Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: mit - 11 Haziran 2010, 11:58:05

Başlık: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
Gönderen: mit - 11 Haziran 2010, 11:58:05
Spoiler: Göster

Bu ayki öykü seçkisinde yayınlanan Uzak Diyarların Birinde isimli hikayem için yazdığım devam bölümleri... İki hikaye arasında konu olarak bir bağlantı yok fakat karakterlerin birbirleri ile nasıl tanıştıklarını merak ederseniz ilk hikayeye bir göz atabilirsiniz. Keyifli okumalar...


Bölüm 1


Bizden oldukça uzak diyarların birinde, geçmiş zamanların içinde, küçük bir köyün yamacında, bir göl kıyısının dibinde cesur ama emekli bir şövalye yaşardı. Emekli olmasına emekliydi ama kendisinden daha genç birçok maceracıya taş çıkarttırırdı. Zaten emekliliği zoraki bir tercihti çünkü o aslında bir sürgündü. Cesur Şövalye derdi kendine. Kendisine böyle hitap edilmesini isterdi, onu tanıyanlar da öyle yapardı. Gerçek adını kimse bilmezdi.

Çok yiğitti şövalye. Her zaman haklının yanında yer alır, şövalyelik düsturundan ödün vermez, gerekmedikçe silahına davranmazdı. Silahını eline aldığında ise yapılacak çok önemli iki şey olduğunu öğrenmişti herkes. Yolundan çekilmek ve kulaklarını tıkamak...

Kulaklarını tıkamak, evet. Çünkü konuşan, sihirli bir kılıca sahipti şövalye. Şey... Konuşan yerine çok konuşan hatta hiç susmayan bir kılıç demek daha doğru olur sanırım. Çok kuvvetli bir büyüye sahip olduğu söylense de konuşmaktan başka bir meziyete sahip olduğunu henüz gören olmamıştı. Ama şu bir gerçekti ki kılıç, Cesur Şövalye'nin ellerinde öldürücü bir silaha ve düşmanlarının korkulu rüyasına dönüşüyordu. Kısa zamanda tüm kötücül yaratıklar şövalyeye ve koruması altındaki köye yaklaşmamaları gerektiğini öğrenmişlerdi. Ama bu başka bir hikâye...

Günlerden bir gün şövalye, ormandaki derme çatma kulübesinin bahçesinde oturmuş, öğle güneşinin tadını çıkarıyorken kulübesine doğru uzanan patikada belli belirsiz iki suretin ağır adımlarla kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu gördü. Dikkatle baktığında gelenlerin köyden tanıdığı bir delikanlı ve daha önce hiç karşılaşmadığı bir adam olduğunu gördü. Adam zorlukla yürüyor gibiydi. Yanındaki delikanlının adamın koluna girerek yürümesine yardımcı olduğunu fark etti sonra da. Hemen ayağa fırladı ve kendisine yaklaşanlara doğru hızlı adımlarla ilerledi. Onun yaklaştığını gören delikanlının yüzü aydınlandı ve kafasını sallayarak şövalyeyi sessizce selamladı. Şövalye de delikanlının selamına aynı şekilde karşılık verdi ve o da adamın diğer koluna girerek ilerlemelerine yardımcı oldu.

Adamın çok yorgun ve hırpani bir görüntüsü vardı. Sanki günlerdir yoldaymış gibi... Uzun saçları keçeleşmiş, yüzünde birkaç günlük sakal birikmişti. Sendeleyerek anca yürüyebiliyordu. Muhtemelen koluna giren delikanlı olmasa şuradan şuraya adım atamazdı. Şövalye adamı dikkatle incelediğinde olduğundan daha yaşlı bir görüntüsü olduğunu fark etti. Sanki yaşadığı derin bir hüzün adamı yaşlandırmış gibiydi. Zar zor kulübeye vardılar ve içeri girip adamın rahat edebileceği bir yere oturmasına yardımcı oldular.

"Su..." dedi adam bir fısıltı halinde çatlak dudaklarının arasından.

Şövalye eliyle delikanlıya masadaki maşrapayı işaret etti. Genç, bir koşu maşrapayı kaparak raftaki tahta kupalardan birini suyla doldurdu ve içmesi için yorgun adama uzattı. Adam titreyen ellerle kupayı aldı ve bir dikişte içerek bitirdi.

"Su..." diyerek kupayı tekrar delikanlıya uzattı. Biraz daha içtikten sonra minnetle şövalyeye ve delikanlıya bakarak "Teşekkürler..." diye fısıldadı.
 
Şövalye bir elini adamın omzuna koyarak "Sorun değil yolcu kişi. Şimdi biraz dinlenmeye çalış." dedi.

"Hayır, dinlenmek için vakit yok. Henüz yok." dedi adam korku ve endişe ile açılmış gözlerle. Bir eliyle şövalyenin kolunu sıkıca kavradı ve "Sizi bulmak için çok uzun yoldan geldim beyim. Tek umudum sizsiniz. Şimdi dinlenemem, size olanları anlatmadan olmaz." dedi heyecan ve korkuyla karışık.

"Pekâlâ, tamam sakin ol yolcu kişi. Seni dinleyeceğim." dedi şövalye bir taraftan adamı sakinleştirmeye çalışırken diğer yandan da kolunu adamın sıkı kavrayışından kurtarmaya çalışıyordu. Adam bir müddet daha şövalyenin koluna sıkıca yapışmış halde korku dolu gözlerle şövalyeye baktı. Sonra şövalyenin kendisini dinleyeceğine emin olmuş olacak ki tutuşunu gevşeterek arkasına yaslandı. Kendisine bir sandalye çeken şövalye adamın karşısına oturdu. Delikanlıya da aynısını yapmasını işaret etti ve bakışlarını tekrar adama yöneltti.

"Sorun nedir yolcu kişi? Anlat bana..." dedi en bariton sesiyle. Adam nereden başlayacağını bilemiyormuş gibi boşluğa bakarak bir süre sustu. "Nereden geliyorsun?" diye sordu şövalye adamın konuşmasına yardımcı olmak için.

Adam bakışlarını yerden kaldırarak tekrar şövalyeye baktı ve "Kuzeyden, Ra'n Dağların ardından geliyorum beyim. Semmak adındaki balıkçı kasabasından."

"Orayı bilirim." dedi şövalye. "Yolculuklarım sırasında bir kez orada bulunmuştum. Denizin hemen dibinde, balıkçılıktan başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen kendi halinde bir kasabaydı. Misafirleriyle bile ilgilenmiyorlardı hatta. Pek konuksever bir halkın olduğunu söyleyemeyeceğim maalesef." diye ekledi ardından da.

Adam mahcup bir şekilde başını eğerek "Söyledikleriniz doğrudur beyim. Halkım kendi işine o kadar kendini kaptırmıştır ki balık ve balığımızı almaya gelen tüccarlar dışında kimseyle fazla ilgilenmeyiz." dedi. Sonra endişeli bakışlarla tekrar şövalyeye bakarak "Ama bu bize sırt çevireceğiniz anlamına gelmiyordur umarım? Yardımınıza ihtiyaç var beyim!" diye ekledi.

"Önce sorunun ne olduğunu bir öğrenelim, ona sonra karar veririz. Ama önce sormak istediğim bir şey var. Semmak'a giden yol dağın diğer yamacından, ormanın içinden daha yakındır. Oysaki sen köyün olduğu taraftan yani uzak olan yoldan geldin. Madem yardıma bu kadar ihtiyacınız var, neden dağlardaki geçidi kullanmadın?"

"Şaka mı ediyorsunuz? O geçidin ve Viran Kent'in goblinlerce ele geçirildiği herkes tarafından bilinir. Büyücü Marvin kaybolduğundan beri o yoldan geçmek çok tehlikeli."

"Haberiniz yok mu? Büyücü Marvin geri döndü. Viran Kent tekrar canlandı. Yollar artık güvenli." diye bildirdi genç delikanlı. "Hepsi cesur şövalyemiz sayesinde."

Şövalye tam gururla şişinecekken odanın arkalarından bir yerlerden bir takırtı eşliğinde "Hıh! Şövalyenin sayesindeymişmişmiş..." diye söylenen bir ses duyuldu. Sahipsiz sesi duyan yolcu "O da neydi?" diyerek oturduğu yerde merakla etrafa bakınmaya başladı.

"Bu..." dedi elleri ile yüzünü kapayan şövalye "...benim baş belası ortağım."

"Hey! Ben baş belası olan ortağın sen olduğunu sanıyordum." diye yanıtladı cırtlak ses onu.

Adamın hiçbir bir şey anlamadığını gören delikanlı çaktırmadan adama yaklaşıp "Konuşan kılıç..." diye fısıldadı. Bir parmağıyla odanın köşesindeki büyük sandığı işaret ediyordu.

"Ah, evet. Şu meşhur kılıç..." dedi adam heyecanla sandığa bakarak. "İyi ama neden bir sandıkta?"

"Meşhur mu? Meşhur dedi duydun mu? Ha-ha-ha-ha! Meşhur!" diye ciyakladı kılıç zevkle. Ardından da "Meşhurum ben, meşhurum, meşhurum, meşhurum..." diye bir tempo tutturup zevkle şarkı söylemeye başladı. Sesi o kadar kötüydü ki kulübedeki herkes kulaklarını tıkamak zorunda kalmıştı.

Adam "Sanırım niye bir sandıkta tutulduğunu şimdi anlıyorum." dedi sıkılmış dişlerinin arasından. Kılıcın susmaya niyeti olmadığını anladıklarında üçlü grup olabildiğince hızlı bir şekilde kulübeyi terk edip bahçeye çıktılar. Can havliyle kapıyı kapayıp kulübe duvarına yaslı bir şekilde oldukları yere çöküverdiler. Kılıcın şarkısı kesik kesik de olsa hâlâ duyuluyordu. Adam hayret ve merak dolu bakışlarla şövalyeye baktı. O ise sadece bezginlikle omuz silkmekle yetindi ve "Yakında alışırsın. Şimdi, nerede kalmıştık? Derdinin ne olduğundan bahsetmek üzereydin." diyerek tekrar konuya girdi.

(http://1.bp.blogspot.com/_GIKy1oGKYGs/Sj58ftvyD1I/AAAAAAAAA1U/DxXezluTi8Q/s1600/Hut_by_Minnhagen.jpg)

Adam ne için burada olduğunu hatırlayarak şaşkınlığını üstünden attı ve anlatmaya başladı: "Muhtemelen bildiğiniz üzere kasabamızın hemen üstünde Uzun Göl yer alır. Halkım denizden avladığımız balıklardan çok Uzun Göl'ün meşhur alabalıkları sayesinde geçimini sürdürür. Oradan çıkan balıkların lezzeti diyarlarda başka hiçbir yerde yoktur. Bu yüzden denizden çok orada avlanmayı tercih ederiz. Daha doğrusu ederdik..." Hüzünle başını eğdi ve derin bir nefes alarak anlatmaya devam etti.

"Uzunca bir süredir gölde anlam veremediğimiz bir gariplik, bir uğursuzluk vardı. Önce balıklar azalmaya başladı, daha önce hiç böyle bir şey gelmemişti başımıza. Daha sonra da avlanmaya giden balıkçılar kaybolmaya başladı. Yapılan arama çalışmalarında izlerine bile rastlayamadık. Sanki toz olup havaya karışmışlardı. Hepimizi bir korku almıştı. Viran Kent'teki uğursuzluğun göle de bulaştığı söylentileri aramızda dolaşmaya başladı. Korkumuzdan göle avlanmaya gidemez olduk. Cesaret edip gidenler ise bir daha dönmediler. Sonunda Kasaba Meclisi gölde avlanmamızı yasakladı. Ama bu sadece sorunların artmasına neden oldu. Gölde avlanamamak gelirlerimizi inanılmaz ölçüde düşürdü. Kasabaya gelen tüccarlar alabalık istiyorlardı, deniz mahsullerini değil. En sonunda dayanamayacak hale geldik ve bir grup balıkçı köy meclisine baş kaldırarak göle avlanmaya gitmeye karar verdi. Onlara katılanların arasında ben ve oğlum da vardık." dedi hüzünle başını eğerek.

Yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı ve bir müddet sustu. "Korkunçtu" Geniş sandallarımızla Uzun Göl'e açılmış avlanıyorduk. İlk başta her şey yolunda görünüyordu. Fakat sonra... Birdenbire nereden çıktığı belli olmayan yoğun bir sis etrafımızı sardı. Göz gözü görmüyordu. Öyle ki yanı başımda oturan oğlumu bile göremiyordum. Sonra her yanımızdan çığlıklar yükseldi. Arkadaşlarımın gökyüzünü yırtarcasına yükselen çığlıkları ve imdat sesleri... Sandalımızın parçalandığını hatırlıyorum. Oğluma beni takip etmesini söyleyip suya atladığımı ve kıyıya doğru yüzmeye başladığımızı hatırlıyorum. Oğlum tam arkamdaydı. Tam kıyıya varmıştık ki aniden suyun içinden fırlayan bir şeyler onu kıskıvrak yakalayıp gölün derinliklerine doğru çekip götürdü! Onu tutmaya çalıştım ama başaramadım. Gitmişti! Her şey bir anda olup bitmişti ve ben karada yalnız kalmıştım. Hiç kimseden eser yoktu. Orada durmaya cesaret edemedim ve koşarak hızla oradan ayrıldım. Oğlumu kurtarmak için hiçbir şey yapamadım. Yapabileceğim hiçbir bir şey yoktu, ben savaşçı değilim anlayın beni." dedi yalvaran gözlerle şövalyeye bakarak. Şövalye anladığını belirtmek istercesine kafasını salladı.

"Olabildiğince hızlı bir şekilde köye döndüm ve olanları kasaba meclisine anlattım. Bir kurtarma ekibi oluşturmaları için yalvardım ama beni dinlemediler. Bu felaketi üzerimize kendimizin çektiğini ve bizim sorumsuzluğumuz yüzünden başka insanların hayatını tehlikeye atmayacaklarını söylediler. Buna inanabiliyor musunuz? Biricik oğlumu kurtarmak için kıllarını bile kıpırdatmadılar ve eğer azıcık aklım çalışıyorsa benim de aynı şeyi yapmamı önerdiler. Bunaklar!" Adam öfkeyle hırladı.

"Bir şeyler yapmalıydım, öylece duramazdım. Büyücü Marvin'in tekrar köşkünde olduğunu bilseydim belki de ona giderdim. Ama bilmiyordum. Onun yerine aklıma siz geldiniz beyim. Diyarların dört bir yanında adı duyulan mağrur şövalye... Hemen köyden ayrıldım. Üç gün iki gecedir yoldayım ve sonunda sizi buldum. Lütfen bana yardım edin. Oğlumu kurtarın, lütfen!"

Acı çeken babanın yalvarışı şövalyeye dokunmuştu. Adama yardım etmeye karar verdi. Hoş, adamın hikâyesini dinlemeden önce de zaten bu kararını vermişti. Zorda olan kimseyi geri çevirmezdi çünkü. Kendi ahmaklıkları sonucu belaya bulaşmış olanları bile...

Şövalye ayağa kalkarak "Merak etme. Elimden geleni yapacağım yolcu kişi. Konuşmak için kendini daha fazla yorma. Biraz dinlenmen gerek." dedi. Bu sözlerle birlikte adamın yüzü sevinç ve ümitle aydınlandı. Anladığını göstermek mahiyetinde başını bir kez olumlu anlamda salladı ve arkasına yaslanarak gözlerini kapadı. Şövalye delikanlıya dönerek "İçeride biraz yiyecek ve içecek bir şeyler olması lazım. Burada dinlenebildiğiniz kadar dinlenin sonra da köye geri dönün." dedi.

"Peki sen ne yapacaksın Cesur Şövalye?" diye sordu delikanlı merakla.

"Gidip göl halkına yardım edeceğim elbette. Her ne kadar geçmişte bana pek de hoş davranmamış olsalar da onları bu durumda yalnız bırakmak şövalyelik düsturuma aykırı. Ama önce eski dostum Marvin'e bir ziyarette bulunacağım sanırım. Hem tavsiyelerine ihtiyacım olacağından hem de yol o yönden daha kısa olduğundan." dedi şövalye.

"Yolun açık olsun şövalyem. Dediklerini yaşlılar heyetine aynen ileteceğim. Dönüşünü dört gözle bekleyeceğiz. Geri geldiğinde yeni maceranı Büyük Salonda bizimle paylaşacağını umarım. Duymak için şimdiden sabırsızlanıyorum." dedi delikanlı heyecanla ve hayranlıkla ışıldayan gözlerle.  

