Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - silvana

Sayfa: [1]
1
Düşler Limanı / Bosphorus'da Var Bir Duman
« : 18 Ocak 2012, 14:21:50 »
Bölüm 1

THEODOSIUS LIMANI

Kaptan İbn Cübeyr’in gemisi Hınzıre mendireği geçerek limanın batı yakasında bulunan uzun, kemerli taş binaların önündeki iskelelere yönelmek isterken üzerine doğru hızla yaklaşmakta olan iki direkli bir roma ticaret gemisi ile burun buruna geldi. O efsanevi yapının küçük bir kopyası olan mermer deniz fenerini daha yeni arkada bırakmışlardı. Kaptan daha tayfasına halfa otundan yapılma istiralyaları çekip kare yelkeni iskele tarafına döndürme emri veremeden karşısındaki meslektaşının önce mizana yelkenini sancak tarafına döndürerek rüzgarı tam karşıdan alıp yavaşlamasını sonra da en öndeki artemon yelkenini iskele yönüne çevirerek geminin istikametini bir anda değiştirmesini seyretti. Mükemmel bir zamanlama ile yapılan bu hızlı manevra açık deniz seferlerine alışkın olan Cübeyr’in neredeyse kalbinin durmasına neden olacaktı. Gemilerin kemereleri birbirini yalayıp geçerken nefesini tutan adam son kalan parasıyla yaptığı cüretkar yatırımını limanın soğuk sularında kaybolmaktan kurtaran bu esrarengiz Romalı kaptana şükretti. Kısa bir süre sonra geride sadece çırpıntılı suyun üzerinde sallanarak ilerleyen Hınzıre’nin ahşap omurgalarının gıcırtıları kalmıştı.

“Bunların hepsi deli!” diye bağırdı yelkeni toplamaya başlayan Pasionus heyecanlı bir sesle.
“Çift dola!” diye cevapladı kaptan soğuk bir eda ile. Felaketle burun buruna gelmişken donup kalmaları canını sıkmıştı.

Limanın en batı ucunda küçük bir dere hiçbir denizcinin işine karışmadan yorgun bir gezgin misali limana kavuşmaktaydı. Ambarlara doğru ilerleyen çift direkli yelkenli kendisine bu dereyi komşu etmiş ilk iskeleyi hedef alarak yelkenlerini toplamaya başladı. Artık katamaranları ve kervanı oluşturan diğer Suriyeli yoldaşlarını arkasında bırakmıştı. Onlar gibi dev cüsseli olmadığından yükünü liman girişindeki dev sallara indirmesine veya kılavuz tekneleri beklemesine gerek yoktu ve doğrudan indireceği yeri seçebilirdi. Liman görevlileri üç gündür onları açıkta bekletiyordu. Liman devriyesi yapsın diye tersanecilerin elinden geçirilmiş küçük bir liburna ile gelip Hınzıre’yi incelediler ve yük manifestosunu detaylı bir teftişin ardından onayladılar. Bunu yaparken oldukça şaşırmışlardı çünkü bu sene ilk defa evrakta yazılı olanla bire bir tutan bir ticaret gemisi görüyorlardı. Akdeniz sularında ilk işine çıkmış olan İbn Cübeyr oldukça dikkatliydi bu şekilde göze batıp muhafızlar tarafından fişlenmenin ödülünü çok yakında alacaktı.

Sancak tarafındaki kıç dümeni ıskarmozunun yanında karanlık düşüncelere dalmış olan kaptan, Kızıldeniz ve Hindistan arasındaki yüksek karlı işlerini bırakıp da kendisini bu sulara sürükleyen rüzgarlara küfretti. Kaşlarını çatıp diğer tarafa baktı. Öyle ya, gelmeyip ne yapacaktı? Aden boğazındaki katran derili korsanlara kellesini teslim etmektense burada talihini kovalamak daha akılcıydı. Suriyeli tüccarlar “Buğdayı gemiyle kendisine getiren şeytanın kendisi dahi olsa Konstantiniye parasını öder ve alır” demişlerdi ve şu anda kadar Allah’ın da yardımıyla işler tıkırında gidiyordu. Tek zorluğu hiç alışık olmadığı, tayfanın hamsin ve şiluk dediği ve kuzeyden geminin pruvasına kırbaçlı bir canavar gibi saldıran rüzgarlar çıkarmıştı. Öyle ki, sadece ve sadece Dardanelles geçidinden Propontis’e girebilmek için küçücük bir ada olan Tenedos’da hava şartları uygun olmadığından 6 gün beklemişlerdi ve kendileri gibi orada beklemekte olan diğer kaptanların anlattığına bakılacak olursa daha önceki seferleriyle kıyaslandığında 6 gün hiçbir şeydi. Hatta bir çoğu yükünü Tenedos’daki ambarlara bırakıp rüzgarı da arkasına alarak Rodos’a doğru çoktan yola çıkmıştı.

Oysa kendisinin alışık olduğu rüzgarlar bambaşka bir dünyaya aitti. Her yaz başı Kızıldeniz’den güneye yelken açardı ve dört beş gün demeden Yemen’e varmış olurdu. O noktadan sonra rüzgarın esmesinde bambaşka bir sihir vardı. Mısırlı tefecilerin, tüccarların ve gemi sahiplerinin sandığının aksine binbir tehlike ile dolu olan sahil yolunu izlemez, yelkenleri musallabe ederek doğrudan kendisini Hindistan kıyısına savuracak olan hırçın rüzgarları arkasına alırdı. Üç dört ay sonra biber, zencefil, yakut, akik, fildişi yüküyle geri dönme zamanı geldiğinde sihir bu defa tersine döner, kıyıdaki bütün tehlikelerden fersahlarca uzakta açık denizden son hızla Tell el-Amarna’nın yolunu tutardı. Şimdi değişim bin bir güçlüğü beraberinde getirmişti ve çat pat bildiği Rumca başına bir iş açmasın diye dua ediyordu.

Vardıkları liman Constantinople yarımadasının batı yakasında, Theodosius’un inşa ettirdiği o muazzam surların denize kavuştuğu bölgedeki Lykos deresinin oluşturduğu küçük deltanın önünde başlıyordu. İnşa edilen dalgakıran ve mendireğin limaniçi tarafından akarak tatlı su ihtiyacını da karşılayan bu dere hayati bir öneme sahipti. En uç noktasında güvenlik için quastor ve prafectus subaylarının da mesai yaptığı kulenin bulunduğu taş mendireğin doğudan batıya doğru uzanarak yüzlerce gemi için korunaklı bir alan oluşturması sağlanmıştı. İnşa edildiği dönemde hızla büyümekte olan yeni bir başkentin sonu gelmez ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan liman, tıpkı sırtını yasladığı şehir gibi kısa sürede doğu Akdeniz topraklarının en meşkul ticarethanesine dönüştü.

Hınzıre, ismine yakışır yuvarlak hatlara, eritilmiş balmumuyla parlatılmış bir gövdeye ve vasatının hemen altında koruyucu kurşun levhalara sahipti. İskenderiyeli tersanecilerin Tyre’den getirttiği ucuz köknar ağacından biçilen bu kaplamalar çam ya da sedir kadar dayanıklı olmasa da hünerli bir kaptana belki de oğluna miras kalana kadar yıllarca hizmet edebilirdi. Bununla beraber geminin ortasındaki çanaklıktan yükselen ve yeri geldiği zaman sökülüp çıkarılabilen direğin en pahalı sedirden yapıldığını her denizci bir bakışta söyleyebilir. Rüzgara karşı işini şansa bırakmak istemeyen kaptan bu uzun ve kalın kütüğü serenleri ile beraber kendisi seçmişti. Bu güçlü mizana direği donanımını hemen baş bodoslamanın olduğu tarafa doğru akçaağaçtan yapılma küçük bir trinketa direği destekliyordu. Bu direkteki üçgen latin yelken uzun çapraz sereni, istiralya ve palangaları sayesinde rüzgarı daha çok yönden toplayabilse de daha küçük olduğundan sadece bir yardımcıydı. Direklerin hazırlanmasının ardından bir hafta süren uzun pazarlıklardan sonra çeyrek nomismata ödeyerek alum taşı suyunda bekletilmiş ketenden yelken bezlerini ve on iki tane ahşap kaplamalı demir çapayı Petralı bir tüccardan aldı.

Ancak denize açılma mevsimi çoktan gelmiş olmasına rağmen geminin inşası bir türlü bitmiyordu. Ya baş marangozun dediğini yapıp her on kalastan yedisi telef edilirken ayların akıp gitmesini ve kendisinin iflas edişini seyredecek ya da ipleri eline alacaktı. Tehlikeli bir karar aldı. Gemi gövdesini oluşturan kaplamaları dişi erkek geçmelerle birbirine tutturan işçilere kemereyi döndükten sonra ilk önce omurgayı kurmalarını ancak ondan sonra kaplamaları zıvana kullanmadan sadece omurgaya çakarak tekneyi tamamlamalarını istedi. Hayatlarında ilk defa böyle bir emir alan işçiler çok şaşırdı. İsimleri kötüye çıkmasın diye kalafat ederken talimar tarafında ve lombarlarda dahi iki katı zift kullandılar. Yine de iş beklenenden iki hafta erken bitti ve Hınzıre İskenderiye limanının doğu ucundaki o eski kütüphane meydanına bakan iskeledeki yerini aldı.

Zor olsa da şimdi o bütün koşturmacanın karşılığını alıyor gibiydi. Yaz ortasında serin bir Constantinople sabahı bir elinde iskele halatı diğerinde quastor subayının verdiği, üzerinde taştan çift başlı kartal oyma fişi ile mısır ve buğday yüklü gemisinden taş iskeleye atladı. İskenderiye’den yola çıkalı tam yetmiş beş gün geçmişti.

Arkasına baktığında ilk defa limanın ne denli yoğun bir güne başlamış olduğunu gerçek anlamıyla ilk defa fark etti. Limanda her türden gemi vardı. Kürekli savaş dromonaryaları ve yelkenli ticaret gemileri bir aradaydı. Geniş ve yuvarlak gövdeli yelkenlilerden bazıları açevela gönderli olsa da çoğunluğu yeni yeni bu sularda görülmeye başlamış olan sübye armalı, iki kıç dümeni olan, Arapların karabi, qarib veya tarida dediği tek veya çift direkli latin üçgen yelkenlerdi. Bazılarında mecbur kalındığında kullanılmak için düşünülmüş kürek donanımı ve gabya yelkenleri de vardı. Ancak ne donanıma sahip olurlarsa olsunlar rüzgar altında düşmeleri, yani rotadan sapmaları engellenemiyordu. Zira bu gemiler hayatlarını Anadolu’nun batısı, Kiklat Adaları veya Khios Adası rotalarından kuzeye çıkarak kazanmaya çalışırlardı. Bu da ters rüzgarlara karşı hayat boyu süren bir boğuşma demekti.

Cübeyr subaylar eşliğinde çuvalların tek tek indirilmesini denetledi. Magestreden altınlarını alıp, evraklarını mühürletip liman ödemesini tamamladı. Ardından yanına Pasionus’u da alarak gemiye yemeklik malzeme almaya gitti. Limanın uzak bir köşesinde dik bir yokuşla Aziz Demetrius meydanına çıkan dar sokaktaki bir hana geldiler. Pasionus buradaki hancıyı tanıyordu uygun fiyata işlerini görebilirlerdi.

Kırmızı tuğladan yapılmış iki katlı ve kiremit çatılı han ortasında bir kuyunun da bulunduğu avlusu ve dışarı doğru kafesli çıkıntıları olan küçük balkonlarıyla civardaki evlere benziyordu. Hemen yanında halka ekmek dağıtma görevini yerine getiren anoni fırınının önünde büyük bir kalabalık vardı. Aralarından geçip avluya girerek hancı ile selamlaştılar.
“Kalimera!” dedi hancı insana güven veren bir sesle.“ ve konuşmaya başladılar. Erzak listesi kısaydı; ekmek, yeşil sebze ve meyve. Kısa bir süre sonra hancının adamlarından birisi Cübeyr’in ihtiyacı olan malzemeleri almak için ambara koşturdu. “Siz de içeri geçin de mideniz doğru düzgün bir yemek görsün artık, ballı phungis var” dedi hancı onları içeriye doğru yönlendirerek. Cübeyr bu kelimeyi bilmiyordu. “Ballı mantar…” dedi Pasionus, “Bunu çok özlemiştim, evde olmak çok güzel.” Hayalini kurduğu çömlek kababından ne kadar uzak olduğunu anlayan Cübeyr yüzünü ekşiterek, oyulup ateşle yakılarak işlenmiş Sptephanos Hanı levhasının altından geçti.

İçerisinin yolda durup göz attıkları bütün hanlardan farklı olmasının nedeni müşterileri idi. Genç denizci kaptanına “Burada liman taburunun askerleri olmaz. Daha çok senin gibi yabancılar gelir buraya. Fazla da kalmazlar.” diye açıkladı. Ardından geniş salondaki kirli masalardan birine oturup ballı mantarlarını sipariş ettiler.

