1
Düşler Limanı / Bosphorus'da Var Bir Duman
« : 18 Ocak 2012, 14:21:50 »
Bölüm 1
THEODOSIUS LIMANI
Kaptan İbn Cübeyr’in gemisi Hınzıre mendireği geçerek limanın batı yakasında bulunan uzun, kemerli taş binaların önündeki iskelelere yönelmek isterken üzerine doğru hızla yaklaşmakta olan iki direkli bir roma ticaret gemisi ile burun buruna geldi. O efsanevi yapının küçük bir kopyası olan mermer deniz fenerini daha yeni arkada bırakmışlardı. Kaptan daha tayfasına halfa otundan yapılma istiralyaları çekip kare yelkeni iskele tarafına döndürme emri veremeden karşısındaki meslektaşının önce mizana yelkenini sancak tarafına döndürerek rüzgarı tam karşıdan alıp yavaşlamasını sonra da en öndeki artemon yelkenini iskele yönüne çevirerek geminin istikametini bir anda değiştirmesini seyretti. Mükemmel bir zamanlama ile yapılan bu hızlı manevra açık deniz seferlerine alışkın olan Cübeyr’in neredeyse kalbinin durmasına neden olacaktı. Gemilerin kemereleri birbirini yalayıp geçerken nefesini tutan adam son kalan parasıyla yaptığı cüretkar yatırımını limanın soğuk sularında kaybolmaktan kurtaran bu esrarengiz Romalı kaptana şükretti. Kısa bir süre sonra geride sadece çırpıntılı suyun üzerinde sallanarak ilerleyen Hınzıre’nin ahşap omurgalarının gıcırtıları kalmıştı.
“Bunların hepsi deli!” diye bağırdı yelkeni toplamaya başlayan Pasionus heyecanlı bir sesle.
“Çift dola!” diye cevapladı kaptan soğuk bir eda ile. Felaketle burun buruna gelmişken donup kalmaları canını sıkmıştı.
Limanın en batı ucunda küçük bir dere hiçbir denizcinin işine karışmadan yorgun bir gezgin misali limana kavuşmaktaydı. Ambarlara doğru ilerleyen çift direkli yelkenli kendisine bu dereyi komşu etmiş ilk iskeleyi hedef alarak yelkenlerini toplamaya başladı. Artık katamaranları ve kervanı oluşturan diğer Suriyeli yoldaşlarını arkasında bırakmıştı. Onlar gibi dev cüsseli olmadığından yükünü liman girişindeki dev sallara indirmesine veya kılavuz tekneleri beklemesine gerek yoktu ve doğrudan indireceği yeri seçebilirdi. Liman görevlileri üç gündür onları açıkta bekletiyordu. Liman devriyesi yapsın diye tersanecilerin elinden geçirilmiş küçük bir liburna ile gelip Hınzıre’yi incelediler ve yük manifestosunu detaylı bir teftişin ardından onayladılar. Bunu yaparken oldukça şaşırmışlardı çünkü bu sene ilk defa evrakta yazılı olanla bire bir tutan bir ticaret gemisi görüyorlardı. Akdeniz sularında ilk işine çıkmış olan İbn Cübeyr oldukça dikkatliydi bu şekilde göze batıp muhafızlar tarafından fişlenmenin ödülünü çok yakında alacaktı.
Sancak tarafındaki kıç dümeni ıskarmozunun yanında karanlık düşüncelere dalmış olan kaptan, Kızıldeniz ve Hindistan arasındaki yüksek karlı işlerini bırakıp da kendisini bu sulara sürükleyen rüzgarlara küfretti. Kaşlarını çatıp diğer tarafa baktı. Öyle ya, gelmeyip ne yapacaktı? Aden boğazındaki katran derili korsanlara kellesini teslim etmektense burada talihini kovalamak daha akılcıydı. Suriyeli tüccarlar “Buğdayı gemiyle kendisine getiren şeytanın kendisi dahi olsa Konstantiniye parasını öder ve alır” demişlerdi ve şu anda kadar Allah’ın da yardımıyla işler tıkırında gidiyordu. Tek zorluğu hiç alışık olmadığı, tayfanın hamsin ve şiluk dediği ve kuzeyden geminin pruvasına kırbaçlı bir canavar gibi saldıran rüzgarlar çıkarmıştı. Öyle ki, sadece ve sadece Dardanelles geçidinden Propontis’e girebilmek için küçücük bir ada olan Tenedos’da hava şartları uygun olmadığından 6 gün beklemişlerdi ve kendileri gibi orada beklemekte olan diğer kaptanların anlattığına bakılacak olursa daha önceki seferleriyle kıyaslandığında 6 gün hiçbir şeydi. Hatta bir çoğu yükünü Tenedos’daki ambarlara bırakıp rüzgarı da arkasına alarak Rodos’a doğru çoktan yola çıkmıştı.
Oysa kendisinin alışık olduğu rüzgarlar bambaşka bir dünyaya aitti. Her yaz başı Kızıldeniz’den güneye yelken açardı ve dört beş gün demeden Yemen’e varmış olurdu. O noktadan sonra rüzgarın esmesinde bambaşka bir sihir vardı. Mısırlı tefecilerin, tüccarların ve gemi sahiplerinin sandığının aksine binbir tehlike ile dolu olan sahil yolunu izlemez, yelkenleri musallabe ederek doğrudan kendisini Hindistan kıyısına savuracak olan hırçın rüzgarları arkasına alırdı. Üç dört ay sonra biber, zencefil, yakut, akik, fildişi yüküyle geri dönme zamanı geldiğinde sihir bu defa tersine döner, kıyıdaki bütün tehlikelerden fersahlarca uzakta açık denizden son hızla Tell el-Amarna’nın yolunu tutardı. Şimdi değişim bin bir güçlüğü beraberinde getirmişti ve çat pat bildiği Rumca başına bir iş açmasın diye dua ediyordu.
Vardıkları liman Constantinople yarımadasının batı yakasında, Theodosius’un inşa ettirdiği o muazzam surların denize kavuştuğu bölgedeki Lykos deresinin oluşturduğu küçük deltanın önünde başlıyordu. İnşa edilen dalgakıran ve mendireğin limaniçi tarafından akarak tatlı su ihtiyacını da karşılayan bu dere hayati bir öneme sahipti. En uç noktasında güvenlik için quastor ve prafectus subaylarının da mesai yaptığı kulenin bulunduğu taş mendireğin doğudan batıya doğru uzanarak yüzlerce gemi için korunaklı bir alan oluşturması sağlanmıştı. İnşa edildiği dönemde hızla büyümekte olan yeni bir başkentin sonu gelmez ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan liman, tıpkı sırtını yasladığı şehir gibi kısa sürede doğu Akdeniz topraklarının en meşkul ticarethanesine dönüştü.
Hınzıre, ismine yakışır yuvarlak hatlara, eritilmiş balmumuyla parlatılmış bir gövdeye ve vasatının hemen altında koruyucu kurşun levhalara sahipti. İskenderiyeli tersanecilerin Tyre’den getirttiği ucuz köknar ağacından biçilen bu kaplamalar çam ya da sedir kadar dayanıklı olmasa da hünerli bir kaptana belki de oğluna miras kalana kadar yıllarca hizmet edebilirdi. Bununla beraber geminin ortasındaki çanaklıktan yükselen ve yeri geldiği zaman sökülüp çıkarılabilen direğin en pahalı sedirden yapıldığını her denizci bir bakışta söyleyebilir. Rüzgara karşı işini şansa bırakmak istemeyen kaptan bu uzun ve kalın kütüğü serenleri ile beraber kendisi seçmişti. Bu güçlü mizana direği donanımını hemen baş bodoslamanın olduğu tarafa doğru akçaağaçtan yapılma küçük bir trinketa direği destekliyordu. Bu direkteki üçgen latin yelken uzun çapraz sereni, istiralya ve palangaları sayesinde rüzgarı daha çok yönden toplayabilse de daha küçük olduğundan sadece bir yardımcıydı. Direklerin hazırlanmasının ardından bir hafta süren uzun pazarlıklardan sonra çeyrek nomismata ödeyerek alum taşı suyunda bekletilmiş ketenden yelken bezlerini ve on iki tane ahşap kaplamalı demir çapayı Petralı bir tüccardan aldı.
Ancak denize açılma mevsimi çoktan gelmiş olmasına rağmen geminin inşası bir türlü bitmiyordu. Ya baş marangozun dediğini yapıp her on kalastan yedisi telef edilirken ayların akıp gitmesini ve kendisinin iflas edişini seyredecek ya da ipleri eline alacaktı. Tehlikeli bir karar aldı. Gemi gövdesini oluşturan kaplamaları dişi erkek geçmelerle birbirine tutturan işçilere kemereyi döndükten sonra ilk önce omurgayı kurmalarını ancak ondan sonra kaplamaları zıvana kullanmadan sadece omurgaya çakarak tekneyi tamamlamalarını istedi. Hayatlarında ilk defa böyle bir emir alan işçiler çok şaşırdı. İsimleri kötüye çıkmasın diye kalafat ederken talimar tarafında ve lombarlarda dahi iki katı zift kullandılar. Yine de iş beklenenden iki hafta erken bitti ve Hınzıre İskenderiye limanının doğu ucundaki o eski kütüphane meydanına bakan iskeledeki yerini aldı.
Zor olsa da şimdi o bütün koşturmacanın karşılığını alıyor gibiydi. Yaz ortasında serin bir Constantinople sabahı bir elinde iskele halatı diğerinde quastor subayının verdiği, üzerinde taştan çift başlı kartal oyma fişi ile mısır ve buğday yüklü gemisinden taş iskeleye atladı. İskenderiye’den yola çıkalı tam yetmiş beş gün geçmişti.
Arkasına baktığında ilk defa limanın ne denli yoğun bir güne başlamış olduğunu gerçek anlamıyla ilk defa fark etti. Limanda her türden gemi vardı. Kürekli savaş dromonaryaları ve yelkenli ticaret gemileri bir aradaydı. Geniş ve yuvarlak gövdeli yelkenlilerden bazıları açevela gönderli olsa da çoğunluğu yeni yeni bu sularda görülmeye başlamış olan sübye armalı, iki kıç dümeni olan, Arapların karabi, qarib veya tarida dediği tek veya çift direkli latin üçgen yelkenlerdi. Bazılarında mecbur kalındığında kullanılmak için düşünülmüş kürek donanımı ve gabya yelkenleri de vardı. Ancak ne donanıma sahip olurlarsa olsunlar rüzgar altında düşmeleri, yani rotadan sapmaları engellenemiyordu. Zira bu gemiler hayatlarını Anadolu’nun batısı, Kiklat Adaları veya Khios Adası rotalarından kuzeye çıkarak kazanmaya çalışırlardı. Bu da ters rüzgarlara karşı hayat boyu süren bir boğuşma demekti.
Cübeyr subaylar eşliğinde çuvalların tek tek indirilmesini denetledi. Magestreden altınlarını alıp, evraklarını mühürletip liman ödemesini tamamladı. Ardından yanına Pasionus’u da alarak gemiye yemeklik malzeme almaya gitti. Limanın uzak bir köşesinde dik bir yokuşla Aziz Demetrius meydanına çıkan dar sokaktaki bir hana geldiler. Pasionus buradaki hancıyı tanıyordu uygun fiyata işlerini görebilirlerdi.
Kırmızı tuğladan yapılmış iki katlı ve kiremit çatılı han ortasında bir kuyunun da bulunduğu avlusu ve dışarı doğru kafesli çıkıntıları olan küçük balkonlarıyla civardaki evlere benziyordu. Hemen yanında halka ekmek dağıtma görevini yerine getiren anoni fırınının önünde büyük bir kalabalık vardı. Aralarından geçip avluya girerek hancı ile selamlaştılar.
“Kalimera!” dedi hancı insana güven veren bir sesle.“ ve konuşmaya başladılar. Erzak listesi kısaydı; ekmek, yeşil sebze ve meyve. Kısa bir süre sonra hancının adamlarından birisi Cübeyr’in ihtiyacı olan malzemeleri almak için ambara koşturdu. “Siz de içeri geçin de mideniz doğru düzgün bir yemek görsün artık, ballı phungis var” dedi hancı onları içeriye doğru yönlendirerek. Cübeyr bu kelimeyi bilmiyordu. “Ballı mantar…” dedi Pasionus, “Bunu çok özlemiştim, evde olmak çok güzel.” Hayalini kurduğu çömlek kababından ne kadar uzak olduğunu anlayan Cübeyr yüzünü ekşiterek, oyulup ateşle yakılarak işlenmiş Sptephanos Hanı levhasının altından geçti.
İçerisinin yolda durup göz attıkları bütün hanlardan farklı olmasının nedeni müşterileri idi. Genç denizci kaptanına “Burada liman taburunun askerleri olmaz. Daha çok senin gibi yabancılar gelir buraya. Fazla da kalmazlar.” diye açıkladı. Ardından geniş salondaki kirli masalardan birine oturup ballı mantarlarını sipariş ettiler.
Bölüm 2
AZIZ DEMETRIUS BULUŞMASI
Asparuh ince siyah kumaştan keşiş elbisesi ile kendini gizleyip akıncılarını da handa bırakarak saray muhitinde bir keşfe daha çıktı. Kukuletasını kafasına geçirdi ve tunçtan haçını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde boynundan aşağı sallandırdı. Aksanını sorun etmiyordu. Ortalıkta dolanan bu kadar Ermeni papaz varken değil. Sadece dikkat çekmeden saray planını bir kez daha gözden geçirmek istiyordu. Her şey planladığı gibi giderse zaten buna gerek kalmayacaktı.