Şövalye sadece gülümsemekle yetindi ve kulübesine girerek hâlâ şarkı söylemekte olan kılıcına doğru yöneldi. Sandığın kapağını sert bir hareketle açtı ve "Kes sesini seni geveze. Yoksa seni yanıma almam ona göre!" diye çıkıştı kılıca, şakayla karışık.

"İyi tamam, sustum. Nereye gidiyoruz? Umarım bu sefer kokuşmuş goblinlerden daha iyi rakipler çıkar karşımıza. Yeni bir dövüş için sabırrrrsızlanıyoruuum. Nı-ha-ha-ha!"

"Hâlâ konuşuyor musun sen?" diye sordu şövalye kılıcı belindeki kınına yerleştirirken.

"Tamam, tamam sustum. Bak konuşmuyorum işte. Tamamen sessizim. Sessizden de sessizim. Sessiz ötesiyim. Sessiz..."  Bezginlik dolu bir homurtu koyan şövalye kulübeden ayrıldı. Yorgun yolcuyla ve delikanlıyla kısa bir vedalaşmanın ardından ormanın içine daldı.

Kılıcın hâlâ devam eden "Sessizim." mırıldanmaları arasında ağaçların arasına girerek gözden kayboldu.


Kulübe resmi: Minnhagen (http://minnhagen.deviantart.com/)

( Devam edecek... )
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1)
Gönderen: deanna - 11 Haziran 2010, 13:56:19
Ah, konuşan kılıca çok güldüm. :D
Mizah anlayışını beğeniyorum ve severek okudum. Beklemedeyim devamını.
Yalnız bir ricam var, okurken bin bir çile çektim. Çok bitişik ve göz yorucu olmuş bu yazı.
Buna dikkat edersen çok, çok memnun olurum :)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1)
Gönderen: Wanderer - 11 Haziran 2010, 14:05:23
Çok güzel ve akıcı bir yazı olmasının yanı sıra aşırı derecede göz yorucu olmuş... Umarım bi el atarsın =)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1)
Gönderen: Malkavian - 11 Haziran 2010, 14:45:41
Ellerine sağlık çok keyifli bir hikaye olmuş. Hikayenin ilk paragrafı için genelde bana tavsiye edilenin tam tersini tavsiye etmek zorunda kalacağım sanırım. Cümleleri biraz birbirine bağlayıp uzatırsan daha akıcı olur gibi. Çok fazla kısa cümle arka arkaya gelince telgraf gibi olmuş ama sadece ilk paragrafın başlarında o kadar.

Paragrafları da ayırmışsın aslında ama siteden kaynaklı paragrafları ekleme sorunu var. Orjinal word metninde paragrafların her birinden sonra bir satır boş bırakırsan yukarda arkadaşların değindiği sorun da ortadan kalkar diye düşünüyorum.


Konuya bayıldım bu arada.  Ellerine sağlık tekrardan, devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1)
Gönderen: mit - 11 Haziran 2010, 15:01:16
Öncelikle hepinize teşekkürler. Yazıyı biraz düzenledim, umarım şimdi daha rahat okunuyordur. Word'de yazarken insanın dikkatini çekmiyor böyle şeyler. Ama internet üzerinde işler biraz farklı tabii... Bundan sonra dikkat ederim.

Malkavian, eski bir yazı bu. Acemilik zamanlarımdan kalma. Şimdi okuyunca bana da biraz garip geliyor ama orjinal metni bozmayayım dedim.

Tekrar teşekkürler...
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1)
Gönderen: brisingr - 11 Haziran 2010, 19:11:56
Çok güzel bir hikeye olmuş. Ben de konuşan kılıca çok güldüm. Onun goblinleri öldürdüğünü düşünemiyorum. :D Sabırsızlıkla hikayenin devamını bekliyorum.
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1)
Gönderen: Black Helen - 11 Haziran 2010, 19:43:17
Ellerine sağlık beyim çok güzel bir hikaye olmuş.  ;D Kılıcın ve gevezeliklerinin kattığı o tadı macerayla harmanlamışsın.
Sonuç=Mükemmel
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1)
Gönderen: mit - 12 Haziran 2010, 10:40:59
Teşekkürler denizlerin hanımı :) Konuşan kılıç hikayelerim içerisinde en sevdiğim karakter. Sizlerin de beğenmesi beni mutlu etti.
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 2)
Gönderen: mit - 13 Haziran 2010, 12:42:11
- Bölüm 2 -

Nihayet ormanın sonundaydı. Geniş açıklıkta durdu ve önünde uzanan manzaraya baktı. Büyücünün köşkü tüm haşmetiyle karşısında duruyordu. İster istemez buraya ilk geldiği güne kaydı düşünceleri. O zaman burası karanlık ve kötücül bir yerdi ama büyücünün dönüşüyle şu anda oldukça güzel bir yere dönüşmüştü. Köşkün bulunduğu tepenin eteklerine baktı ve yeniden kurulan Viran kent'i gördü. Eskiden bir harabeden ibaret olan kenti böyle canlı görmek şövalyeyi mutlu etmişti. Ne yazık ki kılıç aynı görüşte değildi.

"Pöh! Onca yol teptik ve karşımıza biçebileceğim tek bir düşman bile çıkmadı. Ne sıkıcı..." dedi memnuniyetsizlikle.

"Buna sevinmelisin. Büyücü dostumuzun ve buradaki halkın güvende olduğunu gösterir bu."

Kılıç "Hıh!" diyerek homurdandı. Şövalye ise başını olumsuz anlamda sallayarak gülümsedi ve köşkün bulunduğu tepeye doğru yürümeye başladı.

Kısa bir süre sonra köşkün çift kanatlı kapılarının önündeydi. Onun yaklaşmasıyla birlikte kapılar kendiliğinden açılarak yol verdi. "Tıpkı daha önce olduğu gibi..." diye mırıldandı şövalye. Kapıları tutan her iki sütunun üzerindeki Gargoyle heykelleri uğursuzca onu süzdü. Şövalye onların bakışları altında ürperdiğini hissetti. Hızlı adımlarla bahçeyi geçip köşkün asıl kapısına vardı ve kısa merdiveni çevik bir şekilde tırmanarak kapıyı çaldı.

Kapıyı eliyle tıklatmasıyla birlikte acı dolu, keskin bir "Ahh!"  sesi işitildi. Şövalye şaşkın gözlerle etrafına baktı ama sesin sahibini göremedi. Bir omuz silkti ve beklemeye başladı. Tam kapıyı tekrar çalmak için elini kaldırmıştı ki "Hey, kes şunu! Ben senin kafana vuruyor muyum?" diye bir ses yükseldi yeniden. Konuşan kapıydı! Kapının ön yüzeyinde ahşaptan bir yüz belirirken Şövalye ağzı bir karış açık bakakaldı.

"Bütün gün orada aval aval dikilip beni mi seyredeceksin yoksa ne istediğini söyleyecek misin?" diye çıkıştı kapı sinirle.

"Ben... Şey... öhöm!" diyerek kendini toplamaya çalıştı şövalye. "Büyücü Marvin'i görmeye gelmiştim de. Eski bir arkadaşıyım." demeyi becerebildi sonunda.

"Böylesi daha iyi." dedi kapı, oldukça aristokrat bir uşağın aksanı ile. "Randevunuz var mıydı?"

"Randevu mu? Şey, hayır. Neden? Olması mı gerekiyordu?"

"Randevusuz kimseyi içeri alamam. Size iyi günler." dedi kapı kendini görmüş bir sesle.

"Alamaz mısın? Alamam da ne demek! Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye çıkıştı şövalye öfkeyle.

"Hayır, siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?" diye sordu kapı, yüksekten bakan bir ses tonuyla.

"Hayır ama umurumda bile değil!" dedi şövalye.

"Güzel. Ben de sizin kim olduğunuzu bilmiyorum ve umurumda bile değil. İyi günler." dedi kapı ve sessizliğe gömüldü.

Şövalye zar zor kapadığı ağzının tekrar bir karış açılmasına engel olamadı. Az önce bir kapı tarafından faka bastırılmış, üstüne üstlük bir de kovulmuştu.

"Hey! Siz saygıdeğer koruyucu, merhaba." diye ciyakladı kılıç, şövalyenin şaşkın bakışları arasında.

"Buyurun efendi kılıç." diye yanıtladı onu, gururu okşanmış kapı.

"Selam olsun size. Biliyor muydunuz? Ben de tıpkı sizin gibi Efendi Marvin'in büyülü icatlarından biriyim. Yani sizinle akraba sayılırız."

"Öyle mi?" dedi kapı ilgiyle. "Hoş geldiniz efendi kılıç. Size nasıl yardımcı olabilirim acaba?"

"Sizin için bir sakıncası Büyücü Marvin'i görmek istiyoruz." diye bildirdi kılıç.

"Hay hay, ne gibi bir sakıncası olabilir ki? Ama önce sormam gereken bir soru var. Randevunuz var mıydı?" dedi kapı.

"Hayır."

"Randevusuz kimseyi içeri alamam. Üzgünüm." dedi kapı tekrardan.

"Bana baksana sen, seni sonradan görmüş kereste. Hemen kenara çekil yoksa seni cilalandığın güne pişman ederim." diye çıkıştı kılıç, sinirli bir şekilde. Bir anda bütün kibarlığı gitmişti sanki.

"Hiç sanmıyorum efendi tereyağı bıçağı!" diye yanıtladı kapı onu aynı sinirli tonla.

İki büyülü nesne arasında gürültülü bir hakaretleşme başladı. Ne yapacağını bilemeyen şövalye ellerini kulaklarına bastırmış kapıdan geçmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Tam o esnada kapının ardından "Burada neler oluyor yine? Yoksa yine o büyü ansiklopedisi satmaya çalışan üçkâğıtçı mı?" diye bağıran bir ses duyuldu. Kapı bir hışımla açıldı ve Büyücü Marvin'in öfkeyle kızarmış yüzüyle karşılaştılar. Marvin karşısındakileri görünce bir anlığına afalladı. Sonra yüzündeki kızgın ifade yerini bir sevinç dalgasına bıraktı.

"Sevgili dostum! Demek ziyaretime geldin ha? Bu ne güzel sürpriz." diyerek hararetle şövalyenin elini sıktı.

"Hey, bilmiyorum dikkatini çekti mi ama ben de buradayım." dedi kılıç, gücenmiş bir sesle.

"Elbette, elbette. Sen de hoş geldin eski dostum. Buyurun, orada bir yabancı gibi dikilmeyin lütfen. İçeri gelin." diyerek misafirlerini salonuna buyur etti.


(http://1.bp.blogspot.com/_GIKy1oGKYGs/Sj6HLNbMURI/AAAAAAAAA1s/Fq0kbLGYZQc/s1600/Wizard__s_Study__WIP_04_by_NightsongWS.jpg)


Marvin'in salonu, şövalyenin bugüne kadar gördüğü en ilginç mekânlardan biriydi. Odanın bir köşesinde üzerinde çeşitli aletler olan bir masa ve küçük bir kitaplık bulunuyordu. Odanın ortasında ise hasır bir masa ve masanın etrafına sıralanmış geniş, egzotik koltuklar vardı. Masanın üzeri ise birbirinden garip, hareketli gümüş aletlerle doluydu. Tam şövalye bakarken aletlerden biri ufak bir duman bulutu fışkırtıp odaya güzel bir koku yayılmasını sağladı. O merakla odayı incelerken büyücü konuşmaya devam ediyordu.

"Kapının kusuruna bakmayın. Ama araştırmalarımı sağlıklı bir biçimde yürütebilmem için böyle bir koruyucuya ihtiyaç duydum. Yanlış anlamayın sakın, ihtiyacı olan birine yardım etmekten asla çekinmem. Ama kapımı o kadar abuk sabuk şeyler için çalıyorlar ki, bir bilseniz. Kızının kısmetinin açılmasını isteyen kocakarılardan tutun da kurbağaları prensese çevirmeye çalışan delikanlılara kadar her türlüsü kapımda. Nasıl, ortalığı bayağı toparlamışım değil mi?" dedi keyifle, eliyle salonu göstererek.

"Evet, harika iş çıkarmışsın doğrusu." dedi şövalye.

"Eskisinden bile iyi olmuş Efendi Marvin." diye ciyakladı kılıç.

"Teşekkürler, biraz büyünün de yardımı olmadı değil hani." dedi Marvin böbürlenerek. "Fakat ne kadar da kabayım!" dedi eliyle alnına bir şaplak atarak. "Size içecek bir şeyler bile ikram etmedim. Yorgun olmalısın. Ne içersin dostum? Ya da yiyecek bir şeyler mi istersin?"

"Çay olabilir." dedi şövalye, aklına çaydan hiç haz etmeyen bir dostu geldiğinden hınzırca gülerek.

"Çay olsun o zaman." dedi Marvin.

Kıkırdayarak elini sivri uçlu şapkasına daldırdı ve içinden birkaç porselen fincan ile gümüş bir çaydanlık çıkartıverdi. Şövalyenin kendisini keyif ve hayret karışımı gözlerle izlediğini görünce gülümsemesi genişledi ve "Aslında büyü ile de hazırlayabilirim elbette ama tadı asla gerçeğinin ki gibi olmuyor." dedi göz kırparak.

Marvin şöminenin mavi ateşi üzerinde çayları hazırlamakla meşgulken şövalye de odayı incelemeye devam etti. Neyin konuşup neyin ısıracağından emin olamadığı için hiçbir bir şeye dokunmaya cesaret edemiyordu. Gözü duvara asılmış olan çerçevelere takıldı. Daha yakından baktığında bunların diploma ve sertifikalardan oluşan bir sergi olduğunu gördü. Yüksek Büyücülük Sertifikası, Merlin'in Nişanı gibi birçok ödül ve nişan arasında özellikle bir tanesi çok ilgisini çekmişti. Zamanda Yolculuk Araştırma Kurulu tarafından verilmişti ve üzerinde

"...gösterdiğiniz üstün başarılardan ve araştırmalarımızda kat ettiğiniz önemli adımlardan dolayı..."

yazıyordu. Merakla Marvin'e baktığında büyücünün çay servisini tamamladığını ve onun da kendisine bakmakta olduğunu gördü. Tam parmağıyla sertifikayı işaret etmiş ve bir soru sormak için ağzını açmışken, Marvin "Ha, o mu? Saçmalıktan başka bir şey değil." dedi elini aptalca bir fikri başından savuşturur gibi sallarken. "Zamanda yolculukmuş, hah! Böyle bir şeye kim inanır ki?" diye ekledi ardından da abartılı bir şekilde gülerek.

Şövalye gülüşteki abartıyı ve büyücünün gözlerindeki ifadeyi kaçırmadı. Şövalyenin bilmediği bir nedenden ötürü büyücü yalan söylüyordu. Ama üzerinde fazla durmamaya karar verdi. Sonuçta dostum dediği bu yaşlı adama güveniyordu ve herkesin sır saklamaya hakkı vardı. Şövalyenin bile büyücüye anlatmadığı pek çok sırrı vardı ne de olsa...

Marvin eliyle koltuklardan birini işaret ederek "Otursana. Merak etme, ısırmaz." dedi gülerek.

"Ben ısırmasından çok konuşmasından çekiniyorum." diye yanıtladı onu şövalye, kılıcının bu yoruma yaptığı itirazlara kulak tıkayarak. İki arkadaş bir süre çaylarını yudumlayıp son görüşmelerinden beri olan biten olaylar hakkında konuştular. Sonunda laf dönüp dolaşıp şövalyenin geliş sebebine ve balıkçı kasabasında meydana gelen garip olaylara geldi. Şövalye, balıkçının hikâyesini anlatabildiği kadarıyla büyücüye aktardı. Kılıç ise arada düzeltmeler yaparak veya katıldığı yerlerde mırıldanarak yine sessiz kalmamayı başardı.

"İşte böyle Marvin. Anlayacağın hem yolu kısaltmak hem de yardımını almak için buraya geldim." dedi şövalye en sonunda, hikâyesinin bittiğini belirtmek için.

"Hmmm... İlginç bir durum. Size yardım edeceğim elbette ama ben gelemem maalesef. Çok önemli bir araştırmanın ortasındayım ve öylesine kenara atılıp bırakılabilecek bir şey değil. Çok üzgünüm." dedi büyücü.

"Anlıyorum." dedi şövalye, hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak.

