gerçekleştirebilmek karşılığında bu silahı vermeye söz verdi. Ancak antlaşmamız tamamlanmadı. Onun canını almana izin veremem.” Dedi sanki havadan sudan bahsediyormuş ve karşısındaki sıradan bir köylüymüş gibi küçümseyerek.

Ejderha karşısındaki varlığın ne olduğunu bilmiyordu. Kehribar gözlerinin derinlerinde aklında yabancıya baktığında görmesi gereken şeyi aslında görmediğini söyleyen bir his titreşip duruyordu. Tengu ile aralarında olan bir antlaşmadan bahsettiğinde durumu anlamaya başladı. Bu yabancı bir çeşit tanrı ya da hizmetkârı olmalıydı, belki de bir iblis. Hiçbir duygu, düşünce ve güç dalgası yaymadan ormanın bu şelalenin uğultusundan başka ses içermediği yerine Orrendeus’tan habersiz birden bire belirebilecek biriydi işte. Onunla savaşmak istemiyordu, zaten kazanabileceğinden de emin değildi. O gün gururu çok incinmişti. Basit bir insan onu böylesine yorabilmişti.

Normalde hangi açıdan bakılırsa bakılsın bu dövüşün bir galibi yoktu. Ancak Orrendeus’un doğası ona gücünün gerektirdiği kısa zaman ve verimlilikte bir dövüşü kazanamadığı için yenildiğini söylüyordu. “Bu insan sadece et ve kemik değil. İçinde delilik tohumu yeşermiş. Eğer olduğu gibi bırakılırsa içinde kalan son sevgi de sarmaşıklar arasında kalarak yok olacak. Ona galibiyeti karşılığında bir ödül vermem gerekiyor, uyanık olsa bir sorusunu cevaplardım. Ancak ilk sorduğu soruyu cevaplamayı makul buluyorum. Söyle ona yabancı, Alice denen kadın kuzeyin buz nefesli ejder kraliçesidir ve esasında bizden birisi değildir. Bir insanken ilk kraliçenin kanını küle dönüşmeden önce içmiş olmalı. Çünkü biliyorum ki kuzeydeki son ejderhayı da kraliçem ve annem Jonnarius katletmiştir. Yıldırım nefesli ejderi bulmak için geldim ama hiç ummadığım yaratıklar ile karşılaştım.”

Adam ejderhaya gülümsedi, bu ona gösterdiği ilk ve son duygu ibaresiydi. “Öyle olsun Jonnarius oğlu Orrendeus. Adım Esrod, bu adı unutma çünkü son gün gelip çattığında gösterdiğin adaletin karşılığını almanı sağlayacağım.” Dedi ve Tengu’yu da alarak ormanın derinliklerine karıştı.

Orrendeus çok yorgundu, oracıkta uykuya dalabilirdi. Neden böyle yorulmuştu aslında bilmiyordu. Kendisini oradan oraya savurmuş, kendi kendine hırpalamıştı sadece. Tengu’nun kılıcı ile ilgili bir şeyler vardı. Kılıç ona sadece iki kez temas etmişti ama her dokunuşta dramatik bir fark yaratmıştı. Orrendeus’un aklında bir fikir şimşek gibi çaktı, “Yoksa… Olamaz.” Esrod denen varlığın Tengu’yu alıp götürdüğü orman açıklığına baktı, onları takip etmeliydi ve tehlikeyi dile getirmeliydi.

Aniden gök yarıldı ve ışık sütunları yeri dağladı. Şaşkın ve yorgun Orrendeus gafil avlanmıştı, kanatları paramparça oldu ve omuzlarından ışıktan zincirler ile yere bağlandı. Gölden yeni çıkmıştı ve sırılsıklamdı. Üstelik yorgundu. “Sen ha, bilmeliydim. Bunun hesabını vereceksin Rahjul!” dedi ve son nefesini inen ışıkla birlikte üzerinde beliren yıldırımdan pençeye verdi. Orrendeus’un kafası göle düştü ve bedeni kanlar içinde yıldırımlara teslim oldu. Yıldırımlar her yanını sardılar ve onu yiyip bitirdiler. Işık sütunları ve yerde dans eden yıldırımdan pençeler birleşerek bir beden oldular ve çivit mavisi camdan derili ejderha kuzey sınırında kükredi. “Hiçbir şey ödemek zorunda değilim zavallı Orrendeus, mavilerin zamanı geldi, artık bildiğin her şeyi biliyorum” dedi pençesinde kalan son kanı da temizlerken.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 8
Gönderen: Nihbrin - 13 Temmuz 2010, 21:34:09
Bölüm 8:

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/07/jonnarius.jpg)

Wilvarin onunla ne yapacağını bilemiyordu. Siyah uzun saçları kirden keçeleşmiş, üstü başı yaralar ile kaplı bir çocuktu karşısındaki. Onu günlerce takip etmiş ve Wilvarin onu her atlatmaya çalıştığında bir şekilde çocuk izini hep yakalayabilmişti. Öyle ki bir defasında yüksek bir uçurumdan düşünmeden atlamıştı orta yaşlı kadın. Kız çocuğunun onu takip etmeyeceğinden emin yürümeye devam etmişti. Ancak dilsiz çocuk tek bir korku ibaresi göstermeden uçurumun eğilimli kısımlarına denk gelmeye çalışarak aşağıya kaymaya başlamıştı. Sonunda bir dala tutunmuş ve gözlerini kapatarak kendini yere bırakmıştı.

Wilvarin onunla ne yapacağını bilmek bir yana çocuğun kendisini neden takip ettiğinden bile emin değildi. “Bak ufaklık, seni kurtarmak zorunda değilim. Beni anlıyor musun? Evet, ise kafanı salla. Tamam şimdi… Sahi, kendi başına da gidemezsin.” Wilvarin çıkmazdaydı. Çocuk ile ilk kez iki gün önce yolu üzerindeki bir kasabada görmüştü. O günden beri yemeden ve uyumadan kız onu takip ediyordu.

Çocuk kararlı gözler ile kafasını salladığında Wilvarin onun ölmesine izin vermenin saçma olacağını düşündü. En yakın yerleşim kesiminde çocuğu birilerine teslim etmeye karar verdi. Kendi ırkından kişiler ile yaşaması onun için en iyisi olacaktı. Ya da en azından o anda kalbinden geçenler bunlardı.

Akşam olduğunda uçurum kenarında çocuğu kurtardığı yerden fazla uzakta olmayan bir kamp yerine kuruldular. Wilvarin yakaladığı tavşanı yüzmüş ve birkaç yenebilir ağaç kökü ile sotelemişti. “Bunlar tuzlu olurlar, uzun zamandır bir şeyler pişirmedim ama açlıktan ölüyor olmalısın. Sana ziyafet gibi geleceğine eminim.” Dedi düşünmeden. Gözlerini kaldırıp kıza baktığında suyu akan ağzı ve az önce en kıymetli hazinelerden birisinin sandığını açmış korsanlara benzer gözleri ile karşılaşınca gülmeden edemedi.

Kız tüm bir tavşanı silip süpürmek üzereydi, Wilvarin aç değildi. Son butun parçaları elinde yağları akarak duruyordu. Kaşlarını çatmış ve yemeğe odaklanmıştı. Kız aniden yerinden kalkarak Wilvarin’in yanına gitti ve iki eli ile yemeği ona vermek üzere tuttu.

“Bana mı vermek istiyorsun?” dedi kadın şaşırarak. Kızın yaptığı her ufak şey onu güldürüyordu. Küçük bir parça aldı ve eliyle karnını doymuş gibi tuttu. İşte ilk kez o zaman gördü insan kızın gülümsemesini. Karnı doyduğu ya da sıcak bir ateş başında onunla konuşan birisi olduğu için değil sadece o güldüğü için gülmüştü ve bu herhangi bir ateşten daha sıcaktı. Öyle ki kuzeyin buz kraliçesinin kalbi bile biraz çözülmüş olabilir.

Ertesi gün yola devam ettiklerinde çocuk üç gün önce nasıl tanıştıklarını hatırladı tekrar. Wilvarin ömründe daha önce hiç öyle inatçı bir insan görmemişti. Basit Güney kasabalarından birisiydi sadece. Okyanus sahilinde kurulmuş balıkçılık ile gelişebilmiş ama yerinde sayıklayan tuz kokulu bir yerdi. Wilvarin güneye kendisi için önemli belli birisini aramak için gelmişti. Aslında halen o kişi ile karşılaşırsa ne yapacağını bilmiyordu. Gerçekten tüm nefretini bırakabilir miydi bir kenara ve onu affedebilir miydi? Kafasında bunlar varken görmüştü kızı ilk.

Ara sokaklardan birindeydi. İnsanların işlerine ne kadar pis görünürlerse görünsünler asla burnunu sokmazdı Wilvarin. ‘Yürümeye devam et’ diye düşünmüştü. Yaşlıca bir adam ara sokakta kızı omuzlarından sıkı sıkıya tutmuş başka üç genç adam ile konuşuyordu. Ara sokağın önünden geçtiği o an içinde her birinin aklından geçen fikri görmek için insanüstü güçlere gerek duymamıştı.

Wilvarin’in midesi bulandı. Ana caddede köşeyi dönmek üzereydi ki bir adamın bağırtısı duyuldu. Wilvarin neden bu kez yürümeye devam edememiş olmasını daha sonra kız ile birlikte tavşan yedikleri o gece tekrar tekrar düşünecekti ama yine de bir cevap bulamayacaktı.

Gençler ile yaşlı adam para konusunda anlaşamamış olmalıydılar. Sonunda oğlanlardan biri cebinden çıkardığı bıçağı ile adama saldırmıştı. Wilvarin ara sokağa vardığında olması gerektiğini düşündüğü sahne buydu. Ancak kızın bıçak tutan oğlanın elini vahşi kediler gibi ısırdığını görünce donup kaldı. Yaşlı adam ardına bile bakmadan koşarak ana caddeye çıktı ve köşeden kayboldu. Diğer iki oğlandan biri kıza bir yumruk attı ve bu Wilvarin’in sabrını taşıran son damla oldu.

Sonunda oğlanların üçü de annelerinin onları tanıyamayacağı bir halde yüzleri mosmor evlerine döndüler ve Wilvarin hızlı adımlar ile kendine kızarak kasabadan ayrıldı. ‘Nasılsa o adam burada değil, yaptığım kötü bir şey değildi ama bunu tekrarlamamalıyım’ diye sıra ile söyleniyordu.

Kız olayın ortadan kaybolmuştu. Ta ki kasaba çıkışındaki ilk tepede Wilvarin onu görene kadar. Kararlı bir biçimde dikilmişti. Kirden beje dönmüş beyaz elbisesinin diz hizası yırtıklar ile doluydu, yüzü kirden kararmıştı ve siyah saçları keçeleşmişti ama gözlerinde öyle bir ışık vardı ki karşınızda dururken ona bakmamak imkânsızdı.

Wilvarin tepede güneş batarken ona yaklaştı ve önünde durup ona şöyle bir baktı. “Neden adamı kurtardın?” dedi soğukça. Kızın bakışları değişti, eli ile boğazını gösterdi ve dudaklarını balık gibi açıp kapattı. Konuşamıyordu. Ancak sonra çok tuhaf bir şey yaptı. Wilvarin’e sıkı sıkıya sarıldı. Kadın oldukça şaşırdı ama ne diyeceğini ve yapacağını bilemedi. En doğrusunun insanların ondan uzak durmalarıydı. Kızı sertçe itti. Neredeyse yere düşüyordu. Gözlerinde tekrar o kararlı ifade oluştu ve inatla tekrar tekrar her ne kadar her defasında Wilvarin onu itmiş, tekmelemiş, tokatlamış olsa bile kadına sarıldı. Kadın sonunda ondan kurtulmak için tüm kuvveti ile koşmak zorunda kaldı. Küçük kız inatçı olabilirdi ama iyi beslenmemişti ve sonuçta sadece bir çocuktu. Wilvarin’i elbette yakalamadı ama hep takip etti.

“İşte geldik” dedi neşe ile kadın. “Hadi sana yeni elbiseler alalım. Sonra bakalım birileri seninle ilgilenmek isteyecek mi?” Son söylediği şey kızın yüzünün asılmasına sebep oldu. Tam bir hafta boyunca birlikte yürüdüler ve sonunda vardıkları bu kasabada halen kadın kızdan kurtulmak istiyordu. “Benimle birlikte olman senin için tehlikeli” dedi tüm bu zaman boyunca ona belki de bunu kendisine de hatırlatma ihtiyacı hissedercesine.
Birlikte kıza oldukça şık bir kıyafet aldılar. Wilvarin onun yüzündeki gülümsemeyi gördükçe kendisi de bir şekilde mutlu oluyordu. Dükkânda bir ayna vardı ve ilk kez o zaman kendi ifadesini gördü uzun zamandır ilk kez. Wilvarin mutluydu ve güzeldi.

Kasabanın büyüklerinin toplandığı bir mekânda çocuğa ailelik yapabilecek birilerinin olup olmadığını soruşturdu. Tüm bu gezinti boyunca kız Wilvarin’in kıyafetinin ucunu küçücük sağ eli ile sımsıkı tuttu hiç bırakmamacasına. Varlıklı bir ailenin evinin önüne geldiklerinde Wilvarin kızın önünde diz çöktü ve doğrudan gözlerinin içine baktı.

Bakışlarının içlerinde çok büyük bir elem vardı ama kız bunların hepsini geriye itmişti. Başka bir şey, anlayamadığı bir ışık hepsinin önündeydi ve kız da bu ışık ile doğrudan Wilvarin’in gözlerinin içine bakıyordu. Gitme der gibiydiler sanki. Wilvarin bir eve bir de kız baktı. “Onlar ile daha mutlu olacaksın ufaklık.” Dedi ve kapıyı çaldı. Kapıyı yaşları geçkin bir kadın ve adam açtı. Wilvarin onlar ile konuştu ve kasaba büyüklerinin onları tavsiye ettiklerinden bahsetti. Evin sakinleri durumu mutlulukla karşıladılar, evlilikleri boyunca hiç çocukları olmamıştı ve zaten bir evlatlık almayı düşünüyorlardı.

Wilvarin kızı onlar ile bıraktı ve zaman kaybetmeden kasabadan ayrıldı. Giderken sanki kendisinden de bir parçayı geride bırakmış gibi hissetti. Daha önce kimseye, hele ki bir insana böylesine bağlanmamıştı. ‘Bağı henüz erkenken kesmek daha salim bir karar’ diye düşündü. Nefesini ondan çalan adamı bulmalıydı.

Bir insana tekrar asla güvenmeyeceğine ant içmişti ama çocuk bir şekilde Wilvarin’in sevgisini kazanabilmişti. Von’dhir adında bir adam âşık olduğu kadının babasının asla kırılmayacak ve alevde erimeyecek buzdan bir kalbi başlık parası yerine istediğini söylemişti. Wilvarin’in yaşadığı dağın eteklerinde o handan bu hana kör kütük sarhoş şekilde gezerken insanlara anlattığı hikaye buydu.
İnsanlar için bir dalga konusu olmuştu ancak Wilvarin hep meraklı bir radohin ola gelmiştir. Adamı bulmuş ve onunla konuşmuştu. Gözlerinde gerçek aşkı gördüğünü sanmıştı ancak artık biliyordu ki gördüğü sadece güce olan açlıktı. Kalpten bir kalıp yerine bir kılıç kalıbı kullanmıştı ve kılıç ile ejderhayı en güçsüz ve hazırlıksız olduğu anda yaralayarak kaçmıştı. ‘Ne safım tüm gücümü o aptal silahı yaratmak için harcadım.’ Diye düşünüp durmuştu güneye olan yolculuğunda. Uykusunda olan bitenleri tekrar anımsadı.

Wilvarin gözlerini açtığında kucağında bir ağırlık hissetti. Güneşin ilk ışıkları ağaç yaprakları arasından sızarken çıplak bir kız çocuğunun başını o uyurken fark ettirmeden kucağına koyup uyuya kalabileceğini kim düşünürdü. Üstü başı ormanda aldığı çizikler ve böcek ısırıkları ile doluydu. “Bu şekilde kasabadan beri koşuyor olmalı zavallı” diye fısıldadı. Kız gözlerini açıp masumca kadına baktı. Kız ağzını açtı ve anlamsız birkaç ses çıkardı sonra da yutkundu. Tekrar ağzını açtığında yavaşça, “Giysiler istemiyorum, seninle olmak istiyorum” dedi. Wilvarin sevinç dolu bir nida attı, “Tamam, öyleyse kalk bakalım yolumuz uzun ve sana yiyecek bir şeyler bulmalıyız”

Wilvarin ayağa kalktığı anda yer sarsıldı ve göğe kızıl alevler yükseldi. Gökte bir yaratık süzülüyordu. Dahası Wilvarin onu tanıyordu. “Jonnarius” diye kükredi Wilvarin. “Bu senin savaşın değil, bırak geçeyim yoksa birimizden ötekinin külleri bu ormana dağılacak” dedi en tehditkâr sesi ile. Küçük kız elleri ile kulaklarını örtmüş ağaç kenarına kafasını dizleri arasına alarak oturmuştu.

Wilvarin görünürde halen bir insandı, eğer gerçek formunu alırsa bu saldırgan bir tutum olurdu. Jonnarius denen radohin’in nefesi Wilvarin’in önündeki tüm ağaçları sildi süpürdü ve yanan toprak metalik ejderha için inebileceği bir alan oluşturdu. Derler ki Jonnarius gelmiş geçmiş en güçlü ve büyük radohindir. Öyle yaşlıdır ki henüz atmosfer dünyayı sarmalamadan önce o çekirdekte yaşarmış. Başka bir zaman olsa Wilvarin oradan tez vakit kaçmanın bir yolunu bulurdu. Çünkü Jonnarius aklını binlerce yıl önce yitirmişti. Sadece soyunun kendi kanından olanlarına kulak verirdi. “Nefesin soğuk kuzeyin yılanı. Küllerimi görmen için bir bu kadar daha yaşaman lazım. Orrendeus’un söylediği şeyin doğru olabileceğine ihtimal bile vermemiştim. Gerçekten şanssızsın. Yoksa tekrar mı kuyruğunu kıstırıp kaçacaksın?” Dedi delicesine.

Wilvarin kız çocuğunu korumak istiyordu. Buz nefesli beyazlardan geriye kalan tek ve son radohindi kendisi. Bu yüzden o ölmedikçe ve külleri toprakta yayılmadıkça yeni beyazlar olamazdı. Sonuçta bir evladı yoktu ama olsaydı, büyük olasılıkla onun için bile bunu yapacağını düşünmüyordu. Metal derili ve alev nefesli Radohin tüm ihtişamı ile insan suretindeki beyazın karşısında meydan okuyordu. Eğer sabrını zorlarsa dönüşmüş ya da dönüşmemiş umursamadan tüm gücü ile saldırırdı. Wilvarin ne yapacağını bilmiyordu. Tekrar çocuğa bir bakış attığında onu ağacın yanında göremedi. İşte o an içine tatlı bir huzur yayıldı. Artık gidebilirdi çünkü çocuk kaçmış ve belki de tüm korkusu ile koşuyordu.

Tekrar Jonnarius’a baktığında ejderhanın gözlerinde alay gördü. Wilvarin anlayamadı, henüz kendisini küçük düşürecek hiçbir şey yapmamıştı oysa. Ejderhanın bakışlarını izledi ve bakışların kendi önünde bir noktada son bulduklarını gördü. Kız Wilvarin’in karşısında kendisini kalkan etmişti.

Wilvarin soğukta yaşardı. Sıcağın ona zararı olması söz konusu değildi, sadece sevmezdi hepsi bu. Buna rağmen üşümek nedir bilmezdi. Ta ki o ana kadar. Omurgasından aşağıya ince bir sızı indi. Kalbi duracak gibi oldu. Kız kollarını T şeklinde açmış aynı kendisine baktığı o gözler ile Jonnarius’a bakıyordu. Radohin histerik şekilde gülmeye başladı. Ağzından dökülen salyalar lav gibi dokunduğu her yeri ateşe veriyordu. Kazanı andıran göğsü hızla inip kalkıyordu. “Daha ne kadar düşebilirsin Wilvarin? Hiçbir zaman pençesini gösterenlerden olmadın ama bu sence de fazla değil mi? Hadi ama bir insan olması yetmiyormuş gibi bir de çocuk.”

Wilvarin utanmamıştı. Korkuyordu. Kendisi için değil çocuk için korkuyordu. Metal ejderhanın er ya da geç gülerken birden bire aksileşip uyarmadan tüm alevini onlara kusacağını biliyordu. İlk saldıran o olmalıydı.

Kızın gözleri kamaştı. Ardındaki güzel kadın ışıklar saçarak bir beyaz canavara dönüştü. Aynı karşısındaki gibiydi ama daha kısa ve küçüktü. Kız onun bacakları arasındaydı. Buna rağmen kız kendisini hiç tehlikede hissetmiyordu. Eski anılardan biri gözünün önüne gelir gibi oluyordu. Annesinin onu korumak için hayatını feda edişi ve o trajik gece aklının en derinlerinden yüzeye tırmanıyordu. Ağlamamalıydı. Beyaz canavar ötekinin boynuna atıldı. Öyle hızlı ve farklıydı ki kız ne kadar vahşi ve korkutucu olursa olsun bunu güzel buldu. Ağlamak istemiyordu. Annesi kendi bedeni ile onu saklarken geçmişte ağlamadan duran kız, eşkıyalar karavanlarını soyarken gıkını bile çıkarmadan saklanan o değil miydi?

Ormanı saran alevler söndüler aniden ve dört bir yandan dev buzdan kazıklar fışkırmaya başladı. Toprağı yararak yüzeye çıkıyorlardı. Jonnarius’un en beklemediği anlarda bacaklarına saplanıyor, kanatlarını deliyor göğsünü ve kuyruğunu çiziyorlardı. Wilvarin acımadan saldırdı. Gözlerinde bir ejderhanın değil bir annenin öfkesi vardı. Metal derili olan neşe ile kükredi, “En korkak, en uzak ve tek başına olan. Benim kanımı hiç olmadığı kadar akıttın. Sana nasıl teşekkür etsem azdır!” Metal çenesi geçmişte yaşanmış sayısız kavga ile yaralar içindeydi ve o anda her yerinden akan kan volkandan dökülen magma gibiydi. Jonnarius gülüyordu, "Sıra bende" dedi.

Sadece tek bir nefes çekti. Yaşlı bir adamın piposundan bir soluk alması gibiydi. Sadece tek bir nefesti belki ama onun her şeyiydi. Deli Jonnarius mutluydu ve mutluluğun karşılığını ödeyecekti. O nefesini çekerken ormanın tüm ağaçları kavganın olduğu odağa doğru eğildiler. Küçük kızın nefesi kesildi ve bir süre için soluyacak hava bulamadı. Tutunduğu kaya bile yerinden sökülmek üzereydi. Küçük hayvanlar ve cisimler nefesini çeken radohine doğru uçuyorlardı. Wilvarin zaman kaybetmeden en yüce surdan bile kudretli buzdan bir duvar çekti önüne. Tam o an zaman durdu sanki.

Tek nefes ile Jonnarius o gün Wilvarin’i katletti. Ardında kalan kasaba da ejderhanın küllerine karıştılar. Okyanusa açılan sahil sular ile doldu. Yerden kalkan toprak kilometrelerce ötede kum fırtınalarına döndü ve önüne ne kattıysa sürükledi. Ancak bu yıkım içinde tüm kül yığının ortasında tutunduğu kaya ile bir küçük kız sağdı.

Metal canavar bir insana dönüştü. Çıplaktı ama ona bakan kimse onu insan olarak görmezdi. Gözlerinde öyle bir kızıl alev vardı ki kadına kimse uzunca bakamazdı. Küçük kız dışında kimse. Kız ağlamıyordu ama gözlerinden boşanmak üzere olan yaşlar zaten sıcaktan çoktan kurumuştu. Kadın ona yanaştı ve tek dizi üzerinde çöküp burnunu onunkine dayadı. Sıcaktı, ama bir insan gibi. “Eğer onu seviyorsan, küllerini ye. Adın nedir insan? Söyle ki ben de kül olana kadar anımsayabileyim.” Dedi usulca. Deliliğinden eser kalmamıştı.

Kız, “Alice. Sen de bana söyle, unutmayacağım.” Dedi öfkeyle. Kadının alnı kırıştı. “Öyle olsun insan. Jonnarius’tur adım. Eğer bir gün halen beni bulmak istersen buralardayım.” Birden yine delicesine gülmeye başladı ve insan bedeninden metal kanatlar çıkartarak havalandı. Öğlen güneşi kafasına düşmeye başlarken Alice Wilvarin’in küllerinin yanına gitti. Yerde soğuk ve sanki serince bir buhar tüttüren belli bir şekle sahip kül yığını oluşmuştu. Alice o şekli hep anımsayacaktı. Küller rüzgâr ile hafifçe savrulduklarında bir insan eli ortaya çıktı. Küçük kız koşarak oraya gitti ve külleri hızla ama nazikçe temizledi. Bu Wilvarin’in insan bedeniydi.

“Elbiselerini atmamalıydın ufaklık. Bak, ben kalıcı değilim.” Güçsüz sesini sanki ona son bir kez seslenmek için toparlamıştı. Alice ufacık elleri ile onun elini tuttu, “Tepede, öyle yalnızdın ki. Seni bırakamadım. Gülümsemiyordun, hissetmiyordun, üzgündün.” Dedi. İşte şimdi gerçekten ağlamak istiyor gibiydi. Wilvarin hayata gözlerini kapatırken, “Demek sarıldığında, avutulan bendim ha. İnsanlar, beni hep kandırıyorsunuz.” Dedi. Elkohlien kızı Wilvarin işte böyle ölmüştür.

Alice, Jonnarius’un söylediği üzere onun küllerinden bir tutam yedi. Ertesi günün arifesinde güneş ufukta ilk huzmesini göstermeden önce saçlarının ve gözlerinin rengini kaybetti. Artık bir insan olduğu kadar bir radohindi.

[*]Yazarın notu: Ben neden böyle binlerce paragraf halinde yazdım bilmiyorum. Bitince "Ya neden böyle bu!?" dedirtti bana. Eğer algı güçlüğü yaratıyorsa bir şekilde bana haber verin lütfen, özel mesaj olur yorum olur vs.[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-8
Gönderen: KoyuBeyaz - 13 Temmuz 2010, 23:44:13
Önceki bölümü de koyduğun anda okumuştum ama her parçaya tek tek yorum yapmanın doğru olmadığını düşünmüştüm.

Öncelikle notuna cevap vereyim; okumayı zorlaştırmamış aksine kolaylaştırmış. Biraz daha uzun görünüyor fakat okumaya başlayınca sonunun nasıl geldiği belli olmayan hikayelerden olduğu için bu kesinlikle bir sorun oluşturmuyor. Alice'in hikayesinin anlatıldığı son bölüm oldukça hoş olmuş. Hüzün, sevgi, koruma içgüdüsü, saf iyilik gibi birçok duyguyu aynı parçada o kadar güzel birleştirmişsin ki. Ayrıca giderek daha çok bilgi verirken hikayeden de uzaklaşmıyor olması etkileyici.

7. bölümde de eleştirilecek çok fazla yer göremedim fakat Tengu'nun kılıcının Orrendeus'a ne gibi bir etkisi olduğu ve ölmeden önce onları ne hakkında uyarmak istediği kafama takıldı. Eh, bekleyip göreceğiz artık.

Harika bir şekilde, beklediğimden çok daha hızlı şekilde devam ediyor. Alışmaya başlıyoruz bu hıza yalnız, ilerde ara verirsen isyan falan edebiliriz. :P
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-8
Gönderen: Nihbrin - 14 Temmuz 2010, 00:02:12
Daha anlatacak dünya kadar şey varmış gibi geliyor bana Tengu ile ilgili. Her bölümde ucu başka yerlere bağlanabilecek ama nereye varmayacağını bilmediğim iplikler bıraktım en başından beri ve bunu daha önce 'hiç' yapmazdım. Bu hikayeyi orijinal olması kaygısı ile yazmıyor olmamdır en büyük 'hızlı' olma sebebi. Okuduğum, izlediğim, dinlediğim ondan fazla şeyden parçalar koparıp Tengu'ya monte etmiş durumdayım şu anda. Kendi yorumum ve parçaları bir arada tutan zamk sağlamlaşsın istiyorum Tengu'yu yazarken.

O kılıç meselesi de bir iplik. Hatta 9. bölüm tamamen kılıç ile ilgili olacak eğer kafama başka bir şey esmezse. Daha geride bir prenses-kraliçe ve kardeşleri var, onlar ile ilgili bir şeyler yapmam lazım(dı) ama ne(idi) bilmiyorum... Ah, dur anımsadım.  >:D

Bu arada belirtmem gerekli ki işin içine büyü karıştırmamak için elimden geleni yapıyorum. Bir de sormam lazım şimdi aklıma gelmişken yazmalıyım; Ejderhalar ile ilgili sayısız eser var. Çoğunda ejderhalar insanlar gibi bir soydur ve hikayenin geçtiği zamanında varsalar bolca ele geliyorlar. Savaşlarda patır patır düşüyorlar ordu gibiler. Ancak ben daha çok vampir klan sistemine benzer bir ejderha düzeni oluşturmak istiyorum. Birinin ölümü çok fazla şeyi değiştirebilmeli. Omnigod gibi olmalılar. Şu ana kadar bunu yansıtabildim mi emin değilim.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-8
Gönderen: KoyuBeyaz - 14 Temmuz 2010, 00:16:23
Bu hikayedeki ejderhaların nasıl bir iz bırakıtığını yazayım ben o halde, istediğin gibi olup olmadığına sen karar ver.

Anladığım kadarıyla;
Ejderhaların sayısı hikayenin geçtiği zamanda oldukça az. Birkaç farklı çeşit ejderha var ve bunlara radohin deniyor. Şekil değiştirebiliyorlar. Çoğalmaları ya külleri yoluyla ya da normal yollarla oluyor. İnsanlar tarafından kolay kolay zarar verilemez yaratıklar ve öyle savaşlarda ölmeleri gibi birşey söz konusu değil. Birbirlerine zarar verebilen yegane şey gene kendileri. Hikayenin geçtiği zamandaki tüm radohinler belli bir yerin hakimi.

Benim çıkarttığım kadarıyla bu öyküdeki ejderha sistemi bu şekilde. Tabi tüm düşüncelerimi yansıtamadım buraya fakat temel olarak böyle bir izlenim oluşmuş bir okuyucu olarak aklımda.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 9
Gönderen: Nihbrin - 16 Temmuz 2010, 15:50:30
(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/07/kid_tree_and_alice2.jpg)

“Buna bir duruş mu diyorsun? Daha çok gırtlağına mısır takılmış tavuk gibisin. Bacaklarını daha geniş tutmak zorundasın, o kılıcı savururken ne düşünüyorsun bilmiyorum ama Orrendeus sana pek nazik davranmış.” Esrod sinir bozucuydu. Durmadan konuşuyordu ve susmasının gerekliliği yüzüne vurulduğunda duymazlıktan geliyordu. Yine de bazen günlerce konuşmadığı oluyordu. Sadece yere bağdaş kurup bir ağacı izlerdi.

Tengu neden kaçmayı bir kez bile denemediğini merak ederken buldu kendisini. Alice’i bir an evvel bulmaktı niyeti. Ancak her nasılsa kendisini cehennem zebanilerini kıskandıracak bir idmanın ortasında buldu. Esrod ona sadece “daha güçlü olmak ister misin?” diye sordu ve o da tereddüt etmeden kafasıyla onayladı. Hepsi buydu ama nasıl olur da dört aydır oradan sıvışmayı denemedi, kendisi de bilmiyordu.

Esasında Esrod denen adamın yaşadığı belli bir yer yoktu. Doğa onun eviydi. Tengu onu bir şeyler yerken, uyurken ya da ihtiyaçlarını giderirken görmedi. Onun bir insan olmadığını çok önceden de biliyordu ama gerçekte onun ne olduğunu hiç sorgulamadı. Ta ki Esrod onun kafasının tepesini attırana kadar.

Hep yaptığı basit sinir bozucu nutuklardan ya da akşam uyumak için uzandığında tüm kaslarını ağrıtan bir egzersizden farklıydı bu kez.  Tengu koşusu sırasında yerde, yuvasından düşmüş, bir kuş buldu ve ağaca çıkarak yerine geri koymak istedi. Ağaca gerçekten hızlı ve en kestirme yoldan çıktığını düşünürken karşısında kukuletalı Esrod’u bulmak zaten yeterince sinir bozucuydu ama adamın çekilmemesi ve buz gibi bir ses ile “onu öldür” demesi sabrını taşıran son damla oldu.

Tengu doğal olarak reddetti. Konuşamıyordu ama ne kastettiğini Esrod onun gözlerinden hep anlıyordu. “Ağaçtan düştüğünde ve uçamadığında ölümü kesinleşti. Onu ya öldürürsün ya da onunla beraber seni de ben öldürürüm ve kılıcımı almam kolaylaşır. Karar senin.” Bunu söylemesi üzerine huzursuz bir sessizlik oluştu ve Tengu tutunduğu ağaçtan inerek kuşu aldığı yere geri koydu. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yere bıraktığı ağaç gövdelerini kaldırarak koşusuna devam etti.

O güne kadar Tengu Esrod’a bir insan gibi davranmıştı. Esprilerine gülümsemiş ve onun için ufak iyilikler yapmıştı. Onu hiç sahip olmadığı demir ustasıymış gibi düşündüğü bile olmuştu. Kendisine kılıcı nasıl kullanacağını öğreteceğini söylediğinde ne pahasına olursa olsun bunu yapmak istediğini de biliyordu ama içinden fışkıran arzusunu ona anlatmaya utanmıştı. O akşam Esrod’un Tengu’ya idman bahanesi ile yaptırdığı henüz yarım halde duran çatısız ağaç evde sırtını ağaca yaslamış,  Esrod’un ifadesiz yüzünü izliyordu. ‘Sen nesin?’ diye düşündü doğrudan ona bakarak, ‘bana yaptığın iyiliğin karşılığını bu kılıç ile ödeyemem, bu kılıcı sana vermekte ne kadar gönülsüz olursam olayım bu bir gerçek. Ancak nasıl biri benden masum bir kuşu öldürmemi ister?’

Tengu düşüncelerinin Esrod tarafından duyulabileceğini biliyordu. Ancak hangi kumaştan olduğu anlaşılmayan siyah elbisesi kırışmadı bile, hareketsiz bekledi.  Böyle olduğunda hiç kıpırdamazdı. ‘Gitmek istiyorum’ diye düşündü. Bir etkisinin olup olmayacağını bekleyerek ona baktı. Esrod sağ gözünü açtı ve doğruca ona baktı. “Sana öğretmek üzere olduğum teknik, eğer yanımdan ayrıldıktan sonra hayatta kalmak istiyorsan ona ihtiyacın olacak. Ölmen işime yaramaz, aksine yaptığın bu şahane kılıcı biraz daha savurmanı istiyorum.” Dedi sakince. O konuşurken Tengu’ya fevkalade yardımı dokunmuş karga Jack yarım ağaç evin bir köşesine kondu ve sonra yere inip sekerek Esrod’un dizine sıçradı ve orada kuruldu. Karga hem cadı Evergreen’e hem de Esrod’a hizmet ediyor gibiydi.

“Rahjul yanında bir insan ve kardeşi Bahful ile burasının beş haftalık uçuşla güney doğusunda kalan küçük bir krallığa doğru gidiyor. Sanki benim öğrenmemi ister gibiydiler, insan olan, beni gördü.” Son kelimeyi sarf ettiğinde Esrod olabilecek en şaşkın yüz ile kargaya bakakaldı. “Şaka yapıyorsun? Ulu Seraphim’i kim görebilir?” dedi ve kendi esprisine kahkahalar ile gülmeye başladı. Tengu artık Esrod’un ruh halini anlıyor gibiydi, bu kadar çok gülüyorsa canı sıkıldığındandı. Karga ciddiydi, “O adam ile ilgili bir şey var. Wilvarin’in kılıcını taşıyor. Gözleri, delip geçiyor. Ejderhalar onu sürüklemiyorlar, o ejderhalar ile uçuyor.” Dedi tasvip etmez bir şekilde.

Gece bitti ve günün ilk ışıkları ile Jack bahsettiği doğrultuda ufukta kayboldu. Esrod derin bir nefes çekti ve esneyerek yerden kalktı. İşte o an Tengu fark etti ki bağdaş kurduğu sırada aslında Esrod dinleniyordu. Aklında oluşan fikri duymuş olacak ki Esrod cevap verdi, “Elbette, ne sandın beni Orrendeus’un dediği gibi bir tanrı mı?” Esrod gülmüyordu, yüzünde Tengu’nun daha önce hiç görmediği bir sırıtış vardı.

Esrod metrelerce yükseklikteki ağaç evden aşağıya kendini bıraktı ve atlarken Tengu’ya da gelmesini işaret etti. Dev ağacın etrafında ormana girmeden önce geniş bir halkasal boşluk vardı. “Görüyorsun ya burada yaşamayı düşünüyorum. Evergreen bu dünyada ve o gidene kadar ben de buradayım. Kimsenin politikası ile muhatap olmak istemiyordum ama bazı zamanlar istediğini elde etmek için bu işlere bulaşmak zorunda kalıyor kişi. Ne kadar dolaylı yoldan olursa olsun senin bile haberdar olduğundan şüphelendiğim ‘kalbinden geçen arzunu’ yerine getirmek zorundayım Panus denen kılıcı istiyorsam. Çünkü ancak o zaman kılıcın senin üzerindeki hükmü kalkacaktır ve onu taşımama izin verecektir” Esrod bunları söyledikten sonra dudağını hafifçe ısırdı ve tüm ciddiyetini tekrar derin bir kuyuya atmış gibi normal konuşmaya başladı.

“Almanı sağladığım bedenin, zaten yeterince kuvvetli. Ancak onu kullanmasını bilmiyorsun. Sanırım geçtiğimiz aylar içinde savunma ve saldırı pozlarının önemini anlamış olmalısın. En azından artık gagasında dal taşıyan bir tavuk gibi değil daha çok tüylerini kabartan ve pençelerini göstermekten kaçınmayan bir kediciksin. Buranın insanlarına göre sen radohinlerden farksızsın elbette ve sınırın buydu yeni bedeninle. Şu günden sonra sana öğreteceğim her şey hayatını tehlikeye sokacak.  Her öğrendiğin yeni teknik ile ölme ihtimalini arttıracaksın. Temel teknikleri öğrendikten sonra hiç biri kolay değil, her biri ölümcül. Hem senin için hem de üzerinde kullanacakların için. Senin mizacına savunmaya dayalı teknikler yedirmek bir kaplana jujutsu öğretmeye benziyor, imkânsız.” Artık sanki Esrod kendi kendine konuşuyordu. Onunla ne yapacağına karar vermeye çalışıyor gibiydi.

“Bir bina temeli gibisin. Hani yere derin ve geniş geometrik bir çukur açarsın ya, onlar gibi. Ağacı ele alalım. Bu ağaç evin temeli kendisinde saklı, kökleri toprağın derinlerinde dünyanın kemiklerine uzanır. Ancak senin temelin o kadar sağlam değil, buna rağmen geniş. Herhangi bir eğitmen öğrencisine önce temelleri öğretecektir. Ancak bedenin pek çok idmanı atlamanı ve büyük bir sıçrayış yapmanı sağladı. Hayır, aklından ‘Bedenimi nasıl yarattın’ diye geçirme cevap vermeyeceğim. Buna rağmen sana kocaman bir ağaç gövdesi verseydim de aynı işlevselliği taşırdın herhalde. Sana tek bir sanatı öğreteceğim. Uzak, çok uzak bir yerde bilinir. Değerini bil. Bu dövüş sanatının doğduğu dünyada insanlar birbirleri ile hiçbir sebep olmamasına rağmen savaşırlar. Savaşmak için savaşırlar bunun anlamını kavrayabiliyor musun? Ancak bu sayede her hayatta kaldıkları savaşta gelecek nesillerin daha güçlü olmaları adına bir adım daha atmış oluyorlar. En iyi ivmeyi en kabul edilmez yol ile yakaladılar. Bu sanatın adı kendo.

Tengu anlamıyordu. Ne uzak Gond ülkesinde ne de Ulyanor diyarlarında buna benzer bir şey duymamıştı. Savaşa ve dövüşmeye dair bir sanat. Sanki Esrod bu yaygın bir şeymiş gibi konuşuyordu. Tengu’nun aklından anlamazlık geçtiğinde o da şaşırdı, “Ne yani bu ejderhalar ve metal zırhlı askerlerin fır döndüğü gezegende kimse dövüş sanatı kullanmıyor mu?” Kullanılıyorsa da Tengu bilmiyordu. Gond ülkesinde insanların silahlar üzerine tapınaklar kurduğunu ve keşişlerini buna yönelik eğittiklerini duymuştu. Ülkerlerini savunmak için savaşan keşişler olması fikri ona hep tatlı bir hayal olarak görünmüştü.

Tengu ona kendonun doğasını anlatmaya başladı. Tüm gün boyunca sadece oturdular ve Esrod konuştu. Konuşurken elleri boştu ama sanki uzun bir silah tutuyormuş gibi hareketler yapıyordu. “Zihni ve vücudu bir bütün haline getirmektir özü. Eğer sen bacağın ile ne yapabileceğini bilmiyorsan onu yapamazsın, bu kadar basit. Bunun için özünü eğitmen gerekir. Çalışmalı ve ilerlemelisin. Panus ile ben seni Orrendeus’un pençelerinden çekip alana kadar kaç defa gerçekten idman yaptın?” Sorusunun cevabını Tengu’nun alık bakışlarından alınca kaşları kalktı, “Hiç! Seni embesil. Neyse, çok önemli olmasına rağmen ben normal bir usta değilim, daha önce kimseyi eğitmeye kalkmadım ama sanırım seninle bile bu işin üstesinden gelebilirim. Şimdi sana bir öneride bulunacağım. Bu senin için olduğu kadar benim de işime geliyor. Sana kendo öğretebilmem için bana iki ay ver. Bu süreçte Alice’i unutmanı sağlayacağım. Daha sonra da onun yıldırım mı yoksa buz mu olduğunu öğrenmek için ölümüne bir maceraya atılabilirsin. Hayır, bana öyle bakma çok ciddiyim. Eğer kalbini boşaltamazsan, aklını dinginleştiremezsin ve bir kere öğrendiğinde bu bisiklete… Dur onun ne olduğunu bilmiyorsun… Hmm yüzmek gibi! Yüzmeyi bir kere öğrendin mi bir daha unutmazsın. Ancak bunu senin kabul etmen gerekiyor, aklına arzuladığım kadar girebilirim ancak kalbin sana aittir.”

Tengu ikisi karşılıklı öylece otururlarken bir sür e düşündü. Esrod ona hiçbir şey anlatmadan “Daha güçlü olmak ister misin?” demişti sadece. Gerçekten gücü neden arzuluyordu? O ejderhayı Esrod karışmasaydı öldürebilirdi, bunu biliyordu. Gücü neden bu kadar istediğinden emin değildi. “Belki onu korumak istiyorumdur. Ak yüzündeki gülümsemesi kaybolmasın diye onun için savaşmak. Hayallerim onunla olursam değerlerini yitireceklerdir, onun hayalleri benim hayallerim oluverir. Onun yanında olmak için güç istiyor olmalıyım.” Alice’in Kalbini kılıç ile değil sevgisi ile almak istiyordu ama esasında bunu kendisi bile bilmiyordu.

Ancak bu gerekli mi? Zaten yeterince güçlü değil miyim? Bu adam neden bahsediyor böyle. Savaşın sanatı olamaz!” diye düşündü. Bunun üzerine Esrod gözünün önünden kayboldu. Adamın dokunuşunu boynunda kavrar halde hissedince Tengu dondu kaldı. ‘Nasıl? Nasıl bu kadar hızlı olabilir?’

“Eğer kavrayışımdan kurtulursan güçlü olduğunu ben bile kabul ederim embesil öğrencim. Hadi, buyur, dene.” Tengu bağdaş kurmuş halde yerde oturuyordu ve arkasında sağ eli ile boynunu sarmış biri vardı. Aklına gelen ilk şey iki eli ile yere tüm gücü ile vurmak ve kendini mümkün olduğunca yerden havalandırmak oldu. Hamlesine başlarken Esrod onu sırt üstü nefesini kesecek kadar kuvvet ile yere çaldı. Bir kaburgası çatlamış olmalıydı. Bu kez ona dokunmuyordu, “Hadi kalk bakalım, eğer ayakta birkaç saniye durabilirsen gücünü kabul ederim.” Tengu dizi üzerinde doğruldu ve ayakta durmak üzereyken boşlukta ayağı takılarak yere düştü. Anlamıyordu, Esrod kıpırdamamıştı bile. Hiçbir şey düşünmeden tekrar ve tekrar ayağa kalkmayı denedi ama her defasında yüz üstü veya gerçekten rahatsız edici şekilde eklemlerinin üzerine düşüyordu. Sonunda tek yumruk yemeden dayak yemişe döndü. “İşte gücün bu kadar, ayağa kalkamayacak kadar sefilsin. Benim hamlelerimi takip edemeyecek kadar acizsin. Jonnarius karşısında bir saniye bile duramazsın.” Esrod yere tükürdü ve ağaç eve doğru yürümeye başladı. Tengu öfkeli değildi, sadece gerçeği görebilmişti ve gördüğü şey oldukça umut kırıcıydı.

Sabah olduğunda Tengu ağrılar içindeydi. Esrod ona haftalardır ilk kez sabah idmanı yapması için bir şeyler emretmemiş kendi halinde bırakmıştı. Ancak Tengu ona kendisini eğitmesini istediğini söyleyecek kadar öz güvenli biri değildi. Açıkçası oldukça utanıyordu. Onunla konuşmak yerine günlük idmanı önceki günlere benzer olacak şekilde kafasına göre tekrarlamaya başladı. Bu şekilde günler geçti ve sonunda Tengu her gün her kasını çalıştıracak metotların hangileri olduğunu kavramaya başladı. Esrod’un savaş sanatı dediği şeyi öğrenmek istiyordu ama kendisini yeterli hissetmiyordu. Esrod kadar hızlı olmak istiyordu.

Dağ yamacını sırtında kayalar yüklü saatlerce tırmanıyor sonra da yeterince oksijensiz bir yüksekliğe çıkınca sabah egzersizlerini yapıyordu. Ayrıca uzun zamandır kılıcı eline almıyordu. Kılıçsız da bir şeyler yapabilmek için kolları ve bacakları ile çalışıyordu. Esrod’un bir defasında tek eli ile nehir kenarına metrelerce uzaktan bir hareket yaptığında suyun bıçak ile kesilmiş ekmek gibi kısa süre için ikiye ayrıldığını görmüştü. Aynı hız ve güce sahip olmak istiyordu. Kahvaltı için biraz yemiş toplayıp her şeyi baştan tekrarlıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Sadece her gün bir öncekinden daha hızlı koşmak istiyordu, her gün nehir kenarında Esrod’un hamlesini bir defa deniyor ve başarısızlığı üzerine tekrar çalışıyordu.

Bir gün tuhaf bir durum gözüne çarptı. Yirmi altı aylık yılın on sekizinci aydaydılar ve güney ülkelerinin sınırlarından birindeydiler, buna rağmen Tongudar ayı kar mevsimiydi. Bu diyara geldiğinden beri güneşin konumunu hiç değiştirmediğini fark etti. Ekinoks olmamış ve yedi ay önceki gün sanki sürekli tekrarlanıyordu. Esrod’un ağaç evine geldikleri günü tekrar tekrar yaşıyordu ama bunu daha önce hiç fark etmedi.

Koşarak eve gitti ve bir sürpriz ile karşılaştı. Ne kadar uzun zamandır dağda tek başına çalıştığını bilmiyordu ama bu kadar uzun zaman geçmiş olabileceğine inanmakta güçlük çekiyordu. ‘En fazla üç ay geçmiş olmalı’ şeklinde kendi kendine tekrarlıyordu. Ağaç ev tamamlanmıştı ve gerçekten muhteşemdi. Sanki o zamandan beri ağacın kendisi de boy atmıştı. Evin eksik kısımlarının bazı yerleri ağaç tarafından örtülmüş gibi bir izlenim doğuyordu. Ev ağacın ve ağaç evin birer parçasıydı.

Omzunda beliren nazik bir dokunuş ile irkildi, “Güzel değil mi? Ancak bunu boyamam lazım, tahta kurtları umduğumdan da fazlalar. Geri gelmene sevindim” dedi içten bir gülümseme ile Esrod. Tengu kafasını salladı, ona bakarken hiçbir şey düşünmediğini fark etti. Sanki önceden olduğu gibi fikirlerini okumuyordu. Esrod’un yüzünde eve bakarken öyle huzurlu bir ifade vardı ki sanki meleklere benziyordu. “Biliyor musun ne, burayı Evergreen için yaptım. Tabi yarısını sen yaptın ama amaç önemli” Yine o ince sırıtış. Buraya kendo için geldin değil mi? Kılıcını daha iyi kullanmak istiyorsun?” Tengu kafasını hayır anlamında salladı ve elini bir yumruk yaparak bir poz aldı.

Esrod şaşkındı. “Demek temelleri öğrenmek istiyorsun. Tamam öyleyse. Ancak bir kendoka yumruklarını pek kullanmaz, yine de niyetini sevdim.” Esrod ağaca doğru yürüdü ve gövdesine hafifçe dokundu. Dokunduğu yerden elini çekerken ince ve hafif eğimli,  mükemmel şekilli bir tahtadan kılıç çıkardı. Kılıcı Tengu’ya attı ve kendisi için de bir tane çıkardı. Esrod bir poz aldı ve aynısını alması için Tengu’yu bekledi. Tengu tahta kılıca saf saf bakarken ‘bu adam halen beni şaşırtabiliyor’ diye düşünmeden edemedi. Tengu ağırlık merkezini aynı Esrod gibi ayarlayabilmekten ve sırf bunun bile koca bir gün almamasından memnundu. Sanki vücudu ile ne yapabileceğini şimdi eskisinden daha iyi biliyordu.

Esrod ile birlikte tüm gün boyunca aynı hamleyi tekrarladılar. Çok basitti, sağ ayak soldan biraz öndeydi, bu mesafeyi ileriye doğru kısa bir hareket kazanmak için hamlenin başında alıyordu ve kılıcı kafasının üstünden öne doğru iki eli ile ileriye doğru savuruyordu. Başlarda yamuk savurdu, hamlesini dengesiz başlattı ve beli kütük gibiydi. Bir şekilde kendi kendine yaptığı o yorucu çalışmadan daha zordu. Odaklanmayı gerektiriyordu. Her yaptığı hamle ileriye doğru aynı kavisi çizene ve bacağı aynı mesafeyi aynı sürede alana kadar bunu tekrarladılar. Bir gün almadı, bir hafta sürmedi ama bir aydan fazla zamanlarını aldı. Tüm bu sürede sadece bu hareketi tekrarladı Tengu. Kalbi rahattı çünkü zaman ilerlemiyordu. Ancak bir şey daha vardı, sanki unuttuğu önemli bir şey. Neden orada olduğundan da emin değildi ama kılıcın havayı yırtarken çıkardığını düşündüğü ses dinlendiriciydi. Tengu biliyordu ki zaman ilerlemiyordu. Esrod etrafında zaman onun arzuladığı gibi bükülüyordu. Güneş her gün aynı yerden doğuyor ve aynı yerden batıyordu.

Bilmediği şey oraya geldiklerinde ağacın henüz sadece bir fidan olduğuydu. Esrod ile toplam yirmi altı yıl geçirdiler ve her yıl altı yüz yetmiş dört gündü. Ona koca bir sene gibi gelen zaman ileriye ve geriye doğru yavaşça salınım halindeydi. Öyle uzun zaman geçti ki aklı bilmese bile kalbi Alice’i derinlere gömdü. Kendi arzusu ve Esrod’un omzuna nazik bir dokunuşu ile. Her şey bir kılıç ile kesmek değil, kesmemek ve sevgisi ile bir ejderhanın değil fırıncı kızın kalbini kazanmak içindi. Yirmi altı yıl boyunca onların zaman cebi içinde neler yaptıkları kimsece bilinmez. Esrod’un zaman bariyerinden girdikleri an ile çıktıkları an dışarıda duran bir kuşun gözünden aynı görülebilir. Belki bir kuş değil ama bir radohin bile onları izliyor olabilir. Hatta kim bilebilir, belki radohin’in adı Jonnarius’tur.

[*]Yazarın Notu: Bu bölüm sönük oldu, Esrod ile ilgili bilgi vermek istedim az biraz ve Jack'in Seraphim olduğunu belirtmekti tüm amacım. Bunu diğer hikayelerime bağlamanın zamanı geldi de geçiyor gibiydi zaten. Geçiş bölümü yazmayı hiç sevmiyorum :3[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-9
Gönderen: KoyuBeyaz - 17 Temmuz 2010, 01:57:34
Son bölümün benim için en güzel kısmı bağlamış olduğun seriyide okumamı gerektirmesiydi sanırım. Seraphim adlı hikaye neymiş yahu öyle. (Kokobo! Bende biliyorum bende biliyorum! :P)

Geçiş bölümü olduğu konudan hafif dışarıya yönelmen dışında pek belli olmamış. O yönelmeyi de son paragrafla kapatmışsın zaten, o yüzden hiçte fena durmuyor. Aksiyon sahnesinin yokluğunu da pek hissetmedim okurken, eksik durmamış. Bu hikayenin diğerlerine bir şekilde bağlanacağını açıkçası hiç düşünmemiştim, (her ne kadar diğer öykülerinin hepsini 'henüz' okumamış olsamda) o yüzden sondaki not biraz dumura uğrattı beni. Ama sevinmedim diyemem, bahanem oldu diğerlerini okumak için. (bkz: kendi istediği şeyi bile yapmaya üşenen insan)

Resmin de anlamını kavrayamadığım bir güzelliği var. Bunu da sen yaptıysan 'aşmış' yorumunu iki alanda birden takdim etmek istiyorum. :)
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-9
Gönderen: Nihbrin - 17 Temmuz 2010, 03:45:05
http://www.kayiprihtim.org/forum/kilitler-ve-anahtarlar-derleme-ve-bir-devam-t7371.0.html

Bu başlığın tepesinde bir kronolojik sıralama yapmıştım. Ancak o öykü dizisi kafamda "Kırmızı" adında bir hikayenin parçaları. Diğer yazdığım her şey onlar ile bir şekilde bağlantılıdır. Şu anda hepsinde var olan tek kurgu uyuşmazlığı söz konusu bir karakterin çok isimlilik mizacını henüz dile getirmediğim için Etcrador'un Esrod olmasıdır. Tengu'yu ilk başta hep Esrod'a (bkz: sadete gelmek) hikayeyi bağlamak arzusu ile başladım ama Alice ve Tengu'nun hikayesi tatlı oldu. Alice'în her hikayede aynı ad ama farklı yüzler ile belirmesinin de kendime sakladığım mantıklı bir açıklması var  :P (bkz: süpriz-gerçek son) Tengu yukarıdaki dizginin hiç bir yerine girmiyor. Ayrı ve özgür, yine de bağlamak zorundayım  ;D Resim bana değil değer verdiğim bir arkadaşıma ait. Bana göre fazla renkli ama sevdim bunu.
[*]Küre'ye gelirsen okumama hakkına sahipsin, okuması gerçekten zor, şu anda ben dahi kendi yazdığım o şeyi okuyamıyorum.[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 10
Gönderen: Nihbrin - 26 Temmuz 2010, 02:28:04
Bölüm 10:

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/07/mathilda1.jpg)

Derler ki evren yaratılırken bir aksaklık olmuş. Düzen kendisini asla açık etmemek üzere tasarlanmış olmasına rağmen kaos o denli başına buyrukmuş ki tüm bu deliliğin ortasında bir kayanın sakince durmasının mantıklı olduğuna karar vermiş. Bunun hiçbir tanrı veya güç ile alakası yokmuş. Bazı şeyler olmaları gerektiği için vardırlar. Başı ve sonu olmadığı anlamına gelmez bu, sadece vardırlar.

Düzen kaos nehrinin önünde durabilecek tek bir kaya bulabilmek için zamanın engin sınırlarına kadar uzanmış. Tüm iradesi ile henüz kalbi atmamış canlıların gelecekteki hayallerini okumuş. Henüz toprak ve su olan ölümlülerin ruhlarını tartmış ve karanlığın içinde ışıksız dolaşmış. Düzen sonunda aradığının hiçbir varlık düzleminde vuku bulmadığına ve bulamayacağına karar kılmış. Ancak soruna bir çare bulmaz ise delilik ve rastgelelik tüm evrenin tek hükümdarı olacakmış. Düzenin kendisi bir kral veya lider olmasa bile doğacak bebeklerin seçimleri için ağlamaklı olmuş. Seçimler yapılamazsa evrenin var olmasının bir manası kalmayacakmış ve Düzen hiçbir emir almadan ve tamamen kendi doğasına aykırı bir eylemde bulunmuş. Aklını ve ellerini yokluğa uzatmış. Yokluk diyarı herhangi bir tanrı veya güç tarafından yönetilmese bile orada nefes almayı seçmiş ve unutuşun tarlalarında sonsuza kadar yürümüş ve yürüyecek bir adam yaşarmış.

