Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Ropinie Hystria

Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7 8 ... 11
76
Genel Kültür / Gençliğe Hitabe
« : 12 Mayıs 2010, 09:09:42 »
Hele ki şu son dönemlerimize de baktığımda, artık gerçekten gençlerin sıkılmadan her gün Ata'nın kaleminden çıkan bu cümleleri okumaları gerektiğini düşünüyorum. Göz önünde kalmasını temenni ediyorum.


GENÇLİĞE HİTABE

         Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

        Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

         Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

                                                                                                    Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK
20 Ekim 1927

77
Liman Kütüphanesi / Atatürk'ün Yazdığı Kitaplar
« : 12 Mayıs 2010, 08:57:21 »
Mustafa Kemal Atatürk, yaşamının her döneminde kitapla
bütünleşmiştir. Bu okuma sevgisinin kendisine sağladığı bilgi
birikimini zaman zaman yazmaya dönüştüren Atatürk, yaşamının farklı
dönemlerinde farklı konularda kitaplar yazmıştır. Yazdıkları gerek
güncelliği, gerekse yol göstericiliği açısından bu gün dahi
tartışmasız gerçekleri içermektedir. O'nun günümüzde hala
geçerliliğini koruması ileri görüşlülüğünün ve akılcılığının
göstergelerinden biridir. Mustafa Kemal, özellikle II. Meşrutiyet'in (23
Temmuz 1908) ilanından sonra tüm dikkat ve çalışmasını askerlik üzerine
yoğunlaştırılmıştır. O,mesleki bilgileri artıracak yayınların
yapılmasını gerekli görüyordu. Bu amaçla mesleğinin ilk yıllarından
itibaren askerlikle ilgili birikimlerini aşağıda isimleri belirtilen
kitaplarda toparlanmıştır. a) Takımın Muharebe Talimi b) Cumalı
Ordugahı c) Tabiye Tatbikat ve Seyahati d)
Bölüğün Muharebe Talimi e) Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal (Subay ve
Komutan ile Konuşmalar) f) Tabiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti
Tahririne Dair Nesayih

NUTUK

Yurdumuzun parçalanıp, işgal edildiği
günlerden başlayarak, Türk tarihinde bir dönüm noktası olan İstiklal
Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve inkılapların
yapılışını anlatan Nutuk, siyasi ve milli tarihimizin birinci elden,
değerli bir kaynak eseridir. Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan bu eser,
yine Atatürk tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15-20 Ekim 1927
tarihleri arasında Ankara'da toplanan İkinci Kurultayı'nda 36,5 saat süren
ve altı günde okunan tarihi bir hitabeye dayandığı için Nutuk adını
almıştır. Nutuk yalnız geçmiş devrin bir hikayesi olarak dünümüzü
anlatmakla kalmayıp, yakın tarihimizden alınan ibret dolu tecrübelerle,
milli varlığımızın bugününe de yarınına da ışık tutabilen bir değer
taşımaktadır. Nutuk, milleti ülkenin geleceğini belirleyecek olan milli
birlik ilkesi etrafında bilinçlendirip, kenetlendirerek, milli irade ve milli
hakimiyet kavramlarının harekete dönüştürülmesi yoluyla, Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşundan Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan
başarılı bir tarihi akışın hikayesidir. Nutuk ilk defa 1927 yılında,
biri asıl metin, diğeri belgeler olmak üzere Arap harfleriyle iki cilt
olarak yayınlanmıştır. Aynı yıl, tek cilt halinde lüks bir baskısı da
yapılmıştır. Yazı inkılabından sonra, bu ilk metnin okunması
güçleştiğinden, 1934 yılında, Milli Eğitim Bakanlığınca üç cilt
olarak yeniden basılmıştır. Nutuk, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Atatürk Araştırma Merkezince yeniden basılmıştır.

BÖLÜĞÜN MUHAREBE EĞİTİMİ

"Bölük Muharebe Eğitimi" olarak yayınlanan eser,
meskun yerlerde muharebe, savunma ve taarruz konularını
kapsamaktadır. Meskun yerlerin sınırlayıcı durumlarının muharebeye
etkisi, savunma mevziinin seçimi, savunma mevziinin hazırlanması, ateş
sahalarının temizlenmesi, ateş taksimi, ateş tutmayan ölü bölgelerin
kapatılması ve mevziin işgali gibi savunmanın esasını oluşturan konular
işlenmiştir. Ayrıca taarruzda birliğin aldığı tertip ve düzen,
ilerleme, ateş üstünlüğü, ihtiyatların kullanılması gibi taarruz
harekatında her zaman karşılaşılacak konular ele alınmıştır. Genç
Kurmay Önyüzbaşı Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından, Almanca aslından
tercüme edilen ve bağlı olduğu ordunun eğitimine katkısı olan bu eserden
yeni nesillerin de faydalanabilmeleri için bugünkü Türkçeye
çevrilmiştir.