Bir anlık bir sessizliğin ardından Marvin, "Burada bekleyin. Size yardımcı olacağını sandığım nadir bir bitki var elimde." diyerek ayağa kalktı ve odadan çıkıp gözden kayboldu. Birkaç dakika sonra elinde ufak bir kavanoz ile birlikte geri döndü. Kavanozu hafifçe havaya kaldırıp içindeki bitkinin görünmesini sağladı.

"Galsamotu. Bizim ihtiyar Rowling'in stokundan. Rowling'i tanıyorsun değil mi? Meşhur bir büyücüdür. Çok da maharetlidir aynı zamanda. Geçenlerde ziyaretime geldi. Hediye olarak da ender bulunan bitki ve parşömenler getirmiş yanında. İyi adamdır bizim Rowling ama biraz çatlaktır da. Büyücüler hakkında bir kitap yazmak gibi garip bir fikir oluşturmuş kafasında. Torununun torununun torunlarından biri için saklayacakmış ve çok zor bir zamanında kitabı ona verip zengin olmasını sağlayacakmış. Daha neler! Bir kitapla nasıl zengin olunabilir ki? Hem de içinde büyücüler olan bir kitap!" diyerek gevrek bir kahkaha attı.

Büyücünün söylediklerinden tek kelime bile anlamayan şövalye kavanozu eline alıp bitkiyi dikkatle incelemeye başladı. Yapışkan, grimsi yeşil bir görüntüsü vardı otun. "Ne işe yarar bu?" diye sordu merakla.

"Ah, evet. Konuyu fazla dağıttım yine. Bu ot, su altında nefes almanı sağlar dostum. Anlattığın olaylara bakılırsa sorunun kaynağı gölün dibinde. Orada nefes almak kılıç için olmasa bile senin için epey bir sorun olur zannımca." diyerek gülümsedi yarım ay biçimindeki gözlüklerini düzelterek.

"İyi bir noktaya değindin." dedi şövalye.

"Daha fazlasını yapmak isterdim ama şu anda elimden gelenin hepsi bu. Ama yapabileceğim bir şey daha var sanırım. Hava iyice karardı. Bu gece burada kalın, akşam yemeğini beraber yeriz. Yarın sabah da erkenden yola çıkarsınız."

Şövalye bu teklifi memnuniyetle kabul etti. "Güzel!" dedi Marvin ellerini bir kez çırparak. "Şimdi... Biraz daha çaya ne dersin? Bu arada, sizce de burası çok sıcak olmadı mı?" diyerek cebinden ufak bir cihaz çıkarttı. Cihazı, tavana yakın bir yere monte edilmiş bir alete yöneltip bir tuşa bastı. Yumuşak bir Bip! sesi duyuldu ve anında odada hafif bir rüzgâr esmeye başladı.

"Nereden buluyorsun bu garip aletleri hiç anlamıyorum." dedi şövalye hayretle.

"İcatlarımdan biri sadece." diye kıkırdadı Marvin. "Buna süper klima diyorum. Nasıl buldun?"
 
"Oldukça enteresan. Sanki burada icat edilmiş gibi değil de gelecekten gelen bir buluş gibi..." dedi şövalye, hafif iğneli bir ses tonuyla.

Bu yorum üzerine Marvin telaşla yerinde zıpladı ve yanlışlıkla kumandadaki farklı bir düğmeye basıverdi. Birdenbire odanın içinde yağmur yağmaya başladı. Büyücünün panikle başka bir tuşa basmasıyla yağmur yerini keskin bir tipiye bıraktı. Ardından sis bastı. Nihayet üçüncü denemesinde büyücü havayı eski haline döndürebildi. Bir taraftan da şövalyeye kaçamak bakışlarla bakmaktaydı.

Şövalye çayını yudumlarken bıyık altından hafifçe gülümsedi. Görünüşe göre hedefi tam on ikiden vurmuştu.

( Devam edecek... )

Büyücü Odası / Wizard's Study by NightsongWS
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: Wanderer - 13 Haziran 2010, 12:54:41
Alıntı
]aletlerden biri ufak bir duman bulutu fışkırtıp odaya güzel bir koku yayılmasını sağladı.

Günümüzden bir şeyler çalmış büyücü efendi ha ? :D

Alıntı
“Hiç sanmıyorum efendi tereyağı bıçağı!”

Buraya da çok güldüm xD

Harika bir yazı olmuş mit, ilk bölüme göre kat kat daha fazla eğlendirici... Ve, Rowling ha ? :D "İçinde büyücüler olan bir kitap insana nasıl para kazandırabilir ki ? " xD

Mükemmelsin mit gerçekten... O kadar harika ki, bu gece Romlar benden ! :D
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: mit - 13 Haziran 2010, 12:56:44
:) Teveccühünüz efendim, hiç kimse mükemmel değildir :) Romdan ziyade değerli yorumlarınız ve eleştirileriniz benim için çok daha kıymetli. Teşekkürler.
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: Wanderer - 13 Haziran 2010, 12:57:28
:) Teveccühünüz efendim, hiç kimse mükemmel değildir :) Romdan ziyade değerli yorumlarınız ve eleştirileriniz benim için çok daha kıymetli. Teşekkürler.
,
Öyleyse sen mükemmelimtırak bir adamsın ;) Bişey değil :D
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: KoyuBeyaz - 13 Haziran 2010, 13:07:17
İnanılmaz eğlenceli bir bölüm olmuş. Kılıçla kapı diyaloğuna çok güldüm  :D, hikayenin anlatılışı her zamanki gibi şahane. Harika olmuş harika! :)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: mit - 13 Haziran 2010, 13:14:43
Teşekkürler Koyu Beyaz. Bu eski hikayeyi buraya taşırken biraz tereddütteydim açıkçası. Bu kadar iyi tepkiler alacağımı hiç tahmin etmiyordum çünkü. Beğenmenize çok sevindim, tekrar tekrar teşekkürler.
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: Vega - 13 Haziran 2010, 13:34:41
İnsan nasıl olurda beğenmez ki?Kurgu İskelesi'nde okuduğum en iyi hikayelerden biri.Güzel yerledre güzel espriler ve şu zaman yolculuğu olayı çok hoşuma gitti.Air wick fıslasın temizlik büyüsü fıslasın!
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: deanna - 13 Haziran 2010, 13:46:10
Konuşan kılıcın yanına bir de konuşan kapı mı. Komiklerdi :D
Ne diyeyim bilemedim ki şimdi. O zaman tek bir kelime; Harika.
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: Malkavian - 13 Haziran 2010, 14:57:39
Ellerine sağlık tek bir soru sormak istiyorum ilk bölümü eskiden yazdığını söylemişsin ikinci bölümü daha sonradan mı yazdın o da mı eskiden kalma?
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: mit - 13 Haziran 2010, 15:18:19
Sağol Malkavian. Bu hikaye toplamda 6 bölümden oluşuyor ve ilk bölümün altına 21 Haziran 2009, son bölümün altına ise 30 Ekim 2009 tarihi atmışım. Yani hepsi eski, tozlu ve sayfaları sararmaya yüz tutmuş :)

Lord Vega ve deanna, sizlere de çok çok teşekkür ederim değerli yorumlarınız ve ondan daha değerli olan beğeniniz için.
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: Fırtınakıran - 14 Haziran 2010, 16:26:57
Ehe, bu hikayeyi burada görmek çok hoş :).  En tatlı karakterlerinizden birisi konuşan kılıç ve Cesur şövalye :D. Özellikle konuşan kılıç bana sürekli Shrek'teki Eşşek'i hatırlatıyor ki bu da onu daha çok sevmeme neden oluyor ;D. Muhteşem ikili diye buna derim :). Hem eğlenceli hem de maceranın kalbinde 2 kahraman

Ellerinize sağlık herzamanki gibi :)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: mit - 14 Haziran 2010, 16:38:24
Eşek benzetmesini daha önce de yapmıştın, çok iyi hatırlıyorum :) Galsamotu göndermesini de çok beğenmiştin ayrıca. Bu arada dikkatini çekti mi bilmem, kapı hakkındaki tavsiyeni de uyguladım ;)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2)
Gönderen: Fırtınakıran - 14 Haziran 2010, 16:43:40
Siz deyince fark ettim, dikkate aldığınız için teşekkür ederim :). Galsamotu'nuda beğenmişim di mi :D. Valla blogunuzda uzun uzun yorum yapıp yer kapladığım için burada tekrar tekrar eheheheh çok güldüm, koptum, çok güzel demek istemedim :D.

Ama en güzeli tekrar okuyunca bile espirili halini kaybetmemiş olması :) (hala güldürüyor!)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3)
Gönderen: mit - 18 Haziran 2010, 15:06:00
- Bölüm 3 -

Ertesi sabah erkenden uyandılar. Büyücünün aklına yapabileceği son bir iyilik daha gelmiş olacak ki şövalye dışarı çıktığında köşkün kapısında kendini bekleyen beyaz bir atla karşılaşmıştı. Üzerinde tek bir leke bile olmayan, kuvvetli ve asil görünüşlü bir hayvandı. Eğerine ufak bir erzak paketi bağlandığını gören şövalye minnetle Marvin'e baktı ve teşekkür etti. Büyücü önemli olmadığını göstermek için basit bir el hareketi yaptı ve "Saçmalama. Benim için yaptığın onca şeyden sonra bunların lafı bile olmaz." dedi. Şövalye çevik bir hareketle ata bindi ve Marvin'le samimi bir şekilde el sıkıştılar.

"Sanırım en hızlı şekilde balıkçı kasabasına gitmek isteyeceksin. Ama benim tavsiyeme uyacak olursan, senin yerinde olsam ilk önce Viran Kent'e bir uğrardım." dedi büyücü göz kırparak. Ardından da şövalyeyi soran gözlerle bırakarak köşkün kapısına yöneldi ve dostuna el sallayarak "Haydi yola koyul artık. Seni bekleyen bir görev var." dedi. Şövalye bu lafı ikiletmedi ve atını hafifçe mahmuzlayarak yolculuğuna başladı.

Cesur Şövalye gerçekten de en kısa sürede Semmak'a ulaşmak istiyordu. Bunun için köşkten çıkar çıkmaz kuzey doğu yönüne ilerlemesi gerekiyordu. Ama büyücünün imalı sözleri içinde fokur fokur fokurdayan bir merak uyandırmıştı. O yüzden atını kuzey doğudaki geçide sürmek yerine güneye, Viran Kent'e doğru yöneltti. Kentle köşkün arası pek fazla değildi. Kısa bir yolculuğun ardından kentin eteklerine varmıştı bile.

Kentin geniş kapılarından yavaşça geçtiler. Hareketli ve oldukça sevimli bir yerdi burası. Orada burada karşılaştığı birkaç kişinin ona hayranlık ve saygıyla baktığını gördüğünde bunu üzerindeki zırha bağladı. Fakat biraz daha ilerledikçe herkesin kendisine selam verdiğini hatta bazılarının o geçerken saygıyla eğildiğini fark etti hayretle. Onun gelişi ağızdan ağza dolaşıyor ve insanlar onun geçişini görmek için kapılara ve pencerelere doluşuyordu.

"Neler oluyor burada böyle? Bu insanlar neden bana böyle davranıyorlar?" diye mırıldandı kendi kendine.

"Anlaşılmayacak bir şey yok canım." diye ciyakladı kılıç, o tiz sesiyle. "Beni görmek için can atıyorlar elbette ki. Balıkçının söylediklerini unutuyorsun. Ne de olsa ben meşhur biriyim. Ah, şöhret..."

Şövalye bu abartılı yoruma ve kılıcın kendini beğenmişliğine gülümseyerek karşılık verdi. Yine de bu insanların kendisini nereden tanıdıklarını bilmek isterdi. Bunun cevabını ise kent meydanına geldiğinde buldu. Tam meydanın ortasında Marvin ve şövalyenin sırt sırta vermiş, görünmeyen bir tehditle savaşan bir heykeli dikilmişti. Şövalye şaşkınlıkla heykele bakakalmıştı. Marvin sihirli değneğini büyü yapmaya hazır bir şekilde kaldırmış, şövalye ise büyülü kılıcını bir darbeyi savuşturur gibi başının üzerine kaldırmış biçimde tasvir edilmişti. Çok gerçekçi görünüyordu, sanki büyü ile yapılmış gibi...

Şövalye sakalını sıvazlayarak "Marvin'in işi olmalı..." diye mırıldandı.

"Evet, öyle olmalı. Baksana bana, benim gibi bir kılıcı bile birebir modellemişler. Çok zor bir iş. Muhteşem görünüyorum!" dedi kılıç çılgın bir kahkaha eşliğinde. Şövalye yorum yapmamayı tercih etti. Kılıçla uğraşamayacak kadar keyfi yerindeydi. Tam heykelin altında bakır renkli bir tablette çarptı gözüne. Üzerinde şunlar yazılıydı;

"Kentimizin üstüne çöken belayı savuşturan ve yeniden kurulmasını sağlayan kahramanlar adına dikilmiştir."  

Şövalyenin gururla göğsü kabardı ve etrafını saran halka minnet dolu gözlerle baktı. Tek elini kaldırarak hepsine selam verdi ve tezahüratlar eşliğinde atını şaha kaldırıp kenti dörtnala terk etti. Kimsenin kendisini sulu gözlü biri olarak hatırlamasını istemezdi.

(http://3.bp.blogspot.com/_GIKy1oGKYGs/SkOYur1b3-I/AAAAAAAAA18/QI2eHjhsWGU/s1600/white_horse.jpg)

Kılıcın hiç bitmeyen gevezelikleri eşliğinde geçen birkaç saatin sonunda Der-bend geçidine varmışlardı. Sarp geçit, Ra'n Dağları arasından geçip dağın diğer tarafına, Zifir Deniz'in hemen kıyısına açılıyordu. Oradan kuzey batıya doğru yaklaşık bir günlük mesafe sonunda Semmak kasabasına ve Uzun Göl'e ulaşılıyordu. Geçidi görür görmez kılıç "Vay canına! Şu geçide bak. Pusu kurmaya ne kadar da elverişli. Buraya bayıldım!" diyerek çılgın kahkahalar atmaya başladı.

"Kes sesini! Dağlardaki tüm uğursuz yaratıkları başımıza toplayacaksın." diye fısıldadı şövalye öfkeyle.

"E daha iyi ya işte! Hey! Biz geldik!"

"Şşşt!"

"İyi, aman, tamam. Hiç eğlenceli değilsin" diye mızmızlandı kılıç.
Şövalye burnundan soluyarak "Eğlenceymiş, hıh..." dedi ve atını temkinli bir şekilde dar geçide doğru sürmeye başladı.

Geçit gerçekten de tuzak kurmak için biçilmiş bir kaftandı. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar olan yol kıvrıla kıvrıla ilerliyordu. Bu yüzden bir sonraki dönemecin ardında ne olduğu görülmüyordu. Her iki yanda gökyüzüne doğru metrelerce uzanan taş duvarlar ise güneşin sıcacık kollarının buraya ulaşmasını engelliyor, geçidin karanlık ve kasvetli görünmesine yol açıyordu. Geçidin ortalarına doğru yaklaştıkları sırada birden garip bir ses geldi kulaklarına. Bir kuş ötüşü gibiydi ama oldukça kaba bir kuş olacaktı ki sesi oldukça hırıltılıydı. Biraz daha öteden, sese yanıt mahiyetinde başka bir kuş kaba kaba öttü. Ardından da oldukça detone bir horoz ötüşü yankılandı geçidin ilerisinde. Seslerin hepsi bir garipti ama bu sonuncusu şövalyenin "Horoz mu? Burada mı?" diyerek tek kaşını kaldırmasına neden olmuştu. Bir anda uzaktan gelen yankılı bağrışmalar duyulmaya başladı. İki kişi gırtlaktan gelen bir sesle tartışıyor gibiydiler.

"Sen var salak olmak! Şef var haberleşme işareti kuş demek!"

"Asıl sen salak olmak! Horoz da bir kuş olmak!"

"Ama horoz dağ kuşu olmamak! Sen hiçbir bir şey bilmiyor!"

"Ben bir şeyi çok iyi biliyor! Dil koparmak! Senin dili..."

Şövalye sesleri tanımıştı. Ortak lisanı hiç kimse bu kadar kötü konuşamazdı. "Goblinler! Bu bir tuzak!" diyerek kılıcını hızla kınından çekti.

"Yaşasın! Bu çok eğlenceli olacak." dedi kılıç hevesle.