Adamın bir adı varsa bile düzen bunu bilmezmiş. Adam onu görmüş ve aklının aradığını anlamış. Adam kötü veya iyi değilmiş çünkü bilinen hiçbir duygu onda olması gerektiği gibi değil, olmaması gerektiği gibiymiş. Cümleleri sessiz, adımları güçsüz ve nefesi havasızmış. Zaten iradesinin kendisini ele verdiği tek an varlığı ile ona anlam katmış düzenin dokunuşunda gerçeklemiş. Adam ona istediğini veremeyeceğini söylemek istemiş. Düzen umudunu kaybetmeden ona sormuş, “bakmadığım bir yer, dehliz, karanlık veya ışığın dağlarında uzanan engin yayla kalmış mıdır? Söyle bana unutkanlığın tarlalarında yürüyen adam. Bilmem gerek” adam ona anlamadan mı bakmış yoksa kesin bir kavrayışla mı düzen bilememiş. Ancak adamın aklı ise, eğer dokunduğu, şunları düşlemiş, “Ben var olabilecekler üzerinde hiçbir irade sergilemem. Ancak hiç olmamış bir olayın tüm hükmü üzerimdedir. Eğer ki aradığın kişiyi hiç bulamadıysan, var olmamış ve var olmayacaksa. İhtimallerin hiç birinde nefes almamışsa mutlaka buradadır. Ancak benden başkası yok burada. Bak sana ne söyleyeceğim, kanımdan bir yudum al. Onu yutma, sakla ve zamanı kolla. Kanı bulabildiğin en saf insanın kanı ile karıştır ve bir kitap yaz. Kitapta senin bildiğin ama senden başka kimsenin bilmediği her şeyi yaz. Eğer ki biri onu okursa aradığın kişi olmak için bir adım atmış olur. Her adımda hayallerindeki olanaksız kayaya benzer ve sonunda sevgili düzen, şampiyonun kaosun girdabında yılmadan dikilir. Biliyorum ki bu kişinin üç ruhu olacaktır tek bir bedende. Ancak bunun karşılığında tek bir arzu sergilerim. Sen düzensin, sana veriyorsam almak zorundayım. Kitabını ilk okuyan insanın adını ben koyacağım.”

Düzen onu anlamadı. Bir ismin neden bu kadar önemli olduğunu bilmiyordu. Onun için aradığı kişi her şeydi. Var oluş amacı var olabilmesi için bu kişiyi bulmasıydı. Sanki o kişiyi bulma yolunda ilerledikçe düzen kendi kendisini sağlayacaktı. Bunu bir şekilde biliyordu. Her şey iyi olacaktı, her şey.

***

Esrod hapşurdu. Tengu duraklayıp ona şöyle bir baktı. “Ne yani burnuma bir şey kaçamaz mı? Bakma bana öyle bende kan ve etim.” Tengu gülüyordu. Ormandan çıktıklarından beri pek konuşmamışlardı. Aslında usta ve çırak olduklarından beridir neredeyse hiç konuşmuyorlardı. Ormanda ne kadar uzun süre kaldıklarından emin değildi ve umurunda da değildi, sanki o süreç hiç yaşanmamış gibi hissediyordu. Ah bir de neden konuşamadığını bilse. Esrod’un söylediğine göre ses tellerinde veya dilinde bir problem yoktu, sorun neyse kafasındaydı. “Gittiğimiz yerde düşük profil sergilemeni istiyorum. Sana öğrettiğim hiçbir şeyi insanların önünde sakın kullanma, normal ol.”

Bunu söylediği adam neredeyse iki metre boyunda ve bir metre genişliğindeydi. Gereksiz tek bir kası olmayan bir devdi. Devin sırtında onun iki katı ebatlarında bir kılıç vardı. Normal hiçbir insanın kaldıramayacağı kılıcı ile bir insandı ve Esrod ondan normal görünmesini istiyordu. Tengu’nun aklındaki iğnelemeyi hisseden Esrod cevap verdi, “Orada birini arıyor olacağız, saçlarının normal rengi geri gelmiş olmalı, benimkilere benziyorlar, onu görünce kesinlikle tanıyacaksın. Küçük bir kız, en fazla on altısında gösteriyor. Gözleri, hmm en son beyazdı ancak yeşili ne kadar çok sevdiğinden bahsediyordu. Neyse onu… bulacağız. En az senin kadar normal birisi. Göz kırpan Esrod’un tavrı Tengu’nun irkilmesine sebep oldu.

Esrod’un tüm yeteneklerine ve gücüne rağmen neden hiçbir ata binmediği, ya da hızlı bir çeşit doğaüstü yolculuk metodu kullanmadığını Tengu o gün bile merak ederdi. Bir keresinde ona, “İnsanlar bir at gördüklerinde ona binmek isterler. Sor bakalım o binilmek istiyor muymuş” demişti. “hayat hızlı yaşanmayacak kadar güzel, akışına bırak, güneş dönsün ve çimenler salınsın. Yürümenin hiçbir kusuru yok, yetişmemiz ne zaman yola çıktığımıza bakar, ne kadar hızlı ilerlediğimize değil” diye o anda bu cümlesini tamamladığında Tengu yine irkildi, bazen aklını okuması onu rahatsız ediyordu. Esrod o sabah çok konuşkandı. Oysa ona kılıç hamlelerini göstermeye başladığında kati bir sessizlik vardı. Ormandan çıktıkları o güne kadar sanki hiç cümle kurmamıştı. Hep kısa birer kelimelik direktiflerdi söyledikleri.

Varmak istedikleri yer Tengu’nun ömründe gördüğü en yüksek surlara ve kulelere sahip bir kaleydi. Aslında tam olarak bir kale demek haksızlık olurdu çünkü içinde bir şehir saklıyordu. Hem de gördüğü en muazzam şehri. Gond’un başkenti Reo kesme taşlardan yapılmış bir sanat eseri gibiydi. Sokaklar o kadar genişti ki yan yana üç at arabası ilerleyebilirdi ve halen biraz boşluk kalırdı. Dükkânlar ve pazarlar her yerdeydi. İnsanlar sanki çeşmeden dökülen havuz suyu gibi sokakları kaplıyordu. Fakir tek bir insan göremedi, ne bir dilenci ne de bir sakat. Her yer temizdi ve düzenliydi. Tengu tam bir kültür şoku etkisinde kaldı. Her yerde insanlar farklı dillerde konuşuyordu ve herkes birbirini anlıyordu. Esrod onu kalabalık bir sokakta durdurdu, “Geçtiğimiz dördüncü kapının önünde toptan kumaş satan yerin hemen yanındaki barda buluşalım, hmm güneş batarken orada olmaya bak. Kalacak bir yerler bakın bu arada ama en önemlisi sana bahsettiğim kızı bul ve ne olursa olsun onu bana getir.” Dedi. Duraksayıp ona gümüş bir çeyreklik verdi. “Bu diğer insanları anlamanı sağlayacak, değerli bir parça ona göz kulak ol”. Esrod hiç olmadığı kadar ciddiydi, hep olduğundan daha insan gibiydi.

Tengu yürüdüğü her sokakta ilgi odağı haline geliyordu. Kafası binaların ikinci kat camlarına kadar yetişiyordu ve insanlar ona yol vermek için geniş bir kavis çizmek zorunda kalıyorlardı. Daha tenha yerlerde yürümeye çalıştıysa da sanki tüm sokaklar genişti bu Reo şehrinde. Saatlerce yürüdü, yürüyüşü boyunca insanlar ona sürekli olarak seslendi. Süslü hanımlar gülümsedi ve lüks giyimli adamlar ona kartlar verdi. Kâğıdın bu kadar kolay harcanması ona çok garip geliyordu. Ona ilgi göstermeyen tek kesim ara sıra gördüğü kel keşişlerdi. Ancak bu keşişler ile ilgili bir şeyler farklıydı, hepsi de silahlıydı ve gerçekten eğitimli görünüyorlardı.

Adımları yavaşladığında ilgisini bir silah reyonu çekmişti. Ömründe görmediği kadar çok çeşitte çelik yüzlerce farklı beden bulmuştu. Kalkanlar, miğferler, gürzler, plaka ve zincir zırhlar, özellikle de kılıçlar. İçeriye girmek için zapt edilemez bir dürtü duyumsadı. Zaten çoktan içeriye girdiğini fark ettiğinde çok geçti, satıştan sorumlu zarif adam ona yönelmişti bile. “Bayım sizin cüssenizde birisi için gerçekten kaliteli bir zırhım var görmek ister misiniz?” dedi. Tengu onu dinlemiyordu bile. Tüm ilgisi En kuytu köşede kalan soluk parıltıya yönelmişti.

“Ah bu çok özel bir parça. Keskin bir gözünüz varmış. Geçtiğimiz hafta kendim için şatodaki baloya giymek niyeti ile bir tefeciden aldım. Tefeci bunu aldığı adamın çoktan ona ihtiyaç duymayacak hale geldiğini söyledi, yazık. Söylediğine göre bu zırhı giyen adam savaş meydanında bir hongathor ile karşılaşmış düşünebiliyor musun? Benim üzerime oldu ama satmak istiyorum, düşündüğüm kadar… bana uygun değilmiş. Her neyse, bir ejderha kadar geniş çeneli, kolum kadar uzun pençeleri ve hele o bakışları vardır hongathorların, duymuş olmalısınız. Kurtlar ile akrabalar diyorlar. İşin güzeli zırh hiç zarar görmemiş, adamı ek yerlerinden ikiye bölmüş sadece…” satıcı durmadan konuşmaya devam etti.

Tengu zırhın göğüs plakasını eline aldı ve soğuk bir his tüm bedenine yayıldı. His omuriliğinde durup ısındı ve beynine çıktı. Zırh kendi dövdüğü her şeyden daha mükemmeldi. Üzerinde silik çizikler vardı, binlerce badire atlatmış olmalıydı bu zırh. Sanki bir insan elinden çıkmamış gibiydi. İlk kez kendisininkinden başka bir işçilik hakkında olağan üstü düşünceler sergilediğini fark etti. Bu zırhı üzerine olmasa bile almak istiyordu. Satıcı onu üzerinde deneyebileceğini söyledi.

Tam bir uyum vardı. Adamın ayna dediği ve onun suretini aynen ona geri veren camın önünde şaşkınca baktı kendisine. Zırh oniks rengindeydi. Bir miğferi yoktu ama sırt kısmında sürgülü bir boyunluğu vardı. Tüm işçiliği sıra dışıydı. Klipsler gördüğü hiçbir imalata benzemiyorlardı. Büyülenmiş gibi kendisini izledi.

Yansımalı camda kızıl elbiseli bir bayan gördü, sokakta yavaşça yürüyordu. Dönüp aniden Tengu’ya baktı. Kuzgun siyahı düz saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Kırmızı olan elbise değil bir tür cüppeydi, sanki o gördüğü keşişlerin giydiği şeylerin bir türeviydi. Başlık kısmı gözlerini neredeyse örtüyordu ama zümrüt parıltıyı yakaladığında bunun Esrod’un bahsettiği kişi olduğunu kabullendi. Kız onu görünce bir an durakladıysa da hızla koşmaya başladı.

Tengu içinden küfrederek dükkândan koşarak çıktı. Sanki bir şey unutmuş gibi geliyordu ona ama ne olduğundan emin değildi, tek gördüğü kırmızı elbiseden sarkan kırmızı kuşaklardı. Arkasından bağıran satıcıyı en başından beri nasıl duymamışsa halen duymuyordu.
Sanki biri makas ile tüm elbiseyi bir kale duvarındaki perdenden kesip kızın üzerine geçirmişti. Gördüğü en parlak kırmızıydı. Sokak boyunca insanlar ona hakaretler ederek yolundan kaçındı, gübre vagonu gibi kocamandı ve koşarken işler diğer insanlar için o kadar iyi gitmiyordu. Kız ise aksine tecrübeli bir hırsız gibiydi. Sonunda aniden bir köşeyi döndü ve üzerinde neredeyse hiçbir çıkıntı olmayan metrelerce yükseklikte duvara tırmanarak damlara çıktı.

Tengu Esrod’un “normal ol” tavsiyesini kafasında evirip çevirdi ama kullanabileceği makul bir çıkış yolu bulamadı. “Ne olursa olsun onu getir” de demişti hem. Sırıtarak, ‘tamam öyle ise, kendimi tutacak değilim’ diye düşündü. Tek ve atik bir sıçrayışta kızın bir an önce olduğu noktaya çıktı. Kız arkasına kısa bir bakış attı ve koşusunu hızlandırdı. Kiremitler Tengu’nun ayakları altında çıtırdamıyordu, belki de kızdan daha hafif koşuyordu. Bunu ona Esrod öğretmişti. Hava kararmaya tam olarak başlamamıştı ancak en fazla yarım saati vardı, ustasını yüz üstü bırakmak istemediğini fark edince buna şaşırdı. Esrod’a karşı hiçbir duygusal bağ beslemek istemiyordu. Kafasını silkeledi ve bu işe son verecek hamleyi yaptı.

Mathilda o gün gerçekten şanssızdı. Reo şehrine geldiği gece tüm parasını kaybetti, sabahladığı ve izinsiz girdiği evde ev sahibinin köpeği tarafından sabahın köründe ısırılarak uyandırıldı ve şimdi de bu adam yemek aramak için çıktığı sokakta onu kovalıyordu. Arada gerçekleşen tek güzel şey “Batıya gidiyorum” diyen bir keşişin ona ihtiyacı olmadığını da ekleyerek cüppesini ona vermesiydi.
Adamın aynadaki yansımasında onu arıyor olması ile ilgili düşünceler sezinlemişti ve adam onu tanıdığında kaçmaktan başka bir çıkar yol bulamamıştı.

Neden kaçtığından esasında emin değildi. Belki adam ona parasını geri verecekti? Ama hayır Mathilda babasını tanıyordu, eğer düşündüğü durum söz konusu ise onu bulmak için her türden insanın yardımına başvuracağına emindi. Ancak Mathilda o gün çok şanssızdı, gerçekten çok şanssız.

Bir an damın tekinden ötekine atlarken sonraki saniyede kendisini havada baş aşağı asılı buldu. Şaşkındı çünkü dokunuşu hissetmemişti. Onu kovalayan adam ona yetişmiş ve havada ayak bileğinden onu tutmuştu. “Ama, ama nasıl? Sen kimsin? Bırak beni!” Öfke dışarıya çıkmak istiyordu. Bu nasıl bir yaratıktı böyle, elbisesi o baş aşağı geldiğinde yüzüne yapışmıştı. Utancından yerin dibine girmek istedi. Adam onu öyle bir savurdu ki feleği şaştı. Kendisini az önce atladığı damın köşesindeki kurutulmak üzere serilmiş domates yığının üzerinde sırt üstü buldu. Giysisini düzeltip adama baktı. Güneş batarken başının üstünde dikilmiş ona bakıyordu ve konuşmuyordu. Sonra onun aklına dokundu, “Oku, okuyabildiğini biliyorum.”

Tengu yaptığı şeyden memnun değildi. Kız ağlamak üzereydi ve onu pekte hoş olmayan bir şekilde yakaladığı gerçeğini Esrod’a anlatmak zorunda kalabilirdi. Kız çatık bakışlarını ona dikti, “Eh konuşsana be adam benden ne istiyorsun?” Tengu ona ikinci kez seslendi, konuşamıyordu, aklını okumalıydı. Daha önce dükkanın önünde ayna karşısında yaptığı gibi bir kez daha okumalıydı. Aklında Esrod’un yüzünü toparlamaya çalıştı, ona anlatmak için kıvrandı ama tek olup biten kızın bakışlarının sakinleşmesi oldu. “Bırak beni yabancı. Beni ona götürmek istemezsin. Bulmam gereken biri var”. Adam ne yapacağını bilemedi ama emir emirdi, kafasını olmaz şeklinde salladı. Kız şimdi gerçekten ağlıyordu. Ne yapacağını bilemedi. Kadınlar ile arası hiç iyi olmamıştı zaten. Esrod’un buluşmak istediği yer oradan çokta uzakta değildi. Kızı hiçbir şey söylemden omzuna aldı ve koşmaya başladı. Kız çığlıklar atmaya başladığında insanların bakışlarından uzakta, damlarda olduğuna şükretti.

“Söylesene sen kimseyi sevmedin mi!? O adam benim aşkımın peşinden gitmemi istemiyor, onu sürgüne yolladı düşünebiliyor musun? Ne olursa olsun Enoch’u bulmalıyım be adam!” Tengu denen adam duraksadı. Mathilda ona onun aklını okuyabildiğini açık etmemeliydi. Belki bu sayede onun kendisini babasına götürmeden önce kendisini bırakması için içten bir pazarlık yapabilirdi. Tengu’nun zihnin en derinlerinde ak saçlı ve gümüşgözlü bir bayanın imgesini yakalamıştı ama adamın kendisi bile bundan haberdar değildi. İmgenin üstünde babasının mührünü gören Mathilda gerçek bir şans yakaladığını düşünüyordu. Bu adam bir şekilde kullanılıyor olmalıydı ve bir çaresini bulacaktı. Tam ağzını bu beyaz saçlı kadından bahsetmek için açmıştı ki damda koşan adamın önü şehir muhafızlarınca kesildi.

Tengu durumu değerlendirdi. Reo şehrine geleli bir gün bile geçmemişti ve gerçekten başına bela olabilecek hiçbir şey yapmadığına emindi. Belki bir kızı sokaktan kaçırması dışında ama kimsenin onu gördüğünü düşünmüyordu. Muhafızlar neden onu arasınlar ki? Hem de bu kadar fazla muhafız. Neredeyse otuz kişi saymıştı. Her biri gerçekten çok parlak taşlar ile süslenmiş değerli zırhlar giyiyordu. Bu şehrin insanları hiç anlamayacaktı. Muhafızlardan biri ona seslendi, temkinliydi, “Teng’in Hüsra’nı Çelik adlı işletmesinden bir zırh çalınmış. Bayım eşkal sizinkine birebir uyuyor, lütfen teslim olun ve… uhh, kızı yere bırakın” Adam kırmızı elbisenin ona bakan popo kısmına şaşkınca bakıyordu. Tengu kendisi hakkında o anda bu insanların neler düşündüğünü çok merak ediyordu, aslında tüm bu olanlar ona sadece komedi gibi geliyordu.

Yüz başı Otto ömrü boyunca çok garip şeyler ile karşılaşmış biriydi. Kendi kusmuğunda boğulduktan sonra aslında ölmediği anlaşılan keşler, kendini tahrik olmak için astıktan sonra ölmeyi başaran deliler ve doğurduğu iki başlı bebeği öldürmeden emzirmiş bir soylu. Hepsi ile de başa çıkmasını bilmişti ama bu kadar büyük bir adamın batan güneş altında yirmiden fazla muhafızın bakışları altında nasıl birden bire duman olduğunu kumandanına nasıl rapor edeceğini bilemiyordu. Damdan indiklerinde adamlarına tek bir şey söyledi, “bu yaşanmadı beyler. Haydi herkes güzergahına.”
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-10
Gönderen: KoyuBeyaz - 26 Temmuz 2010, 03:11:58
Ahahaha, sonuna çok güldüm gece gece, kesin birilerini uyandırmışımdır.

Yeni bir karakterimiz ve hikayenin bir farklı kolu daha. Gerçi eminim bununda diğer olanlarla bir ilgisi var ama ne çıkacak altından merak ediyorum. Esrod'un kim olduğu da giderek daha çok merak konusu haline geliyor, farklı farklı tavırlar kız kaçırma istemeler falan hayırlısı bakalım :P

Tengu'nun hareketleri neden bilmiyorum çok hoşuma gitti bu bölümde. O kadar doğal olmuş ki, sanki adamı kırk yıldır tanıyorum da 'haha al işte bizim Tengu' der gibi okudum. Giderek daha sağlam oturuyor kafaya, karakter ve işleyişi gerçekten etkileyici.

Her bölümde ayrı bir ek olmasına rağmen bir arada durması da başka bir hikayede de söylediğim gibi takdir edilesi.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-10
Gönderen: Nihbrin - 26 Temmuz 2010, 07:54:13
10. bölümü genişçe bir sırıtış ile yazdım, aynı hissi okuyucunun da hissetmesini amaçlamadım aslında ama fena durmadı sanki. Mathilda'nın kim olduğunu biliyor olmalısın KoyuBeyaz, yoksa zaten bölüm boyunca onun kim olduğu bilinmiyorsa ya da hikayenin gidişatından "bu kesin şudur" gibi bir çıkarımda bulunulamıyorsa aslında oldukça boş bir bölüm olduğu görülecektir. Adı geçen Enoch ve "Book of Order" mevzusu da aynı şekilde diğer hikayelerde geçen isimler (burada Book of Order ismi ile geçmiyor tabi, ve diğer hikayelerde de o ismi almadı ancak Genkai adlı öykü neredeyse tamamen o kitabı işliyordu)

Son bir karakter daha kaldı sahnede yer alması gereken. Hadrhune, gerçek kötü adam  >:D
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-10
Gönderen: KoyuBeyaz - 26 Temmuz 2010, 23:30:00
Ah, nasıl dikkatsiz okumuşum ben bunu. Yalnızca Umut ve Obliu hikayelerini henüz okumadım fakat Mathilda'yı nasılsa hiç hatırlayamamıştım okurken. Eh, yorumu gece 3:11 de yapmışım ona bağlıyorum. (bkz: aradan sıyrılmaya çalışmak)

Tamam, şimdi olayın nasıl bağlanacağını daha da merak etmeye başladım işte. Sanırım son iki hikayeyi de okumam gerek, çok karıştı yahu.

Ayrıca Hadrhune'u hatırlıyorum Genkai'den. O adamın olaya girişini oldukça merak etmekteyim.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 11-12
Gönderen: Nihbrin - 14 Ağustos 2010, 04:42:28
Bölüm 11:[*]Bu bölümü okumadan önce "Seraphim" ve "Obilu" adlı iki öykümün sıra ile okunması kavrayış açısından önemlidir[/*]

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/08/bigcity2.jpg)

“Hadros’un mikro kütle bağımsız genleşme formülünün neden son yıllarda önem kazandığını hanginiz özetleyecek?” Dedi sıkıcı bir ses ona rüyalarının en derinlerinde. Başka bir ses ise ‘Enoch uyan!’ diye figan etti. Oturduğu yerden dimdik ayağa kalktı ve ezberden soruyu cevaplamaya başladı bile.

“Çünkü kütlelerin izafi çekim gücünün var sayımsal olduğunun kabulünün üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen Hadros teoremi dışında hiçbir başka açıklama pratiğe uyarlanamamıştır” dedi nefes bile almadan. O konuşurken süre gelen sessizlik birkaç saniye daha devam etti ve sonra tüm sınıf kahkahalar ile gülmeye başladı. Eğitmen de gülüyordu ama daha usturupluydu. “Cevabın için teşekkür ederim Echon, lütfen dikkatini kaybetme.” Oğlan diğer herkesin düşündüğünün aksine utanmadı esasında ama üzgündü.

Üzgündü çünkü o rüyayı biliyordu. Uyumak ile ilgiliydi her şey, uyuyabilmek için yaşıyordu ve gerçekten onu tek ilgilendiren tek şeydi aslında bu rüya. Rüyalarını gerçeklikten daha çok seviyordu. Öyle ki rüyalarında hep başka insanlar görürdü, bilmediği, daha önce karşılaşmadığı kişilerden oluşurdular hep. Ancak değişmeyen bir şey olurdu, adı. Echon adı ona Enoch adından daha yapmacık ve basit geliyordu. Hayatı boyunca yaşadığı ülkesinde eğitimi için şehir şehir gezdiği yirmiyi aşkın yıl boyunca bu isim ile gezen kimse duymamıştı. O zaman kimdi bu Enoch? Rüyalar gerçeğin benliğe yansımaları değilse neydiler? Echon’u sadece diğerleri onu öyle çağırıyor diye benimsemişti belki ama Enoch’u kendisine hep daha yakın buldu.

Sadece insanlar da değil, yeni şehirler, ülkeler, diyarlar, ormanlar ve dağlar düşlerdi. Yaşadığı yerde hiç kayda geçmemiş hayvanları görürdü rüyalarında. Pek çok kez gördüklerini yazmayı ve resmetmeyi denedi. İnsanlar onu anlamadılar. Yolanovalon ülkesinde mantık ve ona ulaşmak için gidilecek yol dışında diğer her şey önceliksiz ve gereksiz kabul edilirdi. Resmettikleri eğer inşa edilebilecek, kurulabilecek veya üretilebilecek herhangi bir ürüne ait değilseler kesinlikle değersiz kategorisini boyluyorlardı. Echon’un resmettiklerine isim verebilen bile olmadı, onlar çöptü.

Ancak düşlerinde resimlerine bakan ve onu öven birisi ile karşılaştı. Adı Mathilda idi. Onun gerçek biri olması oğlanın hayatında en çok istediği şeydi. Boş zaman bulduğu her anını kendisini uyumaya zorlayarak geçiriyordu. Bazen günlerce uyuduğu oluyordu. Son haftalarda iyice zayıf düştü ve hastalandı, kendisini toparlar toparlamaz da sınıfın alay konusu oldu.

Ona ismini soran yeni yıl öğrencilerine kolayca Enoch dediğini fark ettiğinde çokta şaşırmadı aslında. Pek çok kişi onu tanıyordu. Çok uyuduğu ve çelimsiz olduğu ya da tuhaf resimler ve yazılar yazdığı için değil. O bir dahiydi. Tamamen rast gele zamanlarda ve şiddette beliren depremleri düzenli hale getirebilecek ve ön görülenlerin aksine sonik bir sistem olmayan Utenograf buluşunun temel taşını atmış biriydi Echon.
Bu ilk yıl ondan “Orijinal bir ödev” vermesi istendiğinde olmuştu. Echon nasıl etrafındaki insanlar onun hayallerine zaman ayırmaya tenezzül etmiyorsalar o da onlara ilgi göstermiyordu ve işlerini çarçabuk başından atma eğiliminde bir mizacı benimsemişti. Rüyalarından birinde seyahat ettiği ülkede cihazın yaygın kullanımını görmüş ve onu gerçek yaşamındaki mevcut bilgisi ile birleştirmişti.

Amaç sismik hareketlilikten düzenli ve sürekli enerji eldesiydi ve projesi eğitmenler arasında bile büyük bir sansasyon yarattı. Yolanovalon da öğrencilik yapmak zorunluydu. İnsanlar doğumlarında ailelerinden alınır ve yurtlara verilirdi. Duygulara ve diğer gereksiz zaman kayıplarının önüne geçmek için bunun gerekli olduğu kadim zamanlarda kabul edilmişti ve kimsenin bir itirazı yoktu. Sosyal araştırmalara göre insanlar ebeveynleri ile zaman geçirdiklerinde kimliklerini ancak yarı yarıya kazanabiliyorlardı ve bu yüzden yapılan şey olmazsa olmaz bir önlemdi. Açıkçası Echon’un umurunda değildi. Tek istediği özgürce rüyalarında kalabilmekti.

İşte o zaman ilk kez aklına geldi, okulunun son senesinde artık bir asistan olduğu zamanda. Sınıfta alay konusu olduğu günün ardından on iki yıl geçti. O güne kadar gerçeklikte aldığı her nefesin aslında ne kadar gereksiz alınmış olduğu ihtimali aklını kararttı ve eğer hayatı son bulursa sonsuz uykunun başlayabileceği olasılığını ele aldı. “Eğer duyumsadığım her şey bana güzel gelmekten çok uzaksa ama sadece güzel olana ulaşmamda bir aracı olarak sürdürülmeleri gerekiyorsa fikrim düşer. Buna rağmen güzelin benim hayatım son bulduğunda bile yine Enoch için ayakta durmayacağını kim iddia edebilir ki. Aksini düşünmek de bu yönde düşünmek kadar hayalperestlik olmaz mı?”

O bunu sesli biçimde düşünürken bir yandan da gecenin loş çift ay ışığının vurduğu geniş camların önünde konuşlanmış beyaz tahtayı formüller ile dolduruyordu. İşin içinden çıkamıyordu. Arkasından yaklaşan topuklu ayakkabıların ritmini duymadı.

“Böyle düşünmek için çok genç değil misin? Belki güzeli burada da duyumsarsın bir gün ve sırf bunun için bile yaşamaya devam etmeye değmez mi?” dedi bir bayanın sesi. (artık herkes ona bu şekilde sesleniyordu) Kadın ellilerine yaklaşan genç bir kadındı. İnsanlar öğrenimlerini artık kendi kendilerine yürütebildikleri yaşa geldiklerinde çocukluktan çıktıkları var sayılırdı. Bu yüzden Dekan Tarhessa konumu için çok gençti. Yolanovalon insanları yaklaşık dört yüz yıl yaşayabiliyorlardı.

Enoch Tarhessa’nın yaklaşımını cevapladı, “Saygı değer Dekan. Eğer yaşam sadece güzel olana ulaşmak isteyenler için varsa bir yerlerde hata olmalı. Ancak başka makul bir sebep bulabilmek imkânsız. Daha çok öğrenmek için yaşamak kadar ve hatta yaşamı yaşam için yaşamak kadar…”

Sözlerini bitiremedi. Enoch biliyordu ki umutsuzluğun kapıları onun için aralanmış ve artlarındaki bilinmezlik suratına gülümser haldeydi. Kadın alnını kırıştırdı ve elini çenesine koyarak dev beyaz tahtayı inceledi. “Seni tanımasam Hadros’un teoremini kanunlaştırmaya çalışıyorsun derdim. Bunu neden bu kadar kafaya taktın anlamıyorum. Çekim her problemin anahtarı niteliğinde.”
Kadın konuyu fazla ani değiştirmişti. Enoch ne diyeceğini bilemedi. Uzun zamandır hayallerini insanlara anlatmıyordu çünkü ne kadar denerse denesin onu anlamıyorlardı. İç çekti ve masaya yöneldi. Kalemi masaya koyarken vereceği akıl dolu karizmatik cevabı kafasında evirip çevirdi ama bir ses her şeyi darmadağın etti. “Anlat ona Enoch!”

Tarhessa donup kalan öğrenciyi bir süre süzdü. Sanki kalemi masaya koyarken zaman onun için durmuş ve devam etmeyi reddeder haldeydi. Enoch dudaklarını yaladı ve kalemi tekrar sıkı sıkıya kavrayarak tahtaya yöneldi. “Dekan, size anlatacaklarımı kimseye anlatmayacağınıza söz vermelisiniz. Zaten inanacaklarını da zannetmiyorum.” Neden böyle söylüyordu. Tanıdığı en rasyonel insanlardan biriydi Enoch ama sanki o anda başka biriydi. Ruhsal çöküntü yaşar gibi bir hali vardı. Temkinli olmak adına birkaç adım geriledi ve onu izledi. Zaten akşam evinde yapacak başka bir işi veya ondan genç bir öğrenci ile zaman geçirmenin hiçbir kötü yanı yoktu.

Enoch tahtaya öyle bir şey yazdı, formülü öyle bir satır ile devam ettirdi ki Tarhessa’nın aklı bir an için kitlendi. Kaşları kalktı ve sadece “ama neden?” diyebildi. Kafasını onaylamaz şekilde sallıyordu, “Gofsa’nın partikül hız limitleyici yasasını biliyorsun, daha hızlı ilerleyemezsin. Sen ise onun yedi katı hızında gitmekten bahsediyorsun. Bu delilik!”

“Eğer yedi farklı zaman diliminde birbirinden haberdar yedi aynı partikül eş zamanlı yol almaya başlar ve aynı doğrultuda ilerlerse sorun olmayacaktır” dedi sadece. ‘Haberdar’ mı demişti yoksa Tarhessa mı yanlış anlamıştı. Atomların birbirinden haberdar olmalarının ne gibi bir önemi olabilirdi ki? Enoch’u hiç böyle görmemişti, adam genişçe gülümsüyordu. “Ne düşündüğünüzü biliyorum, imkânsızı imkânlı kılmak için bir başka imkânsızı alt etmek gerekiyor. Cevabın hiç birimizin bakmadığı bir yerde olduğunu düşünüyorum. Kafama takılan şey budur.”

Kadına yavaşça yaklaştı ve onun şok olmuş bakışları altında kulağına eğildi, “Düşlerimiz” diye fısıldadı ve onu orada öylece bırakarak sınıftan usulca ayrıldı. Enoch’un karşısında duranı görmesi için bunu önce başkasına anlatması gerekiyordu. Kafasındaki ses ona hiçbir zaman ihanet etmemişti ve bu kez kendisini aşmasını sağlamıştı. “Son bir kez uyumalıyım, uyandığımda tekrar bu dünyada olmayacağım. Geniş düzlükler ve Mathilda beni bekliyor. Biliyorum diyarların prensesi orada tahtından inmiş beni arıyor. Kral’ın gazabından korkmadan izimi sürüyor. Ben kimim ki onun arayışına bel bağlayayım. Elimden geleni yapmalıyım. Enoch bin dört yüzüncü çoban yılının altıncı güz arifesinden önce Yolanovalon topraklarında nefes almayı kesti. Bir sonraki soluğunu apayrı bir gezegende aldı. Uykusunda düşlerin yedi basamağını tek tek tırmandı ve ona zorla unutturulmuş bilginin kırıntısı ile yitik sevgilisinin peşinden gitti.

***

Onun gittiği sabah tek odalı öğrenci evinin kilitsiz kapısından pejmürde ama temiz paçavralarına sarınık başlıklı bir adam girdi. Adam güçten düşmüştü. Sıcak yatağa elini koydu ve dinlenmek için biraz oturdu. Odayı inceledi. Tüm duvarlar boş yer bırakmamacasına yazılar ile doluydu. Yatağın altına elini uzattı ve ne var ne yok bakındı. Yüzlerce resim yaprağı çıktı ortaya. Başlıklı pejmürde adam gülümsedi. Bir yandan da biraz ağlıyordu. “Burayı hatırlıyorsun evlat. Gerçekten beni dinlemişsin. Vay be! bunu ben bile unutmuştum!” İç çekti. “Sana bunu yapanı bulacağım ve ona seninle ne derdi olduğunu bir güzel soracağım.”

O kâğıtlara bakarken kapı çalındı ve cevap beklemeden içeriye biri girdi. Bir kadındı. Belli ki sabahlamıştı, gözlerinin altı mosmordu. “Size yardımcı olabilir miyim?” dedi sevecen bir şekilde başlığını kaldırarak adam ona. Kadın ne diyeceğini bilemedi başta, “B-benim adım Tarhessa. Enoch adında bir öğrenciyi arıyordum. Bana burada kaldığı söylendi. Onunla çok önemli bir mevzu konuşmam gerekiyor.” Kadın öyle hızlı konuşuyordu ki adamın ağzı hafifçe açık kaldı. “İsmim Obliu. Enoch’un arkadaşıyım ancak burada değil. Bana sorarsanız henüz ayrılmış ve onu bir daha göreceğinizi hiç zannetmiyorum.”

Adam evden ayrılırken elinde tek bir resim vardı. Küçük olanlardan biriydi ve biraz da özensizdi. Ama özensizliği ona ilgi gösterilmemesinden değil de sanki hakkında betimlenebilecek fazla şey bulunamadığından böyleydi. Elleri sargılı bir adam resmedilmişti. Bol kıyafetler giymiş ve saçları kömür kalem ile inanılmaz bastırılarak çizilmişti. Obliu resmi katladı ve iç cebine kaldırdı. ‘Şimdi tek yapmam gereken uyumak. Ama bunun için çok yorgunum. Biraz zaman harcayabilirim, görünüşe bakılırsa ufaklık kendi başının çaresine bakabilecek halde’ diye düşündü.

Bunun yanında kafasını kurcalayan bir şey vardı. Resimlerin arasında en çok tekrar edenini unutamıyordu. Her birinin yüzü, saçı, gözleri, boyu kısacası her şeyi farklı çizilmiş olmasına rağmen pek çok bayan resminin her birinin altında Alice yazıyordu.

Bölüm 12:[*]Bu bölüm öncesinde "Genkai" ve "Kilitler ve Anahtarlar" adlı iki öykümün sıra ile okunması kavrayış açısından önemlidir[/*]

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/08/hadrhuneiscoming1.jpg)

Tüm gece boyunca ustası yakalamasını söylediği kız ile bir pansiyon odasının fazla kullanımdan değilse bile uzun süre var olmaktan eskimiş tahta masasının başında oturup konuştular. Tengu her fırsat bulduğunda dinlenmeyi ve uyumayı adet edinmiş biriydi. Konuştukları arasından sadece birkaç önemli olabilecek kelime o istemese bile aklında kaldılar. “Alice, Hadrhune”

Günün sabahında uyandığında ellerine baktı. Önce içlerine sonda dış yumruk kısımlarına. Bunu da her sabah yapar hale geleli ne kadar oldu bilmiyordu. Hiç esnemezdi. Kemikleri uyandığında hiç kütlemez, hiç ağrı çekmezdi. Doğrulup bakındı. Kız köşedeki yatakta kıvrılmış halen uyumaya devam ediyordu. Balkondan bir tıkırtı geldiğinde dikilmiş doğan güneşin ışıklarını izleyen Esrod’u gördü. Esrod tütünü pipo ile içmezdi. Daha küçük taneler haline getirir mısır kurusu yapraklara sarardı. Tengu onun içtiğini nadiren görürdü ve o gün diğerlerinden farklı bir gün olacağını sadece buna bakarak söyleyebiliyordu.

Ona “Usta, düşüncelisin” demek isterdi. Evet, her sabah ilk ne zaman konuşmayı tekrar arzulayacağını beklerdi. Rekoru tüm gün boyunca aklına gelmemiş olmasıydı ama bu pek tekrarlanmazdı. Balkondaki adam dönüp ona baktı. Tengu ilk kez o anda Esrod ile ilgili yeni bir şey düşündü. Ustası olması ve ona saygı duyması dışında bir şeydi bu. Minnetti. Eğer ki o olmasaydı ne halde yaşamını sürdürürdü bilmiyordu. Akşam yemeğinde yediği üzüm ve tavuğun ya da sabah uyandığında baktığı ellerindeki kıvrımların değerini diğer tüm insanlardan daha fazla biliyordu Tengu ama bunların hepsini bir şekilde Esrod’a borçlu olduğunu hissederdi. Ancak bu kez öyle değildi. Sadece onun ağırlığını değil anlayan ve ilgi duyan yanını hissediyordu.

Esrod ile güneş doğarken konuşmadan öylece uzun süre birbirlerine baktılar. “Uzun bir gün olacak.”Bunu öylesine söylememişti. Son nefesini de tütününden çektiğinde gözleri Tengu’nun yeni zırhına kaydı. “Bunu nereden buldun? Bana tanıdık geliyor.”

Tengu şaşırdı. Zırhı alelade bir demirci dükkanından satın almıştı. Üstelik satıcının kendisi bir demirci değildi. Esrod aklından geçenleri gördü ve burun kırıştırdı. “Sana şimdiden söylüyorum. Bu zırh ile ilgili tekinsiz bir his var. Aynı havadaki sülfür gibi.” Tekrar güneşe gözlerini çevirdi. “Bak, günün ne zaman başlamayı seçeceği hiç belli olmaz. Bence zırhını giymeye başla ve kızımı uyandır. Sakın boynundan yaklaşma mümkün olduğunca uzaktan dürt, yoksa kellenden olursun.”

Tengu anlamadan Esrod’u dinledi. Giyindi ve Mathilda’yı söylediği gibi temkinle uyandırdı. Kız çıngıraklı yılan gibi aniden dikildi. Elinde kısa ama kullanışlı bir hançer vardı. Uyandığı o an Tengu kızın gözlerinin ve saçının parlak bir beyaza çaldığı saliselik bir kare olduğuna yemin edebilirdi.

“Neden bu kadar erken?” dedi kız Esrod’a hitaben. “Bana kalsa biraz daha zaman harcayabiliriz. Ancak burada dikildiğimiz her dakika gözlerini bana dikmiş meydan okuyan bir devin sabrını taşırmaya o kadar yaklaşıyoruz ki, bu düşünülemez. Bu şehir her ne kadar kökünden çürümeye başlamış olsa bile halen yaşayanlarının canlarına saygım var.”

Tengu o an fark etti. Güneş doğarken ışığını arkasına alan ve gözden kaybolan bir gölge vardı. Esrod doğruca o karaltıya bakıyordu. Dikkatli bakılmadıkça seçilemeyen bir şeydi çünkü insanlar doğal olarak güneşe bakmaktan kaçınırlardı.

“Ah Mathilda, kızım, neden hiç olmadık insanların hayallerine girdin. Neye güvendin? Onların günlük hayatlarından sıkılıp senin yarattığın ilizyonların peşlerinden mi gideceklerini düşündün? Bunun gerçekten bir iyilik olduğunu sanarak yaptığına inanmak istiyorum. Gerçekten istiyorum. En olmadık insanların en olmadık diğerlerine âşık olmalarını sağlayarak onlara bir yaşama amacı vermenin bir fark yaratacağını düşünmüş olmana inanmak istiyorum.”

Şehir sokaklarında koşarlarken Esrod kızına bunları söylüyordu. Sanki Tengu’nun da duyması için özel bir gayret harcıyordu. Mathilda sanki hiç duymuyormuş gibiydi. “Ama baba, Enoch denen adamı görmedin mi? Gerçek aşkını bulduğunda ne kadar mutluydu.” Dedi pekte gönülden sarf edilmemiş sözler ile. Tengu kızın sanki konuşma devam etsin ama başka bir mevzua girilmesin diye özen gösterdiğini düşünüyordu.

Şehri öyle hızlı terk ettiler ki öğlen olmadan o güzelim kulelerin tepeleri bile görünürden çoktan kayboldu. Kız da babası gibi sıra dışı bir yapıda gibiydi. Onun yaşlarında başka bir genç kız olsa çoktan dert yanmaya başlardı. Vücudu atletik değildi ve bacakları kısaydı. Nasıl bu kadar hızlı koşabildiği konusunda Tengu’nun hiçbir fikri yoktu. Esrod sağ işaret parmağı ile sertçe Tengu’yu göstererek, “Bak hayatını mahvettiğin adamlardan biri de bu! Ona anlat bakalım gerçekten duyarlı bir karşılık verebilecek mi?” dedi tüm bu uzayan tartışmaya nokta koyarcasına.

Tengu halen anlamıyordu. Gerçekten müthiş bir hayatı yoktu ama dert yanmasını gerektirecek bir şey de yoktu hani. Sadece kafasında beliren bazı imgelerin nelere ve ne zamana ait olduklarını kestiremiyordu hepsi bu. Kız kararlı bir ifade ile dönüp ona baktı. “Beni dinle insan.” Dedi hiç takınmadığı bir ses tonu ile. Tengu nedense diz çöküp dinleme gereksinimi duyumsamış olsa da bunu bastırdı.

“Senden özür dilemeyeceğim. Yaptıklarımın hepsini doğru olduğunu düşündüğüm için yaptım. Bu evrende acı çektiği için acı çektiren insanlar yaşamakta. Ailem, evet babam da buna dâhil, diğer pek çok varlıktan daha varlıklı bir kavrayışa sahiptir ve bunu gerekli gördüğümüz her anda kullanırız. Bu acı dolu insanların Alice adını alacak ve yaşadıkları dünyada bir çeşit ikon, idol, kule, belirli bir görsel veya kaçınılmaz bir karşılaşma ile hayatlarını çarpıştırmalarını garantilemek üzere sorgusuz bir hüküm verdim. Kimileriniz buna efsun, büyü, tılsım veya benzeri isimler takar ama hayır bu bir hükümdü ve belirttiğim hüküm gerçekleşmek zorundadır. Durum şu ki Alice’i ne olursa olsun takip etmek zorunda kalan adamların sayısı hayal edebileceğimden dahi fazla oldu. Bu fikir hayatının aşkını ararken ruhunu pişirip olgunlaştırmış bir adamın ilanı aşkına maruz kaldığımda kafamda çakmıştı ve şu anda bile yaptığımdan pişman değilim. Son olarak söylemem gerekir ki, çünkü sevgili babam senin aklında belli bir imgeye sağlam bir hüküm mührü yerleştirmiş durumda; sen de o erkeklerden birisisin.”

Tengu kızın resmi bir dil ile söylediği ve bir şekilde her kelimesi kafasına kazınan konuşmasını evirip çevirdi. Son cümlesinde bahsi geçen mührün kırıldığına emindi de. İkiliye baktı. İkisi de ondan bir tepki bekliyordu. Tengu kızgın değildi, aksine sabah Esrod’a ne kadar minnettar olduğunu düşündüğü kadar, tüm bunları ona anlattıktan sonra, kıza karşı da minnettardı. Kocaman kollarını açtı ve ikilinin şaşkın bakışları altında ancak göğsüne kadar gelen kıza sarıldı. Kızın sırtı onun kolları ardında gözden kayboldu. Esrod kahkahalar ile gülüyordu. “Bunu bir çeşit ceza olarak alabiliriz sanırım.”

‘peki, o ne?’ diye düşündü Tengu. Üçlü bir orman açıklığında arkalarını kayalık bir tepeye verdiklerinde durmaya karar verdiler. Düşünceyi cevaplayan Mathilda oldu, “Hadrhune. Hükmün karşılaşmasını umabileceğim varlıklardan birisi değildi.” Sözleri acıma doluydu. Esrod onun yerine konuşmaya devam etti. “Hadrhune bir gölgedir. Gücü ne hükümden, ne insani büyüden ne de ruhun ateşinden gelir. Gücü yoktur, basittir, yalın ve hiçliktir. Ancak ona çok yaklaşırsan yokluğun ne kadar muazzam olduğunu bir nebze olsun tadabilmeni sağlar. Bir bakışı ile yıldızları basit birer kaya parçasına dönüştürebilir. Tek bir dokunuşu ile hiç doğmamış olursun. Senin etrafındaki kader yeni baştan örülür ve hiçbir öteki paralel evrende de varlığın devam etmez.” Esrod bunları yere elindeki bir taş ile garip desenler resmederken söyledi.

Kaldığı yerden yine onun gibi desenler resmeden kızı devam etti, “Alice adında bir demirciye âşık oldu. Görüyorsun ya bir devamlılık olmak zorunda. Sen de Alice adında bir Radohin’e âşık oldun. Ve bir yerlerde bir Radohin de başka bir Alice’e âşık olmuş olmalı ki bunun olasılığı bile beni güldürmekte. Benim yapmış olmak istemediğim şey, sizlerden birinin, yani Alice kovalayanlardan, babam ile karşılaşmasını sağlamaktı. Bu ya tamamen kozmik bir tesadüf ya da Hadrhune’un eseri. Çünkü ancak ve ancak onun dönüştüğü ‘şey’ bizim hükmümüzü eğip bükebilecek kudrette. O da bir zamanlar bir insandı…” Esrod’un bir bakışı kızın sözünü kesti. ‘Devam etme’ der gibiydi.

“Hmm, aceleye geldi ama sanırım tamamlandı. Eksik yok gibi. Çırak, sana güveniyorum. Onun gözlerinin içine bakma yoksa ruhunu söndürür, dokunma veya aldığı nefesi içine çekme aksi taktirde yaşamamış olursun. Çok basit.” Esrod elini güven verircesine Tengu’nun omzuna koydu. Koca adam şaşkındı, ‘ne, nasıl yani onunla ben mi çarpışacağım? Kılıcımı kullanmam için bana izin bile vermedi uzun zamandır.’ Diye düşündü telaşla.

***

O bunları düşünürken güneş perdelenmişti. Havada şehirde Esrod’un belirttiğinde fark etmemiş olsa bile aslında bir sülfür kokusu olduğunu düşünmeye başlamıştı. Esrod ve kızı yere kazınmış rünlerin ortasında gözden kaybolalı sadece dakikalar geçmişti. Neden gitmek zorunda olduklarını çok basit bir şekilde anlatmaya çalışmıştılar. Eğer Hadrhune ile aynı ortamda bulunursalar bırak o şehir ve ormanı, gezegenden geriye bir şey kalmazmış.

Yine de Tengu mutluydu. Kılıcı Panus tekrar elindeydi. Kaybettiği anılar, her ne kadar bir kısmının yapay olduğunu öğrenmiş olsa bile, ona geri dönmüşlerdi. Üzerinde yeni bir zırh vardı ve orada ölebilirdi. Daha başka ne isteyebilirdi ki. Eğer oradan sağ çıkarsa Esrod ona kızının Tengu üzerindeki hükmünü kıracağını söylemişti. İmkansız bir hasım olsa bile karşısındaki, savaşacaktı.

[*]Gece vakti kardeşimin bilgisayarını gasp ettim, kağıda döktüğüm kadarını hızla klavyeledim. İkinci kez gözden geçirmemi sağladı bu ve bölüm 12'yi silerek (ki bundan çok çok çok farklıydı) baştan yazmamı sağldı vaziyetim. İnsanın kendi bilgisayarı gibi yok bunu anladım bir de. Neyse, kısa oldu bunlar ama hadi bakalım[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 13
Gönderen: Nihbrin - 15 Ağustos 2010, 04:13:05
Bölüm 13 [*]Not: amelie soundtrack, 05 La Noyee ile yazılmıştır. Okurken dinlenilmesi salık edilir[/*]

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/08/inkedheart2.jpg)

Gök karardı. Güneşin krallığında yıldızlar açıyordu ve her birinin ışığı en uzağa kaçmak istercesine her an kaybolmaya biraz daha yaklaşıyor gibiydi. Önce tüm mavilik kayboldu, sonra Tengu’nun çevresindeki yaşama dair tüm izler silikleşti. Ağaçların damarlarında akan öz ve üzerilerinde yaşayan hayvanların kanı tek nefes içinde durdu.

Hava öyle karanlıktı ki görmek için ışığa ihtiyaç duymuyordu. Farklı bir krallığa adım atmış gibiydi. Öyle bir krallık ki burada ışık anlamsızdı. Sanki belli sınırlar kalkmış ve Hadrhune yenileri ile ona bir düello sunmuş geliyordu. Hazırlanması için zaman tanımadan saldırıyordu. Tengu Esrod’un ona söylediği her şeyi unuttu. Zırhının miğferini aşağıya indirdi ve kılıcını sapladığı topraktan çıkardı. Yan yüzü yüzüne gelecek şekilde dik tuttu ve yavaşça keskin yanını yüzünü karşıdan bakıldığında ikiye bölercesine görüntü sunacak şekilde önünde tuttu. Ayaklarını yere sıkı bastı. Ardındaki kaçışı olmayan kayalık tepe ona bir şekilde güven veriyordu. Gölge tepesinde onun sevdiği ve her gün görmekten mutluluk duyduğu onca güzelliği kaplarken Esrod’un sözleri aklından silikleşti. Sanki taktığı miğfer ona başka şeyler fısıldıyordu.

“Ne olmuş yani, o eğer bakışı ile güneşleri kurutabilense sen de bu kılıç ile her şeyi kesebilecek birisisin. Sen bu kılıcı bir radohinin kalbini sökebilmek için dövmedin mi? Hadrhune da bir insandı. Yok et onu!” miğferin fısıltısı an geçtikçe güçlendi ve karşı konulması güç buyruklara dönüştü. Kılıcı tutan eli gevşedi ve iki kolunu kaldırmaya başladı. Ses konuşmaya devam ediyordu, “Onu ortadan ikiye ayır. O adamın sana gösterdiği gibi aynen böyle. Yok et gölgeyi ve aydınlığı getir. Yüzyıllarca arkandan şarkın söylensin.” O an Tengu durdu. An yanlıştı, her şey yanlıştı. Hafifçe güldü ve pozunu düzeltti. Miğfer artık fısıldamıyordu deli gibi bağırıyordu, “Sen ne yaptığını sanıyorsun, onu bu şekilde karşılayamazsın.”

Tengu kılıcı Orrendeus’un gökten indiği o gün gök adadaki gibi tuttu. Sivri ucu ona yaklaşan ve git gide koyulaşan gökteki mürekkep lekesine bakacak şekilde dimdik meydan okurcasına sabitledi. Miğfer susalı dakikalar oluyordu ama sanki en gereksiz anda en gereksiz şeyleri söylemekten çekinmeyecek hissi uyandırıyordu. Yine de Tengu zırhı beğeniyordu. İçinde ne gibi habis bir ruh barınırsa barınsın umurunda olmadığını düşünmeden edemedi. Tüm bedenini güven verecek şekilde sarıyordu.

Kılıcı ile konuşmak istedi ilk kez. Hayatı son bulmak üzereydi. O her ne kadar buna inanmak istemese ve ustasının onu ölüme bile bile terk etmeyecek olmasına güvense bile bunu düşünmeden edemiyordu. Etrafındaki tüm ağaçların yaprakları kuruyarak dökülüyor kuşlar gökten yağmur gibi yağıyordu. Çimenler en kavurucu yaz alevini yemiş gibi kıvrılıp bükülüyordu ama Tengu zırhının içinde iyiydi. Kılıcına “Beni buraya kadar getirdiğin için teşekkür ederim” demek istedi. Bunu gerçekten istedi ama ağzı bir türlü açılmıyordu. Dudaklarını yaladı ve tekrar kimse görmese bile o kendisine has gülümsemeyi yüzüne yerleştirdi. Bunu Esrod söylemişti, “bir dövüş sırasında hasmın seni görmese bile gülümse. Farkı hissedeceksin.” O bunu düşünürken gümüş saçlı Alice’in gülümsemesi aniden aklında belirdi ve kılıcı muazzam bir ağırlık ile geriye sekti.

Sanki yer gök bir olmuştu. Hesap edilemeyecek bir yükseklikten düşer de insan ve kulaklarından söküp atamadığı bir uğultu işler ya kalbine, işte Tengu bu sesin girdabında dönmekten kendini alamıyordu. Sağlam bir destek bulduğu anda dengesini geri kazandı ve pozunu geri aldı. Gölgeyi kendinden uzak tutmak için kılıcın sivri ucunu her zaman kendisine uzak tutması gerektiğini düşünmeden edemiyordu. Neden böyle düşünüyordu?

Yeni oluşmuş dev bir kraterin ortalarına yakındı. Zırhı koyu bir duman ile tütüyordu. Dumanın temas ettiği her şey sanki asit görmüş gibi havaya karışıyordu. Gölge karşısındaydı. Sanki en koyu gecenin entarisini giymiş bir çarpık bedendi. Pelerin gibi ardından sarkan gece karası saçları gece karası yüzüne ve kollarına denkti. Hiçbir uzvunun nereden başlayıp nerede bittiği kestirilemiyordu. Aynı bir siluet gibiydi. Miğfer gözlerini karşılamasını ona saldırmasını onu yenmesini söylüyordu ama bakışlarını siluetin ayakları olduğunu düşündüğü noktadan ayırmadan kılıcı önünde onunla arasında tuttu. Kılıç kor gibiydi ama Panus’u tekrar eritmek ve dövmek imkânsızdı. Gülümsemesi bu kez içtendi, ‘bunu kazanabilirim’ diye düşündü.

Gölgenin sanki sayısız uzvu vardı. Siyah kollar ahtapot gibi ileriye doğru atıldı ve kendisini her atımda biraz daha, yerde, kayarcasına ileriye sürükledi. Kılıcın ucuna birkaç adım kala durdu ve doğruldu. Tengu onun kafasının nerede olduğunu bilmiyordu ama kılıcın ucunu gövdenin ortası olduğunu farz ettiği noktaya doğru tutuyordu. Bir hamle yapması gerekliydi. ‘ilk hamleyi yapan avantaj kazanır’ dedi Esrod’un silik sesi aklında. Miğfer bu kez farklı düşünüyordu, ‘ya dövüşmek istemiyorsa?’

Tengu kalbindeki şüpheyi gidermek istiyordu. Gölge onunla konuştu. Sözleri anlamsızdı ama onları bir kez duyduktan sonra Tengu’ya anlamlı gelmeye başladılar. Tabi ya, Esrod’un ona şehirde verdiği bozuk para halen ondaydı. “… Est’ir uh Radun nora dare?” dedi iki kez üst üste. Anlamı, “Çeliğin ve Radohin’in efendisinin yerinin nerede olduğu ile ilgiliydi ama kılıcın ve ejderhanın hükümdarı da demiş olabilirdi. Öte yandan Est’ir uh Rad’ın farklı bir anlamı olduğunu düşünüyordu. Tengu anlasa bile anladığı o kadar çok şey vardı ki dilin kadimliği altında ezildiğini inkâr edemiyordu. Aynı ustası ve kızı ile konuştuğu gibi onunla da konuşmayı denedi çünkü çenesi o anda bile konuşmamakta ısrarlıydı.