CUMALI ORDUGAHI

Cumalı Ordugahı; Makedonya bölgesinde,
Köprülü - İştip yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu ordugahta, 3. Süvari
Tümen Komutanı Tuğgeneral Suphi Paşa'nın komutası altında kurulan bir
süvari tugayına eğitim ve manevra yaptırılmıştır. Bu manevraya
katılan Mustafa Kemal, "Cumalı Ordugahı" adlı eserini yazmış; süvari,
bölük, alay, tugay eğitim ve manevralarını anlatmıştır. Mustafa Kemal
bir kurmay subay olarak teorik bilgilere önem vermekte, ancak askeri tatbikat
ve manevralardan sadece katılanların yararlanmasını yeterli görmemektedir.
Bu yüzden, 10 gün süren bu tatbikat sırasında tuttuğu gözlem
notlarını, hazırlanan meseleleri ve komutanların yaptıkları eleştirileri
yazmış, bol kroki ile küçük bir broşür haline dönüştürmüştür. 12
Eylül 1909'da tamamladığı bu eseri, Selanik'te 1909 yılında matbaa
harfleriyle basılmıştır. Eser; 39 sayfa metin ve 7 adet krokiden
oluşmaktadır.

TAKIMIN MUHAREBE EĞİTİMİ

Bu kitap; Berlin Askeri Üniversitesi eski müdürlerinden General Litzmann'ın "Seferber Mevcudunda
Takım, Bölük ve Taburun Muharebe Talimleri" adlı eserinin ilk bölümünü
oluşturmakta olup, Selanik'te 3.Ordu Karargahı'nda görevli, Kurmay Kıdemli
Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından Almanca'dan Osmanlıca diline çevrilmiş
ve 1908 yılında Selanik Asır Matbaasında basılmıştır. Kitabın özü;
seferi tam mevcutlu bir takımın, değişik hava şartları ve çeşitli
arazide, basit bir mesele içinde muharebe yöntemlerinin uygulaması, avcı
hattı teşkiliyle bir avcı hattının ateş muharebesi üzerinde
toplanmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, subayların arazide yetiştirilmesini
amaçlayan tatbikatın, önemini vurgulayan bu eserini, 1911 yılında 5.
Kolordu Harekat Şube Müdürü iken yazmıştır. Bu eserde, karşılıklı
olarak kırmızı ve mavi muharebe birliklerinin Selanik-Kılkış arasında
yaptıkları savunma ve taarruz uygulamalarının değerlendirilmesi
yapılmıştır.

TAKTİK VE TATBİKAT GEZİSİ

Bu eserinde, bir muharebeyi sevk ve idarede belirli kuralların olamadığını vurgulaması yanında,
komutan olan kişinin nitelikleri üzerinde de durmuştur. Bunlar ise;
birliğini barışta ve savaşta eğitmek, yönetmek ve gözetmekteki üstün
başarı, elindeki kuvvetin eksikliğini giderecek düşünce gücü ve
astlarından her konuda üstünlüğü sağlamaktır. Bunun yanında, kişisel
cesaret, başkalarının hareketini önceden seziş ve harekatını en uygun
zamanda yapabilme yeteneği olmalıdır. Ortak amacın gerçekleştirilebilmesi
için birliklerini başarılı bir şekilde yönetmeli, astları üzerinde
etkili olmalı ve otoritesini kurabilmelidir. Bu eserde ayrıca bir
komutanın başarılı olabilmesi için bu kuralları sadece okumuş ve
öğrenmiş olmanın yeterli olamadığı, bunların tatbikatının da önemi
belirtilmiştir

GEOMETRİ

Atatürk bu kitabı ölümünden bir buçuk yıl önce III. Türk Dil Kurultayından hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayında kendi eliyle yazmıştır.

