Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Acmert

Sayfa: 1 ... 15 16 [17]
241
Harry Potter / Ynt: En beğendiğiniz HP filmi?
« : 23 Eylül 2012, 12:35:55 »
Filmleri sevemedim hiç ancak sanırım Ateş Kadehi en sevdiğim oldu hep.

242
Harry Potter / Ynt: Hangi Rolde Oynamak İsterdiniz?
« : 23 Eylül 2012, 12:34:50 »
Fred olmak isterdim, ama olamazdım herhalde.

243
Kurgu İskelesi / Ynt: General
« : 18 Eylül 2012, 23:07:15 »
Başının biraz eksik olduğunu düşündüğüm öyküme, Giriş bölümü yazdım.

LERAPORAS

Hem içimizdeki, hem dışımızdaki insanlar…

Binyıllar önce çok uzak bir diyarda kurulmuş, adalarda yaşayan ama yolculuklarını deniz altından yapan bir ülke vardı. Onlar gökyüzüne hiç seyahat etmezlerdi, çünkü gökyüzünün ötesinde yaşayan, Ateş Tanrıları’nın kendilerinden başka kimseyi oraya kabul etmediğine inanırlar ve onlardan korkarlardı. Pek gelişmiş sayılmazlardı. Karada elbette. Denizde topluluklar için gemi kullanılırken ve bir kişinin seyahat edebileceği Tüp isimli gemiler kullanılırdı. Karada ise atlarla ve diğer araçları kullanırlardı.
 
Silah teknolojileri ise kılıçlardan, gürzlerden, baltalardan öte geçemezdi. Ateşli silahlar üretilebildiği halde, kesinlikle yasaktı çünkü bunun Ateş Tanrılarını kızdığına inanıyorlardı.

Bu ülkede farklı uluslar vardı ve her biri farklı bir adada yaşardı. Bu adaların hepsi ise Lerapat isimli, gösterişli ve bir o kadarda güvenli bir adaya bağlıydı.

Bu uluslar ne kadar ayrı görünse de, tek bir ülke adı altındaydılar ve tek bir yöneticisi vardı bu ülkenin. Buna rağmen bu yönetici her ulusun yöneticileri olan Emir’lere karışmazlardı. Bazen…

Bir Emir öldüğü zaman, yerine bir süre devam eden güç savaşları sonunda rakiplerini ezerek ya da onlarla anlaşarak galip gelen kişi geçer ve Yeni Emir olarak bu ülke yöneticisine bağlılık ederdi.
Bu ülke İmparatorluk adı altındaydı. Leraporas İmparatorluğu. Buna rağmen, İmparatorluk düzeni, babadan oğla sisteminden farklıydı. Bu yüzden onlara Lerap unvanı verilirdi. İmparator her on yılda bir yapılan seçimlerle belirlenirdi. Ne var ki bu seçimlerde isminden farklıydı. Halka sunulan şeyler değildi bunlar. Her zaman büyük insanların oyunlarıydı.

On yılda bir yapılan seçimlerde, ülkeyi oluşturan ulusların, aday olmayı isteyen emirleri, belli kurallar adı altında savaşır, galip gelen ise yeni Lerap olurdu. Elbette, aday olmak için yirmi ile kırk yaş arasında olunması gerekiyordu.

Bir zaman geldi, ülkede İmparatorluk düzeni ve baskıyla gelen barış ortamı bozuldu. Bazı uluslar demokrasi için, isyan ettiler. Ancak bir bir hepsi, Lerapat tarafından bastırıldı. Buna rağmen bir ulusu yok etmek istemedi hiçbir Lerap.

O zamandan bu yana, onlarca kez, saldırı yapıldı Lerapat’a. Ancak biri bile, başarılı olamadı.
Leraporas Meclisi’ndeki temsilciler seslerinin duyulması için, Emirlerin verdiği yetkiyle suikast düzenlemeye kalkıştılar Lerapa ve yahut diğer Emirleri öldürmeye kalkıştılar. Başarılı bile olsalar, her biri tek unutuldu.
İnsanlar umutsuzluk içinde, soyluların hayatlarını izlerken, doğup ölüyorlardı.

Bu da, zorbalıkla getirilmiş bir barışın hikayesiydi.

244
Bu öyküyü, kitapta olandan tamamen farklı bir şekilde kurgulayarak yazdım. Yorumlarınızı bekliyorum.



JAIME


Kollarını sıkı sıkıya bağlanmıştı Jaime’nin. Onu İri Jon’un atının arkasına iple bağlamışlar ve ona kahkahalarla gülerek düşmemesini söylemişlerdi. Hadi bakalım Kral Katili! Merak etme kılıçlarımız kınında. Seni arkana sokmayız!

Jaime’nin elleri yaralarla dolmuştu. Öldürdüklerini düşündü. Bu onu gülümsetmiyordu. Öldürmeyi seviyordu fakat insanların hayatlarına son vermeyi değil. O, onlar için üzülüyordu. Onlardan biri Karstark olmalıydı. Çünkü askerlerin ona bakarak konuşmalarının arasında Lord Karstark’tan bahsettiğini duymuştu birkaç kez.

Hızla ilerliyorlardı ağaçların aralarında. Bacakları yorgunluktan bitap düşmüştü. Çarpışmadaki heyecan, öldürme içgüdüsü gitmişti. Artık yaşamıyorum, dedi kendi kendine. Ağaçlar git gide seyrekleşmeye ve bodurlaşmaya başladı. Biraz sonra artık düz bir alana gelmişlerdi. Burası Stark’ların kamp kurdukları yer olmalıydı. Ve sancakları gördüğünde bunun doğru olduğunu anladı.