Önünde sıra sıra kemerleri yükselen devasa hipodrom duvarının önündeki taş yoldan yürüdü. Ardına kadar açılmış iki kanatlı büyük tunç kapıdan geçerek saray bahçesine girdi. Khalke denen bu yolun hemen ilerisinde alçak bir duvar ile gizlenmiş mozaik kaplı başka bir yol daha vardı. O yol sadece ve sadece imparator tarafından kullanılır ve onun hipodromdaki özel locasına açılırdı. Yolun hemen ilerisinde solda Ayestafanos Kilisesi yükseliyordu. Ayasofya’ya nazaran çok daha sade olan bu yapı Daphne Sarayı ile bitişikti ve patriğin günlük işlerini yaptığı yerdi. Kafasında bütün planı tekrar gözden geçirdi. Kanının kaynadığını hissederken cesareti arttı. Kilisenin içinden geçerek Daphne Sarayı binalarının olduğu büyük bahçeye girdi. Kalabalık bir anda arttı. Bir kişiye en az on beş köle düşüyor olmalıydı. Bu üç katlı, geniş pencereli sarayın orta yerinden Ekhrysotriklinikum’a mermer sütunlu bir kapıdan geçilebiliyordu. Orası taht odasıydı. Üç merdiven basamağı kullanılarak biraz yükseltilmiş olan som altından tahtın üzerinde yanlış hatırlamıyorsa İsa’nın bir ikonası vardı ve bu resmin hemen altında kralların kralı yazıyordu. Orada sadece bir kere bulunmuştu ama yeterliydi. İmparatorluk muhafızları boş odada nöbette olmalıydılar. Hızlı adımlarla taht odası binasını geride bırakıp fildişi kapıdan geçerek sekiz köşeli bir yapı olduğu için oktagon ismiyle bilinen imparatorun çalışma odasına yaklaştı. Burada meşe ağacından dev masaların üzerinde tomarlar halinde parşömenler itina ile sıralanmış, mürekkep kutuları ve renk renk tüyler ihtiyaç anında kullanılmak üzere bu parşömenlerin yanına düzgün bir sırayla dizilmiş olurdu. Ancak acelesi vardı. Durup da etrafını izleyerek dikkat çekecek değildi. Hızlıca yoluna devam edip oktogonu tribunala bağlayan kısa yola çıktı.
Tribunal denen açık hava müzesinde geçmiş zamanların bütün kahramanlarına dair gösterişli heykelleri gördü. Aziz Michael, Christopher, Justinian, Constantine de dahil hepsi buradaydı ve en tepede Ephesus’dan getirildiği söylenen dört büyük tunç at onları seyrediyordu. Tribunalin etrafında dizilmiş vaftizhane, sigma ve Aziz Theodoros Kürsüsü gibi yapılar da yine fazla yüksek olmayan, keskin hatlı basit binalardı. Kafasındaki planda bütün binaları tek tek yerlerine koydu. En ileride, doğu yakasında kılıç eğitimi yapmakta olan askerleri gördü ama o yöne gitmeye niyeti yoktu.
Ters istikamete, Magnaura Sarayı bölgesine doğru yürümeye başladı. Bu, bin bir özenle hazırlanmış bahçelerin içinde inşa edilmiş irili ufaklı yemek salonlarının arasından ilerlemek anlamına geliyordu. Bacalar sanki içeride büyük bir yangın varmışçasına hararetle çalışıyordu ve belliydi ki bu aşçılar kendi babasına yeri geldiği zaman fidye olarak verilen karabiberi hiç acımadan kullanıyorlardı. Yemek salonlarının bittiği yerde Magnaura Sarayı’na girmek yerine bayır aşağı denize doğru yürümeye başladı. Sağa baktığında sarayın Arap tarzında inşa edilmiş zifaf odası köşesini, hamamını ve daha ilerideki iki katlı bir taş bina olan prens ve prenseslerin doğduğu Erguvan Sarayı gördü. Uzaktan da olsa sarayın o bölümünü görmek öfkesini canlandırdı. Geçen her an kaybetmeye biraz daha yaklaştığı anlamına geliyor olsa bile durup da orada bir delilik yapacak değildi. Basit bozkır kuralı; en doğru an gelene kadar avını izle.
Bayır aşağı yoldan ilerleyip ipek tezgahlarına yaklaşınca kalabalık daha da arttı. İleride şahinlerin bakımını yapmakta olan kara tenli bir adam gördü. İmparatorluk askerlerinin altın, tunç, bakır, gümüş yüklü çuvallar taşıdığı bir bina vardı. Daha batıda asmalarla çevrili bir başka binada havan döven, kurutulmuş otları toplayan, özel oklara tüy takan ve mızrakların dengesini sınayan eller gördü. Kaç bin kişi olduklarını anlamanın güç olduğu saray kölelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Polo taylarını kaşağılayan, av köpeklerini ve garip uzak diyar hayvanlarını besleyen kadınlar gördü. Artık iyice deniz surlarına yaklaşmıştı ve imparatorluğun çeşitli yerlerine şifreli mesajlar göndermek için kullanılan Pharos Feneri daha net görülebiliyordu.
O noktadan sonra kör insanların diyarı denen Kalkedon’a son bir bakış atıp bayır yukarı yürüdü. Bir yandan da yer altındaki zindanların karmaşık örgüsünü gözünde canlandırmaya çalışıyordu. Baktığı binalar ile mahzenler ve tüneller arasındaki bağlantılar kafasında iyice şekillendi. Constantin Forumuna çıkarken kalabalığın hipodrom oyunlarını ilan eden bir yaygaracının etrafında toplandığını gördü. Dünya yanıp yıkılırken tek derdi kırmızıların mı yeşillerin mi yoksa mavilerin mi kazanacağı olan bu fare sürüsüne tiksinerek baktı. Şu an umurunda olan tek renk imparator togasının erguvanıydı ve çok yakın bir gelecekte hepsini kana boyamaya ant içmişti.
Günün geri kalanını hanlarda kendisine yardım edebilecek bir kaptan arayarak geçirdi. Bu defa önceki günlerden farklı olarak bir tüccar değil din adamı görünümündeydi. Karadeniz sahiline kurulmuş misyoner bir manastıra kendisini taşıyacak bir gemi arıyordu. Bu da işini oldukça kolaylaştırdı. Olumlu cevaplar almaya başladı. Elbette cebindeki nomismataların da buna katkısı büyüktü. Yine de henüz emin olamıyordu. Yorgunluğunu alacak sıcak bir yemek için Aziz Demetrius yokuşunun limana dönen köşesindeki hana girdi. Bir süre sonra tabağında kalan kemikleri sıyırırken içeriye birinin yunan diğerinin de arap olduğuna kalıbını basabileceği bir ikilinin girdiğini gördü. Sessizce onları dinlemeye koyuldu. Müslüman bir kaptanın kafasındaki için biçilmiş bir kaftan olabileceğini düşündü. Buranın dilini pek iyi bilmemesi de yararına olabilirdi. Anladığı kadarıyla gemi birkaç gün boş olacaktı. Bu fırsatı kaçırmak istemediğini hissederek adamlara yaklaştı.
Konuşma başlar başlamaz Asparuh adının Posionus olduğunu öğrendiği yunanın aklını çelebilirse işinin kolaylaşacağını anladı. Keseden çıkan ilk altının Tripoli doğumlu bu orta yaşlı denizcinin gözünde yarattığı parıltı adamın geçmişi hakkında da pek çok ipucu vermekteydi. Asparuh’un gözünden kaçmayan o bakışın anlattığı pek çok hikaye vardı.
Posionus’un Tripoli’ye atla iki gün mesafedeki denizci köyüne Likyalı korsanlar dolunayın aydınlattığı bir gecede baskın yaptığında genç balıkçı henüz on yedi yaşındaydı. Korsanlar şafak sökerken eski savaşların ganimeti thallamites kürekleri çıkarılmış tunç mahmuzlu bir triremeye köyün bütün gençlerini istifleyip beş gemilik donanmaları ile Corsica’ya yelken açtılar. Bu güneşin altında aylarca taş kırdıkları adada çaresizce köylerinden gelecek fidyeyi bekledikten sonra gelen giden olmayınca Messina boğazı rotasını kullanarak Kefelonya üzerinden Pireus limanına götürülüp satıldılar. Kendisini satın alan adam yıllanmış bir dolandırıcıydı ve akdenizin her limanında kellesine ödüller konmuştu. Kısa süre sonra zekasını kanıtlayınca sahtekar Dacius’un yeni yüzü olarak liman liman dolaşmaya başladı. Sistemleri oldukça pratikti. Önce kendilerine ait olmayan bir yükü sahte belgelerle bankerlere gösteriyor, dönüşte getirecekleri tahılı vaad ederek drahmileri alıyorlardı. Bu altınlarla amforalar dolusu garum ve şarap alıp anlaştıkları kiralık bir kaptan ile genellikle Grit’in güney sahilini izleyerek Corsica, Marsilya veya İskenderiye’ye götürüyorlar ve kendilerini bekleyen hevesli tüccarlara satıyorlardı. Pireuslu tüccarların damgalarını taşıyan amforalarda Khios, Samos ve Rhodos şaraplarını satmaktan daha kolay bir şey yoktu. Ardından hiç vakit kaybetmeden bu vardıkları limanda yine kendilerine ait olmayan bir yükü talihsiz bir bankere yine onaylatıp gemiye küpler dolusu tahılı yükleyip dönüş yoluna koyuluyorlardı. Görevin bitirici darbesi hep bu geri dönüş yolunda inerdi. Gizlice lombarlardan aşağı süzülen Posionus sintineye inerek testere ve keskilerle son yolculuğuna çıkmış olan yelkenlinin kaplamalarında bir delik açıp gemide paniğin başlamasını beklerdi. Ardından yapılması gereken tek şey genellikle işin içinde bulunan kaptanla beraber Pireus ya da o sırada hangi limanda iş yapıyorlarsa oraya dönüp denizin dibini boylamış olan yük için ağlayıp sızlamaktı. Gelmesi gereken yüke bir servet bağlamış olan çaresiz bankerler Rodos Deniz Yasası’na göre ne kıllarına dokunabilir ne de zararlarını tazmin edebililerdi. Bankerlerden aldıkları para batırdıkları yükün ve geminin değerinden en az on kat fazla olurdu. Beş sene sonunda efendisi Dacius’un emri ile batırdığı gemi sayısı on ikiyi bulmuştu ve artık iyice bilinen bir sima olmaya başladığından emekliliği gelmişti. Emeklilik, sadece yeni görevler için.
Asparuh’un teklifi Posionus’a çok cazip geldi. Bu cazibe kafasındaki tilkileri saklandıkları yerden tekrar yeryüzüne çıkardı. Kaos kokusu alıyordu. Bu gemiye el koyup kaçırmak için beklediği fırsatı yaratabilirdi. “Bu çok kolay bir iş” dedi rahat bir tavırla Cübeyr’e. “Tek yapmamız gereken şey beşinci günün şafağında bu adam ve arkadaşlarını batıda yarım günlük mesafedeki Bisanthi limanına götürmek, sonra geri dönüp işimize devam ederiz. Bu fırsatı kaçırmayalım”.
BÖLÜM 3
TÜNELLER
Yeni kurulmuş latin mahallesindeki Aziz İrene’nin çanları gece yarısı ayini için çalarken on adam Galataya bakan ve Prosphorion Limanı diye bilinen küçük kuzey limanında hızlı adımlarla ilerleyip demir mazgalları buldular. Bir tanesi güçlü kollarıyla geniş bir mazgalı yerinden çıkarıp suya bıraktı. Lağım tünelinin Altın Boynuz’a kavuştuğu tünelden bellerine kadar gelen suda ağır ağır ilerlemeye başladılar. Tünel birinci sınıf bir özgür taş ustasının elinden çıkma yuvarlak ve pürüzsüz hatlara sahipti. En önde giden Barçan bir meşale yaktı ve efendisi Asparuh’a döndü.
“Beyim ne taraftan?”
“Sağdan gideriz. Örme duvar bitip kayanın başladığı yeri arıyoruz.”
Yankılanan seslerin tembel bir nöbetçinin kulağına ulaşmasından korkarak devam ettiler. Su seviyesi azalmaya başladı. Özenle kesilmiş taşlar yerini toprak ananın sabırlı ellerinden çıkmış kayalara bıraktı.
“Burada tavan çok yukarıda ve yukarı tırmanıp yandaki tünele geçit arayacağız.”
Haritasını inceledi. Asparuh’un el işareti ile çocukluk arkadaşı ve sadık yoldaşı Karluk öne çıkıp yukarı doğru kancalı bir halat attı. Birkaç denemeden sonra ip yukarıya sağlamca tutundu ve ardından adam bir elinde meşale ile ipten destek alarak yukarı tırmandı. Nemli kaya kaygan olsa da sahip olduğu girinti ve çıkıntılar adamın yukarı varmasına yardım etti. Vardıktan sonra emniyete sekizli bir düğüm atıp tek tek herkesin yukarı çıkmasını sağladı. Kayanın tepesinde batı istikametine doğru yeni bir tünelin başladığını ve daralarak devam ettiğini gördüler. İncecik bir su buradan yol bulmuş geldikleri yöne doğru sessizce akmaktaydı. Önce durup sessizliği dinlediler. Duyulan tek sesin uzaklarda yankılanan bir su damlasa ait olduğundan emin olduktan sonra tek sıra halinde devam ettiler. Öncü olarak en irileri olan Tanyu gidiyordu. Bir süre sonra geçit o kadar daraldı ki yoğun su sesini duydukları yere kadar sürünerek ilerlediler.
“Bu şelaleyi biliyorum. Büyük sarnıca yaklaşmış olmalıyız. Oranın uzağından geçip Ayasofya’nın altına yönelmeliyiz.”
Süründükleri tünel daha yukarı seviyedeki geniş bir yola açılınca rahat bir nefes aldılar ve şelale sesinin aksi istikametine devam ettiler. Burada iki kişi yan yana gidebiliyorlardı ve tolgalarını yukarı çarpmamak için başlarını hafifçe eğmeleri yeterliydi. Bir süre sonra havadaki nem ve küf üzerlerine çöktüğünden nefes almakta zorlanmaya başladılar. Yer yer daralıp alçalan kayalar da işlerini iyice zorlaştırmaya başlamıştı. Asparuh’un Theodoros Kürsüsü ile Ayasofya arasında olduğunu düşündüğü küçük bir yer altı salonuna gelince durup haritaya son bir kez göz attılar.
“Beyim, doğuya doğru garip bir tünel daha var?” dedi Aprançur şaşırmış bir sesle, sesindeki tereddüt hayra alamet değildi.
“Bana bu haritayı veren dost safsatacı değil saraya yakın güvenilir bir adamdır.” diye çıkıştı Asparuh fısıldayarak. Haritanın sahibi Kallinicos’dan bahsediyordu.
“Ben de en çok saraya yakın olmasından korkuyorum ya beyim..”
O noktayı çoktan arkasında bırakmış olan Asparuh çaylak akıncıyı duymazdan geldi.
“Keşif sırasında o tarafa doğru giden tünelleri hep kapalı bulduk. Kallinicos o yolun boğazın altından geçip on iki adaya çıktığını söylüyor. Lakin bizim işimiz bu tarafta” diyerek parmağı ile karmaşık tünellerin Theodosius Limanına çıktığı yolu gösterdi. Ardından sessizce bir sonraki dehlize doğru ilerlediler.
Şafak, sabah yıldızına doğru son hızla uçan bir şahinmişçesine hızla yaklaşıyordu. Yanlış yönlere girdiler, zaman zaman kaybolup daireler çizdiler. Nihayetinde haritadaki yer altı suyunu bulduklarında hedefe artık bir nefes kadar yakınlardı.
