Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Akrin - 15 Şubat 2011, 21:28:40

Başlık: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 15 Şubat 2011, 21:28:40
GENÇ BÜYÜCÜNÜN ZAMANI
Bölüm 1- Konsey Kararı

      Koyu, sisli bir gecede, nerede olduğu bilinmeyen uzak topraklarda, insan elinin değmediği bir orman o gece yüzyıllardır gerçekleşmemiş bir olaya tanık olacaktı: Büyük Büyücüler Konseyi. Dünya’da var olan eşsiz güzellikteki canlıları temsilen toplanacak meclis… En kadim büyücüler ve de en güçlüler katılacaktı bu toplantıya. Peki ya neden yüzyıllardan beri ilk kez Konsey bir toplantı düzenlemişti?

     Yüce rahiplerin parşömenlerine göre Büyük Büyücüler Konseyi en son bir mart ayında Karanlık büyüler yapan bir büyücünün infazını gerçekleştirebilmek için toplamıştı. Karanlık ve bir o kadar da korkunç büyücü kadın Ethelda’yı ancak konsey toplanırsa yenebilirlerdi. Aksi hâlde hiçbir güç kara büyücüyü yenemezdi. O kadar güçlenmişti ki… Konseyi bile ele geçirmeye çalışmıştı. Türlü türlü akıl oyunları, efsunlar, kara büyülerle Konseyin üyelerini birbirine düşürmeye çalışmış bu taht kavgasından yararlanarak da o zamanlardan bu zamanlara kadar hâlâ konseye başkanlık eden Ealdor’un tahtını ele geçirmeye çalışmıştı. Ama konseyin gücüne dayanamadı bir süre sonra yakalandı ve en güçlü büyülerle öldürülüp, ruhu kara büyüyle canlanmasın diye en güçlü tılsımlarla mühürlendi.
   
     İşte bu toplantıdan tam tamına iki yüz on dört yıl sonra konsey toplantı kararı almıştı. Her zamanki gibi insanların girmeye cesaret edemediği Büyülü Orman bu toplantıya ev sahipliği yapacaktı. Orman tüm haşmetiyle sonsuzluğa uzanırken konseyin son üyesi de ormanın kalbinde ki büyük vadide yerini aldı. Vadinin ortasına epey uzun, dikdörtgen, taştan bir masa yerleştirilmişti. Ve etrafına da on iki büyük taştan sandalye… Son üye de Konsey başkanı Ealdor’un karşısındaki masaya yerleşti. Ealdor tüm heybetiyle ayağa kalktı. Görünüşte epey güçlü bir adamdı. Kızıl sakalı kasıklarına kadar iniyordu. Ve yeşil gözleri gecede parlıyordu. Koyu kahve pelerinini omuzlarından aşağı atarak konuşmaya başladı.
   
     “Büyük Büyücüler Konseyi’nin kadim üyeleri, sizleri selamlıyorum.”  Ealdor büyücülere özgü bir şekilde göğsünde bir yıldız çizdi. Diğer on bir üyede ayağa kalkarak aynı selamlamayı yaptılar ve yerlerine oturdular. Selamlaşma merasimi bittikten sonra Ealdor konuşmasını sürdürdü:
   
    “Burada toplandık çünkü bir karar verilmeli.” Eliyle bir şeye işaret etti ve o anda diğer üyelerin de dikkatini çekmiş ama sormaya cesaret edemedikleri taş masadaki sepetin üzerindeki örtü açıldı. İçinde minicik bir erkek çocuk vardı. Ealdor’unkilere çok benzeyen yeşil gözleri vardı. Normal bir bebeğin olamayacağı kadar sessizdi sadece inceliyordu. İnceliyor ve inceliyor… “Şu ana kadar hiç karşılaşmadığımız bir olay meydana geldi dostlarım. Bu bebek iki tane ölümlü insanın evliliğinden dünyaya gelmiş bir büyücüdür.” Bunu söylemesiyle üyelerden şaşkınlıkla karışık öfke sesleri yükselmeye başladı.
   
     “Tamamen lanetli bir çocuğa bugün burada tanık oluyoruz. İki ölümlüden bir büyücü şu ana kadar hiç dünyaya gelmedi. Yüce rahipler bu durumu tanrıları çok kızdırdığımızı ve bunun sonucunda bizi bu çocukla cezalandıracaklarını söylüyor. Kara bir ruhtur bu hem de çok kara.” Herkes yine öfke dolu haykırışlarına başlarken Ealdor’un karşısında oturan ve en son gelen üye söz istedi.
   
      “Evet, Perys?” Perys, Ealdor’a göre yaşlı ve kısa bir adamdı. Ak sakalı ise Ealdor’un kinden daha kısaydı.
   
     “Bu çocuğun hiçbir şeyden haberi yok Ealdor yapma. Masum minik bir büyücü o. Büyü yapmayı bile bilmiyor. Hem büyücü dostlarımızı desteklememizi, insanların ve kara büyücülerin gazaplarından korumamızı sen bize söylemiştin.” Dedi Perys adlı adam.
   
     “O kötü. Onda kötülük var ve öldürülmeli.” Ealdor sinirlenmeye başlamıştı.
   
     “Ben masum bir bebekte hiçbir kötülük göremiyorum. Kendini kandırma Ealdor.”
   
     “Ne cüretle bana karşı çıkarsın, haddini bil yoksa bu gece hiç görmediğin şeylerle karşılaşırsın” Ealdor bir elini yumruk yaptı ve taştan masaya vurdu. Masanın adamın buruşmuş elini kırması beklenirken taş masa çatlamaya başladı.
   
     “Beni tehdit mi ediyorsun? O hâlde bu olayı demokratik bir şekilde çözmemizde yarar var. Bakın çocuğun gözlerine bakın onda bir kötülük görüyor musunuz? Kara büyüyü hiç görmemiş bir çocukla karşı karşıyayız. Küçük ve zararsız. Sadece bizlerden biri. Ne olduğunun önemi var mı? Kardeşlerimiz yakılırken böyle haykırmadık mı? Biz karanlığın değil aydınlığın hizmetkârıyız demedik mi?”
   
     O sırada Ealdor’un sağında oturan kısa siyah sakallı, kısa saçlı, siyah bir kürk giymiş olan adam gülmeye başladı.
   
     “Yaşlanmışsın sen Perys. Duyguların işlerimizden ağır basmaya başlamış.” Dedi adam.
   
     “Senin bu kadar duygusuz konuşmana şaşmamalı nasıl olsa eski bir kara büyücüsün.” Perys gayet sakindi ama kürklü adamın yüzü kıpkırmızı olmuştu.
   
     “Seni adi pis…” daha lafını bitirmeden Ealdor’un kuvvetli sesi duyuldu.
   
     “Yeter! Aradrian. Oylama yapılsın. Bu çocuk öldürülmeli diyenler?” Taş masadaki on el kalktı. Aradrian’ın suratında pis bir sırıtma belirmişti. Yüz ifadesi değişmeyen Ealdor devam etti.
   
     “Yaşasın diyenler?” Sadece Perys’in ve genç ,şişmanca olan bir kadının eli kalktı.
   
     “Teşekkürler Sira” dedi Perys. Sira nazik bir kafa hareketi yaptı.
   
     “Karar verildi çocuk ölecek” Ealdor otoritesini sağlamaya çalışıyorcasına sert konuşuyordu. Ama Perys bu sonuca memnun kalmamıştı. Bu çocukla arasında sanki gözle görülmeyen bir bağ oluşmuştu. Çocuğu seviyor muydu yoksa?
   
     “Buna hayatım pahasına izin vermeyeceğim” dedi. Ealdor şimdi şaşırmıştı. Perys’in konsey kararına uyacağını düşünüyordu ama yaptığı bu itaatkârsızlık onu şaşırtmış ve öfkelendirmişti. Elini tekrar masaya vurdu. Bu sefer masa ortadan ikiye ayrılıp parçalandı. Ealdor bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı. Uzun parmaklarını hemen karşısına doğrulttu. Küçük bir ışıltı parmaklarını aydınlattı. Daha sonra ışık büyüdü, büyüdü…
     
     En sonunda büyük bir yılanın şekline büründü hızla Perys’e doğru geliyordu. Perys ise boş durmayacaktı. Ortada sadece kendi canı yoktu bir bebeğin canı da onun ellerindeydi. Yılan ona ulaşmadan kollarını iki yana açtı. Büyük bir patlama oldu. Yılan patlamıştı. Ama Ealdor güçlü bir büyücüydü. Yere düşen ışık huzmeleri birleşmeye başladı. Bu sefer belirsiz bir şekildi ortaya çıktı. Belki bir şimşek belki bir mızrak olmuştu. Ealdor’un küçük bir hareketiyle şekil, kızıl sakallı adamın parmak uçlarında toplanmaya başladı. Ani bir hareketle parmak uçlarından bir şimşek fırladı. Perys’in yaptığı ise bir saldırı büyüsü değil, kara bir kalkandı. İstese Karanlık alevi yaratabilirdi. Her zaman saklamıştı karanlık alevi yarattığını. Ama ne var ki bir kara büyü yaptığını bilmek diğer büyücüleri sevindirmeyecekti. Onun yerine seçti savunma büyüsü olan kalkan sayesinde şimşek gökyüzüne püskürtüldü.
   
      O da neydi? Ealdor’un yanında şimdi iki kişi daha duruyordu.  Aradrian ve kardeşi Arathel. Perys onlara karşı koyamazdı, kaçabilirdi ama bebek vardı. Bebeğe ulaşamadan büyü ona isabet etmiş olurdu. Bebeği bırakıp canını kurtarma arasında kaldıktan sonra davasının bebeği kurtarmak olduğunu anladı ve karanlık kalkanı tekrar yarattı karşı koyamayacağını bilse de. Gözlerini kapadı ve ölümünü bekledi tam o sırada bir ses duydu:
     
     “Bebeği al ve kaç.” Gözlerini açtığında Şişman ve kıvırcık saçlı Sira’nın önünde kendi kalkanını yarattığını gördü. Büyük bir azimle dayanmaya çalışıyordu. Perys kadının alnından akan terleri göre- biliyordu. Bebeği almaya hamle yapacakken kadının gözleriyle karşılaştı yüzü acı çekse de gözleri gülümsüyordu. Tekrar ağzını açtı:
   
      “Kaç.” Perys bir büyü mırıldandı bebeğin sepeti masadan fırlayarak eline geldi daha sonra gücünün yettiği son büyüyü de yaptı bebekle beraber bir hortum gibi dönüyorlardı. Uzak bir yere ışınlanmadan önce tek duyduğu Ealdor’un hiddetli sesiydi.
   