Şövalyenin kılıcını çekmesiyle birlikte dağın tepesinde bir yerlerde davullar çalmaya başladı. Alarm verilmişti. Daha ne olduğunu anlayamadan, bir anda hem önlerinden hem de arkalarından onlarca goblin savaş çığlıkları atarak hızla üzerlerine doğru koşmaya başladı. Kiminin ellerinde eğri ağızlı kılıçlar kiminin ellerindeyse mızraklar vardı. Şövalyenin atı korkuyla şaha kalktı. Atın üzerinde fazla duramayacağını anlayan şövalye çevik bir hareketle yere atladı ve sırtını geçidin bir duvarına vererek ilk saldırganları karşılamaya hazırlandı.

"Gelin bakalım! Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var!" diyerek sert bir hareketle ilk goblinin başını gövdesinden ayırdı.

"Evet, işte bu!" diye çığlık attı zevkten dört köşe olan kılıç.

Goblinlerin deneyimli şövalye karşısında hiç şansı yoktu. Seri ve isabetli kılıç darbeleriyle vuruş mesafesine giren her bir yaratığı şişliyor, karşı saldırıları ise başarı ile savuşturuyordu. Önce biri düştü, sonra diğeri... Kısa bir süre içinde şövalyenin ayaklarının dibinde bir düzineden fazla ölü goblin yatıyordu bile. Bu şiddetli savaşçının gazabı ile karşılaşmak istemeyen goblinler saldırılarını yavaşlattılar ve geri çekilerek şövalyenin etrafında yarım bir çember oluşturmaya başladılar. Birkaç tanesi mızraklarını fırlatarak şövalyeyi vurmayı denedi ama bir-iki çevik hareket ve bir kılıç darbesiyle mızraklar zararsız bir şekilde yere düşüverdi.

"Eee?! Ne bekliyorsunuz? Saldırsanıza..." diye bağırdı kılıç. Ama goblinler dövüşmeye pek istekli değildi. Çemberi daraltarak ve küfürleşerek bekliyorlardı sadece.

O kısa sürelik bekleyiş içerisinde şövalye karşısındaki yaratıkların iki farklı kabileden oluştuğunu fark etti. Bir kısmı tanıdıktı, ormanın civarında daha önce gördüğü, ormana uyumlu renkler giymiş goblinlerdi. Diğerleri ise tamamen farklı kıyafetlere bürünmüşlerdi. Kahverengi renkleri ağırlıkta olan, dağlara uyumlu renkler vardı üzerlerinde. "Bu yüzden aralarında ortak lisanı kullanıyorlar." diye mırıldandı kendi kendine. Birden atının kişnemesini duydu ve sesin geldiği tarafa doğru baktı. Atının da kendisi gibi ama kendisininkinden daha küçük bir çembere alındığını gördü. Tam o bakarken atı, arkasından yaklaşmakta olan bir gobline isabetli bir çifte atarak yaratığın sert bir biçimde duvara yapışmasına neden oldu. Şövalye gülümseyerek "Aferin oğlum." diye mırıldandı. Bakışlarını tekrar önüne çevirdiğinde ise gördüğü manzara karşısında gülümsemesi soluverdi.

Çemberin en önündeki goblinler kenara çekilmiş, yeni gelen oldukça iri başka bir gobline yol veriyorlardı. Yaratığın iriliğine ve diğer goblinlerin onun yolundan kaçmak için birbirlerini ezmelerine bakılırsa gelen liderleriydi. Üzerindeki kıyafetlerin daha gösterişli olması, yani en azından bir gobline göre daha gösterişli olması ve belindeki devasa kılıç da bunu doğrular nitelikteydi. Onun çembere girmesiyle birlikte diğer goblinler mızraklarını ve ayaklarını sertçe yere vurarak tempo tutmaya başladılar. Hep bir ağızdan Graakar! Graakar! Graakar! diyerek bağırıyorlar, şefleri ise kollarını iki yana açmış kükreyerek tezahüratları kabul ediyordu. Sonra yavaşça şövalyeye döndü ve bir parmağını suçlarcasına kaldırarak konuşmaya başladı. O konuşmasına başlar başlamaz diğer yaratıkların hepsi susmuştu.

"Ben Graakar!" dedi tek elini geniş göğsüne vurarak.  "Ben var bu klanın lideri olmak. Ben var bir zamanlar yaşlı ormanın kralı olmak. Ama parlak zırh beni ve halkımı ormandan kovmak.  Halkımı öldürmek... Biz ormandan kaçmak. Biz büyük köşke sığınmak, süpürgeli kadın ile anlaşma yapmak. Ama parlak zırh bizi takip etmek. Cadıyı yenmek, bizi yine yuvadan kovmak. Sonra biz buraya gelmek, dağdaki akrabalarla birleşmek. Ben liderlerini yenmek, iki kabilenin kralı olmak!" Kalabalıktan coşkulu bir tezahürat koptu.

"Biz burada mutlu. Yolculara saldır, kır, parçala. Yemek bol, güneş yok. " dedi. Sonra kılıcını yavaşça kınından çekti ve  "Ama parlak zırh yine gelmek..." dedi tıslayarak ve kırmızı gözlerini tehlikeli bir biçimde kısarak.  "Parlak zırh bu kez hata yapmak. Çünkü Graakar bu kez kaçmayacak. Graakar intikamını alacak!" diyerek kükredi. Kalabalık coşkuyla haykırdı ve çılgın gibi tekrar tempo tutmaya başladı.

Şövalye kılıcını savunma pozisyonuna alarak "Dövüşmek istiyordun değil mi? Al sana dişine göre bir rakip. Kendini göstermek istiyorsan tam zamanı efendi kılıç." dedi.

"Merak etme, bana güven. Eğlence zamanı!" diye bağırdı kılıç.

Graakar devasa kılıcını savurarak hızla ileri atıldı. Şövalye bu darbeden ancak kılıcın altından takla atarak kaçabildi. Hızla arkasına döndü ve ikinci darbeyi de kılıcı ile karşıladı. Darbe o kadar kuvvetliydi ki, az kalsın kılıcını elinde düşünüyordu.

"Ovv! Bu acıttı!" diye mızmızlandı kılıç.

Graakar arka arkaya güçlü darbeler indiriyor, şövalyenin savunma pozisyonundan çıkabilmesine izin vermiyordu. Coşkulu kalabalık iyice heyecanlanmış, liderlerinin savurduğu her kılıç darbesiyle birlikte tezahüratlarının temposunu arttırıyorlardı.

Şövalye bir darbeyi daha başarı ile savuşturduktan sonra "Umarım eğleniyorsundur." diye sordu kılıcına, kalabalığın gürültüsünü bastırmak için bağırarak.

"Deli misin? Tabii ki çok eğleniyorum! Nı-ha-ha-ha!" diyerek kahkahalar attı.

"Son saniye önerin yoktur herhalde?"

"Aslına bakarsan var. Güçlü ama hantal! Hızlı hareket edemiyor, bunu avantajına kullan!"

"İyi fikir..." diye mırıldandı şövalye ve kılıcı kullanma hızını yavaş yavaş arttırmaya başladı.

Az sonra savunmadan çok saldırı yapar olmaya başlamıştı. Graakar bu duruma çok öfkelendi ve kükreyerek saldırılarının kuvvetini arttırdı. Şövalye bu saldırıları da başarıyla karşıladı. Bu goblin liderinin daha da öfkelenmesine yol açtı. Sonunda iri goblin giderek artan öfkesine yenik düşerek şövalyenin başına doğru çok kuvvetli bir darbe savurdu. Çok kuvvetli ama dengesiz bir darbe... Şövalye bu kez darbeyi kılıcıyla karşılamak yerine çabucak eğildi ve vuruşun boşa gitmesini sağladı. Graakar bunu beklemiyordu. Dengesiz vuruşu yüzünden sendeledi ve savunmasında bir anlık boşluk verdi. Bu boşluk şövalye için yeterliydi... Graakar önce bacaklarının arkasında yakıcı bir his duydu ve dizlerinin bağının çözüldüğünü hissederek yere çöktü. Ardından başında büyük bir acı ve sonsuz karanlık...

Goblinlerin tezahüratı anında sona erdi. Yaratıklar inanamaz bakışlarla yerde ölü yatan liderlerine ve şövalyeye bakıyorlardı. "İşte bu kadar!" diyerek bir zafer çığlığı attı kılıç. Şövalye soluk soluğa, yorgun bir şekilde gülümsedi. Sonra gür kaşlarını çatarak kalabalık goblin çetesine doğru döndü. Goblinler onun çatık kaşları karşısında tereddütle bir adım gerilediler. Kılıç tiz sesiyle "Sıradaki lütfen!" diye bağırdı. Bu sözle birlikte goblin çetesi korkuyla, arkalarına bile bakmadan koşarak dağıldılar. "Hey, daha yeni başlamıştık ama..." diye hayıflandı kılıç mutsuzca.
Şövalye hiç de aynı görüşte değildi. "Bence bu kadarı yeter de artar bile. Cesaretlerini toplamadan hemen buradan gidelim." diyerek atının olduğu yöne doğru koşmaya başladı. Neyse ki atı bu arbededen zarar görmeden kurtulmuştu. Etrafında baygın yatan birkaç goblin olduğu halde yerleri sinirli sinirli eşelemekle meşguldü. Şövalye elinden geldiği kadar çabuk bir şekilde atına atladı ve geçidin çıkışına doğru dörtnala sürdü.

(Devam edecek...)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3)
Gönderen: Jean Valjean - 18 Haziran 2010, 23:40:16
Çılgın Korsan Jack'in bir bölümünde konuşan bir kılıç vardı hatırlar mısınız? Onu anımsattı bana bizim konuşan kılıç. Bunun haricinde şu kuzeydeki tehlikeyi merak ettim doğrusu. Ama bizim konuşan kılıç varken yenilmez herhalde Cesur Şövalye.

Spoiler: Göster
Yoda'ya mı özeniyorum?
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3)
Gönderen: Wanderer - 18 Haziran 2010, 23:45:21
Harika bir bölüm (tabi önceden okumuştum :D ) Beyaz at da çok hoş durmuş... Sonunu bildiğim için nolcak diye sormuyorum :D
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3)
Gönderen: mit - 19 Haziran 2010, 09:49:02
Konuşan kılıç fikri benim aklıma Baldur's Gate 2'den geldi aslında. Oynayanlar bilir, orada Lillarcor adında geveze mi geveze komik mi komik ama bir o kadar da kuvvetli bir kılıç vardı. Oyunun başından sonuna onunla oynardım. Bazı savaşların ortasında "Kill, kill, kill! Hahaha!" demesine de çok gülerdim hani :)

Antiseptik, şşştt! Çaktırma :)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3)
Gönderen: Malkavian - 21 Haziran 2010, 11:02:01
Yine keyifle okudum ve devamını da merakla bekliyorum. Başta hafta içi sana biraz kızdım uzun olmuş bunu okuayamayacağım hafta sonuna kalacak diye ama hafta sonu okurken de tekrar kızdım az olmuş devamı nerde diye. Ee okuyucuyu memnun etmek zor. (Cümleden anlaşılacağı üzere Pazar günü okudum yorumu daha yeni yazıyorum öyle de tembelim:) )
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3)
Gönderen: mit - 21 Haziran 2010, 13:10:31
Ben de sana kızayım o zaman :) Madem okudun niye geç yorum yazıyorsun diye... Sonra da yorumunu okuyunca vazgeçeyim kızmaktan, takip ettiğin için çok teşekkür ederim diyerekten :)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 4)
Gönderen: mit - 27 Haziran 2010, 12:42:13
- Bölüm 4 -

Semmak kasabasına gece erken çökmüştü. Kasabada orada burada yanan meşale ışıkları ve dolunayın solgun ışığı dışında hiçbir ışık kaynağı yoktu. Zaten birkaç nöbetçi dışında uyanık olan kimse de yoktu. Gölde avlanmaya gidemedikleri için işleri oldukça azalan ve moralleri oldukça düşen halk erkenden yatmış ve huzursuz bir uykuya dalmıştı. Huzur uzun zamandır uğramıyordu bu kasabaya...

Kasabaya giriş bir ırmak üzerinden geçen uzun bir köprüyle sağlanıyordu. Köprünün sonunda ise bir çift ağır ahşap kapı bulunuyordu. Uzun zamandır diyarlarda pek fazla savaş olmadığından kapılar hep açık dururdu. Ama kapı başında daima bir nöbetçi bulunurdu. Bu gece kapıyı koruyan nöbetçi düşmanlardan çok uyku ile savaşmakla meşguldü. Ağzını ardına kadar açarak esnedi. Oturduğu yerde şöyle bir gerindi ve uykusunu dağıtmak için ayağı kalkıp başını silkeledi.

"Nöbet tutmaktan nefret ediyorum." diye homurdandı. "Sanki bu lanet kasabada anormal bir şey olması mümkünmüş gibi bir de nöbet tutturuyorlar."

Esnemesine engel olamayarak bir kez daha gerindi. Sağına soluna dikkatlice bakıp gelen gidenin olmadığından iyice emin oldu. Sonra tıpkı daha önceki nöbetlerinde çaktırmadan yaptığı gibi, mızrağına yaslanmış bir şekilde uyuklamaya başladı. Karanlıkta köprüye tırmanan siluetleri göremedi. Bu siluetlerden birinin kendisine doğru sürüklenerek geldiğini de göremedi, kalbine doğru saplanan keskin hançerin ay ışığı altındaki parıltısını da... Ve bu onun son uykusu oldu.

Az sonra kasaba kapısından içeri düzinelerce karanlık şekil girmekteydi. İnsan gibi görünüyorlardı ama kambur duruşları ve arkalarında uzanan uzun kuyrukları öyle olmadıklarını gösteriyordu. İçlerinden biri, muhtemelen liderleri gruptakilerin bir kısmına evleri göstererek harekete geçmelerini işaret etti. Diğerlerine ise devriye atan nöbetçileri işaret edip bir boğaz kesme hareketi yaptı. Gruptakiler bu emirleri parlak sivri dişlerini açığa çıkaran vahşi bir sırıtma ile kabul ettiler. Ardından hızlı ve sessiz bir biçimde köyün içerisine dağıldılar.

Nöbetçileri etkisiz hale getirmekle görevli grup sessizce, gölgeden gölgeye geçerek devriyeye yaklaştı. Uygun bir saldırı noktası bulup orada sabırsızca beklemeye başladılar. Devriye grubunun meşale ışıkları köşeden yansımaya başladığında birbirlerine baktılar ve mızraklarını çekip pis pis sırıttılar. Devriye, yanlarından hiçbir bir şeyin farkında olmadan yavaşça geçip gitti. Şimdi sırtları varlığından haberdar bile olmadıkları saldırganlarına dönüktü. Yaratıkların gülümsemeleri genişledi ve sessizce saldırıya başladılar. Tam en arkadaki nöbetçiye yetişmişlerdi ki arkalarındaki evlerin birinden korku dolu bir feryat kopuverdi.

"İmdaaaaat! Yardım edin, imdat!"

Nöbetçiler refleksif olarak anında sesin geldiği yöne döndüler ve arkalarından sinsice yaklaşan saldırganlarla yüz yüze geldiler. Yaratıklar bu sürpriz gelişme karşısında bir anlığına duraksadılar, sürpriz saldırı avantajlarını kaybetmişlerdi. Karşılarındaki düşmanı gören nöbetçilerin ise gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ama toparlanmaları uzun sürmedi ve çabucak kılıçlarını çekip alarm verdiler. "Alarm! Uyanın! Kasaba saldırı altında! Sahuagin! Bunlar Sahuagin!"

(http://1.bp.blogspot.com/_GIKy1oGKYGs/SlnvdOZ5bVI/AAAAAAAAA9Y/ya05_3hrLug/s1600/Sahuagin.jpg)


Kasabanın her yanında alarm çanları çalmaya başladı. Eli silah tutan tüm erkekler kılıçlarını, baltalarını ve mızraklarını kuşanıp sokağa fırlarken anneler de çocuklarını alıp saklanmak için uygun bir yer arıyordu. Nöbetçiler ve kasabanın diğer erkekleri hızla toplanıp kasabaya gizlice girmiş yaratıkların üzerlerine çullandılar. Ama Sahuaginler savaşçı bir ırktı. Savaşmak için yaşarlar ve kendilerinden farklı olan tüm ırklara karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir nefret duyarlardı. Kan için savaşırlardı, savaşmaktan büyük zevk alırlardı. Maalesef balıkçı kasabasının cesur halkı için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.