“Özgürlüğe ve temiz havaya elveda de, Kral Katili,” dedi İri Jon. “Demir parmaklıklar ya da kılıcın keskin tarafı. Daha iyi seçenekler de görmüştüm.”

“Akıllı Lann’ın demiri aklıyla erittiğini duymuş muydunuz?” dedi Jaime, nefes almakta zorlanarak. Atın peşinden koştuğu yetmezmiş gibi bir de konuşuyordu.

“Hayır, Lann’ın insan olduğunu sanırdım,” Umber esprisinin komik olduğunu düşünüyor olmalıydı ki bunu herkesin duyabileceği bir ses tonuyla söylemişti.

“Ah!” atını bir anda hızlandırmıştı ve ellerini ata bağlayan halat bileklerini kesmeye başlamıştı. “Ben de öyle sanıyordum.”

“Neymiş peki?”

“Doğruyu söylediğimi mi sanıyordunuz? Lannisterlar bile zekasıyla demiri eritemez, Lordum.”

Lord Umber ona cevap vermeye yeltenmedi, Jaime de onunla uğraşmadı. Lord Stark’ın Ulu kurdunu izledi. Daha sonra da gözleri kurdun yanındaki Robb’a kaydı. Zeki biriydi. Stratejisi de başarılıydı. Beni aldatabilecek kadar zeki. Ama bu onun galip olduğunu göstermezdi. Savaş henüz yeni başlamıştı ve Jaime’nin burada ölmeye niyeti yoktu.

Jaime kendini zorladı ve ileri baktı. Birkaç kişi vardı çıkmaya başladıkları tepede. Ortalarında da bir kadın gülümsüyordu. Bu Catelyn Stark olmalıydı. Üzerinde mor bir elbise vardı. Eteklerine doğru genişliyordu ve bu paçalarındaki çamurun nedenini açıklıyordu.

Jaime düşünmemeye çalıştı. Fiziksel yorgunluk zaten yetiyordu. Birkaç dakika sonra tepeye varmışlardı. Lord Umber atından indi ve Jaime’yi ata bağlayan halatı çözdü. Adam sırıtıyordu. Jaime de kendini zorlayarak ona tatlı tatlı gülümsedi.

Jaime’yi kolundan tuttu ve Catelyn’in önüne attı. Jaime başını kaldırdığında üç yüz gördü. Robb Stark ve Leydi Stark. Yanlarında ise Brynden Tully ve Theon Greyjoy vardı. Karabalık, diye düşündü Jaime. Catelyn, doğrudan onun gözüne bakıyordu. Bu onu rahatsız etmedi. Ona sırıttı. Kadının yüzünde oluşan ifade onu tatmin etmeye yetiyordu.

“Kral Katili!” diye duyurdular.

“Lord Karstark’ın yerinde kalmasını sağlayın, Lord Umber,” dedi Robb, Jaime’ye tiksintiyle bakışla bakarak.

Catelyn Jaime’den ayırdığı gözüne bakarak, “Neden bunu yapsın?” dedi.

“Onları öldürdü,” dedi Robb gözlerini Jaime’den ayırarak.

Arkalardan biri açıklama yaptı “Lord Karstark’ın oğullarını.” Ses Galbart Glover’e aitti.

“İkisini de.” Robb’un sesi acı doluydu. “Torrhen ve Eddard’ı.”

“Kral Katili, kaybettiğini anlayınca vadiyi tırmanmaya başladı. Lordumuzu öldürmeye çalışıyordu.  Neredeyse başaracaktı,” diyerek açıklamayı sürdürdü Glover.

“Ancak araya Torrhen ve Eddard girdi,” dedi Robb. Sesinde suçluluk duygusu vardı. Sör Jaime ikisini de katletti.”

Jaime’nin gözlerinin önünde bunları konuşmaları onu şaşırtıyordu. Ancak insanlrda tepki oluşmasını istemiyordu. Öfkeyle kınından çıkan bir kılıcın neler yapabileceğini biliyordu.

“Onlar yapmalarını gerekenleri yaptı, lordum,” dedi Karabalık. “Eminim şu an huzurlulardır.”

Jaime konuşmayı bölmesi gerektiğini düşündü. “Kardeşim nasıl, Leydi Stark?” dedi.

“Hücresinde çok huzurlu, sör.” Dedi Catelyn, bir gülümsemeyle. “En azından hücresinde rahat nefes alabiliyor.”
“Ah, umarım Ned Stark da öyledir,” dedi Jaime sırıtarak.

Catelyn Glover’e döndü. “Bu tutsağı ne yapacağınızı biliyorsunuz. Gözlerimin önünde olmasına katlanamıyorum.”

Jaime kendisine doğru gelen Glover’i görünce bunun belki de son şansı olduğunu anladı.

“Kendini suçlu görüyorsun, Stark,” dedi Robb’u kışkırtmaya çalışarak. “Binlerce adam senin yüzünden öldü. Hepsini ben ve diğer Lannisterlar yaptı. Ancak bunların hepsi senin suçun... Bu savaşı burada bitirebilirsin. Binlerce kişiyi öldürdük. Binlercesini daha öldürmemiz gerekmez. Silahını sen seç.”

Catelyn bir anda Robb’a döndü. Onun bu fikri kabul etmesini istemiyor gibiydi. Robb’un gözlerinde ise şüphe vardı. Ancak kafasını yerden kaldırıp, Jaime’ye baktı.