“ustam Esrod yerine savaşmak için beni bıraktı. Hasmın benim.” Dedi düşüncelerinde. Gölgelerde bir hareketlilik oldu. Kollar sanki biraz geriye çekildi ve beden biraz çekip küçüldü. Bir süre sonra aynı insana benzer bir haldeydi siluet. “Yanılma, sana ilgim sınırlı. Es-i-r-oht savaşmaz. Eline çelik almaz, eğip bükmez. Sadece etmez. Kılıcın üzerinde hükmü sezerim. Âdem soyuna mahsus olmayan hükümlerden rivayet edilmiş sonuncusunu taşır. Yedi hüküm, yedi rüya basamağının her birinin kapısına anahtardır. Eğer kim ki kapıların her birinden geçebilir, Es-i-ohhht’a meydan okur.”

Tengu Hadrhune denen bu gölgenin ustasının ismini kendisi gibi telaffuz etmekte neden zorlandığını anlayamıyordu. Bunun için emek harcaması ayrıca komikti. Ancak buraya gelirken bile ustasına hemen ulaşabileceğini düşünmediğini söylemeye çalışıyordu. İstediği kılıçtı. “Bu kılıcı kendisi de istiyor, ne tuhaf değil mi? Ancak ruhum ona bağlı, istersen ellerin ile kaderimi silebilirsin ama ruhum ona tutunmaya devam edecektir” dedi düşünmeden.

Sanki sözleri ona miğferden başka, kendi egosundan başka bir his dile getirmişti. Kılıcın konuştuğu gibi garip bir izlenim uyandı Tengu’da. Her ne olursa olsun sözler Hadrhune için fazlasıyla anlamlıydı. O andan sonra geri çekilecek gibi değildi. İnsan suretini korudu ve elinde yoktan bir gölge kılıç oluştu. Tengu onun hamlelerini gözlemlemesi gerektiğini biliyordu ama böyle enigmatik bir düşmana bile ilk saldırma hakkını tanıyamazdı. Atıldı.

Ağaç evde geçen gizli yıllar boyunca Tengu bir insan bedeninin asla kaldıramayacağı zorlukların üstesinden geldi ve Esrod’un ona gösterdiği tüm teknikleri bu bedene kazıdı. Ancak edindiği hiçbir tecrübe buna aşık atamazdı. Kılıcı neşe ile dans ediyordu. Durum nasıl korku dolu olursa olsun, yaptığı ikinci ve üçüncü hamle onu sonraki hamlelerde ölüme götürmesi kesin bir hata ile dolu olsa bile hissin kendisi harikaydı. Tüm kasları daha dövüş başlarken Hadrhune’un tecrübesiz ama kudretli hamleleri karşısında yanmaya başladı. Hadrhune ona onun alışık olduğu şekilde saldırıyordu, tecrübesizdi ama engellenemez ve ön görülemez bir hızı vardı. Tengu da biliyordu ki istese onu yiyip yutabilirdi. Yoksa yapamaz mıydı? Belki de konuşan sadece miğferdi.

Gölgeden kılıç her savrulduğunda dev Panus ile onu karşılıyor ve bir karşı hamle ile cevaplıyordu. Ne gereğinden fazla saldırgan oldu ne de içine kapanık. Panus ile birlikte ilk kez ölümüne dans etmekten memnundu. Bir ejderhanın kalbi ile evine dönmek gibi değildi belki ama buna en yakın histi. “Neden gülüyorsun âdem soyu?” dedi ona gölge adam merakla.

“Ustam bana tüm kılıç ustalarının bir olsalar bile öğrencilerine asla öğretemeyecekleri veya öğretmeleri akıllarına gelmeyecek bir şey gösterdi” dedi hınzırca. Ardından cevap beklemeden tekrar saldırdı. Tekrar ve tekrar kılıçları çarpıştı. Ne kıvılcımlar çıkıyor ne de iki çeliğin çarpıştığında oluşan ses çınlıyordu ama bu gerçek bir düelloydu. Gölge adam onlarca metre geri çekildi ve artık yerle bir olmuş kayalık tepenin birikintileri üzerinde bir kurbağa gibi oturdu. Onun birkaç saniyeden uzun durduğu yerler sanki mürekkep dolu bir kalemin kâğıt üzerine bırakıldığında oluşturduğu lekeler gibi ağırlaşıp delinecek gibi oluyordu. Hadrhune kayalık tepede bu ağırlığı içine çekti. Tengu onun ağzı olduğunu düşündüğü yere bakıyordu hep. Gözlerine bakmaktan o ana kadar hep kaçındı. Ağzını açtığında Tengu içine bakıyordu. Ömründe bir daha öyle korkmayacaktı.

Kudretli bir siyah alev ona doğru Hadrhune’un ağzından fırladığında zırhın içerisine biraz idrar kaçırmış olabileceğini düşünüyordu. Alev öyle koyu ve maddesel görünüyordu ki adeta bir sütun gibiydi. Kılıcı düşünmeden savurdu. Her zaman yaptığı gibi alelacele bir karşılık değildi bu. Milyonlarca kez tekrarlanmış bir teknikti. Kılıcın etrafını kaplayan hava kılıç ile bir oldu ve efendisine boyun eğerek kılıcın izlemesi gereken kavisi takip etti. Hava kaması alev sütununu darmadağın etti ve yoluna devam ederek gölge adama bir patlama ile çarptı. Tengu nefes nefeseydi. Ustası bunu tek eli ile kolayca yapıyordu ama kendisi birkaç dakika için sadece bir kez yapabiliyordu. Tepede tozlar dinerken Hadrhune’un kalbi donduran kıkırdamasını duydu. ‘demek bu adam da gülebiliyor’ diye düşündü aklını perdeleyerek. Bunu düşündüğünün görülmesini istemiyordu.

“Teknik bu muydu çırak? Eğer elinden gelen sadece buysa çok vahim bir konumdasın bilesin.” Tozlar dinerken ilk yere indiğinde göründüğü gibi görünüyordu. Tekrar yüzlerce uzun kol ve dev gibi bir gölge bedenden oluşuyordu. Tengu, “Hayır, elbette bu değildi. Ustam bir kılıç ile kesmesini değil, nasıl kesilmeyeceğini gösterdi” dedi küstahça.

Sözler üzerine Hadrhune’un kıvrılıp duran kolları dinginleşti. Gölgeden beden yavaşça Tengu’nun aşina olduğu bir forma dönüştü. “Kalbinin derinliklerinde korkuya ait bir iz bulacağımı biliyordum. Kim bu söyle bana, sana ölümü yakın kılmış ama cenk etmekten gururlu Radohin’in adını söyle bana.”

Tengu’nun karşısında gölgeden bir Orrendeus duruyordu.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-13
Gönderen: KoyuBeyaz - 15 Ağustos 2010, 15:11:26
Doyurucu desem fazla yavan bir yorum olur sanırım.

Foruma girince Kurgu İskelesinin alışılmadık bir derecede dolu olduğunu görmek harika oluyor. Özellikle beklediğiniz iki güzel hikayenin uzun devam bölümleri gelmişse.

Hadrhune fazla havalı olmuş yahu. Tengu hala şaşırtmaya devam ederek herkesle düello yapabiliyor, Esrod'dan aldığı taktikler de hoşmuş hani. Upuzun olmasına rağmen oturup bir seferde okutuyor gene kendisini bu bölümlerde. Ayrıca Alice olayının açıklaması çok güzel oturmuş, bu kadar bağımsız öyküleri o kadar güzel bağlamışsın ki.

Normalde böyle kalitesiz bir yorum yapmak istemezdim ama üst üste okudum diğer hikayelerle birlikte, birbirine karıştırmak istemediğim için başka birşey diyemiyorum şu an. :P Ellerine sağlık, takipçin olmaktan dolayı mutluyum. :P

Ve,
Welcome back!
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 14
Gönderen: Nihbrin - 18 Ağustos 2010, 06:43:55
Bölüm 14

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/08/prince_of_darkness2.png)

Siyah alevler çenesinden akan katrana karışarak yere damlıyordu. Katran toprakta asit gibi tıslayarak buharlar çıkartıyor ve kendisine ufak inler kazıyordu. Kanatları öyle genişti ki Tengu’nun görüşünü tamamen kaplayabiliyordu. Gözlerinde bir nebze olsun ışık yoktu. ‘Orrendeus bu şeyin yanında çocuk masalı gibi kalıyordu’ diye düşündü ister istemez Tengu.

Tengu kılıcını sırtında duran kınına kaldırdı ancak sağ eli kabzada durdu. Sol ayağı ağırlık merkezinin biraz önündeydi. Bu şekilde Hadrhune’un bir şeyler yapmasını bekledi. Ne olursa olsun bu kez ilk hamlenin ondan gelmesini istiyordu. Eğer tahmin ettiği şeyi yaparsa hazırdı ya da hazır olduğuna inanmak istiyordu. Gülümsemesini yüzünden sildi, ciddiyeti hasmınca hissedilmeliydi.

Hadrhune dönüştüğü yaratığın ayaklarının altında küçücük kalan adama baktı. “Neden direniyorsun, tek yapman gereken metali yere bırakmak ve arkanı dönüp gitmek. Şu vakitte bile ömrüne son verme veya varlığını söndürme arzusu gütmüyorum” dedi. Gerçekten merak ediyordu, ‘Neden?’ soruyu dönüşümden önce her kılıcı savurduğunda düşündü ve cevap bulamadı. Gölgeden kılıcı ile her bir darbe indirişinde sanki adam daha güçlü oldu. Hadrhune ona zarar vermemek için onun seviyesine indiğini sanırken adamın da dişlilerini ona göre değiştirdiğini görerek şüpheye düştü. Tengu sorusuna cevap vermedi ve ciddi ifadesini korudu. “Konuşma ve saldır” der gibi bir hali vardı. “Öyle olsun, ölümünde daha akıllı olmanı dilerim.”

Katran nefes yaratığın ağzından çıkarak havada girdaplar çizdi ve doğrudan onun üzerine geldi. Kaçmak imkânsızdı. Simsiyah çamur kendisi kadar koyu bir alev ile bezeliydi. Bu, Tengu’nun beklediği şeydi. “Kılıcın kabzadan çıkarılışı, ilk anda, var olan en hızlı ataktır.” Ustasının sözleri Tengu’nun aklında tekrar tekrar yankılanıyordu. Kılıç kabzadan çekildi ve durmak bilmedi.

Hadrhune adamın ergimiş eti ve kemiklerinin arasından asla yok edilemeyecek kılıcı çıkarıp yoluna gitmeyi amaçlıyordu. Radohin imitasyonu ağzını kapattığında gözlerini tekrar hedefine verebildi. Gördüğü karşısında ne düşüneceğini bilemedi. Alevler ile kaplı katran dönüyordu. Adeta bir topaç gibi merkezdeki katrandan bir küre onu etrafa savurarak döndürüyordu ama aynı zamanda bir arada tutuyordu. Hadrhune daha dikkatli baktığında alevlerin büyüdüğünü gördü. Savrulan katran yere paraleldi ama yavaşça bir açı kazandı ve diklemesine göğe uzanmaya başladı. Merkez işte öyle hızlı dönüyordu. Tengu denen bu adamın ne gibi bir hileye başvuracağını bilmiyordu ama beklemek niyetinde değildi. Ucu dev bir topuza benzeyen kuyruğunu girdabın merkezine savurdu.

Tengu aklını dingin tutmak için elinden geleni yapıyordu. Yaptığı şey ayaklarını tek bir milim bile oynatmadan kılıcını kendi etrafında döndürmekti. Kılıcın uzanabileceği en uç sınır hayali bir kürenin dış yarıçapıydı. Kılıca momentum kazandırarak öyle hızlı döndürüyordu ki etrafındaki diğer tüm maddeler girdaba katılıyordu. Fırtınanın merkezi en güvenli ve sakin yerdi. Bu tekniğin zor yanı oluşan girdabın hızını ve yönünü kontrol etmekti. Teknik sonlandırılırken kılıcın son açısı da oldukça önemliydi zira hortumu özgür bırakacağı noktada ters giden bir şey olursa kendisi de döngüye kapılabilirdi. Planladığı gibi Hadrhune sabırsızdı ve üzerinde çok düşünmeden bir müdahalede bulundu.

Hadrhune ikinci şoku önce küçük bir hortum olarak başlayan alevlerin fırtınaya dönüşürken kuyruğunu da alıp götürüşünce yaşadı. Kuyruk aslında gerçek bile değildi, onun özünün bir parçasıydı hepsi bu. Ancak özünü ondan ayırabilecek bir gücün bu adamdan çıkmasını hiç beklemiyordu. Birkaç saniyenin ardından kulakları sağır edebilecek uğultu dinginleşti ve fırtına yukarı, göklere uzanan ucu gözden ırak bir sütuna dönüştü. En dipte Tengu denen adamın kılıcı ile göğü işaret ettiğini görebiliyordu. Adamın gözleri kendisindeydi. Miğferin ardından görebildiği tek şey zaten onlardı. Başta kılıcı sabit tuttuğunu düşündü ama öyle değildi. Kılıcı çok küçük bir açı ve inanılmaz bir rotasyon ile döndürüyordu. Aniden kılıcı bir kırbaç gibi onun üzerine indirdi ve sütun gürlercesine aşağıya savruldu.

Tengu bunun bir zafer olacağını bir an olsun düşünmedi. Sadece bir darbeydi hepsi bu. Tekniğin amacı ejderhaya nefesini iade etmekti ya da Esrod ona öğretirken böyle söyledi. Gökten inen dev kırbaç düştüğü yeri meteor gibi parçaladı. Hadrhune’un darbenin merkezinde olduğuna emindi, sakınmadı ya da kaçmadı. Orrendeus’a benzeyen gövdesini değiştirmedi bile. Alevler gürledi ve toprağı dağladı. Tengu bu hamlenin ardından aksi yönde olabildiğince hızlı koşuyordu çünkü olabilecek bir girdap sonu olurdu. Tekniğin can alıcı yanı ilk darbeden sonra sona ermemesiydi. Eğer katlanıp ortasında durmaya çalışan olursa daha da hızlanan ve birden durarak onu havaya savuran ikinci bir girdaba yakalanıyordu.

Ses bir şaklama ile aniden kesildiğinde Tengu durarak sıfır noktasına baktı. Görünürde hiçbir şey yoktu. Aniden burnunun dibinde kapkara bir siluet belirdi. “Beni gerçekten ürküttün, eğer kılıç elinden kurtulup uçsaydı onu bu dünyada tekrar bulabileceğimden korktum” dedi abartılı bir üzgün ses ile siluet ona.

Hadrhune aslında neye uğradığını şaşırmıştı. Halen benliğinde oluşan karmaşayı bastırmaya çalışıyordu. Adamın kullandığı teknik basit bir fiziksel zarar güdüyordu ve bu onun canını hiç sıkmamalıydı. Kılıcın girdaba aslında yapması beklenmeyen bir müdahalede bulunduğunu düşünüyordu. Ayrıca tüm kavga boyunca kılıca henüz temas etmemiş olmak ile doğru bir karar aldığını da düşünmeden edemedi.

Aslında kılıcı adamdan almak çok kolaydı, tek yapması gereken üzerine atlamak ve altında hava alınamaz hareket edilemez bir kara çarşaf gibi beklemekti. Ancak kılıcın dokunuşunda ona ne gibi bir etkisi olacağından haberdar değildi. Sorun en başından beri kılıcın hangi materyal ile yapıldığını anlayamamasıydı. Kırbacımsı hortum üzerine bindiğinde beklediği gibi hiçbir etkisi olmadı ama girdabın içinde sicim gibi ince bir esans vardı. Öyle bir sicim ki en derinlerde gölgeler ile kaplı kalbine derin bir yara açabildi. Hadrhune insan olmayı bırakalı böylesine korkmadı, bu hale geldikten sonra ölebileceğini hiç düşünmedi. Korkuya korku ile cevap vermesi gerekiyordu, tek yapabileceğinin adamı yıldırmak ve yormak olduğunu biliyordu.

Tengu ne yapacağını bilmiyordu ama halen elinin altında birkaç numarası vardı. Öncelikle bu gölgeye direk bir kesik açmayı henüz hiç başaramadığını fark etti. Kılıcı düzgün ve amaçlı şekilde sanki karşısında az önceki kıyamet gibi saldırıdan yara almamış biri yokmuş gibi savurdu. Normal bir hasmı varmış gibi dövüşüyor, açık arıyordu. ‘Hadrhune insan formuna neden dönüştü?’ diye düşündü, gerçekten ona Orrendeus halindeyken hakikatli bir zarar vermesi zor gibi görünüyordu. Peki, neden insan haline geri döndü? Neden? “Belki de gerçekten bir zarar verebilmişimdir?” dedi aklını ona açarak. Bu denemeye değer bir girişimdi. Eğer Hadrhune’un siluetinde belirgin bir fark algılayabilirse ona en azından ufak bile olsa zarar verebildiğini anlayacaktı. Anlamlı ve açık arayan hamlelere tedirgin ve geniş karşılıklar veriyordu, buraya kadarı güzeldi ama bunun dışında hiçbir tepki yoktu.

“Bazen objektiflik de subjektifdir” dedi bu kez Tengu. Dikkat dağıtmaya çalışıyordu ve Esrod’un söyleyip de onun anlamadığı işe yarayabilecek cümleleri sarf etmekten memnundu. Düşmanının onun zekâ seviyesini öğrenmesi umurunda değildi. “Kendin olmayı bıraktığında ve bir fikirden ibaret isen öyle olmak zorunda değildir” dedi hiç beklenmedik bir şekilde gölge ona. Kılıçları karşılaşırken karanlık ormanda gerileyen kişi Tengu idi ama o konuştuğunda ikisi de ayaklarını sabitledi. Tengu akışı avantajına çevirdi ve gölgenin sağ bacağı olduğunu düşündüğü uzva bir hamle yaptı. Hadrhune anında karşıladı. Onun gözlerine Orrendeus formundayken bir kez baktığına zaten pişmandı. Boşluğuna gelmişti ama görünüşe bakılırsa Esrod’un bahsettiği bu güç ancak ve ancak insan formunda geçerliydi.

‘Belki de bu form onun en güçlü olduğu ve bütün olarak kaldığı halidir’ diye düşündü. Ona kırbacımsı hortum ile zarar verebildiğini var saydı. Neydi ona gerçekten zarar veren? Hortumun Orrendeus’un üzerine yıkıldığını gördü ve sanki içinden geçti. Kaçmaya çalışmadan bekledi ama zarar gördü, peki nasıl? Tengu aynı atağın daha zayıf ve oldukça kullanışlı küçük uyarlamalarını kullanmaya karar verdi. Ancak önce Hadrhune ile arasına biraz mesafe koymalıydı. Kılıcı ile bir şaşırtmaca uyguladı ve geriye sıçradı. Hadrhune bu hamleye şaşırtıcı bir karşılık verdi ve sahte darbeden deli gibi sakındı. Oldukça abartılı bir sakınmaydı bu. Sanki kılıcın ona yaklaşmasını ‘gerçekten’ istemiyordu ve onun kendisinden uzaklaşmasını severek kabullenmiş gibiydi.

Tengu denen bu adamın ne yapmayı planladığını hissedebiliyordu. Benzer bir şekilde saldıracaktı ama amacı sadece Hadrhune’u denemekti. Buna izin veremezdi. Sayısız gölgeden uzvunu toprağın kemiklerine kadar uzattı. Gölgeden kılıcı da ona ait bir uzuvdu sonuçta ve sayısız kez Panus ile çarpışmasına rağmen bir rahatsızlık hissetmemişti. Ancak gövdesi kılıca çok yaklaştığında öyle rahatsız edici bir kanama hissi uyanıyordu ki Hadrhune’da, insan olsa çoktan aklını kaybederdi. Kollarını korkusuzca toprağın içinden düşmanına gönderdi.

Tengu eli kılıcın kabzasında, sol ayağı biraz ileride bekliyordu. Ancak Hadrhune tam bir sessizliğe gömülmüş gibiydi. Onunla ilgili sanki bir şeyler tersti. Daha az kolu var gibiydi. Kılıcı tutan eli beyni ona emir vermeden önce davrandı. İlk kılıcı çektiğinde aldığı hız ile sırtının ardına bir girdap verdi. Girdap güçsüzdü ve kısa sonlandı.

Şaklama sesi aniydi ancak gücü Tengu’nun gövdesini hasmına savurmaya yetip de artmıştı bile. Girdabın oluşup sonlandığı yerde sayısız kol onun bir an önce durduğu havayı doğramıştı. Havada gölgeye doğruca son sürat uçarken ne miğferin sesi, ne kılıcın onda uyandırdığı güdü ne de Esrod’un nasihatlerini duydu. Bu kez sadece kendisiydi. Hadrhune’un gözlerine bakıyordu ve en derinlerinde elem gördü. Öyle katıksız bir hüzündü ki kılıcı ile ölümcül bir kavis çizerken ve halen ona doğru uçarken Tengu gözyaşlarına boğuldu. Kim olursa olsun birisinin bunca hüznü taşıması Tengu’ya adaletsiz geldi. Ne kendi canı ve var oluşunu korumak ne de Alice için yaptı son hamleyi. Kılıç Hadrhune için savruldu. Onu azat etmek ve kanayan acı dolu kalbinin yakarışını durdurmak içindi. Çelik onun boynuna doğru dönerken ve o bildik ıslığını çalarken iki düşmanın gözleri buluştu. ‘Her şey bitti’ diye düşündü Tengu ama yine de devam etti. Artık geri dönüşü yoktu.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 15
Gönderen: Nihbrin - 22 Ağustos 2010, 04:02:23
Bölüm 15 [*]Yoko Kanno: Where does this ocean go? dinlenirken yazılagelmiştir[/*]

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/08/alice_the_knight2.jpg)

Hava sülfür kokuyordu ve Alice bu kokuyu çok iyi tanıyordu. Zaten nasıl olur da aklına kazınmış olan bu kokuyu unutmayı başarabilirdi ki? “Jonnarius” diye fısıldadı dudakları ister istemez. Alice Wilvarin’in külleri ile tekrar doğduğundan beri hiç radohin formuna geçmeden kendisini hep gizledi. Öteki Radohinlerin kokusunu aldığı her defasında nerede hayatını sürdürüyor olursa olsun kaçmak zorunda kaldı.

Şimdi ise karşılaşacaksa buna gerçekten hazır olması gerektiğini düşündüğü ezeli hasmının kokusu dört bir yanı kaplamış ve kalbini korku ile doldurmuşken. “Ah demek tanışıyoruz küçük dişi, buna sevindim zira seni tanımıyorum. Tanımalı mıyım?” dedi ağaçların gölgelerinden gelen ve kulak tırmalayan bir ses. Alice yaşlı ejderhanın bunu bilerek yaptığını biliyordu. Wilvarin’i katlettikten sonra onunla öyle nazik ama kibirli konuşmuştu ki ondan nefret etmeli miydi bilememişti bile.

Jonnarius tam bir aktördü veya sadece deliydi. Onun kendisini çok iyi hatırladığını var saydı. Alice’in yanında hayatından endişe etmesini gerektirecek tek canlı üzerine bindiği atıydı. Sadece bu bile yüreğindeki korkuyu biraz olsun yatıştırmaya yetiyordu. Kız, yaşlının oyununa uydu ve “Adımın kulaklarınızı şereflendirmeye uygun olduğunu mu düşünüyorsunuz?” dedi.

Ağaçların yaprakları aynı o yıllar önceki kibirli sesin tekinsiz kahkahası ile titredi. Gölgeler arasında azametli duruşu ile o ağacın ardına nasıl saklandığı kestirilemeyen bir beden belirdi. Üzerinde vücudunu örtecek çok az kıyafet vardı ama iş görüyorlardı. Jonnarius’un insan görüntüsü aynı Alice’in onu ilk gördüğü gün olduğu gibiydi. Uzun boylu kadın kollarında bir şey taşıyordu. ‘Zavallı bir yaratıktır belki.’ Diye düşündü ak saçlı kız.

Atından indi ve yaşlı Radohin’in önünde diz çöktü. Onu kızdırmamak için tüm gururunu yerlere sermeye hazırdı, ‘henüz zamanı gelmedi’ diye içinden tekrarlarken kadın garip bir şey yaptı. Elindeki canlıyı kristal bir vazoymuşçasına dikkat ile yaprakların bol olduğu bir yere bıraktı. “Sanırım bu sana ait, uzunca bir süredir zavallıyı izliyorum. En olmadık kişiler ile dostluk kurdu ve şimdi bir düşmanı için bu hallere düştü. Canın için dövüştüğün birisine merhamet göstermek başka bir şeydir ama onun için yaşamak başka bir şey. Ne demek istediğimi bir süre anlamayacaksın ancak bilmelisin ki o senin yüzünden bu halde. Ona iyi bak, tekrar bırakıp gitme olur mu? Hmm unutmadan sana bir soru, üzerinde düşün, sonra cevabını dinlerim. Hangisi daha hüzünlüdür? Bir canavar olarak yaşamak mı yoksa iyi biri olarak ölmek mi?”

***

Kadın büyük ama zarif adımlar ile patikadan ayrılarak ormanın derinliklerinde kaybolmadan önce Alice halen şok içindeydi. ‘Yüce Jonnarius birisine gerçekten saygı gösterdi’ diyordu kendi kendine inanamayarak. Yaşlı Radohinin insan sureti bile dev gibiydi ve onun ellerinde yatan bu şeyi ilk gördüğünde küçümsediğini fark etmesi zaman almadı. Bu şey bir insan olamayacak kadar büyüktü. Üzerinde katranımsı bir çamur ile kaplanmış isli ancak bir şekilde halen sağlam görünen zırhı çıkarmaya başlamadan önce bedeni daha güvenli bir yere taşıdı. Kendi üzerindeki zırh onu rahatsız etmiyordu ama hareketlerini sınırlandırıyordu. Önce ondan kurtuldu ve atı güvenli bir noktaya bağladı. Bir nehir kenarında dev gibi bir adam olduğunu düşündüğü bedeni soymak ona garip gelmiyordu ama gelmeli diye düşündü. İnsan duygularını en son ne zaman başkalarına gösterdi anımsamıyordu bile. “O dilsiz adamdı belki” diye düşündü sesli bir şekilde devin miğferini de çıkarırken.

Alice günün ikinci şokunu o anda yaşadı. “Olamaz” dedi sessizce ve yavaşça. Acele etmesi gerektiğini biliyordu, adamın tüm derisi siyah damarlar ile kaplıydı. ‘Ona ne olmuş böyle, sanki zırh vücuduna yapışmış.’ Diye düşünüyordu bir yandan. Sanki zırhın eklem yerleri adamın bedenine kaynamış gibiydi. Kısa bir incelemenin ardından durumun gerçekten böyle olduğunu gördü. Adamın kırılan kemiklerinin yerini zırh almıştı. Kemikleri bir arada tutmak için etini delip geçmiş büyülü bir zırhtı bu. Ancak Alice zırha dokunduğunda onda hiçbir tılsım hissetmediğine emindi. Daha önce hiç karşılaşmadığı bir teknikti bu. Sanki zırh canlıydı ve bir ruhu vardı.

Zırhı çıkarmak için kendi yöntemlerini kullandı. Zırhın ete giren bölgelerini aniden çok fazla soğutarak kırdı ve yerlerine kanamayı durdurmak için hızla müdahale yaptı. Buza olan hakimiyetinin böyle bir işte yararlı olabileceğini hiç hayal etmediğini düşündü bir an. Zırh ise daha gizemli olmayı başardı ve kırılan kısımları dakikalar sonra hiç zarar görmemiş gibi düzeldi. İşini bitirdikten sonra nefes alan göğsünün inip kalkmasından başka hiçbir hayat belirtisi göstermeyen adamın yüzüne bir kez daha baktı. “Kimsin sen?” dedi cevap beklermiş gibi. Sessizlik nehir kenarını kapladığında ikisi bu haldeydiler. Alice o anda doğru gitmeyen bir şeyler olduğunu hissetti.

Hiç ses yoktu, kendi soluğunu dahi duymuyordu. Bunu daha önce de yaşadığını biliyordu. Gök adalarında fırıncıya yerleşmeden önceydi. Raikoben neslinin yıldırım nefesli radohinlerinden kaçtığı dönemdi. Onlardan biri çok yakındaysa havaya yayılan statik enerji küçük hayvanlar için öyle rahatsız edici boyuta ulaşabiliyordu ki bazen böyle keskin sessizlikler oluyordu. ‘Onca zaman içinden şimdi mi olmak zorunda’ dedi öfke ile içinden. Zırhlarını ve adamı karşılaşmanın olması muhtemel süre dâhilinde taşıması mümkün değildi. Bir an ‘Kılıç nerede’ şeklinde düşünürken buldu kendisini. Bu adamın yanında bir kılıç olduğuna yemin edebilirdi, ‘belki adalarda kaybetmiştir’ dedi sonra kendi kendine. Adamı riske atmak zorundaydı, sadece kendi zırhını aldı ve çalılara saklandı.

***

Rahjul orta yaşlı bir radohindi. Yaşadığı dünya için büyük planları vardı. Irkı her zaman perdeler ardında saklanan bir soy ola geldi. Yazılı olmayan radohin tarihinde Raikoben soyunun Batı hanedanlığı her zaman gizemli ola geldi ve kimse onları yaptıkları herhangi bir şey için suçlayamadı. Kendi hallerinde gibiydiler. Ancak her bir Raikoben bilir ki kanatsız tek ırk olmalarına rağmen ölmüş ve ölecek tüm radohinlerin en azın yarısının kaderlerinden onlar sorumludurlar. Kanatsız olmalarına rağmen bulutlar onları kucaklar. Bedenlerini saf enerjiye dönüştürmekteki yeteneklerini sadece ölmek üzere olan düşmanları öğrenir.

Rahjul bulutsuz bir yaz günü Ahnd nehri boyunca sessiz bir balık gibi süzülürken nehir yatağı kenarında rahatsız edici bir varlık sezinledi. Sadece bu seziydi onu suyun dışına çıkartan. Öyle güçlü bir benlikti ki onun yaşlılardan biri olduğuna neredeyse emindi. Merakı kibri ile birleşti ve bir göz atmaya karar verdi. Kibirliydi çünkü bir yaşlıya yanaşabilmeye cesaret edebiliyordu.

Varlığı en son duyumsadığı noktaya vardığında yaşlı radohinin yerinde yeller esiyordu. Ancak Rahjul beklemediği bir karşılaşma yaşadı. Yaşlının kokusuna bulanmış bir insandı bu. Yıldırım nefesli ejderha sudan üzerinde beyaz bir tunik ve çelikten yapılmış değnek ile çıktı. İnsan suretindeydi. Nehir kenarında zırhını çıkartmış uzanan adama yaklaştı. Yaşlının kokusu bir yana adamın kokusunu ikinci kez aldığını fark etti. “Orrendeus? Onunla dövüşen adam değil mi bu? Bir yaşlıyı mı devirdi! Bu olanaksız!” Rahjul’un sesi öfke ve kabul etmezlik doluydu.

Adamın üzerinde gerçekten ciddi görünen tek bir yara yoktu ama derisinden sanki patlayacakmış gibi kabarmış siyah damarlar vardı. Belki de zehirlenmişti? Rahjul onun zırhına baktı ve hiçbir pençe izi bulamamış olsa da onun isle kaplı olduğunu görmeden edemedi. “Uyuyor mu? Bir yaşlı ile savaştıktan sonra öylesine kestiriyor olabilir mi? Sen nasıl bir insansın?” Aklı sorular ile doluydu. Ne yapacağını bilmiyordu. Adama birkaç adımdan fazla yaklaşmadı ve incelemeye devam etti. Başka bir insanın kokusu daha vardı havada. Henüz tazeydi.

Şaşkın radohin’in sorularına cevap olurcasına bir suret belirdi en yakın çalılıktan. Üzerinde kestane rengi işlemelerle bezeli tuhaf bir miğfer eki olan zırhı ile bir kadındı. Rahjul ondan hiçbir duygu duyumsamıyordu. Sanki bu yeni oyuncu sahneye tüm aklını susturarak girmiş repliğini doğru söylemek için kendini zorlayan bir amatördü.

Rahjul’un tüm merakı adamaydı ama belli ki adam ona cevap veremeyecek bir durumdaydı çünkü tüm gürültüsüne rağmen onu duyarak uyanmamıştı. Bu kadının yaşlı ejderhanın sülfür kokusu ve adamın hikayesine dair bir şeyler bildiğine emindi. Önce kadının konuşmasını bekledi.

Alice ne yaptığını kendisi de tam bilmiyordu. Bu radohin her kimdiyse gerçekten güçlüydü. Varlığını gizlemek için hiçbir çaba sarf etmiyordu ve adeta ‘ben buradayım gelin ve kolaysa alın’ der gibi bir hali vardı. Adam ona ‘anlat bakalım’ dercesine baktığında konuşması gerektiğini biliyordu ama aklında hiçbir plan yoktu. Doğaçlama yapmak zorundaydı. “Selam olsun keşiş, biz yorgun şövalyeler için ilaçların yoktur herhalde?” dedi. Adam çelik bir asa tutuyordu ve aynı Gond keşişlerininkine benzeyen ama sadece beyaz olan bir tunik giyiyordu.

Rahjul onun yalan söyleyip söylemediğinden gerçekten emin değildi. Çünkü söylediği şey doğru olamayacak olsa bile onun yalan söylemek için gerçek bir sebebi olduğunu düşünmüyordu. Aklına burada gelişmekte olduğu muhtemel üç senaryo geliyordu.

1- Adam bir yaşlı ile karşılaştı, kadın onun yol arkadaşı ya da karısı ve belki de sevgilisi. İki kafadar yaşlı ile dövüştüler ama bir şekilde ciddi yarayı alan kişi adam oldu. Ya da yaşlı gerçekten onlar ile sadece oynadı ve onların seviyesinde bir kavga çıkarttı.

2- Adam küçümsenmeyecek bir savaşçıydı. Bir radohine denkti çünkü Orrendeus ile hayatını yitirmeden savaşabilmişti. Rahjul kendi başına bile Orrendeus’u indirebilecek güçte değildi ama onunla karşılaştığında kolayca alaşağı edebilmişti. Bu adamın tek başına kendisinden kudretli olduğu anlamına gelirdi. Onunla yolculuk eden bir başkası da onun kadar güçlü olabilirdi ve kadına dikkat etmeliydi.

3- Yaşlı, adam ile karşılaştı, dövüşmüş olmak zorunda değiller. Karşılaşma bir şekilde iyi ya da kötü sonuçlandı ve adam hayatta kaldı. Kadın adam ile nehir kenarında karşılaştı veya onu buraya kendisi getirip soydu. Belki de bir hırsızdı ve yaralı adama yardım etmeye gelen başkalarını soyma niyetindeydi.

Rahjul kadını her üç senaryo dada gereğinden fazla tehdit unsuru olarak değerlendirmedi. Mesafesini koruyarak ona adama ne olduğunu sordu.

Alice havaya yayılan ısıyı doğası gereği hissederdi. En ufak bir değişiklikti tüm beklediği. Beyaz tunikli adamın teninden yayılan ısıda bir farklılık istiyordu. Tansiyonunun yükselmesi Alice’in adama saldırması için gereken tek sebepti. Adamın sorusunu soğukkanlı ama salak görünümlü karakterini bozmadan cevapladı, “Görüyorsunuz ya derler hani, pişmanlığı olmayan biri yaşamış sayılmaz. Silah ortağım gerçekten pişman olacağı bir karşılaşma yaşadı ve bu hale geldi. Sanırım ölümü yakındır. Onun için yapabileceğiniz hiçbir şey var mı?” dedi gerçekten sesine umut bekleyen bir hasta yakını tınısı verdiğini umarak.

Rahjul konunun ilerleyişini beğenmedi. Ona göre üçüncü senaryo ağırlık kazanmaya başladı. İlki olmasını umut ediyordu, bu sayede hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebilirdi. Ancak gerçekten bu adam yaşlı ile ciddi bir konuşmada bulunabilmiş ve bundan sağ kurtulmuşsa yaşanılanları tam olarak öğrenmesi ve büyüklerine rapor etmesi gerekiyordu. Sülfür kokusu yerine ozon olsaydı havadaki, bir Raikoben’in oradan geçtiğini bilirdi. Ancak sülfür Radeus’ların işaretiydi. Orrendeus’un ırkının yaşlılarından biri radohinler arasında bile tam anlamıyla efsaneviydi. Kadının güvenini kazanmak için adamı gerçekten tedavi etmeye başladı. Halen temkinliydi ama adamın inip kalkan göğsünden ve kabaran damarlardan nabzı ile oksijen seviyesini anlayabiliyordu. Gerçekten çok yaşamayacak gibiydi.

Beyaz tunikli adam başka bir şey daha söylemeden dev adamın başına geçti ve ellerini göğüs kafesine koyarak gözlerini onun kapalı gözlerine dikti. Bu şekilde dakikalarca bekledi. Alice onun neden yardım ettiğinden emin değildi. Ancak daha fazlasını öğrenmek istediğini anlayabiliyordu. Sülfür kokusunu o da alıyor olmalıydı. Henüz kendisinden şüphelenmediğine emindi ama bunun uzun süreceğini sanmıyordu. Bir şekilde ondan kısa zaman içinde uzaklaşması gerektiğini biliyordu.

Rahjul deneyimlediği şeye inanamıyordu. Adamın iki kalbi vardı. Birinden çıkan atar damar ötekinin topları ile birleşiyordu. Bu yüzden biri koyu mavi kan pompalıyordu, öteki ise pembe kan. Başka bir sorun da adamın karaciğerindeydi, tanımlayamadığı bir enzim salgılıyordu.

Sanki tüm iç organları aniden karmakarışık bir düzene geçmişlerdi ve bu daha yeni olmuş gibiydi. Koyu kan pompalayan kalbin diğerinden daha farklı olduğunu hissedebiliyordu. Yorgundu ama güçlüydü de. Öteki ise genç ama güçsüzdü. Sinir hücrelerine elektrik akımı göndererek onun beynine girdi. O anda ne düşündüğünü görmek istiyordu. İşte sorun tam bu aşamada baş gösterdi çünkü adamın zihni paramparçaydı.

Sanki önceden bir sürü duvar örülüydü ama o anda Rahjul gezerken bir harabeden ibaretti. Aklında gezinirken bu harabelerde anlık görüntüler her yere saçılıydı. Tahtadan kılıçlar, Orrendeus’un üzerine dalışı, eciş bücüş bir el ve tuttuğu çekicin ocak başındaki imgesi, mutluluk ve hüzün, bir fırın ve en önemlisi her yeri kaplayan beyaz saçlı bir kadın. Gözlerini onun aklından ayırarak yanı başında merakla yaptığını izleyen zırhlı kadına baktı. Saçları görünmüyordu ama onun imgedeki kadın olduğuna emindi. Anılara tekrar dalış yaptığında Rahjul ömründeki en büyük korkuyu yaşadı.

Rahjul karanlığa bakıyordu ve karanlık da ona. Kapkara bir kılıçtı belki baktığı. Parlak yeşil bir çift gözdü ardından seçtiği tüm o karanlığın arasında. Kalbi olduğunu düşündüğü yere kabzasına kadar tuhaf bir açı ile saplıydı kılıç. Gölgelerden bir entarisi vardı ve doğruca ona geliyordu. ‘bu imkansız sen sadece bir imgesin’ diyebildi hayatında ilk kez panik ile gerilmiş sesiyle. Gölgenin ona sırıttığına yemin edebilirdi, “Ben hiçbir zaman bir anı olmayacağım” dedi ve aniden her şey karardı.

Alice gördüğüne inanamıyordu ve bu günün üçüncü, son şokuydu. Beyaz tunikli adam ortadan kayboldu. Onun kim olduğunu zaten bilmiyordu ama sonraki saniyelerde yüzünün de neye benzediğini unutmaya başladığını hissetti. “Neler oluyor böyle” dedi. Bunlar da yetmezmiş gibi adamın siyah damarları dinginleşmeye başladı ve sonunda normale döndü.

Akşam olup yıldızlar göğü sardığında Alice’in tek hatırladığı şey dev gibi adamın mucizevi bir şekilde aniden iyileşmeye başladığı oldu. Rahjul Raikoben artık yoktu.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 16
Gönderen: Nihbrin - 24 Ağustos 2010, 07:57:31
Bölüm 16 [*]Ben çok keyif aldım bu bölümü yazarken ama ön gördüğüm üzere okuyucu için felaket sıkıcı bir bölüm olmuş. Açıkçası önemli bir dönüm noktası. Çaktırmadan pek çok cevap sunuyor. 17 ile bir final yapmayı planlıyorum çünkü blogumu resmen bunlar ile doldurmaya başladım ama halen anlatmak istediğim birkaç şey daha var bitirmek de istemiyorum hani.[/*]

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/08/cup_of_tea.jpg)

“Baba neden o insana bu kadar zaman ayırdın?” Soru belliydi ve Mathilda kesin bir cevap bekliyordu. Esrod bugüne kadar ona sorduğu her sorunun cevabını verdi ve asla yalan söylemedi. Esrod yalan söylemezdi ama onun gerçeklik yelpazesinden bir doğru seçmesi ara sıra kaçınılmaz olurdu. Fransız tarzı bir açık hava kafesinde oturan ikili bakıştılar. “Çünkü” dedi adam ve duraksadı. Her zaman şekersiz bir fincan çay içerdi. Çay içmenin farklı bir anlamı vardı onun için ama Mathilda babasının bu yanını hiç anlamazdı. Yudumunun tadını çıkardıktan sonra devam etti, “Çünkü bir anahtar yapmayı başardı. Anahtarlarımın herhangi birisince taşınmasına izin veremem öyle değil mi? Emanet edeceksem eğitmeliydim” dedi gayet ortada olan bir gerçeği vurgular gibi.

Mathilda anahtarlar ile ilgili bir hikâye dinlediğini anımsıyordu. Ancak çok kısıtlı bir bilgiydi. Esrod’un ona ‘gerçek ve anlamsız bir yaratılış yaşanır her başlangıcın ve sonun ortasında’ dediğini anımsıyordu ama o anda ikisi kafede oturup gelen geçen telaşlı kalabalığı izlerlerken bu yaşında bile ne kast ettiğini bilmiyordu. Mathilda ne zaman doğduğunu anımsamıyordu. Bir kardeşi vardı ama bu başka bir hikâyedir. Her zaman bir babası vardı ama hiçbir zaman bir annesi olmadı. Bazen Esrod’un Evergreen adında birinden bahsettiği olurdu. Açıkçası babasının mutlu olduğunu düşündüğü bir zaman varsa genelde bu kadın ile ilgili vakitlerdir. Mathilda anıları bir kenara iterek anahtarları anımsamaya çalıştı.

***

Derler ki bir bekçi vardır. Evrenlerin yanıp söndüğü girdabın en dibinde açık duran iki kapının anahtarlarını taşır. Kaos girdabı bazen öyle hızlı döndürür ki her şey birbirine girer ve ne var ne yoksa kapağı çekilmiş rezervuar gibi ona kapılarak en dibe gider. Düzen girdabı dinginleştirmek sorumludur. Bekçi ikisi ile de alakadar olmaz. Tek görevi zamanı gelince kapıların açıldığından emin olmak ve artığın kozmik girdaptan ayrılmasını sağlamaktır. Bu görev hayaller ile kaplanan diyarlar yeşil düzlüklerin alevden tepelere döndüğü her başlangıç ve sonun ortasında tekrarlanır. Kapılardan girmeyi reddedenler olur. İşte o zaman anahtarcı bekçi üçüncü kapıyı açar. Bu her defasında tüm ulvi iradelerin zıttı bir karar ola gelmiştir. Çünkü bir kere yaşananın tekrar yaşanmasının âlemi yoktur.

Ancak anahtarcı farklı düşünür. O ne düzenin ne de kaosun iş ortağıdır ama dengedir. Ona göre tek bir insan, sadece tek bir kötü kararını eğer daha iyi hale getirebilecekse veya bunun zıttı olacaksa, yani bu ihtimalin var olması halinde bile, döngünün tekrarlanması amacına ulaşmış sayılır.

***

“Gerçek dinginliğin ve mükemmel kaosun mükemmel dengesi her şey tamamen aynı yaşanana kadar sağlanamaz” dedi çayının dibini de içtikten sonra Esrod. Adam Mathilda’nın hangi hikâyeyi düşündüğünü çok iyi biliyordu. “Peki, ama sadece 3 anahtar var ve hepsi senin yanında. Nasıl olur da bir insan o kapıların anahtarlarını yapabilir? Hangi kapıyı açıyor?” dedi kız, pasta diliminin son lokmasını çatalı ile yoklarken. Güneşli bir gündü ve Esrod ile baş başa kalmayı seviyordu. Hangi dünyada olduklarını tam bilmiyordu ama insanların aynı günü sürekli olarak yaşadıkları ama bundan bilinçaltlarındaki yakarışlar dışında haberdar olmadıkları, sorunlu bir gezegendi. Adam gülümsedi, bunu yaparken bazen kafasını hafifçe sola eğerdi ve gözlerini kısardı. Mathilda bilirdi ki bu onun ‘Bunun cevabını sadece ben biliyorum ve bundan felaket keyif alıyorum’ bakışıydı.

“Tüm bu dengeyi sağlama uğraşının bir problemi vardır Mathilda. Basit bir dalgalanmadır bu. Bazen zaman döngüsünün bir aşamasında – ama her defasında farklı bir noktasında – bir bozucu etken oluşur. Bu nedir ya da kimdir bilmiyorum. Öyle bakma benim de bilmediğim şeyler var. Suya atılan bir taş gibidir bu ama ufak dalgalar en sonunda nasıl oluyor bilmiyorum ama her defasında fırtınaya dönüşür ve kaos yıkımı sırtımızdan esirgemez. Kader ve onun koruduğu her şeyin dışında bir güçten bahsediyorum. “

“Bu kez sadece zamanın farklı bir noktasına taş atmadı, atılan taşın niteliğini ve sayısını da değiştirdi.” Adam hafifçe sesini kısarak devam etti, “Bu ne olduğunu bilmediğim bozucu etken düzen ile konuştu. Ondan aslında kendi başına asla düşünemeyeceği bir iş gerçekleştirmesini istedi. Bir kitap yazdırdı. Öyle bir kitap ki içinde yalnızca düzenin haberdar olduğu ama başka kimsenin bilmediği her şeyi içeriyor. Girdabın içine hapsolduğu kozmosun en uç duvarlarının ötesini anlatıyor. Örnek vermek gerekirse Enoch adlı zavallı tek kanatlı insan aşk-zademiz bu kitabı okuma gafletinde bulunanlardan biridir. Hmm, görüyorum ki bahsi açılınca halen rahatsız oluyorsun. Belki de sen de ona karşı bir şeyler hissediyorsundur?”

Kız gerçekten rahatsızdı ama sebebi Esrod’un düşündüğünden çok farklıydı. Esrod ona cevabı esirgemiş durumdaydı. ‘Konuyu değiştirmek ile kalmadı, aslında vermesi gereken cevabı da vermedi’ diye düşündü. Üzerine gitmeye karar verdi, “Öyle ise Tengu bu taşlardan biri öyle mi?” dedi sivri bir dil ile. Esrod hesabı isterken kızına şöyle bir baktı, “Hayır, o, taş dibe vurduktan sonra, gözden kaybolduğunda, artık dalgacıklardan başka hiçbir şeyin olmadığını düşündüğünde, nehrin dibinden başlayarak ta öteki dibe kadar inen bir oyuk. Tamamen umulmadık ve düzensiz. Aynen Hadrhune gibi. O ikisinin düşündüğünden daha çok ortan yanları var.” Kelimeleri tane tane ve ağırca söyledi. İkili masalarından kalkarlarken yan masadan bir adam konuşmaya girdiğinde donup kaldılar.

“Bayım, ben nehrin kenarında yürüyen biriyim. İzler ve öğrenirim. Ağacın kenarında oturup şarkı söyleyen sizlerin namelerinize kulak misafiri olduğum için affınıza sığınırım ancak bir dostumun adı şarkınızda geçti. Yalvarırım söyleyin bana Enoch nerede?”

Adamın elinde liberation adında bir gazete vardı. Elleri ile gazeteyi tuttuğu yerler terden lekeliydi. Esrod gerçekten uzun zamandır böyle şaşırdığını anımsamıyordu. Gerçekten onu hazırlıksız yakalayabilecek birilerinin var olması ihtimali bile akıl uçuran bir fikirdi. Enoch’u tanıdığını iddia eden bu adama şöyle bir inceledi. Basitti, ne yakışıklı ne salaştı ne de ikinci kez bakacağınız biriydi. Öylesine bir insandı, yüzünü sorsalar anlatamazdı. Ancak şu vardı ki gözlerinde uzak diyarların Gond’unun en üst keşişin bile sahip olmadığı bir kavrayış vardı. ‘bu adam da kim?’ diye düşünürken sözcükler ağzından döküldüler ister istemez, “Bizle yürürken belki konuşmak istersiniz, ermm…” garip adam çok utanç verici bir suç işlemiş gibi kızardı aniden, “Ah özür dilerim öyle kaptırmışım ki kendimi tanıtmayı unuttum. Adım Obliu’dur, açıkçası sizinle tanışmayı uzun zamandır isteyen sıradan bir hayalciyim.”

Esrod’un kalbi duracak gibi oldu – ikisi birden – bu adı daha önce bir yerde daha gördüğünü hatırlıyordu. Toprakta yürüyen ancak ve ancak tek bir kişi bu ismin taşıyıcısı olabilirdi.

Sağ yanında durumun vahimiyetini henüz anlamamış olan Mathilda ve solunda kendisini Obliu olarak tanıtan garip giyimli adam ile bir meydan çeşmesine doğru yürürlerken kalabalık da yanlarından geçip gidiyordu. Üçlü çeşme kenarına oturdular ve Esrod kalabalığı izlerken mümkün olduğunca adama bakmadan konuşmaya başladı.

“Söyle bana hayalci, beni nasıl buldun. Sana bu dâhil olmak üzere dört soru soracağım ve vereceğin dört cevaba göre bir tedbirde yahut bir talepte bulunmam gerekecek. Önce buna cevap ver.”

Obliu başını eğdi ve gözlerini yerdeki arnavut usulü dizilmiş taşlara dikti. “Enoch, oğlan çok yetenekli. Yanınızda oturan bayanın oldukça isabetli bir resmini çizmiş. Resmin üzerinde sahibi onu görmese bile bir bağ oluşur. Bağı takip etmem kolay olmadı zira garip düğümler ile karşılaştım. Enoch ona öğrettiğim her şeyi aslında ne yaptığını bilmeden uyguluyor ve inanın bana bayım, izini saklama konusunda kızınızdan çok daha başarılı. Bu yüzden imkânsızı takip etmeye çalışmaktansa düğümleri çözmeyi seçtim ve işte karşınızdayım.” Esrod cevaptan memnundu. Düğüm derken neyi kastettiğini çok iyi biliyordu. Evrenin dört bir yanında Alice’ler vardı. Söyledikleri şu ana kadar yalan taşımayan samimi sözlerdi.

“Peki, söyle bana Enoch’u bulmayı neden istersin?” Bu kez sorusunu onun yüzüne bakarak sordu. Gözleri karşılaştığında içlerinde barınan sonsuz karanlıktan bir an yakaladığını sandıysa da sıradan iki kestane rengi göz ile karşılaştı. Obliu ile ilgili her şey unutulması o kadar kolaydı ki Esrod kendisinin olduğu kişi olduğundan şüphe etmeye başlıyordu.

“O benim kardeşim gibidir. Son zamanlarda çok acı çekti ve tekrar onunla beraber yolculuk etmeyi çok özledim. Hayatımın en iyi zamanları onunla beraber diyarları karışladığımız dönemlerdi.” Duraksadı ve ne söylediğini düşündü. Esrod sözünü böldü, “Yani ona seni takip etmesini söyleyeceksin. Onu tekrar sürükleyeceksin öyle mi?” dedi. İşte o an Obliu öyle bir gülümsedi ki meydanda ona bakmasalar bile Obliu’yu görüş alanlarında tutan ve normalde sadece öylesine yürüyüp işine gidecek olan herkes dondu kaldı. Kendilerinden utanarak sanki hiçbir şey olmamış gibi yollarına yavaşça devam ederlerken hepsi ona bakıyordu. Esrod ne olduğunu bilmiyordu ama Obliu ile ilgili bir şey vardı. Özeldi, söylediklerini dinliyordunuz ve sadece o sustuğunda konuşabiliyordunuz.

“Ah hayır, öyle değil. Olur mu hiç, o bana öyle güzel anılar vermiş ve ben öyle mi davranacağım. Hayır hayır asla. Sadece ona yardım etmek istiyorum.” Adam garip entarisinin derinliklerinden artık sararmış kâğıtlar çıkardı. Hepsinin üzerinde çok güzel birer kadının resmi vardı. Hepsi farklıydılar ama her birinin altında ‘Alice’ yazılıydı. Esrod en kızgın ifadesi ile dönüp Mathilda’ya baktı, kız oralı olmuyordu ve sanki hiç dinlemiyormuş gibi başka işler ile ilgileniyordu. “Enoch, arkadaşım, Alice adında birini arıyor olabilir. Bana öyle geliyor yani, emin değilim. Açıkçası kızınızın adının Alice olabileceğini düşündüm ama onun resminin altında hiçbir şey yazmıyordu. Zaten yanınıza geldiğimden beri kağıt nedense boş.”

Zavallı Obliu’nun kafası sorular ile doluydu. Esrod ‘düşen taşların’ özgür kaderlerinin bu kez ne kadar farklı olduğunu bu adama baktığı her anda tekrar idrak ediyordu. “Peki son sorumu soruyorum Obliu. Adını kullandığın kişinin veya nesnenin yerini biliyor musun?”

Adamın kaşları şaşkınlıkla kalktı ve ağzı açık kaldı. “Hikayemi duymuşsunuz! Yüce Esrod hikayemi duymuş!” Obliu ayağa fırlayıp neredeyse dans olduğu iddia edilebilecek bir seri hareket yapmaya başladığında baba ve kızı ne yapacaklarını tam olarak bilemediler. Obliu dansını yaparken sanki çok basit bir şeyi dile getiriyormuş gibi bir çırpıda söyledi, “Obliu unutmuşluğun ve yokluğun engin tarlalarında adımlar. Var olmayanların hükümdarıdır yani onun ismini anabilmek için bile biraz kaybolmak gerekir. Ama derler ya, eğer yeterince uzun süre kaybolursanız her yeri görebilirsiniz!”

Obliu isimli adamın saflığı ve samimiyeti karşısında Esrod iliklerine kadar ürperdi. Yüreğinde tek bir damla kötülük olmayan ve Mathilda’nın izini takip edebilecek kadar keskin biri. Esrod onun sadece düşleyerek Obliu’yu bulduğuna neredeyse emindi. “Söyle bana Obliu, beni ona götürebilir misin? Eğer yapabilirsen ben de seni Enoch’a götürebilirim” dedi bir kumar oynayarak. Garip entarili adamın tüm ifadesi aniden değişti. “Bizi ona ancak Seraphim götürebilir.” Öyle üzgündü ki ona bakarken Mathilda ve Esrod’un da sanki kalpleri ağırlaştı. ‘İmkansız’ der gibi bir hali vardı. Bir karga gakladı ve üçlü tepelerinden geçen telde onlara sanki sırıtırmış gibi bakan kuşa ‘sen?’ dercesine baktı.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 17
Gönderen: Nihbrin - 26 Ağustos 2010, 11:08:42
Bölüm 17: [*]End is near[/*]

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/08/demonic_jonnarius2.jpg)

“Sen kimsin?” dedi karanlığa. Karanlık sessizdi. Karanlığın bir yüzü yoktu ama konuştu. “Ben senim, ya da artık öyleyim”. Doğruyu söylediğini biliyordu ama bu gerçekliğe inanmak güçtü. “Neden bırakmadın, ölümü neden inkâr ettin?” dedi üsteleyerek. Karanlık sanki düşündü ve ardından cevapladı. “Benim için bir fedakârlık yaptın. Nasıl biri kendisi için fedakârlıkta bulunan düşmanı bile olsa onu bu daracık dünyada tüm bu duvarların arasında bırakıp gidebilir? Uyan artık, canına kast edeni kurtarmaya çalışmak zaten yeterince utanç vericiyken bari senin için en değerli olanın yanında uyumayı bırak.” Karanlığın bir yüzü yoktu ama gülümsedi. Tengu ondan uzaklaşırken karanlığın göğsüne sonuna kadar saplı olan kılıçtan gözlerini alamıyordu. Neden bilmiyordu ama sanki taşa saplı bir kılıç gibi geldi ona. Bir gün onu çıkaracak birisini bekliyor gibiydi. Yerinden memnundu, ‘bırak beni ve yaşa’ der gibiydi.

Alice adamın yanında tüm gün ve tüm gece kaldı. Ateşi çıktığında endişelenirken buldu kendisini. Sanki adamın ruhu cehennem azabından geçerek bedenine geri dönmeye çalışıyordu. Adamı sıcak ve kuru bir yere götürmeliydi, orman rutubetliydi ve dev adamın üzerini örtecek bir şeyler bile bulamıyordu. Onu kolayca sırtladı. Yoldan geçen birisi Alice’i görse, önce ne gördüğünü kendi kendisine sorgular sonra şaşırır ve ardından gülerdi.