     “Bir gün çocuk bulunacak bunu sakın unutma yaşlı büyücü”
                                                     
                                                         DEVAM EDECEK

Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 16 Şubat 2011, 19:33:10
Değerli yorumlarınızı bekliyorum.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Fırtınakıran - 16 Şubat 2011, 19:33:46
Değerli yorumlarınızı bekliyorum.

İyi de zaten yorum almak için bu yazıyı buraya koydunuz. Bunu yazmanıza hiç gerek yok.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 16 Şubat 2011, 23:21:46
Bölüm 2- Kâhin
12 Yıl Sonra


     Zifiri karanlığın olduğu bir geceydi. Sokağa çıkma yasağı getirilmiş bir ülkenin köyünde kimse dışarı çıkmaya cesaret edememişti. Her yerde kara büyüler yaptığı düşünülen yaşlı bir adam aranıyordu. Bakmadıkları ev yoktu. İnsanlar uykusundan kaldırılıyor ve evleri didik didik aranıyordu. Köyde bakılmadık delik kalmadıktan sonra askerler arayışlarına civar köylerde devam etmek için oradan uzaklaştılar.
     
     Son askerde köyün çıkışında bulunan ormanın sisine daldıktan sonra köyde küçük bir kıpırdanma oldu. Sıkı sıkıya örtülmüş bir adam yanındaki ufak çocukla bir ahırın samanlarının içinden çıktı. Üzerinde kalmış saman parçalarını da temizledikten sonra çocuğa hiçbir şey söylemeden askerlerin gittiği yolun tersine yürümeye başladı. Çocuk da başka çaresinin olmadığına sitem edermişçesine ayaklarını sürüyerek adamın peşinden yürümeye başladı.
     
     Her yerin karanlık olması çocuğun adamı takip etmesini zorlaştırıyordu. Adımlarını hızlandırdı. “Sonunda bir ışık!” diye aklından geçirdi küçük çocuk. Çünkü köy hanının soluk mumları pencerelerden çok az da olsa sokağı aydınlatıyordu.
     
     Çocuk ışığın büyüsüne kapıldığından bir süre ayakta dikildi. Ve kendine geldiğinde adamın yakınlarında olmadığının farkına vardı. Etrafını korku dolu gözlerle süzdü. Adamı ilerideki bir dönemeçte onu beklerken görmesi rahat bir nefes almasını sağlamıştı. Koşar adım adama yaklaştı. Adam bir süre onun geldiğini görmezden geldikten sonra yavaşça pelerininin kapşonunu geriye attı. Çocuk karanlık da olsa adamın yüzünü görebiliyordu. Yaşlı bir adamın ama ömründe sıkıntı çekmekten bozulmamış bir yüzün sahibiydi adam. Gözlerini çocuğa dikti. Onu baştan aşağı inceledikten sonra kurumuş dudaklarını sessizce şapırdattı ve sonunda ağzını açtı:
     
     “Sevgili İon eminim ki buraya neden geldiğimizi çok merak ediyorsundur. Seni ben büyüttüm çocuğum ama sana anlatmadığım, hayatımda sır kalmış o kadar çok şey var ki… Bugün senin on ikinci yaş günün. Artık hazır olduğunu hissettiğim bazı önemli meseleleri seninle bugün şurada konuşacağız.” Uzun parmaklarıyla köyden biraz uzakta kalan kuytu köşelerden birine inşa edilmiş ve İon’un eskilikten kimsenin yaşamadığını düşündüğü bir evi gösterdi.
     
     “Çok gizemli konuşuyorsunuz Perys anlayamıyorum.” İon yeşil gözleri Perys’in yüz ifadesinden bir şey anlamaya çalışırcasına adamın yüzünü süzüyordu. Ama Perys o kadar donuk bakıyordu ki onun yüzünden bir parça bilgi koparmak neredeyse imkânsızdı.
   
      “Her şeyi bugün açığa kavuşturacağız İon.” Daha sonra göstermiş olduğu eve doğru yürümeye başladı. İon o anki heyecanın vermiş olduğu coşkuyla yere sapasağlam basıyor. Adımlarını ise hızlı tutmaya çalışıyordu.
   
     Onlar evin bahçe kapısına vardıklarında kapı kendiliğinden açıldı ve İon’un zihninin bir oyunu zannettiği bir ses duydular:
     
     “İçeri gelin Sevgili Perys ve İon size müjdelerim var.” Perys ise adamın adlarını bilmesinden en ufak bir şaşkınlık duymadı. Ama bu adamı daha önceden tanımadığına da emindi daha önce bir kâhin’e başvurmamıştı ki…
     
     Bahçe kapısı gibi evin kapısı da kendiliğinden açıldıktan sonra Perys ve İon’un suratına bir hava akımı çarptı oldukça güçlü bir hava akımıydı ama bir anlıktı.
     
     Boyası dökülmüş duvarların üzerinde bulunan paslanmış çelik mumlardan başka içerisini aydınlatan bir ışık kaynağı yoktu. İon içerisinin buz gibi olan havasından korunmak için lacivert pelerinine olabildiğince sarıldı. Perys ise kapşonunu tekrar başına örtmüş karşılarında duran odalardan hangisine girmeleri gerektiğini kafasında tartıyordu.
     
     Uzun bir düşünüşten sonra soldaki ikinci kapıya doğru ilerledi yaşlı adam. Şu zamana kadar hep itaatkâr olmuş olan İon da Perys’i takip etti.
     
     Bu oda hole göre karanlıktı. Sadece uzak bir köşede duvarda duran küçük bir meşale aydınlatıyordu odayı. İon odadaki kokuyu algılamaya çalıştıktan sonra odanın tütsü koktuğu sonucuna vardı. Ve tütsünün dumanlarını görebiliyorlardı. Zihinlerinde duydukları ses tekrar konuştu:
   
     “Yaklaşın ve oturun lütfen sevgili konuklarım.” Daha sonra odanın diğer köşesindeki meşale de tutuştu. Şimdi odayı daha net görüyorlardı. Yaşlı bir adam küf kokan sarı bir mindere oturmuş önünde duran yeşil ve kırmızı taşlara bakıyordu. Taşlar o kadar parlak ve güzeldiler ki onlara bakan sanki bir daha gözlerini onlardan alamayacak gibi hissediyordu.
   
      Perys ve İon taşların hemen karşısında duran sanki onlara özel ayrılmış iki sarı mindere oturdular. Adamın yüzünü çok net görebiliyorlardı. Adam kördü. Evet bir kör. Ama taşları sanki görüyormuş gibi heyecanlıydı. Taşların büyüsüne o da kendini kaptırmıştı.
   
     “Evet, Perys istersen önce sen anlatmaya başla sonuçta bu senin hikâyen öyle değil mi?” İon zihninde yine bir ses duydu. Yoksa adam aynı zamanda sağır mıydı? O bir büyücü müydü yoksa? Aman tanrım Perys beni bir büyücüye getirmiş olamaz değil mi? Büyücülüğün ne kadar pis ve ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu mutlaka biliyordur. Yakalanırsak bizi de idam ettirirler, diye düşündü. Olanlardan son derece rahatsız olmuş ve endişe duymuştu.
   
     Ani bir hareketle Perys çocuğa döndü. Nasıl başlayacağını bilmiyordu ama bir yerden başlaması gerekiyordu.
     
     “Tam on iki yıl önce bir bebek dünyaya geldi o kadar güzel gözleri vardı ki ondan etkilenmemek mümkün değildi ve o kadar masumdu ki… Daha sonra çocuğun bir… bir…” Perys birden tıkandı nasıl devam edebilirdi ki?
     
     “Bir ne Perys?” İon şimdi gerçekten endişeleniyordu.
     
     “Bir büyücü olduğu öğrenildi. Evet bir büyücü hem de sıradan bir büyücü değil. İki insandan doğma tamamen ölümlü bir büyücüydü. Diğer büyücüler bunun bir lanet olduğunu çocuğun tanrıların bir cezası olduğunu düşündüler ama ona inanan birileri vardı elbet, yaşlı bir büyücü. Büyük Büyücüye karşı koymaya cüret edebilecek kadar yaşlanmış, bunamış büyücü.” Perys düşünceli düşünceli İon’dan öbür tarafa çevirdi gözlerini. İon ise şaşkınlıkla konuşmaya başladı.
   
      “Bunu bana neden anlatıyorsun Perys?” Perys birden döndü hâla bu zavallı ölümlünün olanları anlamamasına anlam veremiyordu. Hiddetle:
   
      “Sen bir büyücüsün İon. Hem de geleceği belli olmayan iyilik mi kötülük mü getireceği belli olmayan ölümlü bir büyücü. Evet ve ben senin için hayatımı tehlikeye attım. Ben senin için Büyük Büyücü’ye karşı çıktım. Senin için en yakın dostumu kaybettim. Ve senin için şimdi bu ölümlülerin arasında yaşıyorum.” Bütün hiddetini kustuktan sonra Perys arkasına döndü gözleri görmeyen yaşlı adam İon’u inceliyordu. İon ise olanların gerçek mi yoksa hayal gücünün ona oynadığı bir oyun mu olduğunu kestirmeye çalışıyordu. En sonunda yaşananların tamamen gerçek olduğuna karar verdi ve:
     
     “Ben lanetliyim… Ben lanetli bir büyücü müyüm? Büyü yapmayı bilmeyen ve hatta büyücü olduğunu yeni öğrenen lanetli bir büyücü öyle mi? Ben geleceğimi sana söyleyeyim. Benim geleceğim cadıların ve büyücülerin yakıldığı mahkemelerde bitecek. Benim sonum cehennemin en derinlerinde sonsuza kadar acı çekerek bitecek. Keşke beni kurtarmasaydın Perys beni kurtarmasaydın da lanetli bir büyücü gibi yaşamasaydım.” Büyücü kelimesini her söylediğinde iğrenç bir şey ağzına almış gibi yere tükürüyordu. Ama olduğunu inkâr ettiği şey ona hiçbir yarar sağlamayacaktı. Ne olduğunun bir önemi var mıydı?
     
     Perys bu duyduklarına inanamadı. Bir büyücüyü kolay kolay şaşırtamazsın ama Perys İon’un bu nefret dolu sözlerinin karşısında dilini yutmuştu.
     