SUBAY VE KOMUTAN İLE KONUŞMALAR

"Subay ve Komutan ile Konuşmalar" Atatürk'ün askerliğe
ilişkin eserlerinin en önemlilerinden birisidir. Bu eser, Atatürk, 1914
yılında Kurmay Yarbay rütbesiyle Sofya askeri Ataşesi olarak bulunduğu
sırada, Nuri Conker'in "Zabit ve Kumandan (Subay ve Komutan)" adlı kitabına
karşılık olarak yazılmıştır. Genç subayın, içinde bulunduğu
ordudaki aksaklıkları, hataları nasıl sezdiğini; bunlara karşı tepkisiz
kalmayarak üst makamlara hatalar ve çözüm yollarını nasıl sunduğunu;
ülkenin içinde bulunduğu askeri ve siyasal durumdan duyduğu acıları
kitabın birinci bölümünde bulmaktayız. Atatürk, bir subayın
taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve
idare edebilme, taarruz ruhu, inisiyatif özellikleri hakkında, Nuri Conker'in
görüşlerine
katılmış ve kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek
açıklamıştır. Bunların yanı sıra, Türk kadınının, aslında
toplumu yaratmada çok etkili olabilecekken, suskunluğu seçtiğini bütün
açıklığıyla ortaya koymaktan kendini alamamıştır. Türk ulusu hakkında
ise "kuşkusuz bizim ulusumuzun karakteri de bütün karakterler gibi
yükselmeye ve istenen şekle girmeye elverişlidir. Fakat kendi kendisine
olmak koşuluyla..."dedikten sonra, dışarıdan ulusumuzun karakterine yapılmak
istenen etkilerin amacına ulaşamayacağını vurgulamıştır. Subaylarda ve
erlerdeki inisiyatif özelliğine eserinde geniş bir bölüm ayıran Atatürk,
kendi dönemindeki ile daha önceki dönemlerde Osmanlı ordusunu
kıyaslamıştır. Özellikle Trablusgarp Savaşı'nda edindiği deneyimler ile
kendiliğinden hareket ve iş görme özelliğinin, olması gereken sınırını
göstermiştir. Atatürk, eserin son bölümünde, Kuzey
Afrika'da birlikte çarpıştığı korkusuz ve yiğit silah arkadaşlarını
anmış ve onları "yüksek askerlik niteliklerine" sahip insanlar olarak
tanımlamıştır. Bu davranışı O'nun diğer bütün üstünlüklerinin
yanı sıra insancıl yönüne de tanıklık eder.

Kaynak: Alıntı.

78
Müzik / Ynt: Şarkı Önerir misiniz?
« : 11 Mayıs 2010, 17:21:17 »
değişik bir tarz arıyorsan, orphaned land-A'salk önerebilirim.

Soft giderim diyosan, Muse-Unintended ;)

79
Okuyamayışımdan mıdır bilinmez, seslendirmeye çalıştığım zaman arapça konuşuyormuşum izlenimine kapılıyorum.

80
Daha pek konuşmak kısmet olmadı ama kalbinden geçeni dilediği gibi söylediği mesajları gözüme çarpmıştı, bunu seviyorum. :)

81
Genel Kültür / Hangi Edebiyat?
« : 10 Mayıs 2010, 17:45:32 »
Sorumuz basit :) Sizden ricam, seçtiğiniz edebiyatın hangi temsilcilerinin, hangi kitaplarının sizin kararlarınızı ve düşüncelerinizi etkilediğini belirtmenizdir. :)

82
Genel Kültür / Grigori Jefimoviç Rasputin
« : 10 Mayıs 2010, 16:44:48 »



Rasputin, Rus Çarı 2. Nikolas zamanında sarayda etkili olmuş kişi. Doğaüstü yeteneklere sahip olduğu söylenen, deli papaz olarak da bilinen Rasputin, istediği kişiyi kolayca etkisi altına alabilmesiyle ünlüdür. HBO'nun Carnivale adlı tv dizisinde de göndermede bulunulmuş olan Rasputin, Çar'ın hemofili hastası oğlunu sadece dua ederek ve elleriyle dokunarak iyileştirmişti.


 

Grigori Yefimovich Rasputin, 22 Ocak 1869 yılında Ural Dağları'nın eteğindeki Pokrovskoye köyünde doğdu. Ailesi çiftçiydi. Çocukluğu hakkında çok şey bilinmeyen Rasputin'in Maria adında bir kızkardeşi ve Dimitri adında da bir erkek kardeşi vardı. Maria, sara hastasıydı ve Tura Nehri'nde boğularak öldü. Bir gün Rasputin ve erkek kardeşi Dimitri, göletin kenarında oyun oynarlarken Dimitri kayıp suya düştü, Rasputin de onu kurtarmak için arkasından atladı. İkisi de boğulmak üzerelerken yoldan geçen bir kişi tarafından kurtarıldılar. Ancak Dimitri zatürre oldu ve hayatını kaybetti. Garip olaylar Rasputin'in hayatının daha ilk yıllarında başlamıştı. İki kardeşinin de aynı kaderi paylaşan ölümü Rasputin'i derinden etkiledi. Öyle ki daha sonra çocuklarının isimlerini de Maria ve Dimitri koyacaktı.
Çocukluğunda etrafını saran bu gizemin farkına varan Rasputin, yeteneklerin de keşfetmeye başlamıştı. Bir gün babasının atı çalındı ve Rasputin hırsızların, gözüne kestirdiği kişiler olduğuna, kalabalığı doğaüstü gücüyle ikna etti ve linç edilmelerini sağladı. p> Bir kaç kez hırsızlık suçundan yakalanınca 18 yaşında üç ayını Verkhoturye Manastırı'nda geçirdi. Oradayken Meryem Ana'nın ona göründüğünü iddia etmeye başladı ve kendini seçilmiş bir aziz olarak tanıttı. Rus Ortodoks Kilisesi'nden kopan bir dini topluluk olan Khlistiler tarikatına katıldı. Khlististlere göre insan ancak acı çekerek ve günah işleyerek tanrıya ulaşabilirdi. Günah işleyerek günahtan çıkacaklarına inanan bu topluluk evlilik dışı cinsel ilişkiyi teşvik eder. Bu da Rasputin'in kadınlarla olan dillere destan hikayelerine bir açıklık getirebilir.