Bunu daha önce de yapmıştı ve bu yüzden biliyordu ki adam bu hasta hali ile o gök adalardaki haline kıyasla sanki katlarca daha ağırdı. Ata baktı ve kesinlikle taşıyamayacağına karar verdi. Sarmaşıklardan bir sedye örse ve sürüklemesini istese bile at büyük olasılıkla yarım gün geçmeden çatlardı. “Ne yedin böyle sen be adam” dedi sinirle. Acelesi yoktu ama belli bir zaman içerisinde belli bir yerde olmalıydı.

Adamı bu şekilde dinlenmeden, yemeden ve uyumadan üç gün boyunca yavaşça taşıdı. Ve evet yol boyunca onu görenler de oldu. İnsanlar gördü, sorguladı, şaşırdı ve güldü ama Alice onlara aldırmadı. Yaşlı radohin bu adamı ona emanet ettiğinde ne düşünüyordu bilmiyordu ama yalan söylemiyordu. Adam onun yüzünden bu haldeydi. Alice’in kalbinde muazzam bir sorumluluk yatar. Öyle bir ağırlıktır ki bu ona, görevinden ve onurundan asla kaçmaz. Bu ağırlığı azaltmak için Alice hayatı boyunca belli bir noktada kalmayarak insanları daha az tanımayı seçti. Kendisini tanıyordu, kişilere çok kolay ve güçlü biçimde bağlanabiliyordu. Sanki bu bağlanma yetisi ona adı verildiğinde bahşedilmiş bir lanetti.

Gezgin yaşantısında arada konaklardı. Birkaç sene orada ve bazen biraz burada, sonra da şurada. Ejderha formunu alsa adamı kolayca taşırdı. Gök adada onu kurtarmak için yarım bir dönüşümde bulunduğunu anımsıyordu. Sadece kanatları ve dengesini sağlamak için kısa bir kuyruk çıkarmış olmasına rağmen uçmanın mutluluğunu halen unutamadığı için kendisine kızıyordu. “Neden senin için dönüştüm ki, ölmene izin vermeliydim”. Ayrıca içini kemiren bir durum söz konusuydu. Taşıdığı yarım ton gelse de sadece bir insandı. Bir insan nasıl olur da kadim radohinlerden birinin saygısını kazanırdı. ‘Ne yaptın?’ diye sayıklıyordu yolculuğunun son aşamalarında her adımda.

Sonunda küçük bir köye geldiler. Köyün bir hanı yoktu ama halini gören birkaç köylü ona kalabileceği bir kiler ve adamı tedavi etmek için şifalı otlar getirdiler. Alice köylülerin şifa konusunda bu kadar bilgili olmalarını garipsedi. Sıradan köylüler değillerdi. İlgisini adamın üzerinde tutmaya çalışıyordu ama köye adımını attığından beri ne bir tırpan ne de tavuk görmediğini de unutamıyordu.

Adamın ateşi üç gündür inmemişti. Yaşaması bir mucize diyordu kocakarılardan biri ona ara sıra kileri işgal edişinin ilk gününde. Ona sorular sorduklarında güneyde çıkan bir savaştan dağılan askerler olduklarını ve adamın onun silah arkadaşı olduğunu söylüyordu. Köylüler bayan bir askerin varlığını garipsiyor gibiydiler. Hepsinin de ona bakışı bir tuhaftı.

Alice bu şekilde büyümemişti. Bir radohin kanı taşıyor olabilirdi ama insanların yaşama telaşına gözlerini kapatmamıştı. İnsanlar cins, renk, yaş güdülmeksizin sonbahar ekinleri gibi tırpan misal kılıçların önünde hep biçile gelmiştliler. Bir insan için bile genç sayılırdı ama bir insan için yaşlı sayılabilecek ruhu vardı.

Dördüncü günün gecesinde adamın ateşi dindi ve gözlerini açtı. Şu bilinmelidir ki Alice Wilvarin ile olan ilişkisinden sonra o güne kadar kimseye gerekli gördüğünden fazla değer vermedi. Bunun onun kontrolü altında bir işleyiş olduğunu var sayardı. Kalbini her şeye kapattığı o cehennem gününde ruhundan da bir parça koptu belki. Kilerin ince küçük bir camı vardı. İçerisi öğlen vakti bile çok az ışık alıyordu. O ışığın altında adam eflatun rengi gözlerini çatık kaşlar ile açtığında Alice kalbini kapatışının ona ait bir karar olmadığını gördü mü bilinmez ama onlar için sessizlik konuştu.

İkisi de bir zamanlar insandı. Biri sevgi doluydu öteki ise hayaller ile. Biri ejderhanın kalbini istedi, öteki ise ejderhaların olmadığı huzurlu bir diyar. Biri ötekini kovaladı ama birinin ötekinden hiç haberi olmadı. Gümüşgöz ve eflatungöz birbirlerine bakarlarken adamın çatık kaşları önce normale döndü sonra da gözleri yuvarlarından çıkacakmış gibi büyüdü. Ağzı  da bir karış açıktı. Alice onun yüzünün bu ani dönüşümü ile gülmekten kendini alamadı.

Tengu o an hiç bitmesin istiyordu. Onu bulmuş olması bir yana, gülmesinin bitmemesini istemenin aç gözlülük olup olmadığını merak ediyordu. Ağzını konuşmak için açtığında gırtlağına sanki kumaştan bir top sokulmuş gibi tıkandı. Konuşamadığını anımsadığında önce gözleri doldu ve onları kırpmadan gümüşgözlü kadına bakmaya başladı. “Boğazın? Ah, yoksa konuşamıyor musun?” endişeliydi. Tengu onu endişeli görmek istemiyordu ama kalbi onun kendisi için endişelendiğini bildiği için mutlu olmaktan kendisini alamıyordu da. Gerçekten çabaladı, denedi ama sesi çıkmadı.

İşte o an karanlık imdadına yetişti. “Geri çekil sefil adam, konuşmayı bile beceremiyorsun. Sana yenildiğime halen inanamıyorum.” Tengu geri çekiliyormuş gibi hissetti. Sanki içindeki tüm organlar ince uzun bir boru ile vakumlanıyordu. Sonra kendisini, arkada otururken at arabasında, yolculuk edermiş gibi bir hissin içinde buldu. Gözlerinden gören kendisiydi ama elleri ve ağzı ona ait değillerdi. Vücudunu kontrol edemiyordu.

Alice adamın konuşamaması konusunda endişeliydi. Hem onun için üzgündü hem de kadim ejderha ile aralarında ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Sonra aniden ummadığı bir şey oldu. Adam değişti. Gözler yine o eflatun gözlerdi ama bakışlar farklıydı.

Yüzündeki alık ifade gitmiş yerini kendinden emin ve güçlü bir mizaç almıştı. Adam gözlerini ondan ayırarak önce bir ellerine baktı. Tek tek parmaklarını inceledi. Ellerinin tersini ve sonra kollarına geçti. Sonra acele ile etrafına bakındı. Yattığı saman yatağın yanında parlatılmış bakır bir tepsi vardı. Hemen kaptığı gibi kendisine ayna etti ve yüzünü inceledi. Bir kaşını kaldırarak sanki çok ince ve komik bir espri duymuş gibi gülümsedi. “Hayatımı kurtardığın için söylemiyorum ama gerçekten çok yakışıklı bir yüzün varmış.” Dedi. Alice ne diyeceğini bilmiyordu. Bunu Alice’e mi söylemişti yoksa kendi kendisine mi konuşuyordu?

Alice hafifçe boğazını temizledi ve oturduğu samandan koltukta kıpırdandı. Adamın buna tepkisi daha da garipti. Yüzünden sayısız ifade hızla geçerken kendisini kontrol etmeye çalışıyor gibiydi. ‘Acaba aklını mı yitirdi? Konuşamıyordu ama şimdi kendisi değilmiş gibi konuşuyor’ diye düşündü. Adamın ilgisini çekebildiğinde adam duraksadı. “Ah, ne kadar kabayım. Ben Hadrhune. Görmekte olduğun adamın bedenini onunla paylaşıyorum. Sanki ben yokmuşum gibi davranın. O biraz utangaç, onun yerine ben konuşacağım. Adı Tengu ve seninle birlikte bu karanlık mekanda kapalı olmaktan fevkalade mutlu olduğunu bilmeni istemese bile söylemem gerektiğini düşünüyorum” dedi sinsi sinsi. Alice bu kez gerçekten ne diyeceğini bilemiyordu. Düşünecek bir fikri bile yoktu. Adam konuşmaya devam etti.

“Tengu ile ölümüne bir kavga çıkardık. Ne var ki bu bayım fazla bencil değil ve madem rakibini öldürdü, ona iyi davranmalı ve ruhunu kalbindeki boşluğa alıp yerleştirmeli diye düşündü. Biliyor musun kocaman bir kalbi var. Bu benim kararım değildi, hayır hayır hayır hiç değildi. Gerçek yok oluşu yaşamaktan memnun bile kalabilirdim. Buna rağmen kabul etmekte zorlanıyor. Neyi mi? Hmm nasıl anlatsam, siz madde bazlı yaşam formlarının anlayabileceği şekilde izah etmem gerekirse Tengu 12 gardiyan varlıktan birisi. Her ne kadar bir anahtar taşıyıcısı olduğunu biliyorduysam bile onun gerçekten bir gardiyan olduğunun bilincinde olsam kesinlikle bulaşmazdım. Hahaha, benim geveze olduğumu düşünüyor. Şu anda utancından yerin dibine girmek üzere. Görüyorsun ya sana aş-“

Adam sonraki saniyelerde anlam taşımayan gırtlaktan boğazlanır gibi sesler çıkarmaya başladığında Alice hiçbir şey yapmamaya karar verdi. Günler süren yüksek ateşin etkisi mi yoksa adamın kendi doğasından mı ya da daha uçuk bir ihtimal olarak doğrunun mu dile getirildiği pek de umurunda değildi. Sağ elini ‘dur’ dercesine kaldırdı ve bekledi. Adam iki eli boğazında dondu. Yüzünün bir yarısı başka biri öteki yarısı başka birinindi. Alice olabildiğince resmi konuşmaya özen göstererek sordu, “Söyleyin bana Hadrhune ve Tengu, acaba Jonnarius ile ne gibi bir ilginiz olabilir? Yanlış anlamayın ama sizin halen yaşıyor olmanızın tek sebebi bahsi geçen bu kişidir.”

İki farklı ifadeye sahip yüz birden, ‘ne demek istiyorsun anlamıyorum seni’ der gibi ortak bir yolda buluştular. “Güneyin Jonnarius’unu tanırım ancak onunla ne benim ne de Tengu’nun birebir diyalogu olmuş değil” dedi aynı şekilde dalga geçercesine bir aksan ile Hadrhune. Hmm, yoksa, acaba, olabilir mi ki siz Kuzey’in Alice’i, Abbys’in Ramuthra’sı için telaşa kapılmış olasınız?” dedi aynı o önceki sinsiliği ile Hadrhune. Kadının yüzü şok içindeydi. Adam kilere tekrar şöyle bir bakındı. “Buraya gelirken bilincim bu embesilin aksine açıktı. Onlar sıradan köylüler değiller. Siz burada hekimcilik oynarken onlar her yere kendi acınası büyülerini konduruyorlar. Kapıdan çıkmaya kalktığınız anda oldukça etkili bir patlama ile karşılaşacağınızdan emin olabilirsiniz. Ayrıca Tengu’nun metabolizmasını biliyorum, o hastalanamaz. Güçleri senin buz gibi kalbine yetmediği için onun yeni savaştan çıkmış ruhunu lanetlediler. Baş belasıydı ama laneti kaldırdım.”

Alice konuşup duran bu adamın ağzından çıkan tüm kelimeleri o saniyeden sonra dikkat ile dinlemeye başladı. Haklıydı, havada güç kokusu vardı. Raikoben’lerin statik elektriği gibi bir etkisi vardı bunun. Ancak kokusuzdu ve havada her an yırtılacakmış gibi bir his yaratırdı. Eğer farkında olan birisi bu histen ötekine bahsetmezse haberdar olmayan kişi gücün etkisinden çıkamazdı. Basit illüzyonun temeli buna dayalıydı.

“Sesin Jonnarius’dan bahsederken oldukça tedirgindi Kuzey’in Alice’i. Tahminimce onunla aranda bir meselen var ve sen Ramuthra’dan medet umuyorsun? Ancak o herkese kapısını açacak bir radohin değil, müritlerini peşinden yollamış bile baksana. Benim aslında olduğum şeye, Tengu’nun yok ettiği bedenime en yakın var oluşlardan biridir kendisi. Zamanın belli bir aşamasında benimle aynı bilgilere nail olduğu görüşündeyim ama bu başka bir konu. Şimdi cevaplaman gereken soru, yaşamak istiyor musun, Alice?” Alice yaşamak istiyordu. Birden bire bu adamın söylediği her şeye inanmak istiyordu. Son kelimeyi söylerken gözlerinde samimiyet vardı. Sanki konuşan Tengu’ydu.

***

Derler ki yüce savaşçı Tengu’nun efsanesi zamanla çok değişmiştir ve bilinen en saf hali budur:

Zamanın birinde, yüz adamın gücünde ve yüreği ile tek bir adam yürümüş kırk iki krallık ve Gond imparatorluğundan oluşan Byakkoya adlı kürede. Adamın kalbinde bir boşluk varmış. Hayali bir ejderhanın kalbini krallığının eski prensesi ama şimdinin kraliçesine hediye olarak sunmak ve saygı görmekmiş. Kimse onun nereden geldiğini bilmezmiş. Kraliçe onun hayalini kendi hayali bilmiş ve krallığa musallat olan sürüngenin peşine salmış. Adam sürüngenin peşinde fossegrimlerin mesken edindiği ormanlar, nemflerin aklını çelmek için beklediği nehirler ve adını aldığı uçan iblislerin canını almak için gezindiği dağlardan geçmiş. Adamın adı Tengu’dan başka bir isim değilmiş. Tengu’nun ruhu kılıcıylaymış. Öyle büyükmüş ki onu ancak ve ancak kendisi taşıyabilirmiş. Dört arşın boyunda ve krallığın asla dökülemeyen gizli cevherinden dökülmüş göz alıcı geniş bir silahmış Panus.

Tengu’nun başına buyrukluğu ve amacı başka bir sürüngenin aklını çelmiş. Irkından birisine meydan okumaya yüreği olan adamı karşısına alıp ölçmek istemiş. Güney ellerinden Orrendeus adlı ejder onu hasmı bilmiş ve cenk etmişler. Savaşın ateşi ikisini de ölümün eşiğine getirdiğinde Orrendeus pes etmiş ama Tengu acımasızmış, kalbini almak istediği sürüngen olmasa bile onu küçümsediği için gözlerini oyup Orrendeus’u solucan etmiş. Oonu o halde dövüştükleri gölün ortasında alevi sönmeye yüz tutarken bırakmış.

Ancak Tengu saf değilmiş, bilgeliği onun ejderha ile olan cenginin aslında şansına bu şekilde bittiğini söylemiş. İşte bu şüphe ile dolan kalbinin onu yolundan döndürmeye yüz tuttuğu dönemde Gond’un rahibelerinden birisi ile tanışmış. Rahibe ona sevginin ve yaşamın sırlarını açık etmiş. Gond’un rahibeleri kendilerini tanırlarına adarlarmış ama adam ona âşık olmaktan kendisini alamamış. Onun koruması olarak hayalini en derinlere gömerek kırk iki krallığı dolaşmış. Rahibenin amacı yüceymiş. Byakkoya’nın iblis ejderhası Jonnarius’un hükmüne son verilmesini arzularmış. Bu uğurda tüm krallıkları dolaşır ve savaşın kaçınılmaz olduğu o son gün Gond saflarında onların da ordularını iblis ejderin lejyonlarının karşısında durmaları için çağrılarda bulunurmuş. Tengu’nun kalbi bu uzun yolculuk boyunca zamanla ikiye bölünmüş. Bir yarısı ona ejderhayı kendisinin bulup öldürmesi gerektiğini söylermiş, öteki yarısı ise kadına olan aşkını itiraf etmesini ve karşılık görmeyi en azından denemesini öğütlermiş. Eğer ki ejderhayı öldürürse rahibe ile birlikte gezemeyeceğinden korkarmış.

Bilmediği şey rahibenin aklının Ramuthra adlı gerçek bir iblisçe lekelendiğiymiş. Rahibe ruhunu feda ederek milyarlarca Byakkoya insanının Jonnarius lejyonları karşısında yok olmasını engelleyebileceğini düşünmüş. Ramuthra ona karşı koyabileceği gücü verebileceği konusunda söz vermiş. Kadının tek yapması gereken bir erkek ile tek bir gece geçirmesiymiş. Kadın ümitsizmiş. Ruhunu adadığı tanrısı ona rüyalar bahşetmeyi sonlandırmış. Rüyalarında o güne kadar hep dünyanın Jonnarius’un alevleri ile bezeli hale geleceğini görürken karanlığı görür olmuş. Krallar onu cadılık ile suçlamışlar. Ancak tek bir adam, yüce savaşçı Tengu onun saflığından şüphe etmemiş ve hep takip etmiş. Ya da kadın böyle olduğunu sanıyormuş.

Bir gün ikisi kendilerini Jonnarius’un inine giden yolda bulmuşlar. Düşmanları arkalarında hiçbir ordu yokken bu kadar yakınlarındaymış. Gond inin olduğu dağın kendi topraklarına çok uzak olmasından hiç oralı olmamış. İnin olduğu dağın adı Olunath’mış ve bilinen en yüce ikinci dağmış. Dağın eteklerinde konakladıkları gece iblis Ramuthra tereddüt dolu hedefinin aklını çelmek için pis ellerini rahibeye uzatmış. Tengu’nun kılığına bürünmüş ve rahibenin yatağına girmiş. Rahibe şaşırmış ve kılık değiştirmiş Ramuthra’yı yatağına almamış. İblis onu zorla kendi kadını yapmaya kalktığında kadının çığlığı ve iblisin kükremesi hudutlara kadar duyulmuş. Ancak Tengu iblisin dengiymiş. Rahibe ile tanıştığı günden beri hiç yatakta uyumamış. Kadın nerede uyuyorsa kapısına sırtını yaslar oturarak uyurmuş. Kadının çığlığını işittiğinde odaya girmiş kılıcı Panus’u hiç tereddüt etmeden aynı kendisine benzeyen iblise savurmuş. Tengu bir yandan ağlıyormuş çünkü kadının nasıl bakılırsa bakılsın onu kabul etmediğini anlamış.

Ramuthra ve Tengu yedi gün ve yedi gece boyunca cenk etmişler. Rahibe bu zaman içinde gözünü bir kez bile kırpmamış ve kendisi için kanı ve gözyaşları dökülen adamı izlemiş. Yanında bunca zaman dolaşan Tengu’nun aslında medet umduğu şeytana denk olduğunu görmek onu başta korkutmuşsa da daha sonra içini coşku ile doldurmuş. Ona bunca zaman bu göz ile hiç bakmadığını fark etmesi belki tanrıların en başından beri istedikleri şeydir.

Ancak üçü bilmezken gerçek bir iblis olan Ramuthra’dan daha şeytani bir varlık tepelerinde dört dönüyormuş. Onları izlerken Tengu’nun cesareti ve gücü karşısında Jonnarius’un nefesi kesilmiş. Kendisini onu, ne olursa olsun, lejyonlarının generali yapmak isterken bulmuş. Eğer ki iblis ile olan kavgasında sağ kalmazsa iblisi ve rahibeyi oracıkta yok edecekmiş. Yok eğer Tengu kazanırsa kadını hapsedecek ve onu generali yapacakmış. Buna rağmen reddederse hepsini yok etmekte karar kılmış.

Ancak Jonnarius’un beklemediği bir şey olmuş. Tengu tüm bu yıllar boyunca sevgi ile kavrulan kalbine söz geçirememiş ve iblisi katletmekten kendisini alı koymuş. Ramuthra bir iblis olsa bile onur sahibiymiş ama buna rağmen tüm yaraları ile ölümü kaçınılmazmış. Bu aşamada pek çok şey söylenir. Ancak tek bir konuda ortak konuşulur. Ramuthra ve Tengu tek bir varlık haline gelmişlerdir. Jonnarius bunu beklemiyormuş. Rahibe inancını geri kazandığı için tanrılar onun yedi gün boyunca aç ve uykusuz geçen orucuna cevap vermiş ve dualarını kabul etmişler. Tengu’nun kılıcı Panus’u kutsamışlar ve Tengu gökten inen cehennem ile son bir cenk etmiş.

Bundan sonra üçüne ne olduğu bilinmez. Kimin gerçekten kazandığı veya sağ kalan oldu mu duyan olmamıştır. Ama bilinenler ortadadır. Olunath dağı yerle bir olmuştur ve onu artık sadece yaşlılar bilir. O günden sonra kimse Jonnarius’dan bir haber almamıştır. Krallar ise her sene karşılarına çıkan felaket tellalı cadıyı görmez olmuşlar.

[*]Yazarın hazin notu: Böyle bakınca bitmiş gibi duruyor ama; Bitiremedim! Afasfasdasda + insaf ya 4. sayfaya atsın artık girenlerin gözü korkuyor[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-17
Gönderen: mit - 26 Ağustos 2010, 12:40:00
Yahu ben birini bitiremeden sen yeni bölüm ekliyorsun hikayene :) Sekizinci bölümdeyim ve şimdiye kadar okuduğum kısımlar gerçekten de çok güzeldi. Bu senden okuduğum en iyi öykü.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-17
Gönderen: Nihbrin - 26 Ağustos 2010, 13:38:19
Hızlı gidebiliyorum bu kurgu içinde. Duvara asılan genişçe bir karton levha hayal et, üzerinde iğneler olsun rengarenk. Dedektif işi hani, önemli notlar, suratlar, mekanlar ve kanıtların listeleri asılıdır her birinde. İpler ile birbirlerine bağlarsın onları ki alakaları gözden kaçmasın. Sonra boşta kalan ipler olduğu fark edilir ve boş not sayfaları asılır yeni iğneler ile. Şöyle diyelim; benim gayet boş bir levham vardı ve rıhtıma geldiğimden beri inanılmaz boş not kağıtları yığıldı bunun üzerinde. Dolu bir sürü not vardı ama bağlamakta güçlük çekiyordum. Hani puzzle yaparken en başlarda  kenarları dizerken her şey zordur (özellikle tek renk ise) ama ortaya yaklaştıkça her şey kolaylaşır ya bunun gibi çözülü veriyor her şey benim için şu ara. Teşekkür ederim.

Bu arada, hikayenin sekizinci bölümü benim favorimdir ^^
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-17
Gönderen: KoyuBeyaz - 27 Ağustos 2010, 04:43:03
Son bölüm içime sinmedi. Tengu'nun başından geçen onca olayı o kadar güzel anlattıktan sonra, o son kısım daha kaliteli yazılmalıymış. Kalitesiz demiyorum fakat bu kadar güzel bir hikayenin bir nevi özeti sayılan o bölümün daha çarpıcı ve/veya daha 'vay bee' dedirten cinsten olmasını dilerdim. Hem başlarına ne geldi ne gitti anlatacakmısın bilmiyorum fakat sonu böyle olursa oturur ağlarım. ;D Bari hayatının devamını nasıl sürdüreceğinin ipuçları falan sıkışsın cümlelerin arasına da kafamızda kendi kurgumuzla tamamlayalım.  :P

Diğer öykülerinle kesişmesi ve bu kadar ayrıntılı ve iç içe geçmiş bir senaryoyu hala bu kadar güzel aktarıyor olmana da tekrar şapka çıkarıyorum.

Öykünün bitmesini istemiyorum bu arada ben, devam etsin yahu!  :=)
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-17
Gönderen: Nihbrin - 27 Ağustos 2010, 06:36:50
17. bölülmün ikinci yarısını yazmakta 4 sebebim var:
1- Kendimi sadık kalmak zorunda hissedeceğim esnek bir hikaye iskeletine zincirlemek.
2- Ne kadar abartıldığını ve dramatikleştirildiğini gösterip biraz eğlence katmak.
3- Esrod'un adının tarihte hiç bir yerde ne kadar katkıda bulunmuş olursa olsun geçmediğini belirtmek
4- Byakkoya adlı dünyada insanların Tengu'yu ne şekilde tanıdığını izah etmek.

Devam edeceğim efsanenin gizli kalmış kısmından itibaren. "...kaçınılmazmış. Bu aşamada pek çok şey söylenir. Ancak tek bir konuda ortak konuşulur. Ramuthra..." buradan bir makas atacağım ve 18i bantlayacağım diyelim şimdilik. Her şey şu ana kadar Tengu serisine adımını atmamış başka bir karakterime ortam sağlamak için. Ayrıca henüz Jonnarius gibi persfektifini vermediğim karakterler var.
[*]gizli 5- okuyana "yaaa böyle mi bitti yani" dedirtmek ama sonra 18. olduğunu anımsadığında "ne olmuş peki?" dedirtmek.[/*]
Başlık: Tengu: Bölüm 18
Gönderen: Nihbrin - 31 Ağustos 2010, 20:03:01
Bölüm 18

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/08/spiral_town2.png)

İkili ne kadar zamandır kendilerini kapattıklarından tam emin olmadıkları kilerden kafalarını çıkardıklarında etrafın olması gerektiğini düşündüklerinden daha sessiz olduğunu fark ettiler. Kiler köyün en büyük evinin altındaydı. Birilerinin onları izliyor olabileceğini bildikleri için çok da şüphe yaratmadan sessizce oradan ayrılmaya karar vermişlerdi ama kimseler yoktu. Tengu’nun içindeki diğer ses konuştuğunda Alice her defasında irkiliyordu. Sanki sesin kaynağı bu dünyaya ait değildi.

“Bu çok garip. Onları bize yardım etmeleri için mi kullandığına inanmamızı bekliyor?” dedi, aslında kesinlikle düşündüğü bu olmasına rağmen sanki bir şüphe içeren soruymuşçasına. Alice bir koku aldı. Bozuk et ile güneşte kalmış deri karışımı, nahoş bir kokuydu. Köyün aksi istikametinde ormana yönelmişlerdi ama kadın Tengu’yu durdurdu ve köye geri yöneldiler. “Ne yaptığını sanıyorsun, belki bir ritüel için toplanmışlardır ve sadece çok şanslıyızdır, bilemezsin. Alice biliyordu. Bu kokuyu sayısız defa almıştı.

Tek kelime etmeden köyün daha önce girmedikleri ara sokaklarına girdiler. Çok geçmeden mekanın aslında bir köyden daha büyük olduğunu düşünmeye başladılar. Çukur bir ova üzerine inşa edilmiş evler sınırdan bakan birine köy fikri veriyordu. Üstelik kilerinde kaldıkları ev de en büyük ev değildi. Alice çukurun merkezine doğru karşı koyulamaz bir çekim hissediyordu. Koku en ağır orada toplanmış gibiydi.

Sonunda kokunun kaynağına yeterince yaklaştıklarında Tengu da burun kırıştırmaya başladı. “Bu da ne böyle?” Sorusunu Alice de onunla paylaşıyordu. Yüzlerce beden üst üste giysilerinden arındırılmış biçimde yığılıydı. Etrafta tek bir canlı görünmüyordu. Adam saklandıkları yerden dakikalar önceye kadar koruduğu temkini bir kenara bırakarak ayrıldı ve yığına yaklaştı. Alice ile konuştukları gece boyunca tek bir çığlık ya da şüphe uyandırıcı bir herhangi bir başka ses duymamışlardı.

Hadrhune bilmediği şeyleri öğrenme konusunda diğer her önceliği bastıran bir güdüye sahipti. Öyle ki içinde sadece ziyaretçi olduğu bedenin gerçek sahibinin iradesinden bile üstün bir güdüydü bu. Tengu’nun bedenini ölü yığınına yaklaştırdığı her adımda Tengu geri gitmek istiyordu ama Hadrhune bu isteği yok sayıyordu. Hadrhune’u gerçek dünyaya bağlayan geriye kalan son iki şeyden birisiydi öğrenme arzusu ve kimse bunun önüne geçemezdi. Elleri ile en yakın ölüye dokundu ve Tengu’nun uzun gövdesinin gölgesi canlı bir yılanmış gibi kıvrılarak ölünün gölgesine karıştı. Gölgeler bir olduğunda ölünün anıları Hadrhune’un ve dolayısı ile Tengu’nun zihnine doldular. En belirgin olanını sanki kendi anılarıymışçasına tekrar yaşadılar.

***

Aradhir zayıf bir adamdı. Zayıftı ama güneşin altında, tarla başında, terlemesini de bilirdi. En büyük derdi henüz kendisine bir eş bulamamış olmasıydı ama ümidi vardı hani. Kasabalı arkadaşının dul bir akrabası vardı ve bir ihtimal ona ayarlayacaktı. Ayrıca çalışkan adam kış için yeterince erzak çıktığını düşünüyordu. Mutluydu aslında ama bir şey eksikti onun için. Adlandıramadığı, parmağını koyarak gösteremediği bir sıkıntıydı bu. Hayatın basit nimetlerinden keyif almasını bilemeyen bir adamın kalbinde ancak ve ancak tek bir tür boşluk olabilirdi, macera özlemi.

Aradhir otuzuna gelmek üzereydi. Genç yaşında pek çok yakınını salgınlara ve savaşlara teslim etmiş ağır başlı biriydi. Acıyı ve elemi bilirdi ve bunları çoktan aştığını düşünüyordu. Ancak o hiç, asker toplayan subaylarca, alıcı gözü ile bakılmış birisi olmadı. Basitti, çelimsizdi ve kısaydı. Kahramanlığın ve gücün aslında ne olduğunu gece yatarken düşünüp duran bir köylüydü sadece. “Yakınlarını ve sevdiklerini korumaktır güç” dediğinde köy büyüğü, ikisinin konuşmalarını dinleyen diğerleri gibi gülüp geçmedi. Ona mantıklı geldi ve benimsedi.

Buna rağmen arkadaşının dul akrabası ile olan uzak evliliği onu o kadar da cezp etmiyordu. Kışa taze hasat edilmiş mahsulün verdiği güven de yetmiyordu. Buna ek olarak bir aile kurmak ve onları korumak ona tam olarak güçlü olmak gibi gelmiyordu. Daha çok insanı sevebilse belki daha güçlü olurdu. Aradhir’in küçük kafası bu sonuca vardı.

İşte böyle bir insandır yüce gölge Ramuthra’nın aradığı. Kalbinde kocaman ve açlık dolu belirsizliğin boşluğu ile doymayı bekleyen çok da zeki olmayan bir adam. Ramuthra kimdir Aradhir o zamanlar bilmezdi. Ramuthra rüyalarda gelir ve ona fısıldardı. “Kalbinin istediği ne?” diye sorardı. “Ün? Altın? Sadık tebaa? Eli beli kuvvetli bir kadın? Sağlıklı evlatlar? Yoksa başka bir erişilmez ve güzellik mi?” derdi bazen ona fikir vermek ister gibi. Aslında Aradhir emin değildi. Onun ne istediğini Ramuthra ondan daha iyi bilirdi ama eğer Aradhir’e bunu söylerse işin keyifli kısmını harcamış, bitirmiş olurdu. Aradhir Ramutranın ellerini uzattığı sayısız zavallıdan sadece birisiydi ve Ramuthra sabırlı ve sinsiydi.

Ancak süreci hızlandıran bir şey oldu. Bir kraldı bu, altın kınında parıldayan taşlardan hazırlanmış kabzası ile belinde gerçek ‘gücü’ taşıyan bir adamdı. Atının üstünde ne ihtişamlıydı öyle. Aradhir’in arazisinin önünden ordusu ile geçerken kafası ile ona selam verecek kadar alçak gönüllüydü de. Aradhir kral Uldom’un önünde diz çökerken buna sahip olmayı istediğini fark etti. Kral onun olmadığı her şeydi. Kralın yerinde olabilmek ve aynı gücü omuzlarında taşıyabilmekti arzusu. Kral belirsiz kaderine giderken Aradhir isimli bahtsız insan Ramuthra ile bir antlaşma yapmaya hazırdı.

İşte böyle olmuştu onun müridi. Ona sadakatini kanıtlarsa Ramuthra Aradhir’e aradığı gücü verecekti. On yıllık hizmetin karşılığı bir dilek hakkıydı. Bir anda aynı onun gibi kalplerindeki boşluk ile bir araya gelmiş insanların ortasında buldu kendisini kış için hazırladığı tarlasını ve arkadaşının dul akrabasını tamamen geride bırakarak. Düzinelerce erkek ve kız kardeşleri olmuştu sanki birden bire. Hepsi iyi insanlardı, arayış içindeydiler ve rüyalarında onlara görünen Ramuthra kayıp ruhlarına ışık tutmaya hazırdı.

Başlarda yaşam eskisi gibiydi. Sıfırdan bir kasaba inşa ettiler. Çukur bir ovanın etrafına yavaşça spiraller çizerek içten dışarıya doğru büyüyen sokaklar kurarak muntazam bir düzen oluşturdular. Evler taştandı. Ramuthra taştan evlerin sakinlerinin her birine rüyalarında görünerek, her gece yeni görevler veriyordu. İnsanlar mutluydular çünkü on yıl içinde aradıklarına kavuşacaklarını bir şekilde tüm kalpleri ile inanıyorlardı. Hiç biri şüphe etmedi, sonuçta Ramuthra işini biliyordu.

Zamanla onlar fark etmeseler bile her biri serpildi. Güçsüz bedenleri kas topladı, dilleri kıvraklaştı ve fikirsiz akılları düşünceler ile doldu. Ramuthra onları kendi arzusuna göre eğitti ve düzene soktu. Aradhir her şeyin onları yüce amaçlarına hazırlamak için olduğuna emindi. Altıncı yıl dolduğunda Ramuthra onlara öz benliğini göstereceğini söyledi. İsimsiz spiral kasaba halkının yürekleri heyecan ile doldu. Ramuthra tüm bu zaman boyunca onlara rüyalarında görünmüşse de hiç biri uyandıklarında onun neye benzediğini anımsayamazdı.

Ramuthra onlardan bir şenlik istedi ve onlar spiral kasabanın ortasındaki meydanda dört uzun masayı birleştirerek kare şeklinde bir sofra hazırladılar. Sofranın ortasında yörede az bulunan ama eti çok lezzetli, uçamayan dev bir kuş türü olan holunath kuşunu ateşte çevrilecek biçimde hazırladılar. Gece çöktüğünde ve herkes yemeğin tadını çıkarmaya başladığında hava aniden soğudu. Ahali çatal bıçağı hemen bıraktıkları gibi dizleri üzerinde yere başları değecek biçimde çöktü ve bekledi. Müzik sustu ve ateş söndü. Dev kuşun kemikleri çatırdadı ve aniden toz ve kül olarak yere ve havaya dağıldı. Ateşin yakıldığı dairesel karaltıdan önce bir pençe çıktı. Sonra bir diğer pençe belirdi. Aradhir eğdiği başını hafifçe kaldırarak izlemekten kendisini alamıyordu.

Yeşil bir çift parlak göz belirdiğinde artık tüm ahali ortadaki gölge çukuru izliyordu. Kendisini çukurdan çekip çıkaran hantal beden bir çift gölgeden kanat açtı ve göklere doğru yorgunca gerindi. Beden delikten su gibi akıyordu, gittikçe büyüdü ve büyüdü. Hiçbiri korkmadı çünkü rüyalarında gördükleri şeyin aslında bu olduğunu hepsi bir şekilde anladı. O Ramuthra idi, gölge bedenli radohin. Dört kardinal yönün hiç birine hizmet etmeyen Abbys’in Byakkoya’daki elçisi olan ejderha. Gölgeden suretinin hatları gittikçe keskinleşti ve zamanla siyah bir deriye dönüştü. Pulların arasından tekinsiz, koyu bir duman çıkıyordu arada ama artık bakan her göze bir ejderha gibi görünüyordu. Ramuthra konuştu.

“Uzun zamandır bekliyorsunuz evlatlarım. Ancak hazır olmadığınızı biliyorum. Bu gece benim adıma eğlendiniz, yediniz ve içtiniz. Sevginizden şüphe etmiyorum. Buna rağmen sizinle olan anlaşmamda bir değişiklik yapma yoluna gitmeye karar verdim. Korkmayın, halen en değerli olan hak ettiğini kesinlikle bulacak. Burada dört yüz yirmi yedi kafa sayıyorum. Hepiniz bana sadıksınız. Ancak bu yıl ve önümüzdeki dört yıl boyunca her yıl sadece ve sadece biriniz arzuladığına kavuşacak. Byakkoya takvimi ile altı yüzüncü yılın ikinci baharında geriye kalan dört yüz yirmi üçünüz benim hanedanlığımda yaşamak için davet edileceksiniz. Eğer ki bunu kabul etmeyeniniz olursa şu anda hemen kasabadan ayrılsın. Dualarım onunla olacaktır.

Aradhir şüphe etmedi. Ramuthra’nın en sadık hizmetkarı olduğuna canı gönülden emindi. Ancak o gece onun ismi okunmadı. Gloein adında küçük bir kızdı sadece, altı sene içinde kalbindeki boşluğu doldurmaya en uygun olan kişi. Aradhir ihanete uğramış gibi hissetti kendisini. Kıskandı ve nefret etti. Gloein onun için kötü olan her şeyi simgeler oldu bir anda ama Ramuthra o gece onu alıp götürdüğünde kızacağı bir insan bile yoktu artık ortada.

Aradhir’in bilmediği şey diğer dört yüz yirmi altı kişinin aynı hisleri onunla paylaştığı idi ama kimse bunu dile getirecek kadar iradeli değildi. Uzun lafın kısası dokuzuncu yıl gelip çattığında da Aradhir seçilmedi. Sonunda içi gölge ejdere karşı öyle büyük bir nefret ile doldu ki kırk yaşında olmasına rağmen yirmisinde bir dinçlik ve çevikliğe sahip elden geçirilmiş bedenindeki tüm kaslar gerildiğinde onu zapt etmek için Ramuthra’nın güven verici latifelerinden fazlası gerekti. Bu bir kardeşin omzunda beliren ‘dur, henüz zamanı değil’ diyen eliydi.

Onuncu yıla sadece üç gün kala tüm bu zaman içinde kasabada hiç ola gelmemiş bir şey gerçekleşti. Ziyaretçiler geldi. İki taneydiler, biri kadındı ve öteki erkek. Kadın dev gibi erkeği sırtında taşıyordu ve buda yetmezmiş gibi zırh giyiyordu. Halk ne yapacağını bilemedi çünkü onların akıllarına girip uzaklaştıramıyorlardı. Adamın ruhu pek tekinsizdi. Ramuthra onlara bu konuda hiç uyarıda bulunmadı ve onlar da doğaçlamada bulundular. Önce onların gözlerini hafif ama etkili efsunlar ile bağladılar ki kasabanın yapısı gözlerine çarpmasın, basit bir köy gibi görünsün ve yollarına devam etsinler. Ancak işler öyle kolay yürümedi. Adam hastaydı ve ilaç gerekiyordu. Aralarından bir kısmı önemli güne üç gün kala gelen ikilinin aslında Ramuthra’nın onlara uyguladığı bir test olabileceğini düşünüyordu. Sorgusuz sualsiz kalbini onlara açan ve iyi davranan kişi büyük olasılıkla mükafatlandırılacaktı. Böyle düşünenlere rağmen ikili kasaba merkezine en uzak evin kilerine kapatıldılar ve kaderlerine terk edildiler.

O gün Aradhir için çok önemli bir gündü çünkü ya arzuladığına kavuşacak ya da sevgili Ramuthra’sına ihanet ederek tüm bir yıl boyunca hazırladıkları kılıçlardan birini kardeşleri ile bir çekerek ejderhaya saldıracaktı. Eğer hayali gerçekleşmezse yaşamanın anlamı kalmazdı onun için. Ramuthra’nın onların kılıçlar yaptıklarını bildiğine şüphesi yoktu. Hepsi bunu biliyordu. Bunu yapmaları onlara göre ne kadar kararlı olduklarını göstermenin bir yoluydu.

Önceki seferlerde olduğu gibi küllerden bir ejderha çıktı yavaşça. Önce pençeler, sonra kafa sonra da gövde belirdi. Bedeni katılaştığında sanki suratında gülümser gibi bir ifade vardı. “Evlatlarım, ne kadar da büyüdünüz” dedi. Her birine tek tek baktı sanki mutlu anıları hatırlayan bir anne gibiydi. “Bir isim vermem gerekiyor ve heyhat vereceğim. Kalbinin istediğine kavuşa…” Sesi aniden kesildi. Tüm beden adeta dondu kaldı. Aradhir ve diğerleri kafalarını yerden kaldırarak daha dikkatle efendilerine baktılar. Gördükleri sahne öyle korkunçtu ki anıları izleyen Hadrhune ve Tengu’nun kalpleri bunu yaşayan adamın elem dolu zihnini tam olarak duyumsadılar.

Buzdan bir kılıç boydan boya kan içindeydi. Kan siyahtı. Aynı şekilde ejderin boynunda da boydan boya bir siyah halka vardı. Önce yavaşça, sonra da hızla kellesi çizgi üzerinde kaydı ve dört masadan birinin üzerine gürültü ile devrildi. Kafa çarptığı gibi siyah gölgeler ve dumanlara dönüşerek ortadan kayboldu. Boynun kesildiği yerden de yavaşça bedene yayılarak dumana dönme işlemi devam etti. Kılıcın sahibi ejderhanın sırtından indi ve kendisini açık etti.

Kılıç bembeyazdı, etrafında donan hava tatlı bir buzlu hale yayıyordu. Sahibi hafif bir deri zırh taşıyordu. Kafası örtülü değildi ve saçları kısaydı, rengi gözleri gibi siyahtı. Yüzünde tarif edilemez bir tatmin duygusu vardı. “Hey Bahful, dediğin kadar kolay oldu baksana! Hadi şunlar ile ilgilen de gidelim buradan. Geride sadece bir yığın kızarmış et kalsın istiyorum.”

Bu Aradhir’in kılıcını çekerek gözyaşları içinde nefret ve sevgi beslediği efendisinin katiline saldırmadan ve hayata gözlerini yummadan önce son anısıydı.
Başlık: Tengu: Bölüm 19
Gönderen: Nihbrin - 02 Eylül 2010, 20:03:18
Bölüm 19

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/09/crossroads3.png)

Hadrhune şok halindeydi. Bedeninin kontrolünü bıraktığında Tengu az daha yere düşecekti. Dönüp Alice’e baktı ve onun merak içindeki bakışları ile karşılaştı. “Hadrhune ona anlatmalıyız.” Dedi düşüncelerinde. Hadrhune sessizdi ama bu uzun sürmedi. Alice’e doğru sözlerini sakınmadan gördükleri her şeyi anlattı. Konuşurken hülyalarda gibiydi. “O kim bilmiyorum ama Ramuthra’yı beden bulduğu savunmasız bir anında vurdu.”

Anlatılanlardan sonra Alice de ne diyeceğini bilemez haldeydi. Son bir haftadır her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki artık oturup düşünmesinin ve aklını toparlamasının vakti gelmiş gibiydi. Jonnarius’a olan öç alma tutkusu diğer her şeyin üzerini kaplayan bir kül tabakası gibiydi. Hadrhune’un ölü adama ait hikayesini dinlediğinde ve buzdan kılıcın geçtiği kısma gelindiğine nefesi kesildi. Ramuthra’yı bulmak için yıllardır uğraşıyordu ama bu adam – yoksa adamlar mı demeliydi - ile karşılaştığından beri istediği ve istemediği tüm karşılaşmalar bir anda hayatını dolduruyordu. Önceliklerini tekrar ele alması gerekiyordu.

Alice tüm hikayeyi dinledikten sonra tek kelime etmeden ölü yığınını ve Tengu’yu gerisinde bırakarak tamamen nereye vardığı belirsiz bir yolu tutturarak yürümeye başladı.  Adam onu takip etmedi ve kadın da ardına dönüp bakmadı. Ancak ufak bir hayal kırıklığına uğradığını fark ettiğinde buna şaşırmadı değil. Sadece birkaç saat geçti ki durup düşünmeye karar verdi.

Orman yolunun sakin bir kesimiydi. Bir kavşağın ortasındaki kocaman kayaya tırmandı ve kasabadan ayrılmadan önce bulduğu ıvır zıvırdan dürülmüş erzakını açıp bir şeyler kemirmeye başladı. Kılıcın öncelikli olduğunu biliyordu ama onu nasıl geriye alabilirdi ki? Birilerinin kendi türünü avlamak ile meşgul olduğunu var sayarsa avcıyı avlamanın en mantıklı yol olduğunu söyleyebiliyordu. Ancak bunu yapabilecek kadar kendisine güvenmiyordu. “Tengu. O adam, düşün alice, Orrendeus geldiğinde ve tüm kasaba kaçtığında onu derin bir uykuya yatıran ben değil miydim? Kokum üzerine sinmişken onu yem etmedim mi? Peki, neden farkında değil ve nasıl hayatta kaldı?” Alice sorunun cevabını bilmiyordu. Jonnarius ile karşılaştıktan sonra ondan saygı gören bir insanın Orrendeus’u alt edeceğine inanmak güç değildi. Ancak durum buysa çoktandır kafasını kurcalayan bir soruna, oldukça basit bir çözümü, birkaç saat önce arkasını dönüp gitmiş olduğunu kabullenmek istemiyordu. Düşüncelere dalmış ne yapacağını bilemez sayıklar ve yarısı yenmiş peynir dilimini kemirir haldeyken üzerine oturduğu kaya titremeye başladı.

Önce titredi ve sonra sarsıldı. Alice şaşkın bir çığlık attığında kaya çoktan ayaklanıp doğrulmuş etrafına bakınıyordu. Alice “Hadi ama bu kadarı da fazla” dedi kabullenmez bir şekilde. Oldukça yapılı ve üzeri yosun tutmuş bir golemin kafasıydı üzerine oturduğu. Golem yavaşça doğruldu ama sonraki hareketleri çevikti. Kalın kolunu hızla davetsiz misafirine doğru savurdu ve koca elinin içinde bedeninin yarısı kaybolan Alice’i kavrayıverdi. Kadının bedeninin alt kısmı güçlü bir şekilde sıkı sıkıya sarmalandığında nefesi kesildi. Golem aniden dondu ve yeniden bir kaya gibi görünür oldu ama halen onu tutmaya devam ediyordu. Bir ağacın ardından oldukça şık giyimli biri çıkana kadar Alice taştan elden kurtulmaya çalıştı ama insan bedeninin sağladığı güçle mümkün değildi. Saklandığı yerden çıkan figür yapılı değildi ama uzun boyluydu. Bir adamdı ama sesi sinir bozucu biçimde inceydi. Alice ondan yardım istemeden önce iki kez düşündü çünkü adam goleme yaklaşırken zerre korku hissetmiyor gibiydi.

“Ahaaa, bugünün ikinci avısınız güzel savaşçı. Ben golemlerin kırk altıncı ve tılsımların dördüncü ustası Altın Nefes Nehardin’im. Nefesim hep altın gibi olmalı anlıyorsun ya” dedi. Alice adamdan tiksindi. Bir büyücü ile karşılaşmak o gün umduğu son şeydi. Büyücüler Byakkoya’da genel olarak nefret edilen insanlardı. Herhangi bir insan büyücü olabilirdi ama çağırabileceği güç değişkenlik gösterirdi. Ayrıca en ufak ve basit efsun için bile onlarca yıllık eğitim ve odaklanma süreci gerekiyordu. Bu yüzden genelde kendilerini yaptıklarına ve çıraklarının eğitimine adayan ve başka kimseyi umursamayan insanlar olurlardı. Ancak Alice Nehardin denen bu adamın oyununa katıldı çünkü buradan geçen ve Bahful Raikoben ile alakalı buzdan bir kılıç taşıyan genç adamı görmüş olması muhtemeldi.

“Uşağın beni bırakırsa elbet hazinemi sana veririm yüce büyücü.” Dedi olabilecek en tatlı sesi ile. Normalde en az şüpheci insan bile bu kelimeler ve söyleniş biçimi karşısında bir şeyler hissederdi ama Nehardin adının önüne ona verilmiş tüm nişanları hak etmiş olsun ya da olmasın koyan kibirli ve aç gözlü bir büyücüydü. Tiz sesli büyücünün yüzü ufaktan kızardı ve sağ eli ile havada duran hayali bir halatı çekermiş gibi dururken sanki hafifçe gevşetti. Bunun sonucunda Alice bacaklarına tekrar kan gittiğini hissetti ve sözlerinin işe yaradığını anladı. “Hemen iki saat kuzeydeki bir kasabadan geliyorum yüce Nehardin, görmelisiniz büyük bir cenk olmuş. Ordular birbirlerini katletmişler ve her yere saçılan ganimetten bahsetmiyorum bile.” Dedi. Söylediklerinde birkaç açık bıraktı, bu durumu büyücünün aklını küçümsemek istemediği için oluşturdu çünkü büyücü doğal olarak onun bu savaşın bir kaçağı olduğunu düşünmeliydi. Üzerindeki zırhları izah etmek ile uğraşmak istemiyordu.

İnce yüzlü adam keçisakalını ovuşturdu ve dudak büktü. Tüm hareketleri öyle abartılı ve yapmacıktı ki Alice adamın yalan söylemekte pekte usta olmayan ama ilgisini saklamak isteyen biri olduğuna emin oldu. “Seni aşağıya indireceğim ama hepsi bu, kaçamazsın yoksa Furno seni ezer, anlıyor musun? Emir vermeme bile gerek yok, bunu sadece bir refleks olarak yapar.”

Alice tahmin edebiliyordu, daha önce de bir golem ile karşılaştığı olmuştu. Ancak Alice’in korktuğu şey bu değildi çünkü nasıl golem bu hareketini bir refleks olarak yapacaksa o da bir refleks ile efendisini ve taş yığınını o anda dondurabilirdi. Korku ile değil, kibir ve kendini beğenmişlik ile hasmının ağzından laf almaktı amacı. Adam ile aynı seviyeye geldiğinde golemin eli durdu ve tekrar sabitlendi. “Güzel, yukarı baktıkça boynum ağrıyor. Ahaaa, düşündüğüm kadar güzelmişsin. Gond pazarlarında bile satabilirim seni!”. Alice korkmuş gibi görünmek için elinden geleni yaptı. “Ne olursunuz yüce büyücü, eğer beni bırakırsanız size bahsettiğim kasabada gömdüğüm hazineyi gösterebilirim. Eğer beğenmezseniz beni tekrar satabilirsiniz üstelik! Ama sizden tek bir şey isterim, birini arıyorum. Beyaz bir kılıcı olan bir genç adam.” Dedi kelimeleri sonlara doğru yapmacık korkudan çok da yapmacık olmayan umutsuzluğa dönüşürken. Adam ona tekrar bir alıcı gözü ile baktı ve bu kez pohpohlanmaktan keyif alan büyücü değil de ciddi bir adam gibi görünür oldu. ‘Devam et’ der gibi bir hali vardı. Sanki bu genç adamın kim olduğunu anlatmasını istiyordu ama açık sözlü olmaktan kaçınıyordu.

“Bu adam tam bir şerefsizdir, ganimetin yarısından fazlasını ve kılıcı alarak kaçtı. Onun peşinden gidiyordum ama siz yüc-“ Adamın eli kalktı ve onu susturdu. “Tamam, anladım yeter bu kadar, söyle bana adın ne. Yalan söyleme çünkü anlarım.” Dedi. Alice bu son sözden sonra gülmemek için ciddi bir çaba sarf etmek zorunda kaldı. Her şey umduğu gibi gidiyordu. Bundan sonra büyücü ile olan konuşmasında ters gidecek hiçbir şey olamazdı. Adam zokayı yutmuştu. Alice memnundu ve konuşmaya devam edecekti ama garip bir şey oldu. Golemin onu tutan eli aniden kavramaz hale geldi ve ufalanan kayalar çakıllara, çakıllar da toprağa dönüşürken büyücünün yüzünde gece açan kırmızı nilüferlere benzeyen ama yalnızca biraz daha geniş bir şaşkınlık belirdi.

Alice üzerine yığılan taşlar ve kumu silkelemek ile uğraşamadan önce dönüp bir baktı ve “Yeter ama neden bu benim başıma gelmek zorunda?” dedi bağırdığının farkına bile varmadan. Gördüğü şey Tengu idi. Elinde alacalı ve siyah gölgeler ile kaplı dev bir kılıç vardı. Daha önce gördüğü dev çelik slabı benzeri kılıçtan farklıydı. Eğimliydi ve savrulduğunda neredeyse tam bir yarım daire gibi kıvrılıyordu. Her kesikte kılıcın çizdiği yay gerisinde ince bir gölgeden iz bırakıyordu ve o ize temas eden ne varsa ikinci deva kesiliyordu.

Tengu’nun gözü dönmüştü. Yaptığı şeyin sonuçları umurunda bile değildi, saldırdığı taş yığınını tereyağıymış gibi doğradı. Çaresiz golem sağ kalan yumruğunu ona savurduğunda gölgelerden oluşan gülle gibi bir kılıcın gücü ile çarpıştı. Etrafa saçılan gölgeler havai fişekler gibiydi. Düştüğü yerlerde çimenleri siyah alevler gibi yakıyordu ve görünüşe bakılırsa sönmüyorlardı. Tengu elindeki silahın ne olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyordu ama ona ayak uydurabilmiş olmasından memnundu. Hadrhune’a daha sonra teşekkür edecekti. Zaten uzun süredir sessizdi. Sevdiği insanı bir golemin elinde kapana kısılı görmekten duyduğu öfke golemin dört metreden geniş kafasını tek seferde gövdesinden ayırana kadar dinmedi. Dönüp Alice’e bakmaya, ona zarar gelmiş olmasından korkuyordu.

“Seni aptal!” diye bir çığlık duydu bir yardım figanının aksine. Topraktan bir tepeyi yarıp çıkan toz içindeki kadın hiç de mutlu görünmüyordu. Tengu nerede hata yaptığını bilmiyordu ama ne olursa olsun Alice’i sağ salim görmekten mutluydu. Alice durdu ve acele ile etrafına bakındı. Bir şey arıyor gibiydi. Sahi oraya geldiğinde bir adam ile konuşuyordu. “Nehardin nerede? Tengu bul onu, buzdan kılıçlı adamın yerini biliyor.” Dedi hızla. Tengu büyücüyü aramaya gitmedi.

Alice kendisine uzanan elin yardımı ile toprak yığınından çıkabildiğinde ikili ancak o zaman kaçan büyücüyü aramaya başladılar. Tengu’nun az önce Alice’e uzattığı eli kılıcı taşıyan eliydi. Tamamen yanıklar içindeydi ama Alice bakarken o anda bile hızla iyileşiyordu.

“Üçüncü tılsım nişanıymış, pabucumun büyücüsü” dedi sinirle atmosferi dağıtmak için. Tengu onu daha önce hiç böyle görmediğinden olsa gerek bir garip bakıyordu. Alice kendisini toparladı ve nispeten sakin bir şekilde ona sordu, “Gelmen neden bu kadar sürdü?”. Tengu’nun kaygılı bakışları tekrar Hadrhune’un soğuk ifadesine dönüştüler, “Embesil arkadaşım dört yüz küsur bedeni tek tek gömmenin akıllıca bir eylem olduğu fikrine kapıldı. Bana kalsa Bahful’un yarım kalan işini halledip küle çevirirdik” dedi.

Alice ile adam yürürlerken Alice’i yumuşatan şey, adamın golem ile kafa kafaya kendisi için korkusuzca savaştığının bilincine varmış olması değildi. Ya da gecikmiş olmasının sebebinin aslında onlara karşı hiçbir sorumluluğunun olmadığı insanları gömmüş olması da değildi. Bunu Hadrhune en soğuk ifade ile dile getirirken eflatun gözlerden yaşlar akmasıydı. Alice o güne kadar yaptığı ve yalnız geçen yılların tozlandırdığı yolculuğunu düşündü de. Böylesi sanki daha iyiydi.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-19
Gönderen: cankutpotter - 03 Eylül 2010, 23:22:28
Vay canına, çok güzel bir hikaye. Şimdilik sadece beş bölümünü okuyabildim. Hepsini okuduğumda elimden gelen uzun yorumu yapamaya çalışacağım... :)
Başlık: Tengu: Bölüm 20
Gönderen: Nihbrin - 25 Eylül 2010, 00:24:23
Bölüm 20:

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/09/lake_town_before_war2.png)

Ozetreth karmaşık mizaçlı bir büyücüydü. Bunun başlıca sebebi kimilerine göre birden çok kişiliği memnuniyet ile taşıması ve her birinin bir ötekinin kendilerine has güçlerinden yararlanmasıydı. Hiçbir meslektaşı Ozetreth ile yollarının çakışmasını istemezdi. Ozetreth’in, geçmişi nereye dayandığı bilinmeyen, eski bir davranışı vardı, büyücülerin belli şeyleri yapmasını sevmez ve bunlara katı yöntemler ile engel olurdu. Byakkoya gezegeninin hiçbir ülkesinde, hiçbir şehirde büyücülere ait bir lonca yoktu, olmadı ve olmayacaktı. Buna rağmen tarih boyunca kudreti ozanların dağlar ve gök ile kıyaslayamadığı kadar büyük nice büyücü, araştırmalarına boğularak oldukça içe kapalı ve basit hayatlar sürdüler. Sözsüz ve yazısız bir kanuna dayalı düzenleri vardı; Ozetreth’e bulaşma.