“Kabul ediyorum Kral Katili,” dedi. “Theon, Sör Jaime’ye bir kılıç ver.”
Herkes Robb’un bu kararına şaşırmış görünüyordu.

“Lord Robb?” dedi Theon şaşkınlıkla. Ama Robb bunu umursamıyor gibiydi. Theon başka çaresinin olmadığını düşündü ve kılıçla önce bileklerindeki ipi kesti, sonra da o kılıcı Jaime’e verdi.
Etraflarındaki tüm askerler ve lordlar açıldı. Catelyn ise bunları şaşkın ve çaresiz bir şekilde izliyordu. Bu sırada arkadan Richard Karstark’ı tutmaya çalışan İri Jon gözüktü.

“Lordum!” diyerek haykırdı Karstark. “Onu öldürme görevini bana vermenizi talep ediyorum.”
Robb ona cevap vermedi. Lord Karstark olduğu yerde bekledi ve düello başladı. Bileklerindeki acı veren ip kesiklerine rağmen elinde kılıç varken güçlü hissediyordu Jaime.

İlk hamleyi de o yaptı. Kılıcın keskin tarafıyla Robb’un bacaklarına doğru bir hamle yaptı. Robb da buna karşılık verdi ve çelikler çarpıştı. Robb bu hamleyi savuşturduktan sonra elindeki uzun kılıcı hızlı bir şekilde Jaime’nin karnına yönlendirdi. Jaime’de ustaca savuşturdu bu hamleyi.

Henüz bu onun için çok erken, diye düşündü Jaime. Robb bu hamleden sonra hızlıca gerilemişti. Jaime bir nefes aldı ve kılıcıyla şekiller çizerek Robb’un aklını karıştırmaya başladı. “Hadi ama, Stark! Savaşta bu kadar korkmuş görünmüyordun! Burada Torrhen ve Eddard yok! Burada o piç kardeşin ya da Sör Rodrik yok! Burada baban yok! O hücresinde ölümü bekliyor!”

Robb ağzını açmadı ancak öfkelendiği her halinden belli oluyordu. Kılıcını Jaime’nin beline doğru o kadar hızlıca savurdu ki, az kalsın yarım bir adam olacaktı Jaime.

“Beni Tyrion’a mı benzetmeye çalışıyorsun, Stark? Tek yapabildiğin bu mu?”

Robb hızlıca birkaç yönden saldırıp, Jaime’nin açığını arıyordu. Ancak Jaime bunları ustalıkla karşılıyordu. Robb biraz sonra yorulacaktı. Ve yorulduğunda, Eddard Stark’ın varisi kötürüm bir çocuk olacaktı.

Robb kılıcını Jaime’nin ilk hamlesi gibi bacağa yapmaya çalıştı ancak Jaime bunu da savuşturdu. Ardından da Robb Stark’ın karnına var gücüyle bir tekme atarak onu yare düşürdü. O yere düşerken, kılıcı da elinden fırlamıştı.
 
Jaime zaferin ve özgür olma düşüncesinin verdiği mutlulukla, kılıcını yerde yatan Robb’un boğazına götürdü.

“Ölüm bu kadar yakınken, korkuyor musun, Stark?” dedi kimsenin duyamayacağı bir şekilde. Ancak biri duymuş görünüyordu. Birisi Jaime’nin boğazından tutarak onun nefessiz kalmasını sağladı.

Adam konuştuğunda bu sesin Lord Karstark’a ait olduğunu anlamıştı Jaime.
“Ya sen korkuyor musun Lannister?”