Bölüm 2

AZIZ DEMETRIUS BULUŞMASI

Asparuh ince siyah kumaştan keşiş elbisesi ile kendini gizleyip akıncılarını da handa bırakarak saray muhitinde bir keşfe daha çıktı. Kukuletasını kafasına geçirdi ve tunçtan haçını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde boynundan aşağı sallandırdı. Aksanını sorun etmiyordu. Ortalıkta dolanan bu kadar Ermeni papaz varken değil. Sadece dikkat çekmeden saray planını bir kez daha gözden geçirmek istiyordu. Her şey planladığı gibi giderse zaten buna gerek kalmayacaktı.
Önünde sıra sıra kemerleri yükselen devasa hipodrom duvarının önündeki taş yoldan yürüdü. Ardına kadar açılmış iki kanatlı büyük tunç kapıdan geçerek saray bahçesine girdi. Khalke denen bu yolun hemen ilerisinde alçak bir duvar ile gizlenmiş mozaik kaplı başka bir yol daha vardı. O yol sadece ve sadece imparator tarafından kullanılır ve onun hipodromdaki özel locasına açılırdı. Yolun hemen ilerisinde solda Ayestafanos Kilisesi yükseliyordu. Ayasofya’ya nazaran çok daha sade olan bu yapı Daphne Sarayı ile bitişikti ve patriğin günlük işlerini yaptığı yerdi. Kafasında bütün planı tekrar gözden geçirdi. Kanının kaynadığını hissederken cesareti arttı. Kilisenin içinden geçerek Daphne Sarayı binalarının olduğu büyük bahçeye girdi. Kalabalık bir anda arttı. Bir kişiye en az on beş köle düşüyor olmalıydı. Bu üç katlı, geniş pencereli sarayın orta yerinden Ekhrysotriklinikum’a mermer sütunlu bir kapıdan geçilebiliyordu. Orası taht odasıydı. Üç merdiven basamağı kullanılarak biraz yükseltilmiş olan som altından tahtın üzerinde yanlış hatırlamıyorsa İsa’nın bir ikonası vardı ve bu resmin hemen altında kralların kralı yazıyordu. Orada sadece bir kere bulunmuştu ama yeterliydi. İmparatorluk muhafızları boş odada nöbette olmalıydılar. Hızlı adımlarla taht odası binasını geride bırakıp fildişi kapıdan geçerek sekiz köşeli bir yapı olduğu için oktagon ismiyle bilinen imparatorun çalışma odasına yaklaştı. Burada meşe ağacından dev masaların üzerinde tomarlar halinde parşömenler itina ile sıralanmış, mürekkep kutuları ve renk renk tüyler ihtiyaç anında kullanılmak üzere bu parşömenlerin yanına düzgün bir sırayla dizilmiş olurdu. Ancak acelesi vardı. Durup da etrafını izleyerek dikkat çekecek değildi. Hızlıca yoluna devam edip oktogonu tribunala bağlayan kısa yola çıktı.

Tribunal denen açık hava müzesinde geçmiş zamanların bütün kahramanlarına dair gösterişli heykelleri gördü. Aziz Michael, Christopher, Justinian, Constantine de dahil hepsi buradaydı ve en tepede Ephesus’dan getirildiği söylenen dört büyük tunç at onları seyrediyordu. Tribunalin etrafında dizilmiş vaftizhane, sigma ve Aziz Theodoros Kürsüsü gibi yapılar da yine fazla yüksek olmayan, keskin hatlı basit binalardı. Kafasındaki planda bütün binaları tek tek yerlerine koydu. En ileride, doğu yakasında kılıç eğitimi yapmakta olan askerleri gördü ama o yöne gitmeye niyeti yoktu.

Ters istikamete, Magnaura Sarayı bölgesine doğru yürümeye başladı. Bu, bin bir özenle hazırlanmış bahçelerin içinde inşa edilmiş irili ufaklı yemek salonlarının arasından ilerlemek anlamına geliyordu. Bacalar sanki içeride büyük bir yangın varmışçasına hararetle çalışıyordu ve belliydi ki bu aşçılar kendi babasına yeri geldiği zaman fidye olarak verilen karabiberi hiç acımadan kullanıyorlardı. Yemek salonlarının bittiği yerde Magnaura Sarayı’na girmek yerine bayır aşağı denize doğru yürümeye başladı. Sağa baktığında sarayın Arap tarzında inşa edilmiş zifaf odası köşesini, hamamını ve daha ilerideki iki katlı bir taş bina olan prens ve prenseslerin doğduğu Erguvan Sarayı gördü. Uzaktan da olsa sarayın o bölümünü görmek öfkesini canlandırdı. Geçen her an kaybetmeye biraz daha yaklaştığı anlamına geliyor olsa bile durup da orada bir delilik yapacak değildi. Basit bozkır kuralı; en doğru an gelene kadar avını izle.

Bayır aşağı yoldan ilerleyip ipek tezgahlarına yaklaşınca kalabalık daha da arttı. İleride şahinlerin bakımını yapmakta olan kara tenli bir adam gördü. İmparatorluk askerlerinin altın, tunç, bakır, gümüş yüklü çuvallar taşıdığı bir bina vardı. Daha batıda asmalarla çevrili bir başka binada havan döven, kurutulmuş otları toplayan, özel oklara tüy takan ve mızrakların dengesini sınayan eller gördü. Kaç bin kişi olduklarını anlamanın güç olduğu saray kölelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Polo taylarını kaşağılayan, av köpeklerini ve garip uzak diyar hayvanlarını besleyen kadınlar gördü. Artık iyice deniz surlarına yaklaşmıştı ve imparatorluğun çeşitli yerlerine şifreli mesajlar göndermek için kullanılan Pharos Feneri daha net görülebiliyordu.
O noktadan sonra kör insanların diyarı denen Kalkedon’a son bir bakış atıp bayır yukarı yürüdü. Bir yandan da yer altındaki zindanların karmaşık örgüsünü gözünde canlandırmaya çalışıyordu. Baktığı binalar ile mahzenler ve tüneller arasındaki bağlantılar kafasında iyice şekillendi. Constantin Forumuna çıkarken kalabalığın hipodrom oyunlarını ilan eden bir yaygaracının etrafında toplandığını gördü. Dünya yanıp yıkılırken tek derdi kırmızıların mı yeşillerin mi yoksa mavilerin mi kazanacağı olan bu fare sürüsüne tiksinerek baktı. Şu an umurunda olan tek renk imparator togasının erguvanıydı ve çok yakın bir gelecekte hepsini kana boyamaya ant içmişti.

Günün geri kalanını hanlarda kendisine yardım edebilecek bir kaptan arayarak geçirdi. Bu defa önceki günlerden farklı olarak bir tüccar değil din adamı görünümündeydi. Karadeniz sahiline kurulmuş misyoner bir manastıra kendisini taşıyacak bir gemi arıyordu. Bu da işini oldukça kolaylaştırdı. Olumlu cevaplar almaya başladı. Elbette cebindeki nomismataların da buna katkısı büyüktü. Yine de henüz emin olamıyordu. Yorgunluğunu alacak sıcak bir yemek için Aziz Demetrius yokuşunun limana dönen köşesindeki hana girdi. Bir süre sonra tabağında kalan kemikleri sıyırırken içeriye birinin yunan diğerinin de arap olduğuna kalıbını basabileceği bir ikilinin girdiğini gördü. Sessizce onları dinlemeye koyuldu. Müslüman bir kaptanın kafasındaki için biçilmiş bir kaftan olabileceğini düşündü. Buranın dilini pek iyi bilmemesi de yararına olabilirdi. Anladığı kadarıyla gemi birkaç gün boş olacaktı. Bu fırsatı kaçırmak istemediğini hissederek adamlara yaklaştı.

Konuşma başlar başlamaz Asparuh adının Posionus olduğunu öğrendiği yunanın aklını çelebilirse işinin kolaylaşacağını anladı. Keseden çıkan ilk altının Tripoli doğumlu bu orta yaşlı denizcinin gözünde yarattığı parıltı adamın geçmişi hakkında da pek çok ipucu vermekteydi. Asparuh’un gözünden kaçmayan o bakışın anlattığı pek çok hikaye vardı.

Posionus’un Tripoli’ye atla iki gün mesafedeki denizci köyüne Likyalı korsanlar dolunayın aydınlattığı bir gecede baskın yaptığında genç balıkçı henüz on yedi yaşındaydı. Korsanlar şafak sökerken eski savaşların ganimeti thallamites kürekleri çıkarılmış tunç mahmuzlu bir triremeye köyün bütün gençlerini istifleyip beş gemilik donanmaları ile Corsica’ya yelken açtılar. Bu güneşin altında aylarca taş kırdıkları adada çaresizce köylerinden gelecek fidyeyi bekledikten sonra gelen giden olmayınca Messina boğazı rotasını kullanarak Kefelonya üzerinden Pireus limanına götürülüp satıldılar. Kendisini satın alan adam yıllanmış bir dolandırıcıydı ve akdenizin her limanında kellesine ödüller konmuştu. Kısa süre sonra zekasını kanıtlayınca sahtekar Dacius’un yeni yüzü olarak liman liman dolaşmaya başladı. Sistemleri oldukça pratikti. Önce kendilerine ait olmayan bir yükü sahte belgelerle bankerlere gösteriyor, dönüşte getirecekleri tahılı vaad ederek drahmileri alıyorlardı. Bu altınlarla amforalar dolusu garum ve şarap alıp anlaştıkları kiralık bir kaptan ile genellikle Grit’in güney sahilini izleyerek Corsica, Marsilya veya İskenderiye’ye götürüyorlar ve kendilerini bekleyen hevesli tüccarlara satıyorlardı. Pireuslu tüccarların damgalarını taşıyan amforalarda Khios, Samos ve Rhodos şaraplarını satmaktan daha kolay bir şey yoktu. Ardından hiç vakit kaybetmeden bu vardıkları limanda yine kendilerine ait olmayan bir yükü talihsiz bir bankere yine onaylatıp gemiye küpler dolusu tahılı yükleyip dönüş yoluna koyuluyorlardı. Görevin bitirici darbesi hep bu geri dönüş yolunda inerdi. Gizlice lombarlardan aşağı süzülen Posionus sintineye inerek testere ve keskilerle son yolculuğuna çıkmış olan yelkenlinin kaplamalarında bir delik açıp gemide paniğin başlamasını beklerdi. Ardından yapılması gereken tek şey genellikle işin içinde bulunan kaptanla beraber Pireus ya da o sırada hangi limanda iş yapıyorlarsa oraya dönüp denizin dibini boylamış olan yük için ağlayıp sızlamaktı. Gelmesi gereken yüke bir servet bağlamış olan çaresiz bankerler Rodos Deniz Yasası’na göre ne kıllarına dokunabilir ne de zararlarını tazmin edebililerdi. Bankerlerden aldıkları para batırdıkları yükün ve geminin değerinden en az on kat fazla olurdu. Beş sene sonunda efendisi Dacius’un emri ile batırdığı gemi sayısı on ikiyi bulmuştu ve artık iyice bilinen bir sima olmaya başladığından emekliliği gelmişti. Emeklilik, sadece yeni görevler için.

Asparuh’un teklifi Posionus’a çok cazip geldi. Bu cazibe kafasındaki tilkileri saklandıkları yerden tekrar yeryüzüne çıkardı. Kaos kokusu alıyordu. Bu gemiye el koyup kaçırmak için beklediği fırsatı yaratabilirdi. “Bu çok kolay bir iş” dedi rahat bir tavırla Cübeyr’e. “Tek yapmamız gereken şey beşinci günün şafağında bu adam ve arkadaşlarını batıda yarım günlük mesafedeki Bisanthi limanına götürmek, sonra geri dönüp işimize devam ederiz. Bu fırsatı kaçırmayalım”.

BÖLÜM 3

TÜNELLER


Yeni kurulmuş latin mahallesindeki Aziz İrene’nin çanları gece yarısı ayini için çalarken on adam Galataya bakan ve Prosphorion Limanı diye bilinen küçük kuzey limanında hızlı adımlarla ilerleyip demir mazgalları buldular. Bir tanesi güçlü kollarıyla geniş bir mazgalı yerinden çıkarıp suya bıraktı. Lağım tünelinin Altın Boynuz’a kavuştuğu tünelden bellerine kadar gelen suda ağır ağır ilerlemeye başladılar. Tünel birinci sınıf bir özgür taş ustasının elinden çıkma yuvarlak ve pürüzsüz hatlara sahipti. En önde giden Barçan bir meşale yaktı ve efendisi Asparuh’a döndü.
“Beyim ne taraftan?”
“Sağdan gideriz. Örme duvar bitip kayanın başladığı yeri arıyoruz.”

Yankılanan seslerin tembel bir nöbetçinin kulağına ulaşmasından korkarak devam ettiler. Su seviyesi azalmaya başladı. Özenle kesilmiş taşlar yerini toprak ananın sabırlı ellerinden çıkmış kayalara bıraktı.

“Burada tavan çok yukarıda ve yukarı tırmanıp yandaki tünele geçit arayacağız.”