Ozetreth gücünü diğerlerini ezmek için kullananları tamamen kişisel sebeplerden ötürü rahatsız edici bulurdu. Başkalarına ciddi zararlar vermedikleri ve hatta verseler bile bunu güçlerini kullanmadan yaptıkları sürece hiçbir meslektaşı ile alıp veremediği olmazdı. Ne var ki Ozetreth kimse ona bulaşmak istemese bile bizzat diğerlerine bulaşırdı. Şüphelendiği büyücüleri gizlice takip eder ve gerekirse uyarırdı. Eğer uygun olduğunu düşünürse hasmını en hazırlıksız olduğu anda yakalayarak infaz ettiğine dair söylentiler bile vardı. Ancak bunun gerçek olduğuna tamamen emin olan onlarca büyücüden oluşan bir heyet bile ellerinde somut kanıtlar olmasına rağmen, Ozetreth’in önüne çıktıklarında, hiçbir yaptırım gücüne sahip olmadıklarını onun sevimli ve kendinden emin gülümsemesini gördüklerinde anlayabiliyorlardı.

Ozetreth Byakkoya’nın kemiklerinden bile eskiydi. Hep gençti ve diğer büyücülerin aksine kendisine sonsuz bir öz güven sahibiydi. Asla arkasından bıçaklanacağını düşünerek duvara yaslı oturup uyumazdı. Hiçbir zaman ardını kollayacak bir savaşçı tutmaz ve asla gücünü gerekmedikçe sergilemezdi. Sıradan insanların önünde sıradan bir genç adamdı. Yine de büyücüler gibi gücü kullanmasını bilmeyen insanlar da ondan içgüdüsel olarak çekinirlerdi. Ozetreth davranış olarak olağan tavırlar sergilese de en anlayışsız insanın bile ondan sakınmasına sebep olan bir havaya sahipti. İçki ve tütün tüketmez, yaşının gösterdiği gibi konuşmaz bir iyilik gördüğünde teşekkür etmez ve aynı şekilde beklemezdi. Sanki hiçbir canlının onun gözünde tek bir su damlası kadar bile değeri yoktu.

Ozetreth size öyle bir bakardı ki ruhunuzun en içi alazlanırdı. Arzulasa kalbinizi sadece o bakışları ile söküp, göz kapaklarını yumduğunda da midesine indirecekmiş gibi olurdunuz. Efsaneye göre Byakkoya üzerinde kimse onunla on dakikadan uzun bir konuşma sürdürebilmiş değildidir. Kimileri onun kendisini gizleyen bir radohin olduğunu iddia ediyorsa da doğruluğu su götürür. Kesin olan tek şey, büyücü Ozetreth’in bir insan olmadığı gerçeğidir.

***

Ozetreth sağ eli ile havaya kaldırarak en yakın meşeye yasladığı altın nefes Neshardin’in boynunu zarifçe kırdı. Neshardin’in dehşet ile açılmış gözlerinden sarı, soluk bir buhar kümesi çıkarken Ozetreth adamı yere indirdi ve boşalan eli ile havada asılı kalan buhar kümesini yavaşça kavradı. Eli alev alırken tiz ve yankılanan sessiz bir çığlık tüm ormanı sardı. Sessizdi ama duyulmayacak gibi değildi. “Şimdi, sıra yanardönerli kılıcını savurarak etrafta dolaşan şempanze ile tanışmaya geldi” dedi kendi kendine, yapacağı bir sonraki şeyi düşünürken. Neshardin’in ölü bedenini bırakıp giderken adamı yasladığı ağaç önce hafifçe çıtırdadı ve ardından tam ortasından yarılarak her yere talaş ve kıymıklar saçtı.

Tengu yaklaşık bir gündür Alice ile sessiz bir yürüyüş içindeydi. Kendisi yorulmuyordu ve zor acıkıyordu ama görünüşe bakılırsa Alice bunlara ek olarak gittikçe hızlanıyordu. Adam kadını yavaşlattığını düşünmeye başlamadan edemedi. Ayrıca Hadrhune uzun sessizliği bozacak gibi değildi ve Alice’in de konuşmaya pek niyeti yoktu.

Hadrhune ile aynı bedeni paylaşmaya başladıklarından beri Tengu belki isteyerek belki de istemeden aklında hayali bir mekan yarattı. Öyle ki bu konaklama yerinde Hadrhune ile konuşabiliyordu ve o rahatsız edici geriye bastırılma hissini duyumsamıyordu. Basitçe yıldızlı bir gecede ateş yakılmış basit bir kamp yeriydi. Hadrhune bedeni yönettiğinde yere yatırılmış bir kütüğe oturur beklerdi. Bazı zamanlar Hadrhune da onunla oturmaya gelirdi. Böyle olduğunda sanki bedeni ikisi birden ortak bir irade ile yönetiyorlarmış gibi hissederdi. Alice ile yürürlerken işte bu zamanlardan birini yaşıyordu Tengu.

Hadrhune karşısına oturdu ve gölgelerden oluşan bedenini Tengu’un bedenine biraz olsun benzeterek yeşil parlak gözlerini ona dikti. Direk olarak konuya girdi. Tengu’ya göre bir şeyler Hadrhune’u bir süredir oldukça rahatsız ediyordu. Golem ile olan karşılaşmasından beri aylar geçmişti ve bu süre zarfında kasabadan kasabaya Alice’in peşinde dolanmışlardı. Alice Tengu’ya alışmıştı ama sanki o yokmuş gibi davranıyordu. Daha onun ne aradığını bile bilmiyorlardı.

“Ne yapıyoruz böyle ha? Ona âşık isen bunu söylemelisin, karşılık verir veya vermez – ki bunu düşünmek dahi biraz hayalperestlik gibi geliyor bana- sonuçta bu senin hayatın ve karar vermek bana düşmez ama sinirimi bozuyorsun be adam. Geri kalan ömrünü seni bir orman sincabından daha çok düşünmeyen birisinin peşinde dolaşarak mı geçireceksin?” dedi iğneleme dolu sesiyle. Tengu onun ne demek istediğini biliyordu. Yaptığı aptalcaydı ama uyandığında en sevdiği kişiyi bir kol mesafesinde bulabilmek tek başına onun için yeterliydi. Gümüş saçlı kadının ona karşı aynı hisleri beslemediğine adı gibi emindi ve Tengu’nun ne düşündüğünü dilsiz olmasına rağmen Alice’in de bildiğinden şüphe etmiyordu. Nihayetinde kaç erkek tek kelime etmeden ve ona el uzatmadan bir kadını yüzlerce kilometre takip eder ve büyücüler ile onların golemlerinden kurtarır?

Bu düşüncesini Tengu dile getirmeden de Hadrhune ateş başındaki mekanlarında duyumsayabiliyordu. Tengu yavaşça ama güçlü bir şekilde konuşmadan derdini anlatabilmeyi benimsemişti. Eskiden nasıl ustası onu anlayabiliyorsa artık bu yeteneğe sahip olmayan insanlar ve hatta hayvanlar dahi Tengu’nun ne söylediğini akıllarında duyabiliyorlardı. Bu durum Hadrhune’un günlük yaşamdaki kaçınılmaz gerekliliğini de ortadan kaldırmıştı kaldırmasına ama Alice ile gittikleri kasabalarda başlarda pek hoş karşılanmadılar.

Bunun yanında Tengu ile Alice nereye giderlerse gitsinler oradan ayrılırlarken arkalarında iyi birer izlenim bıraktılar. Ne kadar kötü karşılanırlarsa karşılansınlar ve gittikleri yer ne kadar kalabalık olursa olsun onlar hep hatırlanan kişiler oldular. Bunun Alice’in gerçekten çok güzel olması veya Tengu’nun büyüklüğü ile ilgisi yoktu. İnsanlara yardım ediyorlardı ve hiçbir karşılık beklemiyorlardı. İkilinin gittikleri yerlerde tek istedikleri şey bilgiydi. Kendisine altın nefes diyen bir büyücüyü arıyorlardı.

Normalde Byakkoya da kimse bir büyücüyü aramazdı. Bu bas bayağı delilik olarak kabul edilirdi çünkü bir toprak lordu dışında kimsenin onlara ihtiyacı olmazdı. Büyücüler hayatı geri getiremezlerdi, Gond rahipleri gibi iyileştirme güçleri bile yoktu. Ellerinden ancak ve ancak yıkım gelirdi. Yaratmayı amaçladıklarında bile ortaya çıkan şey her zaman daha çok yıkıma sebep olurdu. Kasaba ve köy insanları Alice ile Tengu’yu her defasında deli olarak görmeyi seçtiler. Ancak birkaç gün konakladıklarında Tengu’nun ertesi sabaha onlarca at nalını onarması ve Alice’in dağlardan onlara buz getirmesi tuhaftır, istisnasız, yüreklerini ısıtırdı. İkili her gittikleri yerde ihtiyaç olunan bir şeyler buluyorlardı. Tengu’nun mizacı yardım edebilecekken yardım etmemeyi kabul edemiyordu ve Alice için ilgilenilmesi gereken birkaç eşkıya veya koyunları tehdit eden aç kurt sürüsünün hakkından gelmek sorun olmuyordu.

Sonuç olarak gittikleri her yerde bedava aş ve çatı bulabiliyorlardı ancak büyücüden eser yoktu. Ara sıra hakkında bilgi sahibi olabilecek insanlara buzdan kılıcı bir genç adamı da sormuyor değillerdi fakat bu soru ya korku ya da anlamazlık dolu bakışlara sebep oldu. Korkanların yüreklerinden geçeni Hadrhune söküp alabiliyordu ama asla elle tutulur bir bilgi olmazdı.

Ortada olan ve sahip oldukları tek bilgi kısa zaman içinde Radohinler arasında tek bir insan yüzünden büyük bir savaşın patlak vermesi ihtimaliydi. Her nasıl olduysa birileri büyük bir tezgah hazırlamıştı. Sönmüş intikam ateşleri geri yakılmış, gönlü daha büyük zenginliklerin hayalleri ile dolu krallar yüreklendirilmiş ve savaş meydanlarının tozu alınmıştı. Tüm parmaklar Ramuthra’yı katleden kılıçlıyı gösteriyordu. “Wilvarin’in kılıcı” demişti Alice bir ara. Hadrhune Tengu’ya bahsi geçen Wilvarin’in kim olduğunu anlattığında Tengu’nun kalbi hüzünle doldu.

Günün sonunda varmak istedikleri noktaya varmışlardı. Savaş için yanıp tutuşan paralı askerlerin ve paranın kokusunu alan fahişelerin cirit attığı birkaç saate kadar alevler içinde kalacak bir kasabaydı. Basitçe kasabanın toprak lordu krala vergi vermeyi reddetmişti. Kral öteki lordlarının ona karşı saygınlığını kazanmak için yaklaşan büyük savaş öncesi bu kafa tutan çıbana bir ders vermek istiyordu. Ne var ki lordun paralı askerlerden toparladığı ordu bile kraliyet birliklerinin üçte biriydi. Çıban büyüktü ve rahatsız edici olmaktan fazlasıydı. Lord ekstra mükafat karşılığı paralı askerlerinin krala katılmasını önermişti ancak kral bunu gururuna yediremedi ve birliklerini bölerek lordun ikamet ettiği kasabaya yürüyüşe geçti.

Paralı askerler para için hayatlarını ortaya koyarlardı ama aptal değillerdi de. Söylenti çabuk yayıldı, lord bir büyücü kiralamıştı. Söylenti öyle büyüdü ki dört yüz kilometre uzaktan Alice ile Tengu bile bunun izini sürme ihtiyacı güttüler. Tengu daha önce gerçek bir savaşın ortasında bulunmuş değildi ancak ortama ayak uydurabilecek biriydi. Alice ise sanki oldukça tecrübeliydi. Zaman kaybetmeden paralı askerlerin başvuru yaptıkları standı bulmasını bildi ve isimlerini yazdırarak ödemelerinin yarısını peşin alabildiler. Tengu ona gerçekten savaşıp savaşmayacaklarını bile sordu ama Alice ciddi bir tavır ile hayırladı. Sadece kalabalığa karışmalılardı. Hangi gruba ait olduklarını gösteren bir kol bandıydı tek ihtiyaçları.

Alice’in söylediğine göre sonraki adım büyücüye ait taze söylentiler bulmaktı. Onun gerçekten varsa nerede konakladığını, potansiyel suikastçılar oldukları düşünülmeden, öğrenmelilerdi. İkili sert cevizlerden bir şeyler sökmeleri gerektiğinde Tengu’nun kaba kuvvetini kullanıyorlardı. Ancak pis ve gözü fır dönen tipler Alice’İn işiydi. Kadın gerektiğinde gerçekten iffetini kullanabiliyordu. Ancak fazla uzayan ellerin buz kestiği de olmadık şey değildi. Kraliyet birlikleri ufukta belirdiğinde hava tekrar kararmaya başlamıştı bile ve onların elleri boştu.

Alice ve Tengu sıkça baş başa kalırlardı. Bu zamanların büyük kısmı koyu bir sessizlik ile boyanır ve öyle kolayca ortadan kalkmazdı. Kasabanın derme çatma tahta surlarının birkaç kilometre ötesinde kralın askerlerinin meşaleleri geceyi renklendirirken ikisi bir duvarın ardında onlara emanet edilmiş oldukça adi silahlarını kuşanmış biçimde omuz omuza bekliyorlardı. Sessizlik yine hüküm sürerken Hadrhune artık buna gerçekten dayanamadığına karar verdi. “Biliyor musun Alice, Tengu’nun büyük annesi onun düşündüğü gibi biri olmayabilir” dedi aniden.

İkisi de bu hızlı çıkışa bir anlam veremediler ve bakıştılar. Eflatun gözlerin içinde yeşil bir parlama belirdi ve Tengu’nun bedeni konuşmaya devam etti, “Alice, sen pek bilmiyorsun ama Tengu hep böyle değildi. Aslında bir insan için bile oldukça zavallıydı. Ona bir insan gibi davranan ve onu eğiten tek bir kişi vardı, babaannesi. Tengu’ya acıdığı için midir dersin? Hmm, hayır hiç sanmıyorum. Bence o Tengu’nun aslında ne olduğunu bildiği için böyle davranıyordu.” Dedi hınzırca.

Tengu’nun sözleri ikilinin sırtlarını verdikleri duvar kenarının sağından yaklaşan ağır bir his ile kesildi. Öyle ağır bir havaydı ki solumak için gerçekten çaba sarf etmek gerekiyordu. Sanki tüm oksijen emilmiş ve yerine su basılmıştı. Yine de nefes alabiliyordunuz ama bu kez de düşünmek zorlaşıyordu. Hadrhune sadece ağzının değil tüm bedenin yönetimini ele alana kadar Tengu yutkunamadı bile. Adam aklındaki ortasında iç ısıtan bir ateş yanan mekanına geri çekilirken Hadrhune’un söylediklerinin ne anlama geldiğini düşünmeden edemedi.

Ozetreth onları burada bulmayı ummuyordu. Aradığı adamın bir büyücü olduğunu düşünüyorsa da elinde yeterince kanıt yoktu ve geçen bir ay boyunca izlediği üzere insanlara sadece yardımcı olmuştu. Tam izlemeyi bırakıp keyif için bir iş kabul ettiğinde savaşın ortasında bu adamı da bulmak ilgi çekiciydi. Aslında toprak lorduna yardım edeceği yoktu. Parayı alıp arkasına bile bakmadan gidecekti, sonuçta sadece orada bulunmak için söz vermişti, savaşmak için değil. Ancak kendisine Tengu diyen bu adamı oldukça kötü hazırlanmış bir mızrak ile görünce merakını bastıramadı. ‘Savaşacak ama büyü kullanmayacak mı? Neden?” Ozetreth onu anlamıyordu. Yanındaki kadını da anlamıyordu ama onun bir radohin olduğunu ta Gond’dan anlayabilirdi. Radohinlerin işlerine bulaşmayı pek sevmezdi ama ikili ile konuşmaya karar verdi.

İlk fark ettiği şey adamın mizacının birden bire tamamen değiştiği oldu. Kadın aynıydı, ikili onun varlığı altında ezilip bükülmeden akıllarına mukayyet olabiliyorlardı. Omuz omuza verip duvar yanında sıra olmuş yüzlerce paralı asker o anda ya delirmek üzere ya da baygındılar. Ozetreth bir yerde gereğinden uzun kalmamasının gerekliliğini can sıkıcı buluyordu. Ancak bu ikisi ile yeterince doyurucu bir diyalog kurabileceğini düşünmeden edemedi.

Hadrhune ayağa kalktı. Karşısındaki bir insan olamazdı, çok güçlüydü. Hiçbir insan bu kadar gücü bir şeyleri feda etmeden zapt edemezdi. Koyu mavi yeleği ve siyah bol pantolonu ile sıradan bir görüntü sunan sıradan bir gençti. Hadrhune konuya direk girmeyi severdi, vurulmadan önce vurmayı da severdi ama en çok umulmadık bir cümle sarf etmekten haz duyardı. Karşılarındaki mavi yelekli adamın gözlerinde bir an için gördüğü kıvılcım ona eğlenceli bir koz vermişti.

“Huzurunuzda bulunmaktan onur duyarım, üzerinizde Zhyn Zhenephret’in mührünü taşıdığınızı görmeden edemedim. Adınızı bağışlayabilir misiniz? Benim adım Tengu’dur, bu da sevgili yol arkadaşım Kuzey’in Buz Nefes Alice’i”. Kesintisiz cümlesi bittiğinde Tengu’nun yüzünde muzaffer bir gülümseme olduğuna emindi Hadrhune. Bunu bastıramıyordu, Tengu’nun bedenine hapsolduğundan beri karşılaştığı en kudretli varlığın beklenmedik bir karşılık görmesi onun için inanılmaz eğlenceliydi. Eğer konuşanın Hadrhune olduğunu öğrenirse mavi yelekli adamın ne yapacağını da ayrıca merak ediyordu çünkü o ana kadar Tengu’ya karşı sadece merakla karışık bir küçümseme duyumsadığına emindi.

Ozethret binlerce yıllık ömründe nadiren bu denli şaşırmıştır. Saniyelerce ne diyeceğini bilemedi. Byakkoya da nefes alan herhangi birinin Zhyn’in tam adını korkusuzca zikredebileceğine inanamıyordu. Bu bir yana ondan başka birilerinin efendisi Zhyn’in adını bilmesi bile tam bir fiyaskoydu.

Ozetreth tek bir varlığa hizmet ederdi. Ne sesini, ne cismini ne varlığını duyumsadığı ama orada olduğundan gücü sayesinde emin olduğu Zyhn Zhenephret. Sadece kendisine sakladığı Grimore’sinde onun imzası vardır. Geleneksel büyünün aksine büyücünün direk olarak iç enerjisini değil önce çevresindeki enerjiyi kontrol ederek içine çekmesini ve ardından kullanmasını öğütlerdi. Sonuçta hiç tükenmeyen bir yaşam enerjisi ile hayatına sonsuz gibi gelen bu süre boyunca devam etmiş olan Ozetreth birilerinin daha usta Zhyn’den haberdar olmasını şaşkınlıkla karşıladı. Kendi gücüne olan sonsuz güveni alelade bir insanın bir çırpıda söylediği şeyler altında zorlanarak sınanıyordu. Tez vakit Tengu’nun kimliği ile ilgili daha ayrıntılı bilgiye sahip olmalıydı.

Ancak Hadrhune harika bir zamanlama duygusuna sahipti ve bir sonraki dakikada ilk mancınık güllesinin tam olarak nereye isabet edeceğini kestirebilirdi. Yanı başlarındaki ev ilk gülle ile yerle bir olurken yüce Ozetreth aklına gelen sayısız suali yuttu ve kendisine olan anlık şüphesinden doğan öfkesini aslında amaçlamamış olsa da kraliyet birliklerine doğru yönlendirmeye karar verdi. Tengu bekleyebilirdi. Birlikler üzerilerine gelen mavi alev toplarına anlam veremeden bakarlarken ölüm başlarına gelecek en basit şeydi.
[*]Aslında bu bölümde özellikle anlatmak istediğim bir mevzu vardı ama 21'e erteledim. Lotro yüzünden gecikiyor bölümler ama koyubeyaz dışında son bölüme kadar okumuş olan da henüz yok sanırım.[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-20
Gönderen: KoyuBeyaz - 25 Eylül 2010, 13:18:45
Geçen bölümdeki radohinin ani ölümünden sonra bu adamın geleceğini de pek parlak görmedim ben.  ;D

Önceki bölümde Nehardin yazmışsın, bu bölümde Neshardin olunca 'bu kim yahu?' dedim. Bir harf değişik olmasına rağmen anımsayamamamı da aradan geçen uzun süreye veriyorum gerçi.

Bölüm çok güzel olmuş gene, Tengu ile Alice'in bir arada nasıl dolaştıklarını falan merak ediyordum açıkçası. Oldukça ilginç bir durumları var ve okumak garip bir zevk veriyor bu üçünün hikayesini. Bilmiyorum artık karakterlerle oldukça samimi hale geldiğimizden midir, okurken bir sonraki hamlelerini tahmin etmeye çalışıyorum refleks olarak.

LOTRO konusunda sonuna kadar hak veriyorum ayrıca. Ama Byakkoya daha ilgi çekici.[*]Online versiyonundan tabi.[/*]
Başlık: Tengu: Bölüm 21
Gönderen: Nihbrin - 14 Ekim 2010, 23:28:01
Bölüm 21[*]Kısa oldu bu kez biliyorum ama bir noktadan sonra devam edesim gelmedi. "Sonrası haftaya" tarzı oldu azıcık, pislik oldu.[/*]

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/10/freedom2.png)

Jonnarius bacaklarını sarkıttığı kilisenin balkonundan aşağıdaki kalabalığı izliyordu. İnsan bedeninde olmayı seviyordu, küçük olmak ama güçlü olmak farklıydı. Büyük olmak sorumluluk gerektiriyordu. Büyük olmayı hiçbir zaman kendisi istemedi, bu ona verilen bir lütuftu. Öyle ki pek çok Radohin’in doğduğu gibi gelmedi dünyaya. Farklılığı bundandı belki. Sıradan Radohinler bir kardinal yönün efendisi olsalar dahi ancak ve ancak iki yol ile oldukları şey haline gelebilirlerdi, ya da aralarında bilinen buydu. İlki her canlı türün sahip olduğu üreme yeteneğiydi. Üreyemeyen bir organizma canlı kabul edilemez fikri evrenin temel kanunlarından biriydi ve Jonnarius bunun bilincindeydi. İkinci yol aslında bir lanetti. Özü eskilere dayanan bir lanetti ama orada olmasının bir sebebi vardı. Radohinler bir zamanlar kendi renkleri ve yöntemleri yüzünden aralarında öyle büyük savaşlar verdiler ki sayıları dramatik biçimde azaldı. Bir dönüm noktasında ya türlerinin devamlılığını garantilemek için bir anlaşmaya varacaklardı ya da son damla kan dökülene kadar savaşmaya devam edeceklerdi.

Jonnarius bir fikir ile çıka geldi. Zaten lanet de ona aitti. Kanında çok az bir miktar bile olsa asalet taşıyan herhangi bir canlı, radohin külünü sindirerek bir radohine dönüşme yeteneği kazanacaktı. Bu aklı az bir tilki de olabilirdi, bir evsiz ve kimsesiz insan da. Gerekli olan tek koşul asaletti. Nadir bulunurdu. Fikri ortaya sürdüğünde ağzından çıkanları dinleyen ve hayatta olan tüm radohinler tüm kelimeleri beğendiler. Egoları okşandığında radohin veya insan, fark etmiyordu. Fikir hem her birinin gururunu güçlendirdi hem de korkularını söndürdü. Geriye tek bir radohin bile kalmış olsa, hatta yüz yıllar önce ölmüş bir radohinin külü bile kalmış olsa tür devam edebilecekti.

Her biri laneti kabullendi ve lanet bundan güç aldı. Ancak Jonnarius hepsinden bir şey gizledi, asaletin yanında bir şart daha gerektirdi lanet. Güç ikinci unsur oldu, yaşama arzusu ile dolup taşmalıydı külü hazmeden kişi. Son çare olarak veya daha fazlasını istediği için yemeliydi külü. Bu sayede zayıf iradeli veya bencil olmayan, sadece güç için daha fazlasını isteyen ve laneti kendisinden sonraki nesillere de taşıyacak nicelerinin önü açılmış oldu.

Jonnarius işte bu iki koşulun da dışında bir radohindi. Annesi veya babası yoktu. Küllerden doğmadı ama yaşamı boyunca binlerce torunu oldu. Nefesi ile ölen ejderhalar pek çok yenisine hayat verdi. Jonnarius bir saf kandı. İlk beş radohinden biriydi. Kızılların atasıydı ve hep öyle kalacaktı. Kilisenin tepesinde otururken beşinin yaratıldığı günü dünmüşçesine anımsıyordu. Aşağıda karınca sürüsü gibi yürüyen on binlercesi gibi çamur ve havadan değildi eti. Kardeşlerinden Ramuthra’nın ölümü ile o anda bile sarsılmış haldeydi. Onun da ölümlü olduğu hiç bu denli güçle yüzüne vurulmamıştı. Byakkoya’da gözlerini açtığı ilk anı hep hatırladı ve hatırlayacaktı.

***

Zhyn Zhenephret çok yaşlı bir adamdı. Sesi eski ama sağlam bir kemanın tınısı gibiydi. Sanki gözleri artık görmüyordu ve kamburu develeri kıskandıracak cinstendi. Her adımı acı doluydu, hayatından bezmiş gibi bir hali vardı. Nasıl bakılırsa bakılsın zamanı bitmek üzereymiş izlenimi yaratıyordu “Evlatlarım, ömrümde gördüğüm en güzel şeylersiniz. Hayatta olduğunuz için sizler ile gurur duyuyorum.” Dedi mutlulukla. Birkaç gözyaşı bile döktü. Dairesel bir salonun ortasındaydı, beş eşit aralıkla, beş beşikte, beş sürüngen yavrusu yatıyordu. Beşiklerin içleri yumurta değil bir tür plasenta kalıntısı ile doluydu. Sayısız denemenin en son ve mükemmelliğe ulaşmış haliydi bu beşi. “Size birer ad vermeliyim. Adsız tek bir canlı bile yoktur ama sizin doğal birer adınız yok. Nehrin adı, dağın adı veya her bir ağacın adı kendinde saklıyken sizinkiler yoklukta salınıyor olmalılar. Sizi yokluktan çekip çıkardım, bunu bilin. Karanlığın yok olmuşlukla kaplı tarlalarında yürüyen adamın krallığında hak ettiğinizi bulamazdınız.

“Senin adın Silvan, Doğu’nun zümrüt radohini olasın.” Dedi sırtında ve kuyruğuna yakın bölgesinde toplam iki çift kanadı olan yeşil ejderhaya. Silvan minik burnu ile elini başına koymuş adamı sevgiyle dürttü. “Senin adın Selvarin, Kuzey’in buz nefesi olasın.” Beyaz ejderha yavrusunun gözlerinde merak vardı. Günlerin neler getireceğini bilmemenin huzursuzluğunu o anda bile taşıyordu. “Senin adın Bahful, Batı’nın topaz radohini olasın.” Bahful temkinliydi, duygularını gizlemeye çalışıyordu ama gençliğinin daha en başındaydı. Kırmızı tenli sürüngene yaklaştı yaşlı adam, “Adın Jonnarius’dur, Güney’in alev yürekli radohini olasın.”. Son olarak siyah pullu öfkeli görünen ejderhaya yaklaştı adam. Ona dokunmadı, çekinir gibi bir hali vardı. “Seni ben yaratmadım, ruhunda topraklarına adım atıp çıktığım hükümdarlığın izini taşırsın. Yine de bunu seçen sen değildin, görevim seni isimlendirmektir. Adın Ramuthra ola gelsin, hiçbir kardinal yöne hizmet etmeyesin, Abyss senin evindir. Kardeşlerin arasındaki dengeyi ne pahasına olursa olsun koruyacaksın.” Dedi eski günlerinden nefesine akıp gelen genç ve tok sesi ile Zhyn.

“Her biriniz benim kendi alevimden hayat buldunuz. Ben bile ölümlüyüm, Diğer her canlı gibi. Gerçek tek bir ölümsüz ile tanışabildim ama sırrını bana söylemedi. Ölümsüzlüğü sizinle buldum. Mirasıma, kendinize saygı gösterin. İnsanların üzerinde kalın ve aşağıya inmeyin. Bir kere onların entrikalarına karışırsanız lekelenirsiniz. Toprağa basmayan melekler gibi olun. Nefesinizi tek bir toprak evladı için bile harcamayın, ben Zhyn, hepinizi son nefesimi verirken uyarıyorum. Sevgi ile yaşayın ve onsuz ölmeyin.” Son sözüne kadar kamburunu hiçe sayarak dimdik duran yaşlı adam ağzını kapattı ve derin bir soluk verdi. Yavaşça ve usulca yere yıkılırken ejder yavruları aslında o anda gereksiz hale gelmiş beşiklerinden fırlayıp adamın yanına gittiler. Jonnarius hariç hepsi ağladı. Jonnarius güçlüydü, kendisi için yaşamayacak kadar güçlü.

***

Kilisenin balkon manzarasında kızıl ejderin gözüne bir şey takıldı. İki insan sokak boyunca yürüyorlardı, aradığı şey onlardı, tüm gündür bekliyordu. Şehrin dışına çıkıyor gibiydiler. Bir hafta önce ikili gerçek üstü bir savaştan sağ çıkmışlardı ve o vakitten beri Jonnarius onları arıyordu.

Yaratıcısı Zhyn’in yaşayan tek çırağının da karıştığı basit bir dukalık kavgası adeta bir kainatlar muharebesine dönmüştü. Savaşın vuku bulduğu topraklar uzun yıllar ekin vermeyecekti. Jonnarius’un Tengu ile Alice’i izlemekte belirli bir sebebi vardı ve koruyucu meleklik görevi ilk kez gerçekten gerekli olmuştu. Aslında ne yaptığını düşündükçe artık bunamaya başlayıp başlamadığını merak ediyordu. Yarattığı radohin lanetini kalbinde yakıp kül etmiş bir insan ve radohin kimliğini sadece bir yadigar olarak saklayan öteki.

Ozethret, ustası Zhyn kadar güçlü müydü Jonnarius bilmiyordu. Tek bildiği herhangi bir radikal nesnenin, olayın veya kişinin onu her nasılsa gerçekten çok sinirlendirdiği gerçeğiydi. Ozethreth’in güç sözlerinde, kadim radohin, korku ve öfkeyi kolayca okuyabildiğinde işlerin pisleşeceğini hemen anladı.

Ramuthra’nın ölümünden beri Tengu’nun benliğinde kapalı, sağlam bir duvar duyumsar olmuştu. Yıkılmaz ve ardı görülmez, güçlü bir duvardı bu. Ardındakinin yani bu duvarı ören kişinin, Tengu’ya ait bir benlik olmadığına Jonnarius emindi. Merak ettiği şey Jonnarius’un yüzlerce yıldır planladığı projenin bu duvarın ardındaki kişi tarafından sekteye uğratılıp uğratılamayacağıydı. Gerekirse Tengu’nun sınırlarını zorlaması gerekecekti bu istilacıyı ortaya çıkarmak için. Ancak o güne daha uzun zaman olduğunu umuyordu Jonnarius.

Kızıl radohin halen insan suretinde balkonda anılara dalmış vaziyetteyken yanı başında bir iç çekiş duydu. Tekrar düşündüğünde bunun daha çok bir pipodan alınan nefes olduğunu gördü. Kol mesafesi kadar uzağında siyahlı bir adam oturmuş aynı onun gibi bacaklarını balkondan aşağıya sarkıtmıştı. Geldiğini duyumsamamıştı bile.

Piposunun ağızlığı uzun ve kavisliydi. Onu tutan ellerinde parmaklarını açıkta bırakmayacak biçimde sargılar vardı, sanki değişme zamanları gelmişti. Adamın kafası görünmüyordu çünkü geniş ve derin bir başlık takıyordu. Jonnarius’un burnuna adamın kokusu geldiğinde bir şeyler söylemesi gerekmediğini düşündü. Öyle rahatlatıcı bir doğal kokusu vardı ki kesinlikle insan olamazdı, dumandan ayrı bir esanstı. Kalp atışları havadaki tüm molekülleri ahenge sokuyordu. Düşünceleri bulutların ardındaki göğü daha mavi kılıyordu. Konuştuğunda kış sonrası ilkbahar kuşlarının sesini duyduğuna yemin edebilirdi yaşlı radohin. Her şeyin en güzel yanı, adamın tüm bu hisleri tamamen istem dışı uyandırmasıydı.

“Çırağıma ilgi gösterdiğini artık görmezden gelemem öyle değil mi? Kimsin sen? Aklın gölgeli ve kalbinde korkunun sessizliği var.” Adam kadim ejderhayı can elinden vurmuş gibiydi çünkü insan suretli yüzünden an için bile olsa şaşkınlığın imgesi geçti. “Onları koruman beni duygulandırdı. Az daha canından olacaktın. O mavi alev topları can acıtır, bilirim.” Dedi kıkırdayarak. Ardından piposundan derin bir nefes çekti. Çıkan duman sanki neşe doluydu.

Jonnarius adamın kim olduğunu bilmiyordu ama bir fikri vardı. Onu Tengu ile sık sık bir arada gördüğü zamanlar olmuştu. Ondan ‘çırak’ olarak bahsettiğine göre zarar verecek birisi olamazdı. Kaldı ki bu adam birisine zarar vereceğini ciddi biçimde beyan etseydi bile radohin büyük olasılık ile ona inanmazdı. “Ölüm senin için ne ifade eder efendi? Sözünü ettiğin korkum ölümden kudret alır.” dedi. Adamın cevabı Jonnarius’un emin olmasını sağlayacaktı. “Ölüm yaşamdır, yaşam ise ölüm. Biri ötekinin yarısıdır. Birini inkar etmek veya ötekinden korkmak nice ömürleri trajediye sürükledi ve sürükleyecek. İşleyiş bunu emreder, düzen bunu buyurur.” Dedi sanki belli bir metinden alıntı yapıyormuşçasına.

Jonnarius cevaptan memnun kaldı. Bir şekilde kendi kalbindeki korkuyu dağıtmasına yardımcı oldu belki bilinmez. O hiç korkmazdı. Korkuyu tanımazdı. Yaratıcısının sözlerini düşündü, “…Ölümsüzlüğü sizinle buldum…”. Bu adamın yaratıcısının son konuşmasında bahsettiği ölümsüz kişi olduğuna her bahse giderdi. Tengu’yu emin ellere bıraktığına memnundu. Yüreği neşe ile doldu. “Ona iyi bak olur mu efendi?” dedi balkonda ayağa kalkarken. Adam piposunun külünü usulca balkondan aşağıya boca etti ve kalkmadan sordu. “Kimsin sen? Eğer benim adımı talep ediyorsan bilesin, aslında hiçbir adım yok. Ne yokluğun tarlalarında yürüdüm ne de ışığın elinde beden buldum.” Dedi merakla ama üsteleyerek. Kadın kendisini balkondan aşağıya bırakırken kollarını açtı ve tek bir kelime söyledi.

“Babaannesiyim”
Başlık: Tengu: Bölüm 22
Gönderen: Nihbrin - 18 Ekim 2010, 02:08:58
Bölüm 22

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/10/cellardoor2.png)

Sıradanlık çizgisinin ötesine düşmüş bir benliğin karşılaştığı yeni anlamsızlıkları kabullenmesi ile başlamış bir yolcuktu aslında olup biten. Bilinmezliğin gölgesinde kalan anılar bir çift parlak yeşil gözün dikkatinden kaçmadılar. Hadrhune zamanı çizgisel algılamazdı. Tengu’nun aklı ise herhangi bir insanın sahip olduğu ile yakından uzaktan yakınlık taşımıyordu. Zaman çizelgelerinin başlangıç ve bitiş noktaları birbirlerine girip budaklanmış haldeydi.

Fiziksel açıdan ilk göze batan şey mükemmellikti. Tek bir gereksiz mutasyon veya organik düzensizlik yoktu. Evrenin hiçbir yerinde evrimin hangi basamağında ve yolunda olursa olsun bu denli ortamına uyum sağlamak için tasarı bulmuş bir insan vücudu yoktu, biliyordu.

Sinir hücrelerinin kendini onarmadaki güçlüğü bedendeki her bir hücrenin her işi yapabilecek nitelikte olması ile aşılmıştı. Sanki en basit deri hücresi bile bir kök hücresiydi. Tengu uyurken Hadrhune onun sinirlerinin sonsuz derinliklerinde keşfe çıkardı. Tengu’nun devimsi bedeni, tırnağına kadar bir beyindi aslında. Uyku halindeki Tengu’nun bilincini gizlice takip ederdi çünkü kaybolmak inanılmaz kolaydı. Anılarına açılan gizli kapılar ve duvar çatlaklarını bulmak için bunu yapmak zorundaydı. İşte sorun burada başlıyordu, Tengu’nun bedeni fazla mükemmeldi.

Tek bir kusur bile gözlemleyemedi. Bir anıya açılan kapıyı araladığında ona görünmeden sıvışması olanaksızdı. Tüm travmalar sanki güzelce alçı ile kapatılmıştılar. Bir defasında Tengu kâbus görürken bunun bir parçasıymış gibi sıvışmaya çalıştı ancak az daha zavallı adam aklını yitirecekti. Hadrhune’un varlığı en büyük kâbuslardan biriydi. Gerçek yüzüne kendisi bile aynada bakamıyordu.

Hadrhune bu aşamada bir çıkar yol bulmak için olasılıkları değerlendirdiğinde Tengu’nun bedeninin Byakkoya standartlarına uymadığı gerçeğini başlangıç noktası olarak seçti. Onun anahtarcı, yani Tengu’nun deyişi ile Esrod tarafından tasarlanmış olduğu ilk akla gelen ihtimaldi. Genelde ilk akla gelen doğru olandır ancak Hadrhune kozmik düşünür. Basitleştirme düşük kapasiteli ve ölümlü akılların potansiyeli en yüksek olasılığa, en iyi değerler ile en kısa zamanda, varmaları adına müthiş bir yol olsa da Hadrhune için bu komik bir seçenekti.

Kilitli olmayan güncel anılarda Esrod’a dair eline geçirebildiği her sahneyi inceledi. Esrod’un Tengu ile konuştuğu anlarda o üçüncü bir şahıs olarak izlerken siyahlı adamın ona doğru konuştuğu ve sanki Hadrhune oradaymış gibi cevaplar verdiğini dehşet ile fark etti. Adam her yerde üstündü. Her anın, her anının, her ruhun ve düşüncenin anahtarı onun elindeydi ve kilitli mekânlara umarsızca girmekten çekinmiyordu. Hadrhune onu kıskanmaktan kendini alamadı. Zaten her şey onun için böyle başlamamış mıydı? Esrod denen adama denk olmak istiyordu. Her şeyini yokluğun efendisine verip özgür kaldığında en tepeye çıkabilmişti ama halen bir şeyler tersti. Çıktığı yer sadece görebildiklerinin en tepesiydi hepsi bu. Göremediği kadar uzakta başka zirveler vardı. Bir güvercin uçabilse bile bunu dünya da yapmak zorundaydı.

Şimdiki hali aklına geldikçe öfkelenmiyor değildi. Tengu ile olan karşılaşmasında hiç böyle olmasını amaçlamamıştı. Ters giden neydi peki? Unutmak istediği o andı, buna emindi. Tengu kılıcı vasıtası ile onunla konuşmamış mıydı? “Yeter bu kadar savaştığın” dememiş miydi tüm içtenliği ile ona?

Tengu’nun aklının dehlizlerinde elinde kendisinin varlığa dair geri kalan her şeyini katletmiş kılıcı tutarak kilitli kapılara bakıyordu. Kılıç çok büyüktü ama Tengu onu tahta bir sopaymış gibi savurabiliyordu. Hayır, tahta ve keskin bir kılıç gibi belki ama basit bir iş değildi.

Aylardır Hadrhune Tengu’nun aklında o uyurken işte bunları tekrar tekrar yaşıyordu çünkü hiç uyumazdı. Yapacak bir şeyler ile oyalanmalıydı. Kılıcın kendisinde olduğu gerçeğini ondan saklıyordu çünkü kılıç Hadrhune’un tek çıkış yoluydu. Bunun sebebi kılıcın bir şeyin anahtarı olmasıydı. Anılarda bunu kesin bir şekilde kanıtlayabilmişti, sadece neyin anahtarı olduğunu bilmiyordu hepsi bu.

Öyle ki Esrod’un enigmatik bir fenomen olsa bile en azından tanımlanabilir bir belli bir doğası vardı. Hadrhune bu gerçeği ölümlü hayatının sonunda elde ettiği değerli bir kitaptan öğrenmişti. Düzene dair her şeyi simgeleyen tek bir noktaydı bu adam.

Güneşlerin yüreklerinde açan çiçeklerin esansının, onların ve nice diğer taşların özü olduğu. Olanların, olmayacaklara fısıldadığı günün başlangıcında, bilinenlerin unutulduğu. Yiten özün düşecek çukur bulamadığı. Tek bir alevin solmadan önce, umudu yarattığı. Yaratılışın tekrardan, atıfta her defada, kararsız kaldığı. İsimsiz olanın. Evet, onun, hepsi onun. Yokluk onun. O istemez. Elleri boştur. Bir elinde kadersizliği taşır, dokunmaya korkar sevse de. Ötekinde bilinmeyeni. Denge onunla vuku bulur ve asla bozulmaz. O dengedir.

O kendisi değildir


Hadrhune cümleleri sayısız defa delicesine ölçüp biçtiğini hatırlıyordu. Kitabın öteki hiç bir sayfasında bu adama dair başka betimleme veya gönderme yoktu. Anlayabildiği kadarı ile Esrod pek çoğunun taptığı tek tanrı değildi. Çoğunun taptığı sayısız tanrılardan biri de değildi. Sahi bir tanrıyı tanrı yapan neydi ki? Bunu biliyordu çünkü “O kendisi değildir” özellikle vurgulanmış durumdaydı. Kendisi olan tek şey bir tanrıdır çünkü er ya da geç özü sorgulanan diğer tüm canlı ve cansızların kökeni bir yaratıcıya gider. Ancak ilk sual de “kendisi” olmayı başaran biri tanrıdan başkası değildir.

Öte yandan kendisi olmadığını ilan ettiğinde bu, muazzam bir ihtimali de açık eder. Vurgulandığına göre bu ihtimal daha çok önem kazanır. İhtimal Hadrhune’a göre; Esrod bilinen her şeyin ve Obliu’nun hiçliğinin ötesinden bir ziyaretçidir. Esrod’un Kendisi olana ait olmaması Hadrhune için bile ürkütücüdür zira yaratılıştan üstün olma ihtimali göze batar.

Okuduğu kitabın anlamadığı pek çok kısmı vardı. Onu tekrar ellerine almak için anahtarlardan bile vazgeçebilirdi. Ancak az önce düşündüğü ihtimal, yani evrenlerden birinde yaratılıştan üstün olması olasılığı taşıyan birinin dolandığı ve onun gücüne gerçekten uğraşırsa sahip olabileceği ihtimali karanlıkta solmuş ruhunun tekrar bir genç adam gibi parlamasına sebep olabiliyordu. Şu bilinmeli ki Hadrhune var olan en büyük egolardan birine sahipti ve hep sahip olabileceğinden fazlasını istedi.

“Burada ne yapıyorsun?” dedi bir ses ona uzaklardan. Düşüncelerinden çekildiğinde Hadrhune Tengu’nun aklında birlikte oluşturdukları güvenli çayırlıkta birlikteydiler. Hazırlıksız yakalanmıştı. Uyuyor olması gerekirdi. Oraya neden geldiğini bile bilmiyordu, acaba en başından beri burada mıydılar? Ne kadar zamandır Tengu onu izliyordu. Hadrhune onun anılarının hepsine erişemiyordu ama acaba Tengu için de aynı durum geçerli miydi? Birden Hadrhune korktu. Gerçekten çok korktu. Kılıç elindeydi ve bir açıklama sunması gerekiyordu.

Aklına gelen ilk şey hiçbir uyarıda bulunmadan kılıç ile adamın özünü yok etmek oldu. Bunu neden daha önce denemediğini o anda bilmiyordu. Umursamıyordu. Panus adlı dev kılıç ile Tengu’nun aklındaki çayırlıkta oturduğu yatık kütükten kalktığında nedenini anımsadı.

O gözlerdi her şeyin sorumlusu. Kendisinden önce onu düşünen eflatun gözler. Tengu’nun aklında binlerce kilitli kapı vardı ama biri ötekilerden farklıydı, kapısı eflatun ve yarı saydam bir taştandı. Taşın üzerinde kudretli radohinlerin yaptığı savaşlar motiflenmişti. Kapı üzerindeki desenler istikrarlı bir şekilde ama yavaşça hareket ediyorlardı. Ara sıra Hadrhune oraya iner ve kapıyı izlerdi. Hep desenlerin bir anlam taşıyabileceğini düşünürdü. Çünkü biliyordu ki Tengu onunla ilk savaştığında bu eflatun gözlere sahip değildi. Yaptığı fedakârlık ile kendisinin bile farkında olmadığı bir kapıyı aralamıştı.

Kılıca son bir kez daha baktı, “Bu sanırım senin” dedi kendisi de inanamayarak. Esrod’a karşı yeni bir bahis oynayacaktı. Kapısında anahtar deliği olmayan bir kapıya sahipti Tengu ve ardında ne olduğunu Esrod bile bilemezdi. Hadrhune dramatik bir eylemde bulundu. Ta ki kapının açılacağı güne kadar Tengu’nun özü ile bir olmayı seçti. Zavallı Tengu tüm bunlardan habersiz sevinçle kılıcı aldı.

***

Tengu uyandı ve “Rüya?” dedi. O an dondu kaldı çünkü kendi sesini duymayalı sanki asırlar geçmişti. Yine de kendi sesi gibi değildi, yankılıydı. Anlamsız birkaç hece ile sesini kontrol etti. Hayır, kesinlikle bu kendi sesi değildi ama sesler çıkartabiliyordu. Nasıl bir yerde uyandığına baktı. Sırtını sert bir şeye dayamıştı.

Dönüp baktığında dövdüğü ilk ve son gerçek kılıcı gördü ve kalbi saf bir mutluluk ile doldu. Kafasına gelen bir tavuk kemiği ile gerçekliğe döndü, “Sessiz ol uyumaya çalışıyorum be adam.” Dedi Alice kaba ama şarkı gibi uykulu sesiyle. Ardından kısa bir sessizlik oldu ve “Hiiii!” şeklinde ufak bir nida koptu, “Konuşabiliyorsun! Hem de Hadrhune’un sesi ile değil!” Tengu, “Biliyorum, harika değil mi? Ancak garip, her şey çok farklı. Sana baktığımda ardında soğuğu görüyorum Alice.” Dedi düşünmeden.

Alice onun ne dediğini biliyordu ama bunu duymayı gecenin o vaktinde ormanın kalbinde ummuyordu. Radohinler türdeşleri ile karşılaştıklarında henüz kokularını rüzgar gibi bir dış etkenden dolayı alamamışsalar bile anlarlardı çünkü türdeşlerinin artlarında hizmet ettikleri kardinal yönü simgeleyen bir iz olurdu. Alice’in bunu Tengu’dan duymayı beklememesinin sebebi ise Tengu’nun ardında herhangi bir iz olmamasıydı. Yeni öğrendiği bu gerçeği kendisine sakladı ama o gece diğerlerinden daha huzurlu uyuyabildi. Tengu ile uzun uzun konuştuktan sonra adamın kendisine ait sesini duymak garip bir dinginlik sağlamıştı ona. Ertesi yarınların daha düzgün olacağını umut etmeyi isteyebiliyordu artık.

Ama önce Jonnarius defedilmeliydi.
[*]Yazarın Notu: Çok düşünsel oldu bölüm 22, affedin beni ey okuyanlar eğer sıktıysam bu kısımda. Olabildiğince anlaşılır yazmak için ciddi çaba sarf etmeme rağmen fuzuli cümlelerim olabilir. "Eh neden yayınladın böyle düşünüyorsan" diyecek olursanız, yazılması gerekiyordu bu aşamanın derim. Ayrıca 5000 kişiye teşekkür ederim hangi gerekçe ile olursa olsun bu başlığa tıkladıkları için ^^[/*]
Başlık: Tengu: Bölüm 23
Gönderen: Nihbrin - 22 Ekim 2010, 14:53:45
(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/10/malchizedek2.jpg)

Malchizedek genç rahibe, o farkında olmasa bile, çok önemli bir soru yöneltti. “Bir elin her şeye kadir olduğunu nasıl bilirsin?”

Sorunun cevabını oğlana hiç öğretmedi. Hiçbir rahip adayına öğretilmezdi, kendi cevaplarını bulmalarını istenirdi. Ancak bu oğlan özeldi. Ozethreth ile ilgili çok fazla havada kalan yorum vardı. Gond’un başrahibi Malchizedek halen onursal görevine devam ederken bunun gibi sorunlu çocukları eğitmeyi seçiyordu. Ona göre çürük bir hasata bile muhtaç insanlar vardı ve her zaman eldeki ürün kullanılmalıydı.

Oğlan kimsenin anlamadığı üslubu ile suale yanıt buldu. “Üç duruma uyup uymadığını incelerim. Öncelikle elin var olma koşulunu yerine getirmesi gerekir, irade gütmeli ve bir düşünce eğilimi olmalıdır. Eğer var olduğunu kanıtlayabilirse bu kez onu var eden bir önceki ele karşı herhangi bir karşı koyma gücü taşımalı veya üstünlüğünü haklı biçimde beyan etmeli. Son olarak elin varlığının herhangi bir aşamasında bu iki koşuldan birini veya ikisini yerine getirmeye son vermesi halinde tüm varlık süreci boyunca her şeye kadir olmamış kabul edilecektir.”

Monoton sesi noktasını koyar koymaz yine sessizliğe döndü. Malchizedek genişçe gülümsedi. Ozethreth’in bir gün çok büyük bir insan olacağını görebiliyordu ama hangi tepede bayrak dikeceğini kestiremiyordu. İyi veya kötüyü seçmek değildi onun durumu çünkü mantıklı olanı seçeceğini biliyordu. Mantıklı olan unsur günü geldiğinde diğer herkes için habis sonuçlar doğuracak olsa da yüreği her ceremeye katlanarak beynini dinleyecekti. İşte bu bir rahipte olması istenmeyen bir nitelikti ve Ozethreth bununla dolup taşıyordu. Ne var ki Malchizedek Byakkoya’nın yarısını insanların kalpleri adına gururla yönetiyordu ve bunu başarılı bir şekilde yerine getirmensin tek sebebi makul bir insan olmasıydı.

Ozethreth’i itmeye karar verdi. Aslında bırakın onursal başrahibi, herhangi bir insan bile on iki yaşında bir çocuğa böylesine bir ilham vermemeliydi. Çocuk ile Gond’un en gizli sırlarının saklı tutulduğu kütüphanenin teoloji bölümüne yürüdü. Gond bir rahip ülkesiydi ama halk herhangi bir dine inanmazdı. Yasak olduğundan değildi bu durum, isteyen istediğini yapmakta özgürdü. Genel öğreti insanın kendi gücünü takip etmesiydi ‘Göğsün kalkanın, gözlerin meşalen ve ellerin mızrağın olsun’ sözü savaş kökenli değildi. Rahiplerin her gün insanlara öğütlediği binlerce yıllık bir sözdü.

Malchizedek kemik oyma anahtarı ile anahtar deliğini pek zor buldu ama başardığında memnun bir ses çıkardı. Oğlan her zamanki gibi ifadesizdi. Aslında Ozethreth de herhangi bir on iki yaşındaki çocuk gibiydi. Ufak hayaller ile yaşıyordu, gelecek zamanların neler getireceğini çok umursamıyordu ve evet, onun için de kızlar anlaşılması en güç mantıksal çıkmazlardı.

İkili uzun zamandır girilmemiş gibi duran kitaplıklar arası dar koridorlarda dikkatle yürüdü. Kitapların hepsi sıkı ve ince zincirler ve üzerinde tuhaf semboller barındıran bal mumu mühürler ile kapatılmış çelik veya ahşap kutulara kilitlenmişlerdi. Oğlan bunun toza ve zamana karşı bir önlem mi olduğunu yoksa kitapların okunmasının gerçekten istenmemesinden mi kaynaklandığını merak etti.

Malchizedek hiç şaşırmadan aradığı kitabın olduğunu bildiği rafa doğru hızla ilerliyordu ama bir an onu takip eden ayakların seslerini duymaz oldu. Dönüp baktığında oğlanın ruhsuz bakışlarının yerini heyecan ve merakla dolu geniş gözlerin aldığını görerek neye baktığını görmek istedi. Yanına gitti ve bakışlarını takip etti. Ozethreth’in kafa hizasında, diğerleri gibi kilitli durmayan ve yerine öylece atılmış gibi duran deri kaplı bir kitap vardı. Nispeten inceydi ve adam ona bakarken ya kitabın orada olmaması ya da onların kitaba çok yakın durmaması gerektiğini hissetti. Kitabı eline alırken yaşına rağmen halen bir şeylerin onu ürkütebileceğini görerek eğlendi. Malchizedek ölümden hiç korkmazdı, ölümden korkunç şeyler de vardı.

Ancak kitabın esansı ölüm korkusu gibi içgüdüsel değildi. Uzaklardan gelen yabancı bir korkuydu bu, adsız ve tekinsiz. Ne zaman geleceği belli olmayan bir karganın parlak gözleri gibiydi en yakın tasvirle. Cildinde tek bir açıklama bile yoktu. Kapağı açmak istemiyordu ancak uzaktan oğlanın yavaşça uzanan elini görünce düşündüğü şeyden utandı. Bir an için nefsinin oğlanı oracıkta boğarak öldürmek istediğini son nefesine kadar unutmayacaktı.

Ozethreth de mantıksız bir eylemde bulunmaktan kendisini alamadığı için özüne öfkeliydi. Neden kitaba uzanmıştı? Neden Malchizedek ona öyle nefretle bakmıştı ve neden kitabı aldığı yere geri koymamış ve cebine indirmişti bilmek istiyordu.

“İşte sana göstermek istediğim kitap” dedi sanki az önce hiçbir şey yaşanmamış gibi yaşlı adam. Deri kaplı kitaptan beri yarım saat boyunca kütüphanede yürümüşlerdi. Oğlan da oyuna uydu çünkü kitap gözünün önünden kalkar kalkmaz sanki omuzlarından bir yük kalkmıştı. Bu yeni ve okunması baştan amaçlanan, ikinci kitap altından bir kutuya saklanmıştı ve altından bir cildi vardı. Bulunduğu raf yine ötekiler gibiydi ama sadece bu kitabı okumak için bile bir sunak vardı orada. Sunağın ebatları kitabın anormal genişlikteki cildine uygundu.

Malchizedek yanlarında getirdikleri bitmeye yüz tutmuş mum ile kütüphanenin her rafına istiflenmiş çalışma mumlarından birkaçını yaktı ve boşta duran duvar askılarına yerleştirdi. Ozethreth buna bakarak uzunca bir süre ikisinin orada takılacaklarını anladı. “Belirtmem gerekir ki görmekte olduğun kitap hiçbir byakkoyalı tarafından yazıla gelmemiştir. İçeriğindeki tüm fikirler gezegenin dışından bir hayalci tarafından yazılmışlar. Sadece hayal ederek yıldızlar arasında gezinen insanlar olduğunu unutma genç rahip. Kitabı okumak uzunc…” Adamın sesi önce yavaşça, sonra aniden kesildi. Ozethreth içgüdüsel olarak tek ışık kaynağına yani mumlara baktı ve alevlerinin dans etmediklerini gördüğünde ne olduğuna dair bir fikri oluştu. Zaman durmuştu.

Sunak benzeri tahta kürsüde kapağı açık bir kitap onu davet ediyordu. Halen bir eli ilk sayfasında olan yaşlı adam bedeni taş kesilmişken oldukça komik görünüyordu. Birden oğlanın aklına adamın cebindeki diğer kitap geldi. O kitabın imgesi aklında oluşur oluşmaz okumak için karşı koyulamaz bir çekim hissetmeye başladı. Yine o mantıksız davranış. Tüm gücü ile akan bir nehre karşı koymaya çalışıyor gibiydi. İşte o an aslında çok fazla şeyi değiştirmeyen ama Ozethreth’in hangi tepeye bayrak dikeceğini ve mantığının onu nereye götüreceğini belirleyen seçim yaşandı. Seçim Malchizedek’in cebindeki kitabın iradesinin tamamen zıttı bir karar ile son buldu ve Ozethreth onu reddetti.