Ayasofya ile Hipodrom arasındaki bu gölet önlerindeki son engeldi. Bu suyu da aştıklarında zindanlara ulaşmış olacaklardı. Şansları da yaver giderse tek bir ses çıkmadan işi bitirebilirlerdi. En iyi yüzücüleri Tuna beline doladığı uzun halatın bir ucunu kayaya bağlayıp suya girdi, elinde meşale ile bir süre ilerleyip suyun bittiği yeri buldu ve ipin diğer ucunu da emniyete aldı. Sırayla sudan geçerlerken yanındaki metal topları kesinlikle suya değdirmemesi gerektiğini hatırlayan Asparuh geyik derisinden çantayı yukarıda tutmaya özen gösterdi. Sudan çıktıktan sonra yukarı doğru kıvrılan yol artık hipodromun zindan bölgesiydi. Palalarını, kamalarını gözden geçirip kısa yaylarına ip gerdiler. Artık sadece el hareketleri ile anlaşmaları gerektiğinin farkında olan adamlardan en sessiz adımlara sahip olan Batu toprak zeminli tünelden yukarı doğru hızlı adımlarla gözden kayboldu. Kısa süre sonra döndü, elinin tersini gösteriyordu, temiz. Batu bu defa yanına Tuna ve Aprançur’u da alarak tekrar keşfe çıktı. Bir süre sonra döndüklerinde sırtlarında bir de muhafız taşıyorlardı. Adamı sessizce yere bıraktılar. Beline asılı demir bir çembere dizili yirmi kadar anahtar vardı, çemberi kesip aldılar. Batu fısıldayacak cesareti buldu.
“Uyuyordu. Şimdi daha derin uyuyor.”
Adamın ayaklarını kolları ile sırtında birleştirip o düğümü bir ilmekle boğazına sardıktan sonra ağzını da sıkıca kapattılar. Yukarıya doğru yürüyüşe geçtiler. Bir süre sonra geldikleri noktada ileride duvara vuran meşale ışığını görebiliyorlardı. Ortadan kaybolmuş olan Batu tekrar çıkıp geldi. Çevik izcinin fısıldaması daha cesaretliydi.
“Salonlar başlıyor. Büyük demir kafesler uyuyan mahkumlarla dolu. En az yirmi kişi var derim. İhtiyar bir tanesi beni gördü, gülümsedi, hiç ses etmedi. Tersten geldiğimiz için bu tarafta muhafız yok. Dışarısı asker kaynıyor gök görsün, kızıl aksın.”
“Gök görsün, kızıl aksın.” diye tekrarladı Asparuh, sesindeki heyacanı kontrol edememişti.
Kafeslerin olduğu büyük mağaraya sadece iki kişi girdiler, Asparuh ve Batu. Duvarda asılı ve sönmeden kalmış sadece bir meşale vardı. Loş ışıkta parmaklarının ucunda yürüyerek kafesleri incelediler. Yer yer ölmek üzere olan bir adamın inleme seslerini duyuyorlardı. İhtiyarla karşılaştılar, ayağa kalkmış, umutla onlara bakıyordu. Merak etmeyin hiç ses etmem, ne olur beni de çıkarın der gibiydi. Asparuh ona umut veren gözlerle bakıp, sol eli ile bekle anlamına gelen hareketi yaptı. İhtiyar anlayıp çaresiz tekrar oturdu, başı ile onları takip ediyordu. Bu sırada Batu çoktan çıkış kapısının yanındaki kafese varmış Asparuh’u el işareti ile çağırmaktaydı. Asparuh tek kişilik demir hücrenin yanına gelince korkunç manzara ile karşılaştı.
Kadının yeşil binici elbisesi kurumuş kandan koyu kırmızıya boyanmıştı. Yanak, çene ve burun kemiklerinin kırık olduğu belli olan yüzü mor ve kırmızı şişliklerden tanınacak halde değildi. Saçları fazla keskin olmayan bir hançerle diplerinden kazınmış olmalıydı. Kabuk bağlamış başını sarıp sağ kulağını kapatan bir sargısı vardı. Gögüs kafesi inip kalkmasa ölü olduğundan emin olabilirlerdi. Yavaş ama düzenli bir şekilde nefes alıyordu. Asparuh elini ısırdı. Kapıdan dışarı koşup bütün şehri kesmek istiyordu. Bunun bilincinde olan Batu, adam kontrolünü kaybetmesin diye bir yandan içinden dua ediyor diğer yandan anahtarları deniyordu.
Az sonra kadının dağılmış bedenini sırtına alan Asparuh geldikleri tünele doğru yürümeye başladı. Geldikleri yer altı gölü tarafına doğru hafif bir rüzgar esiyor, nefes almayı daha kolay hale getiriyordu. Tekrar ihtiyarın yanından geçtiler. Adamın gürültü yapmasından da çekinen Asparuh bir kişi eksik veya fazla olmanın da pek bir şey fark ettirmeyeceğini düşünerek Batu’ya işaret etti. İhtiyar yaralı bir kedi misali kafesin kapısının dibine sinmiş, aralanır aralanmaz dışarı sıçrayacakmışçasına dikkat kesilmişti. Batu kapıyı aralar aralamaz kafesteki diğer beş adam hareketlendi. Gözlerinde en ufak bir uyku kırıntısı yoktu. Gürültü yapmaktan da çekinen mahkumlar vahşi hayvanlar gibi genizlerinden gelen ilkel bir sesle tısladılar. Ya konuşmayı unutmuşlar ya da yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide akıllarını kaybetmişler diye düşündü Asparuh. Batu ile göz göze geldi. “Gök görsün kızıl aksın.” der gidiydi korkmuş gözleri. Mahkumlar peşlerine takıldı ve grubun geri kalanının yanına doğru ilerlemeye başladılar. On adım atmışlardı ki ustaca ayarlanmış bir ok salvosu bütün mahkumları yere serdi. Saçları örgülü Karluk öne sıçrayıp can cekişen üç tanesinin gırtlağını üç seri hareketle kesti. Diz çöktüğü yerden sert bakışlarla bir süre Asparuh’u süzdü. Tek bir kelime etmesine gerek yoktu. Çocukluğundan beri sayısız defa kağanın en büyük oğlu Asparuh’u kurtarmış veya arkasını toplamıştı. Bu ne ilk ne de son olacak diye düşünmeden edemiyordu.
***
Kağan Kubrat oğlu Asparuh Dinyeper boylarındaki bir yurtta doğduğunda kabile yüz yıl süren büyük yürüyüşüne devam etmekteydi. Yirmi yıl sonra kırk bin Bulgar Tuna’nın güneyine indiğinde genç Asparuh kılıcını çekip verimli yeşil ovanın ortasına saplamış “Burası benim vatanım!” diye bağırmıştı. Hızlı akan kanı söz konusu bereketli toprakların Bizans mülkü olmasını kendi sorunu olarak görmüyordu, ileri doğru atacak bir adımları dahi kalmamıştı. İmparatorluğun yaklaşımı onları oldukça şaşırttı. Bu topraklarda istedikleri gibi yerleşip yaşayıp çoğalabilirlerdi. Yeter ki savaş boruları çaldığında sancak çekip kılıç kuşanıp güneye at sürsünler. İlk yıllarında Asparuh imparatorun özel koruma birliğinde görev yaptı. Magnaura Sarayı ovucunun içi gibiydi.
O sırada bir gün imparatorluk veliahtı genç Constantin onu yanına çağırdı. Güneye, Likyaya yapacağı yolculuk için onun korumasından yararlanmak istiyordu. Karluk, Barçan, Batu, Tuna ve Aprançur’u da yanına alarak Constantin’in koruma taburuna katıldı. Yanlarında uzak diyarlardan mür, fil ve gergedan dişinden süsler, afrika esansları, erguvan kumaşlar, karabiber, zencefil ve daha hayatlarında ilk defa adını duydukları bin bir hediye ile yola çıktılar. Asparuh geleceğin imparatoriçesini Constantinapolis’e götürmek için düzenlenmiş olan seferde kalbini adına saray ozanlarının şiirler yazdığı bu kadına kaptıracağını asla bilemezdi. Altın kafesindeki parmaklıkların arasından kalbine şakıyacak o ardıç kuşunun söylediği şarkılar kalbini dağladı. Onu dağlardan aşırıp Tuna’ya salacaktı söz verdi. Ardıç kuşu onu dinledi ve elini tuttu “Dün gece yıldızları gördüm, tek boynuzlu at kadim boğaya bakıyor, çömelmiş aslan onları izliyor”.
Daha şafak sökmeden aslan işlemeli zırhını giymiş Constantin Asparuh’u yakasından tutup arenanın zindanına attı. Ardından adil olmayan bir düello ile Bulgar akıncısını al aşağı edip bir de utanmadan büyüklüğünün göstergesi olarak onu bırakıp azad etti. Oysa orada onu ölümden koruyan tek şey Kubrat Kağan’a duyulan korkuydu.
Yenilmiş ve aşağılanmış bir vaziyette tekrar kuzeye, Tuna boyuna çıktılar. Lakin Asparuh ertesi sene Constantin taç taktıktan sonra keşiş cübbesi içinde Constantinapolis sokaklarında tekrar boy göstermeye başladı. Ardıç kuşunu tekrar buldu ve kuş tekrar ona şarkılar söyledi “Yıldızlar” diyordu yine sesi tarifsiz bir korku içinde “Ejderha alçak uçuyor ve aslanın peşinde bu gece.” Gözleri dolunaya bakıyordu “Çan kulesinden gözleyenler var.”
Asparuh altıncı günün şafağında Felippe yolunda ardıç kuşu ile buluşmak için sözleştikleri yere geldiğinde kanlar içinde otuz altı ceset buldu. Çan kulesinden gözleyenler ardıç kuşunu yakalayıp Constantinapolise geri götürmüşler ve Hipodrom zindanlarına kapatmışlardı.
***
Şimdi bu gece, yüz binler yüzeydeki derin uykularına devam ederken yer altı tünellerinden batıya doğru devam ettiler. Kısa bir süre sonra yanyana kurulmuş iki küçük askeri liman olan Sophia ve Kontoskalion limanlarını arkalalarında bırakarak Theodosius Limanı’nın tüccarlarıyla ünlü yahudi kapısına vardılar. Buradan Meyrelaion kilisesine doğru çıkan yoldan sokağa girmenin mümkün olduğu bir kanalizasyon tüneli vardı var olmasına ancak geminin kendilerini beklediği Aemilianus kapısına kadar gitmek istiyorlarsa limanın içinden geçmekten başka çareleri yoktu. Limana dökülen o uğursuz dere limanın batı kapısına doğru giden tünelleri bıçak gibi kesmişti.
Birer birer silahlarını bırakarak limanın alacakaranlığa süzüldüler. Ardıç kuşu Asparuh’un sırtında, halen kullanabildiği sol gözünü araladığında ilk gördüğü şey sabah yıldızı oldu “Ah, Apollo...” diye inledi.
BÖLÜM 4
LİMANDAN ÇIKIŞ
“Bu rüzgar hiç hayra alamet değil” diye söylendi Cübeyr zeytin çekirdeği çevirdiği dudaklarının arasından. Sabahın bu erken saatlerinde meltem esmesini beklerdi, böyle hırçın bir günbatısı değil. “Ne denizini anladım ne de rüzgarını zaten” diye cevapladı sonra kendi kendine, meraklı gözleri tüccar kolanlarında. Pasionus sessizdi. En büyük korkusu işler umduğu gibi gitmezse kaptana söz geçirememekti. “Acaba güneyden ne haberler vardır” diye konuyu değiştirdi yunan. Eli kulağında kopmak üzere olan savaşı kastediyordu. Bütün donanma yaklaştığı rivayet edilen Arap istilacıların gemilerini karşılamak üzere Propontise açılalı bir haftayı geçmişti. Geride sadece günlük işlerin sorunsuz yürümesine ancak yardım edebilecek kadar kadırga ve yelkenli bırakmışlardı. “Alexiamus bu rüzgarı arkasına alıp seninkilerin üstüne kürek çektiriyordur belki” diye ekledi yaşlı gemiciyi kızdırmak için.
“Darül islamdan çıkıp darül harba yelken açarsan kurda kuşa yem olursun”. Uzun beyaz sakalıyla oynarken düşünceli bakışları etrafı gözlüyordu. Etraf her ne kadar sessiz olsa da telaşlı bir güne erken başlamak isteyen pek çok tüccar yanına aldıkları adamlarla boy göstermeye başlamıştı. Üstelik daha şimdiden kilden yapılma çift kulplu amforaları taşıyan onlarca hamal uykulu gözlerle akşam yine meyhanelerde anlatacakları hayatlarının en zor günlerinden birine başlıyordu.
Kolonların önünden kendilerinin olduğu tarafa doğru heyecanlı adımlarla yürüyen karaltıları ilk o zaman gördü. Bir tanesinin sırtında yük vardı. Tam o sırada alarm çanları duyuldu ve liman surlarında bir hareketlilik başladı.
Cübeyr anlaştıkları adamı hemen tanımıştı. Asparuh ve adamları dar iskeleden Hınzıre’nin güvertesine birer birer geçerken onlara yardım etti. En önden güverteye çıkan Asparuh sırtında taşıdığı kadınla beraber kaptana bir şey sormadan geminin mutfak çatısının kiremitlerinin yanındaki ambar kapaklarına yöneldi. Kaptan diğer iki tayfasına bir el işareti yaparak adamlara yardımcı olmalarını işaret etti. Bir yandan kulağı limanda artmakta olan gürültüye dikkat kesmişti. Etrafta olup biten hakkında kendisinden daha fazla fikre sahip olan Posionus belli etmek istemediği telaşlı bir sesle “Ben babadan ipi alıyorum, çıpaları çekip istingalara gitsinler avare edelim” der demez taş iskeleye atlayıp halatı çözme işine koyuldu. Bu sırada bütün yolcular lombarlardan aşağı inip gözden kaybolmuştu. Cübeyr sessizce“Sığınırım tan vaktinin rabbibe yarattıklarının şerrinden...” diye başlayan ve denizciler arasında oldukça yaygın olan o kısa bir sureyi içinden okuduktan sonra topu topu iki kişiden ibaret olan tayfaya yelkeni salya etme emrini verdi “laçka laçka hisa!”.