Haritasını inceledi. Asparuh’un el işareti ile çocukluk arkadaşı ve sadık yoldaşı Karluk öne çıkıp yukarı doğru kancalı bir halat attı. Birkaç denemeden sonra ip yukarıya sağlamca tutundu ve ardından adam bir elinde meşale ile ipten destek alarak yukarı tırmandı. Nemli kaya kaygan olsa da sahip olduğu girinti ve çıkıntılar adamın yukarı varmasına yardım etti. Vardıktan sonra emniyete sekizli bir düğüm atıp tek tek herkesin yukarı çıkmasını sağladı. Kayanın tepesinde batı istikametine doğru yeni bir tünelin başladığını ve daralarak devam ettiğini gördüler. İncecik bir su buradan yol bulmuş geldikleri yöne doğru sessizce akmaktaydı. Önce durup sessizliği dinlediler. Duyulan tek sesin uzaklarda yankılanan bir su damlasa ait olduğundan emin olduktan sonra tek sıra halinde devam ettiler. Öncü olarak en irileri olan Tanyu gidiyordu. Bir süre sonra geçit o kadar daraldı ki yoğun su sesini duydukları yere kadar sürünerek ilerlediler.

“Bu şelaleyi biliyorum. Büyük sarnıca yaklaşmış olmalıyız. Oranın uzağından geçip Ayasofya’nın altına yönelmeliyiz.”

Süründükleri tünel daha yukarı seviyedeki geniş bir yola açılınca rahat bir nefes aldılar ve şelale sesinin aksi istikametine devam ettiler. Burada iki kişi yan yana gidebiliyorlardı ve tolgalarını yukarı çarpmamak için başlarını hafifçe eğmeleri yeterliydi. Bir süre sonra havadaki nem ve küf üzerlerine çöktüğünden nefes almakta zorlanmaya başladılar. Yer yer daralıp alçalan kayalar da işlerini iyice zorlaştırmaya başlamıştı. Asparuh’un Theodoros Kürsüsü ile Ayasofya arasında olduğunu düşündüğü küçük bir yer altı salonuna gelince durup haritaya son bir kez göz attılar.

“Beyim, doğuya doğru garip bir tünel daha var?” dedi Aprançur şaşırmış bir sesle, sesindeki tereddüt hayra alamet değildi.

“Bana bu haritayı veren dost safsatacı değil saraya yakın güvenilir bir adamdır.” diye çıkıştı Asparuh fısıldayarak. Haritanın sahibi Kallinicos’dan bahsediyordu.

“Ben de en çok saraya yakın olmasından korkuyorum ya beyim..”

O noktayı çoktan arkasında bırakmış olan Asparuh çaylak akıncıyı duymazdan geldi.

“Keşif sırasında o tarafa doğru giden tünelleri hep kapalı bulduk. Kallinicos o yolun boğazın altından geçip on iki adaya çıktığını söylüyor. Lakin bizim işimiz bu tarafta” diyerek parmağı ile karmaşık tünellerin Theodosius Limanına çıktığı yolu gösterdi. Ardından sessizce bir sonraki dehlize doğru ilerlediler.

Şafak, sabah yıldızına doğru son hızla uçan bir şahinmişçesine hızla yaklaşıyordu. Yanlış yönlere girdiler, zaman zaman kaybolup daireler çizdiler. Nihayetinde haritadaki yer altı suyunu bulduklarında hedefe artık bir nefes kadar yakınlardı.

Ayasofya ile Hipodrom arasındaki bu gölet önlerindeki son engeldi. Bu suyu da aştıklarında zindanlara ulaşmış olacaklardı. Şansları da yaver giderse tek bir ses çıkmadan işi bitirebilirlerdi. En iyi yüzücüleri Tuna beline doladığı uzun halatın bir ucunu kayaya bağlayıp suya girdi, elinde meşale ile bir süre ilerleyip suyun bittiği yeri buldu ve ipin diğer ucunu da emniyete aldı. Sırayla sudan geçerlerken yanındaki metal topları kesinlikle suya değdirmemesi gerektiğini hatırlayan Asparuh geyik derisinden çantayı yukarıda tutmaya özen gösterdi. Sudan çıktıktan sonra yukarı doğru kıvrılan yol artık hipodromun zindan bölgesiydi. Palalarını, kamalarını gözden geçirip kısa yaylarına ip gerdiler. Artık sadece el hareketleri ile anlaşmaları gerektiğinin farkında olan adamlardan en sessiz adımlara sahip olan Batu toprak zeminli tünelden yukarı doğru hızlı adımlarla gözden kayboldu. Kısa süre sonra döndü, elinin tersini gösteriyordu, temiz. Batu bu defa yanına Tuna ve Aprançur’u da alarak tekrar keşfe çıktı. Bir süre sonra döndüklerinde sırtlarında bir de muhafız taşıyorlardı. Adamı sessizce yere bıraktılar. Beline asılı demir bir çembere dizili yirmi kadar anahtar vardı, çemberi kesip aldılar. Batu fısıldayacak cesareti buldu.

“Uyuyordu. Şimdi daha derin uyuyor.”

Adamın ayaklarını kolları ile sırtında birleştirip o düğümü bir ilmekle boğazına sardıktan sonra ağzını da sıkıca kapattılar. Yukarıya doğru yürüyüşe geçtiler. Bir süre sonra geldikleri noktada ileride duvara vuran meşale ışığını görebiliyorlardı. Ortadan kaybolmuş olan Batu tekrar çıkıp geldi. Çevik izcinin fısıldaması daha cesaretliydi.

“Salonlar başlıyor. Büyük demir kafesler uyuyan mahkumlarla dolu. En az yirmi kişi var derim. İhtiyar bir tanesi beni gördü, gülümsedi, hiç ses etmedi. Tersten geldiğimiz için bu tarafta muhafız yok. Dışarısı asker kaynıyor gök görsün, kızıl aksın.”

“Gök görsün, kızıl aksın.” diye tekrarladı Asparuh, sesindeki heyacanı kontrol edememişti.

Kafeslerin olduğu büyük mağaraya sadece iki kişi girdiler, Asparuh ve Batu. Duvarda asılı ve sönmeden kalmış sadece bir meşale vardı. Loş ışıkta parmaklarının ucunda yürüyerek kafesleri incelediler. Yer yer ölmek üzere olan bir adamın inleme seslerini duyuyorlardı. İhtiyarla karşılaştılar, ayağa kalkmış, umutla onlara bakıyordu. Merak etmeyin hiç ses etmem, ne olur beni de çıkarın der gibiydi. Asparuh ona umut veren gözlerle bakıp, sol eli ile bekle anlamına gelen hareketi yaptı. İhtiyar anlayıp çaresiz tekrar oturdu, başı ile onları takip ediyordu. Bu sırada Batu çoktan çıkış kapısının yanındaki kafese varmış Asparuh’u el işareti ile çağırmaktaydı. Asparuh tek kişilik demir hücrenin yanına gelince korkunç manzara ile karşılaştı.

Kadının yeşil binici elbisesi kurumuş kandan koyu kırmızıya boyanmıştı. Yanak, çene ve burun kemiklerinin kırık olduğu belli olan yüzü mor ve kırmızı şişliklerden tanınacak halde değildi. Saçları fazla keskin olmayan bir hançerle diplerinden kazınmış olmalıydı. Kabuk bağlamış başını sarıp sağ kulağını kapatan bir sargısı vardı. Gögüs kafesi inip kalkmasa ölü olduğundan emin olabilirlerdi. Yavaş ama düzenli bir şekilde nefes alıyordu. Asparuh elini ısırdı. Kapıdan dışarı koşup bütün şehri kesmek istiyordu. Bunun bilincinde olan Batu, adam kontrolünü kaybetmesin diye bir yandan içinden dua ediyor diğer yandan anahtarları deniyordu.

Az sonra kadının dağılmış bedenini sırtına alan Asparuh geldikleri tünele doğru yürümeye başladı. Geldikleri yer altı gölü tarafına doğru hafif bir rüzgar esiyor, nefes almayı daha kolay hale getiriyordu. Tekrar ihtiyarın yanından geçtiler. Adamın gürültü yapmasından da çekinen Asparuh bir kişi eksik veya fazla olmanın da pek bir şey fark ettirmeyeceğini düşünerek Batu’ya işaret etti. İhtiyar yaralı bir kedi misali kafesin kapısının dibine sinmiş, aralanır aralanmaz dışarı sıçrayacakmışçasına dikkat kesilmişti. Batu kapıyı aralar aralamaz kafesteki diğer beş adam hareketlendi. Gözlerinde en ufak bir uyku kırıntısı yoktu. Gürültü yapmaktan da çekinen mahkumlar vahşi hayvanlar gibi genizlerinden gelen ilkel bir sesle tısladılar. Ya konuşmayı unutmuşlar ya da yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide akıllarını kaybetmişler diye düşündü Asparuh. Batu ile göz göze geldi. “Gök görsün kızıl aksın.” der gidiydi korkmuş gözleri. Mahkumlar peşlerine takıldı ve grubun geri kalanının yanına doğru ilerlemeye başladılar. On adım atmışlardı ki ustaca ayarlanmış bir ok salvosu bütün mahkumları yere serdi. Saçları örgülü Karluk öne sıçrayıp can cekişen üç tanesinin gırtlağını üç seri hareketle kesti. Diz çöktüğü yerden sert bakışlarla bir süre Asparuh’u süzdü. Tek bir kelime etmesine gerek yoktu. Çocukluğundan beri sayısız defa kağanın en büyük oğlu Asparuh’u kurtarmış veya arkasını toplamıştı. Bu ne ilk ne de son olacak diye düşünmeden edemiyordu.

***

Kağan Kubrat oğlu Asparuh Dinyeper boylarındaki bir yurtta doğduğunda kabile yüz yıl süren büyük yürüyüşüne devam etmekteydi. Yirmi yıl sonra kırk bin Bulgar Tuna’nın güneyine indiğinde genç Asparuh kılıcını çekip verimli yeşil ovanın ortasına saplamış “Burası benim vatanım!” diye bağırmıştı. Hızlı akan kanı söz konusu bereketli toprakların Bizans mülkü olmasını kendi sorunu olarak görmüyordu, ileri doğru atacak bir adımları dahi kalmamıştı. İmparatorluğun yaklaşımı onları oldukça şaşırttı. Bu topraklarda istedikleri gibi yerleşip yaşayıp çoğalabilirlerdi. Yeter ki savaş boruları çaldığında sancak çekip kılıç kuşanıp güneye at sürsünler. İlk yıllarında Asparuh imparatorun özel koruma birliğinde görev yaptı. Magnaura Sarayı ovucunun içi gibiydi.

O sırada bir gün imparatorluk veliahtı genç Constantin onu yanına çağırdı. Güneye, Likyaya yapacağı yolculuk için onun korumasından yararlanmak istiyordu. Karluk, Barçan, Batu, Tuna ve Aprançur’u da yanına alarak Constantin’in koruma taburuna katıldı. Yanlarında uzak diyarlardan mür, fil ve gergedan dişinden süsler, afrika esansları, erguvan kumaşlar, karabiber, zencefil ve daha hayatlarında ilk defa adını duydukları bin bir hediye ile yola çıktılar. Asparuh geleceğin imparatoriçesini Constantinapolis’e götürmek için düzenlenmiş olan seferde kalbini adına saray ozanlarının şiirler yazdığı bu kadına kaptıracağını asla bilemezdi. Altın kafesindeki parmaklıkların arasından kalbine şakıyacak o ardıç kuşunun söylediği şarkılar kalbini dağladı. Onu dağlardan aşırıp Tuna’ya salacaktı söz verdi. Ardıç kuşu onu dinledi ve elini tuttu “Dün gece yıldızları gördüm, tek boynuzlu at kadim boğaya bakıyor, çömelmiş aslan onları izliyor”.

Daha şafak sökmeden aslan işlemeli zırhını giymiş Constantin Asparuh’u yakasından tutup arenanın zindanına attı. Ardından adil olmayan bir düello ile Bulgar akıncısını al aşağı edip bir de utanmadan büyüklüğünün göstergesi olarak onu bırakıp azad etti. Oysa orada onu ölümden koruyan tek şey Kubrat Kağan’a duyulan korkuydu.

Yenilmiş ve aşağılanmış bir vaziyette tekrar kuzeye, Tuna boyuna çıktılar. Lakin Asparuh ertesi sene Constantin taç taktıktan sonra keşiş cübbesi içinde Constantinapolis sokaklarında tekrar boy göstermeye başladı. Ardıç kuşunu tekrar buldu ve kuş tekrar ona şarkılar söyledi “Yıldızlar” diyordu yine sesi tarifsiz bir korku içinde “Ejderha alçak uçuyor ve aslanın peşinde bu gece.” Gözleri dolunaya bakıyordu “Çan kulesinden gözleyenler var.”

Asparuh altıncı günün şafağında Felippe yolunda ardıç kuşu ile buluşmak için sözleştikleri yere geldiğinde kanlar içinde otuz altı ceset buldu. Çan kulesinden gözleyenler ardıç kuşunu yakalayıp Constantinapolise geri götürmüşler ve Hipodrom zindanlarına kapatmışlardı.