Sahuagin ırkı rakiplerine oranla sayıca az olmalarına rağmen vahşi saldırıları ve savaş hünerleri sayesinde kısa zamanda bu dezavantajlarından kurtulmuştu bile. Ellerinde çuvallar olan bir grup Sahuagin diğerleri ile birleşti ve hep beraber kasaba çıkışına doğru yollarını açmaya başladılar. Görünüşe göre taşıdıkları çuvallarda kasaba ahalisinden tutsaklar vardı. Bu görüntü kasaba halkının korku ve telaşla paniklemesine ve sevdiklerini kurtarmak uğruna kontrolsüzce saldırmasına yol açmıştı. Bu yaratıkların işine gelmişti. Rakiplerini bir bir indiriyorlar ve aldıkları her canla birlikte yüzlerindeki vahşi sırıtma giderek büyüyordu. Kapılara nerdeyse varmışlardı. Durum onların lehineydi.

Sonra birden kasabanın kapısından dörtnala yaklaşan bir atın sesi duyuldu. Sahuaginler omuzlarının üzerinden geriye baktıklarında beyaz bir atın üzerinde, parıldayan zırhı içerisinde öfkeli bir adamın kendilerine doğru hızla yaklaşmakta olduğunu gördüler. Adam kılıcını çekip bir savaş narası attı ve hızla Sahuaginlerin ortasına daldı. Yaratıklar bu ani saldırı karşısında bozguna uğrayarak dağıldılar. Şövalye hiddetle kesip biçiyor, kılıcı ise kahkahalar atıyordu. Beklenmeyen kurtarıcının gelişiyle birlikte kasaba halkı ümitle bir kez daha sarıldı silahlarına. Ve bir kez daha yüklendiler Sahuagin hatlarına.

Her şey birdenbire tersine dönmüş, Sahuaginler elde ettikleri üstünlüğü bir anda kaybetmişlerdi. Çatışmayı kaybedeceklerini anlayan Sahuagin lideri kendi garip lisanlarında bir şeyler haykırdı. Onun haykırışı ile birlikte diğer Sahuaginler hızla ellerini gözlerine siper ettiler. Aynı anda Sahuagin lideri yere miskete benzeyen küçük küreler fırlattı ve ortalık birdenbire çok parlak bir ışığa boğuldu. Şövalye elleriyle gözlerini siper ederek "Lanet olsun! Hiçbir şey göremiyorum!" diye bağırdı.  Etrafında koşuşturmacalar ve acı dolu çığlıklar duydu. Kalbi küt küt atmaya başladı. Bir an önce kendine gelmezse acı bir sonla karşılaşacağının farkındaydı. Derken ensesindeki tüylerin diken diken olmasına neden olan bir tıslama hissetti hemen sağında. Aynı anda kılıcı "Dikkat! Eğil!" diye bağırdı telaşla. Şövalye bu sözü ikiletmedi ve hızla kendini yere attı. Tam üzerinden geçen bir kılıç darbesinin havayı sertçe yardığını hissetti ardından. Eğer tam zamanında kendini yere atmamış olsaydı belki de o darbenin etkisiyle ölmüş olacağını düşünerek yutkundu. Sahuagin liderinin bağıran sesi duyuldu tekrar. Ardından ahşap zemin üzerinde koşan çıplak ayak sesleri ve ağır bir şeylerin suya çarpma sesleri geldi. Sonra sessizlik...

Sonsuz gibi görünen birkaç dakika sonunda şövalyenin görüşü yavaş yavaş düzelmeye başladı. İyice görmeye başladığında yattığı yerden doğrulup etrafına baktı ve gördüğü manzara karşısında görüşünün hiç düzelmemiş olmasını diledi. Etrafı cansız yatan insan ve Sahuagin bedenleriyle doluydu. Kendisi hariç kapılarda dövüşen herkes ölmüştü. Üzüntü içerisinde etrafına bakarken meşaleler taşıyan bir grup kasabalının koşarak bulunduğu yere yaklaşmakta olduğunu fark etti. Kalabalık kısa sürede olay yerine vardı ve gördükleri manzara karşısında şok olarak oldukları yerde kalakaldılar. Sevdikleri, tanıdıkları insanların yarı balık yarı insan yaratıklarla yerde cansız uzandıklarını gördüler acıyla. Kimisi elindeki kılıcı bir kenara atıp gözyaşlarıyla birinin başına çökerken kimisi de sevdiklerinin adını haykırarak onları bulma ümidiyle sağa sola koşturmaya başladı. Sadece kalabalığın başını çeken, saçları ağarmış, parlak gözlü bir adam yerinden kıpırdamamıştı.

Adam, bir süre sessizliğini koruyarak yerdeki kayıplarına baktı acı acı. Sonra bakışlarını şövalyeye çevirerek "Sen bizim ihtiyar balıkçının bulmak için kasabayı terk ettiği kahraman olmalısın." dedi. Şövalye olumlu anlamda başını sallamakla yetindi. Etrafında yatan bunca masum ceset varken kendini pek de kahraman gibi hissetmiyordu.

"Ben Veskel. Kasaba meclisinin başkanıyım." diye devam etti adam. "Size daha iyi bir karşılama sunmak isterdim ama..." diyerek ellerini manalı bir biçimde iki yana açtı.
  
"Ben bundan daha iyi bir karşılama düşünemiyorum. Harikaydı!" dedi kılıç mutlulukla kıkırdayarak. Veskel kaşlarını kaldırarak kılıca baktı.

Şövalye "Siz ona bakmayın. Kesebildiği bir şeyler olduğu sürece onun için sorun yoktur. Kayıplarınız için üzgünüm." dedi kibarca.

Veskel anladığını belirten bir hareket yaptı ve "Elinizden geleni yaptığınızı biliyorum." dedi. "Sizi dövüşürken gördüm. Daha önce yardımınıza gelmek isterdik ama kasabanın içerisinde de bu yaratıklardan mevcuttu. Onlarla ilgilenmemiz gerekiyordu. Hayatta olduğunuz için şanslısınız. Sahuaginler kimseyi kolay kolay sağ bırakmazlar." diye ekledi ardından. Sonra ayağı ile yerdeki yaratıklardan birini dürterek "Sahuagin..." diye mırıldandı. "Demek gölde kayıklarımızı batıran ve halkımızı kaçıranlar Sahuaginlermiş. Ama neden? Ve burada ne işleri var?"

"Bir nedeni olması gerekmez. Sizin de bildiğinizi tahmin ettiğim gibi Sahuaginler tüm yeryüzü sakinlerinden nefret ederler. Sizin yemek ve zevk için balıkları avladığınız gibi onlarda aynı sebeplerden bizleri avlar." dedi şövalye. "Gölün dibinde yeni bir yerleşim yeri kurmuş olmalılar." diye fikir yürüttü sakalını sıvazlayarak.

"Halkımdan bazılarını kaçırdılar. Kaçarken omuzlarında içinde insanlar olan çuvallar vardı. Benim insanlarım! Onlara yardım etmemiz gerek." dedi Veskel, tek elini yumruk yaparak.

"Merak etme. Size yardım edeceğim. Bunun için buradayım." dedi şövalye, adamı sakinleştirmek için bir elini onun omzuna koyarak.

"İyi ama onlar çok kalabalık. Tek başına ne yapabilirsin ki?" diye umutsuzca sordu Veskel.

"Tek başına olduğunu da kim söylemiş? Ben varım ya!" diye itiraz etti kılıç, oldukça gücenmiş bir ses tonuyla. Bu yorum iki adamın da hafifçe gülümsemesine ve gerginliğin bir nebze de olsa azalmasına neden olmuştu.

"Bak Veskel. Endişelerini anlıyorum ama burada tartışarak geçirdiğimiz her saniye kaçırılan dostlarınızın aleyhine işliyor. Birilerinin bir şeyler yapması gerekiyor ve o kişilerin arasında öyle ya da böyle ben de olacağım. Aranızda savaş deneyimi olan birileri var mı?" dedi soran gözlerle adama bakarak.

Veskel'in olumsuz anlamda başını salladı ve  "Hayır, biz savaşçı bir halk değiliz. Ama kaçırılanların tek umudu bizken burada hiçbir şey yapmadan da duramayız. Göl ve çevresini en iyi bilen birkaç adamımı yanına vereceğim. Ayrıca kılıç kullanabilen birkaç gönüllü bulabileceğimi de sanıyorum. Ne dersin?"

"Tamam ama en kısa zamanda yola çıkmamız gerek. O yüzden acele edin." dedi.

Veskel anladığını belirtmek için bir kez kafa salladı ve koşarak oradan ayrıldı. Şövalye, bir müddet adamın arkasından baktı. Sonra arkasından bir yerlerden duyduğu hafif kişneme ile kendine geldi ve kendisini beklemekte olan atına doğru ilerledi. "Merhaba oğlum. İyi misin?" diye sordu şövalye usulca. At, onu gördüğüne memnun gibi görünüyordu. Burnuyla şövalyeyi hafifçe dürttü. Şövalye atın yelesini nazikçe okşarken hızlıca hayvanda bir zarar olup olmadığını kontrol etti. Biraz hırpalanmıştı, bir iki zararsız çizik dışında önemli bir şeyi yok gibi görünüyordu. İyice emin olduktan sonra atını yularından tutup kasaba içine çekerek en yakın yalaklardan birinin başına bağladı.

"Bende iyiyim. Sorduğun için sağol!" dedi kılıç mızmız bir şekilde.

"Ne yani? Seni de mi okşamamı istiyorsun yoksa?" diye sordu şövalye muzipçe.

"Hayatta olmaz!" dedi kılıç, bu fikirden hiç de hoşlanmadığı anlaşılan bir ses tonuyla.

"Eh... Onu arkada bırakacağımıza göre ona biraz ilgi göstermemde sakınca yok o zaman? Gölün dibine onunla gidemeyeceğimize göre..."

"Doğru ya! Ben onu hiç düşünmemiştim."

"Sen ne zaman kesmek ve biçmek dışında bir şey düşündün ki zaten?" dedi şövalye gülerek.
"Korkarım seni de geride bırakmak zorunda kalacağım." diye ekledi ardından.

"Ne?! Ciddi olamazsın! Kafayı mı üşüttün sen? Bensiz hiç şansın yok.�

"Hey! Bu fikirden en az senin kadar ben de hoşlanmıyorum. O kadar canavarın arasına silahsız dalmak... Çılgınca! Ama su altında seni nasıl kullanabilirim ki? Daha küçük bir şeye ihtiyacım olacak, bir kama mesela..."

"Hiçte bile! Benim büyülü bir kılıç olduğumu unuttun mu?"

"Unutmak için fırsatım olmadı ki. Hiç susmuyorsun ne de olsa... Zaten konuşmak dışında başka bir meziyetine de şahit olmuş değilim hâlâ."

"Hıh... Ben de aynı şeyi senin için söyleyebilirim efendi şövalye! Bunca zamandır birlikteyiz ama yeteneklerimden haberin bile yok. Bir de kendine silah ustası diyorsun."

"Neymiş peki bu yeteneklerin benim alıngan yoldaşım?" diye sordu şövalye burnundan soluyarak. Tartışmayı uzatmak istemiyordu çünkü kılıcın bıkmak usanmak bilmeden sabaha kadar konuşabileceği gibi korkunç bir gerçeğin fena halde farkındaydı. Aynı zamanda merakı da uyanmıştı. Gerçekten de başka yetenekleri var mıydı kılıcının?

"Beni yanına al, su altında ne kadar hafif olduğumu gördüğünde ağzın bir karış açık kalacak. Ama su altındayken ağzını bir karış açık tutmanın senin için pek de faydalı olacağını sanmıyorum." diye kıkırdadı ardından.

"Pekâlâ, göreceğiz. Ama dediğin gibi olmazsa seni gölün dibinde bırakmakta hiç tereddüt etmem bilesin. Ayrıca su altındayken de bu kadar konuşamayacağını umuyorum!" dedi şövalye öfkeli bir şekilde. Kılıç cevap vermek yerine sadece çılgın bir kahkaha atmakla yetindi ve şövalyeyi şüpheli bakışlarla, düşünceli bir ruh hali içinde bıraktı.


Tam o sırada Veskel yanında birkaç delikanlı ve orta yaşlı bir adam olduğu halde geri geldi.
"Bu Ranum." dedi eliyle orta yaşlı adamı işaret ederken. "Kendisi kasabanın korucularındandır. İçimizde göl ve çevresini en iyi bilen kişidir aynı zamanda." Ranum hafifçe öne eğilerek şövalyeyi selamladı; "Ranum, emrinizdeyim şövalyem." Şövalye de adamı aynı şekilde selamladı.

"Bunlar da Beved, Osgar ve Apol." diye devam etti Veskel. "Köyümüzün en yetenekli ve aynı zamanda en genç silahtarları"

Delikanlılar da tıpkı Ranum gibi hafifçe öne eğilerek selamladılar şövalyeyi. "Emrinizdeyiz efendim." Şövalye selamlarına karşılık verirken gençleri değer biçerek süzdü. Çok gençlerdi, büyük ihtimalle de tecrübesiz. "Başka gönüllü yok mu?" diye çaktırmadan Veske'e sordu şövalye, yan gözlerle gençlere bakarak. Veskel fısıltı halinde "Üzgünüm, pek fazla seçeneğim yoktu. Aslına bakarsan onlardan başka gönüllü olan olmadı. Dediğim gibi, biz savaşçı bir halk değiliz ve iş oraya vardığında herkes yatağının altına saklanmayı tercih ediyor maalesef. Yine de bu delikanlılar kılıç kullanmakta oldukça iyidirler. Yardımları dokunabilir." dedi şövalyeye.

Şövalye "Anlaşıldı, iş yine başa düşecek." diye iç çekerek küçük gruba doğru döndü.
"Aranızda daha önce hiç silahlı bir çatışmaya giren var mı?" diye sordu elleri belinde.
Gençlerin birbirlerine attığı kaçamak bakışlar, sorusunun cevabının hayır olduğunu anlamasına yetmişti bile.

"Şey... Geçen kış kasabaya bir kurt sürüsü saldırmıştı. O zaman bir kurt öldürmüştüm." dedi Beved. Uzun sarı saçlarını arkasında toplamış, yakışıklı bir delikanlıydı. "Hatta Apol iki tane öldürmüştü." dedi ardından da, mavi gözleri heyecan ve gururla parlayarak.
Apol bunu başıyla, sessizce onayladı. Beved'den biraz daha uzundu. Beved'in aksine siyah olan saçlarını toplamamış, omuzlarına dökülmesini sağlamıştı. Kendinden oldukça emin görünüyordu. Siyah, delici bakışlarıyla sanki o da şövalyeye değer biçiyormuş gibi şövalyeye bakmaktaydı.

"Ya sen Osgar?" diye sordu şövalye. Osgar diğer ikisine göre biraz daha topluca, daha utangaç görünüşlü bir delikanlıydı. Kısa, kahverengi saçlarının ön kısmını gözlerini kapatacak şekilde önüne düşürdü ve "Şey..." demekle yetindi.

"Osgar da kılıç konusunda oldukça yeteneklidir. Eğitimler de onu görmelisiniz efendim." dedi Beved, arkadaşını savunmak için öne atılarak.

"Eğitim yararlıdır ama biz bir eğitim görevine gitmiyoruz delikanlı." dedi şövalye. "Karşınızda tahtadan yapılmış, hareket etmeyen kuklalar olmayacak. Bunlar tehlikeli yaratıklar. Hepiniz ölebilirsiniz."

"Neyle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz efendi şövalye." dedi Apol, sert bakışlarla. Geldiklerinden beri ilk defa konuşuyordu. Konuşurken sesi mesafeliydi. Oldukça alçak sesle ve yavaşça konuşuyordu. Kelimelerini dikkatle seçiyormuş gibi... "Beved ve ben nereye gidersek Osgar da bizimle gelir. Biz hiçbir zaman ayrılmayız." dedi soğukça. Osgar arkadaşına minnettar bir bakış attı ama Apol bu bakışı görmezden geldi. Hâlâ gözlerini ayırmadan şövalyeye bakıyordu. "Şimdi... Eğer bizi yanında istiyorsan üçümüzü birden alırsın. Yok, hayır istemiyorsan o zaman yolumuzdan çekil çünkü biz Sahuaginlerin peşinden gitmeye kararlıyız. Seninle ya da sensiz..."

Şövalye, Apol'ün sert bakışlarına karşılık verdi. Sonra başını bir kez olumlu anlamda sallayarak "Tamam, öyle olsun. Sonra baştan uyarmadı demeyin." dedi ve Veskel'e döndü.

"Pişman olmayacaksın." dedi Veskel diğerlerinin duyamayacağı bir sesle.

"Öyle umarım. Aralarındaki bağlılık ve Apol'deki kararlılık beni etkiledi yoksa hayatta Osgar'ı yanıma almazdım. Çocuk çok tecrübesiz."