     Kendine gelmesi bir dakika sürdü. Sonra yüzündeki şaşkınlık dolu ifade yerini sevecen bir ifadeye bıraktı.
     
     “Ben bir büyücüyüm İon ve büyücü olmakla hep gurur duydum. Yaşadığım sürece, yüzyıllar boyunca da duyacağım. Ne olduğunun bir önemi var mı? Yok. Kalbinde neyin olduğu önemli. Kalbine karanlık bulaşmamışsa bir kara büyücü değilsen senin normal bir ölümlüden farkın ne? Kötü kalpli bir insan mı yaşamayı hak ediyor yoksa senin benim gibi iyi kalpli, gücünü kara büyüyle savaşta kullanan bir büyücü mü?” bu sözler İon’un nefret dolu kalbini yatıştırmıştı. Şimdi daha mantıklı düşünebiliyordu.
     
     “Neden bana daha önce söylemedin?” Perys’in bu soruya cevabı yıllardır hazırdı.
     
     “Irktaşlarımızın yakıldığı bir ortamda daha bilinçsiz bir çocuğa müthiş güçleri olduğunu söylememi bekleme benden.”
     
     “Neden buradayız?” Konuyu değiştirmeye çalışıyordu.
     
     “Buradayız Çünkü geleceğin ile ilgili bir bilgi edinmemiz gerek. Bu gördüğün adam sağır, dilsiz, kör bir kâhin ama dünya üzerinde yaşayanların en iyisi, çözemeyeceği gizem yoktur onun. Bazı rivayetlere göre Kâhin’in karanlıklar ve gizem tanrısının oğlu olduğu ama ona ihanet ettiği için dünya’ya yollandığı söylenir.” İon Kâhin’in bakışlarından şüphelenmişti. Sanki onları anlıyor gibiydi.
     
     “Sence bizi duyabiliyor mu?”
     
     “Duyamaz ama hisseder. Konuşamaz ama zihnimize girerek en acı anısını bile bize yaşatırcasına anlatabilir. Zihninden geçenlere dikkat et çocuğum çünkü o tehlikeli bir adam.”
     
     “Ya kötü bir lanetse benim yaşamam ya geleceğim bir hiçse? Bir karanlıksa? Kara bir büyüyse?” İon şimdi korkusundan tir tir titriyordu. Korkusu ona odanın içindeki soğuğu daha da çok hissettiriyordu.
     
     “Korkma yavrum hiçbir şeyden korkma. Korku ölümdür.” Perys daha sonra bir işaret yaptı ve Kâhin’in tok sesini zihinlerinde duydular.
     
      “Bu gördükleriniz kader taşlarıdır. Dünya’ya verilmiş en güzel nimetler. Onlar yardımıyla senin İon, geleceğin bir roman gibi yaşlı gözlerimin önüne dökülecek her şeyi göreceğim ve bir lanet mi taşıdığını yoksa umut mu taşıdığına hep birlikte karar vereceğiz.”
     
     Daha sonra Kâhin bir insanın olamayacağı kadar buruşmuş olan elleriyle kader taşlarını kavradı. Yüksek sesle bazı sözler mırıldanmaya başladı. Sözleri söyledikçe odadaki hava akımı sertleşiyor ve oda olduğundan çok daha fazla soğuyordu. Sözler bittiğinde taşları havaya bıraktı. Taşlar sanki birbirlerini kovalıyormuş gibi havada dönmeye başladılar. Bir elips oluşturdular. Ve etraflarında bir ışık cümbüşü ziyafeti verdiler. Oda tamamen aydınlanmış ve parlamıştı. Kader taşlarından çıkan ışıklar İon ile Perys’in gözlerini kapamalarına bile neden oldu.
     
     Şimdi daha hızlı dönüyorlardı. Işık huzmeleri havada belli başlı şekiller oluşturdu. Ama bu şekilleri yalnızca Kâhin anlayabiliyordu. Kâhin buruşmuş ellerini ışık girdabının içine doğru tuttu. İon’un anlamadığı bir dua okuyor gibiydi. Duası bittiğinde ışık girdabı sönmeye başladı ve kader taşları Kâhin’in iki eline düştü.
     
     Kâhin suratında son derece memnuniyetsiz bir şekilde İon’a bakıyordu.


                                                        Devam edecek
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Malkavian - 18 Şubat 2011, 10:47:58
Okumaya çalıştım ama gözlerim bozulacaktı az daha. '' işaretlerinin ? gibi çıkması bir yana paragraf boşluklarının olmaması beni yıldırdı. Düzenleme yaparsan okumak istediğim bir kısa hikaye.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 18 Şubat 2011, 16:48:15
Evet paragraflar arasında bir satır boşluk bırakmamam gerçekten de okunabilirliği azaltmış hemen düzeltiyorum.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Gilderoy - 18 Şubat 2011, 17:03:27
Şu " işareti yerine ? işaretinin çıkmasına hâlâ akıl sır erdirebilmiş değilim.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 18 Şubat 2011, 17:04:37
bende öyle çıkmaması daha da garip.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Gilderoy - 18 Şubat 2011, 17:12:05
bende öyle çıkmaması daha da garip.

Sanıyorum kullandığımız bilgisayarlardan kaynaklanıyor. Eksik güncelleme falan varsa ondan dolayı olabilir.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 18 Şubat 2011, 17:18:33
bende öyle çıkmaması daha da garip.

Sanıyorum kullandığımız bilgisayarlardan kaynaklanıyor. Eksik güncelleme falan varsa ondan dolayı olabilir.

Haklısın olabilir.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 19 Şubat 2011, 16:23:31
Bölüm 3- Karanlık Alev
     İon ürperdi. Odanın ne kadar soğuk olduğu artık umurunda değildi. Kâhin’in bakışları geleceğinin pek parlak olmadığını anlatıyordu. Gözlerini kapadı ve düşündü…

     Geçmişini düşündü. Şu zamana kadar neler yaşadığını… Perys ile beraber çok güzel bir geçmişi olmuştu. Bir gezgin olarak geçirmişlerdi hayatlarını. Gezmedikleri yer, tanışmadıkları insan kalmamıştı hayatlarında.

     Kırlarda oynadığı oyunları hatırladı. Sıradan bir çocuk gibi arkadaşlarıyla tahtadan yapılmış kılıçlarla düello yaptığını, kazanana güzel bir kâse şeker şurubu verilen yarışmaları…

     Bir gecede bir insanın hayatının bu kadar değişmesi olağan mıydı? Yoksa bu sadece ona mı mahsustu? Neden o? Neden? Dünya’da doğmuş milyonlarca çocuk arasından neden bir tek o lanetli doğandı? Yoksa başkaları var mıydı?

     Kısa bir süre çocukluğunu anımsadı. Mutlu olduğu günleri. Daha sonra son bir kez tanrıya yalvardı, Geleceğim güzel olsun diye. Ama lanetli bir yaşam süreceğini öğreneceğinden o kadar emindi ki gözlerini açtığında olanlara anlam vermekte epey zorlandı.

     Tam gözlerini açacakken zihninde Kâhin’in rahatsız edici sesini yeniden duydu:
     
     “Çok üzgünüm.” Neden üzgündü acaba?
     
     Bir ışık! Evet bir ışık vardı odayı aydınlatan. Kâhin parmaklarını yukarıya doğru tutmuştu ve parmak uçlarından yukarıya yükselen yeşil ışıkların hayır mı şer mi olduğunu anlamadı İon. Hemen Perys’e döndü. Adam Kâhin’i birkaç saniye süzdükten sonra hiddetle ayağa kalktı. İon’un kolunu tuttu ve onu sürüklercesine çıkış kapısına doğru sürükledi.

     “Buradan hemen çıkmalıyız. Nasıl bir belaya bulaştık böyle?” Çok korktuğu yüzünden belli oluyordu. İon’un ne olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu.

      Kendilerini sokağa attıklarında havanın aydınlanmaya başladığını ve yeni bir günün bütün heybetiyle doğudan yükseldiğini gördüler. Şafağın tatlı soğuğu yüzlerine vurmaya başladığında çoktan Kâhin’in evini arkalarında bırakmışlardı.

     “Hızlı adımlarla köyden çıkan sapağa doğru ilerlediler. Burası köy meydanının kuzeydoğusunda kalıyordu. Taştan bir kapı ve kapının başında duran iki muhafızla beraber köyden giriş çıkışlar denetim altına alınmak istenmişti. Ama Perys’in tek bir el hareketi ile nöbetçi adamların yere yığılması bir oldu. Hemen taş kapıdan dışarı çıktılar ve köyü çevreleyen ormanın içine daldılar.

      Neden sonra nereden geldiğini anlamadıkları bir sis bulutu üzerlerine çöktü. Ağaçların hışırtısı bir anda kesildi. Zaman mı durmuştu yoksa? Her şey sessizleşti. Ta ki büyük bir ışık parlaması oluncaya kadar.

     Işığı gördüklerinde ormanın derinliklerine çoktan dalmışlardı. Burası büyük bir ormandı. Celendor Krallığının güneydoğusunda kalan bu sık ağaçlı ormana pak uğranmazdı. Sadece kışın yakacak odunu biten insanlar bu ormana girerlerdi. Fazla içe dalmayı göze almazlardı çünkü Büyü Çağında yaşıyorlardı. Ve insanların anlattığı öykülere göre Celendor Krallığının adil(!) yargılamalarından kaçan büyücüler ormanlara yerleşmiş. Ormanları türlü türlü yaratıkla ve korkunç kötülüklerle doldurmuşlardı.

      Işık parlaması geçince ve gözleri bu yeni duruma alışınca İon göz kapaklarını araladı. Karşısında bir adam duruyordu. Simsiyah yerlere kadar uzanan deri bir ceket ve ceketin üstüne yine siyah bir kürk giymişti. Oldukça şaşalı bir adama benziyordu. Yakışıklı sayılmazdı ama kısa siyah sakalı ve kısa siyah saçlarıyla karizmatik bir adamın görünüşüne sahipti. Siyah saçlarının üzerine gri bir taç yerleştirmişti.

     Görüntü daha da netleşti ve Perys’in suratına bakan İon, adamın ne kadar büyük bir sıkıntı içinde olduğunu anlayabiliyordu. Adamın sakalı sanki sıkıntıdan ağarmış, gözleri ise seğirmeye başlamıştı. Sonra Perys konuşmaya başladı,

     “Neden buradasın?” Perys adama nefretle bakıyordu. Ama adam ona karşı alaycı ve güleç bir hâl takınmıştı. Ağzındaki pis sırıtmayla, ağır ağır konuşmaya başladı,

     “Bir hoş geldin dersin diye düşünmüştüm Perys. Ah bir bilsen yokluğunda neler neler oldu.”