Birdenbire kendisini tıpkı Urhai veya Semerkantın ilim irfan efendilerinin geceler boyu çözmek için alın teri döktükleri türden bir kurmacanın içinde buldu. Rüzgar gitmek istediği yönden bütün gücüyle üzerlerine saldırıyordu. Mendireğin açık denize geçit verdiği o istikamete gitmeye kalksa değil ilerlemek geri geri gideceği kesindi. Böyle durumlarda hep yaptığı gibi önce gözlerini kapattı, sonra sanki yukarılarda uçan meraklı bir martının gözlerinden aşağıları izliyormuş gibi gemisini, limanı ve rüzgarı inceledi. Gözerini açtığında ne yapması gerektiğini biliyordu. Rüzgarı arkasına alıp orsasına seyre başlayarak yelkenini musallabe etti. Hınzıre’nin bu hamleye cevap vermesi fazla zaman almamıştı. Yükünü indirmiş olduğundan sintinesi de boş olan genç gemi hızla öne atıldı. Yelkenini doldurarak liman çıkışı yerine bütün hızıyla taşlara çarpıp parçalanacağı limanın iç kesimine doğru yöneldi. Ancak kaptan yeterli hızı aldıktan sonra kıç dümeni küreklerini aniden döndürerek geminin diğer yük gemilerinin arasından süzülüp geniş bir yay çizmesini sağladı. Aynı anda tayfalar tekrar istinga iplerine asılarak yelkenleri yarısına kadar toplamıştı. Kuşkusuz geminin rüzgarı arkadan alıp yelkeni doldurarak yakaladığı bu hız kendisini liman çıkışına ulaştıracaktı. Mesele devamını getirebilmekti. Bütün bu manevra ile boğuşmakta olan kaptan ve tayfası limanda kopmakta olan hengamenin farkında değildi. Cübeyr, gemisinin ambarındaki kadının Bizans imparatoriçesi Iotape olduğunu bilse orada düşüp bayılırdı.
Prefectus subayı Anthistenes surdaki bayraktarın limanı mühürle işaretini gördüğünde Hınzıre’nin deniz fenerini geçmesine az bir zaman kalmıştı. Başka hiç bir çaresi olmayan adam yaptığı teftişten oldukça iyi hatırladığı gemiye fenerin demir parmaklıklı terasından olanca gücüyle durması için bağırdı ancak kendisini dinleyen yoktu. Posionus “Önemli değil” dedi Cübeyre, ses tonuna baksanız pazarda alış veriş yaptığı köylü bir kadına cevap veriyor sanırdınız, “Guerre de course, korsanlar varmış güneyde. Bizim yolumuz yakın.”
Anthistenes’in tek yapabildiği mendirek boyunca koşarak Hınzıre’nin kayıtlarını liman muhafızlarının başı Apollodopus’a vermek oldu.
Magestre Apollodopus bu sırada boş durmuyor, toplayabildiği bütün adamları küreklere koşarak en az iki dromon ile limandan çıkmak üzere olan küçük ticaret gemisine yetişmenin hesaplarını yapıyordu. Bu gemiler bodoslamadan bodoslamaya Hınzırenin en az iki katı uzunluğunda ancak kemere genişliğinde yarısı kadar görünen suya yerleştirilmiş iki uzun ok gibiydi. Bu okların her birisinin üst üste iki sıra halinde yirmi beşerli kürekçi sıraları toplamda yüz kürek gücüyle denizlerin en hızlı avcısı olmalarını sağlamıştı. Üstelik pruvaya yakın büyük trinketa ve ortada daha küçük mizana üçgen yelkenleri, ana direklerden daha uzun serenler sayesinde suların en kıvrak saldırı gemileri olarak Balear Adalarından İskenderiye’ye kadar korku salmalarında en büyük yardımcılarıydı.
Apollodopus bu iş bittiğinde geri dönüp kürekçilerden sorumlu kleustes subayını boğazlayacaktı, kendi kendine söz verdi. Bütün kürekçilerin Karabisianoi donanmasına belki de bu sabah kopmakta olan savaşa takviye olarak gönderilmiş olması umurunda değildi. En az iki dromona yetecek katar yedek bırakılması gerekirken şu anda yirmi adam ancak toplayabilmişti. Ancak kürekçi yok diye geminin elleri arasından kayıp gitmesine neden olursa strategos kendi elleriyle kellesini imparatorun önüne bırakırdı ve bu yüzden şu anda hareketsiz kalmak kendi ölüm emrini imzalaması anlamına geliyordu. Bütün nöbetçi askerleri ve durup kendilerini seyretme şanssızlığına yakalanmış hamalları toplayıp kadırgaların en yukarıda bulunan thranites kürekçi sıralarına yerleştirdi. Alt sıralar boş kalmıştı. Kaşla göz arasında apostollardan kürekler çıktı ve her iki gemide ellişer adam güvertedeki fülütçünün derinden gelen melodik ritmine uyarak kürek çekmeye başladı. İki dromon savaş gemisi trinketa ve mizana direklerindeki sübye armalı latin yelkenlerini istinga etmiş halde sade kürek gücünü kullanarak liman çıkışına ulaştılar. Karşılarındaki tek güçlük İbn Cübeyr’e soğuk terler döktürmekte olan günbatısı rüzgarıydı. Güvertede seyrüseferden sorumlu kybernetes subayı hazır bulunsa bir çırpıda prasya ve iskotanın başına geçer, tramola atarak önlerinden kaçmakta olan şişman dişi domuzun tepesine çöreklenirlerdi. Oysa şu an yelkenleri idare edecek tek bir tayfa olmadan normalde gidebileceklerinin yarı hızıyla akıntıya karşı kürek çekmekten başka bir şey gelmiyordu ellerinden.
Apollodopus yine de umutlanmakta haklıydı. Tahminlerine göre Selybria’yı geçmeden onları yakalamış olacaklardı. Görevin geri kalan kısmı için kürek çekmekte olan askerlerine güveniyordu. Demir aldıkları sırada ne olur ne olmaz diye arkalarından gelmeleri için emrettiği tam techizatlı iki dromona ihtiyaçları dahi olmayacaktı.
Dromonlar mühürlenmekte olan limandan çıkan son iki gemi olarak fenerin yanından geçerken Hınzıre arayı oldukça açmıştı. Apollodopus gözlerini kısıp bir süre uzaklaşmakta olan tüccar gemisini inceledikten sonra rakibinin ters rüzgara karşı yelkenleri iyi kullanan bir tramola ustasına sahip olduğunu anladı. Kararını verdi. Onu açık denize doğru gittiği güney yönüne doğru izlemeyecek, doğrudan karayı takip ederek batıya kürek çekecekti. Böylece bir süre sonra rakibi manevrasını tamamlayıp kuzeye gitmeye başladığında kafa kafaya geleceklerdi. Ve kafa kafaya gelmek üzere oldukları ana kadar her şey planladığı gibi gitti.
BÖLÜM 5
PROPONTIS’DE ATEŞLER
“Bisanthi limanında bizi bekleyen bir gemi var. Fark edilmeden ona geçip tekrar Constantinapolis’e yelken açacağız. Onlar güneylere doğru bu küçük geminin peşindeyken biz çoktan Karadeniz’e çıkmış oluruz.”
Konuşan Asparuh’du. Normalde yüzlerce amforanın istiflenmiş olması gereken geminin karnında Iotape’ye onu teselli edip kalbini ferahlatacak bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Kadın gülümseyerek ona karşılık vermeye çalıştı ancak tek yapabildiği yüzünü çarpıtmaktı. Karluk geminin lombarlardan inen merdiveninin hemen arkasına düşen ve sirkede bekletilmiş derilerin iç kaplamalara ağaç çivilerle çakılmasıyla ateşe karşı daha dayanıklı hale getirilmiş küçük mutfağından elinde bir zeytinyağı çömleği ile geldi. Kadının yaralarını temizlemek için şimdilik ellerindeki en iyi ilaç buydu.
Güvertede kaptan Cübeyr Posionus’un sayesinde takip edildiğine dair bütün kaygılarından sonunda kurtulmuş, rahatlamış bir ruh hali içinde kuzeybatıya döndürdüğü gemisini rüzgar altında düşürmeden Bisanthi limanına doğru taşıyordu. Ancak karaya doğru iyice yaklaşıp yelkenleri tekrar sancak tarafından güney istikametine çevirme vakti geldiğinde Slymbria burnunu iki savaş kadırgasının dönüp üzerlerine doğru atıldığını fark etti. İçini kemirip duran şüphe ağır bir kaya gibi bir anda midesine oturdu.
“Deli olma!” dedi Posionus yelken iplerine asılırken, rüzgar sesini bastırmasın diye bağırmaktaydı. “Onları teslim edip yoluna devam edebileceğini mi sanıyorsun! Diri diri derini yüzerler!” İçinden kendi kendine “Biz öldük..” diye tekrarlamaya başladı, “Biz öldük..” Kaptan tayfanın şaşkın bakışları arasında çapa atmak için pruvaya yöneldi.
Güvertede olanları takip etmekte olan Tuna uzun kürekleri inip kalkarken kanatlarını açmış iki kartal gibi üzerlerine gelmekte olan dromonları gördüğü anda merdivenden aşağı inerek olup biteni aşağıdakilere hemen bildirdi. Bütün silahlarını limanda bırakmış olan adamlar etrafta koşarak keskin veya fırlatılabilecek aletler aramaya koyuldular ancak durum oldukça kötüydü. Kullanabilecekleri silahlar bir kaç çömlek parçası ve teknenin iç kaplama agaçlarından öteye gidemiyordu. Asparuh’un adamları yukarı çıktıklarında savaş kadırgalarını iyice yaklaşmış Hınzıre’ye ip atmaya hazırlanıyor halde buldular. Komutanları olduğu her halinden belli bir savaşçı onlara sesleniyordu “Jubayr! Jubayr!” Dromonoryalar iskele ve sancak taraflarından iki taraflarını çevirecek şekilde ağır ağır kürek çektiler.
İsminin biliniyor olması Cübeyr’in ikinci bir panik dalgasına yakalanmasına neden oldu. Pruvadaki artemon direğinin önünde elinde çapa donup kalmıştı.
Bu sırada Asparuh merdivenlerden elinde yanmakta olan metal bir topla çıktı. Bütün gücüyle topu iskele tarafındaki kadırganın güvertesine savurdu. Bir anda göz kamaştırıcı bir parlaklık yükselirken bizans gemisinin pruvası ateşler içinde kaldı. Vakit kaybetmeden mizana direğinin dibine diz çöküp kavını kullanarak bir top daha yaktı. Bu yaktığı ikinci topu sancak tarafındaki gemiye savurdu. Top daha havadayken içinden havaya savrulan bir alev demeti onu takip ediyordu. Hedefini bulduğu anda akkor renginde lavlar düştüğü yerdeki kürekçileri çığlıklar attırarak sıralarından kaçırtırken Asparuh kavı ile bir başka topu çoktan ateşlemişti.
Dromon savaş gemilerinde en çok yer kaplayan erzak her zaman amforalar dolusu su olmuştur. Yemek vakti geldiğinde durup sahilde yiyerek seyrüsefer edebilirler ancak su öyle değildir ve ilerlemek için küreklerine muhtaç bu gemilerin yakıtı yakıcı akdeniz sularında her zaman su olmuştur. Kürekçiler emir dahi almaya gerek duymadan yayılmakta olan yangını bir felakete neden olmadan söndürmek için su küplerine davrandılar. İlk önce hareket etmiş olan deneyimli kürekçilerden bir tanesi koşarak ateşin üzerine suyu savurdu. Ancak üzerine su boca edilince ateş hafifleyeceği yerde birden parlayıp daha büyük alevlerin kemereye doğru yayılmasına neden oldu. Bu sırada kıç bodoslama tarafında da yeni bir yangın baş göstermişti. Her iki dromon hiç bir şekilde söndüremedikleri ateşlerle mücadele ederlerken Pasionus’un da gayreti sayesinde Hınzıre arayı tekrar kaçmaya başladı. Arkalarına baktıklarında adamların baş edemedikleri yangınla uğraşmaktan vazgeçip suya atlayarak karaya doğru yüzmeye başladıklarını gördüler.
Eğitimini Rodos’da tamamlamış bir asker olan Apollodopus şahit olduğu bu olayı elbette asla unutmayacaktı. Bununla beraber gemilerini yakan bu esrarengiz silahın sürgüne gönderileceği Samos’daki Karabisianoi donanmasının ana silahlarından birisi olduğunu görecekti. Kendisine bunun yeni bir buluş olduğunu anlatılacaktı ama o bunu kabul etmeyecekti, “Hayır ben bunu daha önce görmüştüm!”
Cübeyr ve tayfalar Apollodopus’un yanmakta olan gemilerinden uzaklaşırlarken korku dolu gözlerle Asparuh’a bakıyorlardı. Hayatlarında ilk defa böylesine güçlü bir silah görmüşlerdi. Cübeyr bunun kara büyü olabileceğini düşündü. Tabi ki bunun Constantinapolis’de yaşayan bir simyacı olan Kallinikos’un icadı olan ve nafta, sülfür, gürülçine ve yunus yağından imal edilmiş bir tür sönmeyen sıvı ateş olduğunu bilemezdi. Her halükarda bu adamlardan kurtulmalıydı. Peki ama nasıl? Kızıldeniz’de bütün işini kaybetmişken şimdi Rumilerin de kara listesine girivermişti. Tutup da batı okyanusuna açılacak değildi ya.
“Benimle kuzeye gel” dedi Asparuh çaresiz bakışlarından etkilendiği ihtiyar denizciye sessizce. “Bırak bu gemiyi Bisanthi’de. Bizi bekleyen bir gemiye geçip Karadeniz’e çıkacağız” derken Cübeyr’in omuzunu güçlü elleriyle kavramıştı; “Sana Crimea limanında yardım edecek arkadaşlarım var”.
“Dhat el Sawari’den beri bu işin tadı iyice kaçtı” dedi Cübeyr genç adama, düşünceliydi, “Cayır cayır yan Bosporus! Akdenize çıkalı rüzgar ilk defa kuzeye esiyor gibi...”
Posionus Bisanthi limanında iki tayfayla beraber Cübeyr ile vedalaşarak Hınzıre’ye kolayca el koydu. Kuzey rüzgarlarını arkalarına alıp Rodos’a doğru yola çıktılar. İki büyük savaş kadırgası onları durdurup aradı ancak aradıklarını bulamamış gibiydiler.
Bir hafta sonra Asparuh Tuna Nehrine varmıştı. Kısa bir süre sonra da bütün kabileleri toplayarak kuzeye gelmiş olan Constantin liderliğindeki Bizans ordusunun karşısında büyük bir zafer kazandı. Bu defa adil bir dövüşle Constantini yendikten sonra hayatını bağışlayıp utançla yaşaması için onu güneye geri gönderdi. Ardından Iotape ile beraber krallıklarını kurarak Balkanlara hükmettiler.
Cübey uzun bir süre hayatını Crimea ve Tuna arasında tahıl, şarap ve zeytinyağı taşıyarak geçirdi. Ta ki bilinmez bir nedenle Posionus yanında esrarengiz bir yunanlıyla çıkıp gelene kadar. “Rüzgar yine tersten esiyor” dedi sakalını kaşırken Cübeyr, “Bu hiç hayra alamet değil”.