245
Kurgu İskelesi / Ynt: Karanlığın Elleri
« : 16 Eylül 2012, 19:22:32 »
İlgi çekici bir öykü, devamını bekliyorum. :)

246
Kurgu İskelesi / Ynt: General
« : 14 Eylül 2012, 18:39:12 »
Eleştiriniz için teşekkürler. :)

247
Kurgu İskelesi / Ynt: General
« : 14 Eylül 2012, 16:07:40 »
BÖLÜM 2
Küçük ellerini taş masanın üzerine koyup konuşmaya başladı Genç Emir. Yüzünde korku ve başarısızlık korkusu hâkim olmasına rağmen güçlü görünüyordu.
“Babamın başarısız ve etkisiz yönetimini size karşı sergilemeyeceğimden emin olabilirsiniz, Komutan Merales. Artık ulusumuz eski gücüne kavuşabilir. Babamın defin işlemi ve cenaze törenini çabucak halledip biran önce yeni bir kanun taslağını ve ordu düzenini Leraporas Meclisine göndereceğim. O zamana kadar askerlerin kışlalarında kalmalarını ve dağılmamalarını emrediyorum. Bu ulusun yeni Emir’i benim. Bunu kimse değiştiremez. Babamın arkasında bıraktığı eserin kolayca yıkılabilir bir taslak değil, bir yapıt olduğunu herkes görecek!”
“Elbette efendim,” dedi sertçe, Komutan. Yeni Emir’in bu kadar hızlı çıkmasını beklemiyordu. Açıkçası onun Emir olmasını bile beklemiyordu. Ancak o artık Emir’di. Yönetimi ele geçirmişti. Bu İmparatorlukta ilk kez olmuyordu. Defalarca Emir’in yerine oğlu geçmişti. Hatta babalarını liderlikten düşürenler bile. Fakat böyle bir hızı Acmert’den görmek onu oldukça şaşırtmıştı. Emir’in yanındaki temsilciye döndü. “Siz ne düşünüyorsunuz bayım?”
Temsilci önündeki kâğıtlardan kafasını kaldırdı ve konuşmaya başlamak için sessizce boğazını temizledi. “Sanırım yeni bir savaşın arifesindeyiz. Birini atlattık fakat öteki de yolda. Ki bu savaş çok daha büyük olacağa benziyor. Bu yüzden askerlerimizin güçlü ve talimli olması gerekiyor. Emir’imiz de bundan bahsediyordu.”
“Sanırım ne yapacağımız oy birliği ile karar verdik.” Dedi Emir, sanki yıkılmadım der gibi bir gülümseme ile.
 “Şimdi ne yapacağınızı sorabilir miyim acaba?” dedi Komutan Emir’e.
“Şimdi annemi görmeliyim, Komutan. Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi eşi ölmüş bir bayanın her zaman ağlayacak bir omuza ihtiyacı vardır. Ancak öncelikle saygıdeğer Temsilcimizle özel bir konuşma yapmalıyım.”
“Evet, efendim. Fakat biliyorsunuz ki ülkenin şu anki durumu göz önüne alınınca…” dedi fakat Emir’in el işaretiyle durdu. “Pekâlâ, efendim. Nasıl isterseniz.”
Emir ayağa kalktı ve sağında oturan Meclis temsilcisine dönüp konuşmaya başladı.
“Annemle buluşmadan önce benimle yürümek ister misiniz, Bay Puarer?”  Bunun üzerine başını yavaşça salladı Temsilci. Emir’in yanına geçip birlikte kapıya geldiler. Kapıdaki iki görevli kapıyı yavaşça içeri çekip Emir ve Temsilci için yol açtılar. Temsilciyle iki askeri de süzerken göz göze gelen askerlerden biri hemen başını eğip yere bakmaya başladı.
Birlikte yavaş adımlarla arkalarında kimse olmadan yürümeye başladı, Emir ve Temsilci. İkisinin de üzerinde mor üzerine beyaz çizgili ceket ve ona uyumlu bir pantolon olan üniforma vardı. Ancak Temsilcinin kolunda P yazan bir bant vardı. Bu onun Temsil ettiği ulusun ya da şehrin adını simgeliyor ve onun mecliste tanınmasını sağlıyordu.
İkisi de onları üst kata taşıyacak asansöre yanlarında kimse olmadan bindiler. Temsilci sağında bulunan mavi butona yumruk attı ve buton en üst kattaki bir çanı tetikleyen ve onlardan kalın bir çınlama çıkmasını sağlayan bu buton sayesinde işlerinin olduğunu anlayan köleler kol kuvvetleri ile onları yukarı çekmeye başladı.
İkisi de sessizce asansörün sadece Emir’in bulunduğu kata çıkmasını beklediler. Gelmek istedikleri yere varınca Temsilci tekrar fakat bu sefer yeşil olan butona bastı ve bu sefer ince bir ses çıkmasıyla köleler onları çekmeyi bırakıp asansörü onların inmesini sağlamak için güvenli bir pozisyona getirdiler.
Önden Emir, arkadan ise Temsilci çıktı asansörden. İkisini de mavi zemin üzerine Beyaz renkteki bir yılan ile süslenmiş bir bayrak karşıladı. Bayraktaki yılanın ağzında ise küçük ancak fark edilebilir bir şekilde, tıpkı temsilcinin kolundaki banttaki gibi P yazıyordu.
Emir odasının kapısına vardığında tek eliyle açtı, tek eliyle de Temsilciye içeriyi girmesini işaret etti. Temsilci Emir konuşana kadar ağzını açmamalıydı. Baş başa konuşmaların yazısız kanunuydu bu İmparatorlukta.
“Beni kırmayıp geldiğin için öncelikle teşekkür etmek isterim, Temsilci Puarer.” Dedi görgü kuralları hakkında annesinden henüz ders almış bir çocuk gibi. Temsilcinin kibarca başını sallamasıyla konuşmasına devam etti. “Sizi çağırma nedenimi elbette biliyorsunuzdur. Büyük Meclis’te ülkemizin yeni düzeni hakkında yapacağınız konuşmayı herkes ilgiyle takip edecektir elbette.”
“Ulusumuza yapacağınız katkıları İmparatorluğa takdim etmek benim için oldukça keyif verici bir olay olacaktır, Emir efendim. Size güvenimiz tam. Ülkedeki en genç fakat en başarılı Emir Adamları’ndan biri olacağınıza hiç şüphe yok!” dedi samimi bir şekilde, Temsilci. “Sizin gibi dürüst ve iradeli insanlar Leraporas’da hep başarılı olmuşlardır.”