     “Senin olduğun yerde hayır olmaz Aradrian. Eğer buraya onun için geldiysen geri dönsen iyi olur çünkü onu vermeye hiç de niyetli değilim.”

     “Unuttuğun bir nokta var dostum ama onu senden almak için izin istemiyorum. Zaman geldi. Evet zaman geldi. Şu zamana kadar birçok yer dolaştın ama seni ah pardon sizi bulabileceğimizi hiç düşünmedin öyle değil mi? İşin aslı aramadık. Daha büyücü bile olduğunu bilmeyen bir çocuğu neden arayalım ki? Boş bir uğraş… Ama artık çocuğun ölüm fermanı imzalandı. Hele de geleceğini görmüşken. Geleceği…” Gelecek kelimesini her kullandığında Aradrian’ın yüzünde acıyla karışık korku ifadesi beliriyordu. Neydi bu gelecek? En usta büyücülerin bile korkmasına neden olan gelecek?

     İon kendiyle gurur mu duymaya başlamıştı yoksa? Bu büyücülerin kendisinden korkmalarından hoşnut mu olmuştu? Karmakarışık duygular içinde iki büyücü arasındaki hararetli tartışmanın sonunun gelmesini bekliyordu. Bu sefer konuşma sırası Perys’in di. Haykırırcasına konuşmaya başladı. Sanki canından can, kanından kan alıyorlardı.

     “Şimdi beni dinle seni adi yaratık. Bu çocuğa, ben yaşadığım sürece, benim hükmüm bu dünyada var olduğu sürece, hatta ve hatta benim ruhum bile bu dünyada olsa, zarar veremezsiniz. Sizi doğduğunuza öyle bir pişman ederim ki bana, ölmek için yalvarırsınız.” O bu sözleri telafuz ederken şafak rüzgârı yerini fırtınalı bir akşamda esen rüzgâra bırakmıştı. Perys’in cümlelerinde yaptığı her vurgu rüzgârın daha da şiddetlenmesine sebep oldu. Nitekim sözleri bittiğinde İon’a dönüp yüzündeki hafif tebessümle baktı.
     
     “Seni bu dünyadan silmek o kadar kolay ki…” dedi Aradrian. Sonra üzerindeki kürkü omuzlarından aşağı attı. Gözlerini kapayarak İon’un anlayamadığı kadim dilde bir büyü mırıldanmaya başlamıştı. Sanki havayı tutmaya çalışıyor gibi iki elini birbirine doğru tuttu.  Büyü bittiğinde büyücünün avuçları arasında bir hava topu oluşmuştu ve yavaşça kızıl renk alıyordu.

     Hava topu tamamen parlak bir kızıl renge büründükten sonra büyücü gerindi ve tüm gücüyle kızıl küreyi karşısında duran Perys’e doğru fırlattı.

     Kızıl Küre yaşlı büyücüye yaklaştıkça daha da büyüyor, daha da parlaklaşıyor ve etrafında elektrik çemberi oluşuyordu.

     Kızıl küre Perys’e ulaşamadan yaşlı büyücü sol elini kaldırıp havayı iter gibi yaptı. Kızıl küre Perys’in yarattığı enerji akımının içine girerek patladı. Parçaları etraftaki ağaçlara sıçramış ve ağaçları ateşe vermişti. Büyük bir yangın ormanı yakmak üzereydi.
     Perys diğer eliyle İon’a bir büyü yaptı ve İon’un geriye doğru fırlamasına neden oldu. Daha sonra çevrelerindeki yangını kontrol altına almak istercesine iki elini havaya kaldırıp bir yuvarlak çizdi. Ağaçlardaki ateşler birleşmiş ve iki büyücünün etrafında bir ateş çemberi oluşturmuştu.

     İki büyücü artık ateş çemberinin içinde tek başınaydılar. İkisi de birbirlerine baktılar. Aradrian’ın istediği çocuğu öldürmekti ama Perys çocuğun hayatının kurtulmasını istiyordu. Aynı şartlar altında savaşmıyorlardı. Bir insanın bir şeyini kaybetmemek için gösterdiği güç bir şeyi kazanmak için gösterdiği güçten çok daha fazladır. Yoksa Perys kendisini mi avutuyordu?

     Aradrian’ın gözleri kan çanağına dönmüştü. Büyüsünün negatifleştirilmesi onu çileden çıkarmış ve daha da güçlü bir büyü yapmasına yol açmıştı. Avucunda mavi bir ışık çıkıp Perys’in kırmızı ışığıyla çarpıştı. İki büyünün kesiştiği noktadan çevreye rengârenk ışık huzmeleri sıçrıyordu.

     “Güneş ışığını kullanıyorsun öyle mi Perys”. Dedi adam. Mavi ışığının kırmızı ışığa baskın gelmesinden duyduğu sevinç tekrar o alaycı sırıtmasını yüzüne yerleştirmesine neden olmuştu.

     Perys ise adamın alaylı cümlesine cevap vermedi. Tamamen büyüsüne konsantre olmuş, büyüsünün daha da güçlenmesi için yardımcı büyüler yapmaktaydı.

     Mavi ışık kırmızı ışığı yutmaya devam ediyordu. Kullanmış oldukları büyüler o kadar güçlüydü ki en sonunda kül olup havaya karışacaklardı. Enerjileri tükeniyordu.

     Mavi ışığın kırmızı ışığı yok etmesine bir hamle kalmışken Perys dikleşti. Artık avaz avaz bağırmaya başlamış. Büyüsüne tüm kuvvetini vermeye çalışmıştı. Kırmızı ışık öne doğru atıldı. Mavi ışık ise bu son hamlede afallamış sahibine doğru gerilemişti. Ardından bir hamle daha ve bir hamle daha. Artık Perys büyüsünü iki eliyle yapmaya başlamıştı. İki avucundan çıkan kırmızı ışık, ilk yaptığı gibi solgun değildi. Parlak ve canlı bir renkteydi artık ama mavi ışık geriledikçe solgunlaşıyor, kayboluyordu.

     Güneş ışığı, ay ışığını emdikten sonra Aradrian’ın siyah göğsüne çarptı. Adamın deri ceketi erimeye başlamıştı. Büyücü acı çekiyor, bir hamle yapabilmek için ayakta durmaya gayret ediyordu. Gözleri kapalıydı ama kapalı göz kapaklarının arasından yaşlar değil, kan akıyordu. Oluk oluk kanlar nemli toprağın üzerine düştükçe toprak siyahlaşıyor ve kül oluyordu.

     İon’un ateşlerin arasında gördüğü kadarıyla Aradrian ölmüştü. Adamın cansız bedeni toprağa düşmüş ve bütün acılar sona ermişti. Yoksa karar vermek için çok mu erkendi?

     Zaferinin çoşkusuyla Perys ateş çemberini yok etti ve İon’a doğru döndü. Her şey bitmiş miydi? Adam gülümseyerek İon’a doğru yürürken. İon acıyla bağırdı.

     Perys arkasını döndüğünde bir savunma büyüsü yapmak için çok geçti. Aradrian yerden kalkmış son kalan gücüyle. Ölülere bağırmıştı. Doğaya bağırıyor ve kadim dilden çok farklı bir dilde bir büyü mırıldanıyordu. Daha sonra iki elini Perys’e doğru uzattı ve iki avucunun içinden korkunç bir rüzgâr çıktı. Karanlık bir rüzgâr… Kara büyüyle yaratılmış bir rüzgâr…

     Kara rüzgâr, Perys’in tenine çarptıkça adamın derisinden simsiyah pullar kopuyor ve derisi acı çektirerek soyuluyordu. Kara büyünün amacı bu değil miydi zaten? Bir varlığın hayatında görmediği bir acıyla karşılaşıp ölmesi değil miydi?

     Kara rüzgâr karşısında yapabilecek bir şey düşünemiyordu Perys. Dizlerinin üstüne düştü. Ve sonunun geldiğine emin bir şekilde tanrının onu alması için gözlerini kapadı.  Daha sonra kalbinden gelen bir ses duydu ve düşündü…

     Karanlık alev… Gelmiş geçmiş en güçlü büyücüleri bile karşısında tir tir titreten kara büyü. Sadece en güçlü büyücülerin yapabileceği alev…

     Birden doğruldu. Doğaya söylenecek olan sözleri söylemeye başlamıştı. Karanlık ruhlara söylenecek sözleri söyledi ve kırmızı gözlerini Aradrian’ın neler olduğunu anlamayan kara gözlerine çevirdi.

     Doğudan esen bir rüzgâr birden bire koyu mavi bir ateşe dönüştü. Önüne geçen her şeyi yakıyor küle çeviriyordu. Sonra rüzgârla çarpıştı iki kara büyü birbirlerine hâkim olabilmek için çarpışıyor, büyük bir gürültü çıkarıyordu. Gürültüye rağmen Perys konuşmaya çalıştı.

     “Efendin Büyük Büyücü Ealdor kara büyü yaptığını biliyor mu Aradrian?” dedi. Aradrian bu soruya bir hayli şaşırmıştı. Daha sonra büyülerden çıkan gürültüyü neredeyse bastıracak bir kahkaha attı.

     “Ne kadar da uzak kalmışsın Perys. Yaşlı Ealdor’dan çoktan kurtulduk. Artık Büyük Büyücü benim ve her istediğimi yapabilirim. İstersem dünyayı kara büyüyle yönetirim.” Dedi Aradrian.

     Perys buna son derece şaşırmış ve sinirlenmişti. Demek Büyük Büyücüler Konseyi artık kara büyünün hizmetkârı olmuştu. Aradrian’ın kara büyüyü getireceği zaten aşikârdı. Durun bir dakika kendisi de şu an kara bir büyü yapmıyor muydu?

     Büyüyü hangi amaçla yaptığın önemlidir, derdi üstatları. o kara büyüyü küçük bir çocuğu korumak için yapıyordu. Ve gayesinde haklıydı.

     Karanlık alevi şiddetlendirecek bir büyü daha yaptı. Rüzgâr artık ona karşı koyamayacaktı. Alev ikiye ayrıldı ve iki yandan Aradrian’ı kuşatmıştı. Büyücünün rüzgârı aleve karşı koyamayacak kadar güçsüzleşmişti.