***

Şimdi bu gece, yüz binler yüzeydeki derin uykularına devam ederken yer altı tünellerinden batıya doğru devam ettiler. Kısa bir süre sonra yanyana kurulmuş iki küçük askeri liman olan Sophia ve Kontoskalion limanlarını arkalalarında bırakarak Theodosius Limanı’nın tüccarlarıyla ünlü yahudi kapısına vardılar. Buradan Meyrelaion kilisesine doğru çıkan yoldan sokağa girmenin mümkün olduğu bir kanalizasyon tüneli vardı var olmasına ancak geminin kendilerini beklediği Aemilianus kapısına kadar gitmek istiyorlarsa limanın içinden geçmekten başka çareleri yoktu. Limana dökülen o uğursuz dere limanın batı kapısına doğru giden tünelleri bıçak gibi kesmişti.
Birer birer silahlarını bırakarak limanın alacakaranlığa süzüldüler. Ardıç kuşu Asparuh’un sırtında, halen kullanabildiği sol gözünü araladığında ilk gördüğü şey sabah yıldızı oldu “Ah, Apollo...” diye inledi.

BÖLÜM 4

LİMANDAN ÇIKIŞ

“Bu rüzgar hiç hayra alamet değil” diye söylendi Cübeyr zeytin çekirdeği çevirdiği dudaklarının arasından. Sabahın bu erken saatlerinde meltem esmesini beklerdi, böyle hırçın bir günbatısı değil. “Ne denizini anladım ne de rüzgarını zaten” diye cevapladı sonra kendi kendine, meraklı gözleri tüccar kolanlarında. Pasionus sessizdi. En büyük korkusu işler umduğu gibi gitmezse kaptana söz geçirememekti. “Acaba güneyden ne haberler vardır” diye konuyu değiştirdi yunan. Eli kulağında kopmak üzere olan savaşı kastediyordu. Bütün donanma yaklaştığı rivayet edilen Arap istilacıların gemilerini karşılamak üzere Propontise açılalı bir haftayı geçmişti. Geride sadece günlük işlerin sorunsuz yürümesine ancak yardım edebilecek kadar kadırga ve yelkenli bırakmışlardı. “Alexiamus bu rüzgarı arkasına alıp seninkilerin üstüne kürek çektiriyordur belki” diye ekledi yaşlı gemiciyi kızdırmak için.

“Darül islamdan çıkıp darül harba yelken açarsan kurda kuşa yem olursun”. Uzun beyaz sakalıyla oynarken düşünceli bakışları etrafı gözlüyordu. Etraf her ne kadar sessiz olsa da telaşlı bir güne erken başlamak isteyen pek çok tüccar yanına aldıkları adamlarla boy göstermeye başlamıştı. Üstelik daha şimdiden kilden yapılma çift kulplu amforaları taşıyan onlarca hamal uykulu gözlerle akşam yine meyhanelerde anlatacakları hayatlarının en zor günlerinden birine başlıyordu.

Kolonların önünden kendilerinin olduğu tarafa doğru heyecanlı adımlarla yürüyen karaltıları ilk o zaman gördü. Bir tanesinin sırtında yük vardı. Tam o sırada alarm çanları duyuldu ve liman surlarında bir hareketlilik başladı.

Cübeyr anlaştıkları adamı hemen tanımıştı. Asparuh ve adamları dar iskeleden Hınzıre’nin güvertesine birer birer geçerken onlara yardım etti. En önden güverteye çıkan Asparuh sırtında taşıdığı kadınla beraber kaptana bir şey sormadan geminin mutfak çatısının kiremitlerinin yanındaki ambar kapaklarına yöneldi. Kaptan diğer iki tayfasına bir el işareti yaparak adamlara yardımcı olmalarını işaret etti. Bir yandan kulağı limanda artmakta olan gürültüye dikkat kesmişti. Etrafta olup biten hakkında kendisinden daha fazla fikre sahip olan Posionus belli etmek istemediği telaşlı bir sesle “Ben babadan ipi alıyorum, çıpaları çekip istingalara gitsinler avare edelim” der demez taş iskeleye atlayıp halatı çözme işine koyuldu. Bu sırada bütün yolcular lombarlardan aşağı inip gözden kaybolmuştu. Cübeyr sessizce“Sığınırım tan vaktinin rabbibe yarattıklarının şerrinden...” diye başlayan ve denizciler arasında oldukça yaygın olan o kısa bir sureyi içinden okuduktan sonra topu topu iki kişiden ibaret olan tayfaya yelkeni salya etme emrini verdi “laçka laçka hisa!”.

Birdenbire kendisini tıpkı Urhai veya Semerkantın ilim irfan efendilerinin geceler boyu çözmek için alın teri döktükleri türden bir kurmacanın içinde buldu. Rüzgar gitmek istediği yönden bütün gücüyle üzerlerine saldırıyordu. Mendireğin açık denize geçit verdiği o istikamete gitmeye kalksa değil ilerlemek geri geri gideceği kesindi. Böyle durumlarda hep yaptığı gibi önce gözlerini kapattı, sonra sanki yukarılarda uçan meraklı bir martının gözlerinden aşağıları izliyormuş gibi gemisini, limanı ve rüzgarı inceledi. Gözerini açtığında ne yapması gerektiğini biliyordu. Rüzgarı arkasına alıp orsasına seyre başlayarak yelkenini musallabe etti. Hınzıre’nin bu hamleye cevap vermesi fazla zaman almamıştı. Yükünü indirmiş olduğundan sintinesi de boş olan genç gemi hızla öne atıldı. Yelkenini doldurarak liman çıkışı yerine bütün hızıyla taşlara çarpıp parçalanacağı limanın iç kesimine doğru yöneldi. Ancak kaptan yeterli hızı aldıktan sonra kıç dümeni küreklerini aniden döndürerek geminin diğer yük gemilerinin arasından süzülüp geniş bir yay çizmesini sağladı. Aynı anda tayfalar tekrar istinga iplerine asılarak yelkenleri yarısına kadar toplamıştı. Kuşkusuz geminin rüzgarı arkadan alıp yelkeni doldurarak yakaladığı bu hız kendisini liman çıkışına ulaştıracaktı. Mesele devamını getirebilmekti. Bütün bu manevra ile boğuşmakta olan kaptan ve tayfası limanda kopmakta olan hengamenin farkında değildi. Cübeyr, gemisinin ambarındaki kadının Bizans imparatoriçesi Iotape olduğunu bilse orada düşüp bayılırdı.

Prefectus subayı Anthistenes surdaki bayraktarın limanı mühürle işaretini gördüğünde Hınzıre’nin deniz fenerini geçmesine az bir zaman kalmıştı. Başka hiç bir çaresi olmayan adam yaptığı teftişten oldukça iyi hatırladığı gemiye fenerin demir parmaklıklı terasından olanca gücüyle durması için bağırdı ancak kendisini dinleyen yoktu. Posionus “Önemli değil” dedi Cübeyre, ses tonuna baksanız pazarda alış veriş yaptığı köylü bir kadına cevap veriyor sanırdınız, “Guerre de course, korsanlar varmış güneyde. Bizim yolumuz yakın.”

Anthistenes’in tek yapabildiği mendirek boyunca koşarak Hınzıre’nin kayıtlarını liman muhafızlarının başı Apollodopus’a vermek oldu.

Magestre Apollodopus bu sırada boş durmuyor, toplayabildiği bütün adamları küreklere koşarak en az iki dromon ile limandan çıkmak üzere olan küçük ticaret gemisine yetişmenin hesaplarını yapıyordu. Bu gemiler bodoslamadan bodoslamaya Hınzırenin en az iki katı uzunluğunda ancak kemere genişliğinde yarısı kadar görünen suya yerleştirilmiş iki uzun ok gibiydi. Bu okların her birisinin üst üste iki sıra halinde yirmi beşerli kürekçi sıraları toplamda yüz kürek gücüyle denizlerin en hızlı avcısı olmalarını sağlamıştı. Üstelik pruvaya yakın büyük trinketa ve ortada daha küçük mizana üçgen yelkenleri, ana direklerden daha uzun serenler sayesinde suların en kıvrak saldırı gemileri olarak Balear Adalarından İskenderiye’ye kadar korku salmalarında en büyük yardımcılarıydı.

Apollodopus bu iş bittiğinde geri dönüp kürekçilerden sorumlu kleustes subayını boğazlayacaktı, kendi kendine söz verdi. Bütün kürekçilerin Karabisianoi donanmasına belki de bu sabah kopmakta olan savaşa takviye olarak gönderilmiş olması umurunda değildi. En az iki dromona yetecek katar yedek bırakılması gerekirken şu anda yirmi adam ancak toplayabilmişti. Ancak kürekçi yok diye geminin elleri arasından kayıp gitmesine neden olursa strategos kendi elleriyle kellesini imparatorun önüne bırakırdı ve bu yüzden şu anda hareketsiz kalmak kendi ölüm emrini imzalaması anlamına geliyordu. Bütün nöbetçi askerleri ve durup kendilerini seyretme şanssızlığına yakalanmış hamalları toplayıp kadırgaların en yukarıda bulunan thranites kürekçi sıralarına yerleştirdi. Alt sıralar boş kalmıştı. Kaşla göz arasında apostollardan kürekler çıktı ve her iki gemide ellişer adam güvertedeki fülütçünün derinden gelen melodik ritmine uyarak kürek çekmeye başladı. İki dromon savaş gemisi trinketa ve mizana direklerindeki sübye armalı latin yelkenlerini istinga etmiş halde sade kürek gücünü kullanarak liman çıkışına ulaştılar. Karşılarındaki tek güçlük İbn Cübeyr’e soğuk terler döktürmekte olan günbatısı rüzgarıydı. Güvertede seyrüseferden sorumlu kybernetes subayı hazır bulunsa bir çırpıda prasya ve iskotanın başına geçer, tramola atarak önlerinden kaçmakta olan şişman dişi domuzun tepesine çöreklenirlerdi. Oysa şu an yelkenleri idare edecek tek bir tayfa olmadan normalde gidebileceklerinin yarı hızıyla akıntıya karşı kürek çekmekten başka bir şey gelmiyordu ellerinden.

Apollodopus yine de umutlanmakta haklıydı. Tahminlerine göre Selybria’yı geçmeden onları yakalamış olacaklardı. Görevin geri kalan kısmı için kürek çekmekte olan askerlerine güveniyordu. Demir aldıkları sırada ne olur ne olmaz diye arkalarından gelmeleri için emrettiği tam techizatlı iki dromona ihtiyaçları dahi olmayacaktı.

Dromonlar mühürlenmekte olan limandan çıkan son iki gemi olarak fenerin yanından geçerken Hınzıre arayı oldukça açmıştı. Apollodopus gözlerini kısıp bir süre uzaklaşmakta olan tüccar gemisini inceledikten sonra rakibinin ters rüzgara karşı yelkenleri iyi kullanan bir tramola ustasına sahip olduğunu anladı. Kararını verdi. Onu açık denize doğru gittiği güney yönüne doğru izlemeyecek, doğrudan karayı takip ederek batıya kürek çekecekti. Böylece bir süre sonra rakibi manevrasını tamamlayıp kuzeye gitmeye başladığında kafa kafaya geleceklerdi. Ve kafa kafaya gelmek üzere oldukları ana kadar her şey planladığı gibi gitti.

BÖLÜM 5

PROPONTIS’DE ATEŞLER

“Bisanthi limanında bizi bekleyen bir gemi var. Fark edilmeden ona geçip tekrar Constantinapolis’e yelken açacağız. Onlar güneylere doğru bu küçük geminin peşindeyken biz çoktan Karadeniz’e çıkmış oluruz.”

Konuşan Asparuh’du. Normalde yüzlerce amforanın istiflenmiş olması gereken geminin karnında Iotape’ye onu teselli edip kalbini ferahlatacak bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Kadın gülümseyerek ona karşılık vermeye çalıştı ancak tek yapabildiği yüzünü çarpıtmaktı. Karluk geminin lombarlardan inen merdiveninin hemen arkasına düşen ve sirkede bekletilmiş derilerin iç kaplamalara ağaç çivilerle çakılmasıyla ateşe karşı daha dayanıklı hale getirilmiş küçük mutfağından elinde bir zeytinyağı çömleği ile geldi. Kadının yaralarını temizlemek için şimdilik ellerindeki en iyi ilaç buydu.

Güvertede kaptan Cübeyr Posionus’un sayesinde takip edildiğine dair bütün kaygılarından sonunda kurtulmuş, rahatlamış bir ruh hali içinde kuzeybatıya döndürdüğü gemisini rüzgar altında düşürmeden Bisanthi limanına doğru taşıyordu. Ancak karaya doğru iyice yaklaşıp yelkenleri tekrar sancak tarafından güney istikametine çevirme vakti geldiğinde Slymbria burnunu iki savaş kadırgasının dönüp üzerlerine doğru atıldığını fark etti. İçini kemirip duran şüphe ağır bir kaya gibi bir anda midesine oturdu.

“Deli olma!” dedi Posionus yelken iplerine asılırken, rüzgar sesini bastırmasın diye bağırmaktaydı. “Onları teslim edip yoluna devam edebileceğini mi sanıyorsun! Diri diri derini yüzerler!” İçinden kendi kendine “Biz öldük..” diye tekrarlamaya başladı, “Biz öldük..” Kaptan tayfanın şaşkın bakışları arasında çapa atmak için pruvaya yöneldi.