“Umarım, babamın olduğundan yüksek bir mertebeye ulaşabilirim. En azından babamın halkın gözündeki kötü imajına sahip olmak istemiyorum. Annemin de hüzünlü dünyasını mutluluk ve refahla canlandırmak benim en büyük görevimdir aslında.” Emir Acmert zavallı annesini düşünüp duygulanmıştı. Şimdi ne yaptığını merak ediyordu. Bir an önce onun yanına gitmeliydi. “Ve bu görevde başarısız olmak gibi bir niyetim yok!”
Temsilci kibarca kafasını sallayarak duygu yüklü anı kırıp, yeni bir konuşma için gerekli ortamı yarattı.
“Merhum babanızla yakın ilişki içindeydik, Emir efendim. Ona gayet iyi tavsiyeler vermek istemiştim. Verdim de aslına bakarsanız. Ancak babanız katı bir iradeye sahipti. Beni dinlediği zamanlar çok nadirdi…” Emir’in ölmüş babasından bu kadar erken bahsetmek doğru mu bilmiyor fakat bunların içinde kalmasını istemiyordu. “Benim Meclis’te ulusumuzu yumuşak başlı insanlar olarak tanımlamam gerektiğine inanmıyor ve bizi sert ve acımasız bir toplummuşuz gibi göstermemi istiyordu. Onun inancına göre bu, düşmanlarımızın bizden korkmasını sağlayacaktı. Ta ki onlar gelene kadar…”
“Babamı onlar öldürmedi!” diye çıkıştı Emir. “Babamın onlarla bir düşmanlığı yoktu! Hatta onları tanımıyordu bile!”
“Sizin düşüncelerinizi yargılamak istememiştim, saygıdeğer efendim. Fakat kabul etmeliyiz ki babanız birilerinin kuyruğuna bastı. Hem de birçok defa.” Biraz duraksadı ve bunun doğru olup olmadığını düşünüyormuş gibi bir çelişki yaşadı. Yüzü gölgelendi ve konuşmaya başladı. “Toplumumuz, ulusumuz, halkımız ve en önemlisi geleceğimiz sonu bilinmeyen bir tehlike altında! Babanızın bedenini gördünüz! Burada, odasında katlettiler onu. Ve failini en belirgin şekilde gösterdiler! Onlardan korkmamızı istediler. Babanızın gözlerinin yerindeki peara taşları onların sembolüdür!”
“Haklısın, sana katılmadan edemiyorum.” Dedi Emir. İçi nefret ve öfkeyle dolmuştu. Babasının katilleri onu odasında yakalamıştı. Burnunu kesip, gözlerini çıkarmışlardı. Gözlerinin yerine de imparatorlukta yüzyıllardır görülmemiş olan değerli ama tehlikeli Pelr taşını koymuşlardı. “Babamın katili- katillerini yakaladığımda Leraporas’a götürmeyeceğim. Onları, her birini burada babamın çektiği acıları çektirerek öldüreceğim. Ve sana söz veriyorum, sen de bunları göreceksin!”
“Bu benim için bir lütuf olurdu eminim efendim. Ama öncelikle babanızın yaptığı gibi yapmamalı ve beni dinlemelisiniz!”
“Ne öneriyorsun bana, sadık dostum?” dedi Acmert çaresiz ve öfkesiyle bitkin düşmüş bir halde.
“Meclis’te ülkemizi layıkıyla temsil etmem için tam yetki verin.” Dedi hiçbir kötü niyet kırıntısı olmayan bir bakış ve ses tonu ile.
“Siz güvendiğim tek adamımsınız. Babamın cesedini bulduğumda yanımda siz vardınız.” Emir artık ona son derece güveniyordu.
Emir bu konuşmayı yapmayı istemiyordu. Babasının cesedinin bulunuşundan beri kendini kuvvetli hissediyordu fakat şu an güçsüzdü. Ağlamamak bile zor geliyordu. Artık Temsilcinin söylediklerini bile duyamıyordu. Kafasında sürekli babasından duyduğu sözler yankılanıyordu. Kendine geldiğinde Temsilcinin konuşmasının can alıcı noktası gelmişti.
“…ve babanızın yenilgisini kabullenin. Siz ancak bu yolla kazanabilirsiniz!”
Emir Acmert her şeyi yapabilirdi. Fakat duyguları beynini bu derecede ele geçirmişken bu duyması gereken son şeydi. Babamın yenilgisini kabullenmek, diye düşündü. Katlanılamaz bir şeydi!
“Hayır!” diye bağırdı şiddetli bir şekilde. Bunu istememişti ve sesi beklediğinden yüksek ve korkutucu çıkmıştı. “Babamın anısına böyle bir saygısızlık yapamam! Bu kadar erken olmaz! İnsanlar babamın kaybettiğini düşünse bile ben ona saygısızlık edemem! Bu benim yolum değil! Babam mükemmel biri değildi, fakat o benim babamdı!”
“Evet,” dedi Temsilci. “Ama babanız kaybetti. Eğer bunu kabullenmezseniz sizin için de gelecekler. Onların tek istediği bu oyunun bir parçası olduklarını dünyaya göstermek... Bu tür örgütler artık sokaklarımızda. Ancak bir Emir’i odasında öldürmüş bir örgüt korkulacak derecede geniş çaplı demektir. Sanırım artık sokaklarımızdan gerçek bir güç doğuyor.”
“Olmaz. Kabullenemem. Bunu düşünmeyeceğim. Bir daha da bu konuyu açma. Öyle hassasım ki…”
“Elbette haklısınız, Emir efendim. En iyisi sizi yalnız bırakayım. Annenizle bir görüşün. Eminim o size mantıklı bir karar vermek yolunda iyi adımlar attırır.”
“Hayır!” diye haykırdı yeniden. Geçen seferkinden de şiddetliydi bu ve bu sefer ki kasıtlıydı. “Düşünmeyeceğim! Lanet olası! Defol! Yeni bir temsilci seçeceğim! Defol buradan lanet herif! Yoksa seni delik deşik ederim! Öfkeden tüm vücudu kasılmış bir şekilde ayağa kalktı ve kınından kılıcını çekti. Ancak birkaç saniye sonra tıs sesi duyuldu öksürmeye başladı. Boğazından garip sesler çıkıyordu. Boğazı parçalanırcasına öksürüyorken dizlerinin üstüne düştü. 
“Yardım et! Puarer!” dedi son çırpınışlarında. Ancak Puarer ’in gözlerinde sadece acıma vardı. Genç Emir’in son gördüğü kapıdan içeri giren bir adamdı.
“Yazık!” dedi hüzünle Temsilci. Böyle olmasını istememişti. Ve bu olanlar canını yakıyordu. Gözlerinden peş peşe iki damla yaş düştü. Bundan sonra elini cebine attı ve iki küçük taşı çıkardı.