      En sonunda Aradrian büyük bir öfkeyle kaçmanın yollarını aramaya başlamıştı. Doğudan esen rüzgâra karıştı ve batıdaki evine doğru uçtu.

      Aradrian’ın son parçası da rüzgârla beraber batıya taşındıktan sonra Perys yere düştü. Enerjisini bitirmişti. Yer yer derisi kanıyordu. Bayıldı…

     İon ne yapacağını bilemiyordu. Ormanda bir oraya bir buraya koşuyordu. Ölmüş olamazdı öyle değil mi? Her şeyin başında Perys ölemezdi. İon’da yorgunluktan bitap düşünce uykuya daldı.
     
     Ormanın derinliklerinden gelen ak ışıkları ise rüyasında gördüğünü zannediyordu.

                                                                  Devam Edecek
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: cankutpotter - 19 Şubat 2011, 20:59:36
Oldukça güzel bir hikaye. Konunu çok güzel seçmişsin. Devamını bekliyorum. Bir daha ki sefere de daha uzun yorum yapacağım inşallah.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 19 Şubat 2011, 21:05:22
Oldukça güzel bir hikaye. Konunu çok güzel seçmişsin. Devamını bekliyorum. Bir daha ki sefere de daha uzun yorum yapacağım inşallah.

Hikâyeme zaman ayırdığın için çok teşekkürler. Beğendiğine çok ama çok sevindim.
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 23 Şubat 2011, 22:33:35
Bölüm 4- Ormandaki Köy

     İon sabah güneşinin yakıcı sıcaklığına gözlerini, ahşap bir odada açtı. Küçük bir odaydı burası. Kapının yanına yerleştirilmiş yatak, yatağın ayak ucundaki geniş dolap ve dolabın çaprazında duran üzerine kıyafetlerin yığıldığı kırık ayaklı bir sandalyeden başka hiçbir şey yoktu ahşap odada.

     İon yataktan kalktığında kendisini son birkaç gündekinden çok daha dinç hissediyordu. Büyük bir hızla odanın yanındaki kapıdan dışarı çıktı. Göreceği manzarayı hiç de böyle tahmin etmemişti. Afalladı… Şaşkınlıkla gördüğü manzarayı incelemeye koyuldu.

     Yüzlerce ahşap evin olduğu ve etrafı, yüksek meşe ağaçlarının oluşturduğu büyük bir orman tarafından çevrilmiş bir köydü burası. Köy sırtını ormanın doğu tarafını kapatan bir dağa vermişti. Meydanında diğer evlerden daha büyük bir ev ve günlük şeylerin satıldığı alış veriş dükkânları vardı. Dükkân kuracak kadar parası olmayan tüccarlar, ahşap tezgâhlarını sokaklara açmış ve türlü türlü eşyalar satıyorlardı.

     Köyün ortasından ve dükkânların arasından sakin bir nehir akıyordu. Köy halkı ulaşımı sağlamak amacıyla nehrin üstüne ahşaptan yapılmış köprüler kurmuşlardı. Köprülerin dışında, köy içi seyahati sağlamak amacıyla at arabaları görev yapıyordu. Bu tek kişilik, midillilerin taşıdığı arabalar köyün istediğiniz her yerine götürüyor ve getiriyordu.

     Köy canlı bir hayata sahipti. Daha güneş yeni yeni hissedilirken, yeşil, turuncu, mavi gibi türlü türlü renklerde pelerinler giymiş insanlar işlerinin başına geçmiş, tezgâhlarını açıp eşyalarını satmaya başlamışlardı.
     
     Köy büyük olmasına rağmen köy içi arkadaşlıklar epey gelişmişti. Pazar yerinde herkes birbirini tanıyor bazen sıkı pazarlıklara tutuşuyor, bazen de ayaküstü dedikodular yapılıyordu.

     İon’un kaldığı ev meydana en yakın evlerden biriydi. İon sokağa çıkınca meydandaki Büyük evden bir kadın adeta havada süzülerek ona doğru gelmeye başladı. Ne kadar güzeldi…

     Altın sarısı saçlarını ikiye ayırmış ve omuzlarından aşağı salmıştı, sırtından kasıklarına kadar olan kısmını ise altın ipliklerle örmüştü, Üzerine giydiği kırmızı, taşlarla süslenmiş elbisesi, elbisenin üzerine giydiği dökümlü yeşil pelerini ve sarı saçlarına taktığı gümüş tacıyla muhteşem görünüyordu.

     İon ile konuşabilecek bir mesafeye geldikten sonra çocuğu bir müddet inceledi. Ardından:

     “Sevgili İon ben Helia bu görmüş olduğun köyün ve bu ormanda bulunan diğer iki köyün Baş Büyücüsüyüm. Soracak çok sorun olduğunu biliyorum ama öncelikle Büyük Konak’a gitmeliyiz.” Dedi. Daha İon’un cevabını beklemeden meydanın ortasındaki Büyük Konağa doğru ilerlemeye başladı. İon da onun hızına yetişmek için hızlı ama kısa adımlarla kadını takip etti.

     Demek Büyük Konak burası, diye düşündü İon. Büyük Konak beş kattan oluşmuş bir binaydı. İlk katta üç oda vardı. İlk odanın kapısı açık olduğundan İon buraya bir göz attı. Büyük bir kütüphaneydi. Daha sonra ikinci odadan içeri girdiler. Burası bir salondu. Odada boylu boyunca duran uzun, dikdörtgen bir masa vardı. Masanın başındaki iki adam bir haritanın üzerine eğilmişler ve bir şeyler konuşuyorlardı. Helia ve İon’un içeri girmesi adamların dikkatini bozmuştu. Haritadan başlarını kaldırıp gelenlere baktılar. Adamlardan birini İon tanıyordu.

     Kırmızı pelerinli, yaşlı adam Perys’den başkası değildi. Derisi büyük bir oranda iyileşmişti ama ne var ki korkunç yaraların izleri hâla duruyordu.

     Perys, İon’a büyük bir neşeyle baktı.

     “Geç kaldın uykucu. Sana anlatacak o kadar çok şey var ki. Nereden başlasak acaba?” Geçen gün yaşadıklarının acısını adam unutmuş gibiydi. En sonunda Konseyin son toplanışını anlatmakta kara kıldı ve sesini ciddi, gizemli bir tona büründürerek hikâyeyi anlattı.

    “… Hikâyenin, bizim ayrılışımızdan sonraki bölümünü Helia anlatsa daha iyi olur. Öyle değil mi?” dedi Perys. Helia nazik bir onaylama hâreketi yaptıktan sonra hikâyenin devamını anlatmaya koyuldu.

    “Bundan tam on yıl önce, yani İon iki yaşındayken, Ealdor’un ölüm haberi bütün büyücüleri sarstı. Bu korkunç bir haberdi. Konsey bir kez daha toplanma ihtiyacı duydu ama bu sefer amaç İon’u yakalamak değil, Ealdor’u kimin öldürdüğünü bulmak ve yeni Baş Büyücü’yü seçmekti. Uzun uğraşlar sonucunda Ealdor’un cesetinde kara büyüye rastlandı ve bu denli büyük bir kara büyüyü ancak, kudretli bir büyücünün yapabileceği anlaşıldı. Konuşturma iksirleri sayesin Aradrian ve kardeşi Arathel suçlarını kabul ettiler. Ama ne yazık ki mahkemeden önceki gece, zindanlarının mührünü bozup kaçmayı başardılar.

     Hiç beklemediğimiz bir anda Aradrian Konsey Kalesinde muhafaza edilen Ealdor’un gelmiş geçmiş en güçlü asasını çaldı. Asayı çaldıktan sonra konsey büyücülerini öldürmesi uzun zaman almadı. Konsey üyeleri arasından tek kaçan büyücü bendim.

     Bir süre saklandım ve yeni konsey hakkındaki haberleri uzaklardan almaya başladım. Durum hiç de iyi değildi. Aradrian kendisini Büyük Büyücü seçtirmiş ve Konsey üyelerinin koltuğuna da gelmiş geçmiş en güçlü kara büyücüleri oturtmuştu. Konsey artık karanlık taraf adına çalışıyordu. Ve ben bir şeyler yapılması gerektiğini biliyordum. Bu ormana geldim ve burada diğer iyi yürekli büyücülerin yardımıyla da üç tane köy kurdum. Köylerin başına geçtim ve büyük bir büyücü ordusu hazırlanması işlemlerini hızlandırdım. Amacımız büyük bir ordu kurup, kara büyücüleri dünya üzerinden silmekti. Ama böyle bir şeyin zor olacağını biliyorduk. Yine de çok azmediyoruz ve bir gün önce aldığımız haber bizim daha da hırslanmamıza neden oldu.

     Bu arada, büyücülerin çocuklarına da Büyük Konak’ın üst katlarında büyü sanatlarının inceliklerini öğretmeye başladık. Sen de İon, yarından itibaren arkadaşlarının yanına katılacaksın. Yalnız senden ufak bir isteğim var. Arkadaşlarına, insan bir ailenin olduğunu söylemesen çok iyi olur. Aksi halde senden korkup, sana karşı mesafeli davranabilirler.”

     Bu anlatılanlar benim için o kadar fazla ki diye düşündü İon. Daha sonra kafasında anlatılanları tartmaya çalıştı. Yanlış bir değerlendirme yapmamak için iki üç defa kafa yordu anlatılanlar üzerine. En sonunda:

     “Sormak istediğim bir şey var, bir gün önce aldığınız haber neydi de bu kadar hırslandınız?” dedi. Hikâyenin bu kısmını atladığını İon’un anlaması Helia’nın hoşuna gitmemişti. Bir süre verebileceği en güzel cevabı düşündü ama uygun bir cevap bulamadı.

     “Bunun cevabını öğrenmen için doğru zamanın gelmesi gerekiyor İon.” Dedi. İon çok meraklansa da olayın üzerine fazla düşmedi. Endişelenecek başka şeyler vardı, yarın büyücülüğü öğrenmeye başlayacaktı!
     
     Büyük Konaktaki sohbetleri sona erdikten sonra İon köyü keşfe çıktı. Turuna meydandaki dükkânlardan başladı.