1889 yılında Proskovia Fyodorovna Dubrovina ile evlendi ve 3 çocuğu oldu; Maria, Dimitri ve Varvana... Ayrıca başka bir kadından da gayrimeşru bir çocuğu oldu. 1901 yılında artık bir aziz olduğunu iddia ederek Pokrovskoye'deki evini terk etti. Yolculuğu boyunca Yunanistan ve Carussalem olmak üzere bir çok yer gezdi. 1903 yılında St. Petersburg'a varan Rasputin'in, burada mistik bir şifacı ve aziz olarak ünü yayılmaya başladı.

Bir gün Çar'ın küçük oğlu Alexei'nin amansız hastalığını duydu. Alexei, hemofili hastasıydı, bu genetik hastalık ona büyük büyükannesi İngiltere kraliçesi Victoria'dan miras kalmıştı. Doktorlar çocuğun hastalığına çare bulamıyorlardı. Bir gün attan düşüp yaralanınca kanamasını bir türlü durduramadılar. Doktorlar tarafından ölmesi beklenen oğlunun bu durumu karşısında Çariçe, çaresiz kalmıştı. Arkadaşı Anna Vyrubova'dan bu gizemli şifacının methini duydu ve Rasputin'i saraya davet etti. Rasputin, çocuğun kanamasını, başında dua ederek ve elleriyle dokunarak durdurdu. Çar ve Çariçe gözlerine inanamadılar ve Rasputin'i doğaüstü güçleri olan bir peygamber gibi görmeye başladılar. Ancak Alexei'nin hastalığı tamamen geçmemişti. Her nöbetinde Rasputin saraya çağırılıyor ve onu iyileştiriyordu. Bu yüzden onun sarayda, ailenin yakınında kalmasına karar verdiler.

Rasputin'in, Çar üzerinde başka etkileri de oldu. Politika da kendisini yönlendirmeye başlamıştı. Hipnotize ederek, konuştuğu herkesi etkisi altına alabiliyordu. Çariçe'nin ise kendisine özel bir hayranlığı vardı; oğlunu iyileştiren bu adamın aracılığıyla Tanrının kendisiyle konuştuğuna inanıyordu. Çariçe aslında Protestandı ve Rus Ortodoks mezhebine uyum sağlamakta güçlük çekiyordu.

Ancak sarayda kaldığı süre boyunca Rasputin'in aşırı hareketleri Çar dahil birçok kişiyi huzursuz etmeye başlamıştı. Çarın üzerindeki, dolayısıyla politikaya olan büyük etkisi saray çevrelerinde diğer politikalcıları rahatsız ediyordu. Aile ile kan bağı olmayan çiftçi bir adamın bu kadar büyük bir yaptırım gücüne sahip olması akıl alır şey değildi. Ayrıca cinsel yaşamındaki aşırılıklar ve bunları hiç sakınmadan yaşaması da bardağı taşıran son damla olmuştu. (Rasputin'in bir rahibeye tecavüz ettiği bile rivayet edilir.) Saray çevresindeki bu dedikodular ve huzursuzluklar giderek yayıldı. Ortodoks Kilisesi de kendine peygamber diyen bu adamın din adamı değil, dini istekleri doğrultusunda kullanan bir şeytan olduğunu iddia etmeye başladı. Yaptığı herşey olay haline geldi ve gazetelerde de hergün alay konusu oldu. Artık ilahi güce sahip bir aziz değil, bir şarlatandı. Ve bu adamın sözünü dinleyen Çar'a da tepkiler giderek büyüyordu.

Bu arada I. Dünya Savaşı patlak vermişti. Savaşa karşı olan Rasputin, bunu hem ahlaki açıdan onaylamıyor hem de Rusya için bir felaket olarak görüyordu. Kendini içkiye ve çarpık cinsel hayata iyice kaptırmıştı. Rusya'nın savaştaki başarısızlığından Rasputin sorumlu tutuluyor, vatana ihanet etmekle ve Alman casusu olmakla suçlanıyordu. Bu arada Rasputin kendine bir vahiy geldiğini ve ordunun başına Çarın kendisi geçmezse savaşı kaybedeceklerini söyledi. Söylenen yapıldı ama bu olayın sonucu felaketle sonuçlandı, Çarın başında olduğu ordu yenilgiye uğradı. Çar'ın saraydaki yokluğunda Rasputin'in Çariçe Alexandra üzerindeki etkisi iyice arttı. Onun baş danışmanı haline geldi ve hükümetin kadrolarına kendi seçtiği kişileri getirtti. Rasputin'e düşman olan diğer politikacılar ve Ortodoks Kilisesi Saraydan desteğini çekti. Savaşında getirisi olan bir iç karışıklık baş göstermek üzereydi.