Güvertede olanları takip etmekte olan Tuna uzun kürekleri inip kalkarken kanatlarını açmış iki kartal gibi üzerlerine gelmekte olan dromonları gördüğü anda merdivenden aşağı inerek olup biteni aşağıdakilere hemen bildirdi. Bütün silahlarını limanda bırakmış olan adamlar etrafta koşarak keskin veya fırlatılabilecek aletler aramaya koyuldular ancak durum oldukça kötüydü. Kullanabilecekleri silahlar bir kaç çömlek parçası ve teknenin iç kaplama agaçlarından öteye gidemiyordu.  Asparuh’un adamları yukarı çıktıklarında savaş kadırgalarını iyice yaklaşmış Hınzıre’ye ip atmaya hazırlanıyor halde buldular. Komutanları olduğu her halinden belli bir savaşçı onlara sesleniyordu “Jubayr! Jubayr!” Dromonoryalar iskele ve sancak taraflarından iki taraflarını çevirecek şekilde ağır ağır kürek çektiler.

İsminin biliniyor olması Cübeyr’in ikinci bir panik dalgasına yakalanmasına neden oldu. Pruvadaki artemon direğinin önünde elinde çapa donup kalmıştı.

Bu sırada Asparuh merdivenlerden elinde yanmakta olan metal bir topla çıktı. Bütün gücüyle topu iskele tarafındaki kadırganın güvertesine savurdu. Bir anda göz kamaştırıcı bir parlaklık yükselirken bizans gemisinin pruvası ateşler içinde kaldı. Vakit kaybetmeden mizana direğinin dibine diz çöküp kavını kullanarak bir top daha yaktı. Bu yaktığı ikinci topu sancak tarafındaki gemiye savurdu. Top daha havadayken içinden havaya savrulan bir alev demeti onu takip ediyordu. Hedefini bulduğu anda akkor renginde lavlar düştüğü yerdeki kürekçileri çığlıklar attırarak sıralarından kaçırtırken Asparuh kavı ile bir başka topu çoktan ateşlemişti.

Dromon savaş gemilerinde en çok yer kaplayan erzak her zaman amforalar dolusu su olmuştur. Yemek vakti geldiğinde durup sahilde yiyerek seyrüsefer edebilirler ancak su öyle değildir ve ilerlemek için küreklerine muhtaç bu gemilerin yakıtı yakıcı akdeniz sularında her zaman su olmuştur. Kürekçiler emir dahi almaya gerek duymadan yayılmakta olan yangını bir felakete neden olmadan söndürmek için su küplerine davrandılar. İlk önce hareket etmiş olan deneyimli kürekçilerden bir tanesi koşarak ateşin üzerine suyu savurdu. Ancak üzerine su boca edilince ateş hafifleyeceği yerde birden parlayıp daha büyük alevlerin kemereye doğru yayılmasına neden oldu. Bu sırada kıç bodoslama tarafında da yeni bir yangın baş göstermişti. Her iki dromon hiç bir şekilde söndüremedikleri ateşlerle mücadele ederlerken Pasionus’un da gayreti sayesinde Hınzıre arayı tekrar kaçmaya başladı. Arkalarına baktıklarında adamların baş edemedikleri yangınla uğraşmaktan vazgeçip suya atlayarak karaya doğru yüzmeye başladıklarını gördüler.

Eğitimini Rodos’da tamamlamış bir asker olan Apollodopus şahit olduğu bu olayı elbette asla unutmayacaktı. Bununla beraber gemilerini yakan bu esrarengiz silahın sürgüne gönderileceği Samos’daki Karabisianoi donanmasının ana silahlarından birisi olduğunu görecekti. Kendisine bunun yeni bir buluş olduğunu anlatılacaktı ama o bunu kabul etmeyecekti, “Hayır ben bunu daha önce görmüştüm!”

Cübeyr ve tayfalar Apollodopus’un yanmakta olan gemilerinden uzaklaşırlarken korku dolu gözlerle Asparuh’a bakıyorlardı. Hayatlarında ilk defa böylesine güçlü bir silah görmüşlerdi. Cübeyr bunun kara büyü olabileceğini düşündü. Tabi ki bunun Constantinapolis’de yaşayan bir simyacı olan Kallinikos’un icadı olan ve nafta, sülfür, gürülçine ve yunus yağından imal edilmiş bir tür sönmeyen sıvı ateş olduğunu bilemezdi. Her halükarda bu adamlardan kurtulmalıydı. Peki ama nasıl? Kızıldeniz’de bütün işini kaybetmişken şimdi Rumilerin de kara listesine girivermişti. Tutup da batı okyanusuna açılacak değildi ya.

“Benimle kuzeye gel” dedi Asparuh çaresiz bakışlarından etkilendiği ihtiyar denizciye sessizce. “Bırak bu gemiyi Bisanthi’de. Bizi bekleyen bir gemiye geçip Karadeniz’e çıkacağız” derken Cübeyr’in omuzunu güçlü elleriyle kavramıştı; “Sana Crimea limanında yardım edecek arkadaşlarım var”.

“Dhat el Sawari’den beri bu işin tadı iyice kaçtı” dedi Cübeyr genç adama, düşünceliydi, “Cayır cayır yan Bosporus! Akdenize çıkalı rüzgar ilk defa kuzeye esiyor gibi...”

Posionus Bisanthi limanında iki tayfayla beraber Cübeyr ile vedalaşarak Hınzıre’ye kolayca el koydu. Kuzey rüzgarlarını arkalarına alıp Rodos’a doğru yola çıktılar. İki büyük savaş kadırgası onları durdurup aradı ancak aradıklarını bulamamış gibiydiler.

Bir hafta sonra Asparuh Tuna Nehrine varmıştı. Kısa bir süre sonra da bütün kabileleri toplayarak kuzeye gelmiş olan Constantin liderliğindeki Bizans ordusunun karşısında büyük bir zafer kazandı. Bu defa adil bir dövüşle Constantini yendikten sonra hayatını bağışlayıp utançla yaşaması için onu güneye geri gönderdi. Ardından Iotape ile beraber krallıklarını kurarak Balkanlara hükmettiler.

Cübey uzun bir süre hayatını Crimea ve Tuna arasında tahıl, şarap ve zeytinyağı taşıyarak geçirdi. Ta ki bilinmez bir nedenle Posionus yanında esrarengiz bir yunanlıyla çıkıp gelene kadar. “Rüzgar yine tersten esiyor” dedi sakalını kaşırken Cübeyr, “Bu hiç hayra alamet değil”.

SON

2
Kurgu İskelesi / Vahşi Ateş
« : 07 Eylül 2010, 16:55:56 »
"Cehennem altlarında kaynadı ve deniz ağzını açıp onları yuttu. Tek bir tanesi bile kurtulamadı."

                                                                        Tarihçi Keşiş SEBEOS (Bagratunis). Yıllıklar. 


Giriş

İsa'dan Sonra VII. Yüzyıl. Dünya delirmiş bir kuklacının kontrolünü kaybettiği iplerinin ucunda. Emeviler İslam dinini yaymak adına bütün dünyaya karşı cihat ilan etmiş durumda. Başlarında ise zalimler zalimi gözünü saltanat hırsı bürümüş Muaviye var. Gözünü kırpmadan dev gibi bir donanmayı Akdeniz'e, mücahit bir orduyu Anadolu'ya salıyor. Balkanlar karışık. Gözlerinde her şeyi bildiğine dair bir ifade olan bir prens, hiç cesaret edilememiş olanı istiyor: Bizans'ı kendi topraklarında yenmek. Avrupa, Afrika çöllerinden aşıp gelmiş II.Emevi Ordusu'na çare arıyor. Çünkü İspanya'ya ayak basarken gemileri yaktılar. Çin şaşkınlık içinde. Dünyanın o güne dek gördüğü en büyük donanmaları daha Japonya'ya ulaşamadan büyülü bir tayfuna kurban gitti. Bir kelebeğin kanat çırpmasıyla oluşmuş bu fırtına, ikinci kanat çırpışında aradan 1278 sene geçmiş olacak. Ontario'da uzun beyaz, örgülü saçları olan, kösele suratlı bir Şef var. Meksikalı kuzenlerinden gelen barış maskesini inceliyor.

Kuklacı ince bir ipe uzanıyor. Bu onun en sevdiği ip. Elleri titremekte. Bulutların arasıdan Consthantinapolis'i görüyor. Ah, evet o deli kızın şehri.

                                                                      ***

1. İplerin Çekilişi
 
Haberci Smithis atını şaha kaldırarak son dönemeci arkasında bıraktı. Karanlık silueti taş döşeli Kral Yolu’nda kayboldu. Duyulan tek ses yorgunluktan ölmek üzere olan atın kişnemeleri ve toynak sesleriydi. İç şehrin büyük kapılarını hızla geçerken nöbet kulelerindeki bezgin gözler taşıdığı flamayı hemen tanıdı. Ne de herhangi bir piyade onu durdurup hesap sormaya çalıştı. O, yıldırım hızında saraya varması gereken bir uç sınır habercisi idi. Taşıdığı haberi bilseler az sonra saraya gerçek bir yıldırımın vuracağını da anlarlardı. Yine bu taşıdığı haber, nöbet tutarak hayatını çürüten saray muhafızları için, güzel günlerin artık geride kaldığı anlamına geliyordu. Güneş son ışıklarını Altın Boynuz Limanı’ndan çekip, Hayasophia Kilisesi’nin arkalarında kaybolurken Smithis saray merdivenlerine doğru koşmaya başladı. Arkada, durduktan sonra devrilen atını fark etmedi bile. Merdivenlerin önüne yerleştirilmiş havuzlu mermer fıskiyeyi tanrının bir lütfu olarak kabul edip, kafasını suya daldırdıktan sonra yoluna devam etti. Kendisini tanıyan bakışlara sahip mızraklı muhafızlar yolundan çekildi. Artık İmparator Constantine’in makamında sayılırdı. Boynunda çatlamak üzere olan damarlarına biraz daha kan sıçradı. Sütunların arasından geçerek loş koridorda ilerledi. Artık koşmuyor, sadece uzun hızlı adımlar atıyordu. Yankılanan borunun tiz sesini duydu. Muhtemelen gelişim haber veriliyor diye düşündükten sonra köşeyi döndü. Geniş fildişi kapılar kendisi için açılmıştı. Askerler göğüslerindeki büyük haça, mızraklarını çapraz tutmuş sessizce bekliyorlardı. Aziz Christhopher kabartmasının altından geçerek kırmızı halıya ayak bastı. Aynı anda borazanların kısa melodisi patlayınca ileriye kısa bir bakış attı. Otuz adım ileride, yedi ince basamak yukarı oturtulmuş altın Constantinapolis Tahtı yükseliyordu. İmparator ve İmparatoriçe tahtta görünüyor, hemen aşağılarında iki tarafa açılmış, içeri giren adamı meraklı gözlerle takip eden bir grup soylu bulunuyordu. Smithis’in eğitimli gözleri aradan hemen Büyücü Corinthean ve Ozan Smyra’yı da seçti. Ardından yaygaracının sesi salonu doldurdu: “Balkan Kartalları’nın Kardeşi Haberci Kızıl Smithis!” Islak kafası, yırtılmış yeşil pelerini ve yaralı dirsekleriyle öyle hiç de Kızıl Kartal ünvanı alacak birisine benzemeyen Smithis, daha az acıyan elini yumruk yaparak göğsüne götürdükten sonra, bu şekilde diz çökerek Yüce Constantine’ni ve eşi Lykia Ormanı’ndan periler kadar güzel Lotape’yi selamladığını ilan etti. Ardından da hiç beklemeden günlerdir hiç durmadan ata binme, katillerden kaçma, yer yer onları öldürme ve Gizli Geçitleri kullanma nedenini açıklamaya koyuldu. Sesi toktu ve ensesine dökülen ıslak kızıl saçları diken dikendi: “Bulgarlar geliyor! Phelipeli İzcilerimiz bütün bölgeyi dolaştı. Geri dönebilenler toplanan büyük bir Bulgar Ordusu’nu rapor ediyor. Anlatılana göre Asparuh Bulgar Krallığı’nı kurmak ve taç takıp Balkanlar’a hükmetmek istiyormuş. Savaşabilecek herkesi bizzat kendisinin orduya aldığına dair söylentiler var.” Derin bir nefes verdi. Kan basıncı düşmüş yüzü normal rengine dönmüştü. Ardından ekledi: “Efendim, ilk bilgi gelir gelmez hiç zaman harcamadan yola çıktım. Arkamdan daha çok haberin geleceğinden kuşkunuz olmasın, Kartallar izliyor!” Salon sessizdi. Kimse imparatordan önce tek bir kelime etmeyi göze alamazdı. Babasına karşı belki ama bu çocuk bambaşka bir muamma idi. İrileşen gözler, kırışan alınlar ve birkaç küçük el-kol jesti. Yağ lambalarını dolduran birkaç hizmetkarın adım sesi. Consthantine ayağa kalktı: “Layıkıyla hizmetini yerine getirdin oğlum, seni ödüllendireceğiz. Dinlendikten sonra görevine devam edebileceğini düşünüyoruz. Bundan böyle de Çift Başlı Kartal arması olsun yeleğinde. Hakkındır, artık gidebilirsin."