     Dükkânlar kendi aralarında çeşitlilik gösteriyordu. Nehrin doğu yakasında ordu için kısa kılıçlar, bıçaklar, kalkanlar, mızraklar, oklar, yaylar, ince uçlu iğneler üreten bir demir ocağı vardı. İon demir ocağına camdan bakıyordu ama kısa kılıçların yapılışı çok ilgisini çekince içeri girdi.

     İçeri girdiğinde bir anlık, akşam serininden ocak sıcaklığına girmiş olmanın şokunu yaşadı. Burası büyük bir demir ocağıydı ve içeride demirci ustasının dışında iki tane de kalfa çalışıyordu. Kalfalar demir ocaklarında kısa kılıçlar dövüyor ve kılıçları ustalarına veriyorlardı. Ustaları ise kılıçların üzerine yeşil boyayla bir halenin içine yıldız çiziyordu. Bu yıldız büyücülerin ünlü sembolleriydi.

     Sembolü bitiren usta kısa kılıcı ocağın yanında duran dört ayrı kazana sokup çıkarıyordu. İon kazanlarla yapılan işlemi daha iyi görebilmek için ustaya yakınlaştı ve:

     “Onlarda nedir?” diye sordu. Usta ihtiyar bir adamdı ama irfanının büyüklüğü bakışlarından anlaşılabiliyordu. Nazik bir adamın ses tonuyla konuşmaya başladı:

     “Daha önce hiç Atheme görmedim deme çocuk.” İon gömediğini belli etmek amacıyla bir baş hareketi yaptı. Buna çok şaşıran usta Atheme’nin ne olduğunu anlatmaya başladı:

     “Bu gördüğün kısa kılıçlar, büyücülerin büyülü kılıçlarıdır ve bizler bunlara Atheme deriz. Atheme büyüyle yaratılmıştır. Her bir Atheme yapıldıktan sonra üstüne büyülü sembol çizilir ve dört elementin gücüyle kutsanır.” Usta, kalfaların yaptığı bir başka athemeyi alıp üzerine yıldız işaretini çizdi. Ardından bazı büyülü sözler mırıldanırken athemeyi kazanlara sokmaya başladı.

     İlk kazanın içinde yanan güçlü bir ateş vardı. Atheme içine sokulduktan sonra parlamaya başladı. İkinci kazanın içinde ise su vardı. Atheme içine bırakıldı ve ateş gibi su da parlamaya başladı. Üçüncü kazanda toprak vardı. Atheme içine sokulduğunda topraktan kan kırmızısı bir gül çıktı ve parlamaya başladı. Son kazanın içinde de hava vardı. Usta athemeyi kazanın içine soktuğunda kazanın içinde ufak bir hortum oluşup, etrafa gümüşi ışıklar saçmaya başladı.

     Atheme son kazandan çıktıktan sonra güçlü bir şekilde parlamaya başladı. Büyücü Ustanın sözleri bittiğinde ise parlaması durdu.

     “İşte böylece büyülü Atheme yapılır. Athemeler çok güçlü silahlardır. Tek bir çiziği bile ateş kadar yanıcı, su kadar iyileştirici olabilir, tek bir çiziği bile insanı öldürmeye yetebilir. Ayrıca düello sırasında o kadar şaşırtıcı ilizyonlar yapar ki rakibin dikkati kolayca bozulur. Bir atheme denemeni çok isterdim ama görünen o ki on altı yaşında değilsin. On altı yaşından önce atheme kullanamazsın basit tahta kılıçlarla yetinmek gerek.” Dedi Usta.
      İon anlattıkları için adama çok teşekkür edip, Nehrin batı kıyısına geçti. Burada daha çok gündelik kıyafetlerin satıldığı dükkânlar vardı. Beğendiği bir tanesine girdi.

     Şık, turuncu boyanmış ahşap duvarları olan, şirin bir dükkândı burası. İon dükkânda bulunan aynalardan birine bakıp bir büyücüye benzemediğine, büyücülerinki gibi pelerin alması gerektiğine karar verdi ve Perys’in ona verdi altınlarla mavi bir pelerini, kahverengi bir pantolon ve ipek bir gömleği satın aldı. Dükkânda kıyafetleri giyip dışarı çıktığında, artık yabancılık çekmediğini düşünüyordu.

     Hava karardıktan sonra meydana yakın olan evinin yolunu tuttu. İçeri girip hemen üstünü değişti ve yatağa girdi ama yarın olacakları düşünmesi uykusunun kaçmasına yetmişti.

                                                                Devam Edecek
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 27 Şubat 2011, 19:25:52
Bölüm 5-Gizemli Yabancılar

     Hani önemli bir işiniz olduğunda, uyku uyumamış olsanız bile enerjik olursunuz ya. İşte İon da öyle hissediyordu o sabah kalktığında.

     Yeni bir gün ahşap pencereden yavaşça içeri süzülürken, İon önceki gün aldığı ipek gömleğini, kahverengi pantolonunu ve mavi pelerinini giydi. Üzerinde son rötuşları da yaptıktan sonra ormandaki köyün sıcak iklimine kendini teslim etti.

     Bu sıcak havada biraz daha yürümek isterdi ama Büyük Konağın evine olan yakınlığı onu büyük bir hüsrana uğrattı. Oksijeni ciğerlerinin içine çekti ve nefesini tutarak Büyük Konaktaki yeni sınıfına girdi.

     Sınıf otuza yakın sıranın birleşmesiyle oluşmuş büyük bir yerdi. Kapının karşısında duran öğretmen masası, üzerinde birçok kitap, kalem ve parşömen ağırlıyordu. Masanın arkasında ise yıllara meydan okuyan, tıka basa kitapla dolu bir kitaplık vardı. Tam bir eğitim yuvası görünüşünde olan bu sınıfa, ahşap pencerelere takılan süslü mor perdelerle duvarlara asılan kurutulmuş çiçekler ve manzara resimleri canlılık katıyordu.

     Elliye yakın çocuk onun sınıfa girmesiyle, başlarını kitaplarından kaldırdı ve İon’u süzdüler. Çocuklar hiçbir zaman yeni gelenleri sevmezdi ve onlara hep ezici bir üstünlükle davranırlardı.

     Sınıfta öğretmenlik yapan adam; İon’un Büyük Konak’ın salonunda, Perys ile beraber gördüğü adamdan başkası değildi. Adam, İon’u nazikçe selamladı ve sınıftaki çocuklara İon’u tanıtmaya başladı.

     “Sevgili Arkadaşlar! Yanımda görmüş olduğunuz çocuğun adı: İon’dur. Kendisi bizim yeni öğrencimiz ve arkadaşımız olmakla kalmayıp, değerli büyücü Perys’in de vesayeti altındadır. Ona çok kibar davranacağınıza ve onu sizlerden biri gibi görüp arkadaş olacağınıza eminim.” Daha sonra İon’a döndü ve:

     “Öncelikle kendimi tanıtayım. Ben, Rollender. Buradaki öğretmeninim. Sanırım sınıftaki tek boş yer Lyla’nın yanı. Lütfen sırana oturur musun?” dedi. İon tanışma faslının beklediği kadar kötü olmadığını hatta iyi bile geçtiğini düşünerek sınıfın sol köşesindeki sırasına oturdu.

     Yanındaki kız gerçekten güzeldi. Uzun, çok açık sarı saçları ve kahverengi gözleri vardı. Yüzündeki neşeli sırıtmayla İon’a bakıyordu. Birbirlerine merhaba dedikten sonra Rollender’ın gür sesi sınıfta yankılandı.

     “İon! Belki bize birkaç numara gösterirsin.” Ama İon hiçbir numara bilmiyordu. Başını üzgünüm anlamında iki yana salladı. Rollender derin bir iç çekti ve yumuşak bir el hareketiyle İon’u yanına çağırdı.

     Çocuk yanına geldiğinde ise masasındaki kitapta bir şeyler arıyordu. Aradığını bulup, İon’a kitabı uzatması fazla zaman almadı. İon’a üzerinde garip yazıların olduğu bir sayfayı işaret etti. Kulağına da oku, diye fısıldadı. Lakin İon, kitapta yazılan yazıların tek kelimesini bile anlamamış ve tek kelimesini bile okuyamayacağını biliyordu.

     Rollender bu kez ilkinden daha uzun bir iç çekti. Sonra:

     “Anlaşılan daha önce hiç büyü yapmamışsın. Ve Kadim dili de bilmiyorsun. Seninle işimiz var küçüğüm.” Dedi. Odadaki çocuklar yeni gelenin bir açığını yakalamış olmaktan gurur duyuyorlardı ancak Rollender’a karşı hissettikleri korku, İon’la dalga geçmelerini engelliyordu.

     “Hımm… Bakalım burada ne var?” Rollender, öğretmenler masasının hemen arkasında duran kitaplıkta bir kitap armaya başladı. Nihayet kitabı buldu ve onu İon’ uzattı.

     “Sıkı çalışman gerekiyor. Hem de çok sıkı çalışman. Bu kitapta aradığın basit büyülerin Kadim Dil’deki yazılışlarını ve bizim dilimizdeki yazılışlarını bulacaksın. Böylelikle Kadim Dili öğrenmeye başlayacak, büyüleri ise, kitapta verilen talimatlar çerçevesinde yapacaksın. Kitapta yapmanı istemediğim bir büyü olmadığından seni uyarmıyorum. Ancak çok dikkatli olmalısın. Kelimeleri doğru telaffuz etmeli ve iyi konsantre olmalısın. Bu geceden itibaren başla.” Dedi Rollender.

     İon kitaba şöyle bir göz attıktan sonra Lyla’nın yanındaki yerine oturdu. Sınıftaki diğer öğrenciler, diğer büyülerde çalışırlarken, İon kitaptaki büyülere bakıyordu. Arasından en çok yapmak istediklerini ayırdı ve ilk onları denemeye karar verdi.

     Büyücülük konusunda onlardan bu kadar geriyken, onlarla aynı sınıfta olmasını anlamış değildi İon. Belki de bu daha hırslanıp, azmetmesi için yapılıyordu. Tek bildiği çok çalışacağıydı.

     Günlük dersler, her gün dört ders olmak üzere planlanmış, böylelikle çocuklara çalışmak için uygun fırsat ve dinlenmek için zaman tanınmak istenmişti. O gün de İon’un pek fazla anlamadığı Kadim Dil’in büyülerine çalıştılar. Anna adında kızıl saçlı bir kız uzun uğraşlar sonunda, sınıfın ortasında küçük bir ateş yakmayı başarmıştı. Diğer çocuklar Anna’ya hayran hayran bakarken Rollender bunun yeterli olmadığını söyledi. Böylelikle çocukların bütün neşesi yok oldu.