"Kılıç kullanma konusunda yetenekli olduğunu göreceksin." diye onu temin etti Veskel.

"Yetenek başka bir şeydir Veskel. Canlı bir varlığın hayatına son vermek ise bambaşka bir şey... O cesareti göstermek ve o hareketin ağırlığı altında ezilmemek çok zordur."


"Acele etsek iyi olur." dedi Korucu Ranum. "Peşinde olduğumuz yaratıklar neredeyse göle varmıştır bile. Bir karşılama komitesi hazırlarlarsa hiç şaşırmam."

"Pekâlâ, haydi yola koyulalım o zaman. İhtiyacınız olan her şeyi yanınıza aldığınızdan emin olun." dedi şövalye ellerini bir kez çırparak. Daha fazla vakit kaybetmeye niyeti yoktu ve şu an elinde olan gruptan daha iyisini bulabilecekmiş gibi de görünmüyordu.

"Göle ancak yürüyerek varabiliriz. Yol atlar için çok elverişsiz, o yüzden yanınıza fazladan bir şeyler almamanızı öneririm." dedi korucu.

"Sen de her şeyi aldığından emin olsan iyi olur." dedi kılıç.

Kılıcın konuşması, küçük grupta bir anlık şaşkınlığa yol açtı. Hepsi konuşanın gerçekten kılıç olup olmadığını anlamak için gözlerini dikmiş ona bakıyorlardı.
"Ne demek istiyorsun?" diye sordu şövalye.

"Galsamotundan bahsediyorum tabi ki. Eyerine astığın çantaya koymuştun, unuttun mu?" dedi kılıç, gördüğü ilgiden oldukça memnun olduğu anlaşılan bir ses tonuyla.

"Galsamotu, tabi ya..." dedi şövalye.

Bir koşu atının yanına gitti ve eyere bağladığı küçük çıkınını omzuna astı. Arkasındaki grubun kılıç hakkında mırıldandığını net bir şekilde duyuyordu. Kılıcından gelen memnun kıkırdamalar onun da konuşulanların farkında olduğunu gösteriyordu. Grubun yanına geri döndüğünde hepsinin gözü hâlâ kılıçtaydı. Ama açıkça bir soru sormaya çekiniyor gibi görünüyorlardı. Ranum hariç hepsinin kılıç ve kalkan kuşanmış olduğunu gördü memnuniyetle. Ranum, koruculara özgü yeşil pelerinine bürünmekle yetinmişti. Şövalye, pelerininin ardında adamın beline asılı uzun bir kılıç taşıdığını gördü göz ucuyla. Osgar'ın sırtında da ufak bir çuval olduğunu gördü. İçinde ne olduğunu merak etti ama şimdi bunun için vakit yoktu. "Hazır mısınız?" diye sordu hepsiyle göz teması kurarak. Hazırlardı.
"Haydi, gidelim o zaman." dedi ve Ranum ile birlikte grubun başını çekerek kasabanın çıkışına doğru yöneldi.


(Devam edecek...)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 4)
Gönderen: Wanderer - 27 Haziran 2010, 12:45:03
Hmm... Önceden okuduğum için çok güzel filan yorumlarımı zaten biliyorsun. . . =) Bi sorum olacak, bu Sahuagin ırkı hangi kitapta geçiyor? Felsefelerini beğendim, biz nasıl balık avlıyorsak, onlar da bizi avlıyor :D
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 4)
Gönderen: mit - 27 Haziran 2010, 13:49:25
Sahuagin ırkı, Dungeos & Dragons evrenine ait bir ırktır. D&D'nin yayınladığı kural kitaplarında, canavar rehberlerinde vs. tanımlarını bulabilirsin. Unutulmuş Diyarlar romanlarında da ara sıra çıkar karşımıza. Baldur's Gate 2'de de onlarla ilgili bir bölüm vardı hatta. Teşekkürler...
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 4)
Gönderen: Wanderer - 27 Haziran 2010, 14:03:47
Sahuagin ırkı, Dungeos & Dragons evrenine ait bir ırktır. D&D'nin yayınladığı kural kitaplarında, canavar rehberlerinde vs. tanımlarını bulabilirsin. Unutulmuş Diyarlar romanlarında da ara sıra çıkar karşımıza. Baldur's Gate 2'de de onlarla ilgili bir bölüm vardı hatta. Teşekkürler...

Saol bilgilendirmen için =)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 5)
Gönderen: mit - 04 Temmuz 2010, 00:36:31
- Bölüm 5 -

Küçük kurtarma grubu göle doğru giden yolda ilerliyordu. Grubun başını Korucu Ranum ve Apol çekiyordu. Hemen onların ardından ise şövalye ve diğerleri geliyordu. Normal şartlarda oldukça gergin ve sessiz geçmesi gereken yolculuk, geveze kılıcın sayesinde sanki bir piknik yolculuğuna dönüşmüştü. Kılıç, susmak yorulmak bilmeden kâh Marvin ile yaşadığı bir olaydan, kâh şövalye ile atlattıkları maceralardan esinlenerek komik hikâyeler anlatıyor, etrafındakilerin gülüşmelerine sebep oluyordu.

Şövalye, birçok defa kılıcı sessiz olması konusunda uyarmıştı ama delikanlıların yüzlerindeki eğlenen ifade buna biraz müsamaha göstermesine neden olmuştu. Hem, anlatılanların yarısının palavradan ibaret olduğunu bilse de kendisi bile gülümsemeden edemiyordu. En çok candan kahkahaları ile Beved gülüyordu anlatılanlara. Osgar ise daha çok utangaç gülümsemeler ile karşılık veriyordu. Susmaları için işaret veren Kolcunun bile bir iki kez güldüğüne şahit olmuşlardı hatta. İçlerinde tek gülmeyen ise Apol’dü. Sık sık sert bakışlarını geriye, gruptaki arkadaşlarına yönelterek susmalarına neden olmuştu. Yine böyle bir bakışın ardından, şövalyenin pek de tasvip etmeyen bakışlarla Apol’ü süzmekte olduğunu gördü Beved.

“Hep böyle somurtkan mıdır?” diye sordu şövalye, kendisini izlemekte olan Beved’e.

“Onun kusuruna bakmayın şövalyem. Aslında oldukça iyi yüreklidir Apol.”

“Ona şüphem yok. Aslında doğru olanı yapıyor, hepimizin sessiz olması gerek çünkü. Özellikle senin!” dedi, itiraz etmeye başlayan kılıcına sert bir bakış atarak. “Etrafta ne kadar uğursuz şey varsa başımıza toplayacaksın ve bu çocukların zarar görmesine neden olacaksın.”

Kılıç, bu yorum üzerine hemen sessizleşti. Delikanlıların başına bir şey gelmesini istemezdi, onları sevmişti. Şövalye ileri baktığında Apol’ün yine öfkeli bakışlarla kendilerini üzmekte olduğunu gördü.

“Beni rahatsız eden şey bu yaşta bir delikanlının bu kadar soğuk ve mesafeli olması…”

“Elanor yüzünden.” dedi Osgar, duyulamayacak kadar alçak bir sesle. Sonra şövalyenin kendisine baktığını görünce utanıp kızararak başını önüne eğdi.

“Öyle mi? Kimmiş bakalım bu Elanor?” dedi şövalye merakla.

“Yoksa altın saçlı bir prenses mi?” dedi kılıç, oldukça çapkın bir sesle. Yine bir dakikadan fazla suskun kalmayı başaramamıştı.

Bu yorum üzerine hafifçe kıkırdayan Beved, “Evet, öyle sayılır. Elanor, Apol’ün kız kardeşi.” dedi.

“Onu kaçırdılar.” diye ekledi Osgar, hüzünlü bir tavırla.

Başını öne eğen Beved, “Maalesef bu doğru. Sahuaginlerin kaçırdıkları arasında o da var. Bu yolculuğa gönüllü olmamızın başlıca sebebi de bu zaten.” diye ekledi. “Apol ve Elanor çok küçük yaşta ailelerini kaybetmişler. Bir göl kazası… Sandal ters dönmüş ve talihsiz karı koca boğularak can vermişler. O zamandan beri Apol hem kendine hem de kız kardeşine göz kulak olmak zorunda. Yıllardır Elanor’a hem ağabeylik hem de ana-babalık yapar. Bu yüzden ona çok düşkündür. Kaçırıldığını anladığımızda çılgına döndü. Biz daha ne yapabileceğimizi doğru dürüst düşünemeden Apol onu kurtarmak için yola çıkmaya karar vermişti bile. Bizle ya da bizsiz…”

“Onu asla yalnız bırakmayız.” dedi Osgar, kararlı bir yüz ifadesiyle.

“Sonra benim Sahuaginlerin ardından gideceğim haberini aldınız ve bana katılmaya karar verdiniz sanırım.” dedi şövalye.

Beved bunu bir omuz silkişle yanıtladı. Şövalye bakışlarını tekrar Ranum’un yanında ilerleyen sessiz delikanlıya çevirdi. Bu kez bakışlarında derin bir anlayış ve saygı vardı. Grup ormanda ilerlemeye devam etti. Ama bu kez derin bir sessizlik içindelerdi. Şimdi ormandaki gece hayvanlarının ve rüzgârın sesini rahatça duyabiliyorlardı.
Tabii ki kılıç bağırıp bu sessizliği yırtana kadar…

“Balık-adamlar tarafından kaçırılan sarışın bir prensesi kurtarmaya gidiyoruz! Bu tahminimden de eğlenceli!”

Hep bir ağızdan yükselen bir “Şşşt!” sesi…

“İyi be, sustum! Eğlence düşmanları. Şşştmiş… Pöh!”

(http://4.bp.blogspot.com/_GIKy1oGKYGs/SuoyJKdnC2I/AAAAAAAABNs/EM4vGJit94w/s1600/Lake%2Bby%2BStellab.jpeg)

Yarım saatten biraz fazla süren bir yürüyüşün ardından küçük grup nihayet Uzun Göl’e varmıştı. Korucu Ranum gölün kıyısında bir dizinin üzerine çöktü ve zemindeki pençemsi ayak izlerini inceledi.
Gruba dönerek “İzler burada sona eriyor. Yaratıklar göle girmiş olmalı…” dedi.

“Na-nasıl yani? Peki ya rehineler?” diye sordu Beved kekeleyerek.

“Korkarım onları da yanlarında götürmüşler.” diye yanıtladı korucu. Osgar ufak bir itiraz iniltisi koyuverdi. Apol’ün yüzü karardı.

“Korkmayın, hâlâ hayatta olduklarına bahse girerim.” dedi şövalye.

Apol hışımla şövalyeye döndü ve sinirden titreyen bir sesle “Nereden bilebilirsin ki? Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” diyerek çıkıştı.

“Sakin ol Apol.” dedi Beved, arkadaşının bu tavrından hiç hoşlanmamıştı.

“Siz sakin olun!” diye bağırdı Apol.

“Sesini alçalt genç adam!” dedi şövalye, sert bir biçimde. “Kız kardeşin için endişelendiğini biliyorum. O yüzden bu seferlik bana bağırdığını göz ardı edeceğim. Ama hemen sesini kesmezsen tüm Sahuaginler burada olduğumuzu anlayacak ve tepemize binmekte tereddüt etmeyeceklerini garanti edebilirim.”

“E o zaman niye susuyoruz ki?” diye sordu kılıç hevesle. Yeni bir dövüş için sabırsızlanıyordu.

Gruptakiler hep bir ağızdan “Sakın ha!” diyerek kılıcı susturdular.

“İyi, peki, tamam sustuk. Hıh!” diye homurdandı, yeniden gücenen kılıç.

Şövalye Apol’e dikkatle bakarak “Merak etme, onlar iyi. Eğer onları öldüreceklerse Sahuaginler onları buraya taşıma zahmetine ne diye katlansınlardı? Onları başka bir amaç için kaçırdılar. Ve emin ol hâlâ canlılar. En azından şimdilik…” dedi.

Apol bu sözlerdeki mantığı reddedemezdi. Dudaklarını birbirine bastırıp sustu ve kafasını tamam anlamında salladı.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu korucu.

“Şimdi biz…” Şövalye tam planını açıklayacaktı ki göl suları sanki kaynıyormuş gibi fokurdamaya başladı.

“Geliyorlar!” dedi Ranum, kılıcını çekerek.

“Kahretsin!” diye homurdandı şövalye.

“Yaşasın!” diye bağırdı kılıç.

Hepsi hızla kılıçlarını çektiler. Bir an sonra göl yüzeyinde bir düzine kadar Sahuagin belirdi. Yaratıklar savaş naralarıyla birlikte mızraklarını fırlattılar. Bir mızrak ayaklarının dibindeki yere saplandı. Bir diğeri Osgar’ın başının üzerinden geçti. Bir diğerini ise Ranum kılıcıyla durdurdu.

“Geriye!” diye bağırdı şövalye, üzerlerine gelen mızraklardan birini kılıcı ile ikiye bölerken. Grup geri geri ilerlerken önlerindeki Sahuagin grubu da tehditkâr bir biçimde ama yavaşça üzerlerine doğru geliyordu.

“Neden saldırmıyorsunuz? Gelsenize!” diye bağırdı kılıç.

“Lütfen saldırmasınlar, lütfen…” diye inledi Osgar.

Şövalye şüphe ile önündeki yaratıklara baktı. Sistemli bir şekilde yaklaşıyorlardı ama saldırmıyorlardı. “Gerçekten de… Neden saldırmıyorlar?” diye mırıldandı şüpheli bir ses tonuyla. Aynı anda Ranum’un uyarı çığlığı geldi ve üstlerindeki ağaçlardan tam üzerlerine geniş bir ağ atıldı.

“Lanet yaratıklar! Bu bir tuzak!” diye haykırdı şövalye.

Daha onlar kıpırdayamadan ağ üzerlerine inmişti bile. Apol ve diğerleri hızla ağı kesmek için davrandılar fakat ipler çok sağlamdı. Çelikten dokunmuşlardı adeta. Sahuaginler bu yetersiz çabalarını sivri dişleri ile sırıtarak izlediler. Bu kez de şövalye denedi ve büyülü kılıç, gürültülü bir kahkaha eşliğinde ağı tereyağı gibi kesti.  Yaratıkların yüzündeki sırıtma anında kayboldu ve hızla ileri atıldılar. Şövalye bir hamle daha yapıp ağın tamamen parçalanmasına neden oldu ve ilk saldırganı ile yüzleşmek için hazırlandı.

Kısa sürede etrafları sarıldı. Gölden çıkan yaratıklara ağaçlardan inen birkaç tanesi daha katıldı ve sertçe saldırmaya başladılar. Görünüşe göre Veskel, delikanlılar hakkında yanılmamıştı çünkü hepsi ustaca dövüşüyorlardı. Osgar bile… Özellikle Apol bu konuda gerçekten de çok iyiydi.

“Onlara acımayın çocuklar! Onlar bize acımaz!” diye haykırdı korucu.

“Elanor için!” diye haykırdı Apol.

Kılıçlar kılıçlarla çarpıştı, hamle üzerine hamle yapıldı. Ama Sahuaginler küçük grubu ele geçirmeyi bir türlü başaramadı. Şimdiden yerde cansız yatan 5 Sahuagin vardı. Fakat durum bizimkiler için pek de parlak değildi. Ranum sol kolundan yaralanmıştı. Beved’in başından kanlar süzülüyordu. Ve işin en kötüsü öldürdükleri her Sahuagin’in yerine yenileri geliyordu. Durumdan tek memnun olan ise kıkırdayıp duran ve yere indirdiği rakiplerini sayan kılıçtı.

Önlerindeki yaratık cansız bir biçimde yere düşerken “Üç!” diye bağırdı kılıç. Şövalye bir anlık boşluktan faydalanarak umutsuzca etraflarını çevreleyen çembere baktı. Sonra da yaralı arkadaşlarına… Durum oldukça kötü görünüyordu. İçi Sahuagin kaynayan bu gölün kenarında kazanmaları imkânsızdı. Birdenbire “Beni takip edin!” diye bağırdı ve ormana doğru bir yarma hareketine başladı. Bu hareketi beklemeyen iki Sahuagin’i tek bir darbeyle indirip koşmaya başladı. Diğerleri de hemen peşindeydi.

“Hey! Nereye gidiyoruz? Daha dövüş bitmemişti ama.” diye mızmızlandı kılıç.

Şövalye “Haklısın. Daha yeni başlıyoruz.” diyerek topukları üzerinde hızla döndü ve Ranum’a dönüp “Koşmaya devam edin!” diye bağırdı. Korucu anladığını belirterek delikanlıları önüne kattı ve kaçmaya devam etti. Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz şövalye, yol kenarındaki çalılık ve ağaçların arasına daldı ve iyice gizlendi.