Ancak Rasputinin ölümü yaşamından çok daha esrarengiz oldu. Saray hanedanının ve diğer politikacıların Rasputin'den duydukları rahatsızlık had safhaya ulaşmıştı. Artık bu adamın ortadan kaldırılması gerektiğini düşünen hanedan mensubu Prens Felix Yussupov ve birkaç kişi bir komplo hazırladılar. 29 Aralık 1916 gecesi, Rasputin, prens tarafından bir odaya içki içmek için davet edildi. Ancak içkisine siyanür katılmıştı. Rasputin kendisine uzatılan zehir dolu bardağı dikti, ama bir süre geçmesine rağmen hiç birşey olmamıştı. Şaşkına dönen prens ona bir kaç el ateş etti. Rasputin olduğu yere yığılınca prens bu kez başardığını zannederek sevindi. Ancak Rasputin ayağa kalktı ve prensin gözlerinin içine bakarak birşeyler söyledi ve ordan hızla kaçmaya başladı. Sarayın bahçesinde koşarken birkaç kez daha vurulan Rasputin artık kalkmamak üzere yere yığıldı. Prens ve adamları öldüğünden emin olmak için Rasputin'in cesedini Neva Nehri'nin buzlu sularına attılar. Ertesi gün ceset çıkarıldığında, Rasputin'in hemen ölmediği, boğulmadan önce bir süre çırpındığı anlaşıldı. Şubat Devrimi sırasında cezasını bulmadığı düşünülerek cesedi mezarından çıkarıldı ve yakılarak imha edildi.

Rasputin, insanın ne kadar günah işlerse o kadar günahtan arınacağını savundu. Kendi günahını da içkiye düşkünlüğünde ve abartılı cinsel yaşamında buldu. Doğaüstü güçlere sahip olduğuna inanılan bu esrarengiz kişi Çarlığın çöküşünden ve Sovyet İhtilali'nden sorumlu tutuldu. Adının, Rusça 'yoldan çıkmış' anlamına gelen 'rasputine' ile benzerliği kullanılarak alaya alındı. Halen yaşamı ve ölümü üzerindeki gizem perdesi birçok araştırmacının ilgisini çekmektedir.

-Alıntıdır.-

83
Eğlence & Mizah / Ynt: İsminizin Vampirce Karşılığı..
« : 10 Mayıs 2010, 15:56:32 »
The Great Archives determine you to have gone by the identity:
Sahib of The Cold Wastes
Known in some parts of the world as:
Dispater of All Hallows
The Great Archives Record:
This one prays to a God who does not listen.

84
Tartışma Platformu / Ynt: Fantastik Edebiyat Budur.
« : 09 Mayıs 2010, 21:51:57 »
Kendi kuralları olan farklı evrenler olarak nitelendirmek istemişimdir hep fantastik edebiyatı.

85
Genel Kültür / Ynt: Tarihle Oynamak -Tartışma-
« : 09 Mayıs 2010, 18:22:41 »
Misal hep merak ederim. Bir ülke gücünün zirvesindeyken ne olur da yıkılır? Roma olarak gücünün zirvesindesin. Barbar diye tabir edilen kabileler tarafından yıkılıyorsun. Demek ki gücünün zirvesine erişince, tehdit algın ortadan kalkıyor. Ve gelişime mola veriyorsun. Aylak bakkal, biiiip* tartar...  (*Merak edenler Google’a “aylak bakkal” yazıp enter tuşuna basabilirler; seviyeyi düşürmeyelim.)

Kafamın almadığı noktaysa Türkiye. Gücünün zirvesinde falan değil. Ve lakin kültür emperyalizmine karşı önlem alamıyor. Bir tehdit algısı yok. Dünya biiip*, minare biiip*... (*Merak edenler Google’a “dünya minare” yazıp enter tuşuna basabilirler; seviyeyi koruyalım.) Keşfedilmemiş Amerika kıtasında yaşayan Kızılderililer gibiyiz. Osmanlı’nın kültürel gelişimi 17. yüzyılda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel gelişimi ise 1940’larda kalmış.

86
Genel Kültür / Tarihle Oynamak -Tartışma-
« : 09 Mayıs 2010, 13:43:29 »
Okuduğum bir kaç makale üzerine bir soru takılmıştı kafama. ''Varsayalım Amerika kıtası henüz keşfedilmedi. Ya da bugün keşfediliyor. 1492’de keşfedildiğine göre, orijinalinden 518 yıl sonra... Bugünkü Kızılderili teknolojisi, 1492’nin ne kadar ilerisinde olurdu acaba?''

Sonra teknolojinin tehditten doğduğuna yönlendim. Öyle ya... Atıyorum kafadan, geyikten ne gibi bir tehdit gelebilir ki insana? Okla vursan ne yazar, tüfekle vursan ne yazar... Ya da ayı... Zaman içinde makineliyle sadıracak hali yok ya ayı oğlu ayının... İstanbul ayısı mı bu Alla’ sen?!