     O gün nasıl geçti bilmiyordu İon. Hemen hava kararmıştı. Evine gidip bir iki büyü denemeye karar verdi ancak tek bir ışık bile yakamamıştı.

***

     Günler aylara, aylar yıllara dönüşmüş İon on üç yaşına girmişti. Günlük çalışmaları meyvesini vermiş, basit büyüler yapabilir hale gelmişti. İki ay önce sınıfta güz rüzgârı estirebilmişti. Rollender bu gelişmeden oldukça memnundu. Sık sık İon ile özel çalışmalar yapıyor, çocuğun daha da gelişmesini istiyordu.

     İon sıra arkadaşı Lyla ile de yakınlaşmıştı. Çocuklar arasındaki en yakın arkadaşı olan Lyla ile birçok gece büyü çalışmaları yapıyor, kızı evinde ağırlıyordu.

     Gecelerden birinde İon’u uyku tutmadı. Lyla ile beraber, öğlen aralarında gittikleri çardağa gitti. Her öğlen Lyla ile buraya gelirler, yemeklerini burada yiyip, büyü çalışırlardı. Fakat bu gece burada yalnız olacağını sanıyordu ki yanılmıştı.

     Lyla’yı da uyku tutmamış olacak ki çardağa oturmuş, kitap okuyordu. İon’un geldiğini duymayan kız, İon’un ani bir şekilde yanına oturmasıyla yerinden zıpladı. Korku dolu bakışlarla gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. İon’u karşında görünce derin bir oh çekti.

     “Ne işin var burada?” dedi sinirle.

     “Uyku tutmadı. Biraz hava almaya çıkmıştım.” Diye cevap verdi İon.

     “Ne okuyorsun?”

     “Ateş Büyülerine çalışıyorum.”

     “Belki beraber bakabiliriz. Ne dersin?”

      “Elbette.” Onlar ateş büyülerinin yapılma inceliklerine çalışırken, Birden,

     “Şunu gördün mü?” diye yerinden sıçradı İon. Ormanın içinde, ağaçların arasında biri vardı. Simsiyah bir pelerin giymiş ve kafasını pelerinin kapşonuyla, yüzünü ise siyah bir atkıyla kapatmış onları izliyordu.

     “Ben kimseyi görmüyorum İon”

     Lyla korkuyla, bir kez daha ormana baktı ama kimseyi göremiyordu.

     Adam birden arkasını döndü ve onlardan uzaklaşmaya başladı. İon ayağa kalkarak “Sen burada bekle Lyla. Hemen geliyorum.”dedi. Adama doğru koşmaya başladı. Adamı kaybettiğini sandığı bir anda onu gördü. Arkasını dönmüş, bir söğüt ağacının yanında duruyordu.

     İon büyük bir temkinle adama doğru ilerlemeye başladı. Bir yandan adama doğru sessizce ilerliyor, bir yandan da yapabileceği bir büyü düşünüyordu.

     Adamın tam arkasında durduğu bir anda Siyah kapşonlu adam İon’a döndü. İon ona neyin yaptırdığını bilmeden adamın atkısını yüzünden çekti. Bu…

     Bu bir erkek değildi. Bir kadındı! Yemyeşil gözleri, kapşonun içinden görünen kahverengi saçları olan güzel bir kadındı. Kadındaki göze batan tek şey: Teninin normal bir insana kıyasla çok daha beyaz olmasıydı.

     İon kadının atkısını açtıktan birkaç saniye sonra, kadın rüzgâra karışıp yok oldu. Şimdi yalnız başına dikiliyordu. Geçirdiği şoku üzerinden atmak için yakınında olduğu nehrin kollarından birinden su içti. Sonra…

     Sonra bazı sesler duydu. Bir atın sesiydi bu. Bir at hızla köye yaklaşıyordu.

     Köydekilere haber vermeliydi. Koştu… Daha hızlı koştu.

     Çardakta oturan Lyla’yı da alıp Büyük Konağa doğru koştular. Büyük Konağa vardıklarında at da arkalarından geliyordu. Köy sakinleri evlerinden çıkmış, bu kargaşaya neyin sebep olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

     Büyük Konağın kapısı yedi kez yumruklandıktan sonra, Helia dışarı çıktı. Sinirli bir ses tonuyla:

     “Sen de kimsin atlı?” diye sordu.

     Atlı asker çoktan atından inmiş, Helia’ya yaklaşmıştı. Sonra kıvrımlı şapkasını kafasından çıkarıp, nazikçe kadını selamladı. Bu hareket İon’u ve Lyla’yı çok şaşırtmıştı. Adamın bir düşman olduğunu sanmışlardı. Görünen o ki yanılmışlar.

     “Benim. İkilep. Konseydeki casusunuz Helia hazretleri. Size çok kötü haberlerim var kraliçem. Hem de çok kötü. Aradrian büyük bir ordu toplayıp, Celendor Krallığına doğru yola çıktı. Amacı bütün krallığı yok edip, büyücülerin yakılmasından sorumlu olanlardan intikam almak.” Dedi İkilep.

     Helia, duymuş olduğu haberden çok rahatsız olmuşa benzemiyordu. Hatta gülümseyerek İkilep’e:

     “Ben de çok önemli bir haber getirdin sandım İkilep. Celendor bizim de düşmanımız. Onların yok olması hem Kara büyücüleri zayıflatır hem de düşmanımızdan kurtuluruz. Böylelikle bir taşta iki kuş vurmuş oluruz.” Dedi.

     Perys Büyük Konak’dan çıkmış, konuşmaları dinliyordu ki duydukları hiç de hoşuna gitmedi.

     “Ordunu hazırla Helia. Celendor’a yardım edeceğiz.”

     “Ne? Ne demek istiyordun sen Perys?” Helia sinirlenmişti. Öfkeyle: “Kraliçenin ben olduğumu unutuyorsun sanırım.” Dedi.

     “Bir düşünsene Helia. Eğer Celendor’a yardıma gidersek hem insanlar üzerindeki kötü imajımız kalkacak, hem de Kara büyücüler büyük bir bozguna uğrayacak.” Diye ikna etmeye çalıştı Perys. Ama Helia ikna olmuşa benzemiyordu. Arkasını dönüp, konağa giriyordu ki bir an durakladı. Sonra,

     “Bunu düşüneceğim.” Dedi.

     “Sen Celendor’a gidip haber ver İkilep.” Dedi Perys. İkilep de onaylayan bir kafa hareketi yaptıktan sonra atına binip yola çıktı.

***
      Perys’in fikri ordunun da kafasına yatmıştı. Şimdi tek bekledikleri Helia’dan çıkacak karardı.

     Zor da olsa Helia bir sabah,

     “Her olasılığı gözden geçirdim. Ordu toparlansın. Bir hafta sonra, on beş yaş üstü herkes, erkeğiyle kadınıyla yola çıkıyoruz. Yeşil bayrağımız dalgalansın. Ormandaki diğer iki köye de haber verin.”dedi.

     Halk büyük bir coşkuyla sevinç çığlıkları atmaya başladı.

     Ama İon’un aklını karıştıran bir şey vardı:

     On beş yaş üstü herkes mi? O, mutlaka savaşa gitmeliydi.

DEVAM EDECEK
Başlık: Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
Gönderen: Akrin - 05 Mart 2011, 17:32:53
     Bölüm 6- Celendor’da Savaş

     “Nasıl gireceğiz oraya? Ya yakalanırsak” Lyla endişeyle İon’a döndü. İki çocuk gecenin geç saatinde nehrin doğu yakasındaki demir ocağının önünde durmuş hararetle tartışıyorlardı.

     “Bilemiyorum… Tek bildiğim o savaşa gitmek zorunda olduğum ve gitmek için de kılık değiştirip bir asker gibi görünmem gerektiği” diye cevapladı onu İon yukarıya bakarak. Aklından türlü türlü demir ocağına giriş yolları geçiyor ama bunların hangisinin doğru yol olduğundan emin olamıyordu.

     “Sence büyü mü yapsak?”

     “Saçmalama. Kapının mühürlendiğine adım kadar eminim. Bizim buralarda kapılar büyü geçirmeyecek şekilde mühürlenir. Mührün üstüne büyü yapılırsa da efsun devreye girer ve korkunç şeyler olur.”

     “O zaman pencereye tırmanmaktan başka çaremiz yok.” İon hızla mavi pelerinini çıkarıp Lyla’ya verdi. Daha sonra usulca demir ocağının yeni boyanmış ahşap duvarındaki parmaklıklara tırmanmaya başladı. Kolayca ikinci katın penceresine tırmanmıştı ama pencereleri açmak sorun olacaktı.

     “Köyde pencereleri de mühürlerler mi?” diye sordu başının üstünden aşağıdaki kıza bakarak.

     “Elbette hayır!”

     “Harika!” Parmaklarını pencerenin kilidine doğrultup kadim dilin sözlerini söyledi. Kilitten bir klik sesi geldi. Ardından pencere yavaşça içeri doğru açılmaya başladı.

     İkinci kattaki odayı aydınlatan hiçbir ışık kaynağı yoktu. Oda zifiri karanlıktayken birden açılan pencereden sızan ay ışığı odanın biraz da olsa aydınlanmasını sağladı. Normal bir evin oturma odasıydı burası. Odada iki tane karşılıklı konmuş koltuk ve kapının yanına konmuş olan yemek masası dışında hiçbir şey yoktu. Odanın kapısı açıktı ve merdivenlere doğru giden koridora açılıyordu.

     İçerden bir adamın horlaması duyuluyordu. Gecenin sessizliğinde bu horlama kulağa çok rahatsız edici geliyordu.

     Koridor doğruca merdivenlere çıkmıştı. Bu sayede İon rahatlıkla evin demir ocağı bölümüne indi. Savaş için burası gece gündüz demeden çalışmış en sonunda bu gece usta ve çırakları uyuyacak zaman bulmuşlardı. Çünkü yarın ordu Celendor’a yürüyüşe geçecekti.

     Büyülenmiş yeni athemeler ocağın camekâna yakın olan yerindeki bölmelerde muhafaza ediliyordu. Birbirinden güzel ona yakın atheme kalmıştı geriye. Diğerleri orduya dağıtılmıştı.