248
Kurgu İskelesi / Ynt: General
« : 14 Eylül 2012, 14:43:17 »
Evet, ilk yazım. Eleştirin için teşekkürler, kendimi geliştirmeye çalışacağım. :)

249
Kurgu İskelesi / Ynt: General
« : 14 Eylül 2012, 13:29:59 »
Emir: İmparatorluk uluslara ayrılmış bir şekilde. Ve her ulusun kendi yöneticisi var. Fakat bu kişiler geçmişte İmparator'dan Emir aldıkları için Emir Adamları adı altında geçiyorlar. Her Emir Adamına, Emir Ünvanı veriliyor.
Lerap: İmparator yapılan seçimlerle belirleniyor. Bu yüzden İmparator isminin uygun olmayacağını düşündüm. Onun yerine ülkenin adından aldığım Lerap kelimesini İmparator'un ünvanı olarak kullandım.

250
Kurgu İskelesi / General
« : 14 Eylül 2012, 13:29:22 »
Öyküye başlayacak olanlar, aşağıya eklediğim Giriş bölümüyle başlayabilirler. :)


BÖLÜM 1

“Ah, pozisyonuna göre gerçekten çok küçük birisi; fakat babasının mevkisini bu kadar çabuk geri alması şaşılacak düzeyde,” dedi adam gayet şaşırdığını belli eden bir ifadeyle. “Sanırım ondan çok büyük şeyler beklemeliyiz.”

“Belki haklısın, geleceğin Tek Lerap’ı olmaya aday. Ama ona karşı bir oyun düzenlendiği de ortada. O yaştaki bir çocuk bu derece önemli bir Ulusun Emir’i olmayı hak ediyor muydu? İşte bu noktada başlıyor olay. O Ulus karmaşık. Hiç kimse güvenilmez. O çocuğu Emir yapan da bir başka kuvvet,” Adam oldukça sert konuşuyordu ve sözleri gerçekleri yansıtıyordu. İnsanlar bu tür şeyleri göremeyecek kadar aptal değildi. “Biliyorsun; son Emir İmparatorluk Seçimlerine katılamayacaktı. Ancak o katılabilir.”

“Ne yani? İmparator mu yapacaklar onu. Bazı kuvvetler.”

“Evet! Bunu görmek bu kadar mı zor?” dedi adam şiddetle. “Ben yeni Emir’e güvenmiyorum. Ancak sanırım belli bir korumayı hak ediyor. Yarın oraya gidip olayı kontrolümüz altına almalıyız. Yoksa Emir’i kontrol edenleri asla bulamayız.”

Adam ona katıldığını belli eder bir şekilde başını salladı. Ancak hala kafasında bazı sorular olmalıydı ki tekrar konuşmaya başladı.

“Peki ya Emir Bolar ’ı, Tanrı ruhunu bağışlasın, kim öldürdü? O izler. Bize gönderilen yazıda burnunun koparılmış, gözlerinin yerine de Pelr taşı konmuş. Yüzyıllardır bu ülkede bulunmamıştı. Ve bedeni odasındaymış, tanrı aşkına Alb, çalışma odalarımızda bile güvende değiliz. Bir zamanların yenilmez Leraporas’ı nerede? Emir’ler bile odalarında katlediliyor. Sokaklarda irili ufaklı çeteler kol geziyor ve birliklerimiz onlara karşı koyacak güce sahip değil.”

“Seçimlerden önce hep böyle olur. Sokaklar savaş alanına döner. Merak etmeyelim. İmparatorluk zayıflıyor olabilir fakat Ulusun merkezine giremezler. Güvendeyiz. En azından bu gece…” Gülümsedi. “Savaş başlıyor Qrast.”

“Ne savaşı?” dedi adam. İmparatorlukta savaş olması mümkün değildi onun görüşüne göre. Son savaş, imparatorluğun kuruluşunda idi.

“Özgürlük savaşı. Demokrasi düzenine geçilmesine istiyorlar. En azından üç ulus bunu açıkça dile getirme cesaretini gösterdi. Bir isyan çıkaracaklar. Ya ötekileri. Onlar isyana katılırsa ne olacak? Kan. Denizimiz kızıllaşacak. Bir daha gülemeyeceğiz. Ya da özgürlüklerle dolu, yepyeni bir dünya inşa edeceğiz kendimize. Sanırım, şu an İmparator’un yanında olanların o yeni düzende yaşama ihtimali yok.” Tekrar gülümsedi. “Sonumuz yaklaşıyor, dostum. Ama masum insanların bunda kukla gibi kullanılmalarına izin vermeyeceğim.”

“Yani yarın Peqrel Ulusuna bir yolculuğa çıkıyoruz.”