Kısa bir süre sonra salonda bulunan herkes dışarı çıkarılmış, imparator ve eşi yalnız kalmıştı. Ayakta öylece birbirlerine bakıyorlardı. Kandil ışığı ile aydınlanmış yüzleri, ifadesiz mermer heykellere benziyordu. Sessizliği Lotape bozdu: “Thessalonica..” Sesi taşa çarpan bir akarsu gibiydi. Consthantine araya girdi: “Bunu bana nasıl yapar. Onca şeyden sonra”. Hızla savurduğu kolu, kırmızı ipek elbisesinin altındaki zincir zırhı açığa çıkarmıştı. “Evet, bütün gücüyle Thessalonica’ya vuracak”. Elleriyle yüzünü avuçladı. O sırada kral ölmüş, yerine kalbinde acı ve elinde kırık bir kılıçla yola düşmüş on yedi yaşında bir çaresiz gelmişti. Şimdi imparatoriçenin yüzünde kederli bir ifade vardı. Siyah saçları yeşil elbisesinin bellerine dökülüyor bu da ona gerçek bir su perisi havası veriyordu. “Onun hayatını bağışlamak seni gerçek bir kral yaptı.” Consthantine’nin yüzünde küçük bir tebessüm belirdi: “Bir gün Lykia yolunda Asparuh bana demişti ki; korkaklar savaştan kaçarmış daha çok yaşayacaklarını sanarak, oysa hiç renk kalmazmış gözlerinde mızraklardan kaçmış olsalar da..” Tebessümü delice bir bakışa dönüşmüştü. Lotape: “Bu tam da Asparuh’a göre bir söz, ne yapmak niyetindesin?” İmparator derin bir nefes aldı: “Bilmiyorum canım, inan bilemiyorum. Güney denizi ve gündoğusu toprakları Araplarla kaynıyor. Onları nasıl durduracağımı bilmiyorum. Günbatısı topraklarında ise Asparuh bizi hançerlemek üzere. Ordu ikiye bölünecek gibi görünüyor.” Tahtına kaykılarak oturup sağ eliyle çenesini kavradı, bakışları dalgındı: “Generaller birazdan burada olur, Savaş Masası toplanacak. Araplarla ilgili de bazı kararlar alınacak. Bu gece uyumayız.” Kendini zorlayarak son tebessümünü de verdi: “Belki de babandan yardım alırız, hizmetimize bir demet yıldırım bağışlar.” “Çok komiksin aşkım.” Kadın gerçekten eğlenmişti: “Bazen gerçekten çok eğlenceli olabiliyorsun.” "Peki ya Asparuh için ne hissediyorsun?" İşte kralın asıl gelmek istediği nokta buydu. "Hiçbir şey, ve hiçbir şey de hissetmedim." Kadının rüyalara dalmış bakışları adamın gözlerini delip geçti. "Adil bir şekilde onu mağlup ettin ve kalbimi sen kazandın." "Peki ya Araplar Lykia'yı yağmalamaya kalkarsa?" İşte bu tam Consthantine diye düşündü kadın, öylece konuyu değiştirivermişti gene. "Halkım böyle bir şeyin olmasına izin vermeyecektir. Aslına bakarsan Araplar'ın onları asla bulamayacağını düşünüyorum. Ancak Likya'ya gidip ailem ile görüşme yapmak için izninizi istemem gerekecek."

 
2. Bir Mektup

Yaşasın Bizans! Çok yaşa asil ve muzaffer İmparator Consthantine.

Heliopolis Simyacısı Kallinikos, hizmetinizdedir.

Deryabiçen* geminize bineli altı hafta oldu. Yola çıkalı ise neredeyse bir yıl olacak. İşgal, ölüm ve acılarla geçen son üç yıldan sonra kendimi nihayet biraz olsun umutlu hissediyorum. Kaptan öğle saatlerine doğru Consthantinapolis’in görüneceğini söylüyor. Artık tehlike geçmiş çünkü Araplar buralara kadar gelemiyorlarmış, henüz. Anayurdumun uğradığı tecavüz ve yıkımdan sağ olarak kurtulan ender insanlardan biriyim. Güzeller güzeli Heliopolis kentinde şu anda o uğursuz yeşil sancakların dalgalandığını bilmek bana büyük bir acı veriyor. Bu kafir çöl fırtınası, önüne kattığı bütün halkları ezerek Azizler Azizi Consthantinapolis’in kapılarına kadar geldi. Burada son bir savaş verilecek. Ya Tanrının Krallığı sonsuza dek yok olup barbarların boyunduruğuna girecek, ya da bu yara burada kapatılıp dikilecek. Her bir hristiyanın kanının son damlasına kadar mücadele edeceğine inanıyorum. Sonucu ne olursa olsun ben bu savaşta şehit olmaya geldim. Tıpkı annem, babam ve sevgili eşim Phothini gibi. Belki o savaş bittikten sonra vadedilen cennetten Consthantinapolis’e baktığımda kiliselerimizi hala ayakta görürüm.

Buraya kadar gelmek hiç kolay olmadı. Her adımı kan ve gözyaşı doluydu. Ailemi öldürdükten sonra Araplar beni serbest bıraktı. Ustam bana aranan tüm soruların cevaplarının Alexandria Kütüphanesi’nde bulunabileceğini söylemişti. Benim sorum kendi sanatımı kullanarak Arapları nasıl durdurabileceğim idi. Birkaç yalan (Tanrı affetsin) beni hem Alexandria’ya giden bir müslüman ticaret gemisine, hem de o büyük kütüphaneden kalan kalıntıları inceleme izni almama yetti. Aylarca eski kütüphanenin avlusunda sadakalarla yaşayarak araştırmalarımı tamamladım. Müslüman görüntümün altında hiç durmadan Bana, Oğul ve Kutsal Ruh’a sessizce yakardım durdum. Neticede çorabımın içine diktiğim son altın parçasını kullanarak, Alexandria’dan iki direkli bir yelkenliyle tekrar kendi topraklarıma doğru yola çıktım. Beraberimde keşiflerimle ilgili notları taşıyarak, Heliopolis’e iki gün uzaklıkta bir dağda gizlenen hocam, sağdık kulunuz, Marco Argento’yu buldum. Yaptığımız deneyler kusursuz sonuçlar verdi. Arap ordusunu darmadağın edecek bir buluş yapmıştık. Bu planlar derhal Consthantinapolis’e ulaştırılmalıydı. Ne var ki Araplar ustamın gizli araştırma merkezini keşfetmişlerdi. Yapılan baskından ben sağ kurtulsam da sevgili ustam ve hizmetkarları vahşice katledildi. Ondan aldığım pırlanta kırıntıları Anadolu’ya yelken açan bir Arap gemisine binebilmemi sağladı. Yine yeşil sarığımı başıma dolamış, günde beş kere islami ritüelleri yerine getirmeye başlamıştım. Küçük mırıltılarımı işitebilseler intikam yeminlerimi de duyabilirlerdi. Üç hafta yol aldıktan sonra beş gemiden oluşan bir Bizans öncü grubunun saldırısına uğradık. Hristiyan kardeşlerim tarafından bir müslümanmış gibi öldürülme fikri cehennemde yanmaktan daha acı vericiydi. Ancak bu olmadı. Bizi rehin alan gemi gruptan ayrılarak, adına Iotape dedikleri bir Lykia liman kentine geldi. Burada kaderimizin belirlenmesi için kral ve kraliçenin huzuruna çıkarıldık. Diğerleri zindanlara atılırken ben ayrı tutuldum. Kraliçenin, içimdeki iyi hiristiyanı görmesi fazla zaman almadı. Takdir edersiniz kendisi, Delphi Kahin'i Demeter'in ikiz kardeşidir ve aynı yeteneklerin onda da olduğu söylenir. Kraliçe askerlerinize benim müslüman olmadığımı açıkladı. Askerler tek bir açıklama istemediler. Kraliçenin askerlerinize son sözleri, benim huzurunuza doğru çıktığım yolculuğun sona yaklaştığını müjdeliyordu :
“Kan, duman ve ateş. Bu adamı Büyük Efendi Consthantin’e götürün, hayır ya da şer.”

Sadık kulunuzun kısa geçmişi bu kadar. Arzuhalimin emsalsiz, haşmetli huzurunuzda vuku bulacak bir görüşme ile neticelenmesi en büyük hayalim. Yüce İsa'nın yardımı ile, siz yüce efendimizin önderliğinde, bütün Arapları yakarız. Aramızda yapılacak bu görüşmeyi ben zavallı kulunuza bahşetmeniz temennisi ile...

                                                     Heliopolis Simyacısı Kallinikos

 

Deryabiçen, Altınboynuz Limanı’na yaklaşırken martılar bu üç direkli yelkenliyi cırtlak çığlıklarıyla karşıladı. Kallinikos güvertede durmuş, telaşlı mürettebata aldırmadan yarımadaya kurulmuş şehrin surlarına bakıyordu. Kilometrelerce devam ediyor gibi görünen surlar Altınboynuz’un diplerine doğru ilerliyor, korulukların içinde gözden kayboluyordu. Yine bu korulukların içinde yer alan mimari şaheserler, geminin ilerleyişine göre yer yer görünüp sonra tekrar gözden kayboluyordu. Geniş kubbeli kiliseler, kireç kaplı kat kat binalar, değişik bölgelerde iç içe geçmiş, tuğladan evler genel manzaranın en göze batan nesneleriydi. Tabii bir de insanlar vardı. Surların üzerindeki nöbet yerlerinde gezinen askerler liman bölgesini on beş metre yukardan izleyebiliyordu. Yelkenli ve kürekli gemilerin durduğu iskelelerde telaşlı tüccarlar, paramparça elbiseli hamallar, şehir muhafızları ve daha kim bilir hangi amaçla ortalığı karıştıran sinsi eller, gizemli gözler ve uzun adımlarla koşuşturanlar vardı. Suya atlamış bir grup insan, gemiden hayvanları boşaltma faciasını toparlamaya çalışıyordu. Şu ana kadar bu mücadeleden keçiler galip çıkmış görünse de durumun değişmesi an meselesi gibiydi. Kallinikos gemisine baktı. Kaptan Syros serdümene talimatlar yağdırıyor, Subay Kronos ise ambardan eşyaların eksiksiz çıkarılmasını denetliyordu. Az sonra halat iskeleye atılırken kaptan, Kallinikos'un mektubunu İmparatorluk Sarayı'na iletilmek üzere teslim aldı. Kirli sakalını kaşıyarak kendisine tembihlenen handan çıkmaması gerektiğini, en geç bir hafta içinde cevap geleceğini de ekledikten sonra vedalaştılar. Kallinikos sırtında eşyalarını doldurduğu bir torba ve elinde birkaç isimden başka bilgi olmadığı halde, karmaşık bir mükemmelliğe sahip Consthantinapolis'e girdi.

Aynı anda İmparator Consthantine'in kahini Corinthian, heşmetbahlarına Bizans'ın kurtarıcısının bir müslüman olacağını söylemekte idi.

2. Kan, Duman ve Ateş
 
Lağım çukuru, zebani kırbacı ya da kancalı kafes. Seçmesi istenecek ölüm şekillerinden sadece üçü idi. Yakalandığı günden beri bunlardan yüzlercesini düşünmüştü. Elleri bağlı olsa da en azından yürüme özgürlüğüne sahipti. Diz çöktüğü köşeden ahşap duvara bir kafa daha attı. Kabuk bağlamış yara tekrar açıldı. Beyaz saçlarının arasından ince bir kan akıntısı çenesine doğru bir yol bulup yere damladı. Bir önemi olduğundan değil, karanlık hücre her gün biraz daha küçülüyordu. Baygın halde getirildiğinden içinde olduğu gemiyi hiç görememişti. Ancak oturduğu yerden beyninde resmini çizebiliyor, hangi ağaçtan yapıldığından tutun da ambarında ortalama kaç okka bulgur olduğunu dahi kestirebiliyordu. Yıllanmış derin bakışları kamaraları delip güverteyi teğet geçerek, pruva üzerinde kanatlarını geren bir martıya takıldı. Uzaklardan kopan yaygaranın tiz çığlıkları hücresine inerken pruvadaki tembelin yalnız olmadığını anladı. Bu gemilerin dilinden anlardı. Ne de olsa bir hafta öncesine kadar 1850 tanesine hükmeden bir Denizler Kaptanı idi. Öyle Emevi Aşireti'nden amca-oğlu bir şımarık değil, 14 yaşında halat bağlayarak işe başlamış bir deryalar ustası idi. Kör talih kendisine birazcık merhamet göstermiş olsa, bu gün Consthantinapolis’den halifeye altın yüklü kalyonlar gönderiyor olurdu. Bu düşünce delice kıkırdamasına neden oldu. Sesi ahşaba çarpan su ve gıcırtılara karıştı. Altın yüklü kalyonlar, Muaviye’nin diyeti ve kendi özgürlük senedi. Bu son görev tamamlanınca yerini bildirmemek üzere ortadan kaybolabilecekti. Önündeki su çanağına bir tekme attı. Bir muharebe kaybedilebilirdi, savaşın kendisini dahi tehlikeye atacak hataların da yapıldığı görülmüştü. Ancak böyle bir hezimet Urhai’de okuduğu hiçbir kitapta yoktu. Güneş daha öğleyi göstermeden bin gemisinin suda cehennem ateşiyle yakılışını seyretmişti. Bozguna uğramış kaçarlarken bir o kadarının daha vahşi ateşler içinde yok olduklarını duymuştu. Aynı gece bastıran amansız fırtına tıpkı üzerlerine çöken bir sihir gibiydi. İki gün süren ateş, su ve rüzgar büyülerinden sonra Propontis’den sağ salim çıkabilen bir avuç gemi kim bilir nerelere kaçmış, kendisi de belli ki üç beş tüysüz subayın esiri olmuştu.