SON
THEODOSIUS LIMANI
Kaptan İbn Cübeyr’in gemisi Hınzıre mendireği geçerek limanın batı yakasında bulunan uzun, kemerli taş binaların önündeki iskelelere yönelmek isterken üzerine doğru hızla yaklaşmakta olan iki direkli bir roma ticaret gemisi ile burun buruna geldi. O efsanevi yapının küçük bir kopyası olan mermer deniz fenerini daha yeni arkada bırakmışlardı. Kaptan daha tayfasına halfa otundan yapılma istiralyaları çekip kare yelkeni iskele tarafına döndürme emri veremeden karşısındaki meslektaşının önce mizana yelkenini sancak tarafına döndürerek rüzgarı tam karşıdan alıp yavaşlamasını sonra da en öndeki artemon yelkenini iskele yönüne çevirerek geminin istikametini bir anda değiştirmesini seyretti. Mükemmel bir zamanlama ile yapılan bu hızlı manevra açık deniz seferlerine alışkın olan Cübeyr’in neredeyse kalbinin durmasına neden olacaktı. Gemilerin kemereleri birbirini yalayıp geçerken nefesini tutan adam son kalan parasıyla yaptığı cüretkar yatırımını limanın soğuk sularında kaybolmaktan kurtaran bu esrarengiz Romalı kaptana şükretti. Kısa bir süre sonra geride sadece çırpıntılı suyun üzerinde sallanarak ilerleyen Hınzıre’nin ahşap omurgalarının gıcırtıları kalmıştı.
“Bunların hepsi deli!” diye bağırdı yelkeni toplamaya başlayan Pasionus heyecanlı bir sesle.
“Çift dola!” diye cevapladı kaptan soğuk bir eda ile. Felaketle burun buruna gelmişken donup kalmaları canını sıkmıştı.
Limanın en batı ucunda küçük bir dere hiçbir denizcinin işine karışmadan yorgun bir gezgin misali limana kavuşmaktaydı. Ambarlara doğru ilerleyen çift direkli yelkenli kendisine bu dereyi komşu etmiş ilk iskeleyi hedef alarak yelkenlerini toplamaya başladı. Artık katamaranları ve kervanı oluşturan diğer Suriyeli yoldaşlarını arkasında bırakmıştı. Onlar gibi dev cüsseli olmadığından yükünü liman girişindeki dev sallara indirmesine veya kılavuz tekneleri beklemesine gerek yoktu ve doğrudan indireceği yeri seçebilirdi. Liman görevlileri üç gündür onları açıkta bekletiyordu. Liman devriyesi yapsın diye tersanecilerin elinden geçirilmiş küçük bir liburna ile gelip Hınzıre’yi incelediler ve yük manifestosunu detaylı bir teftişin ardından onayladılar. Bunu yaparken oldukça şaşırmışlardı çünkü bu sene ilk defa evrakta yazılı olanla bire bir tutan bir ticaret gemisi görüyorlardı. Akdeniz sularında ilk işine çıkmış olan İbn Cübeyr oldukça dikkatliydi bu şekilde göze batıp muhafızlar tarafından fişlenmenin ödülünü çok yakında alacaktı.
Sancak tarafındaki kıç dümeni ıskarmozunun yanında karanlık düşüncelere dalmış olan kaptan, Kızıldeniz ve Hindistan arasındaki yüksek karlı işlerini bırakıp da kendisini bu sulara sürükleyen rüzgarlara küfretti. Kaşlarını çatıp diğer tarafa baktı. Öyle ya, gelmeyip ne yapacaktı? Aden boğazındaki katran derili korsanlara kellesini teslim etmektense burada talihini kovalamak daha akılcıydı. Suriyeli tüccarlar “Buğdayı gemiyle kendisine getiren şeytanın kendisi dahi olsa Konstantiniye parasını öder ve alır” demişlerdi ve şu anda kadar Allah’ın da yardımıyla işler tıkırında gidiyordu. Tek zorluğu hiç alışık olmadığı, tayfanın hamsin ve şiluk dediği ve kuzeyden geminin pruvasına kırbaçlı bir canavar gibi saldıran rüzgarlar çıkarmıştı. Öyle ki, sadece ve sadece Dardanelles geçidinden Propontis’e girebilmek için küçücük bir ada olan Tenedos’da hava şartları uygun olmadığından 6 gün beklemişlerdi ve kendileri gibi orada beklemekte olan diğer kaptanların anlattığına bakılacak olursa daha önceki seferleriyle kıyaslandığında 6 gün hiçbir şeydi. Hatta bir çoğu yükünü Tenedos’daki ambarlara bırakıp rüzgarı da arkasına alarak Rodos’a doğru çoktan yola çıkmıştı.
Oysa kendisinin alışık olduğu rüzgarlar bambaşka bir dünyaya aitti. Her yaz başı Kızıldeniz’den güneye yelken açardı ve dört beş gün demeden Yemen’e varmış olurdu. O noktadan sonra rüzgarın esmesinde bambaşka bir sihir vardı. Mısırlı tefecilerin, tüccarların ve gemi sahiplerinin sandığının aksine binbir tehlike ile dolu olan sahil yolunu izlemez, yelkenleri musallabe ederek doğrudan kendisini Hindistan kıyısına savuracak olan hırçın rüzgarları arkasına alırdı. Üç dört ay sonra biber, zencefil, yakut, akik, fildişi yüküyle geri dönme zamanı geldiğinde sihir bu defa tersine döner, kıyıdaki bütün tehlikelerden fersahlarca uzakta açık denizden son hızla Tell el-Amarna’nın yolunu tutardı. Şimdi değişim bin bir güçlüğü beraberinde getirmişti ve çat pat bildiği Rumca başına bir iş açmasın diye dua ediyordu.
Vardıkları liman Constantinople yarımadasının batı yakasında, Theodosius’un inşa ettirdiği o muazzam surların denize kavuştuğu bölgedeki Lykos deresinin oluşturduğu küçük deltanın önünde başlıyordu. İnşa edilen dalgakıran ve mendireğin limaniçi tarafından akarak tatlı su ihtiyacını da karşılayan bu dere hayati bir öneme sahipti. En uç noktasında güvenlik için quastor ve prafectus subaylarının da mesai yaptığı kulenin bulunduğu taş mendireğin doğudan batıya doğru uzanarak yüzlerce gemi için korunaklı bir alan oluşturması sağlanmıştı. İnşa edildiği dönemde hızla büyümekte olan yeni bir başkentin sonu gelmez ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan liman, tıpkı sırtını yasladığı şehir gibi kısa sürede doğu Akdeniz topraklarının en meşkul ticarethanesine dönüştü.
Hınzıre, ismine yakışır yuvarlak hatlara, eritilmiş balmumuyla parlatılmış bir gövdeye ve vasatının hemen altında koruyucu kurşun levhalara sahipti. İskenderiyeli tersanecilerin Tyre’den getirttiği ucuz köknar ağacından biçilen bu kaplamalar çam ya da sedir kadar dayanıklı olmasa da hünerli bir kaptana belki de oğluna miras kalana kadar yıllarca hizmet edebilirdi. Bununla beraber geminin ortasındaki çanaklıktan yükselen ve yeri geldiği zaman sökülüp çıkarılabilen direğin en pahalı sedirden yapıldığını her denizci bir bakışta söyleyebilir. Rüzgara karşı işini şansa bırakmak istemeyen kaptan bu uzun ve kalın kütüğü serenleri ile beraber kendisi seçmişti. Bu güçlü mizana direği donanımını hemen baş bodoslamanın olduğu tarafa doğru akçaağaçtan yapılma küçük bir trinketa direği destekliyordu. Bu direkteki üçgen latin yelken uzun çapraz sereni, istiralya ve palangaları sayesinde rüzgarı daha çok yönden toplayabilse de daha küçük olduğundan sadece bir yardımcıydı. Direklerin hazırlanmasının ardından bir hafta süren uzun pazarlıklardan sonra çeyrek nomismata ödeyerek alum taşı suyunda bekletilmiş ketenden yelken bezlerini ve on iki tane ahşap kaplamalı demir çapayı Petralı bir tüccardan aldı.
Ancak denize açılma mevsimi çoktan gelmiş olmasına rağmen geminin inşası bir türlü bitmiyordu. Ya baş marangozun dediğini yapıp her on kalastan yedisi telef edilirken ayların akıp gitmesini ve kendisinin iflas edişini seyredecek ya da ipleri eline alacaktı. Tehlikeli bir karar aldı. Gemi gövdesini oluşturan kaplamaları dişi erkek geçmelerle birbirine tutturan işçilere kemereyi döndükten sonra ilk önce omurgayı kurmalarını ancak ondan sonra kaplamaları zıvana kullanmadan sadece omurgaya çakarak tekneyi tamamlamalarını istedi. Hayatlarında ilk defa böyle bir emir alan işçiler çok şaşırdı. İsimleri kötüye çıkmasın diye kalafat ederken talimar tarafında ve lombarlarda dahi iki katı zift kullandılar. Yine de iş beklenenden iki hafta erken bitti ve Hınzıre İskenderiye limanının doğu ucundaki o eski kütüphane meydanına bakan iskeledeki yerini aldı.
Zor olsa da şimdi o bütün koşturmacanın karşılığını alıyor gibiydi. Yaz ortasında serin bir Constantinople sabahı bir elinde iskele halatı diğerinde quastor subayının verdiği, üzerinde taştan çift başlı kartal oyma fişi ile mısır ve buğday yüklü gemisinden taş iskeleye atladı. İskenderiye’den yola çıkalı tam yetmiş beş gün geçmişti.
Arkasına baktığında ilk defa limanın ne denli yoğun bir güne başlamış olduğunu gerçek anlamıyla ilk defa fark etti. Limanda her türden gemi vardı. Kürekli savaş dromonaryaları ve yelkenli ticaret gemileri bir aradaydı. Geniş ve yuvarlak gövdeli yelkenlilerden bazıları açevela gönderli olsa da çoğunluğu yeni yeni bu sularda görülmeye başlamış olan sübye armalı, iki kıç dümeni olan, Arapların karabi, qarib veya tarida dediği tek veya çift direkli latin üçgen yelkenlerdi. Bazılarında mecbur kalındığında kullanılmak için düşünülmüş kürek donanımı ve gabya yelkenleri de vardı. Ancak ne donanıma sahip olurlarsa olsunlar rüzgar altında düşmeleri, yani rotadan sapmaları engellenemiyordu. Zira bu gemiler hayatlarını Anadolu’nun batısı, Kiklat Adaları veya Khios Adası rotalarından kuzeye çıkarak kazanmaya çalışırlardı. Bu da ters rüzgarlara karşı hayat boyu süren bir boğuşma demekti.
Cübeyr subaylar eşliğinde çuvalların tek tek indirilmesini denetledi. Magestreden altınlarını alıp, evraklarını mühürletip liman ödemesini tamamladı. Ardından yanına Pasionus’u da alarak gemiye yemeklik malzeme almaya gitti. Limanın uzak bir köşesinde dik bir yokuşla Aziz Demetrius meydanına çıkan dar sokaktaki bir hana geldiler. Pasionus buradaki hancıyı tanıyordu uygun fiyata işlerini görebilirlerdi.
Kırmızı tuğladan yapılmış iki katlı ve kiremit çatılı han ortasında bir kuyunun da bulunduğu avlusu ve dışarı doğru kafesli çıkıntıları olan küçük balkonlarıyla civardaki evlere benziyordu. Hemen yanında halka ekmek dağıtma görevini yerine getiren anoni fırınının önünde büyük bir kalabalık vardı. Aralarından geçip avluya girerek hancı ile selamlaştılar.
“Kalimera!” dedi hancı insana güven veren bir sesle.“ ve konuşmaya başladılar. Erzak listesi kısaydı; ekmek, yeşil sebze ve meyve. Kısa bir süre sonra hancının adamlarından birisi Cübeyr’in ihtiyacı olan malzemeleri almak için ambara koşturdu. “Siz de içeri geçin de mideniz doğru düzgün bir yemek görsün artık, ballı phungis var” dedi hancı onları içeriye doğru yönlendirerek. Cübeyr bu kelimeyi bilmiyordu. “Ballı mantar…” dedi Pasionus, “Bunu çok özlemiştim, evde olmak çok güzel.” Hayalini kurduğu çömlek kababından ne kadar uzak olduğunu anlayan Cübeyr yüzünü ekşiterek, oyulup ateşle yakılarak işlenmiş Sptephanos Hanı levhasının altından geçti.
İçerisinin yolda durup göz attıkları bütün hanlardan farklı olmasının nedeni müşterileri idi. Genç denizci kaptanına “Burada liman taburunun askerleri olmaz. Daha çok senin gibi yabancılar gelir buraya. Fazla da kalmazlar.” diye açıkladı. Ardından geniş salondaki kirli masalardan birine oturup ballı mantarlarını sipariş ettiler.
Bölüm 2
AZIZ DEMETRIUS BULUŞMASI
Asparuh ince siyah kumaştan keşiş elbisesi ile kendini gizleyip akıncılarını da handa bırakarak saray muhitinde bir keşfe daha çıktı. Kukuletasını kafasına geçirdi ve tunçtan haçını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde boynundan aşağı sallandırdı. Aksanını sorun etmiyordu. Ortalıkta dolanan bu kadar Ermeni papaz varken değil. Sadece dikkat çekmeden saray planını bir kez daha gözden geçirmek istiyordu. Her şey planladığı gibi giderse zaten buna gerek kalmayacaktı.
Önünde sıra sıra kemerleri yükselen devasa hipodrom duvarının önündeki taş yoldan yürüdü. Ardına kadar açılmış iki kanatlı büyük tunç kapıdan geçerek saray bahçesine girdi. Khalke denen bu yolun hemen ilerisinde alçak bir duvar ile gizlenmiş mozaik kaplı başka bir yol daha vardı. O yol sadece ve sadece imparator tarafından kullanılır ve onun hipodromdaki özel locasına açılırdı. Yolun hemen ilerisinde solda Ayestafanos Kilisesi yükseliyordu. Ayasofya’ya nazaran çok daha sade olan bu yapı Daphne Sarayı ile bitişikti ve patriğin günlük işlerini yaptığı yerdi. Kafasında bütün planı tekrar gözden geçirdi. Kanının kaynadığını hissederken cesareti arttı. Kilisenin içinden geçerek Daphne Sarayı binalarının olduğu büyük bahçeye girdi. Kalabalık bir anda arttı. Bir kişiye en az on beş köle düşüyor olmalıydı. Bu üç katlı, geniş pencereli sarayın orta yerinden Ekhrysotriklinikum’a mermer sütunlu bir kapıdan geçilebiliyordu. Orası taht odasıydı. Üç merdiven basamağı kullanılarak biraz yükseltilmiş olan som altından tahtın üzerinde yanlış hatırlamıyorsa İsa’nın bir ikonası vardı ve bu resmin hemen altında kralların kralı yazıyordu. Orada sadece bir kere bulunmuştu ama yeterliydi. İmparatorluk muhafızları boş odada nöbette olmalıydılar. Hızlı adımlarla taht odası binasını geride bırakıp fildişi kapıdan geçerek sekiz köşeli bir yapı olduğu için oktagon ismiyle bilinen imparatorun çalışma odasına yaklaştı. Burada meşe ağacından dev masaların üzerinde tomarlar halinde parşömenler itina ile sıralanmış, mürekkep kutuları ve renk renk tüyler ihtiyaç anında kullanılmak üzere bu parşömenlerin yanına düzgün bir sırayla dizilmiş olurdu. Ancak acelesi vardı. Durup da etrafını izleyerek dikkat çekecek değildi. Hızlıca yoluna devam edip oktogonu tribunala bağlayan kısa yola çıktı.