“Ne yapıyoruz? Dövüşmeyecek misin?” diye mızıldandı kılıç.

“Merak etme. Eğer planım tutarsa düşmanların hepsi sadece bize kalacak.” diye fısıldadı şövalye. Kılıç memnuniyetle mırıldandı ve anında sessizleşti.

Apol ve arkadaşları ellerinden geldiğince toprak yolda koşuyorlardı. Ama yeterince hızlı değillerdi. Çünkü korucunun ve Beved’in yaraları yavaşlamalarına neden oluyordu. Her yönden fışkıran kökler ve dallar da cabası…

“Şövalye nerede?” diye haykırdı Beved panikle.

“Koşmaya devam edin!” diye üsteledi Ranum.

“Ama yaralanmış olabilir.” dedi nefes nefese kalmış olan Osgar. Zar zor koşmaya devam ediyordu. Hafiften geri kalmaya bile başlamıştı.

“Hayır, yaralanmadı. Bizi bırakıp kaçtı. Size söylemiştim. O ihtiyar bir sahtekârdan başka bir şey değil.” dedi Apol hırlayarak.

Tam bu sırada köklerden biri haince Osgar’ın ayağına dolanarak gürbüz delikanlının yere yuvarlanmasına neden oldu. Osgar acı dolu bir iniltiyle yere kapaklandı. Daha ileriden giden grup üyeleri hızla durup geriye baktılar ve Osgar’a yardım etmek için çabucak geri döndüler. Daha bir-iki adım atmışlardı ki çalıların arasından bir Sahuagin fırladı ve Osgar’ın başına dikildi. Beved ve Apol endişeyle “Hayır!” diye bağırdı. Osgar kollarını başına siper ederek korkuyla dolu bir imdat çığlığı attı. Sahuagin ise haince sırıtarak mızrağını saplamak için havaya kaldırdı.

Havayı bir kesme sesi yardı. Sahuagin gözlerinde şaşkın bir ifade olduğu halde cansız bir biçimde yere yığıldı. Ardından da “13!” diyerek kıkırdayan kılıcın sesi geldi. Şövalye tam zamanında yetişmişti. Gülümseyerek, şaşkına dönmüş gruba baktı ve elini uzatıp Osgar’ın yerden kalkmasına yardımcı oldu.

“Sen… Nasıl?” diye kekeledi Beved.

“Eski bir savaş taktiğidir evlat. Her zaman işe yarar.” diyerek göz kırptı şövalye. Arkadaşları sevinçle Osgar’ı kucaklarken ise çaktırmadan belini tutup “Bu işler için çok yaşlandım.” diye mırıldandı.

“Öyle olmadığını söylemiştim.” dedi Osgar manalı bir biçimde Apol’e bakarak.

“Daha fazlası gelecektir.” dedi Ranum. Bir taraftan da telaşlı gözlerle arkalarındaki yolu gözetliyordu.

“Şüpheniz olmasın.” dedi şövalye. “Dinleyin… Fazla vaktimiz yok. Biz yaratıkları oyalarken içimizden birinin göle yalnız gitmesi gerek. Rehinelerin henüz canlı olduğunu düşünsem de bunun ne kadar böyle kalacağını bilemeyiz. Acele etmemiz gerekiyor.”  diye ekledi ardından.

Grup içindekiler birbirlerine şüpheli bakışlar attı. Sonra Osgar derin bir iç çekti ve düştüğünde sırtından yuvarlanan çuvalına doğru ilerledi. Çuvalı yerden alıp şövalyeye uzattı ve “Alın şövalyem. Göle siz gidin. Eğer onları kurtarabilecek bir kişi varsa o da sizsiniz.” dedi.

Şövalye teşekkür ve minnettarlık arası bir duyguyla Osgar’a baktı. Osgar da aynı duygularla gülümseyerek şövalyeye karşılık verdi. Merakla çuvalı açan şövalye daha önce benzerini hiç görmediği, garip, deriden yapılma bir zırh ile karşılaştı.
“Nedir o?” diye ciyakladı kılıç.

“Göl kıyafetleri…” dedi Beved. “Gölün dibine inerken bu kıyafetlerle dalarız. Çok hafiftir, esnektir ama sağlamdır da.” dedi. Şövalye memnuniyetle deri zırhları inceledi ve çabucak kendine uyan bir tane bulup yanına aldı.

“Artık ayrılmalıyız. her an geri gelebilirler.” dedi korucu Ranum.

“Haklısın.” dedi şövalye. “Onları oyalayabildiğiniz kadar oyalayın. İyi şanslar.”

“Sana da iyi şanslar şövalyem.” dedi Osgar. Ranum şövalyenin omzunu sıktı, Beved başıyla bir selam verdi. Apol ise hareketsizdi. Kısa bir müddet şövalyeye baktı ve ardından ileri doğru bir adım attı. “Kız kardeşimi kurtarın şövalye. Size güveniyorum. Bahtınız açık olsun.” dedi.

Şövalye başını olumlu anlamda sallayarak delikanlının omzuna hafifçe vurdu. Ranum’la göz göze geldi ve kafasını tek bir kez daha sallayarak sessizce veda edip çalıların arasına daldı.

Az sonra şövalye gölü görebileceği avantajlı bir noktada gizleniyordu. Bir taraftan zırhını çıkarıp dalış zırhını kuşanırken bir taraftan da Sahuaginlerin gölden çıkış noktalarını gözetliyordu. Az sonra ormandan, şövalyenin bulunduğu istikametin aksine bir yerlerden bir gürültü ve savaş çığlıkları yükseldi. Küçük grup şaşırtma planlarını harekete geçirmişti. Şövalye sıkıntıyla bir iç geçirdi ve “Umarım doğru şeyi yapıyoruzdur.” dedi kendi kendine.

“Meraklanma. Ranum onlara göz kulak olur. Ayrıca çocuklar oldukça iyi dövüşüyorlar. Yaşlı bir şövalye bile tek başına 13 tane hakladıysa gençler neler yapar kim bilir?” dedi kılıç, hafif iğneleyici bir ses tonuyla.

“Yaşlı mı? Sen kendine bak paslı teneke!” diye kıkırdadı şövalye. Sonra denginden Galsamotu’nu çıkartıp şüpheyle otu süzdü. Fare kuyruklarına benzeyen, grimsi yeşil bir toparlaktı ot. “Umarım tadı görüntüsünden daha iyidir.” dedi ve tiksintiyle otu ağzına attı. Değildi… Aksine kaygan ve yapışık bir tadı vardı. Kılıcını eline alıp sessizce ve görünmeden göle ilerledi.

(Devam edecek...)

Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 5)
Gönderen: Malkavian - 06 Temmuz 2010, 10:07:55
Huysuz bir köylü, inançlı ve saf bir kişi, kılıç kullanmasını bilen bir şövalye ve geveze bir kılıç çok güzel bir kadro oluşturmuşlar. Anlatımın ve hikayeyi götürdüğün yer oldukça ilgi çekici devamını sabırsızlıkla bekliyorum.

Aklıma takılan tek soruyu da sorayım. Bu yaratıklar denizde ya da gölün içinde yaşamıyor mu? İnsan köleleri ne yapıyorlar ki orada nefes alamaz insanlar?
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 5)
Gönderen: mit - 06 Temmuz 2010, 14:10:09
Teşekkür ederim vakit ayırıp da okuduğun için. Sahuagin ırkı sık sık tanrılarına kurban etmek için insanları kaçırır, asla köle almazlar. Nasıl mı nefes alıyorlar? Sorularının cevabını bir sonraki bölümde alacaksın, meraklanma ;) Tekrar teşekkürler...
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 6 - Son)
Gönderen: mit - 17 Temmuz 2010, 11:09:22
- Bölüm 6 -

Gölün buz gibi suyu ayaklarına değdiğinde istemsizce ürperdi şövalye. Başka zaman olsa suya tamamen girmeden önce iyice oyalanır ve vücudunun suya alışmasını beklerdi. Ama şu anda böyle bir lüksü yoktu. Birkaç büyük adım daha atıp gölün ortasına doğru ilerlemeye başladı. Şimdi vücudunun yarısı suyun içindeydi fakat Galsamotu henüz bir işe yaramış gibi görünmüyordu. Endişe ile Marvin’in yanlış bir ot verip vermediğini düşünürken ellerinde garip bir karıncalanma başladı. Durdu ve merakla ellerini yüzünün hizasına kaldırıp baktı. Parmaklarının arasında çıkan perdeleri gördüğünde az kalsın şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Şimdi elleri normal bir insan elinden çok birer yüzgece benziyordu. Aniden boynunun yan taraflarında keskin bir acı hissetti ve elini o bölgeye attı. Solungaçları vardı! Bu kadarı da çok fazlaydı doğrusu. O kadar şaşırmıştı ki hafiften başı bile dönmeye başlamıştı. Hayır… Başının dönmesi şaşkınlığından değildi. Nefes alamıyordu! Ne yapacağını bilemez bir vaziyette kendini gölün soğuk ve karanlık sularına attı. Sudan aldığı ilk yudumda kendini daha iyi hissetti ve baş dönmesi anında geçti.

“Şu haline bak! Balık gibi oldun! Yoksa ayı balığı mı demeliydim?” diyerek kahkahalar attı kılıç. Şövalye kızgınlıkla bir şeyler söyledi ama ağzından çıkan şey sadece köpükler oldu.
“Ne dedin anlayamadım?” diye dalga geçti kılıç. Şövalye tek yumruğunu sallayarak kızgınlıkla bir şeyler daha söyledi ama ağzından çıkan şey yine baloncuklardan ibaretti.
“Evet haklısın. Bence de gulu-gulu-gulu! Mu-ha-ha-ha!” diyerek daha da gür bir kahkaha attı kılıç. “Bu harika! Ben konuşuyorum, sen susuyorsun. Üstelik beni susturmak için tek kelime bile edemiyorsun. İşte buna bayıldım doğrusu.” diye ekledi ardından, kıkırdayarak. Bunun üzerine şövalye resmen köpürmeye başladı. Hem de her iki anlamda…
“Tamam canım, sinirlenme hemen. Dinle… Galsamotu yalnızca 1 saate yakın bir dilimde etkili olacak. O yüzden rehineleri bulmakta acele etsek iyi olur.” dedi kılıç.
Şövalye her ne kadar sinirinden kuduruyor da olsa bu bilgiyi göz ardı edemezdi. Anladığını belirtmek için bir işaret yaptı ve daha önceden belirlediği bir rotayı takip ederek gölün derinliklerine doğru yüzmeye başladı.

El ve ayaklarında çıkan yüzgeçler sayesinde normal bir insanın hareket edebileceğinden çok daha hızlı ve kolay hareket edebiliyordu. Böylece suyun altında ilerlemek tahmininden çok daha kolay olmuştu. İçinden ihtiyar Rowling’e ve Marvin’e sessiz bir teşekkür etti. Belirlediği yönde bir süre ilerledikten sonra gölün dip kısmında doğal olmayan bir ışık kaynağı keşfetti. İlerleyişini bu yönde devam ettirdi ve kısa süre içinde istediği noktaya vardı. Kılıcının “Yosun mu? Iyy, iğrenç!” şeklindeki yakınmalarına kulak asmayarak uzun yosunların arasına saklanıp ışık kaynağına daha yakından baktı. Genişçe bir sualtı mağarasının girişinden geliyordu ışık. “Sence aradığımız yer burası mıdır?” diye sordu kılıç merakla. Tam o esnada, sanki kılıcın sorusuna cevap vermek istermişçesine mağaranın girişinden bir grup silahlı Sahuagin çıktı. İçlerinden biri, muhtemelen liderleri grubun geri kalanına kendi dillerinde bir takım emiler sıraladı. Grup, garip bir selam vererek hızla göl yüzeyine doğru çıkmaya başladılar. Geride kalan lider bir süre onların ardından baktı sonra tekrar mağaraya girerek gözden kayboldu.

“Eee? Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu kılıç. Şövalye, gözleri mağaranın girişine odaklanmış vaziyette bir şeyler söyledi. Çıkan ses yine kabarcıklardan ibaretti. “Ben de öyle tahmin etmiştim.” dedi kılıç alayla. Şövalye onu duymazlıktan geldi ve yosunların arasından sıyrılarak mağaranın girişine doğru yöneldi. Bu arada kılıç “Yosunlara değdirme beni! Öğğk!” diyerek şikâyet etmekle meşguldü.

İhtiyatla girişe doğru yanaştı şövalye. Sırtını girişin yanındaki taşlara yaslayıp bir müddet bekledi. Sonra ihtiyatla kafasını yana doğru eğerek içeri baktı. Görünürde kimsecikler yoktu. Anlaşılan tüm yaratıklar yukarıdaki istenmeyen ziyaretçilerin işini bitirmek üzere göl kıyısına çıkmışlardı. Şövalye bir kez daha yukarıdaki dostları için dua etti ve dikkatle yüzerek mağaranın içine girdi.

Sualtı mağarası şövalyenin düşündüğünden çok daha büyüktü. Sağa sola açılan bir sürü irili ufaklı odacık vardı içeride. Tavan ise giderek yükseliyormuş gibi görünüyordu. Su, burada göle oranla çok daha soğuktu. Ve sanki hafif bir tuz tadı vardı etrafta. Mağaranın girişinden sonuna doğru akıp giden bir akıntı da vardı üstelik. Neyse ki fazla kuvvetli bir akıntı değildi ve hareket etmeyi güçleştirmiyordu. Işık, mağara duvarındaki girinti ve çıkıntılara asılmış garip kristallerden geliyordu. Şövalye daha önce buna benzer bir şeyi hiç görmemişti. Muhtemelen yaratıklar tarafından, denizin derinliklerinden getirilmişlerdi.

Şövalye tedbiri elden bırakmadan yüzmeye devam etti. Ana mağaradan ayrılmamaya özen gösteriyor, yan odalara girmeden dümdüz ilerliyordu. Bir anda mağara bir başka geniş girişle sona erdi. Burada su iyice soğuk ve tuzluydu. Dışarının görüntüsü ise gölün dibinden oldukça farklıydı.

“Deniz bu!” diye ciyakladı kılıç. “Zifir Deniz ile Uzun Göl arasında bir yer altı tünelindeyiz demek ki.” diye ekledi ardından. Şövalye katıldığını belirtmek için başını olumlu anlamda salladı. Bu tünelin doğal bir oluşum mu yoksa yaratıkların işi mi olduğunu merak ediyordu doğrusu. Fakat o anda buna kafa yoracak pek fazla vakti yoktu. Geldiği yönden geri dönüp rehineleri aramaya devam etti.

Tam mağaranın ortalarına yaklaşmıştı ki birden kulaklarına ince bir mırıltı geldi. Sanki birisi yabancı bir dilde bir çeşit ayin yapıyormuş gibiydi. Dikkatle sesi takip etti ve yan mağaralardan birine ilerledi. O anda aradığını bulduğunu anladı. Tam önünde sırtı kendine dönük bir Sahuagin ellerini ve kollarını garip bir ahenkle sallayarak bir şeyler mırıldanmaktaydı. Tam onun önünde ise rehinler, mercan kayalarından yapılmış devasa bir kafes içerisinde hareketsiz bir biçimde yatıyorlardı. Kafesin içerisinde kocaman bir hava kabarcığı vardı. Rehineler bu kabarcığın tam ortasındaydılar. Hava kabarcığının etkisiyle kafes suyun içerisinde süzülmekteydi. Onu olduğu yere sabitleyen tek şey ise alt tarafındaki kalın zincirdi. Onları o halde görünce şövalye bir an için çok geç kaldığını sandı. Fakat daha dikkatli baktığında rehinelerin belli belirsiz de olsa nefes alıp verdiğini fark etti. Demek ki hâlâ yaşıyorlardı. Derin bir oh çekti ve ağzından bir sürü kabarcık fırlamasına neden oldu. Hemen eliyle ağzını kapasa da artık çok geçti. Sahuagin onun farlığını fark etmişti.