Oğlan altın ciltli ve altın sandıklı kitaba dokunur dokunmaz zaman işleyişine devam etti. Yaşlı rahip şaşırdı, “Nasıl o kadar hızlı öne çı… Neyse önemli değil, gölgeler aldatıcı olabiliyor ve ben çok yaşlandım” dedi hafif yapmacık bir hüzünle. Oğlan onaylamaz şekilde başını salladı, “Tanıdığım en makul insansınız, yaşınız bunu bir nebze dahi değiştirmiyor” dedi zaten ortada olan bir hali vurgulamak istercesine. Ancak bilemezdi ki yaşlı bir adamı pek mutlu etmişti.

Ozethreth’in okumayı seçtiği kitabın adı “Zhyn Zenephreth & Dört Gardiyan” idi.

***

Gökten kül yağıyordu. Ne olmuştu öyle bilmiyordu ama Ozethreth’in her yanı deli gibi ağrıyordu. Ne kadar zamandır orada sırt üstü yattığını bilmiyordu ama yorgundu. Uzun yüz yıllardır kendisini bu kadar canlı hissettiğini anımsamıyordu. Acı ile gülümsedi ve doğruldu. Tüm kıyafeti, saçları ve yüzü kül kaplıydı ama onun umurunda değildi. Deli gibi gülmeye başladı. Morfin damarlarında dörtnala koşarken bu hissin keyfini çıkardı.

Etrafına şöyle bir bakındı. Her yanda etinden eser kalmamış insan kemikleri vardı. Zırhları ile yığınlar halinde dört bir yana saçılmışlardı. Bazı yerlerde küller olması gerektiği gibi siyahtı ama pek çok yerde koyu yeşil küller görebiliyordu. Bunların kendi eseri olduğunu hayal edebiliyordu. Daha önce hiç alev kullanmadığını düşündükçe daha da keyiflendi.

Sönmeye yüz tutan alevler arasında gezinirken aradığı şeyi buldu. Dev bir ayak iziydi bu. Bir ejderhaya aitti. Onlara bulaşmamak için elinden geleni yaptıktan sonra bulaşan taraf onlar olmuştu. Ozethreth bir canlının onun ölüm hükmünden kaçabilmiş olmasını sindirmekte güçlük çekmiyordu. Çekmesi gerekirmiş gibi geliyordu ama durum bu değildi. Mantıklı düşündü, bir radohin bile o adamı kurtarmak için canını ortaya koyduysa bilmediği bir veya daha çok değişken daha olmalıydı.

Tengu denkleminin boşluklarını doldurmaya çalışa dursun tek başına gezindiği savaş alanını güvenli yükseklikten kolaçan eden Bahful durumdan memnun değildi. “Büyücü hiç hesapta yoktu. Ne yapacaksın?” dedi gizleyemediği bir endişeyle taşıdığı genç adama. Adam onu telkin edercesine sakince, “Kaosun girdabında dönmeyi reddeden tek bir damla bile olamaz Bahful bunu anlamalısın. Şu anda üç ruhu olan doğmadan önce girdaba kendini atan bir başka cesede bakıyoruz hepsi bu. Savaşmak için her zaman bir diğer yarın olacak”

Ozethreth tepesinde dönen kanatların varlığını hissetmez olana kadar amaçsızca dolaştı. Büyücü tam onu izleyen radohinin terk etmeyeceğini düşünmeye başladı ki kuzeyde bir güç dalgalanması hissetti.  Temkinle dizinin üstüne çöktü ve eli ile toprağa dokundu. Gözlerini yumdu ve bu dalgalanmanın sebebini aradı. Aklı sayısız koruluğun arasından geçti, dağları aştı ve nehirleri yok saydı. Çok uzakta değildi ama derindi. Görüsü kaynağa yaklaştıkça yavaşlamak zorunda kaldı, fark edilmek istemiyordu. Bir kamp yerini gördüğünde paranoyak gibi dokuz yönü birden izlemeye aldı.

Güvenlikten emin olunca bedenini aklının olduğu yere taşıması sadece bir saniyesini aldı. Dalgalanmanın olduğunu duyumsadığı noktaya sadece birkaç metre uzaklıktaydı. Çalılar sıktı ve onun zamanı boldu. Kafasını uzattığında ummadığı bir şey ile karşılaştı. “Şansını pek bir zorluyorsun, büyücü” dedi aynı anda kulağına bir ses. Ozethreth duyduğu uyarı üzerine kılını bile oynatmadan dururken gördüğüne bakmaktan kendini alamıyordu.

Yine o adamdı, Tengu denen. Ancak farklı bir şey vardı. Onunla ilgili her şey değişikti. Nasıl bu kadar kısa zamanda böyle dramatik bir güç değişimine uğrayabilirdi ki? “Adı Ozethreth olansın öyle değil mi? Uzaklaşman için sana üç nefes süresi tanıyorum.” Dedi hemen ardındaki ses. Tengu’nun gözlerindeki ağırlıktan kendini aldığında sesin kaynağına döner gibi oldu, “Hayır, hayır, hayır. Bakmak yok yoksa eğlencesi kaçar. Ona zarar veremiyor olmaktan canın sıkılmaya başladı bunu görebiliyorum. Bu yüzden hem senin hem de onun iyiliği için bir şey yapacağım büyücü. Umarım alınmazsın.”

Ozethreth’in arkasına döndüğünde son gördüğü şey yüzüne doğru hızla gelen sargılı bir elin avuç içi oldu. Güçlü bir eldi. Direnmesi gereken bir efendisi yokmuş izlenimi yaratıyordu. Sargılar bol duruyorlardı ve bezlerin ardından elin teni görünüyordu. Ten yüzüne yapıştığında her şey alt üst oldu.

[*]Yazarın notu: Son üç bölümdür bölümler kısa kısa geliyorlar biliyorum. Yazmak istiyorum ama fikir olarak sıfırı tükettim. Kendiliğinden aklıma gelmesini beklediğim zamanlar uzun süre aralıkları almaya başladı ve ben bu hikayenin ilerlediğini görmem gerektiğini düşünüyorum. Ozethreth'e eğileceğim bir süre, Tengu'yu bırakmış değilim ama derinlik kazandırmam için Esrod, Alice, Tengu gibi kapsamlı en az bir karakter daha kazandırmalıyım.[/*]

Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-23
Gönderen: KoyuBeyaz - 22 Ekim 2010, 22:06:56
Son 3 bölümü üst üste okudum fakat sanırım bunu yapmamalıydım, sindirmek en az bir haftamı alacak gibi.

Şu aralar düzenli olarak yaptığım tek iş sanırım bu öyküyü takip etmek oldu. Yeri gelmişken teşekkürümü de edeyim sana. Tengu'nun farklı bir sesle de olsa tekrar konuşabilmesinden de son derece memnun oldum!

Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-23
Gönderen: Nihbrin - 23 Ekim 2010, 01:29:50
Aslında Tengu'ya sesini geri vermemem gerekiyordu ama konuşamıyor olması anlamını yitirince ben de kestim attım bu eksikliği. Buna ek olarak düşünüyorum da şimdi, Jonnarius ile Tengu'nun bağını daha önce yeterince gizleyip gizleyemediğim konusunda emin değilim. Yani arzuladığım darbeyi 21 de umarım vurabilmişimdir. İleriki birkaç bölüm boyunca yazmayı planladığım romantik bir kurgu var ve işin içinden çıkabilirsem ana hikayeye güzel bir ek oluşturacak. Bunu buraya yazıyorum çünkü bir ana hatta bağlı kalmam gerekiyor bir hafta sonra "nerede kalmıştım" dediğim zaman plansız bir devam kurgulamamam için. Okuduğun için her zamanki gibi teşekkürler koyu. Ayrıca geç, biliyorum ama teşekkür ederim yorumun için Cankutpotter.
Başlık: Tengu: Bölüm 24
Gönderen: Nihbrin - 30 Ekim 2010, 09:58:33
Bölüm 24

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/10/ozethreth_small.png)

“Ne kadar uzağa atlayabiliyorsun?” diye sordu Ozethreth’in arkadaşı Daleon heyecanla. Daleon tapınağın avlusunda yerleri süpürürken merdiven basamaklarını onar dokuzar tırmanarak çıkan arkadaşını görünce şaşırmıştı.

“Aşağıya doğru inmiyordun ama mızıkçılık yapma gördüm seni! Beni kandıramazsın, yukarıya çıkıyordun!” dedi üstelercesine bağırarak. Ozethreth durumdan rahatsız görünüyordu. Ne söyleyeceğini düşünüyormuş gibi bir hali vardı ama kelimeleri makul bir sıra ile karşısındakine sunmakta güçlük çekiyordu. “Gitmeliyim” diyerek arkasına bile bakmadan ana kapıya doğru koştuğunda Daleon bir an için öğrenebileceğini düşündüğüne bile şaşırdı. Ozethreth diğerleri ile öyle kolayca konuşan biri değildi.

Oğlan nefes nefese Malchizedek’i buldu ve konuşmak istediğini gizlice belirtti. Rahip şaşırdı çünkü oğlan konuşma talep eden taraf olmazdı hiç. Her defasında onu bulması gerektiğinde aramak için birilerini yollaması gerekiyordu.

Tenha sayılabilecek sessiz bir köşeye vardıklarında telaşlı görünen Ozethreth hızla konuşmaya başladı. “Daleon beni gördü! Dediğiniz gibi en az göze batacak şekilde manyetizma üzerinde çalışıyordum. Tapınağa su taşırken kullanmak aptallıktı. Biliyorsunuz bir aydan uzun süredir üzerinde çalışıyorum ve daha geçen hafta yeni hâkim olmaya başladım. Gücün gölgesi bile beni böylesine dikkatsizliğe sürükleyebiliyorsa belki de bundan vazgeçmelim usta?” dedi son olarak.

Malchizedek gülüyordu. “Gerçekten büyüdün. Daha her şeyin başı denilebilecek bir noktadasın evladım. Hata yapmakta özgür olamayacağın çizgiye henüz çok uzaksın. Çocuklar olayları büyütürler, tıpkı keskin farklarınız olmasına rağmen senin de şu anda yaptığın gibi Daleon da gördüğü her ne kadarı ise büyüterek anlatacaktır. Tabi eğer onu tanıyorsam bunu kendisine saklaması daha olası. Her neyse, eğer anlatırsa büyütecektir ve insanlar da onu yaratıcılığı için kutlayacaklar. Şimdi daha iyisin ya? Seni heyecanlı görmek her zaman eğlenceli ama kafanı çok takma. Bir gün zavallı Daleon’u tutuşturursan o zaman düşünürüz tamam mı? Dikkatli olma demiyorum yanlış anlama. Sorumluluk alarak bana anlatman bile kendini affetmen için yeterli. Yeter ki ileride aynı hatayı tekrarlama.”

***

“Kendimi hafif hissediyorum” dedi gayet sesli bir şekilde Ozethreth. Doğrulmaya kalktığında yerden birkaç santim yukarıda sırt üstü uzanıyor olduğunu gördü dehşetle. Tengu denen adamı bulmayı planladığı açıklığın kenarındaki çalılıkların arasındaydı. En son ne görmüştü öyle? Emin değildi ama kendisini her zamankine kıyasla rahat hissediyordu. Gücüne hâkim olamadığı zamanları geride bıraktığını sanıyordu ve o anda tek sıkıntısı buydu. ‘Ya kamp kuran veya geçen biri beni bu şekilde görseydi.’ Dedi dudak ısırarak. Açık alanda uykuya yatma sebebini hatırlamakta bile güçlük çekiyordu.

Durup kendisine gülmeye başlaması yarım dakikasını aldı. Malchizedek ile olan anılarına dönmek ona hep iyi geliyordu. Bu anıların sonu her ne kadar iyi bitmemiş olsa da binlerce yıldır en çok değer verdiği hazineleriydi onun. Toprağa bastı ve ne yapacağını düşündü.

İç çekti ve kendisini güvenli evlerinden birine yönlendirecek büyüyü aklında canlandırdı. Birkaç yüzyıl önce normalde bu işlem için yere herhangi bir şekilde çizilmesi icap eden rünleri kullanmamanın bir yolunu bulduğunda ne kadar sevindiğini hatırladı ister istemez. “Pratik olmayacaksa ne anlamı var?” diye düşünürdü hep. Büyüyü tamamladığında içgüdüsel olarak gözlerini kapatırdı. Öğrenme aşamasında, gözlerini ilk defasında açmayı denediğinde oldukça can sıkıcı bir deneyimi olmuştu çünkü az kalsın parlak ışık yüzünden kör oluyordu ve o zamanlar kendisini iyileştirme konusunda bu denli başarılı değildi.

Gözlerini açtığında aynı orman açıklığında olduğunu görerek kalakaldı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. O bir amatör değildi, ne aklında oluşturduğu rün imgesinde ne de büyünün güç sözlerinde bir hata vardı. Ancak o böylesine utanç verici ve umulmadık bir anlık başarısızlıktan sonra kendisini amatör yerine koydu ve ikinci defasında her şeyi kitabına uygun yaptı.

Toprağa kalın bir taş ile rünü çizdi ve belli noktalara ufak taşlar yerleştirdi. Sözleri bir dal parçası ile yere karaladıktan sonra tekrar üzerinden geçti ve bir hata olup olmadığını görmek için önce çizmek için kullandığı taşı rünün ortasına yerleştirerek onu birkaç metre öteye yollamayı denedi. Olmuyordu.

Durup dururken hata yapmaya başlayarak sonra da sebebini bulamaması saçmaydı. Anlamıyordu ama anlamaktan başka çaresi yoktu çünkü yürümek bir seçenek değildi. Farklı içerikli ve amaçlara hizmet eden çeşitli kütle-boyut türü büyüler denediyse de sanki gücü tükenmiş gibi hissetmekten kendisini alamıyordu. Git gide umutsuzluk arttı ve düşünme konusundaki kendisine olan saf güveninde çatlaklar oluşmaya başladı.

Başka bir büyü türü deneyerek kendini sınamaktan korkuyordu. Birden nasıl uyandığı geldi aklına. Yatarken bilinçaltında her nasılsa yer çekiminin vektörünü değiştirecek bir büyü kullanıyordu. Büyünün içeriğini ve kullanım alanlarını biliyordu ama bedenini başka bir yere taşıyamıyor olması bu durumda saçmaydı. Kütle çekimi ile aktarımı arasında doğrudan bir bağlantı vardı ve sorun her zaman doğadan bedenine aktardığı güçte olamazdı.

Aklını açtığı bu anda dehşet verici kurgu zincirinin farkına vardı. Önceki gece anımsamakta güçlük çektiği sahneyi dehşet ile gözünün önüne getirdi. Karşısına sadece kitabını okuyabildiği ustasının bahsettiği ölümsüz çıkagelmişti. Bu ölümsüz Tengu denen büyü kullanıcısına bulaşmaması için onu uyarmıştı ya da uyarı olarak değerlendirmenin o an için uygun olduğunu düşündüğü bir şeyler söylemişti. Ardından elindeki sargıları çözerek ona dokunmuştu.

“Hangi eli ile dokundu?” diye soruyordu kendi kendine sürekli orman açıklığında bağdaş kurmuş bir şekilde. Biliyordu ki bahsi geçen ölümsüzün pek çok diğer sıradan insanın algılamakta güçlük çekeceği bir kusuru vardı. Kendisi özel olarak zamanın başında yaratıla gelmiş olan her şeyden farklı bir zaman ve mekana aitti. Bunun sonucu olarak kadersizdi. Anlamı Ozethreth’in yaşadığı evrende ölümsüzün hiçbir dış etkenden, canlı veya canlı olmaları fark yaratmaksızın, etkilenmemesiydi. Üstelik simgesel olarak sadece kendi istediği kadar suyun akmasına izin veren bir tür barajdı ve su da zamandı. Bu özellikleri dışında aslında sıradan biriydi ama kusurunu iki elinden birisi ile – ki o anda hangisi olduğunu Ozethreth anımsayamıyordu – başkalarına kısmen aktarabiliyordu.

‘kısmen’ kelimesi burada önemliydi çünkü barajın akıtacağı suyu zaman değil de Ozethreth’in etrafındaki her hava molekülünden, nem taneciğinden ve güneş fotonundan çektiği güç olarak ayarlamış olması mümkündü. Bu durumda Ozethreth asla eskisi gibi büyü kullanamazdı. Asla.

Öğlen güneşi yükselirken Ozethreth halen bir çıkar yol bulabilmiş değildi. Yapabileceği şeyler sınırlıydı ama gözden kaçırdığı bir başka seçeneği olduğunu hissediyordu. Ya Tengu denen adamı ve yanında gezdirdiği radohini bulacak ve bir şekilde ölümsüze ulaşmayı deneyecekti ya da en yakın kasabaya kadar yürüyerek yaşlanarak öleceği sıradan bir yaşama ilk adımını atacaktı.

“Bir ihtimal daha var!” dedi derin ve gür bir ses sanki onun düşüncelerine izinsiz girercesine. Büyücü irkildi ama istifini bozmadı. Aynı şekilde oturmaya devam etti. Sesin onun delice yüzeye çıkmış iç sesi olabileceğinden korkmaya başladı ki ses devam etti, “Ölüme olan korkun seni buraya kadar getirdi. Kaderinin zincirlerinden koptuğunda benimle yüzleşebilecek kadar özgür oldun. Yanlış anlama, bu planladığım bir olay değil. Ben Ramuthra! Abyss’in radohini!” dedi dramatik bir vurguyla. Ozethreth tek kelime etmedi ama o anda gücünü kaybetmiş olmaktan korkmasına rağmen heyecanlandı.

Ramuthra’nın kısa zaman önce esrarengiz mavi radohin binicisi tarafından öldürüldüğünü sanıyordu. Tengu denen adamı takip ederken bir insan katliamından geri kalanlar ile karşılaştığını hatırlıyordu. Gördüklerini Ramuthra ile daha başka şeyler konuşmadan önce anlattı ve bir açıklama bekledi. Cevaba göre konuşanın gerçekten Ramuthra olup olmadığına veya değilse amacının ne olduğuna dair fikir sahibi olabilecekti.

Ramuthra buna verilecek olan cevabın havadan duyulan bir ses olmamasına karar vermiş olacak ki bedeni dört bir yandan gelerek hızla tek bir noktada buluşan koyu duman bulutlarıymışçasına birleşti. Sonunda yarı kadın yarı radohin gibi görünen bir yaratık çıktı ortaya. Zift karası saçları ve kanatları bedenini örtüyordu. Kuyruğu ormanın derinliklerinde kaybolacakmış gibi uzaklara gidiyordu. “Bazen ölüm bile ölebilir.” Dedi cevap olarak çarpık bir gülümseme ile karşısındaki şaşkın büyücüye.

Ozethreth gülerek karşılık verdi, “Seni her zaman bir erkek sandım, yaşlı ejderha.”
[*]Çok uykuluyum ama yine de yazmak istedim. Pek çok hata olabilir, okuyuculardan ricam bunlara mümkünse takılmamaları. Bir ara tekrar gözden geçireceğim ama hikaye olduğu gibi böyle kalır. Bu kısmı aradan çıkarmam gerekiyordu gerçekten yazmak istediğim şeye devam etmek için.[/*]

Başlık: Tengu: Bölüm 25
Gönderen: Nihbrin - 10 Kasım 2010, 01:58:47
Bölüm 25

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/11/the-shepherd-and-the-maiden-ghost_small.jpg)

Bir yaz sonu akşamıydı, sonbahar yakındı. Ilık bir güneş renklendiriyordu hâlâ, gökyüzünü. Çayırlar yabancı, altın gibi, bir ışıkla parıldadı ve vadilerden indi, gecenin yumuşak pusu. Bir sesin tınısı duyuldu havada, çobanı yerinden kalkmaya iten.

“Hangi tatlı ses şarkı söyleyebilir bu denli efkârlı bir tonda? Hangi hanım yalnız geziyor, fundalıklarda?”

Peşinden gitti şarkının, büyülenerek tınısından, alçalırken güneş ve uzarken gölgeler. Oturuyordu loş ışığında tanın, ışıldayan şelalenin yanında, yosunla kaplı bir taşın üstünde, bir genç kız, ağlayan.

“Nedendir bu kasvetli halin? Sana ne oldu? Hangi şarkıydı söylediğin, böylesine gam dolu?’

“Git buradan çoban, üzme yüreğini. Bana yardım edemezsiniz ne sen ne de hünerlerin. Ancak bir yaşlı adam ki, kalben hâlâ lekesiz olan bir oğlanın kestiği, asırlık bir ağaçtan yapılmış bir beşikte doğan, olabilirdi kurtarıcım, bunu eğer bilseydi.

***

Ozethreth irkildi çünkü hiç anımsamak istemediği bir görüyü anımsadı. Zhyn’in kitabında bir çobandan bahsedilirdi. Avare dolaşır ve tadılmamış duyguların peşinden giderdi. Yalnızlığın bile bir ağırlığı olduğunu anlatırdı çoğu zaman onun hikâyeleri veya aynı şarkıyı okuyan bahar yapraklarının gizlerini öğrenmeyi salık ederlerdi.

Ozethreth çoban ile ilgili tüm kısımlardan nefret ederdi çünkü onu hiç anlamazdı. Öğretileri takip edebiliyordu ama her şeyi doğru mu götürdüğünü ona anlatacak gerçek bir ustası hiç olmadı. Kitap ile her yıl kurumaya gün sayan ama ilkbaharda tekrar canlanan bir derenin üstünden geçen yalın taş köprüde ayaklarını sarkıtarak yıllarını geçirdi.

Ne suyun sesi, ne göğün kütlesi ne de nefesinin alevi onu çobanın hep etkilendiği gibi etkileyemedi. Çünkü bu hikâye farklıydı. Gün batımının hanımı derdi çobanın konuştuğu kadına kendince. Onun sırrını hiç öğrenememiş olmak bir şekilde Ozethreth’i hüzünlendirirdi. Hüznünün bulaşıcı olduğunu sonraları daha ciddi düşündüğünde kabullenebilecekti.

Ramuthra ile olan beklenmedik tanışmasını çoban ve gün batımı hanımının karşılaşmasına benzetti. Kendisini bu durumda hanımı simgeliyordu. Ramuthra karşısında dikilirken ne kadar güçsüz olduğunu tekrar fark etti. Çaresizdi, bir gün öncekinin zerresi kadar bile gücü yoktu. Ancak hüznü bundan gelmiyordu, çok uzun bir ömrü olmasına rağmen arzuladığı hiçbir şeyi tamamlayamamış olmaktan esef duyuyordu. Belki de hanımın sırrı bundan başka bir şey değildi ama bilemezdi.

“Söyle bana o vakit, gölgelerden bedeninle anlat, nedir bilmediğim yol acı dolu bir yeni hayatın başlangıcında adımlanacak?”

Ramuthra’nın kanatları zarifçe deriden kıyafetlere dönüştüler ve bedenini kapladılar. Buna rağmen herhangi bir erkeğin kalbini çalmakta hiçbir zorluk çekmezdi veya Ozethreth böyle hissetti. Kadim radohin onun karşısına dengi olarak oturdu ve gülümsedi. Gözlerini büyücünün gözlerinden ayırdı ve oturduğu çimenlere göz attı. Ellerini onlardan alamıyordu, sanki ömründe hiç toprağa dokunmadı ama o anda yapmayı anımsadı. Geçmiş bir yağmurun anısını çekti içine ve yumdu gözlerini. Konuştuğunda rüzgâr ile salınan çimenlerin danslarına son verdiklerine yemin edebilirdi.

“Çoğu bilmez, büyüleri okuyanlardan. Yedi adım vardır uykunun hükümdarlığına varan. Her birini bir hayalci yaratmıştır, en engin rüyaları ve kâbuslarından. Yedi hayalcinin ortak tek bir düşü ola gelmiştir, nefesini aldığın ve hayatını içtiğin dünyan. Elbet Byakkoya sadece biridir sayısız yıldızın arasından, hayalcilerin mevsimlerini tadan. İçinde hayal görülebilecek bir diyarı yani en korkunç ve kutsal zihinlerin beşiğini düşlemekti tek hataları ve kibirleri. Hayallerine kendilerini verdiler ve sonunda onunla bütünleştiler. Kendi yaratıcılarından o kadar uzaklaştılar ki gözden yittiklerinde geri dönüşleri olmadı.”

Gözlerini açtığında devam etti, “Ancak bir hisse vardır hikâyenin özünde.” Dedi kurnazca gülümseyerek. Davetkârca büyücünün kulağına eğildi yavaş ve sakince. “Diyarın her sakini hayal edebilirdi en az onlar kadar, derin” dedi tane tane ve sustu. Ramuthra zafer kazanmış bir general gibi duruyordu. Anlatılması gerekeni anlatmış bir ozan veya haberini son noktaya ulaştırmış bir postacı gibiydi. Ozethreth kendine söylenenlerden tek bir anlam çıkartabiliyordu ama bu anlamı daha anlamlı kılacak bir ipucu yoktu.

“Engin bir deniz var orada dersin bana. Bilmem yüzmesini ateşten yollarda yürüyen ben. Gölgelerle dolu ormandan kıyıya kadar, yürür müsün benimle karanlık hanım?” dedi usulca. Ramuthra bunu duyar duymaz ayağa kalktı ve elini oturan büyücüye uzattı. “Ölümün öldüğü yere gel benimle, her kalbin attığı denizden bir yudum al asla doymayacakmışçasına. Sonraki nefesinde, tekrar doğacaksın hiç yaşamamışçasına ve burada bir okyanus olacak” Dedi kalbini sağ eli ile göstererek ve yürüdüler birlikte, ormanın en derinlerine.

***

“Keyfin hiç olmadık şekilde yerinde Tengu.” Dedi sorgularcasına Alice. İkisi öyle sıkça sahip olmadıkları bir lüks ile yani at arabasıyla yolculuk ediyorlardı. Bir başka krallık ve bir başka savaştı yol aldıkları. Tengu neden savaştan savaşa gidip durduklarını Alice’e sormuyordu, kadın da ona anlatmıyordu. “Bu kılıcın adı Panus.” Dedi mutlulukla. “Eğer o olmasaydı şu anda senin yanında oturuyor olmazdım” dedi ağzı kulaklarında.


 Alice, Tengu kılıcını bulduğundan beri, onda gözle görülür hale gelen değişimi artık görmezden gelemiyordu. Ne eskisi kadar utangaçtı ne de suskun. Bu onu başlarda rahatsız etmiyordu çünkü Tengu’nun ona ne kadar önem verdiğini Hadrhune’un dokundurmalarına rağmen pek umursamamıştı. Ancak adam açık yüreklilikle ona her sabah, öğlen ve akşam ilanı aşk yapmaya başladığında, hal sinir bozucu olmaya başlamıştı.

İnsanlar ikiliyi önceleri hep silah arkadaşı veya mesafeli bir çift olarak görürlerdi ancak artık resmen karı koca muamelesi görüyorlardı. Alice kadınlığını hiçbir zaman duyumsamadı ve Tengu ile birlikte yolculuk yaparlarken de bunun üzerinde hiç düşünmedi. Ancak adamı karşısına alıp enli boylu konuşmasını gerektiren günün yaklaştığını hissediyordu ve belki de o günün çoktan gelip geçtiğinden korkuyordu. Alice dindar insanların bazı iyi yürekli ötekilerini adlandırdıkları şekilde bir ‘azize’ sayılabilirdi. Önemli olan tek şey amaçtı ve amaca hizmet etmeyen her şey fuzuliydi.

Kişisel benliğini Tengu onu Golemden ihtiyacı olmamasına rağmen kurtardığında mutlu olduğu için sorgular hale gelmişti. Neden mutlu olmuştu halen emin değildi. Dolayısıyla at arabasında genişçe gülümseyen yanı başında oturan zırhlı muhafızı ile kendisini rahatsız hissediyordu.

Aniden ikiliyi uyaran bir şey oldu ve yakından birkaç kuş aynı anda havalandılar. Tengu Alice’in kafasını sağ eli ile hızla aşağıya çektiğinde kadın şaşırdı çünkü kulağının yanından vınlayarak geçen ok az daha isabet edecekti. Neden bunu kendisi daha önce fark edememişti? Hızlı bir bakış attığında Tengu’nun sol yanında gövdesinde iki ve kolunda bir ok saplı olduğunu gördü. Adam bundan çok daha kötülerini atlatmış biriydi ancak işin garip yanı okların boyutlarıydı. Normal bir insan bu neredeyse mızrak boyutlarındaki okları fırlatmış olamazdı.

Buzdan iki geniş kalkan oluşturdu ve birini Tengu’ya verdi. İkinci ok sortisi geldiğinde hazırlıklıydılar. Tüm bunlar saniyeler içinde olduğunda oklar durdu ve sağlı sollu orman yolundan eşkıyalar inmeye başladılar. Adamların cüsseleri Tengu’ya eş değerdi. Alice saldırıya geçen insanların sayılarını görünce bir an panikledi çünkü insan formunda yanında, Tengu olmasına rağmen, bu kadar kişiyle başa çıkamazdı. Üstelik açık musluk gibi ağaçlardan yola sürekli yeni insanlar atlıyordu.

Tengu onun bir şey yapmak üzere olduğunu görünce soğuk kalkanını kenara bırakarak yavaşça Alice’e dur’ dercesine dokundu. Kadın merakla ona baktığında adam eğilip kulağına bir şey fısıldadı. Adamın yüzündeki alık gülümseme kayboldu ve gerçek savaşçı ruhu yüzeye çıktı. İşte Alice’in görmek istediği adam buydu. Söylediği şey onun söylemesini istediği şeydi.

At arabasında ayağa kalktığında nara atarak baltaları, mızrakları ve kılıçları ile onlara doğru gelen adamların tüm gürültüsünü bastıran bir çığlık attı. Öyle bir yankı oluştu ki sanki ağaçlar sese yol verircesine eğildiler. İki adam boyundaki ve bir adam genişliğindeki kılıcını çeken Tengu arabadan sıçrayarak indi. Öylece Alice ile eşkıyalar arasında dururken adamlar ne yapacaklarını bilemediler. Sayıca üstün olmalarına rağmen donup kalmışlardı. Bazılarından sidik kokuları bile yayıldı. Kanın dökülmesi kaçınılmazdı.
[*]Bu bölümümden aşırı derecede memnun kaldığımı belirtmeden edemeyeceğim, tüm gizem perdelerine rağmen.[/*][*]Buraya kadar okuduktan sonra hiç yorum yapmayanları Hadrhune'a vereceğim bak.[/*]
Başlık: Tengu: Bölüm 26
Gönderen: Nihbrin - 14 Kasım 2010, 15:37:41
Bölüm 26

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/11/kuronhi.png)

Çadıra giren habercinin bir kolu yerinde değildi ve adam kanlar içindeydi. Buna rağmen ağzından çıkan iki kelime ile tüm çadır sessizliğe büründü. Kur-onhi idi söylediği iki kelime. Ortak dilde kara iblis anlamına gelirdi ve Dobargon ülkesinin insanlarının mitlerinde en çok korkulan şeytani tanrının elçilerinden birisini simgelerdi. Byakkoya genel olarak üç büyük kıta ve her birini yöneten birer ülkeden oluşurdu. Bunlardan ikisi birbirlerine toprakla bağlıydılar, adları Gond ve Folun olmakla beraber Folun Gond’un aksine tek bir irade tarafından değil birleşik dukalık ve küçük krallıkların komünü halinde yönetiliyordu.

Dobargon ise denizlerin ötesinde yaşayan ve farklı bir lisanı benimsemiş olan ülkeydi. İnsanları yalçın ve güçlü olurlardı. Bir mızrak ile beş yüz metreden atış yaparak ülkelerinin en büyük yırtıcı ve kuş çeşidi hayvanlarından birisi olan ve telahar adı verilen dört kanatlı kartalı vurmak erkeklik ispatı olarak kabul edilirdi.

Barutun veya çeliğin inceliklerini bilmezlerdi ancak çıplak elleri ile bir boğayı boğabilirlerdi. Yüzlerce yıl önce bir Folun lordu gemileri ile çıktığı seferden bir avuç Dobargon insanı ile döndü. Folun topraklarına ilk gelişlerinin böyle olduğu bilinir ancak nasıl oldu da lordun boyunduruğundan kurtularak kendi topraklarını elde edebildiler kimse kestiremez.

Kan ve ateşe boyanmış Folun’un dağınık toprakları üzerinde hak talep etmekten çekinmeyen savaşçı ırkın ölmek üzere olan habercisi yere yığıldı ve çadırdaki emir erleri ile subayları sözsüz bir emirle çadırın dışına çıktılar. Ölen haberciyi hepsi de tanıyordu ve geldiği yönü biliyorlardı.

Kuşattıkları kalenin askerleri o yönden gelmiş olamazlardı. Ayrıca dışarıya sızmış biri de bu kadar kısa zamanda yardım getirmiş olamazdı çünkü en uzak beyliğin hudut kasabası bile dört günlük yürüyüş mesafesindeydi.

Etrafındakilere kıyasla daha giyinik olan Vodlun adlı teni siyaha çalan general habercinin geldiği tepeye baktı. Sanki kayaların ve ağaçların ardını görebilecekmiş gibi deler bakışlarını gören diğerleri silahlarına sarıldılar. Dinlenmeye çekilmiş olanları veya boşta duranları toplamaya giden iki emir eri hemen geri döndüler. Sayıca zayıf olmasına rağmen generali koruyan en az iki yüz kişilik silahlı bir birlik vardı artık.

Önce bir çeliğin yansımasını gördüler. Üçgen şekli çelik git gide büyüdü ve uzun bir gövdeyi müjdeledi. Sonrasındaysa üzerindeki zırhı kandan siyaha boyanmış ve bahsi geçen dev çeliği sağ eli ile omzuna dayamış ve neredeyse bir dobargonludan da iri adamı gördüler. Arkadan saldıran birliğin komutanı bu adam olmalıydı. Herkes soluklarını tuttu ve peşinden gelenleri görmeyi beklediler. Gerekirse her biri de Vodlun için kanlarını son damlalarına kadar verirlerdi.

Ancak bekledikleri olmadı. Beyaz saçları beline kadar dökülen zarif bir zırhlı kadından başka kimse yoktu. Üstelik o da bir kılıç bile taşımıyordu. Vodlun öyle sinirlendi ki ister istemez gülmeye başladı. Aklına gelen ilk mantıklı açıklama bir paralı asker birliğinin orman yolunu gözleyen grup ile karşılaştığı ve akılsızca cenge girdikleri yönündeydi. Bu ikisi de sağ kalanlardı.

Herkes Vodlun gibi düşünmüş olsa gerek ki gergin hava dağıldı ve en öndeki on kadar asker mızraklarını atış pozisyonunda tutarak generalin emrini bekler duruş aldılar. Vodlun gülmeye devam ediyordu, çadıra geri dönmeye meylederek ateş emrini verdi. Sağ kurtulmalarına rağmen düşmanın avucuna gelmeleri ne büyük aptallıktı böyle. Çadıra doğru yürürken gülüşü o adamın ifadesini görmesi ile durdu. Söz konusu adam bir dobargonlu değildi ve bir dobargonlunun yarısı kadar boyu ile Vodlun’un bugüne kadar gördüğü en iyi kılıç ustasıydı.

Onu birliğine özel koruması olarak aldığı günü unutmuyordu. Kılıcını kınından bile çekmeden, dört korumasını başlarından hayâlarına kadar ikiye ayırmıştı. Sadece para için herkesi ve her şeyi öldürebilecek adamlardandı. Adı Zeref idi, nereden geldiğini kimse bilmiyordu ama kılıç stili ne Folun ne de Dobargor için alışıla geldik değildi. Tek bir ince ancak gereğinden fazla uzun kılıç kullanırdı. Zırha çarpsa cam gibi kırılacakmış gibi hassas görünürdü ancak değdiği her şeyi ikiye bölebildiğini Vodlun çok iyi biliyordu.

Zeref ince yapılı, uzun düz siyah saçları omuzlarından dökülen bir adamdı ve hiç gülmezdi. İşte Vodlun’u korkutan da buydu, tepeden inen ikiliyi izlerken ve on adamı onlara mızraklarını fırlatırlarken Zeref sanki bu dünyadan olmayan bir gülümseme ile yönetim çadırının direklerinden birine dayanmış izliyordu. Vodlun bir an askerleri ve becerilerinden şüphe etti ve hedefe dönüp bakma ihtiyacı hissetti.

***

“Söylesene Alice, tüm bu kötülük nereden geliyor? Nereden sızıyor? Kim yapıyor bunları, nasıl izin veriyoruz?” dedi bitkin adam. Tengu dalgındı ve çok yavaş konuşuyordu. Tüm zırhı kanlar içindeydi ama tek bir damlası bile kendi kanı değildi. Kavganın başında aldığı üç ok yarası çoktan iyileşmişlerdi bile. Panus omzunda tepeyi çıkarken ak saçlı radohine bunu sordu. Alice gülümsedi, cevabını bulursan bana da söyle olur mu? Birlikte gidip belki hesabını sorarız.” Dedi. Tengu aylardır olmadığı kadar mutluydu çünkü uzun zamandır ilk kez Alice’i gülümserken görebilmişti.

Tepeyi çıktıklarında ikisinin de mutluluğu kayboldu. Baktıkları şey alevler içinde bir şehirdi. Kapıları koçbaşlarına bel veren, surları dökülmüş, içinden dumanlar yükselen ve kulelerinden tek bir ok atışı gelmeyen düşmek üzere bir şehirdi. Kendilerine yakın büyük bir çadır ve ilerisinde yüzlerce daha küçük çadır vardı. Ötesinde ağaçlardan bozma bir kazıklı çit ve ardında da şehir vardı. Tam teşekküllü bir kuşatmaydı bu ve kim bilir, belki de iki günden uzun süredir devam ediyordu ve başarıya ulaşmak üzereydi. Folun ülkesinin şehirleri, kaleleri kadar güçlü olmazlardı. Lordlar vergi isterlerdi ama karşılığını vermezlerdi.

Alice ve Tengu manzaradan kendilerini alabildiklerinde kendilerine doğru gelen on adet balista oku büyüklüğündeki mızrakları gördüler. Tengu çaba sarf etmeden kılıcını savurdu ve kılıç ile birlikte akan hava daha kılıç mızrakların tekine bile dokunmadan onları kıymıklarına kadar infilak ettirdi. Genişleyen kesici hava kavisi en öndeki iki askere kadar ulaştı ve zavallı adamlar neye uğradıklarını anlamadan ikiye bölünerek can verdiler.

Tüm müfreze ve diğer yedeklerden gelen askerler şok içindeydiler. Karşılarındaki adam bir büyücü müydü yoksa şövalye mi? Vodlun’un adeta dili tutuldu. Tepede dikilmiş duran adama bakarken yanından kızıl cüppesi ile Zeref hızla geçti gitti.

Tengu kendisine hızla gelmekte olan kırmızılı şekle odaklandı. Alice daha önce gördüğü kavgalardan tecrübe edindiği üzere oldukça geriye çekildi ve bekledi. Tengu kılıcı tek sağ eli ile tutarak ve sol elini ustasının gösterdiği bu hamleye sadık kalarak belinin ardına verdi. Byakkoya üzerindeki başka kimse yüzlerce kilogramlık çelik slabdan dövülme kılıcı ile eskrim yapamazdı. Duruşun birincil niteliği bedenin hedef olabilecek yüzey miktarını azaltmasıydı yani oldukça iyi bir defanstı. Öte yandan hızla, yanlamasına, delici bir darbe vurmak için etkili bir stildi. Dezavantajları sadece bunu görmüş olan rakipler karşısında ortaya çıkabiliyordu ve Tengu öyle birisi ile henüz tanışmadı.

Kırmızılı adam havaya sıçradı ve doğrudan Tengu’nun üzerine atladı. Tengu aldatmacayı bir an daha geç fark etseydi boynundan olacaktı. Havadaki kırmızı şey hasmı değil, çıkarıp fırlattığı cüppesiydi ve kendisi yerden kayarak geldi. Tek bir milimetre bile şaşmadan bir saniye önce Tengu’nun boynunun olması gereken boşluğu hızla doğradı. Kılıcını savurmak için koşarken kazandığı momentumu adam kendi ekseninde dönerek korudu ve ikinci bir darbe savurdu. Kılıçları buluştu.

Tengu yarısı kadar boydaki bu adamı fazla eksik sınadığını kısa sürede anladı. Eskrim hasmın stilini ilk saldırısında anlamak içindi ancak stilini bu adam karşısında değiştiremiyordu çünkü buna izin vermiyordu. Oysa sol elini öne atabilse ve çift el ile kavrayabilse daha emin salvoları olacaktı. Yarım dakikalık çarpışan çeliklerin dansı Tengu’nun uzun bir geri sıçrayışı ile ara buldu.

Tengu nefesine hâkimdi ve herhangi bir yarası yoktu ancak orman yolundaki kanlı kıyımdan beri yorgundu. Kaç adamın canını aldığını bilmiyordu. Alice ile dolaşmaya başladığından beri birilerini öldürmek zorunda kalmaya alışıktı ama her defasında git gide kendisini daha ağır hissediyordu.

Zarar görmemesine rağmen kırmızılı adama yenilmiş gibi hissetti kendisini. Adamın kendi kısa boyuna yakın bir boyda, uzun ancak ince, kılıcı olmadık açılardan olmadık hamlelere olanak veriyordu. Öte yandan bel altı saldırıları çok fazlaydı, Tengu boyu yüzünden dezavantajdaydı. Tengu bir defa bile saldıran taraf olamadı ve kendi savunmasından vazgeçemedi, Esrod olsa “keskin bir zafer” derdi hasmı için. Panus’a hızla bir göz attığında hiç olmadığı kadar çentik aldığını gördü, düşmanının kılıcı etkili bir silahtı.

Adam konuştu, “Adım Zeref. Henüz ölmediğin için en içten teşekkürlerimi sunarım.” Kılıcı ile Tengu’yu selamladı ve saldırdı.
[*]Vay be 18 Ekim'den beri 2bin kişi daha tıklamış. Vur kaç mı yapıyorlar? Kullandığım mekan ve kişi isimlerinin %90'ı atmasyon olduğuna göre google da öyle çok yardım ediyor olamaz. Nedir yani bu işin sırrı? Neyse, sağ olun var olun.[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-26
Gönderen: KoyuBeyaz - 08 Aralık 2010, 18:09:54
Hmm, uzun zamandır yorumlamamışım ayıp etmişim.

25. Bölümün ilk kısmı çok ayrı bir havada olmuş ve müthiş bir çeşitlilik katmış. Tam bir destan havasında, gizem dolu ve ilgi çekici. Kafiyeler müthiş olmuş ve çok fazla şey açıklamasa da tadı damağımda kaldı diyebilirim.

26. bölüm ile ilgili; Hadrhune iyice sineye çekildi sanırım. Ya da beni ters köşe yapıp sonraki bölümde Zeref'i onun sayesinde yenmesi aklıma gelen bir ihtimal. Panus'a çentik atmayı başaran silahı merak ettiğim de bir gerçek. Bir an Sephiroth'un Masamune'si geldi aklıma fakat tarz farklılığı sağolsun uçurdu bu düşünceyi kafamdan.

Zeref hoş bir karakter olmuş, ölmez inşallah.  :P

Bunların dışında; ilk bölümlerden sonra bir çok kişinin okduğunu e takipte olduğunu belirtmesine rağmen neredeyse 15 bölümdür bir okuyucu bir yazar şeklinde ilerlemesine anlam veremedim hikayenin. Hani bazı yazılara yapılacak yorum bulunmuyor ama 26 bölüme de yorum yapmamak nasıl bir düşüncedir anlayabilmiş değilim.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-26
Gönderen: Malkavian - 08 Aralık 2010, 18:32:09
Ben takip ediyorum bu seriyi fakat Nihbrin'in yazdığından daha yavaş okuyabiliyorum son zamanlarda. Bu yüzdendir yorum yapmamam. Yoksa okuyorum hikayenin yarısında filanım :)
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-26
Gönderen: Nihbrin - 08 Aralık 2010, 18:52:46
Teşekkür ederim Koyu, 25. bölümün benim için anlamı büyüktür. Hadrhune sineye çekilmedi, backdoor aramaktan bıktı ve daha direk ama uzun vadeli bir plana girişti yani evet, onu bir ara deus ex olarak hikayede kullanım faktörü listeme ekledim. Bir başka başlık da Arlion'un belirttiği üzere "Yazar, fantastik kurgu bir hiakyede kültür ve antropolijik yaklaşımı okura anlatma hükmünde ve bu yazarın rahatça yazmasına biraz mani oluyor" ancak deus ex'ler işin balı kaymağı haline geliyorlar, gerçek kurguda yapılamayacak dönüm noktaları Tengu da benim için çok pratikler.

"O zeref hangi Zeref?" bir düşün  :P

Malkavian, ben de "27 eklemek lazım bir ara 14 Kasım da yazmışım en son! Çok sallamışım!" diye iç geçiriyordum ama siz ikinizden başkalarının da yorumlamasını istiyorum ve açıkçası 1-26 gibi bir ibare görmek bence milleti ürkütüyor (Bunu Amras da söyledi bir ara) olabilir. İlk zamanlar 4-5 gün yazmadığımda "devam edecek misin?" diye soran arkadaşlara tekrar teşekkür ediyorum, yoksa devam etmezdim büyük olasılıkla. Ancak insanların şu sıra aynı hevesle okumadıklarını düşünüyorum.

Hikayenin sonunu biliyorum ama oraya nasıl geleceğime pek emin değilim elimdeki tüm malzemeyi kullanarak. Ön görülü bir kurgu değil bu, bolca yazılabiliyor bu yüzden ama arap saçına döndü azıcık.

Yavaştan alıyorum şimdilik, aydan aya yayınlayabilirim belki. Hem zaten sınavlar vardı bitti, dünya pek güzel gözümde, vapurlar felan.
Başlık: Tengu: Bölüm 27
Gönderen: Nihbrin - 11 Aralık 2010, 13:54:25
Bölüm 27

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2010/12/endangeredangel_small_by_nihbrin.png)

Karanlık oda ıslak hayvan ve kanlarının kokusu ile ağır bir esansa bulanıktı. Malchizedek’in çalışma odası için temiz bir ortam olduğu söylenemezdi. Dar bir yer değildi ama o kadar çok hayvan, masa, cam tüp ve boru istiflenmişti ki odaya giren biri tümünün arasında boğulurdu. Her şey adam Ozethreth’e çalışmasını önerdiği kitabı gösterdikten dört yaz sonra başladı.

Malchizedek kendini barışa adamış bir adamdı ancak ne tapınaktan çıkar ne de görünürde çok iş yapardı. Daha önce hiçbir çalışma odasına ihtiyacı olmamasına rağmen bu odanın en acele şekilde hazırlanmasını istedi. Pek çoğu durumu onun yaşına verdi. Malchizedek genç biri sayılmazdı ve her ne kadar saygı değer birisi olursa olsun mazur görülmesini gerektiren davranışlarda bulunması doğal karşılanıyordu.

Ozethreth onun çalışma odasında uzun vakitler geçirirdi. Yüksek sorumluluk sahibi tapınak yöneticisi rahiplerden teki bile başrahip ile bu denli zaman harcamıyordu. Kimse Ozethreth’in ne gibi bir farkı olduğunu anlayabilecek durumda değildi. Binlerce yıl sonra adı ‘yedinci büyük kıyım’ olarak anılacak savaşlar serisinin ilkleri en şiddetlilerinin artçıları halinde yankılanıyordu bile. Gond rahipleri hiçbir savaşa sırtlarını dönemezlerdi, onlar Gond’un en elit savaş gücüydüler.

Malchizedek işte böyle bir zamanda sadece sembolik bir değer taşıyordu. Onlarca yıldır yaşadığı tapınaktan başkente taşınmasını gerektiren kraliyet önerisini de reddetti ve iyice odasına kapandı. Ozethreth dışında herkes onu saygıyla yargılıyordu. Ozethreth onun ne istediğini bilen tek kişiydi. Ebedi barış.

Malchizedek’in ona kara kitabı ilk gösterdiğini günü unutamazdı. “Bak Oz, bu kitabın bir yazarı yok, sayfa numaraları yok ve baskı numarası taşımıyor. Buna rağmen el yazması olamayacak kadar özenli ve baskı olamayacak kadar ayrıntılı. Bir sayfadaki her harf birbirinin her anlamda eşi olmak ile beraber hiçbir sayfanın kaligrafisi bir öteki ile aynı değil.”

“Bildiğim hiçbir baskı makinesi bu kaligrafiyi işleyemez. Dilini çözmek için bir yıl harcadım ve anladığım tek şey her sayfanın sayısız farklı şekilde deşifre edilebileceği gerçeği oldu. Bazı sayfaları ikinci defa okumak mümkün değil, ancak ve ancak belli şartlar altında tekrar gözüme görünüyorlar. İkinci yılımı yapabildiğim kadarını deşifre ederek harcadım. Görüyorsun ya bininci cilde yaklaşmak üzereyim. Bu tek kitap aslında koca bir kütüphane.”

“Aynı cümleyi tek klasik yirmilik düzende çözümlediğimde ‘Kumsalda adımlayan kuzuların yelesinden yapılma ayakkabı’ olarak okunurken on dokuzluk düzende ‘Kilerin kapısını çalan hırsızın açlığı’ haline gelebiliyor. Cümleyi değil tüm paragrafı on sekizlik düzende çözümlediğimde ‘Kumsalda ölü yatan çobanın ayakkabıları’ halini alıyor. Ne müthiş değil mi? Her düzen tek başına tüm kitaba uygulandığında sonunda anlam taşıdığı gözlenebilecek bir hikâye oluşturuyor. Bu şekilde koca bir kütüphane yığdım ve bildiğim tüm şifre çözümleme metotlarının sonuna gelmek üzere olmama rağmen arzuladığım hikâyeye rastlayamadım.” Dedi hüzünle.

“Peki, sizin istediğiniz nedir ve orada olduğunu nereden biliyorsunuz?” dedi merakla Ozethreth adamın kan oturmuş ve mürekkep ile lekelenmiş ellerine bakarken. Adamın yorgun yüzü aniden aydınlandı ve sanki gençliğinden geriye kalan az bile olsa ışığı geri yakaladı, “Ebedi barış. Çünkü bakacak başka hiçbir yer kalmadı.” dedi. Ozethreth’e bu komik geldi. İnsanlar sihirli bir değnek ile savaşan herkesin bu isteğini söndüremezdi. Mümkün olsaydı bile haklının haksıza bir şekilde baş kaldırabilmesi yine gerekirdi, peki bu nasıl çözümlenebilirdi? “İnsanların insan olmayı bırakmaları gerekiyor efendim.” Dedi noktaya parmak basmak istercesine.

Malchizedek o anda ne yapıyorsa durdu ve konuşmadı. Bir oğlana bir de kitaba baktı. Oğlan on altı yaşındaydı ve onunla ilk tanıştığında bile oldukça zekiydi. Kitabı kendi seçtiği bir metoda göre çözümlerse ne çıkardı? Başrahip görmek istiyordu ancak Ozethreth’in kitaba dokunmasını nedense istemiyordu. İşte kalbini sıkan gerçek buydu, arzuladığı ulvi amaca ulaşmanın tek yolu öğrencisinin kitaba dokunmasından geçiyor olsaydı bile onun kitabı okumasına izin vermezdi. Makul bir sebebi yoktu. Elindeki çeviriye bakarken bunları düşünüyordu. Dönüp oğlana aklındakini söylemek ister gibi oldu ve baktığında az daha küçük dilini yutacaktı. Malchizedek’in aklında bir önceki yıl çevirdiği ciltlerden birisi geldi oğlanın yaptığı korkunç eylemi izlerken.

“Her kim ki düzeni bilinçsizlik ile bozar, elleri kargaşa ile lekelenir. Her kim ki düzene en saf elini uzatır, bilgi ile mükâfatlandırılır. Düzeni düşman bilen korkusuz olmalı zira ne delilik ne de aptallık vuku bulan günahın mazereti olamaz.”

Ozethreth deri kaplı kara kitabı eline almış inceliyordu. Malchizedek bugüne kadar ona dokunmaması gerektiğini hiç söylemedi ve oğlan da dört yıl boyunca kitaba hiç dokunmadı. ‘Neden dokundun?’ diye sordu içinden dehşet ile. Neden onu uyarmayı her düşündüğünde kalbi ağırlaştı? Ozethreth’i meraklandırmış olmalıydı. ‘İş işten geçti, şimdi onun öğrenebildiği kadarını yazması gerekiyor yoksa her şey boşu…’ düşünceleri oğlanın kitabı kapatması ve yerine geri koyması ile son buldu.

“Kitabın tüm sayfaları mürekkebe batmış gibi kapkara, anlamıyorum. Hepsi dolu.” Dedi kafası karışmış bir şekilde. Ozethreth masasının başına oturmuş hocasına baktığında aniden onunla ilgili normal olmayan şeyler hissetti. Sanki yaşlı adamın etrafındaki hava ağırlaşıyordu. Aynı tekinsiz kitabın az önce gördüğü sayfaları gibi teni kararıyor ve kıyafetleri bozuluyordu. Ancak hepsi algısının çok farklı bir basamağında oluyordu. Yaşlı adama baktığında bu yanık ve bozuk çarpılmış imge canlanıyordu kafasında ama gerçekte eskisi gibi göründüğünü de biliyordu. Algı basamaklarını kullanmayı Xhyn’in dört gardiyan kitabından öğrenmişti ve ilk kez bir işine yarıyordu.

“Mürekkebe batmış gibi mi dedin?” dedi çatlak sesi ile adam. Masasından kalktı ve oğlan ile kitabın yanına yürüdü. “Ellerine bak, ahmak!” dedi sesi aniden gürlercesine. Ozethreth anlamadan ve biraz da korkarak ellerine baktı. Başlangıçta farklı bir şey görmedi. Ancak aynı hocasının üzerinde yaptığı gibi öteki basamakları aynı saydam sayfalarmışçasına kaldırdı ve ne olduğunu bilmediği bir basamağa bakarken buldu kendisini. Ellerini sanki mürekkep hokkalarına batırmış gibiydi, zift gibi ağır sıvı kesintisiz bir sicim halinde parmak uçlarından yere akıyordu. Refleks olarak ellerini üstüne sildi, gerçek bir şey görmediğini kendisine telkin etmesi uzun sürmedi ve zaten mürekkep de ellerlinden çıkmadı. Taş zemine şırıl şırıl siyah sıvı akıyordu.

Malchizedek öfkeyle kitabı aldı ve sayfalarını karıştırdı. Dört yıl boyunca ne zaman kitabı açsa farklı sayfalar görürdü ancak bu kez farklıydı. Tüm sayfalar boştu.

***

Vodlun’un dili tutulmuştu. Güneş batarken uzayan gölgeler çınlayan çeliklerin kıvılcımları ile bir aydınlanıp bir kararıyordu. Ne yaptığı önemli kuşatma ne de o anda dünyada olup biten diğer ne varsa önemliydi. Bunca yıldır askerlik yapıyordu ancak ömründe böylesine soluk kesici bir düelloya şahitlik etmemişti.

Tengu iki elini birden kullandığında Panus’un her hareketi havayı yırtıyordu. Zeref denen adam her kim ise Tengu’nun bildiği hiçbir sanatı uygulamıyordu. Sanki bir tarzı yoktu ve doğaçlama yapıyordu. Uzun kılıcı onun birlikte doğmadığı ama sonradan bulduğu bir uzvu gibiydi. Tengu’nun hamlelerini kaba kuvvet ile karşılamaya kalkışmıyordu, sanki her defasında zarif dokunuşlar ile Panus’un yönünü değiştiriyordu.

Zeref isterse bastığı topraktan tek adım oynamıyordu ve yine de her şeyi bir kenara iterek saldırabiliyordu. Adam kısa olduğu için Tengu normalde bu tip hasımlarda uygulaması gereken bel altı hamlelere de kalkışamıyordu. Boyu ilk kez onun için bir dezavantajdı.

Tengu’nun olan biteni fark etmesi tamı tamına on dakika aldı ve bu da Zeref “Saldırı sırası şimdi bende” dediğinde oldu. Aslında Zeref’in yaptığı tek şey isterse onun da en az Tengu kadar iyi ve hatta daha iyi kendisini savunabileceği idi. Zeref dövüşü tam anlamı ile ciddiye almıyordu bile.

İkisi kısa süre için güvenli mesafeden birbirlerini süzdüler. Zeref saldırmak yerine konuştu, “Ustan kim bilmek isterim. Ellerinde ve bedeninde en az otuz yılın emeği olduğuna yemin edebilirim ancak yüzün bu rakamın yarısı kadar olgun bakmıyor.” Dedi.