     İon içlerinden en hafif olanı ve en keskin olanını seçti. Athemenin üzerinde büyülü taşlardan yapılmış bir süsleme vardı. Bu sanki diğer athemelerden farklıydı. Diğer athemeler daha şatafatsızken bu son derece görkemliydi. İon bu yakut rengi athemenin neden satılmadığını anlamadı. Ama athemenin güzelliği onu büyülediğinden yakut renkli athemeyi almaya karar verdi. Evet! Onu alacaktı. Tek unuttu şey ise bu görkemli athemenin çalındığının çok çabuk fark edilecek olmasıydı.

     Geldiği yönden geri döndü İon. Ve açık pencereyi bir güzel kapattıktan sonra aşağı indi. Lyla onu büyük bir endişeyle bekliyordu. İon’un geri dödüğünü görünce suratındaki endişe ifadesi kaybolup yerini büyük bir gülümsemeye bıraktı.

***
     Bütün köy o sabah korkunç bir durumla karşı karşıyaydı. Kraliçe Helia’nın yakut athemesi çalınmıştı! Kraliçe athemesini, büyüleri arttırılsın diye demir ocağına vermiş ama o gece yakut atheme çalınmıştı. Tam da yola çıkılacak gün ne büyük şanssızlıktı.

      Helia hırsızlık olayının çok fazla üstüne düşemezdi çünkü yola çıkmaları gerekiyordu. Hırsızlık olayını savaşa gitmek istemeyen muhaliflerin yapmış olduğu bir propaganda olarak değerlendirdi.

     Ormandaki Köyün büyük borusu çalındı ve üç köyün ordusu yeşil pelerinleri, gümüş zırhlarının oluşturduğu ahenkle Celendor’a yürümeye başladı.

     Ordunun içinde Lyla’nın dikmiş olduğu pelerini giyen ve yüzü görünmesin diye kafasına gümüş miğferlerden takan, uzun boylu bir çocuk olduğu ise hiçbir askerin dikkatini çekmedi.

***
    “Efendimiz. Kral hazretleri! Kara büyü hızla buraya geliyor. Ordumuz saflarına yerleşti ancak gelecek olan ordunun büyüklüğü karşısında bütün askerler tedirginler.” Dedi Prens.

     Babasına ne kadar da benziyordu. Kahverengi gözlerini ve kumral saçlarını babasından almış, yüz hatlarını ise ölen kraliçeden almıştı.

     “Roy bu gece şatonun büyük balkonundan orduya sesleneceğim. En azından cesaretlerini yerine getimeliyiz.” Diye cevap verdi kral Andrê Markus. Roy bu cevaptan hiç de memnun değildi şaşkınlıkla babasına döndü.

     “Yoksa civar köylere göndereceğimiz orduyu göndermeyeceğimizi mi söylemek istiyorsun Baba! Ülkemiz korumamız geriyor. Bütün ülkeyi bırakıp, bu şatoyu koruyamayız!” dedi hiddetle Roy.

     “Bana karşı mı geliyorsun Roy? Hâla benim kral olduğumu unutuyorsun heralde. O kadar büyük bir orduya karşı koyamayız. Söyle diğer köyler kendilerini savunabildikleri kadar savunsunlar. Biz burada kalacak bütün gücümüzü kaleyi savunmak için kullanacağız.”

     “Bu acımasızlık Baba. Onca köylüyü yalnız başlarına bırakamayız.”

     “Alabildiğimiz kadarını kaleye aldık zaten. Diğerleri için üzgünüm.”

     “Gerekirse onları korumak için kendim ve emrimdeki birliklerle giderim Andrê Markus. Ve sen beni durduramazsın.”

     Kral hiddetle elini masaya vurdu. Nasıl krala karşı gelebiliyordu? Oğlu olmasa çoktan kellesini ellerine almıştı. Sonra Kral sinirlerini yatıştırmaya çalışarak:

     “Böyle bir şey yapmayacaksın. Aklın almıyor mu senin? Bütün ülkeyi savunamayız. Kara büyünün ordusu bizden kat ve kat daha büyük. Eğer bütün ülkeyi savunmaya kalkarsak yok oluruz. Ama kaleyi koruyabiliriz. Savaş bittikten sonra da eskisi gibi iskân etmeye başlarız.”dedi.

     Babasının dedikleri Roy’a ne kadar mantıklı gelse de vicdanı böyle bir şey yapılmasına karşıydı. Kendi kendine büyük bir iç çatışma yaşadıktan sonra mantığının sesini dinlemeye karar verdi. Kral haklıydı!

***

     Kralın konuşması askerleri fazla heyecanlandırmamıştı. Bu konuşmaları daha önce de dinlediklerinden yeni umutlar arıyorlardı.

     Karanlık ordu hızla yaklaşırken çevre köylerden akın akın insanlar geliyor ancak kalenin kapasitesi dolduğundan geri çevrilmek zorunda kalıyorlardı. Onlar için ne kadar da acı bir durumdu kim bilir? Çocuklarıyla yalnız başlarına ölümü beklemek…

     Ve sonra… Ölüm geldi.

***

     Karanlık ordu önlerine çıkan bütün köyleri yakarak ilerliyordu. Kadınları ve kundaktaki çocukları öldürüyorlardı. Bazen insanları canlı canlı yakıyorlar bazen de işkence çektirerek delirmelerine yol açıyorlardı.

     Etrafta yaptıklarıyla ilgili korkunç öyküler dönüyordu. Diğer köyler bu öyküleri duydukça korkuyor sığınacak yer arıyorlardı.

     Öyküler arasında neler neler vardı ki…

     Yaşlı bir adamın anlattığı göre karanlık ordunun şeytani askerleri Celendor’un kuzeyindeki bir köye baskın yapmış ve insanları diri diri aslanlara yem etmişlerdi.

     Başka bir köyde ise hamile bir kadını bir ağaca bağlayıp, kız mı erkek mi diye yazı tura oynamışlar sonra da kadının karnını yarıp bebeği çıkarmışlar.

     Korkunç çok korkunç olaylar oluyordu… Onlar insan olamazdı. Bu kadar korkunç şeyler yapacak kadar kötü, bu kadar iğrenç şeyler yapacak kadar iğrenç olamazdı bir insan. Zaten onlar adı üstünde şeytanın uşaklarıydılar.

***
     Havanın güzel olduğu bir günde pirinç borular kuzeyde ötmeye başladı. Gökyüzü karardı ve yağmurun habercisi olan bulutlar Celendor’un üstüne çöktü. Birkaç dakika sonra yağmur, kendisini bulutlardan kurtardı ve Celendor’un yeşil çimenlerine bereket getirmeye başladı. Yoksa şer mi demeli?

     Celendor kalesinin surlarından bakan, kırmızı pelerinli okçular kuzeyden gelen karanlığı görmüşlerdi. Karanlık giderek daha da yaklaştı ve en sonunda siyah pelerinli, siyah miğferleriyle uyumlu siyah zırhları olan binlerce kişilik karanlık ordu Celendor’un surlarına dayandı.

     Prens Roy’un işaret vermesini bekleyen okçulara, geçen dakikalar asırlar gibi gelmiş dizlerinin bağı çözülen bazılar yere düşmüştü.

     Karanlık ordunun yaklaşmasıyla her birinin kalbi korkuyla dolmuştu. Cesur kral Markus bile surlarına dayanan ordunun büyüklüğü karşısında şok oldu. Kendilerinden kat ve kat büyük bir ordu bekledikleri doğruydu ancak bu kadar büyüğünü hiçbir Celendor askeri tahmin etmemişti.

     Asır gibi geçen o dakikalardan sonra prens okçulara işareti verdi. Ve savaş başladı.

     Ateşli oklar surların üzerinden bir ok ordusu halinde karanlığın askerlerini vurmaya başladı. Kara askerler vücutlarının çeşitli yerlerine gelen oklar yüzünden yere düşüyordu ancak ölen askerlerin yerlerini, ordunun arka saflarından gelen askerler dolduruyordu.

     Kızıl oklar uçuşurken Kara orduya, Karanlığın askerleri athemeleriyle surlara ilerliyorlardı. Her on bölüğe iki merdiven düşmüştü ve merdiveni taşıyan askerler, hızla surlara merdiveni dayamaya çalışıyordu.

     Athemeli askerler yaklaşırken arkalarından oktan daha kısa olan iğneler surlardaki askerlere isabet edip, askerlerin teker teker surdan düşmesine neden oluyordu.

     Bu iğneler karanlığın acımasızlığının göstergesiydi aslında. Oklar kara çamdan yapılmış olan borulardan üfleniyor, isabet ettiği kişiye de ağır bir komaya sokuyordu. Böylelikle Celendor askerleri surdan düşüyor acı çekerek ölüyordu.

     Kral Markus etrafa emirler dağıtırken, Prens yanına geldi ve dehşetle:

     “Merdivenleri surlarımıza dayandı kralım. Eğer böyle giderse bütün ordu kalenin içine girecek.”dedi.

     “Merdivenler hemen yok edilmeli Roy. Emir ver bütün merdivenler yakılsın!” Sonra kral atlı süvarileri hazırlamak için kalenin içlerine doğru ilerledi.

     Merdivenler yakılmaya başlansa da bütün merdivenlere yetişilemiyordu. Karanlığın ordusu hızla yakılan merdivenin yerine yenisini dayıyor, sonra da surlara çıkmaya çalışıyordu.

     Ve karanlığın ordusu hızla surlara akın etti. Okçular kılıçlarını çektiler. Ve kısa athemelere karşı koymaya çalıştılar. Durum çok kötüydü. Kalenin içine girilmiş, okçuların üçte biri öldürülmüştü.

     Sonra daha kötüsü de oldu. Kara ordu büyülemiş oldukları mancınıklarla Celendor’a alevli kayalar atmaya başladı. Alevli kayalar Celendor’un içlerine düşüyor birçok binayı yakıp yıkıyordu.

     Her şeyin bittiğini düşündükleri işte o karanlık dakikalarda doğuda bir hareketlenme oldu. Ormanın ordusu yaklaşıyordu. Ama Celendor da umutlar daha da tükendi. Orman büyücülerinin kara orduya yardım edeceği düşünülüyordu ki doğudan akın akın gelen ormanın ordusu karanlığı bastırmaya başladı. Ormanın yeşil yakut armalı askerleri hızla athemelerini karanlığın askerlerine geçiriyordu.

     Orman büyücülerinin yardımı karşısında şok olan Celendor bir süre sonra gücünü yeniden topladı ve kanlı savaş hız kesmeden devam etti.

DEVAM EDECEK