“Ah, vazgeçtim! Yarın askerleriniz bilgilendirilmeli. Ertesi gün yola çıkarız. Ve bir veda ziyafeti iyi olur diye düşündüm. Eğer Genç Emir ele geçirilmişse, iç savaş birkaç gün içinde başlayacak demektir!”
“Ziyaretimize dair bir bilgilendirme alacaklar mı? Yoksa bu yolculuğumuz gizli mi olacak?”

“Sorunun cevabını biliyorsun, dostum,” dedi adam arkadaşına gülümseyerek.

İki dost el sıkışıp ayrıldılar. Alb, birlikte konuştukları Han’ın kapısından onunla birlikte çıktıktan sonra şehirdeki evine doğru yola çıktı. Gece olmuştu. Şehirde yağmur başlamıştı ve onun üzerinde sadece yırtık kısa bir gömlek ve beyaz ama yılların acılarıyla sararmış bir pantolon vardı. Elbette bu onun gerçek elbisesi değil, sadece gözlerden uzak bir sohbet edebilme isteğiydi.

Evinin kapısına geldiğinde cebinden büyük anahtarı çıkarıp deliğe yerleştirdi. Ve sıcacık evindeydi. Gitmeden önce şömineyi yakmıştı ve ateşin en kuvvetli olduğu an eve geri dönmüştü. Kıyafetlerini çıkardı ve yerine daha temiz kıyafetlerini giydi. Yumuşak kıyafetler ve tatlı sıcaklığın etkisiyle uyuştu. Gözlerini kapattı ve düşlerin sonsuz boşluğuna bıraktı kendini.

Rüyasında bir evdeydi. Masmavi duvarları ve içinde bir masası olan bir odaydı burası. Masanın arkasında tozunun sürekli olarak alındığı belli olan bir kitaplık ve içinde de Alb ’ın hayatı boyunca okuyamayacağı kitaplar vardı.

Masada bir adam oturuyor ve önündeki yığın oluşturmuş kâğıtlara hızlıca bir şeyler karalıyordu. Alb bu yüzü tanıdığından emindi fakat bir türlü hatırlayamıyordu.

Merhaba, dedi. Fakat sesi dalgalandı ve yok oldu. Ve rüyasında olduğunu hatırladı. Adam onu göremiyor ve duyamıyor olmalıydı. Ancak bir saniye sonra kâğıtlardan kafasını kaldırdı adam. Ve ona baktı. Gözleri korkuyla açılmıştı. Bir şeyler söylüyordu adam fakat duyulmuyordu. Kapı açıldı. İçeri uzun boylu, kapkara saçları olan, çiçek bozuğu yüzlü bir adam girdi. Adam onu görünce sırıttı ve masadaki adam’a bir şeyler söylüyordu. Alb ise hiç birini duyamıyordu.

Adam cebinden bir pala çıkarttı. Alb ise bedenine hâkim olamıyordu. Masadaki adamı kollarından tuttu ve onu kendine çekerek etkisiz hale getirdi. Yaklaşan adam elindeki palayı adamın kasıklarına götürdü. Ama bir an durdu. Başını kaldırdı ve korku içinde çığlık attığı anlaşılan adama sırıttı. Ve o anda acı içinde yere yığıldı adam. Adamın sol kasığından kan fışkırıyordu. Bunu yapan adam cebinden çelik, içi delik bir makas çıkarttı. Makastaki deliği adamın burnuna götürdü ve deliği kapattı. Adamın burnundan akan kanlar yüzünden adam bembeyaz kesilmişti ve artık ölmeye hazırlanıyordu. Alb elini cebine attı. İki küçük taşı çıkarttı. Ve uyandı.


Alb rüyasını unutmuş bir şekilde kaleye doğru at sürüyordu. Ancak bacağında bir ağrı vardı. Bu onu sürekli rahatsız ediyordu.

Kapıda bekleyen iki nöbetçi başlarını eğerek Alb a yol verdiler. Alb biraz ilerdeki kulübeye kadar atını sürdü. O kulübenin önüne gelince kulübeden dışarıya, kırışık yüze ve bembeyaz saçlara sahip oldukça yaşlı bir adam çıktı. Alb a gülümsedi.

“Kalede bu gece ziyafet verilecek dostum,” dedi Alb onun gülümsemesine karşılık vererek. “Saygıdeğer Lerap ’ımız sizin gibi bir emektarı da aramızda görmek isteyecektir. Ne dersin?”
“Ah, Alb,” dedi yüzünde buruk bir gülümseme ile. “Bu ziyafet işler, politika yuvası. Artık bu işlerde olmadığım için atlarınıza bakıyorum unuttun mu?”

Alb başını eğdi. Bu adama hep saygılı davranmıştı çünkü o soylu biriydi. Daha genç yaşında Teralor Emir’i ve General’di. Aynı anda hem Emir hem General rütbesini kazanmış tek insandı da. Fakat son Lerap ile girdiği tartışma onu bunların hepsinden etmişti. Şimdi o küçük bir kulübesinde at bakıcılığı için yaşıyordu.

“Sizi yine de görmek isterim,” dedi ve sesini alçaltarak ekledi. “efendim.”

Adam gülümsedi. Arkasını döndü ve atı alıp bağlamak üzere uzaklaştı.

“Majesteleri sizi bekliyor, General,” dedi arkasından bir ses Alb’ a. “Sizinle özel bir konuşma yapmayı umuyor.”
Arkasını döndü Alb ve karşısında Lerap ’ın dalkavuk yaveri Sezer’i gördü.

“Ah, Sezer,” dedi Alb şaşırmış gibi yaparak. “Majestelerine hemen geleceğimi bildirin.”