Tribunal denen açık hava müzesinde geçmiş zamanların bütün kahramanlarına dair gösterişli heykelleri gördü. Aziz Michael, Christopher, Justinian, Constantine de dahil hepsi buradaydı ve en tepede Ephesus’dan getirildiği söylenen dört büyük tunç at onları seyrediyordu. Tribunalin etrafında dizilmiş vaftizhane, sigma ve Aziz Theodoros Kürsüsü gibi yapılar da yine fazla yüksek olmayan, keskin hatlı basit binalardı. Kafasındaki planda bütün binaları tek tek yerlerine koydu. En ileride, doğu yakasında kılıç eğitimi yapmakta olan askerleri gördü ama o yöne gitmeye niyeti yoktu.
Ters istikamete, Magnaura Sarayı bölgesine doğru yürümeye başladı. Bu, bin bir özenle hazırlanmış bahçelerin içinde inşa edilmiş irili ufaklı yemek salonlarının arasından ilerlemek anlamına geliyordu. Bacalar sanki içeride büyük bir yangın varmışçasına hararetle çalışıyordu ve belliydi ki bu aşçılar kendi babasına yeri geldiği zaman fidye olarak verilen karabiberi hiç acımadan kullanıyorlardı. Yemek salonlarının bittiği yerde Magnaura Sarayı’na girmek yerine bayır aşağı denize doğru yürümeye başladı. Sağa baktığında sarayın Arap tarzında inşa edilmiş zifaf odası köşesini, hamamını ve daha ilerideki iki katlı bir taş bina olan prens ve prenseslerin doğduğu Erguvan Sarayı gördü. Uzaktan da olsa sarayın o bölümünü görmek öfkesini canlandırdı. Geçen her an kaybetmeye biraz daha yaklaştığı anlamına geliyor olsa bile durup da orada bir delilik yapacak değildi. Basit bozkır kuralı; en doğru an gelene kadar avını izle.
Bayır aşağı yoldan ilerleyip ipek tezgahlarına yaklaşınca kalabalık daha da arttı. İleride şahinlerin bakımını yapmakta olan kara tenli bir adam gördü. İmparatorluk askerlerinin altın, tunç, bakır, gümüş yüklü çuvallar taşıdığı bir bina vardı. Daha batıda asmalarla çevrili bir başka binada havan döven, kurutulmuş otları toplayan, özel oklara tüy takan ve mızrakların dengesini sınayan eller gördü. Kaç bin kişi olduklarını anlamanın güç olduğu saray kölelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Polo taylarını kaşağılayan, av köpeklerini ve garip uzak diyar hayvanlarını besleyen kadınlar gördü. Artık iyice deniz surlarına yaklaşmıştı ve imparatorluğun çeşitli yerlerine şifreli mesajlar göndermek için kullanılan Pharos Feneri daha net görülebiliyordu.
O noktadan sonra kör insanların diyarı denen Kalkedon’a son bir bakış atıp bayır yukarı yürüdü. Bir yandan da yer altındaki zindanların karmaşık örgüsünü gözünde canlandırmaya çalışıyordu. Baktığı binalar ile mahzenler ve tüneller arasındaki bağlantılar kafasında iyice şekillendi. Constantin Forumuna çıkarken kalabalığın hipodrom oyunlarını ilan eden bir yaygaracının etrafında toplandığını gördü. Dünya yanıp yıkılırken tek derdi kırmızıların mı yeşillerin mi yoksa mavilerin mi kazanacağı olan bu fare sürüsüne tiksinerek baktı. Şu an umurunda olan tek renk imparator togasının erguvanıydı ve çok yakın bir gelecekte hepsini kana boyamaya ant içmişti.
Günün geri kalanını hanlarda kendisine yardım edebilecek bir kaptan arayarak geçirdi. Bu defa önceki günlerden farklı olarak bir tüccar değil din adamı görünümündeydi. Karadeniz sahiline kurulmuş misyoner bir manastıra kendisini taşıyacak bir gemi arıyordu. Bu da işini oldukça kolaylaştırdı. Olumlu cevaplar almaya başladı. Elbette cebindeki nomismataların da buna katkısı büyüktü. Yine de henüz emin olamıyordu. Yorgunluğunu alacak sıcak bir yemek için Aziz Demetrius yokuşunun limana dönen köşesindeki hana girdi. Bir süre sonra tabağında kalan kemikleri sıyırırken içeriye birinin yunan diğerinin de arap olduğuna kalıbını basabileceği bir ikilinin girdiğini gördü. Sessizce onları dinlemeye koyuldu. Müslüman bir kaptanın kafasındaki için biçilmiş bir kaftan olabileceğini düşündü. Buranın dilini pek iyi bilmemesi de yararına olabilirdi. Anladığı kadarıyla gemi birkaç gün boş olacaktı. Bu fırsatı kaçırmak istemediğini hissederek adamlara yaklaştı.
Konuşma başlar başlamaz Asparuh adının Posionus olduğunu öğrendiği yunanın aklını çelebilirse işinin kolaylaşacağını anladı. Keseden çıkan ilk altının Tripoli doğumlu bu orta yaşlı denizcinin gözünde yarattığı parıltı adamın geçmişi hakkında da pek çok ipucu vermekteydi. Asparuh’un gözünden kaçmayan o bakışın anlattığı pek çok hikaye vardı.
Posionus’un Tripoli’ye atla iki gün mesafedeki denizci köyüne Likyalı korsanlar dolunayın aydınlattığı bir gecede baskın yaptığında genç balıkçı henüz on yedi yaşındaydı. Korsanlar şafak sökerken eski savaşların ganimeti thallamites kürekleri çıkarılmış tunç mahmuzlu bir triremeye köyün bütün gençlerini istifleyip beş gemilik donanmaları ile Corsica’ya yelken açtılar. Bu güneşin altında aylarca taş kırdıkları adada çaresizce köylerinden gelecek fidyeyi bekledikten sonra gelen giden olmayınca Messina boğazı rotasını kullanarak Kefelonya üzerinden Pireus limanına götürülüp satıldılar. Kendisini satın alan adam yıllanmış bir dolandırıcıydı ve akdenizin her limanında kellesine ödüller konmuştu. Kısa süre sonra zekasını kanıtlayınca sahtekar Dacius’un yeni yüzü olarak liman liman dolaşmaya başladı. Sistemleri oldukça pratikti. Önce kendilerine ait olmayan bir yükü sahte belgelerle bankerlere gösteriyor, dönüşte getirecekleri tahılı vaad ederek drahmileri alıyorlardı. Bu altınlarla amforalar dolusu garum ve şarap alıp anlaştıkları kiralık bir kaptan ile genellikle Grit’in güney sahilini izleyerek Corsica, Marsilya veya İskenderiye’ye götürüyorlar ve kendilerini bekleyen hevesli tüccarlara satıyorlardı. Pireuslu tüccarların damgalarını taşıyan amforalarda Khios, Samos ve Rhodos şaraplarını satmaktan daha kolay bir şey yoktu. Ardından hiç vakit kaybetmeden bu vardıkları limanda yine kendilerine ait olmayan bir yükü talihsiz bir bankere yine onaylatıp gemiye küpler dolusu tahılı yükleyip dönüş yoluna koyuluyorlardı. Görevin bitirici darbesi hep bu geri dönüş yolunda inerdi. Gizlice lombarlardan aşağı süzülen Posionus sintineye inerek testere ve keskilerle son yolculuğuna çıkmış olan yelkenlinin kaplamalarında bir delik açıp gemide paniğin başlamasını beklerdi. Ardından yapılması gereken tek şey genellikle işin içinde bulunan kaptanla beraber Pireus ya da o sırada hangi limanda iş yapıyorlarsa oraya dönüp denizin dibini boylamış olan yük için ağlayıp sızlamaktı. Gelmesi gereken yüke bir servet bağlamış olan çaresiz bankerler Rodos Deniz Yasası’na göre ne kıllarına dokunabilir ne de zararlarını tazmin edebililerdi. Bankerlerden aldıkları para batırdıkları yükün ve geminin değerinden en az on kat fazla olurdu. Beş sene sonunda efendisi Dacius’un emri ile batırdığı gemi sayısı on ikiyi bulmuştu ve artık iyice bilinen bir sima olmaya başladığından emekliliği gelmişti. Emeklilik, sadece yeni görevler için.
Asparuh’un teklifi Posionus’a çok cazip geldi. Bu cazibe kafasındaki tilkileri saklandıkları yerden tekrar yeryüzüne çıkardı. Kaos kokusu alıyordu. Bu gemiye el koyup kaçırmak için beklediği fırsatı yaratabilirdi. “Bu çok kolay bir iş” dedi rahat bir tavırla Cübeyr’e. “Tek yapmamız gereken şey beşinci günün şafağında bu adam ve arkadaşlarını batıda yarım günlük mesafedeki Bisanthi limanına götürmek, sonra geri dönüp işimize devam ederiz. Bu fırsatı kaçırmayalım”.
BÖLÜM 3
TÜNELLER
Yeni kurulmuş latin mahallesindeki Aziz İrene’nin çanları gece yarısı ayini için çalarken on adam Galataya bakan ve Prosphorion Limanı diye bilinen küçük kuzey limanında hızlı adımlarla ilerleyip demir mazgalları buldular. Bir tanesi güçlü kollarıyla geniş bir mazgalı yerinden çıkarıp suya bıraktı. Lağım tünelinin Altın Boynuz’a kavuştuğu tünelden bellerine kadar gelen suda ağır ağır ilerlemeye başladılar. Tünel birinci sınıf bir özgür taş ustasının elinden çıkma yuvarlak ve pürüzsüz hatlara sahipti. En önde giden Barçan bir meşale yaktı ve efendisi Asparuh’a döndü.
“Beyim ne taraftan?”
“Sağdan gideriz. Örme duvar bitip kayanın başladığı yeri arıyoruz.”
Yankılanan seslerin tembel bir nöbetçinin kulağına ulaşmasından korkarak devam ettiler. Su seviyesi azalmaya başladı. Özenle kesilmiş taşlar yerini toprak ananın sabırlı ellerinden çıkmış kayalara bıraktı.
“Burada tavan çok yukarıda ve yukarı tırmanıp yandaki tünele geçit arayacağız.”
Haritasını inceledi. Asparuh’un el işareti ile çocukluk arkadaşı ve sadık yoldaşı Karluk öne çıkıp yukarı doğru kancalı bir halat attı. Birkaç denemeden sonra ip yukarıya sağlamca tutundu ve ardından adam bir elinde meşale ile ipten destek alarak yukarı tırmandı. Nemli kaya kaygan olsa da sahip olduğu girinti ve çıkıntılar adamın yukarı varmasına yardım etti. Vardıktan sonra emniyete sekizli bir düğüm atıp tek tek herkesin yukarı çıkmasını sağladı. Kayanın tepesinde batı istikametine doğru yeni bir tünelin başladığını ve daralarak devam ettiğini gördüler. İncecik bir su buradan yol bulmuş geldikleri yöne doğru sessizce akmaktaydı. Önce durup sessizliği dinlediler. Duyulan tek sesin uzaklarda yankılanan bir su damlasa ait olduğundan emin olduktan sonra tek sıra halinde devam ettiler. Öncü olarak en irileri olan Tanyu gidiyordu. Bir süre sonra geçit o kadar daraldı ki yoğun su sesini duydukları yere kadar sürünerek ilerlediler.
“Bu şelaleyi biliyorum. Büyük sarnıca yaklaşmış olmalıyız. Oranın uzağından geçip Ayasofya’nın altına yönelmeliyiz.”
Süründükleri tünel daha yukarı seviyedeki geniş bir yola açılınca rahat bir nefes aldılar ve şelale sesinin aksi istikametine devam ettiler. Burada iki kişi yan yana gidebiliyorlardı ve tolgalarını yukarı çarpmamak için başlarını hafifçe eğmeleri yeterliydi. Bir süre sonra havadaki nem ve küf üzerlerine çöktüğünden nefes almakta zorlanmaya başladılar. Yer yer daralıp alçalan kayalar da işlerini iyice zorlaştırmaya başlamıştı. Asparuh’un Theodoros Kürsüsü ile Ayasofya arasında olduğunu düşündüğü küçük bir yer altı salonuna gelince durup haritaya son bir kez göz attılar.
“Beyim, doğuya doğru garip bir tünel daha var?” dedi Aprançur şaşırmış bir sesle, sesindeki tereddüt hayra alamet değildi.
“Bana bu haritayı veren dost safsatacı değil saraya yakın güvenilir bir adamdır.” diye çıkıştı Asparuh fısıldayarak. Haritanın sahibi Kallinicos’dan bahsediyordu.
“Ben de en çok saraya yakın olmasından korkuyorum ya beyim..”
O noktayı çoktan arkasında bırakmış olan Asparuh çaylak akıncıyı duymazdan geldi.
“Keşif sırasında o tarafa doğru giden tünelleri hep kapalı bulduk. Kallinicos o yolun boğazın altından geçip on iki adaya çıktığını söylüyor. Lakin bizim işimiz bu tarafta” diyerek parmağı ile karmaşık tünellerin Theodosius Limanına çıktığı yolu gösterdi. Ardından sessizce bir sonraki dehlize doğru ilerlediler.
Şafak, sabah yıldızına doğru son hızla uçan bir şahinmişçesine hızla yaklaşıyordu. Yanlış yönlere girdiler, zaman zaman kaybolup daireler çizdiler. Nihayetinde haritadaki yer altı suyunu bulduklarında hedefe artık bir nefes kadar yakınlardı.