Sonra düdüklü tencerenin neresi tehditten doğmuş, tamamen ihtiyaç mıdır acep falan derken bu sefer farklı bir soru takıldı aklıma... Asıl aradığım cevabın sorusu da şudur efenim:

Varsayalım sene 2010 ve Amerika kıtası keşfedilmemiş. Tarihi tersten düşünün şimdi, sizce kızılderililer gemiler inşa edip Avrupa kıtasını keşfederler miydi?

87
Sinema / Thor Beyazperdede
« : 09 Mayıs 2010, 10:55:50 »

İskandinav mitolojisinin en güçlü tanrısı Thor’dan esinlenerek yaratılan Marvel’in çizgi roman kahramanı 'Thor' beyazperdede hayat buluyor. Geçtiğimiz aylarda açıklanan projenin kadrosu belli oldu.

Yönetmen koltuğu 'Hamlet, 'Frankenstein' ve 'Sleuth' gibi filmlere imza atan Kenneth Branagh'a emanet edildi.

Thor’u 2009 yılında Star Trek’teki Kaptan Kirk’in babası George Kirk rolüyle tanınan Avustralyalı aktör Chris Hemsworth canlandırıyor. Thor’un baş düşmanı ve aynı zamanda üvey kardeşi olan Loki rölünde ise İngiliz aktör Tom Hiddleston yer alacak.

İki ana rolde ünlü aktörlerin bulunmaması çizgi roman hayranlarını hayal kırklığına uğratsa da Thor’un insan dünyasındaki gerçek aşkı Jane Foster’ı canlandıracak isim sinemaseverleri heyecanlandıracak bir aktris Natalie Portman oldu.

‘Tanrıların Tanrısı’ Odin rölünde ise usta aktör Anthony Hopkins olacak. 150 milyon dolar bütçesi olan film ABD’de 6 Mayıs 2011’de vizyona girecek.
Marvel Comics tarafından 1961 yılında 'The Mighty Thor' isimli bir süperkahraman olarak mitolojiden uyarlanan 'Thor'u yaratan ekip, Stan Lee, Jack Kirby ve Larry Lieber‘den oluşuyor.
Thor çizgi romanda dünyalı bir insanın çekici tutmasıyla yaşadığı büyük değişimle başlar. Sıradan bir insan olarak yaşayan Donald Blake, çekice temasıyla Thor’a dönüşür.


88
Yazarlar / Ynt: Rowling mi Tolkien mi?
« : 09 Mayıs 2010, 07:37:20 »
Tolkien'in daha iyi olması, Rowling kötü yazar demek asla değil.

Cevabım, Tolkien..

89
Genel Kültür / Gotik Mimari
« : 08 Mayıs 2010, 17:43:04 »
Gotik sözcüğü, herkeste genellikle güzel çağrışımlar uyandırır: katedraller, kiliseler, sivri kuleler, eski tarz bir
dekorasyon.Oysa, bu sözcüğü ilk kez kullanan Rönesans dönemi İtalyan sanatçıları için Gotik terimi oldukça değişik bir
anlam taşımış ve klâsik biçimlere karşı çıkan Kuzeyli barbarların, özellikle Cermen kökenli halkların kültürünü
simgeleyen bir sözcük olarak geçerlik bulmuştur.

Gotik sözcüğü ilk önceleri Rönesans olgusunun dışında kalan tüm barbar kültürü ifade etmek için kullanılmıştı. Ancak
sonradan, bu kültür daha iyi anlaşılıp, takdir edilmeye başlanınca daha dar bir anlamda, yalnızca mimari bir biçimi
belirtmek amacıyla kullanılır oldu. Daha yakın dönemlerde ise, halk dilindeki anlamıyla, tümüyle dinsel yapılarla,
özellikle katedraller ile bağdaştırılan bir terim haline geldi. "New English Dictionary" (Yeni İngilizce Sözlük) Gotik
sözcüğü için şu tanımı vermektedir:

"Batı Avrupa’da XII. yüz yıldan XVI. yüz yıla kadar yaygın olan mimari stil için kullanılan terim. Stilin temel özelliği
sivri kemerlerdir. Aynı zamanda mimari ayrıntılarda ve süslemede de uygulanmıştır".

Aslında bu tanım yeterince kesin değildir. Mimarlık tarihi uzmanlarından bir çoğu, Gotik stilin temel özelliğinin sivri
kemerler olduğunu kabul etmeyip, farklı kuramlar ileri sürebilirler. Ayrıca, Gotik stili yalnızca mimarlığa özgü olarak
kullanmak da pek doğru değildir. Zira Gotik yalnız yapılar için değil; mobilyalar, giysiler, süslemeler, hatta mutfak aletleri
ve davranış biçimleri için bile geçerli bir kavramdı. Ne var ki, günümüzde kilise yapılarının dışında Gotik stilden geriye
hemen hiç bir şey kalmamıştır.