Nasıl diye düşünürken gözlerini kapattı. Karanlık, ardında çakan bir parıltı ile önceki sabahı gözlerinin önüne getirdi. Sağ kanadı çeken uluçların ulucu Ebu Nawfal'ın köle gemisinden bozma yelkenlisi gözlerinin önündeydi. Nawfal, geminin pruvasında, elinde kılıcı, yüzünde tayfalara cesaret veren gülümsemesi ile, az sonra kopacak kıyamete doğru ilerledi. Bu Abbas'ın onu son görüşü olmuştu. Bir parıltı daha çaktı. Hücresinde gözleri seğiren Abbas tekrar hatırladı. Donanmanın sol kanadına kulak kesildiğinde, Nasri El Cezair'in tayfalarının haykırışlarını duydu. Bu dinsiz yağmacının kellesini ilk fırsatta uçuracaktı. "Ancak her şeyin bir zamanı var" diye mırıldanmıştı. Yeşil sancaklı yelkenli, çektiri, kadırga ve kalyonlar üç koldan Bizans hatlarına doğru ilerlediler. O anda aklındaki tek şey Hz. Muhammed'in Constantinapolis hakkında söyledikleri idi: “Konstantiniye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” Kehanetin anahtarı şimdi onun ellerindeydi ve titredi. Odaklanmalıydı. Diyar-ı Rum'un çocukları yaman denizcilerdi. Ve de yüzyılların gücünü yelkenlerine rüzgar etmiş, son hız üzerilerine yaklaşıyorlardı. Çoğunluğunu, iki üçgen yelkene ve hızlı küreklere sahip kalyonların oluşturduğu Bizans Donanması, gemilerinin dizilişindeki düzen ile ilk göz dağını vermişti. Uzaktan, dev bir yarım daire şeklinde yaklaşıyorlardı. Kısa bir süre sonra deryabiçenler, kendilerinden beklendiği gibi mancınık atışına başladı. Deryabiçen sınıfı gemiler Bizans Donanması'nın bel kemiği idi. Baş bodoslamasından kıç dümenine kadar bin yılların denizcilik bilgisini, her arşınında görürdünüz. Arapların da sahip oldukları gemilerin pek çoğu, ya bu gemilerin taklidi, ya da yağma sonucu ele geçirilmiş deryabiçenlerdi. Her biri üç yüz adam taşıyan bu iki güverteli, iki direkli, kırk arşınlık gemiler, güvertelerindeki mancınıklar sayesinde, üç yüz arşın uzaktan düşmanını rahatlıkla vurabilirdi.  Abbas, bu baş belası gemi mancınıkları yüzünden vereceği kayıpları zaten hesaplamıştı. Güllerle beraber fıçıların da uçup geldiğini gördü. Havada süzülen fıçılardan yılanların düşmekte olduğu bu mesafeden anlaşılıyordu. Besbelli bunun yaratacağı panik, hesapladığından daha fazla kayıba neden olacaktı. Şimdi deryabiçenlerin pruvaları seçilebiliyordu. Bu pruvaların pek çoğuna, dev kalıplarda dökülüp hazırlanmış, tunç, bronz ve çelik hayvan başları tutturulmuştu. Ağızlarını açmış üstlerine doğru uçan aslan ve ejderha sürülerine baktı. Çöl kabilelerinden gelme denizcilerinin gözlerinde büyüyen korkuyu hissedebiliyordu. Görünen o ki Bizans, Emevi Donanması'nın sayısal üstünlüğünü iyi değerlendirip, bazı tedbirler almıştı. Bu, verilecek kayıbın daha da artması anlamına geliyor olabilirdi. Ancak altın yüklü kalyonları Muaviye'ye gönderdiği zaman, verdiği kayıpların hiç bir önemi kalmayacaktı.  Büyük bir sayısal üstünlük kuracakları gün gibi ortada iken, kendisi için ne yılan ve akrep dolu fıçıların, ne de dev ejderha başlarının bir önemi vardı. En iyi silahın bu mu ey Roma diye düşündü. Bu üstünlük nedeniyle iki gün boyunca keyifli savaş planları yapmıştı. "Vurun" demişti büyük kaptanlara, "Hızla vurun, önünüze katıp sürükleyin, arkanızda binlerce mücahit olacak." Öyle de yaptılar. Ok atışlarının başlayacağı mesafeye gelindiğinde Bizans'ın, kendisinden beklenmeyecek bir hata yapmış olduğu görüldü. Ön saflara barbar Croatlar'ın küçük çekitirilerinin son sürat çıkmakta olduğunu gören Abbas kehanete doğru uzandığını hissetti. Deryabiçenler birden hız kesip arka safta kalmıştı. Öne atılan Croat çektirilerinde de benzer aslan ve ejder kafaları güneşin altında parladı. Ve de her bir yaratığın önüne geleni yutacakmışçasına açtığı dev ağzının içinde, kandil ateşine benzer bir ateşin yanmakta olduğunu gördüler. Deryalar Kaptanı'nın keskin gözleri, uzaktaki bir gemiyi incelediğinde, ateşin arkasından, yaratığın genzine doğru uzanan irice bir metal boruyu da gördü. Boru, kuşkusuz birinci güvertenin içine girip kayboluyordu. Peki neden? Gemilerin, avaz avaz denizcilerin çığlıklarıyla beraber birbirlerine girdikleri o andan sonra, çevikliklerini kırbaç, dayanıklılıklarını ise ladin ağacının gücünden alan barbar gemileri, Emeviler'in saflarında kayboldular. Önce kayıplar verdiler. Kendilerinden büyük Müslüman gemilerinin altında kalıp ezildiler. Bazıları oklandı. Bazılarının ise güvertelerine çıkılıp, kelleler uçuruldu. Ancak kısa bir süre sonra hiç beklenmeyen bir şey oldu.
Sağdan soldan dumanlar yükselmeye başlamıştı. Bizans'ın zaman zaman ateş kullandığını biliyordu. Ancak sık sık gemiler kendilerini de yaktıkları için çok verimli bir yöntem değildi. Yılan, akrep, ejderha, arslan, ateş... Sırada ne var diye düşündü. Ejderler kanatlanıp da üstlerine mi uçacaktı? Üç Rum gemisi gördü. Aslan kafalı bu çektiriler kendisine fazla uzakta sayılmazlardı. Tabi aralarında hatırı sayılır bir koruma birliği mevcuttu ve kendisine ulaşmaları imkansız idi. Bir an sonra Abbas, aslanların ateş kusarak önlerindeki arap gemilerini alevler içinde bıraktığını gördü. Hayevanların ağızlarından fışkıran ateşler, ortalığı bir anda cehenneme çevirmişti. Hızla dönüp güverte boyunca koştu ve diğer tarafı kontrol etti. Gözleri, iskele tarafında ejder başlı bir başka çektirinin ağzından fışkıran alevleri ve iki geminin birbirine son sürat çarpmasını son anda yakaladı. Ejder ve aslanların kustuğu alevler havada hızla ilerliyor, önünde yakacağı bir gemi yoksa, ağırlaşıp suya düşüyordu. Abbas, ağzı bir karış açık bir vaziyette, suya düşen alevlerin yanmaya devam ettiğini seyretti. Dehşetten nefesi kesildi. Bir süre konuşamadı. Bu sırada deryabiçenlerin yaydan fırlamış birer ok gibi kanatlardan hucuma başladıklarını gördü. Bu tıpkı kartalların, çaresiz avlarının üzerine çullanması gibiydi. Dört bir yanından alevlerin yükselmesi fazla zaman almadı. Düşman çok hızlı ve etkiliydi. Durup savaşmıyor, hızla etrafta dolanıyorlardı. Arada kendini yanlışlıkla yakmış bazı Rum gemilerinin de cayır cayır yanarak batmakta olduklarını görebiliyordu. Ancak bu, kendilerinin ateşten bir çemberin içinde oldukları gerçeğini değiştirmedi. Su yanıyordu! El Cezair'in tayfalarından bir tanesini gördü. İki metrelik kara adam sırtındaki bir varil suyu güvertedeki alevlerin üzerine boca ettiği anda döktüğü su patladı. Suyu yakıyorlar! "Kum!" diye bağırdığını hatırlıyordu son anlarda. "Kum dökün! Kum yoksa tahıl, ambara koşun getirin!" Kimsenin kendisini dinlemediğini fark etti. Sonrası bir hülya. Hayal meyal. Mor dağlardaki ormanlar gibi yandılar. Öyle ki, eğer çok uzaklardan miskin bir tüccar gemisi geçiyor olsa, bu sabah ikinci defa şafak söktüğünü sanır, kıyametin yaklaştığını düşünürdü.

3. Kraliçenin Kaçışı

O gün Akdeniz üzerinde atacak olan birinci şafaktan önce, gece.
Consthantinapolis Sarayı.

-Corinthian!
Consthantine, bağıra bağıra merdivenleri tırmandı. Sarmal taş merdivenden büyücünün odasına çıktı. İçerideki şaşkın yaşlı adam, uykulu gözlerle kendisini karşıladı. Yaşlı adam, beyaz entarisi ve kafasındaki komik beyaz külahı ile, loş odada tıpkı bir bir hayalet gibi ilerleyerek mumları yaktı. Consthantine, gecenin bu vakti olmasına rağmen savaş kıyafetleri içindeydi. Corinthian, efendisinin sarayın içinde gece vakti zincir zırh ile dolaşmasının ne gibi bir sebebi olabileceğini düşündü. Savaş buraya mı gelmişti? İsyan mı çıkmıştı? Genç kralın yüzündeki hiddetin sebebi ne olabilirdi? Fazla düşünmesine gerek kalmadan Consthantin adamın yakasına yapıştı:
-Hainler! Hepiniz! Hepiniz hainsiniz!
Büyücüyü yatağa doğru savurup küçük odayı adımlamaya başladı. İhtiyar, gerçekten hain olduğuna hüküm verilmiş olsa, kellesini çoktan kaybetmiş olacağının farkındaydı. Yine de bu, çok korkmuş olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Titreyen yaşlı sesi ile kralına hitap etti:
-Yüce Efendim... Ben size bütün hayatımı adamış bir kulunuzum. Bana böyle hitap etmek yerine şuracıkta canımı alsanız, daha huzurlu ölürdüm.
-O fahişeye gitmemi sen salık verdin! Onu dinlememi sen söyledin!
-Ah yüce efendim bana kimden bahsettiklerini..?
-Delphi'deki kaltaktan, filozof bozuntusu!
Corinthian bunun kötü bir rüya olduğunu düşünmeye başladı. Constha, bir gece vakti, on beş yıl önceki bir olayın hesabını sormaya neden gelmişti? Ancak yaşlı adamın Hint Zehiri kadar kadar keskin bir zekası vardı. Biraz konuşursa güvenli bir çıkış yolu bulacağından emindi.
-Delphi'den dönüşünüz dün gibi aklımda efendim. Mağrur, güçlü ve kendinizden emindiniz. Görüşmenizi bana anlatmayı uygun bulmamıştınız. Aradığınız bütün yanıtları bulmuş olmanız şerefine bir hafta süren müsabakalar yapılmıştı.
-Aldatıldım! O kahini gidip o mağarada ellerimle boğacağım. Bana hayatımın aşkı ile ölene kadar mutlu olacağımı kehanet etti. Bilir misin Koca Corinth,  Lotape Likya'ya değil Thesalloniki'ye gitmiş! Asparuh ile bir olup barbar ordusunu güneye indirmişler! Bir haftadır Philippi ve Abdera yağmalanır imiş!