Yaratık tıslayarak şövalyeye doğru döndü ve onu baştan aşağı bir süzdü. Sonra da “Demek işlerimizi bozan şu sıcak-kanlı sensin, öyle mi?” dedi, gayet düzgün bir ortak lisanla. Şövalye birkaç kabarcık ile cevap verdi.
Yaratık alay edercesine sırıttı. “Bakıyorum da Galsamotu kullanmışsın sıcak-kanlı.” dedi yaratık, şövalyenin elindeki perdelere bakarak. “Seni küçümsemişim… Bütün ırkdaşlarımı yukarı göndermekle hata ettim anlaşılan.” diye ekledi ardından.
“Bir balık için kafan biraz fazla çalışıyor.” diye fikrini beyan etti kılıç.
“Ah, konuşan bir kılıç... Değerli bir ganimet.” dedi Sahuagin.
“Teşekkür ederim! Beni şımartıyorsun.” diye yanıtladı kılıç. Ardından da halinden oldukça memnun bir ses tonuyla “Gördün mü bana değerli dedi.” diye mırıldandı şövalyeye.
Şövalye kapa çeneni demeye çalıştı büyük ve bol kabarcıklar eşliğinde.
“Ne diyor?” diye alayla sordu Sahuagin.
“Seni parça pinçik edeceğim diyor.” diye cevapladı meydanı boş bulan kılıç. Şövalye kocaman açılmış gözlerle itiraz etmeye çalıştı ama artık çok geçti.
“Öyle mi? Göreceğiz…” diye tısladı Sahuagin. Ya şövalyenin itiraz dolu hareketlerinden bir şey anlamamıştı ya da kılıcın dediği gibi anlamak işine gelmişti. “Rehineleri ayin için kralıma canlı götürmem lazım. Onları kurban edeceğiz. Ama senin kelleni götürmek de hiç de fena olmaz. Kellenin yanında da konuşan bir savaş ganimeti olacak elbette. Kralım önünde itibarım artar.” dedi hain bir sırıtmayla, sivri dişlerini göstererek.
Şövalye rehineleri bırak gitsinler dermişçesine bir hareket yaptı. Kılıç ise bunu “Geleceğin varsa göreceğinde var balık efendi diyor!” olarak tercüme etti.

(http://1.bp.blogspot.com/_GIKy1oGKYGs/SlnxiZ4gKwI/AAAAAAAAA9g/_GLbZ3OwrTA/s1600/Sahuagin2.jpg)

Sahuagin lideri, vahşi bir savaş narası attı ve çevik bir hareketle sırtına asılı olan silahını çekti. Üç ağızlı, çatal şeklinde bir zıpkındı bu. Yaratık hiç beklemeden şövalyenin üzerine saldırdı. Şövalye ise hızla kenara çekilip ilk darbeyi kılıcı ile savuşturdu. Sahuagin üst üste birkaç saplama hareketi daha denedi ama şövalye hepsini ustalıkla karşıladı. Hayretle kılıcını su altında da en az karada savurduğu kadar rahatça savurabildiğini fark etti. El ve ayaklarındaki yüzgeçler de yine hızlı hareket etmesini sağlıyordu. Ama vücudunun geri kalanı için aynı şeyi söylemek pek de mümkün değildi. Su altında vücudunun hareketleri oldukça ağır ve hantal kalmıştı. Kılıç ise bunların hiç birinin farkında değildi. O yine tamamen en sevdiği şeye yani dövüşe odaklanmıştı. “Ne yani? Tüm yapabildiğin bu mu sardalye bozuntusu!” diyerek ciyakladı. Sahuagin öfkeli bir tıslama ile saldırısının gücünü ve hızını arttırmaya başladı.

Şövalyenin bu dezavantajdan hemen kurtulması gerekiyordu. Yüzgeçli ayağının da yardımıyla Sahuagin’in suratına bir tokat patlattı. Çok güçlü bir darbe değildi fakat beklenmedik bir hareket olduğundan yaratığı az da olsa sersemlemişti. Şövalye bu fırsatı iyi değerlendirip ayaklarını var gücüyle çırptı ve geniş mağaradan çıkıp dar tünellere doğru yüzmeye başladı. Kılıç ise “Ay gene mi kaçıyoruz?” diye söylenmeye başlamıştı bile. Tam tünellerin ortasına gelmişti ki sağ bacağında hissettiği inanılmaz bir acı ile çığlık attı. Ağzından çıkan köpükler eşliğinde omzunun üzerinden geri baktı ve Sahuagin’in sivri dişlerini vahşice bacağına geçirmiş olduğunu gördü. Boşta kalan bacağı ile yaratığın suratına tekmeler savurmaya çalıştı. Fakat darbelerin hızı yeterince güçlü olmadığından bu pek de işe yaramıyordu. Bunun üzerine kılıcını yaratığın suratına doğru savurdu. Sahuagin darbeden kurtulmak için bacağı bırakıp geriledi. İki savaşçı tekrar yüz yüze geldiler. Fakat bu kez durum farklıydı. Dar bir koridorda bulunduklarından Sahuagin elindeki mızrağı istediği gibi savuracak kadar boşluğa sahip değildi. Şövalye bu avantajı kaçırmadı ve amansızca rakibine saldırdı. Bu kez kendini savunma sırası Sahuagin’deydi.

İki rakip birbirlerine hamle üzerine hamle yaptılar. Birkaç dakika boyunca birbirlerine bir üstünlük taslayamadılar. Sahuagin fazla acele etmeden, oldukça kontrollü dövüşüyordu. Sanki bir şeylerin olmasını bekliyormuş gibiydi. Şövalye bunun farkına varmıştı ama elinden gelen fazla bir şey yoktu. Rakibinin açığını kollayarak dövüşmeyi sürdürdü. Sonra birden dövüş başladığından beri kıkırdamakta olan kılıç sustu ve “Hey! Ne yaptığını biliyorum! Galsamotunun etkisinin geçmesini bekliyor. Bilerek zamana oynuyor!” dedi telaşla. Şövalyenin gözleri bu haberin etkisiyle faltaşı gibi açıldı. Rakibinin yüzüne yayılan geniş sırıtma kılıcın teorisini doğrular yöndeydi. Eğer büyülü otun etkisi geçerse boğulması kaçınılmazdı. Şövalye panikledi ve kontrolsüzce bir atak yaptı. Sahuagin ustaca kenara çekildi ve mızrağını şövalyenin boşta kalan sırtına acımasızca saplayıverdi. Şövalye tam zamanında kenara kaçsa da suyun etkisiyle hantallaşan vücudunu tamamen darbenin yolundan çekmeyi başaramadı. Üç ağızlı mızrak sol omzunun derinliklerine gömüldü. Şövalye yoğun bir kabarcık bulutu eşliğinde acı dolu bir çığlık attı. Aynı anda da sağ kolunu sertçe savurarak kılıcını Sahuagin’e sapladı. Darbe yerini buldu. Sahuagin inanamayan gözlerle şövalyeye bakakaldı. Ardından da titreyerek can verdi.

“Haha! İşini bitirdik!” diyerek zafer çığlıkları attı kılıç. Fakat şövalyenin yavaşça süzülerek mağaranın dibine çöktüğünü fark edince sevinci kursağında kaldı. “Hey! Sen iyi misin? Hadi ama… Alt tarafı küçük bir mızrak darbesiydi. Ben o mızraktan kaç darbe aldım! Bak bana, hiç şikâyet ediyor muyum?”
Şövalye cevap vermedi. Kılıcı bir tarafa bırakıp iki eliyle omzuna saplı mızrağı kavradı ve yüzünü buruşturarak silahı omzundan söküp çıkardı. İşte bu gerçekten de çok acı vermişti. Bir ara acıdan bayılacak gibi oldu fakat rehinelerin düşüncesiyle kendisini topladı. Kılıcını yerden alıp ardında kanlı bir iz bırakarak rehinelerin yanına döndü.

Rehineler hâlâ bıraktığı gibiydi. Hepsi büyülü bir uykudaymış gibi görünüyordu. Görünüşe bakılırsa kafesteki devasa kabarcık onları canlı tutuyordu. Bu yüzden kafesin kapısını açmaya cesaret edemedi. Zaten açsa bile bu insanların gölün yüzeyine kadar nefeslerini tutmalarına imkân yoktu. Bu yüzden dikkatini kafesin altındaki kalın zincire yöneltti. Bir kılıca bir de zincire sorarcasına baktı. Kılıç kendinden emin bir şekilde “Hiç şüphen olmasın.” dedi. Şövalye bu lafı ikiletmedi ve kılıcı sertçe savurdu. Zincir boğuk bir şangırtıyla kopuverdi. Kafes, içindeki kabarcığın etkisiyle suda serbest bir şekilde yüzmeye başladı. Şövalye fazla bir çaba sarf etmeden kafesi mağaranın çıkışına doğru yönlendirmeye başladı. Soluk alıp vermekte zorlanıyordu. Ya Galsamotunun etkisi geçiyordu ya da yarası onu zorluyordu. Belki de her ikisi birdendi. Mağaralardan çıktıkları anda kafes, içerisindeki havanın etkisiyle bir mantar gibi hızla su yüzeyine yükselmeye başladı. Şövalye son anda zincire tutunarak kafesin kendisini de yüzeye çıkarmasına izin verdi.

Kafes büyük bir şapırtı ile su yüzeyine çıktı. Aynı anda da içerisindeki hava kabarcığı patlayarak yok oldu. Kabarcığın yok olmasıyla rehinelerin uyanması da bir oldu. Şaşkın ve mahmur gözlerle etraflarına bakarak ayaklanmaya başlamışlardı ki kafes tekrar batmaya başladı. Rehinelerden bir panik çığlığı koptu. Fakat o anda şövalyenin başı suların arasından çıktı ve kılıcının bir darbesiyle kapının üzerindeki asma kilidi parçaladı. Kapı ardına kadar açıldı ve rehineler birbiri ardına kafesi terk etti. Yüzme bilenler bilmeyenlere yardım ediyordu. Şövalye de çocuklardan birini kaptığı gibi elinden geldiğince hızla kıyıya yüzmeye çalıştı. Galsamotunun etkisi geçtiği için o kadar da hızlı değildi artık. Üstelik yarası da yavaşlamasına neden oluyordu. “Ha gayret, az kaldı!” diye ciyakladı belindeki kılıç. Son bir gayretle kıyıya vardı ve sırtını kumsala yaslayıp soluklandı. Kurtardığı çocuk hızla diğerlerinin yanına koşturup görüş alanından çıktı. Şövalye ise yerinden kıpırdayamadı. Çok kan kaybetmişti.

“Tamam, merak etme. İyi olacaksın. Tek yapmamız gereken sana bir demirci bulmak.” dedi kılıç teselli etmek istercesine. Şövalye bitkin bir şekilde güldü.
Tam o esnada Sahuagin savaşçılarının vahşi naraları kulağına geldi. Panikle etrafına bakınmaya çalıştı ama kalkamadı. Rehineleri koruması gerekiyordu fakat kolunu bile kaldıramıyordu. Ranum nerelerdeydi? Ya Beved? Osgar ve Apol? Yoksa hepsi ölmüş müydü? Bütün çabaları koca bir hiç için miydi?
“Buraya kadarmış…” diye fısıldadı pes etmiş bir şekilde.
“Ne buraya kadarmış?” diye sordu kılıç üzüntü ile. “Haydi, kalkmalısın. Beni burada yalnız bırakma!”
“Üzgünüm efendi kılıç. Sen iyi bir yoldaşsın.” dedi şövalye acı ile yüzünü buruşturarak. Sonra gülümsedi. “Bir göl kıyısında uzanarak can vereceğim hiç aklıma gelmezdi.”
Aniden ardındaki tepelerde parlak beyaz bir ışık parladı. Gök gürültüsüne benzer bir ses ve çığlıklar duyuldu. Sonra her şey karardı…

***

Yeniden gözlerini açtığında daha önce hiç görmediği işlemeler ile dolu bir tavana bakıyordu. Altında da yumuşacık bir yatak vardı. “Cennette miyim?” diye sordu kendi kendine. Sonra sol omzunda duyduğu bir ağrı ile inledi. “Galiba değilim.” diye mırıldandı acıyla.
“Elbette ki değilsin. Benden kurtulmak o kadar kolay mı sanıyorsun?” diye ciyakladı kılıcı, odanın bir köşesinden.
“Ah… Yine mi sen? Anlaşılan cehennemdeyim.” dedi şövalye.
O anda bir kapının açılma sesi duyuldu. Ardından da çok tanıdık bir başka ses konuşmaya başladı. “Bakın kimler de uyanmış. Demek sonunda kendine gelebildin dostum? Doğrusunu söylemek gerekirse bizi çok korkuttun.”
“Marvin? Gerçekten de sen misin?” diyerek başını kaldırdı şövalye. Evet, bu yaşlı büyücünün ta kendisiydi. “Anlaşılan hâlâ hayattayım. Tabii şu garip deneylerinden biri yüzünden sen de ölmediysen…”
Marvin kıkırdadı. “Hayır, ölmedim. Laf aramızda buna pek de niyetim yok.”
“Neredeyiz?”
“Semmak’ta. Başkan Veskel’in konağındayız. Seni o halde daha fazla uzağa götürmeyi riske edemedim doğrusu.”
“Semmak…” diye mırıldandı başını tekrar yastığına koyan şövalye. Bir müddet tavandaki işlemeleri inceledi. Sonra da “Neler oldu? Sahuaginleri hatırlıyorum. Saldırıyorlardı. Sonra bir ışık gördüm. O sen miydin?”
“Evet. Yıldırım büyümün yansımasını gördün sanırım. Tam zamanında yetiştim doğrusu.”
“Ben… Araştırmaların olduğunu sanıyordum.” diye sordu şövalye.
“Evet, vardı. Ama sonra düşündüm de… Araştırmalarımın canı cehenneme...” diye yanıtladı büyücü.

O gün içerisinde önce Veskel ve Ranum şövalyenin ziyaretine geldiler. Ardından da Beved, Osgar ve Apol geldiler. Yanlarında Elanor da vardı. Arada diğer rehineleri yakınları ve kasaba halkından insanlar da uğradılar. Hepsi minnetlerini ve geçmiş olsun dileklerini sundular. Şövalyenin iyileşmesi için tüm kasaba elinden geleni ardına koymadı ve kahramanın kısa süre içerisinde yeniden ayaklanmasını sağladılar. Bu işte kılıcın payı da büyüktü elbette. Şövalye ayaklandığı ilk gün onunla bir saniye daha aynı odada kapalı kalamayacağını söylüyordu ne de olsa. Sonunda eve dönüş günü geldi çattı ve şövalye ile Marvin kasaba halkına veda edip ormanın yolunu tuttular. Kahramanlıkları ise nesilden nesile konuşuldu.

- Son -

Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
Gönderen: brisingr - 17 Temmuz 2010, 14:33:17
   Gözlerimde sorun olmaması için bütün bölümleri Word'e okumak için kopyaladım. Word'de olan 42 sayfalık eseri okurken, profesyonel bir yazardan bir kitap okuyormuş gibi hissettim. Hikaye içerisinde daha önceden görmediğim yeni bir ırkla tanışmış oldum. Bu yüzden Mit'e sonsuz teşekkürlerimi sunmaktayım. Altı bölüm boyunca hikayenin hüzünlü yerlerinde bile esprilerin güldürmesi hem üzüntüyü hem de sevinci aynı anda yansıtmış. Ayrıca hikaye boyunca yapılan espiriler de kalitesinden ödün vermiyor. Sonuç olarak çok güzel bir hikaye olmuş. Bizleri bu güzel hikaye ile buluşturdun için teşekkürler Mit! ;)
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
Gönderen: mit - 17 Temmuz 2010, 14:46:47
Asıl ben bu övgü dolu yorumun için sana teşekkür ederim sevgili brinsingr. Word'e kopyalama fikrini de oldukça beğendim açıkçası :) Bu monitörler adamın gözünün mahvediyor gerçekten de. Tekrar teşekkürler...
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
Gönderen: cankutpotter - 13 Eylül 2010, 01:38:55
Öncelikle sana teşekkür etmek istiyorum bu güzel hikaye için. Öykü seçkisindeki ilk kısmı kadar güzeldi. Bende o ismini yazamayacağım ırkı yeni gördüm(İsmi çok tuhaf. sahuagan mıydı neydi :P). Adrenalin zirveye vurduğu kısımlarda bile kılıcın esprileri güzeldi. İnsanı güldürüyor. Neyse ellerine sağlık, harikasın.
Başlık: Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
Gönderen: mit - 13 Eylül 2010, 09:41:53
Estağfurullah, beni mahcup ediyorsun :) Asıl vakit ayırıp okuduğun için ben teşekkür ederim. Konuşan Kılıç gibi karakterler hikayeyi ayakta tutmakta ve okuyanı eğlendirmekte her zaman işe yarar ;) Böyle bir karakteri işlemek de ayrı bir zevktir yazar için. Tekrar teşekkürler...