Gotik ortaya çıkana dek Batı Avrupa’daki tüm yapı biçimlerinin temelini oluşturan "Romanesk" mimarlık oldukça basit
bir ilkeye bağlıydı ve özünü eski bazilika inşaatlarından almıştı. Bu ilke, dört duvar üzerine oturtulan düz bir çatıdan
ibaretti. Eğer çatı kubbeli ya da çıkıntılı olursa, yan ağırlıkları taşımaları için duvarların kalınlaştırılması gerekliydi. Bu
nedenle, geniş iç mekânlar gerektiren büyük yapılarda duvarlar fazlasıyla kalın yapılıyordu. Duvarların yeterince sağlam
olması için ise pencerelerin pek küçük olmaları gerekiyordu. Sonuç olarak, Romanesk yapılar bodur ve hantal
görünümlü, iç mekânları karanlık ve hüzünlü yapılardı.

Gotik mimarlar, iç mekânlarda yeterli genişliği sağlayan sivri ve yüksek kemerler kullanarak, Romanesk yapıların
uygunsuz koşullarından kurtulma çaresini bulmuşlardı. Üstelik kemerli payandalar kullanarak yan ağırlıkları
desteklemesini de biliyorlardı. Bu sayede, duvarların üzerindeki büyük yük azaltılmış oluyordu. Açılan büyük pencereler
ve kullanılan renkli camlar iç mekânların tatsız karanlığını ve hüznünü yok ediyordu. Zamanla, yapıyı oluşturan çeşitli
öğeler; kemerler, payandalar, sütunlar ve duvarlar, tıpkı bir makinenin gerekli parçaları gibi, bütün halinde uyumlu bir
sistem biçimine dönüştü. Yapının çeşitli öğelerini uyumlu bir biçimde örgütleyen bu bütüncül sistem Gotik stilin özünü
ve Romanesk stilden ayrılmasını sağlayan ana niteliğini oluşturdu. Kemerler, payandalar, sütunlar gibi teknik özellikler
stili belirlemede ikinci plana düştü.

Violet-le-Duc’ün ünlü Gotik tanımına göre; "tümüyle Romanesk stilden ayrı evrimleşmiş olan Gotik stilin ayırt edici
özelliği, yapının tüm karakter ve görkeminin titizlikle örgütlenmiş ve içtenlikle uygulanmış bir sisteme bağlı
olmasındadır".

Moore’un tanımlamasına göre; "Gotik mimari kısaca, payandalar ve ayaklar tarafından taşınan bağımsız bir kemerler ağı
ile bunların üzerine oturtulmuş bir çatının oluşturduğu bir yapı sistemidir. Yapının tüm dengesi, ağırlık ve karşı-ağırlıklar
sayesinde sağlanmıştır. Tüm sistem, mimari koşullara ve sanatsal formlara uygun, konularını doğadan alan yontularla
bezenmittir. Gotik, dinsel inanç ile esinlenmiş, ulusal ya da yöresel tutkularla uyarılmış laik zanaatkârların ürünü olan
yaygın bir kilise mimarisidir".

Moore, Gotik’in anahtarını payandalarda bulur. Diğer uzmanlar farklı kuramlar sunarlar. Porter’a göre temel nitelik
kemerli çatıdır. Phillips sivri kemerlerin tüm sistemin özü olduğunu ileri sürer. Gould için, en üstün değer taş çatılardadır.
Oysa Lethaby, Gotik stilin özünü bu tür teknik özelliklerden çok, yapının genel Orta Çağ karakterinde bulmaktadır.











90
Kanıtlandı: Neandertal geni taşıyoruz!



Afrikalılar dışında tüm insanların yüzde 1-4 arasında Neandertal geni taşıdığı, iki insan soyunun Ortadoğu’da karıştığı ortaya çıktı.

Günümüz insan genomunun (kalıtım şifresi) çözülmesinden yalnızca 10 yıl sonra bilimciler, şifremizde soyu tükenmiş bir akrabamızın, Neandertal insanının izlerini saptadılar.

Science dergisinin 7 Nisan tarihli sayısında yayımlanan Neandertal genomu ön taslağının Dünyanın farklı bölgelerinden insanların genomlarıyla karşılaştırılması, Afrikalılar dışında tüm insanların yüzde 1 ile 4 arasında değişen oranlarda Neandertal geni taşıdığını ortaya koydu.

Kısa süre öncesine kadar bu iki insan türü arasında döl (dolayısıyla gen) alışverişi olmadığına inanılıyordu. 


Almanya’daki Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü Evrimsel Genetik Bölümü Direktörü Svante Paabo yönetimindeki ekibin bulgularına göre, modern insanla Neandertaller arasındaki gen karışımı,  günümüzden 100.000 ile 50.000 yıl öncesini kaplayan bir aralıkta ve büyük olasılıkla 80.000 yıl önce Ortadoğu’da meydana gelmiş.

Bulgular, gen akışının Neandertaller'den modern insana olduğunu gösteriyor.