Haberin ağırlığı yaşlı adamı beyninden vurdu. Kraliçe, güneye gidip, ana vatanı olan Likya'nın güvende olduğunu kendi gözleri ile görmek istediğini söylemişti. Kendine ait bir birlikle yola çıkalı beş haftayı geçmişti. Şimdi Thesalloniki'de ortaya çıkmıştı öyle mi? Hem de Barbar Prens Asparuh ile? Vatana, krala ve kocaya ihanetin hepsine birden karşılık gelecek bir ceza var mıydı? Yıllardır olduğu gibi, şimdi de kralı sakinleştirip, aptalca bir karar almaması için ipleri eline almalıydı. "Kehanet, efendim" dedi mırıldanırmış gibi, "yanlış anlaşılmış olabilir." Constha yürümeyi kesip bir tabureyi yatağın önüne koydu. Papazın deyimiyle "batıl inançlarının kurbanı" olmasa, öldürme işine şuracıkta başlayabilirdi. Oturup gözlerini yaşlı adama dikti. "Ne demek şimdi bu?" Ah, evet kesinlikle batıl inançlarının kurbanıydı. Yılan gibi tıslamıştı, "Düzgün konuş yoksa Delphi kaltağından önce seni boğazlayacağım! Sen de kahin geçinirsin bilmez miyim?!"
-Efendimiz kuşkusuz kahinlerin kahini, Delphi Kahini Dorrien'in tam üç depremi önceden bildiğini ve tebanızı sayısız kere mutlak ölümden kurtardığını biliyordur. Onun engin görüşü pek çoğumuzun anlayışının ötesindedir. Onun sonsuz bilgeliğini sorgulamak yerine, gerçek aşkınızı sorgulamak belki kim bilir, daha doğru olabilirdi.
Son kelimeleri söylerken gözü kralının kemerindeki kılıca kaymıştı. Bu kesinlikle bir tören kılıcı değildi. Sade, basit ve işlevsel bir çelik. O an dikkatli olmaz ise ölebileceğini düşünmek istemedi. Karışık ve uzun kaşlarının arasına gizlenmiş kara gözlerini kralına dikip olabildiğince dikkatli bir şekilde devam etti:
-On dört yaşında neden yollara düştünüz?
-Attila'nın kılıcını bulmak için.
-Neden?
-Bizans'ın birliği...
-On sekizinize  geldiğinizde, kuzenleriniz tek tek kazalara kurban gittiler...
-Konuyu dolandırma!
-Neden?
-Bizans için!
-Neden yıllardır hiç gerekmediği halde, açları doyurup zalimleri cezalandırıyorsunuz?
-Bana sabaha kadar cevabını bildiğin soruları mı soracaksın be yaşlı keçi!
-Duymak isterim neden?
-Ülkenin huzuru için...
-Güneye inip kendinize eş aradınız. O barbarla inatlaşıp, doğru düzgün yüzünü bile görmediğiniz bir kız için kapıştınız...
-Ne demeye çalışıyorsun?
-Neden diye soruyorum. Kellenizi Likya Prensesi için neden tehlikeye attınız? Onu sevdiğiniz için mi? Oraya giderken onun varlığından bile haberdar değildiniz.
Consthantin kekeleyerek yanıtladı:
-Bizans ve Güneşin Doğduğu Toprakların birliği için.
Corinthean başını salladı. Genç adamın sağ omzunu tuttu ve kendinden emin bir tavırla:
-Görünen o ki genç efendimiz, hayattaki tek aşkınız yüce imparatorluğunuz. Size müjdelenmiş geleceği görebiliyor musunuz? Sizi hiç kimse yenemez.

Yaz aylarını hangi sarayda geçireceğine, bir keçinin bağırsaklarına baktırarak karar veren Constha, buna da inanacaktı. Tıpkı kuzgunlar kuzeye uçarken, asla savaşmamak gerektiğine inandığı gibi. Papaz, onun günahkar ruhuna ne kadar dua etse azdı. O, asla iflah olmazdı.




4.Gerçekler ve Hesaplaşma

Simyacı, küçük kulesinin en üst katındaki geniş çalışma odasının penceresinden Galata'yı seyrediyordu. Şehre ilk geldiği gün bu güzel kuleyi nasıl olup da fark edemediğini anlayamıyordu. Limanın tam karşısında şehri seyretmekte olan kule yorgun bakışlarla nöbetine devam ediyordu. Nöbetini tuttuğu şehir pek çoklarına göre ise dünyanın en önemli başkenti idi. İki büyük denizi birbirine bağlayan bir boğaza kurulmuş bu kent, büyük bir ticaret merkezi olduğu gibi, hristiyan dini için hayati bir öneme sahipti. Zira mevcut yapılanması ortodoks mezhebinin başkenti niteliğindeydi. Bunun yanında Büyük Roma İmparatorluğu'nun vasiyetini bütün sokaklarda görmek mümkündü. Bu vasiyetin sosyal boyutu yanında mimari ve kültürel yansımaları, her sokakta, her çeşmede, her meydanda ve binada hissediliyordu.

Şehrin duygusundan kendini soyutlayan adam, iç dünyasının amansız karmaşasına yöneldi. Bu öyle bir yangındı ki bütün hayatını yiyip bitirmekle kalmamış, çevresinde gelişen olaylar üzerinde de bir deprem etkisi yapmıştı. Bu depremden sağ kurtulan olmamış, gerçeklik bu adamın çevresinde eğilip bükülmüş tanınamaz bir hale gelmişti. Neyim ben diye düşündü Simyacı ilk olarak. Karşı kulelerden bir kuş sürüsü havalandı. Nasıl bir insan olduğu konusunda kendisi bile bir sonuca varamıyordu. Ailesinin ve eşinin gözlerinin önünde katledilişi gözünün önüne geldi. Onlar gerçek hiristiyanlardı. Kelime-i şahadet getirip din değiştirmeyi reddetmişlerdi. Kellenin kesilmesi sırası kendine gelince aman dileyip bağıra bağıra Allah'ın varlığını ve birliğini haykırmıştı. Kalleş . Bir kez hayatını kurtarmıştı ancak yaşadığı her bir saat ona işkence gibi gelmeye başlamıştı. Döndüğü her köşede sevgilisinin hayaletiyle karşılaşıyor, attığı her adımda annesinin hakaretlerini duyuyordu. Onlar cennetteki evlerinden bu kalleş kafiri lanetlemişler, sonsuza kadar yanacağını her gece rüyasına girerek haber vermişlerdi. Artık kurtuluşun tek bir yolu vardı. Bir şekilde intikam alınmalıydı. Kılınan bu namazların beyninde ördüğü ağlar bütün kafatasına yapışmıştı. İntikam ama nasıl? Tanrının cennetinde ailesiyle buluşmanın tek yolu buydu. O'nu reddetmenin bir amaca hizmet etmesi gerekiyordu. Bunun için her şeyi yapardı. Bu amaç onun Kutsal Seferi olacaktı. Bir süre sonra kendini bir ajan olarak görmeye başlamıştı, hatta bir Kutsal Kilise Savaşçısı. Bu suçluluk duygusunu hafifletiyor ve intikam ateşini körüklüyordu. Ama o namaz, hiç durup duraksamadan herkesin içinde Allah'a tapınma zorunluluğu işin en ağır kısmıydı. Buna üşendiğinden değil elbette, sadece duygusal olarak çok ağır olmasından. Kafasını yere her yasladığında babasının hayaleti sırtını hançerliyordu.

Bu duygularla iki kişilikli bir ucube gibi hissederek Marco Argento'nun gizli merkezine gitti. Hocası hala durup dinlenmeden günde on sekiz saat çalışarak maddeleri birbirine dönüştürmeye çalışıyordu. Kendisine sürekli üç çırak nöbetleşe yardım ediyordu. Kallinikos aylar sonra ilk defa burada bir salona taştan oyulmuş haçın altında İsa'ya yakardı. Gözlerinden akan her bir yaşı parmaklarıyla Meryem'in alnına sürdü. Marco anlayışla onu koruması altına aldı. Ancak fazla zaman geçmeden bu çaresiz adamı, acılarını dindirecek bir çare bulması amacıyla Alexandria'ya gönderdi. Marco'nun saklı konağına geri döndüğünde Kallinikos beraberinde nihai çözümü taşıdığını düşünüyordu. Bu güne değin eşi benzeri görülmemiş, sürü sürü askeri bir anda yok edecek çapta bir silah. Yaydığı ateşle her yeri ateşe salacak, yarattığı şokla düşmanın kaçmasını sağlayacaktı. Ne talaş, ne kum ne de su, bu şiddetini Kallinikos'un ruhsal bunalımından alan ateşi söndüremeyecekti. Hatta ve hatta bir adım öteye giderek suyun içinde dahi yanma özelliğine sahip olacaktı. Haftalarca deney yaptılar. Nafta, beyazat, sülfür, katran, yağ ve pirinadan oluşan bir karışım elde ettiler. Hepsinin çok hassas oranları vardı ve oluşan madde sıvı katı arası son derece yapışkan bir bileşimdi. Karada tutuşması için ateşe ihtiyaç vardı. Ancak işin en can alıcı yanı, maddenin suya değdiği anda hızla alev alması ve yayılmasıydı. Kısa bir süre sonra ikili artık Bizans ülkesine kaçma planları yapıyorlardı. Bu iki kutsal savaşçı, güneşin doğduğu topraklardaki son savaşta yer almak için can atıyordu. Ta ki o son geceye kadar. O gece Kallinikos'un beynine yayılan zehirli delilik Marco tarafından keşfedilmişti. Beraber son akşam yemeklerini yemişler, konağın kilise olarak kullanılan köşesinde işlerinin rast gitmesi için Kutsal Ruh'a dualar etmişlerdi. Ardından o gecelik ayrılmışlar, Usta sevgilisi ve çırağı Vertigos'un yanına giderken, Kallinikos karanlık bir köşeye çekilmiş seccadesinin üzerinde sessizce Allah'a yakarmaya başlamıştı. O şekilde ustasına yakalanmak için çok yanlış bir zamandı. Ertesi gün yola çıkmayı planlamışlardı. Ancak kendisi dizlerinin üzerinde, elinde tespih Marco ile göz göze geldiğinde hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını anlamıştı. İlk konuşan Kallinikos olmuştu: "Bu hiçbir şeyi değiştirmiyor". Gözleri büyümüş, içlerine garip bir delilik yerleşmişti, ekledi: "Bu işi ailem için bitireceğim, yoksa hayaletleri hep burada kalacak. Sonra da rahatça kendi tanrıma inanmaya devam edebilirim." "Sen ne tür bir manyaksın" demişti Marco korkuyla karışık bir şaşkınlık içinde "Günah çıkarıp dinlenmelisin Kallinikos!" "Bana Kallinikos deme, o öldü!" Masadan kaptığı şamdanı olanca gücüyle yaşlı adamın kafasına geçirdi. "Benim adım Hamid bin Hassasin." Sonra bir darbe daha "Anne bana ne yaptırdın, bak!" Ustasının dağılmış bedenini arkada bırakarak laboratuara koştu. Beyninde hayaletler kahkaha atıyorlardı: "Bu senin Kutsal Seferin, yapmak zorundaydın. Seni ele verecekti biliyorsun." Elleri titreyerek laboratuardan aldığı fıçıyı sırtlanarak odaya geri döndü. İşi bittiğinde arkasında alevler içinde bir malikane bırakmıştı. Gecenin karanlığında yukarılara kadar yükselen alevler etrafı aydınlatıyordu. Uyanan çıraklar çığlıklar atarak etrafta koşuşturuyor olmalıydı. Ancak bu ne sıradan bir yangındı, ne de havaya uçan laboratuar ve simya deposu üç adamın baş edebileceği türdendi.

O geceki deli bakışları onca zaman sonra hala simyacının gözlerindeydi. Artık kendisini tamamen Allah'a adamıştı. İçindeki Kutsal Kilise Savaşçısı Alexandria'da yok olmuştu. Kendisini ve ailesini kurtaracak tek yolun İslam olduğu aşikardı. Ancak onlarla Allah'ın cennetinde buluştuğunda yüzlerine bakabilmesi için intikamlarının alınması gerekmişti. Arapların cihat adı altında yaptıkları kıyım kendi din anlayışıyla bağdaşamazdı. Bunu Alexandria'da anlamıştı. Ayrıca ben Arap falan değilim ve bu vahşilerin durdurulması gerekiyor. Kur'an'ı okuyan herkes onun gücünü hissedecektir benim gibi, kılıçlara gerek yok. Ancak orada bir yerlerde gizlenen Kutsal Kilise Savaşçısı bazen ortaya çıkıp kendisini rahatsız ediyordu. Sen Tanrının Yolu'ndan çıkmış bir katilsin! Eline bulaşmış o kanlarla kimsenin cennetinde yerin yok! Kılıcını çeken şövalye Hamid'in üzerine atıldı. Uzun eğri pala, iki elli Hispanyol çeliği ile çarpıştı. Kıvılcımlar saçıldı. Tek bağışlayıcı Allah'tır. Onların mezarlarında rahat etmeleri gerekiyordu. Bunu onlar istedi! "Biz hiçbir şey istemedik." Konuşan annesiydi, ağlıyordu "Biz sana sadece gerçekleri söyledik, bize ihanet ettin, bizimle ölmen gerekiyordu, bizi kullanarak kendine yeni bir hayat kurdun. Sadece bu yaşlı adamın değil hepimizin katilisin!" Şimdi etrafını çevirmişlerdi. Marco Argento, babası Phelipe, eşi Photini, annesi Kryamos ve Şövalye Kallinikos. Hiçbir şey istemediniz mi?! Her gün intikam intikam diye inlediniz! Kurtar bizi sıkıştık kaldık burada dediniz! Şimdi karşıma geçmiş masum numarası yaparsınız! İntikamınızı aldım, ne olur gidin artık! Gidin! "Bu iş öyle kolay değil kanı bozuk." konuşan şövalye idi: "Yaptıklarının cezasını çekeceksin!" İki kılıç tekrar çarpıştı. Ancak Hamid'in gardının düşmesi fazla zaman almayacaktı. Şövalye delirmiş adamın karnından kılıcını geri çekerken onu ayağıyla yere yuvarladı. "Kutsal Sefer bitti." Simyacının ölmeden önce gördüğü son şey ötekilerin bir ışık tarafından alınıp götürüldükleri idi. Daha sonra odaya girecek çırak ise ustasının intihar etmiş olduğunu görecekti. Uzun bir Helliopolis Hançeri, kabzayı tutan el, dudağın kenarından süzülmüş kan ve donmuş bakışlar.

SON

Sayfa: [1]