Ayasofya ile Hipodrom arasındaki bu gölet önlerindeki son engeldi. Bu suyu da aştıklarında zindanlara ulaşmış olacaklardı. Şansları da yaver giderse tek bir ses çıkmadan işi bitirebilirlerdi. En iyi yüzücüleri Tuna beline doladığı uzun halatın bir ucunu kayaya bağlayıp suya girdi, elinde meşale ile bir süre ilerleyip suyun bittiği yeri buldu ve ipin diğer ucunu da emniyete aldı. Sırayla sudan geçerlerken yanındaki metal topları kesinlikle suya değdirmemesi gerektiğini hatırlayan Asparuh geyik derisinden çantayı yukarıda tutmaya özen gösterdi. Sudan çıktıktan sonra yukarı doğru kıvrılan yol artık hipodromun zindan bölgesiydi. Palalarını, kamalarını gözden geçirip kısa yaylarına ip gerdiler. Artık sadece el hareketleri ile anlaşmaları gerektiğinin farkında olan adamlardan en sessiz adımlara sahip olan Batu toprak zeminli tünelden yukarı doğru hızlı adımlarla gözden kayboldu. Kısa süre sonra döndü, elinin tersini gösteriyordu, temiz. Batu bu defa yanına Tuna ve Aprançur’u da alarak tekrar keşfe çıktı. Bir süre sonra döndüklerinde sırtlarında bir de muhafız taşıyorlardı. Adamı sessizce yere bıraktılar. Beline asılı demir bir çembere dizili yirmi kadar anahtar vardı, çemberi kesip aldılar. Batu fısıldayacak cesareti buldu.
“Uyuyordu. Şimdi daha derin uyuyor.”
Adamın ayaklarını kolları ile sırtında birleştirip o düğümü bir ilmekle boğazına sardıktan sonra ağzını da sıkıca kapattılar. Yukarıya doğru yürüyüşe geçtiler. Bir süre sonra geldikleri noktada ileride duvara vuran meşale ışığını görebiliyorlardı. Ortadan kaybolmuş olan Batu tekrar çıkıp geldi. Çevik izcinin fısıldaması daha cesaretliydi.
“Salonlar başlıyor. Büyük demir kafesler uyuyan mahkumlarla dolu. En az yirmi kişi var derim. İhtiyar bir tanesi beni gördü, gülümsedi, hiç ses etmedi. Tersten geldiğimiz için bu tarafta muhafız yok. Dışarısı asker kaynıyor gök görsün, kızıl aksın.”
“Gök görsün, kızıl aksın.” diye tekrarladı Asparuh, sesindeki heyacanı kontrol edememişti.
Kafeslerin olduğu büyük mağaraya sadece iki kişi girdiler, Asparuh ve Batu. Duvarda asılı ve sönmeden kalmış sadece bir meşale vardı. Loş ışıkta parmaklarının ucunda yürüyerek kafesleri incelediler. Yer yer ölmek üzere olan bir adamın inleme seslerini duyuyorlardı. İhtiyarla karşılaştılar, ayağa kalkmış, umutla onlara bakıyordu. Merak etmeyin hiç ses etmem, ne olur beni de çıkarın der gibiydi. Asparuh ona umut veren gözlerle bakıp, sol eli ile bekle anlamına gelen hareketi yaptı. İhtiyar anlayıp çaresiz tekrar oturdu, başı ile onları takip ediyordu. Bu sırada Batu çoktan çıkış kapısının yanındaki kafese varmış Asparuh’u el işareti ile çağırmaktaydı. Asparuh tek kişilik demir hücrenin yanına gelince korkunç manzara ile karşılaştı.
Kadının yeşil binici elbisesi kurumuş kandan koyu kırmızıya boyanmıştı. Yanak, çene ve burun kemiklerinin kırık olduğu belli olan yüzü mor ve kırmızı şişliklerden tanınacak halde değildi. Saçları fazla keskin olmayan bir hançerle diplerinden kazınmış olmalıydı. Kabuk bağlamış başını sarıp sağ kulağını kapatan bir sargısı vardı. Gögüs kafesi inip kalkmasa ölü olduğundan emin olabilirlerdi. Yavaş ama düzenli bir şekilde nefes alıyordu. Asparuh elini ısırdı. Kapıdan dışarı koşup bütün şehri kesmek istiyordu. Bunun bilincinde olan Batu, adam kontrolünü kaybetmesin diye bir yandan içinden dua ediyor diğer yandan anahtarları deniyordu.
Az sonra kadının dağılmış bedenini sırtına alan Asparuh geldikleri tünele doğru yürümeye başladı. Geldikleri yer altı gölü tarafına doğru hafif bir rüzgar esiyor, nefes almayı daha kolay hale getiriyordu. Tekrar ihtiyarın yanından geçtiler. Adamın gürültü yapmasından da çekinen Asparuh bir kişi eksik veya fazla olmanın da pek bir şey fark ettirmeyeceğini düşünerek Batu’ya işaret etti. İhtiyar yaralı bir kedi misali kafesin kapısının dibine sinmiş, aralanır aralanmaz dışarı sıçrayacakmışçasına dikkat kesilmişti. Batu kapıyı aralar aralamaz kafesteki diğer beş adam hareketlendi. Gözlerinde en ufak bir uyku kırıntısı yoktu. Gürültü yapmaktan da çekinen mahkumlar vahşi hayvanlar gibi genizlerinden gelen ilkel bir sesle tısladılar. Ya konuşmayı unutmuşlar ya da yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide akıllarını kaybetmişler diye düşündü Asparuh. Batu ile göz göze geldi. “Gök görsün kızıl aksın.” der gidiydi korkmuş gözleri. Mahkumlar peşlerine takıldı ve grubun geri kalanının yanına doğru ilerlemeye başladılar. On adım atmışlardı ki ustaca ayarlanmış bir ok salvosu bütün mahkumları yere serdi. Saçları örgülü Karluk öne sıçrayıp can cekişen üç tanesinin gırtlağını üç seri hareketle kesti. Diz çöktüğü yerden sert bakışlarla bir süre Asparuh’u süzdü. Tek bir kelime etmesine gerek yoktu. Çocukluğundan beri sayısız defa kağanın en büyük oğlu Asparuh’u kurtarmış veya arkasını toplamıştı. Bu ne ilk ne de son olacak diye düşünmeden edemiyordu.
***
Kağan Kubrat oğlu Asparuh Dinyeper boylarındaki bir yurtta doğduğunda kabile yüz yıl süren büyük yürüyüşüne devam etmekteydi. Yirmi yıl sonra kırk bin Bulgar Tuna’nın güneyine indiğinde genç Asparuh kılıcını çekip verimli yeşil ovanın ortasına saplamış “Burası benim vatanım!” diye bağırmıştı. Hızlı akan kanı söz konusu bereketli toprakların Bizans mülkü olmasını kendi sorunu olarak görmüyordu, ileri doğru atacak bir adımları dahi kalmamıştı. İmparatorluğun yaklaşımı onları oldukça şaşırttı. Bu topraklarda istedikleri gibi yerleşip yaşayıp çoğalabilirlerdi. Yeter ki savaş boruları çaldığında sancak çekip kılıç kuşanıp güneye at sürsünler. İlk yıllarında Asparuh imparatorun özel koruma birliğinde görev yaptı. Magnaura Sarayı ovucunun içi gibiydi.
O sırada bir gün imparatorluk veliahtı genç Constantin onu yanına çağırdı. Güneye, Likyaya yapacağı yolculuk için onun korumasından yararlanmak istiyordu. Karluk, Barçan, Batu, Tuna ve Aprançur’u da yanına alarak Constantin’in koruma taburuna katıldı. Yanlarında uzak diyarlardan mür, fil ve gergedan dişinden süsler, afrika esansları, erguvan kumaşlar, karabiber, zencefil ve daha hayatlarında ilk defa adını duydukları bin bir hediye ile yola çıktılar. Asparuh geleceğin imparatoriçesini Constantinapolis’e götürmek için düzenlenmiş olan seferde kalbini adına saray ozanlarının şiirler yazdığı bu kadına kaptıracağını asla bilemezdi. Altın kafesindeki parmaklıkların arasından kalbine şakıyacak o ardıç kuşunun söylediği şarkılar kalbini dağladı. Onu dağlardan aşırıp Tuna’ya salacaktı söz verdi. Ardıç kuşu onu dinledi ve elini tuttu “Dün gece yıldızları gördüm, tek boynuzlu at kadim boğaya bakıyor, çömelmiş aslan onları izliyor”.
Daha şafak sökmeden aslan işlemeli zırhını giymiş Constantin Asparuh’u yakasından tutup arenanın zindanına attı. Ardından adil olmayan bir düello ile Bulgar akıncısını al aşağı edip bir de utanmadan büyüklüğünün göstergesi olarak onu bırakıp azad etti. Oysa orada onu ölümden koruyan tek şey Kubrat Kağan’a duyulan korkuydu.
Yenilmiş ve aşağılanmış bir vaziyette tekrar kuzeye, Tuna boyuna çıktılar. Lakin Asparuh ertesi sene Constantin taç taktıktan sonra keşiş cübbesi içinde Constantinapolis sokaklarında tekrar boy göstermeye başladı. Ardıç kuşunu tekrar buldu ve kuş tekrar ona şarkılar söyledi “Yıldızlar” diyordu yine sesi tarifsiz bir korku içinde “Ejderha alçak uçuyor ve aslanın peşinde bu gece.” Gözleri dolunaya bakıyordu “Çan kulesinden gözleyenler var.”
Asparuh altıncı günün şafağında Felippe yolunda ardıç kuşu ile buluşmak için sözleştikleri yere geldiğinde kanlar içinde otuz altı ceset buldu. Çan kulesinden gözleyenler ardıç kuşunu yakalayıp Constantinapolise geri götürmüşler ve Hipodrom zindanlarına kapatmışlardı.
***
Şimdi bu gece, yüz binler yüzeydeki derin uykularına devam ederken yer altı tünellerinden batıya doğru devam ettiler. Kısa bir süre sonra yanyana kurulmuş iki küçük askeri liman olan Sophia ve Kontoskalion limanlarını arkalalarında bırakarak Theodosius Limanı’nın tüccarlarıyla ünlü yahudi kapısına vardılar. Buradan Meyrelaion kilisesine doğru çıkan yoldan sokağa girmenin mümkün olduğu bir kanalizasyon tüneli vardı var olmasına ancak geminin kendilerini beklediği Aemilianus kapısına kadar gitmek istiyorlarsa limanın içinden geçmekten başka çareleri yoktu. Limana dökülen o uğursuz dere limanın batı kapısına doğru giden tünelleri bıçak gibi kesmişti.
Birer birer silahlarını bırakarak limanın alacakaranlığa süzüldüler. Ardıç kuşu Asparuh’un sırtında, halen kullanabildiği sol gözünü araladığında ilk gördüğü şey sabah yıldızı oldu “Ah, Apollo...” diye inledi.
BÖLÜM 4
LİMANDAN ÇIKIŞ
“Bu rüzgar hiç hayra alamet değil” diye söylendi Cübeyr zeytin çekirdeği çevirdiği dudaklarının arasından. Sabahın bu erken saatlerinde meltem esmesini beklerdi, böyle hırçın bir günbatısı değil. “Ne denizini anladım ne de rüzgarını zaten” diye cevapladı sonra kendi kendine, meraklı gözleri tüccar kolanlarında. Pasionus sessizdi. En büyük korkusu işler umduğu gibi gitmezse kaptana söz geçirememekti. “Acaba güneyden ne haberler vardır” diye konuyu değiştirdi yunan. Eli kulağında kopmak üzere olan savaşı kastediyordu. Bütün donanma yaklaştığı rivayet edilen Arap istilacıların gemilerini karşılamak üzere Propontise açılalı bir haftayı geçmişti. Geride sadece günlük işlerin sorunsuz yürümesine ancak yardım edebilecek kadar kadırga ve yelkenli bırakmışlardı. “Alexiamus bu rüzgarı arkasına alıp seninkilerin üstüne kürek çektiriyordur belki” diye ekledi yaşlı gemiciyi kızdırmak için.
“Darül islamdan çıkıp darül harba yelken açarsan kurda kuşa yem olursun”. Uzun beyaz sakalıyla oynarken düşünceli bakışları etrafı gözlüyordu. Etraf her ne kadar sessiz olsa da telaşlı bir güne erken başlamak isteyen pek çok tüccar yanına aldıkları adamlarla boy göstermeye başlamıştı. Üstelik daha şimdiden kilden yapılma çift kulplu amforaları taşıyan onlarca hamal uykulu gözlerle akşam yine meyhanelerde anlatacakları hayatlarının en zor günlerinden birine başlıyordu.
Kolonların önünden kendilerinin olduğu tarafa doğru heyecanlı adımlarla yürüyen karaltıları ilk o zaman gördü. Bir tanesinin sırtında yük vardı. Tam o sırada alarm çanları duyuldu ve liman surlarında bir hareketlilik başladı.
Cübeyr anlaştıkları adamı hemen tanımıştı. Asparuh ve adamları dar iskeleden Hınzıre’nin güvertesine birer birer geçerken onlara yardım etti. En önden güverteye çıkan Asparuh sırtında taşıdığı kadınla beraber kaptana bir şey sormadan geminin mutfak çatısının kiremitlerinin yanındaki ambar kapaklarına yöneldi. Kaptan diğer iki tayfasına bir el işareti yaparak adamlara yardımcı olmalarını işaret etti. Bir yandan kulağı limanda artmakta olan gürültüye dikkat kesmişti. Etrafta olup biten hakkında kendisinden daha fazla fikre sahip olan Posionus belli etmek istemediği telaşlı bir sesle “Ben babadan ipi alıyorum, çıpaları çekip istingalara gitsinler avare edelim” der demez taş iskeleye atlayıp halatı çözme işine koyuldu. Bu sırada bütün yolcular lombarlardan aşağı inip gözden kaybolmuştu. Cübeyr sessizce“Sığınırım tan vaktinin rabbibe yarattıklarının şerrinden...” diye başlayan ve denizciler arasında oldukça yaygın olan o kısa bir sureyi içinden okuduktan sonra topu topu iki kişiden ibaret olan tayfaya yelkeni salya etme emrini verdi “laçka laçka hisa!”.