“Sanırım sizinle birlikte yürüsem iyi olur,” dedi adam fakat Alb ‘ın yüzündeki ifadeyi gördüğünde; “Pekâlâ, bildireceğim.” Dedi ve kale kapısına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı.

General de hemen oraya gidecekti fakat kendisine emir verilmesi onu rahatsız ediyordu. Ve gözden kaybolan Yaver’in hemen peşinden o da kaleye doğru yürümeye başladı.

Kale’ye vardı ve doğrudan Lerap’ın odasına gitmek için merdivenlere gitti. Üst kata çıktığında koridor’da ki tek oda olan Lerap’ın odasının kapısında Sezer’in beklediğini gördü. Yavaşça, koridordaki camlardan dışarıyı gözleyerek kapıya doğru yürüdü.

“Bakıyorum da yolumu gözlüyorsun, Sez,” dedi adama sırıtarak. Kızaran Yaver ise ağzını bir şey söyleyecekmiş gibi açtı ancak General’e hakaret etmeyi göze alamayarak tekrar kapattı. Başını camlara doğru çevirdi ve dışarıyı gözetlemeye başladı.

Bu sırada kapıyı tıklatan Alb içerden gelen homurdanma sesini Gel, olarak kabul etti ve kapıyı yavaşça açtı. İçeride masasında oturan kırklı yaşlarda, güçlü olduğunu belli eden, güzel yüzlü ve iyi giyimli Lerap vardı.
“Beni çağırdığınızı duydum, majesteleri.” Dedi Alb reverans yaparak.

“Ah, evet, General Tram. Konuşmamız gereken meseleler olduğunu düşünüyorum.”

“Elbette efendim,” dedi Alb. Lerap’tan korkmuyordu fakat tüm İmparatorluk onun elindeydi. Bir süreliğine.
“Dün gece Mareşal ile bir konuşma yaptığınızı duydum,” dedi ve ağzını açan Alb’ı susturarak konuşmaya devam etti. “Şunu söylemeliyim ki, sizin, ülkemizin kötülüğünü düşüneceğinizi sanmıyorum. Lakin savaşın yaklaştığını düşünüyormuşsunuz. Bilin ki benim var olduğum sürece savaş olmayacaktır.”

“Evet, efendim. Fakat birkaç ay içinde seçim olacak. Ve siz aday olamayacaksınız.”

“Öyle mi?” dedi adam gülümseyerek. “Her neyse. Askeri hareketlerinizi bana resmi olarak açıklayacağınızı umuyorum. Biliyorsunuz, birkaç aylık bir zamanım kalsa da tüm yetki hala bende.”
Alb’ın suratı kasıldı. Ancak ona karşı gelmeyecekti.

“Yarın Peqrel Ulusuna bir yolculuk yapmayı planlıyordum. Genç Emir’in sağlığından emin olmak için.”
“Hım, elbette. İzin veriyorum, bir Emir Adamının sağlığından önemli tek şey, İmparator’un sağlığıdır,” dedi ve kendi esprisine güldü. “Şimdi çıkabilirsiniz, akşam verilecek ziyafette görüşmek üzere.”

Alb ayağa kalktı ve boynunu eğerek dışarı çıktı. Kapıdan tüm konuşmaları dinlediği açıkça belli olan Yaver sırıtıyordu.

“Ah!” dedi Alb. “Sanırım her anne ve baba çocuğuna böyle şeylerin tehlikeli olduğunu küçük yaşta öğretmeli.”
Kızaran yaver bu sefer arkasını döndü. Alb sırıttı ve tekrar merdivenlere kadar gitti. Kale kapısından tekrar çıkarak Han’a doğru yürümeye başladı. Han’a vardığında oturdu ve Ziyafet’e kadar burada beklemeye karar verdi.

Ortalık karardı ve Alb Ziyafet için kaleye gitti. Büyük salonda verilecek olan ziyafete yüzlerce kişi katılmıştı. Tüp Pilotları, Kılıçlı Şövalyeler ve diğer piyadeler de dâhil... Şehir muhafızları bile.
En uçta ve yüksekte Lerap’ın ve diğer üst düzey insanların oturduğu bir masa vardı. Alb ise en masanın en ucunda oturan Mareşal’in yanındaki boş yeri görüp oraya doğru gitti. Lerap’a reverans yapan Alb diğerlerine de selam vererek yerine oturdu.

“Eh, General de geldiğine göre sanırım bir konuşma yapmamız gerekiyor,” dedi ve ayağa kalktı.

“Öncelikle hepinize hoş geldiniz demek istiyorum!” dedi Lerap. Fakat o sırada kapatılmış olan kapılar yüksek bir gürültüyle açıldı ve içeri ıslanmış bir adam girdi. Koşarak Yüksek Masa’ya geldi ve Lerap’a bir mektup uzattı. Ve hemen oradaki sandalyelerden birine kendini atıp bir hizmetkâr kızdan su istedi.

Lerap elindeki mektubu yavaşça açtı ve okumaya başladı. Ve hemencecik bitirdi. Yüzünde belli olmayan bir ifade vardı. Salondaki tüm insanların gözleri önünde mektubu General’e uzattı. Buna general bile şaşırmıştı. Bu Lerap’ın doğal davranışlarından biri değildi.

Üzerinde ki aceleyle yazılmış, Peqrel Ulusu temsilcisinden gelen mektubu okuyan General şaşkınlıkla olduğu yerde kaldı.

Sayfa: 1 ... 15 16 [17]