Tengu afalladı. Esrod dışında kimse onun gerçek doğasını bilmiyordu. Hatta Alice’in bile bir fikri yoktu. Ancak Esrod’un bir defa bundan bahseder gibi olduğunu hatırlıyordu. “Bir gün öyle bir insan ile cenk edeceksin ki kılıçlarınız çarpıştığında birbirlerinizin yüreğinizi dahi görebileceksiniz. Sen öldürebilirsin ama bunu öldürme isteği ile yapamıyorsun. Öncelikle bunu değiştirmeliyiz. Karşındaki seni ne pahasına olursa olsun öldürmek isteyecek ve sen umursamayacaksın bile. İşte en büyük zayıflığın bu, eğer öldüreceksen bunu istemelisin yoksa asla karşındakinin kalbini okuyamazsın.”

Sonuçta Tengu için ölümün yolunun olanak dışı olduğunu görmeleri uzun zaman almadı. Sadece iyi yüreklilik değildi bunun sebebi, sadece birisi onun canına kast etse dahi ona öfkelenecek kadar negatif duygu hissedemiyordu hepsi bu.

Düşünce bulutlarını dağıtan Tengu Zeref’i yanıtladı, “Kılıcı ile kesmesini değil kesmemesini bilen adamın çırağıyım” dedi. Tengu ne kadar uğraşırsa uğraşsın Esrod’un adını ağzından çıkartamadığında bununla çıka geldi.

Zeref şaşırdı, sonra “Ne yani bir usta değil misin? Şu halin ile ustana göre halen bir çırak isen ustan korkulası birisi olmalı” dedi huşuyla. “Peki, öyle ise, içindeki ustayı ortaya çıkartmaya ne dersin?” dedi sinsice bir gülümseme eşliğinde. Tengu Zeref’in yüzündeki hiçbir kas kompozisyonunun ona güven vermediğine yemin edebilirdi.

Zeref ayak bileklerini yaylandırarak hafifçe yukarı aşağıya zıplamaya başladı. Parmak uçlarını yerden çok az ayırıyordu ve iki ayağı aynı anda yerden kesiliyordu. Toplam dokuz kez yaptı bunu. Kılıcını ters tutuyordu, yani keskin kısmı başparmağından değil serçeparmağından itibaren devam ediyordu. Kılıcı sol elindeyken sırtına yasladı ve birden bire gözden kayboldu.

Adeta bir sihir gibiydi. Bir salise önce ayakta durduğu noktada uçuşan yapraklar girdaplar çizerek havalandılar ve indiler. Her yan sessizdi. Tepenin aşağısında düelloyu izleyen askerler ne olacak diye bekleşiyorlardı, kuşatma kimsenin umurunda değildi.

Tengu izliyor, dinliyor ve yerde hissedebileceği en ufak titreşimi bile tüm dikkati ile bekliyordu. Gözleri Alice’in beklediği uzak koruluğa gitti ister istemez. Aralarında yaklaşık iki yüz metre olmalıydı. Adamın yok olması üzerinden dört saniye geçti ve Alice’in olduğu yerde bir gölge Tengu’nun dikkatini çekti. Gölge gibi de değildi aslında, daha çok yazın sıcak bir kayanın üzerinde dalgalanan hava gibiydi. Uzun kılıç aniden Alice’in karnından sonuna kadar kana bulanık çıktığında kadının yüzündeki şok Tengu’nun aklını kaçırmasına sebep oldu.

Tengu ilk defa öldürmek istiyordu.
[*]Aerith must die! Fikri kafama sokan sesin Koyu! Ah koyu ne yaptın koyu! :P[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-27
Gönderen: KoyuBeyaz - 13 Aralık 2010, 16:15:25
Amanın. Ben bir canavar yaratmışım!

Ama bu hakikaten şok oldu. Alice ölmemeli ya, Aerith gibi olmamalı sonu!

Zeref'e olan bütün sempatimin solduğu bir bölüm olmuş bu. Ozereth'in elindeki mürekkebi kendisi için kullanmayı öğreneceğini düşündüm başta, sonra o kitaba ve kütüphaneye ne olduğunu düşünürken Hadrhune geldi aklıma birden. Onun macerası da böyle bir kitapla başlamamış mıydı?

Hikayen bahsettiğin kitap gibi olmaya başlıyor, söylemedi deme.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-27
Gönderen: Nihbrin - 14 Aralık 2010, 16:29:01
Koyu, bu kitabın o kitap olduğu (yani Genkai adlı kısa öyküdeki Hadrhune'un doğuşu hikayesindeki kitap) aşikar değil mi şu haliyle? Birkaç defa da sözünü ettim aynı kitabın.

"... doğası vardı. Hadrhune bu gerçeği ölümlü hayatının sonunda elde ettiği değerli bir kitaptan öğrenmişti. Düzene dair her şeyi simgeleyen..."

Ayrıca 10. bölümde uzun uzun bu kitabın ortaya çıkışından bahsettim;
Alıntı:
Spoiler: Göster
Omnipotent olan Obliu'nun Düzen ile olan konuşması: "Kitapta senin bildiğin ama senden başka kimsenin bilmediği her şeyi yaz. Eğer ki biri onu okursa aradığın kişi olmak için bir adım atmış olur. Her adımda hayallerindeki olanaksız kayaya benzer ve sonunda sevgili düzen, şampiyonun kaosun girdabında yılmadan dikilir. Biliyorum ki bu kişinin üç ruhu olacaktır tek bir bedende. Ancak bunun karşılığında tek bir arzu sergilerim. Sen düzensin, sana veriyorsam almak zorundayım. Kitabını ilk okuyan insanın adını ben koyacağım.”


Şu anda bölümleri normalde olması gerekenden daha ayrı düşündüğüm için tam olarak bir organik kurgu bağlantısı yokmuş gibi duruyor olabilir. Ancak temin ederim ki her şey tıkırında bana göre  :P sonraki bölümde epey toparlayacak gibiyim.

Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-27
Gönderen: Malkavian - 30 Aralık 2010, 12:39:33
Öncelikle yorumdan önce belirtmeliyim ki 16. Bölümdeyim. Hikaye çok iyi gidiyor. Merak ettiğim birkaç konu var ama devam bölümlerinde karşıma cevaplar çıkacak sanırım.

Hikayenin sürekli merakta bırakmak yerine okuyucuyu bir olaya hazırlayıp, ona bir konuyu işleyip sonra hazırladığı konu üzerinden yine okuyucuyu şaşırtmasını çok beğendim. Yazım tarzı burada oldukça devreye giriyor. Okuyucuyu bir gerçeğe hazırlamak küçük ayrıntıların heryere serpiştirilmesi ile olur ancak ve duyguların betimlenmesi ile. Şu ana kadar bundan büyük keyif aldığımı söylemek istedim.
Başlık: Tengu: Bölüm 28
Gönderen: Nihbrin - 06 Şubat 2011, 01:52:11
Bölüm 28

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2011/02/mecikc4b1lsc3b6rkc4b1l.jpg)

Jonnarius onunla beraber bekleyen kardeşine anlamlı bir şekilde baktı. “Biliyorsun Ramuthra, bazen evlatlarımızın kaprislerine katlanmak zorunda kalırız, bu olayı bir zayıflık olarak görmeni kabullenemem.” Dedi duygusuzca.

Ramutra Jonnarius’tan daha genç, çok genç, bir kadın görünümündeydi. Herhangi bir yöne ait olmadığı için kardeşlerinin yanında zaman geçirirdi. Ne zaman hangisinin yanında ne kadar süre kalacağını hiç biri kestiremezdi. Radohin efendileri Ramuthra’nın habersiz ziyaretlerini her defasında rahatsız edici bulurlardı ama aralarında biri vardı ki özellikle nefret ederdi.

Jonnarius normalde insanlar arasında soğuk, kalpsiz ve yılan gibi dilini her işe sokan bir orta yaşlı güzel kadın duruşu sergilerdi. Ancak kalede ne zaman Ramutra’nın siyah elbisesi ile yalın ayak dolaştığı görülse hizmetçiler Jonnarius’tan mümkün olduğunca sakınırlardı çünkü zaten çok sığ olmayan sabır sınırının zorlandığını bilirdiler.

Koyu kırmızı ve boynu dahil bedeninin her yanını örten uzun elbisesi içinde Jonnarius gerçek bir kraliçe gibi duruyordu. Ramuthra ise gerçekten çok kaliteli görünmesine rağmen mümkün olduğunca az hayal gücüne yer bırakacak siyah kumaştan bir entari kuşanırdı. Ayakları her zaman çıplaktı ve saçları düzensizdi. Yine de konuştuğunda insanlar önünde diz çökerlerdi.

Kale Jonnarius’un ilk oğluna aitti. O gün ilk kez bir radohinin, oğlunun, insan dişisinden bir evladı olacaktı. Kimi radohinler bu durumu onaylamayan fikirlerini birebir olarak Jonnarius’a sunmuşlardı. Ne var ki Jonnarius bile durumdan hoşnut olmamasına rağmen ‘soyun devam edebilmesi için başka bir yol daha’ olarak tanımlamıştı olan bitenleri. Kimse buna karşı gelemedi. Özellikle de kendilerine ejderha avcıları diyen insanların belirişinin rahatsızlığı yüzündendi karşı gelememelerinin sebebi.

Henüz hiçbir insanın bir radohine zarar verebildiği duyulmamıştı ama Jonnarius durumu otoritesini sergilemek için iyi bir fırsat olarak görmüştü. Yine de elindeki tavuk budunu kemiren salaş kardeşi Ramuthra’nın yargılayan bakışları onu rahatsız ediyordu.

“Annesi, büyük olasılıkla doğumdan kurtulamayacak biliyorsun değil mi? Enik, eğer insan suretinde doğarsa ona kim bakacak? Sen mi?” dedi hınzırca. İyi bir noktaya parmak basmıştı ve Jonnarius kendisi de buna verecek bir cevap bulamıyordu.

Jonnarius’un arası insanlar ile iyi değildi. Hele ki çocuklar ile. Doğumun olduğu salonun dışındaki koridorda kardeşi ile atışıyordu ama annenin tüm kalede yankılanan çığlıklarını ilk duyanlar da hep onlar oluyorlardı. İnsan çığlığı hoş bir ses değildi. Radohinler, yani insanların onlara seslendiği isim ile ejderhalar özgün formlarında korkulası ve endamlı canlılar olmalarına rağmen kana susamış değillerdi. Efendileri onları doğal bir asalet taşıyacakları biçimde tasarlamış olmalıydı.

Sonunda kadının çığlıkları durdu ve Ramuthra kemirdiği kemik parçasını kıtırdatarak midesine indirdi. İkili oturdukları taş banktan ayağa kalktılar ve çelik kapıların açılmasını beklediler. İçeriden hemşirelerin birinin çığlığı duyuldu ve kardeşler bakıştılar. Bekleyecek zaman yoktu ve hemen kapıyı kırarcasına içeriye girdiler.

Gördükleri sahne ne kadar grotesk ve korkunç olursa olsun iki kadının da ciddi mizacı bozulmadı. Olabileceğin en kötüsüne hazırlıklıydılar. Ayrıca Jonnarius’un oğlu da bir köşede gayet sakin oturuyordu. Yüzünden hiçbir şey okunamıyordu ama Jonnarius onun aslında ne kadar üzgün olduğunu görebiliyordu. Radohinler de sevebilirdi, insanları bile.

Normalde odada altı hemşire olmalıydı. İkisi diz çökmüş dua ediyorlardı, biri yatağın berisine saklanmış kafasını dizlerinin arasına sıkıştırmış pozisyondaydı ve sallanıyordu, diğer ikisi koşarak kardeşlerin yanlarına gelmekteydiler ve sonuncu da ortada görünmüyordu. Ancak yatağın her yanı insan kanı ve kemik parçaları ile kaplıydı. Hepsinin ortasında ölü olması dışında gayet tek parça halinde annenin bedeni görülebiliyordu. Peki bebek neredeydi?

Gelen hemşirelerden biri Jonnarius’un ayağına sığındı, titriyordu. Öteki kekeleyerek sağ eli ile bir yandan titrerken odanın diğer ucundaki kapağı biraz açık dolabı gösterdi. Ne konuştuğu anlaşılmıyordu, kadın tamamen aklını yitirmişti. Bu sırada tavandan tam bir sıra omur yapıştığı yerden yavaşça yere sarktı ve koparak düştü. Kan ile karışık halde yoğun ve yapışkan bir sıvı ile kaplıydı.

Ramuthra seri adımlar ile dolaba gitti ve kapağı bir kerede açtı. Jonnarius’un tek görebildiği kardeşinin yüzüydü. Yüzünde şaşkınlık vardı. Ayağını sefil insandan kurtardıktan sonra dolaba, onun yanına gitti. Bu sırada oğlu konuştu, “Kraliçem ve annem, sana umduğunu veremediğim için umarım beni affedersin.”

Dolabın içindeki yaratık ne bir insandı ne de radohin. Aslında iki türü de andırmıyordu. Bedeni kapkara katran gibi bir sıvıyla kaplıydı. Sanki uzuvlarının yerleri her saniye yer değiştiriyordu ama kafası sabitti. Yer yer siyah ve tam gelişmemiş kuş tüyler seçilebiliyordu. Derin, eflatun, kedi gözü gibi gözleri vardı. Bir burnu veya ağzı yoktu. Kafasından geriye doğru sayısız  ve başlangıçtan sonlarına doğru gittikçe sivrilerek incelen uzuvlara sahipti. Genel olarak küçük bir şeydi, korkmuş görünüyordu. Uzuvlardan biri küçük dolabın diğer yanında ölü hizmetçinin kopmuş bacağına sarılı duruyordu. Ucu kana batıktı ve sanki yavaşa kanı bedenine doğru pompalıyordu.

Jonnarius, “Kime çektiğini öğrenmiş olduk.” Dedi histerik bir kahkaha eşliğinde. Ramuthra sinirli biçimde güldü, “Bizden korkuyor, ne olduğumuzu biliyor. Aklındakileri görebiliyorum.” Dedi kardeşinin kahkahasına sessiz bir katılımla. Jonnarius’un oğlu oturduğu yerden kalktı ve yanlarına gitti. Bu sırada hizmetçiler odayı koşar adımla terk ettiler. Gördüklerini birilerine anlatmaları üçünün de umurlarında değildi. Radohinler insanlara sadece onlar ihtiyaç duyduklarında hükmederler ve eğer ki tabaları baş kaldırmaya karar verirse durumu aynı umursamazlıkla kabullenir ve kendi yollarına giderlerdi.

“Adam huşu ile sordu, “O nedir? Byakkoya’nın hiçbir yerinde böyle bir canlı görmedim” dedi. Hayal kırıklığını gizleyemiyordu. Jonnarius düşündü, “bir oğlan ancak ismini göremiyorum. İsmi belirsiz olsaydı pek önemsemezdim ama görünüşe bakılırsa bir ismi yok, ona kimse hükmedemez” dedi kardeşi ve oğlunu şaşırtarak. Bazı insan büyücülerin radohinlerin gerçek isimlerini öğrenmeleri durumunda tehlikeli olabildiklerini gözlemlemişlerdi. Radohin toplumu büyücülere bu yüzden yaklaşmazlardı ve her iki tarafın iyiliği için kendilerini her zaman gizlerlerdi.

Kalenin koridorlarında bir çift ayak sesi yankılandığında dolabın önündeki üçlü dönüp açık bırakılmış kapıya baktılar. Kapıda beliren adamı üçü de tanıyordu, Ozethreth. Kesinlikle belirmesi beklenebilecek en son kişiydi. Ancak her zamanki şık, genç ve pişkin ifadesi değildi gördükleri. Yaşlı, sırtı dik, pejmürde olmaya yakın ama güçlü bir kişilikti. Jonnarius karşılarındaki adamın başka bir Oz olduğunu hemen kavradı ve aklının bir köşesinde karşılaşabileceği her büyüye karşı birer önlem hazırladı. Tüm bunlar saliseler içinde gerçekleşti.

“Yanılıyorsun Güneyin efendisi. Onun bir adı var ancak burada bulunmaktaki amacım bu ismin asla ona verilmemesini sağlamaktır.” Dedi kendinden emin bir biçimde. Ozethreth’in her yanında kuzey doğudaki bir kabilenin kullandığı ve çıkması yıllar alan bir deri mürekkebi ile yazılmış rünler vardı. Sadece göz ve ağız çevresi bu mürekkepten nasibini almamış gibi görünüyordu. Adamın her iki eli de yeni değiştirildiği anlaşılan temiz sargılar ile sarılıydı ancak sargıların kenar noktalarında biraz siyah ve yayılan leke izleri seçilebiliyordu.

Güneyin radohini onda sıra dışı bir atmosfer seçebiliyordu. Düşman değildi, buna emindi. Çünkü Byakkoya büyücülerinin en kudretlisi olduğu var sayılan Ozethreth ile üç radohinin, hele ki Ramuthra veya Jonnarius’un önüne çıkamazdı. Buna rağmen yine de isterse onlara karşı gelebileceğini düşündüğünü üç radohin de anladı. “Ne demek istiyorsun insan?” dedi yeni baba olmuş radohin.

Büyücü ellerini her zaman görülebilecek şekilde önünde tutarak yavaş adımlar ile önce kana bulanmış büyük yatağa sonra da dolaba doğru yürüdü. Radohinler ile arasında üç adım kalana kadar yaklaştı ve ne olduğu belirsiz yaratığa baktı. “Bu zavallı yaratığın yazgısı hepinizin hayallerinin ötesindedir. Sizlere yalan söylemeyeceğim, Bildiğiniz her şeyin sonu onun elinden olacak. Bunu sağlayacak tek şey ona belli bir ismi vermenizden geçmekte, ne garip değil mi? Sadece bir isim, basit, kısa ve bu dünyaya ait olmayan bir isim. Ancak ismin mührü yokluğun tarlalarında yürüyen adamın hükmünü taşıyacaktır.”

“Ben burada sizi uyarırken bile beni bulmaya geliyorlar. Arkamdan kapattığım binlerce düğümü çözüyorlar, kapıları kırıyorlar ve aklımda beni delirtmek için bir açık arıyorlar.” Ozethreth’in gözlerinde ilk kez korkuyu gördüler.

Ramuthra konuştu, “Obliu ölümlü dünyanın işleri ile ilgilenmez insan. Doğruyu söylediğini bir an bile düşünmedim. Gerçek amacını bana şimdi söyle veya burayı derhal terk et!” dedi öfkeyle. Sesindeki o tatlı ve salaş kız gitmiş yerini korkunç ve kadim bir yaratık almıştı.

Ozethreth’in yüzünde aniden çarpık bir gülümseme oluştu, “Kendimden de en az bu kadarını beklerdim zaten. Nasılsın Ramuthra? Ben Ramuthra!” dedi adam gözleri parlak bir kırmızıya dönerken.

Radohinler aniden geri çekildiler. Adam oğlunu kucağına aldı ve kapıya doğru seyirtti. “Hayır, o kadar hızlı değil sefil ikinci nesil!” dedi öfkeyle Ozethreth. Elinin tek hareketi ile yüzlerce yıl yaşamış ve erişkinliğine ulaşmış bir radohini insan bedeninde olmasına rağmen şaşılacak biçimde duvara mıhladı. Radohin acıyla kan kustu ve olduğu yerde bayıldı. Çarpmanın etkisi ile taştan duvarda dairesel bir göçük oluştu. Ozethreth elini indirirken adam da duvarda mıhlandığı yerden aşağıya düştü.

Jonnarius bu sırada sessiz durmuyordu. Hazırladığı tüm gücü hasmının üzerine boşalttı. Odaklanmış alevler ince bir sütun halinde alnının birkaç parmak ötesinden başlayarak Ozethreth’in omzunu deldi ve yoluna devam etti. Bakışlarını hareket ettiren Jonnarius büyücüyü kafasını ikiye ayıracak biçimde öldürmeyi amaçlıyordu ama alev sütunu aniden yoğun bir siyah sis tabakasına dönüştü. Bu gerçekten Ramuthra’nın yeteneklerinden biriydi.

Büyücünün omzundan boynuna kadar derin bir yanık yarık vardı ama sisler yarığa dolarak onu anında iyileştirdiler. Jonnarius kardeşine hızlı bir bakış attı. Ramuthra şoka uğraşmış gibiydi. Neler olduğunu anlamıyordu. Gerçekten karşılarında bir başka Ramuthra vardı, buna emindi ve ne yapacağını bilmiyordu. Ama bu nasıl olabilirdi? Oz Jonnarius’un bu açığını değerlendirdi ve tüm bedenini siyah sise dönüştürerek aniden kızıl radohinin dibinde bitti. Elini onun boğazını kavrayacak biçimde maddeleştirdi. Tek bir dokunuş ile radohin sıradan bir insan gibi hisseder oldu. Tüm gücü, asaleti, duygusuz ateşten kalbi söndü gitti. İnsan olmanın ağırlığını iliklerine kadar ilk defa duyumsayan radohin an içinde delirmenin eşiğine geldi.

“Ah sevgili kardeşim, hepiniz de öyle zavallısınız ki. İnsan olmak böyle bir şey, düşündüğünüz gibi miymiş? Efendimiz bizi öyle mükemmel yarattı ki acıyı öğretmeyi unuttu. Oysa onların çektiği acı işte bu kadar büyük ve tüm hayatlarını böyle geçiriyorlar. Böyle uyanıp, çalışıyor, nefes alıyor, uyuyor ve ölüyorlar” Dedi sıkışını sertleştirirken.

Bu sırada Ozethreth’i avatarı olarak kullanan geleceğin Ramuthra’sı bedenin üzerine yazılmış tüm rünleri aktifleştirdi. Rünler parlıyor, dönüyor, şekil değiştiriyor ve zamanla tek tek yok oluyorlardı. “Rünler bittiklerinde tüm yaşam gücün bana ait olacak.” Dedi Ozethreth’in ağzından Ramuthra.

Jonnarius bu şekilde bittiğine inanamıyordu. Böyle olmamalıydı. Çaresizliği tattı, insan olmanın acizliğini duyumsadı. Hepsi her gün bunu mu yaşıyorlardı? Ağlamaya başladı. Ağlıyordu ama kendi hayatı için değildi, insanlar için ağlıyordu.

O anda kimsenin beklemediği bir şey oldu. Jonnarius onu havaya kaldıran Ozethreth’in arkasında sanki ona aitmiş gibi açılan bir çift dev kanat gördü. Tüyler siyahtı. Radohin kanatları gibi deriden değildiler. Kanatların sahibi ayakta doğrulurken acı çekiyor gibiydi. Jonnarius’un gözleri kararmaya başladı ama olan biteni görmek için bilincini açık kalmaya zorladı, nefes alamıyordu.

İnce keskin bir ses duydu. Kanatların sahibi orak gibi pençesiyle Ozethreth’in bedenini ikiye ayırdı. Ancak beden hemen formunu kaybetmedi. Karın bölgesi yavaşça siyah ince bir çizgi kazandı ve aynı yavaşlıkta az bir eğimle yere kaydı. Büyücünün gözlerinde su götürmez bir acı ve öfke vardı. Jonnarius’u kavrayan eli gücünü kaybetti. Güneyin efendisi hemen gücünü geri kazandı ve Ozethret-Ramuthra’nın bedeni kendisini rejenere etmeden hemen küle döndürdü. Ortaya çıkan ısıya kendisi bile şaşırdı. Tek bir defa parmağını şaklatması yeterli oldu. İçinde tarif edilmez bir hayat enerjisi duyumsuyordu. Güçsüz düşen bedenden Ramuthra’nın tüm gücünün ona aktığını anladı. Bu sayede tek bir parmak hareketi ile saniyeler içinde onu küle döndürebilmişti.

Siyah kanatların sahibini ilk kez o anda açıkça görebildi. Korkunç bir yaratıktı, üzgün görünüyordu. Eflatun gözlerinde yaşlar vardı. Sessizce ağlıyordu ve bir yandan annesinin ölü bedenine doğru gitti. Kanatları ile onu sardı ve bir bebek gibi yanına kıvrıldı.

Kardeşi Ramuthra’ya tekrar baktı, tüm olay boyunca donakalmıştı. Aniden dizleri boşaldı ve yere yuvarlandı. ‘Geçmişteki kendisini saf dışı bırakmanın yolunu biliyor olmalı?’ diye düşündü radohin. Ancak o günden sonra Jonnarius Ramuthra’ya hiç güvenmedi.

Siyah kanatlı yaratık annesinin yanından kalkarak babasının yanına gitti. İlk doğduğundaki gibi minik bir bedeni yoktu artık. Jonnarius yaratığın tüm korkunçluğuna rağmen şefkat sergilediğini gördü. Dönüp büyük annesine baktı ve bu defa da gözlerinde insanlığı gördü. Eflatun gözler yerlerini insan gözlerine bırakmışlardı.

“Adın Tengu.” Diye buyurdu radohin.  İlk doğduğu günden sonra hızla deforme olan Tengu sonunda sorunlu, küçük, çarpık ve sakat bir insan gibi görünmeye başlayana kadar değişti. Ancak Jonnarius’un ona olan sevgisi asla azalmadı. Çünkü radohin her şeyden öte, insan olmanın ne demek olduğunu artık biliyordu.

[*]Tüm 28.bölüm Fırtınakıran'ın cumartesi yayını boyunca yazılagelmiştir.[/*]
[*]Malkavian yorumunu yeni gördüm afedersin, umarım cevapları 16. bölümden sonra istediğim gibi aşamalı olarak verebilmeye başlamışmıdır. İşin kötü tarafı cevapladığım her soru için 2 yeni soru ile çıkagelmiş olmam.[/*]
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-28
Gönderen: KoyuBeyaz - 10 Şubat 2011, 21:02:33
Son bölüm için yorum; Yok artık!

Herhangi bir fantastik kitaba başlamadan önce bu hikayeye başlayın, pişman olmayacağınıza garanti veriyorum. Sözüm hâla bu hikayeyi okumaya başlamayan insan topluluğunadır.

Son bölüm her zamanki gibi yeni sorularıda beraberinde getirmiş ama her seferinde finalleri bu kadar etkileyici yapabilmeni özellikle takdir ediyorum. Hikayenin iki bölüm sonra bitecek olması insanı üzüyor olsa da biliyorum ki bittiğinde tekrar baştan okuyacağım, hatta bir değil iki değil bir kaç kez. Her bölümde ayrı bir dünyayı anlatıyor gibiyken hepsinin aynı evrende olduğunu öyle güzel belirtiyorsun ki... Şahane.

Tengu'nun kimliği ciddi anlamda beni şoka uğrattı fakat aklımda bir kaç soru da belirdi aynı zamanda. Bunların başında da Esrod'un Tengu ile ilgili gerçeği bilip bilmediği var.

Eğer son iki bölüm olacaksa bu kez sorulara vaktin kalmadı sanırım. Cevapları vermek en az iki bölüm sürecektir çünkü eminim!
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-28
Gönderen: Nihbrin - 11 Şubat 2011, 00:40:59
Ateşli yorumun için teşekkür ederim Koyu.
Esrod adlı (esasında adı bu olmayan) karakter benim yazdığım hemen her metinde arzu ettiğinde yer alma özgürlüğüne sahip biri. Uzun zaman önce ona basit bir hikaye figürü olarak bakmaya son verdim. Esrod ile ilgili benim de bilmediğim o kadar çok şey var ki eğer onunla ilgili gizem perdelerini aralamaya karar verirsem onun adına bir bu uzunlukta başka bir hikayeye başlamam gerekir.

Son 2 bölümde sorulara pek yer kalmadı evet, cevaplamam gerektiğini düşündüğüm birkaç soru var hep öncelerden kalan. Elzem şeyler onlar,
Spoiler: Göster
Doğunun radohinine binen oğlan kim? Hikayedeki yeri neydi? Alice'in akıbeti ve alakalı durumlar ne olacak? Tengu neden diğerlerinden farklı ve buna sebep olan kişi/şey diğer herkesten ne istiyor? Ramuthra'nın Tengu'nun ölmesini istemesindeki sebep neydi? Obliu, Jack, Esrod ve kızı'na ne oldu? Nereye, neden gittiler?


Şöyle bir baktığımda çok fazla karakterin olmasının getirdiği bir "peki amaçlanan nedir? Kim ne yapmak istiyor bu kurguda?" gibi bir soruya cevap bulamama durumu var. Elbette benim kafamda bir son var ama önceden belirtmeliyim, aslında hikayeler asla bitmezler.
Başlık: Tengu: Bölüm 29
Gönderen: Nihbrin - 19 Şubat 2011, 21:15:48
Bölüm 29

(http://nihbrin.files.wordpress.com/2011/02/a_view_of_gond.jpg)

Kuzgun Jack yorgun kanatlarını son bir defa daha çırptı ve üzerilerinde hiç meltem esmemiş gölgeden çimenlerin üzerine kondu. Bir süre için dışarıdan bakan bir gözlemci onu kuzgun olarak değil, dev bir anka kuşu gibi görebilirdi. Kanatlarını kapattığında sanki bedeni çekip küçüldü ve arda kalan boşlukta yolcuları beden buldular. Esrod, Mathilda ve üçlünün yeni tanıştıkları Obliu isimli tuhaf adam, çimenlerin üzerine bastıklarında yokluğun hükümdarlığında ilk soluklarını aldılar. Ne kadar zamandır yolculuk yapıyorlardı veya bulundukları yere gelmek adına ne kadar mesafe kat etmişlerdi hiçbir fikirleri yoktu. Bu bilgiler Sadece ve sadece Jack’e aittiler.

Obliu yorgun düşmüş kuşu yerden aldı ve onu omzuna yerleştirdi. Jack tek kelime etmeden tek ayağı üzerinde kaldı ve kafasını kanadı altına sokarak uyuklamaya başladı. Esrod’un yüzünde kaygılı bir ifade vardı. Burası neresiydi böyle? Gök karanlıktı, çimenler karanlıktı, toprak kokusuz ve hava durgundu.

Engin çayır her yönde sonsuza kadar dümdüz ilerliyormuş gibiydi. Kendi kıyafetlerinin hışırtısının ve soluk alıp vermelerinin dışında hiçbir ses yoktu. Gök yıldızsızdı ve Esrod sanki göğün ardını görmeye çalışıyordu. Mathilda ise babasını izliyordu. Herhangi bir duygu sergilemiyordu ama ‘sırada ne var?’ der gibi bir hali vardı. Obliu ise ikisine kıyasla sakin olandı. Yerden birkaç çimen yolmuş koklamıştı ama yaptığı bundan ibaretti.

“Burası ölü bile değil ancak hayatta olmaktan da bir o kadar uzak.” Dedi sonunda Obliu ortamın kozmik sukutunu rahatsız edercesine. “Bu kadar basit değil, yokluğun düzlüklerinde yürüyen adamı arıyoruz, unutmayın. Bir şeyleri unutmaya başladığınızda her şey çok hızlı olup bitecek. En sonunda kendinizi de unutacaksınız ve sizden geriye bir son bile kalmayacak.” Dedi Esrod soğukça. Mathilda’nın kaşları çatıldı, “Peki neden buraya geldik? Bulunduğumuz yer her neresiyse, zamanımızın kısıtlı olduğunu söylüyorsun ve bu her kimse – Obliu “yürüyen adam” diye kesti – yürüyen neyse işte, onu hiç bulamazsak ne olacak?” dedi huzursuzca.

Sorusunun cevabı olarak ufukta bir çift eflatun göz belirdi. Aslında ufuk demek çok doğru olmazdı çünkü yeryüzü olabildiğince düzdü. Yavaş adımlar ile onlara doğru gelen bir adamın dış hatlarını görmeleri zaman aldı. Çok uzaktaydı ama adımlarının sesi yanı başlarındaymış gibi duyuluyordu. Bu muhtemelen aradıkları kişiydi. Esrod ve Mathilda yaklaşan adamın her adımında sanki bir şeyleri unutuyorlardı. Esrod, yanlarındaki Obliu’nun tepkisiz kalmasını anlamlandıramadı. Adam ile ilgili her şey çok tuhaftı. Baba ve kızı değerli birkaç anlarının hiç geri gelmemecesine kayıp gittiğini fark edebiliyorlardı.

Eflatun gözler bir an ilerlemeyi kestiler ve kısa süre için kapandılar. Tekrar açıldıklarında gözlerin sahibi, Esrod’un bir kol mesafesi kadar yakınındaydı. Gözler gerçekten uzun boylu bir ‘şeye’ aittiler. Sanki çok rüzgârlı bir günde kuruması için asılmış aşırı geniş bir çarşaftı sürekli olarak salınıyordu. Oysa hava çok sakindi. Katran çukuruna düştükten sonra üzerine parlak bir boya ile bir çift göz çizilmiş gibi bir hali vardı. Olduğu yerde uzvu yokmuşçasına dalgalanıyordu. Bir bedeni vardıysa bile onu bir bütün halinde ve tanımlanabilir bir somut obje olarak tutma çabası sergilemiyordu. Bazı anlar dış hatları dik duran uzun boylu bir adamı andırsalar da çoğu zaman suya atılan siyah yağlı boya gibi dağınık ve kararsızdı. Esrod’un aklına sürekli olarak Hadrhune geliyordu. Hadrhune’u sadece bir defa ve uzaktan görebilmişti. Tengu ile dövüştüğü zamandı bu ve endişenin anısı ile gülümsedi. Huzurunda durduğu adam bile bazı şeyleri silemezdi.

Üçlü (insan olan Obliu’nun omzunda uyuklayan Jack’i saymazsak) bu belirsiz varlığın önünde farklı şekillerde reverans yaptılar ve bir tepki beklediler. Esrod’a sanki kızı can çekişiyormuş gibi gelmeye başladı. Sıra dışı miktarda dengesiz bir atmosfer vardı onun etrafında. Öte yandan onlara yolu göstermiş olan adam sanki günlük bir orman gezisine çıkmışçasına rahattı. Esrod’un kendisi bile orada bulunmaktan hoşnut değildi. Dikkatini Obliu isminin gerçek taşıyıcısı olduğunu bildiği adama verdi – ki bu inanılmaz zordu – aklında bir soruyu toparlayabilmek için büyük bir çaba sarf etti, “Bizim kim olduğumuzu, buraya neden geldiğimizi ve benim sizden ne istediğimi biliyorsunuz.” Dedi soluk soluğa kalarak.

Eflatun gözlerin kısıldığını gördü. Bu karşısındakini tartmaya çalışan birinin kısılan gözleri de olabilirdi, gülümseyen birinin de. Gerçek Obliu kolunu uzattı ve elini tutması için Esrod’un önünde havada tuttu. Esrod onun bildikleri anlamda ses oluşturacak biçimde konuşamadığına hükmetti. Obliu’nun önüne sadece tek bir şeyi öğrenmek ve mümkünse bu şekilde mevcut bozulmuş olan dengeyi nasıl tekrar kuracağını belirlemek adına gelmişti. Obliu’nun elini tuttu ve birden bire bulundukları yerden çok uzakta, yaşam dolu bir handa buldu kendisini.

***

Yaşlanmış ahşap döşeme ve duvarların neme meydan okuyan canlı ve tatlı kokusu ile bezeli sıcak bir handı. Esrod herhangi bir şekilde moleküler düzeyde bedeninin bir yerden ötekine aktarılmadığına emindi. Halen aynı yerde, Obliu’nun huzurunda olması gerekirdi. Rahat bir sandalyede oturuyordu ve geniş yuvarlak bir masanın önündeydi. Yanında Mathilda aynı şekilde bir sandalyedeydi ama uyukluyordu, omzunda Jack ona eşlik ediyordu. Karşısında ise birlikte geldikleri adam, insan-Obliu vardı.

“Umarım bu şekilde konuşmamıza bir itirazın olmaz Est’ir uh Radun?” Adam kendi bedenine bir göz attı, “Ya da Esrod mu demeliyim? Bugünlerde hangi isim ile dolaştığını bilmiyorum, affet.” Dedi neşeyle. Han kalabalıktı, garsonlar müşteriler için koşuşturuyor, pişen etlerin kokusu dört bir yanı dolduruyordu. Üzüm ve pirinç şarabı, her türlü biranın esansı ile dans edercesine Esrod’un burnuna doluyordu. Gürültülüydü ama Obliu’yu net bir şekilde duyabiliyordu. Onay verircesine başını salladı. Az önce bulundukları karanlık diyarın aksine kendisini rahat hissettiğini kabul etmeliydi ancak konuşmak yine de zordu.

“Anladığım kadarı ile kendisine benim adımı veren bu adam Enoch adlı bir dostunu aramakta. Umarım ona verdiğin sözünü konuşmamızdan sonra tutarsın çünkü ne de olsa onun haberi olmasa bile bedenini alı koyduğum bu kişi benim mührümü taşımakta. İsmi kendisi aldı, ben vermedim, biliyorsun ki zaten benim kimseye verecek hiçbir şeyim yok ama onlar alabilirler.” Dedi imalı bir şekilde.

“Bundan tamı tamına dokuz yaratılış önce Sasha adında bir kadın ile aynı oturduğun sandalyede ve bu handa konuştum. O benim kim olduğumu biliyordu ama kendisini tanımıyordu. Sasha farkında olmasa bile Düzen’di. Düzen’in avatarıydı ve bir arayış içindeydi. Konu hakkında bir fikrin var mı emin değilim, ancak belirtmeliyim; Düzen ve Kaos asla birincil elden eylemde bulunmazlar. Ölümlüleri birer sembol olarak kullanırlar ve bu sembollerin yaptığı minik, sıradan, önemsiz gibi görünen eylemlerin kozmik etkileri olur.” Dedi açıklarcasına. Esrod’un durumdan haberi vardı ama ikincil bir kaynağın onaylamasının iyi olduğunu düşündü.

“Sasha’nın aynı seninki gibi ama daha zarif ve belki biraz da zayıf bir yeteneği vardı ki onu bu şekilde tanıyabildim. Sasha iki yaratılış önce üstün bir ırk tarafından est’roct cog’taire şeklinde isimlendirilmiş bir gücü elinde tutmaktaydı. Hayal Kırıcı. Öyle ki tanrının ve iblisin dokunuşunu kendi dokunuşu ile kaldırabilirdi. Kaderin düzenini yok sayabilir ve şansı defederek tüm olayları sadece, dokunduğu kişi veya nesneyi, kişinin o andan sonra yaptığı eylemlere göre tekrar düzenlenmiş kaderi ile baş başa bırakırdı. Kısacası geçmişi ve geleceğin kesinliğini ortadan kaldırabilirdi ve ona karşı hiçbir hüküm veya büyü kullanılamazdı. Ne yazık ki gücü yüzünden okuduğu akademiden atılmıştı. Onu uzaklaştıran adamın adı Zhyn Zenephreth idi.” Dedi Obliu yüzünde hınzır bir gülümseme ile.

Esrod dehşete kapıldı. Zhyn efsanevi bir kişilikti. Tamı tamına on iki yaratılış süresince aynı bir ölümsüz gibi hayatta kalabilmiş ve tarihin işleyişinde büyük yer sahibi olabilmişti. Normalde kişiler tek başlarına bunu gerçekleştiremezlerdi. “Kaos?” dedi Esrod cevabı gerçekten duymak istediğine emin olamayarak. Obliu evet anlamında kafasını salladı.

“Düzen ve Kaos’un iki avatarı aynı çatı altında büyük bir olaya sebep olmaksızın barınamazlar. Kimse o ikisine aslında kim olduklarını, nasıl bir düğümün göbeğinde yer aldıklarını anlatamazdı ve bunu yapmak benim de görevim değil. Zhyn bilmeden kadını kendinden uzaklaştırdı, mazereti mantıklıydı ve Sasha’yı bildiğim kadarı ile bir daha hiç görmedi. Sasha büyü veya hüküm icra edenlerin etrafında bulunduğunda onları yatıştıran bir etki gösteriyordu. Ben bu fenomene dinginleşme adını veriyorum. Büyü ve entropi Kaos’un hükmüdür, doğa ve dinginlik ise Düzen’in.” Dedi Esrod’un zaten bildiği bir şeyi vurgulayarak. “Her neyse, Sasha benim kim olduğumu zannediyorum ki tamamen tesadüf eseri bu benim mührümü taşıyan adama dokunduğunda anladı. Bana öyle bakma, bu adam senden de uzun zamandır evrende dolaşıyor. Kendimi adamın bedeninde bulduğumda, ilk defa, nasıl da şaşırdım bilemezsin.” Dedi düşünceli düşünceli.

“Sonuç olarak Sasha benim kim olduğumu hemen anladı, ne de olsa yokluk ile düzen uyum içindedirler, varlık ise Kaos ile aynı tipte ilişki sergiler. Küçük bayanın tatlı bir mizacı olduğunu kabul etmem gerek, bana buyurgan davranmadı çünkü kendi gücünün farkında değildi. Akademisinden atıldığından beri dünyayı dolaşmıştı ve bir şeyleri görebilmeye başlamıştı. Bilirsin işte, Zhyn’in yanından ayrıldıktan sonra dinginlik dört bir yanını sarmış olmalı. Daha saydam bir camın ardına bakmaktaydı ve bilerek veya bilmeden Kaos’un neden olduğu girdabı hissetmeye başlamıştı.”

Esrod sabredemeyerek söze girdi, hana geldiklerinden beri benliğini yeniden geri kazanabildiğini duyumsayabiliyordu ve artık daha rahat konuşmaya hazırdı. “Ne olursa olsun ona yardım etmemeliydiniz.” Dedi. Obliu onun ani çıkışına şaşırdı, “Zaten yapmadım. Ona sadece bir fikir verdim ve karşılığını da aldım. Dengenin, yani senin, hükmü gereği Bir alışveriş söz konusuydu. Bu hükme her ne kadar “O” uymak zorunda olmasa da ben sözümden çıkmam.” Dedi ve Obliu ciddileşmeye başladı. “Sasha ile aramızda geçen konuşma yanlış anımsamıyorsam aynen şu şekildeydi” dedi.

***

Sasha denen kadın koyu yeşil bir cübbe giyiyordu. Akademiden atıldığından beri sahip olduğu tek kıyafetti bu. Ağır işlerde çalışamazdı ve zengin bir aileden de gelmiyordu. Altı yıl eğitim aldıktan sonra elleri ile yapabildiği tek şey dikiş ve nakıştı. Elleri ortaya çıkardığı gücü anında yok ediyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi diğerlerinin de bir şeyler yapmalarını engelliyordu.

Aç olduğunu ilan eden midesine kızgındı. Akademinin başındaki Zhyn denen bunak herife kızgındı. Onu doğururken ölüp giden annesine de kızgındı. Gond denen bu ülkede pek inanılmazlardı ama tanrılara bile kızgındı. Öfkeyle elindeki son iki bakır paraya baktı ve önünde dikildiği hanın kapısını kırarcasına açtı. “Yemek istiyorum hancı, hem de hemen” dedi. Sasha kızgındı. Ne var ki sözler daha on sekizinde bile göstermeyen çıtı pıtı, saman sarısı saçları uçuşan ve soğukta yüzü kızarmış bir kızdan çıktıklarında komik oluyorlardı. Anlık sessizliğin ardından ona bakan han müşterileri ve birkaç garson kız gülmeye başladılar. Daha sonra da gürültünün arasında unutuldu gitti. Cüppesinin başlığını kafasına çekerek bu kez utançtan kızardığını gizlemeye çalıştı.

Boş gibi duran bir küçük masaya gitti ve oturdu. Yanına gelen garson kız süt dökmüş kediye bakar gibi baktı ona. Sasha elindeki parayı uzatarak, “Bununla alabileceğim ne var? Ne olursa?” dedi. Sesinin umutsuz çıkmamasına özen gösterse de garson kızın değişen mizacından bunda başarılı olamadığını fark etti. Sanat icra etmeyen insanların – ki çoğunluktaydılar – Sasha’ya doğal olarak bir iyi davranma eğilimleri oluyordu. Sasha bundan nefret ederdi.

“Tabi tatlım, bekle, birazdan bir şeyler ile gelirim. Paranı kendine sakla –Sasha’nın kulağına doğru biraz eğilerek - istersen arka tarafta biraz hazır sıcak su var. Duş alabilirsin” dedi gülümseyerek. Sözlerinde samimiydi ve Sasha her kelimesine gıcık olmuştu.

Sasha insanların ona sebepsiz biçimde iyi davranmalarına akademiye gidene kadar alışıktı. Kimileri yetimhane hayatının korkunç bir travmadan farksız olduğunu düşünürdü ama Sasha için bu doğru değildi. Tüm insanların böyle iyi kalpli olduklarını düşünmemesi için bir sebebi yoktu. Ancak on ikisinde akademiden gelen bir adam onu yetimhaneden “Yetenekli” mazereti ile alıp götürdüğünde işlerin aslında böyle olmadığını anlamaya başladı. Ne diğer öğrenciler ne de öğretmenler ona iyi davranıyorlardı. Okuduğu süre boyunca hep dışlandı çünkü bir şekilde ona yaklaşan herkesin işini bozuyordu.

Herkes daha ikinci yılında herhangi bir hayvana söz geçirebilirken Sasha bunu bile yapamıyordu. İşin garibi hiçbir güç sarf etmeksizin aynısını basit birkaç kelimeyi rica edercesine hayvanlara fısıldadığında başarabiliyor olmasıydı. Bu ve benzeri hileler ile altı yıl okudu. Gerçekten bir şeyler yapabiliyordu ama diğerleri gibi değildi. Zhyn adlı başöğretmenin ve okulun kurucusunun onu fark etmesi işte bu kadar zaman aldı.

Sasha sürüklenmeyi severdi. Aynı ağaçtan düşen bir yaprak gibi olmak isterdi. Ne yetimhanede sevilirken ne de okul da hoş karşılanmazken mutsuzluk duydu. Çünkü gittiği her yerde bulunmayı kendisinin seçtiğini düşünürdü. Nedenini ise o bile bilmezdi. Şimdi ise ne kadar pis koksa, pasaklı görünse ve ağzını bozsa dahi insanlar onu sevebiliyorlardı. Hemen oracıkta para dilenmeye başlasa zengin olacağına emin gibiydi. Sasha bu durumu artık sindiremiyordu, ona göre tüm insanlar eşit olmalıydılar. Yaşlı birileri ile bu derdini ve ruh halini paylaşacak olsa büyük olasılık ile ona “ergenlik” derlerdi.

Masasına oturan koyu kahverengi cüppeli adamı fark etmesi belki bu düşünce seline boğulmasındandır bilinmez, uzun zamanını aldı. Bu sırada garson gelmiş, yemekleri getirmiş ve yan gözle adamı şöyle bir süzmüştü. Sasha bakışlarını kaldırarak adamı görmeyi başardığında dondu kaldı. “Hey! Sen de kimsin?” dedi bağırarak. Adamın kaşları çatık, gözleri kısıktı. Sanki kızın kafatasını delip beynini görebilecekmiş gibi iki gözünün arasına bakıyordu. “Han’a girerken kapıyı çarparak açtığında bana dokundun.” Dedi suçlarcasına.

Sasha afalladı, adam ne demeye çalışıyordu? Sonunda birisi ona kötü davranmaya mı karar vermişti? İnanılmaz biçimde orta yaşlı bir adamı taciz etmekle mi suçlanıyordu? Yoksa adam da okuldakiler gibi miydi? Bozuntuya vermeden “Özür dilerim, istemeden oldu. Lütfen beni yemeğimle yalnız bırakın.” Dedi. Adam ikna olmamış gibi görünüyordu. Elini uzattı, el sıkışmak mı istiyordu?

Sasha düşünmeden kendisinin de elini uzattığını görünce korkudan ne yapacağını bilemedi. Elini kendisi kaldırmıyordu ama yine de adama doğru gidiyordu işte. Sanki okuldaki şu sihirli metal objeler gibi, ona doğru çekiliyordu. Gerçekten da adam sadece el sıkışmak istemişti. Elini sıkarken “Benim adım Obliu, galiba benimle konuşmak istediğin bir şeyler var?” dedi birden rahatlayarak.

Sasha da tedirginliğini birden bire üzerinden atabildiğine sevindi. Adam ondan ne istiyordu? Bu sırada boşta kalan eliyle birkaç haşlanmış patatesi ve ekmek dilimini ağzına tıkıyordu. “Bweenm ahdum dha Tassha!” dedi her ne kadar ağzı sonuna kadar dolu olsa da bağırarak. Sonunda yutabildiğinde devam etti, “Ehem, Sasha. Gond’a geldim çünkü burada insanlar bana pek bulaşmıyorlar”

Obliu dudak büktü, “Başka yerlerde neden sana bulaşıyorlar ki?” dedi merakla. Sasha bu tanımadığı adamla neden konuştuğunu bilmiyordu. Sanki adamın onunla değil de Sasha vasıtasıyla bir başkası ile iletişim kurduğu izlenimi hâkimdi. Aynı akademide onca zaman kalmasını sağlayan içgüdüsü yine bir şeyler söylüyordu ona. Obliu ile konuşmalıydı ama ne hakkında? “Onların işlerini bozuyorum, ben şanssızım bayım, bela getiriyorum.” Dedi somurtarak. Bu sırada lezzetli patateslerden birkaçını daha midesine indirdi. “O zaman aynı yerde uzun zaman duramıyor olmalısın? Çok gezer misin?” şeklinde sordu adam. Sasha meyve suyundan koca bir yudum alırken kafasını salladı.

Birden bire Obliu denen adamın etrafındaki tüm atmosfer değişti, “Peki hayattan ne istiyorsun Sasha?” dedi güçlü ve bariton sesiyle. Sasha ağzındaki lokmayı yutarken titriyordu. Korku değildi onu titreten, soluduğu havanın soğuduğuna yemin edebilirdi. Biri hanın uzak köşesinden “biri camları mı açtı yahu, kapatın şunu!” diye bağırdı dişleri zangırdayarak. Sasha an içinde tüm han gürültüsünün sustuğunu ve sadece kendisi ile Obliu’nun soluk alış verişlerinin geriye kaldığını duyumsadı. Ortamdaki enerji adeta emilip tükeniyordu. Cevabı sunan yine içindeki o sesti.

“Zaman nehri girdaplar ile dolu. Bulanık ve çalkantılı, içinde yüzmek artık çok güç. Belki sorun kaynaktadır, bilemem ama bir çare bulmak gerek.” Dedi kendisi de ne söylediğini anlamadan. Sözleri biçimlendiren dudaklar ona ait değildiler belki. Obliu’nun kaşları kalktı ve aniden tüm atmosfer geri, eski haline, döndü. “Peki, öyleyse, madem çok geziyorsun gördüğün her şeyi bir kitaba yazmalısın. Ancak sadece senin gördüklerini yaz Sasha, kimsenin bilmediği ama sadece senin bildiğin şeyler olmalılar. Belki bir gün biri onu okuduğunda güzel bir vakit geçirir.” Dedi sıradan bir şeyden bahsediyormuş gibi. Sasha son lokmayı da yuvarlarken düşünmeden sordu, “Nehrin ortasında bir kaya gibi durabilmeli o kişi?”

***

“Her şey Tengu’yu işaret ediyor ama kitap ona çok uzak” dedi Esrod dişlerini sıkarak. Elinden hiçbir şey gelmiyordu. Obliu’nun ona anlattığı bu hikâye her şeyi daha bulanık yapmaktan öteye gidemedi. Obliu, “Göründüğü kadar basit değil. Kitabı bulup yok etmeyi görevin biliyorsun. Bunu anlıyorum ama onu tek parça halinde bulamazsın. Sonuçta kitabı okuyan her kim olursa olsun her defasında farklı bir şeyler öğreniyor. Sonunda kitabı yeterince fazla kişi okuduğunda hepsinin bildikleri kısımlar, bir arada, tüm kitabı oluşturacaklar. Ancak hiç düşündün mü? Birleştikleri nokta bir kâğıt parçası olmak zorunda değil. Tengu aradığın şeye ‘dönüşmek üzere’”. Dedi kurnazca.

“Peki, siz, Sasha’dan bunun karşılığında ne istediniz?” dedi Obliu cevabı zaten bildiğini düşünerek. “Nehrin ortasında dikilen kayaya bir isim takma şerefine sahip olmayı tabi ki.” Dedi. Bunu Zhyn Zenephreth’in yarattığı şeylerden birinin vasıtasıyla yaptım. Sanırım ‘şeyin’ adı Ramuthra olmalı. En sadık hizmetkârımdır. Büyük olasılıkla sen sormayacaksın ama belirtmem gerekli, kitabın son parafını taşıyan varlık bundan haberdar değil ve geçmişte bir dönem bahsini ettiğim hizmetkârımın oyununa gelmiş olmalı. Eğer onu bulup yok edersen Tengu tamamlanamaz ve sen de bir anahtarına daha kavuşursun.” Dedi şeytani bir son gülümsemeyle “Bu arada Hadrhune’a dikkat et, kısa süredir benim mührümü taşımıyor. Bir daha görüşmek üzere, Denge” dedi. Aniden Obliu’nun gözlerinin feri kaçtı ve kafası masaya düştü.

Esrod Obliu’nun bu denli konuşkan olduğunu bilseydi onu bulmayı en baştan önceliği haline getirirdi. Artık Jonnarius’u tekrar bulup her ne kadar istemese de onu ortadan kaldırması gerektiğini biliyordu. Ancak bu düşündüğü kadar kolay olmayabilirdi çünkü tüm bu zaman boyunca öğrendiği bir şey varsa o da Sasha adlı yazarının kaleme döktüğü kara kaplı kitabın son bölümünün ölümünden hemen önce kaleme alındığı yönündeydi.  Ölümünün bu son kısmı yazmasının hemen ardından hiç de doğal olmayan bir şekilde geldiğine dair kayıtlar da vardı. Eğer ki Byakkoya’nın güneyine hükmeden kızıl radohin kraliçesinin bu etkiye bir bağışıklığı varsa ortaya koyabileceği direniş Esrod’u şaşırtabilirdi.

Kafasını kanadının altından çıkaran kuzgun hızlı hareketler ile alık alık etrafına bakındı, “Ne oldu? Bir şey kaçırdım mı?”
[*]Galiba bu yazdığım en sıkıcı bölümdü[/*]
[*]Bölüm başlığı olarak kullandığım resim normalde planladığım resim değil. Forum için uygun kaçmayabileceğini düşündüm ve sadece blog da en baştan planladığım resmi paylaştım[/*]
[*]30 ile final yapmam gerektiğinden emin değildim ama bu bölümü yazarken ne kadar sıkıldığımı görmek kararımı kesin olarak vermeme yardımcı oldu. 30 = Final[/*]

Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-29
Gönderen: KoyuBeyaz - 20 Şubat 2011, 23:37:56
Yeni soru vermediğin için bu bölümde sıkılmışsındır bence, ama cevapları almak da kesinlikle eğlenceliydi. Elbette daha çok verilmesi gereken cevap var fakat açıkçası ben son iki bölümü sıkıştırmak istemeyip biraz daha uzatırsın diye ümit ediyordum. Kısmet, böyle de gayet güzel.

Son bölümün yazılışını bilmem fakat okuması gayet zevkliydi, tıpkı öncekiler gibi. Hatta bazı şeyler hakkında düşündürmesi oldukça da hoş olmuş. Okumayı bitirdikten sonra da bi süre hikayenin içinde kaldığımız bir bölüm gelmiş. Son bölüm sanırım süprizlerle, şoklarla ve etkileyici sahnelerle dolu olacak, nasıl bağlanacağını çok merak ettim gerçekten.

Bu arada bir ümidim de, son bölümün üç bölümlük bir yazıya eşdeğer olması yönünde. Bakalım bakalım...  :)

Ekleme: Bazen karar değişikliği iyidir.

Alıntı
düşünceliyim Tengu konusunda, en fazla 2-3 bölüm daha devam eder ve biter.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-29
Gönderen: Nihbrin - 21 Şubat 2011, 17:53:46
 :D o alıntının ben de farkındayım. Sırf eğlence olsun diye uzattığım kısımlar oldu bir ara. Ancak Byakkoya kurgusunda yer alan başka (herhangi) birilerini, ana hikayenin, öncesini bozmamaya dikkat etme endişesi taşımaksızın yazma arzum karşı konulmaz seviyelerde artık. Bugüne kadar Tengu başlığı altında yazdığım karakterlerden biri de olabilir bu, tamamen yeni biri de. Başka bir şeyler anlatmak istiyorum.