Birdenbire kendisini tıpkı Urhai veya Semerkantın ilim irfan efendilerinin geceler boyu çözmek için alın teri döktükleri türden bir kurmacanın içinde buldu. Rüzgar gitmek istediği yönden bütün gücüyle üzerlerine saldırıyordu. Mendireğin açık denize geçit verdiği o istikamete gitmeye kalksa değil ilerlemek geri geri gideceği kesindi. Böyle durumlarda hep yaptığı gibi önce gözlerini kapattı, sonra sanki yukarılarda uçan meraklı bir martının gözlerinden aşağıları izliyormuş gibi gemisini, limanı ve rüzgarı inceledi. Gözerini açtığında ne yapması gerektiğini biliyordu. Rüzgarı arkasına alıp orsasına seyre başlayarak yelkenini musallabe etti. Hınzıre’nin bu hamleye cevap vermesi fazla zaman almamıştı. Yükünü indirmiş olduğundan sintinesi de boş olan genç gemi hızla öne atıldı. Yelkenini doldurarak liman çıkışı yerine bütün hızıyla taşlara çarpıp parçalanacağı limanın iç kesimine doğru yöneldi. Ancak kaptan yeterli hızı aldıktan sonra kıç dümeni küreklerini aniden döndürerek geminin diğer yük gemilerinin arasından süzülüp geniş bir yay çizmesini sağladı. Aynı anda tayfalar tekrar istinga iplerine asılarak yelkenleri yarısına kadar toplamıştı. Kuşkusuz geminin rüzgarı arkadan alıp yelkeni doldurarak yakaladığı bu hız kendisini liman çıkışına ulaştıracaktı. Mesele devamını getirebilmekti. Bütün bu manevra ile boğuşmakta olan kaptan ve tayfası limanda kopmakta olan hengamenin farkında değildi. Cübeyr, gemisinin ambarındaki kadının Bizans imparatoriçesi Iotape olduğunu bilse orada düşüp bayılırdı.
Prefectus subayı Anthistenes surdaki bayraktarın limanı mühürle işaretini gördüğünde Hınzıre’nin deniz fenerini geçmesine az bir zaman kalmıştı. Başka hiç bir çaresi olmayan adam yaptığı teftişten oldukça iyi hatırladığı gemiye fenerin demir parmaklıklı terasından olanca gücüyle durması için bağırdı ancak kendisini dinleyen yoktu. Posionus “Önemli değil” dedi Cübeyre, ses tonuna baksanız pazarda alış veriş yaptığı köylü bir kadına cevap veriyor sanırdınız, “Guerre de course, korsanlar varmış güneyde. Bizim yolumuz yakın.”
Anthistenes’in tek yapabildiği mendirek boyunca koşarak Hınzıre’nin kayıtlarını liman muhafızlarının başı Apollodopus’a vermek oldu.
Magestre Apollodopus bu sırada boş durmuyor, toplayabildiği bütün adamları küreklere koşarak en az iki dromon ile limandan çıkmak üzere olan küçük ticaret gemisine yetişmenin hesaplarını yapıyordu. Bu gemiler bodoslamadan bodoslamaya Hınzırenin en az iki katı uzunluğunda ancak kemere genişliğinde yarısı kadar görünen suya yerleştirilmiş iki uzun ok gibiydi. Bu okların her birisinin üst üste iki sıra halinde yirmi beşerli kürekçi sıraları toplamda yüz kürek gücüyle denizlerin en hızlı avcısı olmalarını sağlamıştı. Üstelik pruvaya yakın büyük trinketa ve ortada daha küçük mizana üçgen yelkenleri, ana direklerden daha uzun serenler sayesinde suların en kıvrak saldırı gemileri olarak Balear Adalarından İskenderiye’ye kadar korku salmalarında en büyük yardımcılarıydı.
Apollodopus bu iş bittiğinde geri dönüp kürekçilerden sorumlu kleustes subayını boğazlayacaktı, kendi kendine söz verdi. Bütün kürekçilerin Karabisianoi donanmasına belki de bu sabah kopmakta olan savaşa takviye olarak gönderilmiş olması umurunda değildi. En az iki dromona yetecek katar yedek bırakılması gerekirken şu anda yirmi adam ancak toplayabilmişti. Ancak kürekçi yok diye geminin elleri arasından kayıp gitmesine neden olursa strategos kendi elleriyle kellesini imparatorun önüne bırakırdı ve bu yüzden şu anda hareketsiz kalmak kendi ölüm emrini imzalaması anlamına geliyordu. Bütün nöbetçi askerleri ve durup kendilerini seyretme şanssızlığına yakalanmış hamalları toplayıp kadırgaların en yukarıda bulunan thranites kürekçi sıralarına yerleştirdi. Alt sıralar boş kalmıştı. Kaşla göz arasında apostollardan kürekler çıktı ve her iki gemide ellişer adam güvertedeki fülütçünün derinden gelen melodik ritmine uyarak kürek çekmeye başladı. İki dromon savaş gemisi trinketa ve mizana direklerindeki sübye armalı latin yelkenlerini istinga etmiş halde sade kürek gücünü kullanarak liman çıkışına ulaştılar. Karşılarındaki tek güçlük İbn Cübeyr’e soğuk terler döktürmekte olan günbatısı rüzgarıydı. Güvertede seyrüseferden sorumlu kybernetes subayı hazır bulunsa bir çırpıda prasya ve iskotanın başına geçer, tramola atarak önlerinden kaçmakta olan şişman dişi domuzun tepesine çöreklenirlerdi. Oysa şu an yelkenleri idare edecek tek bir tayfa olmadan normalde gidebileceklerinin yarı hızıyla akıntıya karşı kürek çekmekten başka bir şey gelmiyordu ellerinden.
Apollodopus yine de umutlanmakta haklıydı. Tahminlerine göre Selybria’yı geçmeden onları yakalamış olacaklardı. Görevin geri kalan kısmı için kürek çekmekte olan askerlerine güveniyordu. Demir aldıkları sırada ne olur ne olmaz diye arkalarından gelmeleri için emrettiği tam techizatlı iki dromona ihtiyaçları dahi olmayacaktı.
Dromonlar mühürlenmekte olan limandan çıkan son iki gemi olarak fenerin yanından geçerken Hınzıre arayı oldukça açmıştı. Apollodopus gözlerini kısıp bir süre uzaklaşmakta olan tüccar gemisini inceledikten sonra rakibinin ters rüzgara karşı yelkenleri iyi kullanan bir tramola ustasına sahip olduğunu anladı. Kararını verdi. Onu açık denize doğru gittiği güney yönüne doğru izlemeyecek, doğrudan karayı takip ederek batıya kürek çekecekti. Böylece bir süre sonra rakibi manevrasını tamamlayıp kuzeye gitmeye başladığında kafa kafaya geleceklerdi. Ve kafa kafaya gelmek üzere oldukları ana kadar her şey planladığı gibi gitti.
BÖLÜM 5
PROPONTIS’DE ATEŞLER
“Bisanthi limanında bizi bekleyen bir gemi var. Fark edilmeden ona geçip tekrar Constantinapolis’e yelken açacağız. Onlar güneylere doğru bu küçük geminin peşindeyken biz çoktan Karadeniz’e çıkmış oluruz.”
Konuşan Asparuh’du. Normalde yüzlerce amforanın istiflenmiş olması gereken geminin karnında Iotape’ye onu teselli edip kalbini ferahlatacak bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Kadın gülümseyerek ona karşılık vermeye çalıştı ancak tek yapabildiği yüzünü çarpıtmaktı. Karluk geminin lombarlardan inen merdiveninin hemen arkasına düşen ve sirkede bekletilmiş derilerin iç kaplamalara ağaç çivilerle çakılmasıyla ateşe karşı daha dayanıklı hale getirilmiş küçük mutfağından elinde bir zeytinyağı çömleği ile geldi. Kadının yaralarını temizlemek için şimdilik ellerindeki en iyi ilaç buydu.
Güvertede kaptan Cübeyr Posionus’un sayesinde takip edildiğine dair bütün kaygılarından sonunda kurtulmuş, rahatlamış bir ruh hali içinde kuzeybatıya döndürdüğü gemisini rüzgar altında düşürmeden Bisanthi limanına doğru taşıyordu. Ancak karaya doğru iyice yaklaşıp yelkenleri tekrar sancak tarafından güney istikametine çevirme vakti geldiğinde Slymbria burnunu iki savaş kadırgasının dönüp üzerlerine doğru atıldığını fark etti. İçini kemirip duran şüphe ağır bir kaya gibi bir anda midesine oturdu.
“Deli olma!” dedi Posionus yelken iplerine asılırken, rüzgar sesini bastırmasın diye bağırmaktaydı. “Onları teslim edip yoluna devam edebileceğini mi sanıyorsun! Diri diri derini yüzerler!” İçinden kendi kendine “Biz öldük..” diye tekrarlamaya başladı, “Biz öldük..” Kaptan tayfanın şaşkın bakışları arasında çapa atmak için pruvaya yöneldi.
Güvertede olanları takip etmekte olan Tuna uzun kürekleri inip kalkarken kanatlarını açmış iki kartal gibi üzerlerine gelmekte olan dromonları gördüğü anda merdivenden aşağı inerek olup biteni aşağıdakilere hemen bildirdi. Bütün silahlarını limanda bırakmış olan adamlar etrafta koşarak keskin veya fırlatılabilecek aletler aramaya koyuldular ancak durum oldukça kötüydü. Kullanabilecekleri silahlar bir kaç çömlek parçası ve teknenin iç kaplama agaçlarından öteye gidemiyordu. Asparuh’un adamları yukarı çıktıklarında savaş kadırgalarını iyice yaklaşmış Hınzıre’ye ip atmaya hazırlanıyor halde buldular. Komutanları olduğu her halinden belli bir savaşçı onlara sesleniyordu “Jubayr! Jubayr!” Dromonoryalar iskele ve sancak taraflarından iki taraflarını çevirecek şekilde ağır ağır kürek çektiler.
İsminin biliniyor olması Cübeyr’in ikinci bir panik dalgasına yakalanmasına neden oldu. Pruvadaki artemon direğinin önünde elinde çapa donup kalmıştı.
Bu sırada Asparuh merdivenlerden elinde yanmakta olan metal bir topla çıktı. Bütün gücüyle topu iskele tarafındaki kadırganın güvertesine savurdu. Bir anda göz kamaştırıcı bir parlaklık yükselirken bizans gemisinin pruvası ateşler içinde kaldı. Vakit kaybetmeden mizana direğinin dibine diz çöküp kavını kullanarak bir top daha yaktı. Bu yaktığı ikinci topu sancak tarafındaki gemiye savurdu. Top daha havadayken içinden havaya savrulan bir alev demeti onu takip ediyordu. Hedefini bulduğu anda akkor renginde lavlar düştüğü yerdeki kürekçileri çığlıklar attırarak sıralarından kaçırtırken Asparuh kavı ile bir başka topu çoktan ateşlemişti.
Dromon savaş gemilerinde en çok yer kaplayan erzak her zaman amforalar dolusu su olmuştur. Yemek vakti geldiğinde durup sahilde yiyerek seyrüsefer edebilirler ancak su öyle değildir ve ilerlemek için küreklerine muhtaç bu gemilerin yakıtı yakıcı akdeniz sularında her zaman su olmuştur. Kürekçiler emir dahi almaya gerek duymadan yayılmakta olan yangını bir felakete neden olmadan söndürmek için su küplerine davrandılar. İlk önce hareket etmiş olan deneyimli kürekçilerden bir tanesi koşarak ateşin üzerine suyu savurdu. Ancak üzerine su boca edilince ateş hafifleyeceği yerde birden parlayıp daha büyük alevlerin kemereye doğru yayılmasına neden oldu. Bu sırada kıç bodoslama tarafında da yeni bir yangın baş göstermişti. Her iki dromon hiç bir şekilde söndüremedikleri ateşlerle mücadele ederlerken Pasionus’un da gayreti sayesinde Hınzıre arayı tekrar kaçmaya başladı. Arkalarına baktıklarında adamların baş edemedikleri yangınla uğraşmaktan vazgeçip suya atlayarak karaya doğru yüzmeye başladıklarını gördüler.
Eğitimini Rodos’da tamamlamış bir asker olan Apollodopus şahit olduğu bu olayı elbette asla unutmayacaktı. Bununla beraber gemilerini yakan bu esrarengiz silahın sürgüne gönderileceği Samos’daki Karabisianoi donanmasının ana silahlarından birisi olduğunu görecekti. Kendisine bunun yeni bir buluş olduğunu anlatılacaktı ama o bunu kabul etmeyecekti, “Hayır ben bunu daha önce görmüştüm!”
Cübeyr ve tayfalar Apollodopus’un yanmakta olan gemilerinden uzaklaşırlarken korku dolu gözlerle Asparuh’a bakıyorlardı. Hayatlarında ilk defa böylesine güçlü bir silah görmüşlerdi. Cübeyr bunun kara büyü olabileceğini düşündü. Tabi ki bunun Constantinapolis’de yaşayan bir simyacı olan Kallinikos’un icadı olan ve nafta, sülfür, gürülçine ve yunus yağından imal edilmiş bir tür sönmeyen sıvı ateş olduğunu bilemezdi. Her halükarda bu adamlardan kurtulmalıydı. Peki ama nasıl? Kızıldeniz’de bütün işini kaybetmişken şimdi Rumilerin de kara listesine girivermişti. Tutup da batı okyanusuna açılacak değildi ya.
“Benimle kuzeye gel” dedi Asparuh çaresiz bakışlarından etkilendiği ihtiyar denizciye sessizce. “Bırak bu gemiyi Bisanthi’de. Bizi bekleyen bir gemiye geçip Karadeniz’e çıkacağız” derken Cübeyr’in omuzunu güçlü elleriyle kavramıştı; “Sana Crimea limanında yardım edecek arkadaşlarım var”.
“Dhat el Sawari’den beri bu işin tadı iyice kaçtı” dedi Cübeyr genç adama, düşünceliydi, “Cayır cayır yan Bosporus! Akdenize çıkalı rüzgar ilk defa kuzeye esiyor gibi...”
Posionus Bisanthi limanında iki tayfayla beraber Cübeyr ile vedalaşarak Hınzıre’ye kolayca el koydu. Kuzey rüzgarlarını arkalarına alıp Rodos’a doğru yola çıktılar. İki büyük savaş kadırgası onları durdurup aradı ancak aradıklarını bulamamış gibiydiler.
Bir hafta sonra Asparuh Tuna Nehrine varmıştı. Kısa bir süre sonra da bütün kabileleri toplayarak kuzeye gelmiş olan Constantin liderliğindeki Bizans ordusunun karşısında büyük bir zafer kazandı. Bu defa adil bir dövüşle Constantini yendikten sonra hayatını bağışlayıp utançla yaşaması için onu güneye geri gönderdi. Ardından Iotape ile beraber krallıklarını kurarak Balkanlara hükmettiler.
Cübey uzun bir süre hayatını Crimea ve Tuna arasında tahıl, şarap ve zeytinyağı taşıyarak geçirdi. Ta ki bilinmez bir nedenle Posionus yanında esrarengiz bir yunanlıyla çıkıp gelene kadar. “Rüzgar yine tersten esiyor” dedi sakalını kaşırken Cübeyr, “Bu hiç hayra alamet değil”.
SON