Araştırmacılar, Neandertal gen haritasının büyük bölümünü oluşturduktan sonra, aradaki farkları ortaya çıkarmak için bunu, biri Güney Afrikalı, biri Batı Afrikalı, biri Pasifik’teki Papua Yeni Gine yerlisi, biri Çinli biri de Fransız olan beş kişinin, ayrıca da bir şempanzenin genomuyla karşılaştırmışlar.

Sonuçlar, Neandertal genomunun, öteki bölgelerden insanların genomuna Afrikalılardan daha yakın olduğunu ortaya koyuyor. Bunun da anlamı, modern insanın Afrika’dan Dünya’ya yayılırken Mezopotamya ya da Bereketli Hilal diye de tanınan bölgede Neandertallerle karşılaştıkları ve onlardan aldıkları genleri daha sonra yayıldıkları dünyanın öteki bölgelerine taşımış olmaları.   

Araştırmacılar gen akışının Neandertallerden modern insana olduğunu kaydediyorlar.

Kısa süre önce Amerikalı antropologlar da çeşitli coğrafyalardan yaklaşık 2000 kişiden alınan DNA örnekleriyle yürüttükleri çalışmalar sonucu, modern insanların da bir miktar Neandertal geni taşıdığı ve iki tür arasında biri Ortadoğu’da, biri de Doğu Asya’da olmak üzere en az iki kez cinsel temas olduğunu açıklamışlardı.

Neandertal DNA’sına ait 4 milyara yakın baz çiftini inceleyen Max Planck ekibince açıklanan çarpıcı bir bulgu da Neandertal genomunun modern insan genomuyla  yüzde 99,7  şempanze genomuyla da yüzde 98,8 oranında aynı olması. Araştırtmacılar modern insan ve Neandertal genlerince üretilen proteinlerden yalnızca 88’inin farklı olduğunu belirlemişler.

Bilimsel adıyla Homo sapiens neandertalis ile modern insanın (Homo sapiens sapiens) atalarının yaklaşık 440.000  yıl önce Afrika’da ortak bir atadan ayrıldığı düşünülüyor. (İnsanın daha eski atalarının şempanzelerle ortak bir atadan ayrılması ise 6,5 milyon yıl öncesine tarihlendiriliyor.) Fosil kayıtlarına göre Afrika’dan göç edip Avrupa, Güney Sibirya ve Ortadoğu’yu da kapsayan geniş bir alana yayılmış olan Neandertaller 30,000 yıl önce yok oluyorlar.

İnsanın bu en yakın akrabasının Neandertal diye adlandırılmasının nedeni ilk fosilinin Almanya’da Neander adını taşıyan vadide (tal) bulunmuş olması.

Çalışmayı yürüten araştırmacılar, bu bulgulara Hırvatistan, Rusya, İspanya ve Almanya’da bulunan Neandertal kemiklerinden elde edilen 1 milyar DNA “kırıntısını” inceleyerek ulaşmışlar. DNA’nın büyük kısmıysa, Hırvatistan’daki Vindija mağarasında bulunan üç Neandertal kadına ait 38.000 yıllık fosillerden alınan 400 miligramlık kemik tozundan sağlanmış. Fosiller, 40.000 yıla yakın süre  üzerlerinde yaşayan bakterilerin DNA’sıyla kirlenmiş olduğundan, Neandertallere ait olan parçacıkları ayıklayabilmek için özel teknikler kullanılmış.
enom, tüm canlılara fiziksel ve zihinsel özelliklerini veren, hastalıklara eğilimlerini belirleyen genlerin sayısını ve yerlerini belirleyen bir tür haritaya deniyor. Yaşamımız için gerekli proteinlerin şifrelerini taşıyan genler, tüm canlı hücrelerinin çekirdeklerinde bulunan kromozomlar üzerine sarılı olan ve yangın merdivenini andıran sarmal bir yapıda uzun çekirdek asitleri olan DNA molekülleri üzerine dağılmış özel bölgeler. Baz denen küçük moleküllerin farklı özel dizilimlerinden oluşmuş bölgeler. Bu bazları birer harfe benzetecek olursak, genler, rastgele dizilmiş harf çiftleri içinde anlam taşıyan sözcükler oluyor. Sözcüklerin sayısı çok fazla değil. İnsan genomu, herbiri farklı azot fosfat ve şeker gruplarından oluşan küçük moleküllerin ilk harfleri olan A, C, G, T adlarını taşıyan toplam altı milyar bazdan oluşuyor. Birbiri etrafında dolanan iki iplik gibi dizilmiş DNA molekülü, ipliklerden biri üzerindeki bazın, karşı iplikteki bir başka baza yapışmasıyla oluşan baz çiftlerinden meydana geliyor. Bu bazlardan A, yalnızca T ile çift oluşturabiliyor, C ise yalnızca G ile.

İnsan genomundaki 3 milyar çift baz dizilimi üzerinde özel bölgeler oluşturan ve çeşitli proteinlerin kodlanma talimatını taşıyan ve bunları yeni kuşaklara aktaran genlerin sayısı 25,000’in altında.


-Alıntıdır.-


Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7 8 ... 11