Tengu hikayesinin hak ettiğini düşündüğüm bir sonu var. Umarım bir çuval inciri dağıtmam, biraz uzun olacak evet. 29. bölüm olarak normalde yazdığım bir şeyler daha vardı ama atmosferi o[*]euhuheuh[/*] havaya soktuktan sonra birden kesmek istemedim bu kez. Her şey bittikten sonra belki Sasha ile ilgili yazabilirim, malum bir tapınaktan çaldığı bir taş ile ilgili bir hikaye var kafamda. Belki 30. bölüm bittiğinde aradan birini seçer ve onunla yürürüm başka bir başlıkta. Öyle işte ^^

Bugüne kadar okuduğun için teşekkür ederim. Ha unutmadan, 30'u bu başlıkta yayınlamayacağım büyük olasılıkla, yani en azından tek başına...  ;) [*]ssshhhh![/*]

16 Mart 2011 Edit: 30. bölüm yakın zamanda bu başlıkta yayınlanacaktır. Derleme işinin altından kalkamadım; Tengu'nun haricinde bir bütün olarak "romanlaşabilecek" kısa hikayelerin derlemesi işi için çok geniş bir zamana ihtiyacım olduğunu fark ettim. Acı verici oldu ama uzun bir tatil sürecine girmedikçe halledemeyeceğim.
Başlık: Tengu: Bölüm 30, Final
Gönderen: Nihbrin - 08 Nisan 2011, 03:18:53
Bölüm 30: Final

(http://nihbr.in/wp-content/uploads/2011/04/Alice.png)

Kılıcı tutan elin kabza üzerinde olan müthiş kavrayışının çıkardığı sıkışma, sessiz göğün altında, metrelerce öteden duyulabiliyordu. Tutan elin uzantısında omza giden koldaki her kasın gerilmesini ise biraz daha uzaktan işitmek mümkündü. Ancak omzun tepesinde duran baştan gelen diş gıcırtısıysa, ta Zeref’in kulaklarında bile yankılandı. Zaten sonrasında gelen birkaç saniye boyunca, bilinçli olarak, duyularının herhangi birinin algılayabilmiş olduğu tek şey bu oldu.
Sıradan bir gözlemcinin olan biteni anlaması çok zordur. Zamanın akışını normal insan algı standartlarına göre seçtiğimizde Zeref, Alice ve Tengu arasında geçen öfke, delilik ve her nasılsa mantık yüklü anı betimlemek ise imkansızdır. Zamanın akışını saniyenin binde birinin normal bir saniye olduğunu kabul ederek görecelendirdiğimizde ise makul bir eylem dizisi anlatımı elde edilebilecektir.

Zeref genellikte reflekslerine güvenirdi. Bir saldırıyı savuşturması için düşmanını görmesi veya duyması gerekmezdi, sadece hissederdi. Ona doğru savrulan kılıcın an içinde ikiye böldüğü havanın ona doğru akması ve kendi hayali savunma küresinin herhangi bir noktasına bu havanın temas etmesi yeterdi.

Problem şu ki, hava hareketsizdi. Boğulur gibi olduğunda bir şeylerin ters gittiğini anlayabildi. Sonraki saniyede anladı ki hava hareketsiz olmaktan farklı bir davranış sergiliyordu. Orada değildi bile! Etkin atmosfer basıncı sıfırdı. Tengu’nun nasıl becerdiğini bilmiyordu ama bir şekilde, uzaktan, onu boğuyordu. Gözlerini hedefini bulmak için kullanmayı düşünemezdi, ilk yapması gereken kılıcını saplı olduğu bedenden uzaklaştırmaktı. Kılıcını bırakıp uzaklaşabilir ve silahsız savunmaya geçebilirdi, ancak bu onu üstün konumdayken, kuşkusuz, birden bire zor duruma düşürecekti.

Yaraladığı ve belki sonraki anlarda ölebilecek bedenin aslında bir kalkan olduğunu var sayacaktı ve saldırının ilk dalgası son bulduğunda kılıcını çekecekti. Plan buydu ve saldırının Alice’in şaşkınca heykel gibi durduğu an sırasında onun yönünden gelemeyeceği gerçeğine güveniyordu. Öyle ise saldırı arkadan gelmek zorundaydı, tek yapması gereken saplı kılıcı çıkarmadan, radohini döndürecek biçimde hızla savurmaktı. Alice savrulurken kılıçta bir sonraki an bedenden otomatik olarak ayrılmış olacaktı. Tek hareket ile iki eylem, işte Tengu’nun bilmediği ve öğrenmekten henüz çok uzak olduğu savaş sanatı bunu gerektirirdi.

Her şeye rağmen Alice savrulurken Zeref’in kılıcı da yavaş çekimde ileri doğru, onunla birlikte gitmekteydi. Neden böyle oluyordu? Kılıcı sıkıca kavradığına emindi. Acının beynine varması biraz zaman alacaktı ama anladığı üzere kolu dirseğinden biraz ileride elinden ayrılmış durumdaydı.

Kendi kandamlacıklarının fışkırmaya üşendiği saniyeler içinde bile Zeref paniğe kapılmadı. Hesaplanamamış bir hamlenin gerçekleşmesinin tek mantıklı sebebi olabilirdi, Tengu artık kendisi değildi. Ya da daha geniş bakılırsa, artık kendisiydi. Zeref bu durumda hayatını kaybetmemek için ne yapabilirdi? İlk akla gelen ve etkili olması mümkün seçenek silahlı ve çok hızlı bir düşmana karşı silahsız ve daha hızlı bir göz bağı uygulamaktı. Gerçek bir büyüden daha kolay ve ivedi olurdu. Öte yandan Zeref gerçek bir büyü yapma kabiliyetine sahip değildi veya daha önce deneyimlediği üzere kayda değer sonuçlar ortaya çıkartmaktan uzaktı.

Numara basitti ve bir saniye kullanarak beş saniye kazanma amacı güdüyordu. İkinci saldırının üç saniye içinde gerçekleşeceğini biliyordu ki bu daha önce hesapladığının dokuz yüz katı hızlıydı. Ancak bu kadar hata payına izin verebilirdi çünkü Tengu’nun daha çok hızlanması durumunda zaten yapacak hiçbir şeyi kalmazdı. Acı kolundan beynine ulaşmak üzereydi, bu acıyı Tengu’nun sırtı olduğunu düşündüğü noktayı etkileyen beyin sinirine odaklayacaktı. Gerçek bir yara oluşturmayacaktı ama en zeki ve kararlı canlı bile bilinci dışında dahi olsa, bir acı hissinin oluşturacağı odak bozulması etkisine maruz kalmaktan, kendini alı koyamazdı. Bu taktiğin başarısızlığa uğraması için pek çok sebep vardı ancak en temel sebep Tengu’nun beynine bir saldırı düzenlediğinde ıskalama veya karşı koyulma olasılığıydı.

Buna rağmen sırt sancısı sinyalini yolladığı anda kafasından olması gerekirken hayatta olduğunu gördüğünde en azından 4 saniye kazandığını anladı. İlk ‘kılıcını bırakarak uzaklaşmak’ fikri artık ona tek seçenek gibi görünmeden edemiyordu. Kolu elbet tekrar uzardı ve elbet büyük kuzeni Gandrim onun için bir kılıç daha döverdi. Sahi, her şey bittiğinde Gandrim’in onu Tengu’nun üzerine yolladığı için Zeref’e vermesi gereken ciddi bir hesap vardı. Dört saniye boyunca parmak uçlarında yaptığı hava yürüyüşü ile altı yüz metre yol kat etti ve bu gerçek zamanda saniyenin ikiyüzelli de biri kadar sürdü. Artık nefes alabiliyordu, vakum etkisi hissedilir olmaktan uzaktı. Tengu onu arıyor olmalıydı, bulamazdı, galaksi de Zeref’ten daha hızlı hareket edebilen tek bir canlı yoktu.

“Biliyor musun ne? Işık kendisini çok hızlı zanneder ve yavaşlamakta bile güçlük çeker. Hatta çoğu zaman insanlar ondan daha hızlısının olamayacağı fikrine kendilerini öyle kaptırırlar ki önemli bir gerçeği gözden kaçırırlar. Işık nereye giderse gitsin, orada önce karanlığı bulur. Çoktan varmış ve beklemektedir. İşte karanlık o kadar hızlıdır.” Dedi yabancı bir ses. Sesin niteliği kalın veya ince değildi, yankılı veya sönük de değildi. Açıkçası niteliksizdi, bahsettiği karanlık kadar kimliksiz ve farklıydı. Hızlı kılıç ustasının yüreği umutsuzluk ve korkuyla doldu. Sesin sahibinin kaynağının gücü ile Zeref’in bedeni öyle ağırlaştı ki son hızla giderken tüm kasları aniden kitlendiler ve sağlam olan kolunun üzerinde yere çakıldı.

Darbenin etkisi ile yerde ufak bir yarık açıldı ve zaman diğer izleyenler için normal akışına geri döndü. Onların gördükleri Alice’in Zeref tarafından mıhlanması ve birden bire yüzlerce metre uzakta bir sonik ses patlaması eşliğinde kalkan toz dumandı. Beyaz saçlı kadın sırtından göğe doğru uzanan uzun bir kılıçla yüz üstü çimenlere serildiğinde bile ne olup bittiğini anlamaktan uzaktılar.

Yer gök kararmaya başladı. Solucanlar topraktan telaşla çıkıyor ve birden can veriyorlardı. Çimenler soluyor, kuruyor ve kül olup rüzgarsız havada oldukları yerde yığılıyorlardı. Toprağın taze ve yaşam dolu rengi bazalt siyahına dönüyor ve kuşlar ötmekten ödleri koparmış gibi tek tek susuyorlardı. İleride tüm olan bitenden habersiz süre gelen kuşatma bile durdu. Kılıçlar çarpışmaz oldu çünkü hem uzun boylu yabancı halkın hem de birleşik krallıklardan birinin kuşatılmış vatandaşlarının kalpleri taşınamaz bir yükün altına girdiler.

Yapabilenler dua ediyorlardı, sessizce. Kendi seslerini duymaktan bile korkan insanlar nefeslerini kontrol etmeye çalışırlarken delirecek gibi oluyorlardı. Çok geçmeden bulutsuz kara gökten koyu gri bir şeyler yağmaya başladı. Başta kül oldukları sanıldı ama bu doğru değildi. Çok geçmeden bunların bir insanı boyu kadar büyük kuş tüyleri olduğu görüldü. Katrana bulanmış gibi olanları da vardı ve onlar ıslak olacaklar ki hava direncinden daha az etkilenerek yere daha erken düştüler. Düştükleri yerde çıplak toprak siyah alevler ile alazlanıyor ve sönmeden yanmaya devam ediyordu.

***

Uzaydan Byakkoya gezegenine bakan birisi onun yeşilini ve mavisini göremez. Genelde bulutlar ile kaplıdır ve tüm gördükleri köpüksü bir beyaz tabakalar zinciri olacaktır. Tabakalar birbirleri üzerine biner, sarılır ve dönerler ama pek az zaman çıplak toprakları veya denizi fark edilir derecede sergilerler. Ancak Esrod ve yoldaşlarının gördüğü sahne oldukça farklıydı. Bir çift dev siyah kanat Gond sınırına yakın bir krallığın Kuzey ellerinde göğe doğru uzanıyordu ve çevresi kapkaraydı. Aynı yüzdeki bir ben gibiydi.

Kuzgun Jack, dostu Esrod’un zihninden geçenleri gayriihtiyari bilirdi. Hızlandı ve kendisini çarpışma için hazırladı. Siyah noktaya ulaşmalarından önce daha on bir dakikaları vardı ve elinden gelen bu kadardı. Gezegen ve yıldız kütlelerine yaklaştıkça hızı dramatik bir azalma gösterirdi. Elinden daha fazlası gelmediği için kendisine kızarken gittikçe büyüyen siyah beneğin Doğu tarafından bir alev dalgası girdi ve merkeze doğru hızla ilerledi. Alev kızıldı.

***

Jonnarius bugünün geleceğini Tengu’nun doğduğu günden beridir biliyordu ama hiçbir şey onu buna hazırlayamazdı. Kendi boyunun dört katı bir radohin duruyordu karşısında. Dev kütlesini kaldırmak bir yana, Byakkoya’nın geri kalanını da sırtlayıp götürebilecek gibi görünen bir çift siyah kuşkanadı benzeri kanadı vardı. Bedeni insan formundayken giydiği zırhın motifleri ile bezeli oniks siyahı bir metaldendi ve kafasının burun kısmı çok uzundu. Boyutlarının onda uyandırdığı yavaşlık duygusu aldatıcıydı, onun gölgesinden bile hızlı olduğunu biliyordu. Bedeni birden bire bu denli büyümüş olmasına rağmen küçümseme lüksüne sahip değildi. Uzaktan diğer savaşçıyı nasıl yere çaldığını izlediğinde artık onunla yüzleşmesi gerektiğini kabul etmeye hazırdı.

Tengu ile o anda her ne düşünüyorsa doğrudan konuşmak işe yaramazdı. Jonnarius uzun zaman önce Ozethreth’in gücünü kendisine kattığında bilmesi gereken her şeyi öğrendiğinde gelecek, sadece geçmiş bir anı haline gelmişti. Dolayısı ile gerek radohin ırkının devamlılığı ve geleceğinin istikbali için, gerekse de diğer güçsüz ırkların yaşam hakkını gözetmesi gerektiğinden sahiplenmesi gereken bir sorumluluk söz konusuydu. Sadece Güneyin Kızıl Radohin Kraliçesinin yerine getirebileceği bir sorumluluktu bu. Belki Kuzey’in Alice’i (tabi mümkünse) ondan daha çok nefret edecekti. Yüzünde kararlı bir ifade olan kudretli ejderha daha önce her defasında yaptığının aksine bu defa nefesini sınırlamadı. Ölüm ile saldırdı ve güçsüz halkın sessiz dualarına kendi dualarını da katmayı ihmal etmedi.

***

Tengu kendi zihninde sonsuz beyazlıkta, bir boşlukta sabitlenmiş tozlu bir taşa bakıyordu. Taş oturulmaya müsaitti ve boşlukta durduğu hayali düzlemde, yanlarından taze ve güçlü çimenler fışkırıyordu. Sonraki an her yer çimenle doldu ve Tengu gidip taşa oturdu. Üzerinde zırh yoktu, Panus da görünürlerde değildi.  Etrafına daha dikkatli bakmayı denediğinde önünde yan yatmış bir kütük buldu. Kütükte oturan siyahlara bürünmüş ve yüzünde ifadesiz bir maske bulunduran Hadrhune’un imgesiydi. Karşılıklı oturdular güvenli çayırlıklarında. Hadrhune konuşmadan evvel sol eli ile ikisinin de sağında kalan bir kapıyı gösterdi.

Kapının rengi eflatundu ve saydamdı. Tengu ona daha dikkatli baktığında kapının ejderha motifleri ile bezeli olduğunu gördü. Büyüleyici güzellikteydi çünkü motifler her an hareket halindeydiler. Kapının belli bir kanat aralığı veya anahtar deliği yoktu ama onun bir kapı olduğunu biliyordu. Sahi bir kapıyı kapı yapan neydi ki?

Hadrhune sessizliği bozan oldu. “Neden burada olduğumuzu biliyor musun Tengu?” dedi hüzünle. Adam biliyordu. “Alice” dedi sesi titrerken. Hadrhune olumsuz şekilde başını salladı. “Kapıya daha iyi bak. Eskiden bu kadar saydam değildi, gittikçe yitiyor. Alice sadece bir dış etken, asıl sebep senin kapıyı artık istemiyor olman” dedi tane tane. Tengu kaşlarını çattı, “Bu kapıyı daha önce görmedim bile, hem şimdi ne ilgisi var? Geri dönmeliyim ve onu kurtarmalıyım.” Dedi.

Hadrhune başını eğdi, “Evet, kurtarmalıyız. Ancak başkası bizim için şu anda bu işle meşgul olmakta. Kılıcın nerede Tengu?” dedi. Sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Tengu’nun farkına varmadığı bir gerçeği görebilmesi için dolaylı olarak her yolu deniyor gibiydi. Tengu telaşla “bulamıyorum, yine sende olabilir mi acaba?” dedi tek kaşını kaldırarak. Hadrhune zihin âleminde elinde yoktan bir ayna oluşturdu ve Tengu’ya doğrulttu. “Bak, kendin gör.” Dedi. Görüntüsünün kılıcıyla ne ilgisi vardı ki? Baktı ve gördüğü karşısında ne diyeceğini bilemedi.

Yüz bir insanın yüzü değil, bir ejderhanınkiydi. Çok uzun bir burun kısmı vardı ve bedeni hep giydiği zırhın motifleri ile kaplıydı. Ellerinde pençeler vardı, pençeler kılıcının çeliğinden yapılıydı. Gözleri eflatundu. Aynadan biraz uzaklaştığında oturduğu taştan kayıp düştü. Kanatları vardı! Gözlerini aynadan ayırdığında ve kendine daha dikkatli baktığında ellerinin yine insan elleri olduklarını gördü. Panus’tan pençeler yoktular. Hadrhune yine kapıyı gösterdi. “Tamamen yok olduğunda, sen de yok olacaksın Tengu. Ben de ancak bu kadarını biliyorum. O gördüğün şeye dönüşeceksin ve belki ben de artık burada barınamam.” Dedi duygusuzca.

Tengu onun söylediği her şeyin doğru olduğunu biliyordu. Zihninde ikisi baş başa olduklarında Hadrhune oldukça dürüst birisi haline geliyordu. “Nasıl? Nasıl durdurabilirim?” dedi güçsüzce. “Yapamazsın” diye cevapladı maskeli adam, “ikimizin de iradesinin üzerinde bir el var. Esrod’un bile üstünde olmalı. Tilki kılıklı radohin Ramuthra kendisini bir riyakar gibi göstererek kızıl kardeşini bize karşı düşürdü ama bunun da işe yarayacağını zannetmiyorum. Ramuthra, Ozethreth ve Jonnarius’un ortak gücü bile bu şeyi (aynayı gösterdi) durduramaz.” Dedi yine aynı soğuklukla. Ancak sanki daha soğuktu. Tengu ağzından çıkan havanın buhara dönüştüğünü gördü. Zihni soğuktu. Çok soğuktu. “Dışarıda neler oluyor?” dedi korkuyla.

***

Kızıl alevler kara olanlar ile savaşıyordu. Toprak iki desenin mücadelesi ile bezeliydi ve siyah kanatlı radohinin yüzünde patlayan bir alev topu kilometrelerce öteden duyulduğunda insanlar kıyametin yakın olduğunu düşündüler. Kafası dumandan bulutlarla kaplanan radohinin yüzü görülmez oldu.

Kuşkanatlı radohin karşı koymuyordu ama bir zarar görmüş gibi de durmuyordu. Jonnarius ivmelendi ve nispeten küçük kalan bedenini bir ok gibi ona fırlattı. Kalbini tek seferde sökebilirse, belki o zaman kavgayı daha başlamadan bitirebilirdi. Pençesi sert bir şeye çarptı ve darbesi tamamen emildi. Jonnarius şaşkınca sağ pençesine baka kaldı. Buzdan bir kelepçe tüm ufuk çizgisini boydan boya dolanıyormuş gibi görünen bir buzdan duvara sabitlemişti onu. Kara radohinin kanatlarının ancak uçları görülebiliyordu, duvar bu kadar yüksekti işte. Aniden önünde bu denli muazzam miktarda buzdan oluşan bir duvar örebilecek fazla isim sayamazdı.

Tonlarca ağırlıkta olması muhtemel buzdan kazıklar gökten üzerine yağmur gibi boşanmaya başladığında ilk olarak nefesi ile kendisini kelepçeden kurtardı ve kanatları ile kazıklardan sakındı. “Ona zarar veremezsin Jonnarius, buna izin vermem.” dedi ancak ve ancak Alice’e ait olabilecek bir ses. Gökte asılı duran Kuzeyin Buz Kraliçesi Wilvarin’in mirası, Alice’ti.

Kızıl kraliçe onda toyluk görmedi. Oysa Alice’i daha önce hiç radohin bedeninde görmediğini düşündüğünde bunun aksini düşünmeliydi. Neydi onu genç yaşında bu denli kudretli kılan? Tüm kara ve kızıl alevler buza döndüler. Plazmanın hayaletini bile buza döndürecek bir soğuktu onunki. Her şey bir yana Alice’in yere kapaklanışını izlemişti. Onu küçümsemesinin bir sınırı yok muydu?

Jonnarius yapmak zorunda olduğu şey için kendisini asla affetmeyecekti ama günahlarının yanına bir diğerini daha eklemekten çekinecek de değildi. Tengu, dönüşmekte olduğu şeye tamamen dönüşmeden önce yok edilmeliydi ve buna mani olan her unsur ortadan kaldırılmalıydı. Damarlarındaki akan tüm kanın alev aldığına emindi, etindeki tüm hücre çığlık atarcasına kendi közü ile alazlanıyordu ve Jonnarius belki de Tengu üzerinde bile kullanmayacağı kadar güçlü tek saldırısını yaptı. Alice en azından bu kadarını hak ediyordu.

Jonnarius’un ağzı sonuna kadar açıldı ve dilinin ucundan birkaç metre uzakta dönen, parlayan, için çökecekmiş gibi kıvrılan ve güçle titreyen bir koyu mavi alev topu oluşturdu. Işık, alev topunun etrafında bükülüyordu ve adeta içine çekiliyordu. Bölgedeki tüm rüzgarların Jonnarius’a doğru estiği gözlemlenebilirdi. Alev topu binlerce volkanın patlamasına benzer bir ses ile serbest kaldı ve tek bir top halinde değil de toptan fışkıran bir mavi lazer sütunu halinde beyaz radohine doğru vücut buldu. Neredeyse anında lazer bedeni deldi geçti ve uzaya doğru yoluna devam etti. Jonnarius lazeri hemen sonlandırmadı, ağzını biraz açı yaparak eğdi ve bir kılıçmış gibi kullanarak Alice’i ikiye böldü.

Ancak beklemediği bir şey oldu. Milyonlarca derece sıcaklıkta olması olası lazer sütunu aniden açık turkuvaz rengi bir buz sütununa döndü. Buzun etrafını saran kuru karbondioksit katmanı göğe yükseliyordu. Sürtünme kuvvetinden dolayı atmosferin uzak bir noktasında kırılmış olabilirdi. Buhar sicimleri tek bir noktada birleştiler ve tek bir bedeni ortaya koydular. Görünen o ki Alice artık maddenin tek haline hükmetmiyordu. Buzdan sütunun ağırlığını serbest bıraktığı anda yukarıya doğru uzanan tüm kütle birden Jonnarius’un üstüne yığıldı. Yığılma ile eş zamanlı olarak sütun hızla sıvı hale dönüştü ve uzaydan bile görülebilecek kadar geniş bir alanı neredeyse hemen göle döndürdü. Jonnarius’un kızgın bedeni güneş gibi parlaktı. Kızıl kraliçe ellerini toprağa daldırdı ve bekledi. Alice sonraki saldırıyı beklemeyecekti. Jonnarius ona zarar veremezdi! Bunca zaman kendisini sırf Jonnarius bir karşı taktik geliştirecek vakti olamasın diye sakladığını düşükçe çılgın gibi eğleniyordu. Bunca zaman sadece bir tek bu kavga için beklemişti, güçsüz olduğuna kendisini bile yeterince inandırabilirse aklı okunduğunda küçümsenecekti. Neydi tüm bariyerleri kaldıran? Artık hiç bir şeyden korkusu yoktu. Tengu’nun aslında ne olduğunu öğrendiğinden beri yoktu. Eğer başarısız olursa, onun yerine Tengu yarım kalanı bitirebilirdi.

Karanlık gök bir buz fırtınası ile sarsıldı. Kar taneleri o kadar ince ve güçle yağmaya başladılar ki oluşan yıldırımlar daha iyi iyonize oluyor ve normalden daha çok gerilim yüklü hale geliyorlardı. Alice elektriğe hükmedemezdi ama maddelerin enerji seviyelerini onlara temas ederek değiştirebiliyordu ve tüm atmosfer de buna dâhildi.

Yıldırımlar Jonnarius’un olduğu yere hızla ve yılmadan art arda düşmeye başladılar. Düştükleri yerde toprağa karışmıyor, buza dönüşüyorlardı. Alice toprağın altında dallanıp budaklandıklarına emindi, bu sayede etki alanını genişletmeyi amaçlıyordu. Fakat şaşırma sırası artık ondaydı. Yarattığı buzdan duvar binlerce metre genişliğinde tek bir fay hattının içine yuvarlanırken kelime anlamıyla dondu kaldı. Yarıktan yukarıya magmadan yeni bir duvar yükseldi ve öylece asılı durdu. Jonnarius yıldırımlar sona erdiğinde ortalıkta yoktu. Bedenini magmaya dönüştürerek yer altına girmiş olmalıydı ve büyük olasılıkla şimdi duvarın ardındaydı.

Duvarı kolayca camlaştırıp içeriye dalabilirdi ama bu Jonnarius’un savaş alanına bodoslama girmesi anlamına gelirdi. O yüzden yükseldi ve duvarı tepeden geçmeyi denedi. Duvarın onun geçmek istediği yüksekliğe geldiğinde kendisini de yükselttiğini gördüğünde şaşırmadı. Adeta yaşayan bir organizma gibiydi. Jonnarius’un kendisine az önce uyguladığı aynı mavi lazer saldırısını pasif duran Tengu’ya karşı kullanmak üzere olduğunu gördüğünde çaresizlikten ne yapacağını bilemedi. Tengu bunu atlatabilir miydi?

O anda aklına delice bir fikir geldi. Belki birkaç dakika önce Tengu’nun sesi olduğunu düşündüğü sesin izah ettiği üzere ‘karanlık’ kadar hızlı olmayabilirdi ama ondan sonra en hızlı şey olabilirdi. Kendi enerjisini ne kadar değiştirebilirdi? En fazla ne seviyede bedeni buna dayanırdı? Gözlerini kapattığında ve tüm duygularını bir kefeye koyarak tarttığında ibrede “Riske değer” düşüncesi belirdi. Şeytani bir gülümsemeyle parladı ve ışığın kendisine dönüştü.

Her şey o kadar açık hale geldi ki bunu daha önce neden denemediğini düşünürken buldu kendisini. Eğer bir sorun yaşamazsa ışığı kullanmak onda bağımlılık halini alabilirdi. Etrafındaki her atomun ve enerji değişiminin farkındaydı. Ses dalgaları bile adeta havada asılı kalmış kuşlar gibiydiler. Nesneler sabit bir şekle sahipmiş gibi görünmüyorlardı ama Jonnarius’un tam o anda ağzından çıkmakta olan lazer hareket halindeydi. Alice’den sadece biraz daha yavaştı. Hemen bir şey yapması gerekiyordu. Onu anında buza döndüremezdi çünkü bu zaman alıyordu ve lazere açıkça temas etmek zorundaydı. Yanı sıra ışık formundayken diğer maddelerin seviyelerini değiştiremeyeceğine emindi. Bu durumda tek bir seçeneği kalıyordu.

***

“Neden bu denli soğuk?” dedi Hadrhune da soruyu tekrarlayarak. Esasında kendisi de bilmiyordu. Anlaşılan dışarıda işler planladığı gibi yürümüyordu. Kapı Hadrhune için daha önce bir jokerdi. Belirsiz bir özelliği vardı ve diğer kimsenin de haberdar olmaması gerçeğinden yararlanarak kapıyı aktif etmenin yollarını arayıp durmuştu. Tengu ile bir olarak onun rüyalarına erişimini arttırdığı zaman kapının doğasını anlayabilmişti. Kapıyı yaratan kişi Tengu’nun diğer kimliğiydi. Yine Tengu gibi düşünen, onun gibi davranan ve hisseden bir varlıktı ama dünya üzerinde yürüme fikri ona bas bayağı korkutucu görünmüş olsa gerek ki kendisine bir koza örmüştü.

Kozadan çıkması için hangi koşulların gerektiğini bilen tek kişi yine o olmalıydı. Hadrhune kelebeğin belki hiç çıkmayacağını ve bir ihtimalle de her an çıkabileceğini düşündükçe sabretti. Ancak kozayı ilk yırtmak için tek gereken ironik biçimde yine Tengu ile birleşmesi olmuştu. Sonrası ise Tengu’nun duygusal dengesizliğine bağlıydı. Büyük olasılıkla diğer ‘kendisi’ onun insan formunun en ümitsiz anında işitilebilecek yardım çığlığına aşırı bir tepki olarak aniden kozayı parçalamış olmalıydı.

Ortaya çıkacak varlığın Esrod’un çekineceği bir ‘şey’ olacağına güvenmek zorundaydı. Jokeri bundan ibaretti ve kartın avantajlarını tamamen değilse bile yapabildiği kadar kullanmayı amaçlıyordu. Bu sırada Tengu’nun insan benliğinin incinmemesi için elinden geleni yaptığını gördükçe kendisine gülmeden de edemiyordu. Ancak Tengu güvenli çayırlıklarında kararlı bir ifade ile ona baktığında düşünceleri soldu gitti. O bir şeyler yapacaktı ama ne?

“Kontrolü ele almalıyım Hadrhune. Neler olduğunu görmek zorundayım, Alice halen orada.” Dedi ve yok oldu. Hadrhune dehşetle üstü boşalmış kayaya baka kaldı. Tengu’nun bunu yapacak gücü olmamalıydı!

***

Tengu’nun ilk hissettiği acı oldu. Yüzü, göğsü ve kanatları yanıklar içindeydi. Katlanılmaz bir acı değildi ve yavaşça iyileştiğini hissediyordu. İkinci fark ettiği şey kocaman olduğuydu ama ağırlığını hissetmiyordu. Üçüncü ve en önemlisi ise buzdan bir yarım kürenin içinde olduğu gerçeğiydi.

Bazı yerlerden üzerine damlalar dökülüyordu ve bu damlalar inanılmaz soğuktu. Bu şey her neyse su değildi ve damlaların kendileri bile temas ettiği noktalarda nem varsa anında yeni bir buz katmanı oluşturarak yoluna devam ediyorlardı. Dev ayak pençelerinin altında, tek bir pençesinin ucundaki nokta büyüklüğünde bir bedeni seçebildi. Tengu, duyularının olağan üstü olduklarını düşündü ve bedene doğru uzandı. Altındaki toprak ile beraber onu kaldırdı ve daha yakından baktı.

Zeref’in daha önce yaraladığı yerde giysisi kanlar içindeydi ama gördüğü zarar bu yaranın çok ötesindeydi. Gövdesinin sağ yarısı tamamen yok olmuştu. Halen nefes alması bile mucizeydi. Burnunun ucuyla ona zarifçe dokunduğunda kızıl-mavi çıtırtıyı hissetti. Jonnarius’un damgasıydı ve tüm radohinler gücün sahibini yaradan koklayabilirlerdi.

Tengu’nun öfkesi benliğini karanlık ellerine alırken buzdan duvar belli bir bölgede tamamen eridi. Koyu mavi damlalar her yana saçıldı ve dokundukları yerleri asit gibi dağladılar. Tengu zihninin diğer Tengu tarafından tutulup çekildiğini hissetti. Buna izin vermeyecekti. Ne olduğunu kendisi de bilmiyordu ama aniden her şey dinginleşti. Kanatları ile kendi bedenini sardı ve daha küçük olmayı istedi. Öncelikle hantallıktan kurtulmalıydı çünkü Jonnarius’un bile delmekte güçlük çektiği bir buzdan kalkana ucu ucuna kısılmış haldeydi.

***

Jonnarius panik halindeydi. ‘O şey’ uyanmış, Alice’i görmüş ve doğrudan kendi gözlerinin içine bakmıştı. Jonnarius yaratığın gözlerindeki ifade karşısında iki şeyin farkına varmıştı. İlki, tüm ümitlerin sona ermediğiydi. İkincisi ise yine de burada canını verme ihtimalinin yüksek olduğuydu çünkü gözler eflatun değillerdi.

Gözlerinden şelale halinde lavlar boşanan kızıl radohin tüm nefesiyle dev iglonun içini doldurdu. Kor haline gelen fırının içinde ardı ardına patlamalar oldu ve Jonnarius ne pahasına olursa olsun durmamak üzere buna devam etti. Çelikten ciğerleri kuruyana kadar püskürttü. Gırtlağı çürümüş gibi büzülene kadar püskürttü. Kalkan içten eriyene dek, püskürttü.

Magmadan bir tepe oluştu ve üzerine yığılan soğuk sıvı ile anında taşlaştı. Kara radohin görünürde yoktu. Başarmış mıydı? Her şey bitmiş miydi? Yaşlı radohin buna inanmayı her şeyden çok arzuluyordu. Ensesine oturmuş bir siluet ona “Babaannem gibi kokuyorsun.” Dediğinde gözleri fal taşı gibi oldu, hareket edemiyordu. Göz ucuyla sesin sahibine baktı. Kucağında ölümcül biçimde yaralanmış Alice’i tutan, radohin görünümlü Tengu’ydu.

Biraz önce sahip olduğu bedenin aynısıydı ama sadece, daha küçüktü. Buna rağmen Jonnarius onun tüm kütlesinin halen orada olduğuna yemin edebilirdi, sadece hacmi küçülmüştü. Daha fazla havada duramadı ve yere çakıldı. Düşüşü olabildiğince yavaşlatmasına rağmen dizleri üzerinde doğrulamadı ve çenesi yere yapıştı, kalkamıyordu.

“Anlat bana, o nasıl yaralandı? Lütfen anlat ve bileyim.” Dedi üzüntüyle. Jonnarius onun bal gibi de bildiğinin farkındaydı. “Ölmelisin Tengu. Zavallı dişi, olmak zorunda olanı geciktirmek için önüne geçti ve zarar gören kendisi oldu. Olasılıkla, maddeleştiğinde ikinci bir düzenleme yapacak zamanı yoktu” Dedi duygusuzca. Aslında duygularını gizlemek için o kadar çok özen gösteriyordu ki yine de sesinde bir üzüntü tınısı sezilebildi. “Neden? Çektiği acılar yetmedi mi? Şu anda, ellerimdeyken onun tüm geçmişini görebiliyorum. Ne ile karşılaştığımı bilmek ister misin Büyükanne Johanna? Bunca elem ve kedere rağmen iyi olmayı seçebilmiş bir ‘insan’ görüyorum.”

“Benim için anlat ona, yaşayacaktır çünkü ona benim küllerimi vereceksin! Anlat ona yaşadığında Johanna, annesini öldüreni anlat ona. Radohin Wilvarin’in kılıcını çalan adamı, Gandrim’i anlat ona, hepsini anlat çünkü o ne yapması gerektiğini bilecek. Onun daha çok intikam ile dolmasını istemiyorum, onun seni affetmesine izin ver.” Dedi kızılın omzundan atlarken. Jonnarius duyduklarına inanamıyordu. Ramuthra’nın tüm oyunlarına rağmen, binlerce yıldır süregelen bir satrancın son sahnesinde yalın bir insan iradesi hepsine üstün mü gelmişti?

Tengu’nun sırtı ona dönüktü.

***

Tengu kendisi ile savaşıyordu. İçin için onu yiyen ses “AHMAK! SENİ YOK EDECEK!” diye bağırıyordu. Diğer kendisi onu uyarmak için ümitsizce çırpındığını duymazlıktan geliyordu çünkü söylediklerinin gerekli yerler ulaştığına inanma yönelimindeydi. İnsan Tengu verdiği karardan emindi, Byakkoya’dan çok uzaklara gidecekti ama bundan önce en sevdiğini yaşatmalıydı. Sağ koluna baktı, kılıç tutan ve kullanan eliydi. Oysa artık bir pençeydi, ondan kopan bir uzuv alev aldığında küllerden bir yeni radohin doğabilirdi ve radohinlerin düşmüş yoldaşlarını bu şekilde hayatta tuttukları da bilinen bir şeydi.

Peki, o nasıl bilebiliyordu? Daha önce hiç radohin olmuş muydu? Tengu kimdi? Artık o da bilmiyordu. Ancak duygularını dengeye sokabildiğinde ejderha benliğini kontrol altında tutabildiğini bilmek huzur vericiydi. “Keşke” diye düşündü aniden, “Jonnarius, keşke bana saldırmayı seçmeseydin.” Dedi görmediği arkasında patlayan mavi lazeri hissederken. Lazeri durdurmak için bilinçsiz olarak görüş açısının dışında bir kara delik açmıştı. Tüm gücüyle Tengu dışında her şeyi içine çekmeye başlayan vorteks aslında tekil bir noktadan oluşuyordu. Geldiği gibi yok oldu ve geride kocaman, dairesel bir yarık bıraktı. Lazer de sanki hiç başlamamış ve bitmemiş gibiydi. Alice’i yavaşça yere bıraktı ve Jonnarius ile yüzleşti.

Eflatun gözlerin sahibi, “Artık seni kimse kurtaramaz.” dedi. Tam o sırada ikilinin arasında siyah bir kuş tüyünün süzülerek aşağıya indiğini gördüler. Tüy, Tengu’ya ait değildi.

***

Alt üst olmuş kuşatma arazisi ve kuşatılan kale surları yakınlarında kaç insanın hayatını kaybettiği çok uzun yüzyıllar sonra dahi anlatılacaktı. Oysa kimse aslında gereksiz tek bir ölümün dahi olmadığını bilmeyecekti. Çünkü Esrod oradaydı. Esrod kaos ve düzenin sonsuz savaşında ortada kalan ruhların tek kurtarıcısıydı ve daha fazlasından sorumlu değildi. Oradaki tüm insanlar normalde kendi savaşlarında öleceklerdiyse bile artık başka yerlerde, Byakkoya’nın dört bir yanında yaşadıkları korkunun iziyle, hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiler. Umulmadık bir ikinci şanstı onlarınki.

Onların bölgeden uzaklaştırılması ile işi bittiğinde halen bolca zamanı vardı. Jack’in omzunda yolculuk ederken zaman ile oynamak onda nahoş bir tat bırakırdı. Toprağa bastığında da kararmış bölge içinde zaman ile istediği gibi düzenleme yapamadığını görmek onu şaşırttı. Bu yüzden sıradan bir insan gibi davrandı ve oyunu kuralına göre oynadı, Jack’in de büyük yardımı dokundu. Kavgaya yetiştiğinde Alice hareketsiz biçimde yerde yatıyordu ve Tengu küçük bedeni ve eflatun gözleriyle Jonnarius’a bakıyordu. “Yanlış kararı verdin kızıl.” Diye düşündü içinden.

“Artık seni kimse kurtaramaz” dediğinde Tengu’nun bildiği kişi olmadığına emindi. Yine oydu ama kendisi gibi değildi veya artık kendisiydi. “Kafamı karıştırıyorsun ama doğru söylüyorsun evlat, kızıla saldırırken sana karışacak değilim. İlk hamleni görmek istiyorum.” Diye düşündü.

Az önce açtığı vorteksin aynısını geri çağırdı ama çıkış noktasını Jonnarius’a yönlendirdi. Alice’in aldığı darbenin aynısına maruz kalan ve öncesinde etkisizleştirilmiş radohin kendi gücünü doğrudan göğüsledi. Çığlığı en uzak sahillerde bile martıların çığlıklarından ayırt edilebilirdi. Ölmeyecekti belki ama uzun süre bu şekilde kalacağı belliydi.

Tengu gözlerini radohinden ayırarak doğrudan Esrod’un olduğu yana baktı. Esrod ise kendine tam güvenle beriye baktı, belki de arkasındaki her neyse tam onun hizasındaydı ve Tengu’nun dikkatini çekmişti. Görülebileceği ihtimali bir an olsun aklından geçmedi çünkü o istemedikçe, fark edilemezdi.

Kulağının dibinde ejderhanın dişleri konuşurken takırdadı ve fısıltıyla, “Öyle sansan da görünmez değilsin, garip kokuyorsun ve benim huzurumda ayakta durabiliyorsun. Kimsin sen?” dedi. Esrod beyninden vurulmuşa döndü, Tengu’nun ağzından çıkanlar belki ona göre basittiler ama Esrod için çok anlamlıydılar. İlki Tengu’nun insan benliğinin tamamen derinlere gömülü olduğu gerçeğiydi. İkincisi bu yaratık her ney idiyse Esrod’dan haberdar olmadığına göre çok uzun zamandır uykudaydı. Üçüncüsü ise onu var olduğu paralel boyut düzlemindeyken algılayabilecek tek bir varlık türünün olmasıydı. Hadrhune.

“Sen radohin değilsin ve ayrıca hiç de garip kokmuyorum.” Dedi usulca. Esrod onunla yüzleşti ve gözlerinin içine baktı. “Kim olduğuma gelince, biliyor olmalısın.” Dedi hınzırca. Tengu’nun eflatun gözleri kısıldı. “Hadrhune ile kaynaştığını görebiliyorum, belki de onun gücünü de sömürüyorsun. Kabul etmeliyim ki o adam artık burama kadar geldi” burnunu gösterdi hızla, “Bana çıkardığı problemlerin ardı arkası kesilmiyor ve şimdi de sen karşıma geçmi… Hey, biri konuşurken saldırmak hiç de … YETER!” dedi ve uzaklaştı. Konuşması sırasında Tengu aynı Zeref’te gösterdiği atiklikte peşi sıra altı saldırı gerçekleştirdi. Şaşkın yaratık soluk soluğa Esrod’a bakıyordu. Alnına bir fiske yemişti.

Esrod derin bir iç çekti, “eh, ne kadar hızlı olursan ol sadece madde tabanlısın.” Dedi. “Zenephreth’in bu kadarını bile bilerek veya bilmeden başarabilmiş olmasına gıpta etmek gerek.” Diye devam etti. Bu sırada ellerini arkasında birleştirmiş, soluk soluğa kalan Tengu’nun etrafını, turluyordu. Ona bakmıyordu bile, kendi adımlarını izliyor ve sesli biçimde düşünüyordu.

Çok geçmeden ikinci saldırı başladı. Esrod ellerini kullanmadı ve sadece savuşturdu. Saldırının önünden daha saldırı yerini bulmandan çekiliyordu. Olup bitenin aslında hızla da alakası yoktu, yaratığın aklından geçenler öyle umarsızca etrafa saçılıyorlardı ki ne yapacağını bilmemek için telepatik açıdan sağır olması gerekirdi. Ancak bu böyle devam edemezdi. Her hamle de etraflarındaki toprak közleniyor, dağlanıyor, parçalanıyor, minik vorteksler oluşturan hava akımları önlerine geleni yutuyordu. “Silahsız birisine silah çekemem evlat. Eğer ki bir hayvansan pençelere lafım olmaz ama ikimiz de böyle olmadığını biliyoruz.” Dedi hafif sinirli bir tonda.

Tengu durdu. Nefesi daha düzgündü, tempoya alışıyordu çünkü bu diğer Tengu çok hızlı öğreniyor ve adapte oluyordu. Radohin görünümünden tamamen olmasa da arındı. Beden hatları bir insanı andırıyorlardı ve pençeleri de geri çekildiler. Boşlukta hemen önünde bir vorteks oluştu ve elini içine soktu. Geri çektiğinde kaldırdığı Panus’tu. Kanatları bırakmamıştı ve dramatik biçimde halen bir ejderhayı andırıyordu. Yüzünde bir ejderha kafası biçimde duran miğfer olağan üstü canlıydı.

“Güzel seçim. İlk hamle hakkını sana vermeyi çok isterdim ama ne yazık ki onu çoktan tükettiniz.” Dedi bu defa resmi bir tonla. İki elindeki kirli sargılar yere döküldüler ve onlar düşerken hızla diz çökerek sağ elinin avuç içini hızla toprağa vurdu. Yerden kalkarken eliyle topraktan bir kılıç çekti. Kılıcın üzerinde hiçbir motif yoktu, süssüzdü, eğimsizdi ve düzdü. Tek bir orta kanalı vardı. Kabzası da basitti ve amacının dışında vurgusuzdu. Boyu bir metreden uzun olmalıydı, çok parlamıyordu ama hiçbir çizik ve çentik de gözlenemezdi.

Tengu ona öğretilen her şeyi unutmuşçasına barbarlar gibi tuttuğu kılıcıyla üzerine geldi. Kanatlarını saldırıyı güçlendirmek için son anda bir defa çırptı ve atıldı. Esrod sakindi, sol ayağını hafifçe geri attı ve pozunu aldı. Karşısından bakan bir gözlemci kılıcını mükemmel bir simetri ile bedeninin iki yarısının ortasında tuttuğunu söyleyebilirdi.

***

Çelik çeliğe çarptığında hiçbir şey olmadı. Tengu şaşkın görünüyordu. Tüm o güce ne olmuştu? Varlığının her damlasını tek bir hamleye odakladığına emindi. Çarpma gerçekleşmese bile karşısındaki savrulan keskin kenarın şok yaratacak etkisinden kaçamamalıydı. Oysa basit bir çınlama ile sonuçlandı. Ardından gelen saniyelerde anlaması uzun sürmedi. Görünen o ki adamın elindeki kılıç düşünüldüğü kadar sıradan değildi. Adam da ona karşı hamlede bulunduğunda beklediği yoğunluk ile karşılaşmadıysa da cevap vermekte zorlandı. Sıradan birer insan gibiydiler!

Adamın kılıcı sahibini ve savaştığı kişiyi normal insan standartlarına çekiyor olmalıydı. Böyle bir dövüşte ancak ve ancak daha zeki taraf kazanırdı. Adam Tengu’nun deneyimsizliğini ona karşı kullanıyordu. İnsan olan Tengu’nun bu adamın kimliğinden haberdar olduğunu ve dahası kılıç dövüşünden anladığını bilse de onun zihnine sızmaya cesaret edemezdi. Elini insan benliğine uzattığı anda kontrolü tekrar kaybedebilirdi. Bunun yerine diğer karanlık ‘şeyden’ yardım almayı seçti. Bilgeliği su götürmezdi.

***

Esrod kendisini talim dövüşü yapar gibi hissediyordu. Sıkıcıydı. Tengu’yu yenmeye çalışmıyordu. Tek yaptığı insan benliğinin kontrole ele geçirmesini beklemekti. Bu yaratık kılıç dövüşünden anlamıyordu ve bir noktada insan tarafına danışmak zorunda kalmalıydı. Tabi hakkını vermeliydi çünkü kanatlarının da yardımıyla oldukça yaratıcı saldırılar düzenliyordu, onun yeteneği doğaldı. Sıkılmasına rağmen tüm dikkatini veriyordu çünkü bu ‘şey’ ile ilgili bilmediği pek çok unsur vardı. Her an bir sürpriz ile karşılaşabilirdi ki öyle de oldu.

Kılıcı bir sonraki atağında Panus’un içinden geçti. Panus çarpışmanın olması gerektiği anda saydamlaştı ve seyirdi. Tengu iki eliyle öldürücü bir hamle yaptı ve Esrod hamleden ucu ucuna kaçınabildi. Kılıcın ucu sağ omzunda derin olmayan bir kesik açtı. Kesikten kırmızı kan aktı ve adam akan kana ilgiyle baktı. “Aslında, bunu özlemişim. Nehegnir’i bulmak için ne kadar zaman harcadığımı tahmin bile edemezsin.” Dedi kılıcına gülümseyerek bakarken. “Nehegnir huzurunda ‘Herşey’ eşittir ve insandır” dedi şeytani bir gülümsemeyle.

“Yine de Hadrhune değil.” Dedi bu boyuttan olmayan sesiyle Tengu. Esrod gözlerini kıstı, “Evet değil. Neden peki? Bunu daha sonra daha dikkatli biçimde araştırmam gerek. Özür dilerim, çırağımın hayatı pahasına yaşamına son vermem gerekiyor.” Dedi. Sesi buz gibiydi.

***

Kuzgun Jack ve Mathilda heyecanla Esrod ve Tengu’nun düellosunu izliyorlardı. Jonnarius can çekişmesine rağmen uzaklaşmak yerine tüm kavga boyunca bir arka plan heykeli gibi kas katı izlemekle yetinmişti. Belki de, gerçekten de hareket edemiyordu.

“Daha önce onu hiç böyle görmedim” dedi kız huşuyla Esrod’u izlerken. Jack, “Ben gördüm, bundan daha farklıydı ve elinde de dövüştüğü adamın silahı vardı. O zaman tek bir kişi ile değil, yüz binlercesi ile cenk ediyordu.” Dedi sinir bozucu bilmişliğiyle. Mathilda daha da şaşırdı, “Yüz binlerce mi? Şaka yapıyorsun. Neden böyle bir şey yapsın ki? Hem kılıç henüz ona ait değil.” Dedi. Jack hep gülümser gibi görünürdü ama bu defa gerçekten gülümsüyor olabilirdi. “Öyle mi dersin? Anahtarlar her zaman ona aittirler.”

İkili bakmazken beklenmedik bir çınlama oldu. Önceki çınlama serilerinden farklı sonlandı çünkü havada uçan bir kılıcın dönen uğultusu duyuluyordu. Nehegnir havalandığı gibi yere düştü ve toprağa saplanıp kaldı. Bunu Jack de beklemiyor olsa gerek ki sustu.

“Ya şimdi, beni öldürecek misin?” dedi alınmış gibi.

“Nasıl? Ne oldu!” derken, Mathilda oturduğu ağaç dalından kalkacak gibi oldu ama Jack havalanarak önünü kesti, “Hayır, bekle.”

***

Tengu geriye itildiğini hissetti ancak bunu yapan diğer kendisi değildi. İhanete uğradığında bedenin kontrolünü Hadrhune’a kaybetti. Onun zihni iki Tengu’nun da toplamının çok ötesindeydi. Hadrhune’a hiç güvenmemeliydi, onu nasıl oldu da küçümsedi ve uzattığı eli kabul etti? Geriye dönüp baktığında kendisini kilitlediği kapının ardında duran siyahlı adamın sayısız gün ve gece onu izlediğini hatırladı. Onu insan benliği ile karıştırmıştı. Uykusunda önem vermedi ama o adam ‘düşünüyordu’. Onu dibe çekecek planı düşlüyor ve kuruyordu. Hakimiyet Hadrhune’a geçtiğinde kılıçlı adam ile yaptığı savaşı kazansa da iç savaşını kaybettiğini anladı. Nehegnir denen silah onu zayıflatan ve yok oluşa sürükleyen birincil etkendi ama bu sırada Hadrhune’u yücelten de Tengu’nun ahmaklığından başkası değildi.

“Ya şimdi, beni öldürecek misin?” dedi Esrod. Hadrhune yaşadığı muhteşem duyguyu isimlendirmekte beceri sergileyemiyordu. Öyle mutluydu ki, bu başka bir şey olmalıydı. Ahmak adam kendi ölüm fermanını hazırlamışçasına ona karşı olabilecek en etkisiz ama Tengu’yu yok edebilecek silahı seçmişti. Hadrhune’un kendisini gizlemek için artık hiçbir sebebi yoktu

Hadrhune ‘zaten’ bir insandı ve diğerleri kadar eşitti. Hadrhune’u özel kılan şey sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıydı. Hiçbir büyülü veya efsanevi nesne ona bunları geri veremezdi. Oysa ne Esrod ne de Tengu öyleydiler. Onlar temelde insandan fazlasıydılar. Panus’u yavaşça adamın boynuna yaklaştırdı ve vaziyetin keyfini çıkarttı.

“Hayır, ben bir insanım” dedi dudakları aniden. Hadrhune afalladı, bunu söyleyen kendisi değildi. “Seni gücendirdiysem özür dilerim dostum ve yoldaşım. Sana karşı kin beslemiyorum. Anlıyorsun ya, o benim ustam ve ona kendisi istemedikçe el kaldıramam. Ben senden daha fazlasıyım Hadrhune. Kaybettiğin her şey için üzgünüm. Umarım bir gün, sen de aradığını bulursun.” Dedi. Son defa Alice’e özlemle baktı. Kılıcı ile önce Hadrhune’un kalbini, ardından da kendi kalbini hedef alarak parçaladı.

“Bir ejderhanın kalbini sökebilecek bir kılıç istemiştim usta. Tek istediğim buydu.” Dedi ve Tengu ile Hadrhune’un yaşamı o gün Byakkoya da sona erdi.

Son Söz:

Derler ki Jonnarius büyük afetin sonrasında bir daha görülmemiştir. Onun gücü gökteki çift aydan birinin üzerinde mavi, derin ve dev bir kanyon ile tarihe kazınmıştır. Mavi radohinler Byakkoya’nın her yanında görünmeye başladıklarında insanlar önce korkmuşsalar da onlardan zarar değil yardım geldiğini görerek bir nebze huzur bulabilmişlerdir. İnsanlar arasında çıkan savaşları durduran Batının Mavileri halen çoğu kimsece savaşın galipleri kabul edilirler. Bazı yerlerde gönüllü, bazılarındaysa gönülsüzce insanlık onların boyunduruğa altına girmiştir.

Gerçek mavilerin zaferinden pek ıraktır ve hatta onlar için ‘akbaba’ benzetmesinde bulunmak isabetli olacaktır.

Alice son nefesini verirken Tek kuşkanatlı radohin, Tengu’nun küllerinden tekrar doğmuştur. Bazı ozanların Kuzey ellerinde onların şarkısını anlattığı yılın bazı zamanları halen duyulabilir. Tabi en çok bilinen mit, rahibe Alice’in tanrıların hikmeti ile şeytan Ramuthra ve ona hizmet eden Jonnarius’u Byakkoya’dan def ettiğine dair olandır. Hangisinin gerçeğe en yakın olduğu onları dinleyenlere kalmış olsa da Tengu ile Jonnarius’un arasında geçen savaşın izleri bu günlerde bile Son Ejderha Savaşının geçtiği ovalarda incelenebilir. Tektonik olmayan bölgede zamanında sayısız volkan ve deprem olduğu gerçeği merak uyandırıcıdır.

Anneler kızlarına halen Alice gibi olmayı öğretirler. Sabırlı ve sağlam. Babalar ise oğullarına halen Tengu gibi olmayı öğütlerler. Güçlü ve cesur. Bazısı Alice’in Panus’tan geriye kalanlar ile Byakkoya’yı dolaştığını savunurlar. “Mavileri güden adamı durmaksızın her korulukta ve ormanda arar” derler. Belki de bu, tek gerçek mittir.

Tek bir ağız dahi Esrod, Mathilda ve Jack’ten bahsetmez ve akıllar da onları bilmez. Heyhat bazı gezgin hayalcilerin anlattığı gizli bir öykü vardır. Öykü Alice’in Tengu’nun ölümünü öğrendiğinde kılıç üzerinde hak talep ettiğinden bahseder. Esrod bu hakkı doğru kılar çünkü bilir, Tengu’nun kalbi her zaman Alice’e ait olagelmiştir.
[*]Umarım beğenmişsinizdir. Belli revizelerden geçtikten sonra daha düzenli bir hal alacak ama sonunu değiştireceğimi hiç zannetmiyorum.[/*][*]Her zaman "Öldürmek değil, yaşatmak zordur" diyen birisiyimdir ama bu kez "this made sense"[/*]

Yazarın notu: 30. final bölümünün ardından arzu edenler, konu ile ilintili olarak Monolit (http://oyku.kayiprihtim.org/monolit-nihbrin/) isimli öyküyü okuyabilirler.
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-30, final
Gönderen: KoyuBeyaz - 11 Nisan 2011, 01:16:47
30. bölüm öykünün gerçekten de hakkını veren bir final olmuş, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sonunda böyle olacağını tahmin etmiştim bir yere kadar -en azından temel kısmını- fakat şu ana kadar okuduğum bölümlerin içinde en akıcı ve akılda kalıcı bölümün de final olması gerçekten ayrı bir güzel olmuş. Cevaplar ve cevapsız kalanlarla birlikte, bu denli geniş bir hikayeyi bu kadar başarıyla noktalamış olmanı da -üç nokta da olabilir tabi- ayrıca takdir ederim. Tengu gerçek bir destan olmuş başından sonuna kadar ve gerek dili ile, gerek hikayesi ile, gerekse karakterleri ile gerçekten kitap olmayı hak eden bir destan olmuş. Bunu son bölümü de okuduktan sonra genel itibariyle rahatlıkla söyleyebiliyorum. An itibariyle tüm bölümlerini okumuş tek kişi ben miyim bilmiyorum fakat eğer öyle isem gerçekten kendimi gururlu hissederim. Çünkü inanıyorum ki er ya da geç bu destan baştan sona bir çok kişi tarafından okunacak ve herkes kaçırdıklarını anlayacaktır.

Tebrik ederim. Bu hikayeyi bir çok kitaba tercih ederdim ve okumayanlara da çok şey kaçırdıklarını söylemek istiyorum. Monolit'i okuyacağım yakında fakat son bölümün üzerine biraz dinlenmesi gerekiyor insanın. :)
Başlık: Ynt: Tengu: Bölüm 1-30, final
Gönderen: Nihbrin - 11 Nisan 2011, 08:01:10
2010 Mayıs sonunda başladığımdan beri neredeyse bir yıl içinde sonlanmış olduğunu (yeni) görüyorum. Esasında daha kısa sürede rahatlıkla bitebilirdi ancak ilgili pek çok minik, yan hikaye de çıkardım ve göründüğünden daha geniş olduğuna inanıyorum Byakkoya ve içinde döndüğü evren kurgusunun. Bu övünülecek bir şey değil çünkü tüm çeşitliliği tek bir dünyaya indirgemek için uğraşmaya Tengu ile 'ancak' başlayabildim. Byakkoya adı bile sanırım 10'lu bölümlerden sonra ortaya çıktı. Tüm bu düzensizliğime rağmen şu "1-30, final" şeklinde son bölümü yolladım ya, gerçekten huzura erdim diyebilirim.

Senin bile hepsini okuduğunu zannetmiyorum Koyu ama bütüne en çok yaklaşmış kişi olman şiddetle muhtemel. Mit'in Monolit'i okuduktan sonra yaptığı yoruma baktıkça halen gülümsüyorum. Sen ve geri kalan henüz yarım okumuş herkese teşekkür ederim ^^