Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - andreyfyodorovich

Sayfa: 1 ... 4 5 [6]
76
Kurgu İskelesi / Ynt: Oyun
« : 09 Ocak 2014, 07:04:29 »
Müthiş bir etkileyicilik var bu öyküde. Bu denli kısa yazıp böylesi etkileyici olmak zordur. Bayıldım. Elinize sağlık.

Gözlerinize sağlık efendim. Bu tarz hikayeleri okumayı çok sevdiğim için, çok özeniyorum yazarken. "Ben okusam nasıl daha çok hoşuma gider?" diye düşünüyorum yani.

Bülend Bey'in dediği gibi kısa,etkileyici ve gerektiği kadar da ürkütücüydü. Aklımızın bir köşesinde duran  korku ögesini (ayna) güzel bir olayla canlandırdınız.

Teşekkür ediyorum. Aynalar üzerine sanırım saatlerce derin derin sohbet edebilirim :)

Kafama takılan tek bir şey var: Karanlıkta nasıl bakışma oyunu oynanır ki? Buna mantıklı bir cevap alabilirsem çok iyi olur.

Bunun haricinde etkileyiciliği baz alırsam, kusursuz diyebilirim.

Memnuniyetle açıklarım efendim. Şöyle söyleyeyim, aslında hikayede oyunu hiç karanlıkta oynadıklarını yazmamışım. Yani sadece elektrikler gittiği için televizyon, internet gibi araçların erişim dışı olmasıyla gayet bir mum yakılıp ailecek bu şekilde bir etkinlik yapılmış olabilir. Dikkatinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Gönlünüze sağlık.

77
Kurgu İskelesi / Ynt: Durak
« : 23 Aralık 2013, 14:50:45 »
Başarılı bir kurgu bence.

Ancak kafama takılan bir yer ve başka türlü olmasını umduğum bir yer olmak üzere değinmek istediğim iki yer var.

1- Doktor bir anda şüphelenip neden mezar kazmaya girişiyor. Bu kadar ciddi bir şeyi gerektirecek psikolojik dehşeti ya olayların akışıyla ya da karakterin kafasında kurduklarıyla bizlere biraz daha çok gösterebilseydiniz sanki daha başarılı olurdu gibime geliyor.

2- (Değinmek istediğim şey de bu) Keşke doktorumuzun bayan olduğunu belirtseydiniz de hikayenin sonunda öldüğü bahsedilen yaşlı kadının o olduğunu anlasaydık. (Herhalde bahsettiği yaşlı kadın kendisi zira o kadının ölümünden kimse ona bahsetmiyor da herkesin bildiği bir şeymiş gibi davranıyor.)

Öncelikle zaman ayırdığınız için teşekkürler.

1 - Kahraman bir anda şüphelenmiyor aslında, başta sadece nasıl bu kadar sağlıklılar diye başlayan ufak bir kuruntu, hastanede hiç cesedin olmaması ve olmamış gibi görünmesiyle çok daha şiddetli bir paranoyaya dönüşüyor. Belki de yeterince vurgulamamış olabilirim, evet.

2 - Size bir itirafta bulunayım, aslında hikaye için bu belirttiğiniz son kafamdakinden çok farklı. Karakterin o kadın olmasını hiç tasarlamamıştım yani. Bir de, kadının ölümünü duyduğunu sanırım belirtmiştim, ama detay eklemediğimden belki aktarılamamıştır, yine benim bir hatam. Yan karakter oluşturmak istemedim istemsiz olarak.

Bununla birlikte sizin çıkardığınız son da çok iyi olurmuş, gözümde canlandırınca o durumda mezarda kendi bedenini bulması gibi bir olay ne ilginç olurdu öyle değil mi? İşte böyle şeyler yüzünden sonu okuyucuya bırakmak her zaman çok daha güzel bana göre :)

Düşünceleriniz için çok teşekkür ederim efendim, hoşça kalın.

78
Kurgu İskelesi / Ynt: Durak
« : 23 Aralık 2013, 01:55:46 »
Beklediğinin aksine anormal hiçbir şey yoktu. Ofisi, muayenehane, ameliyat odası, tuvaletler… Hiçbir terslik yoktu. El fenerini yakıp etrafı inceledi, gözüne takılan hiçbir şey yoktu. Ecza dolapları ve ilaç saklama kaplarının bomboş, önlüklerin tertemiz oluşunu, ameliyat aletlerinin ise hiç olmayışını biraz garipsese de binanın yeni olduğunu hatırlayınca henüz gelmemiş olduklarına kanaat getirdi. Hastaneyle ilgili saklayacak hiçbir şeyin olmamasına rağmen yerel halkın onu buradan uzak tutmak için bu denli uğraşmalarına anlam veremedi. Çıkmadan önce morga da göz atmaya karar vererek, koridorun sonundaki demir kapının yolunu tuttu.


Öyküyü kafamda bu şekilde toparladığım için bazı yerlerini bir türlü oturtamamıştım. Şu an bu yeni sonla her şey oldukça berrak. Durduk yere karışıklık çıkardığım için özür dilerim. :)

Ayrıca Altıncı his durumu yaşamış oldum kendi kendime, o da değişik oldu. "Aslında doktor ölüymüş".

Size de iyi geceler.



Hah, şimdi anladım! Orada birkaç kelime eksik yazmışım, teşekkür ederim tespit için. :)

Bununla birlikte kesinlikle bir son yapıştırmayı sevmiyorum hikayelerime. Okur kendi çıkarımını yapabilsin, ama sinir olacağı kadar da belirsiz olmasın diye uğraşırım sonlarım için. Sizin sonunuz da çok güzelmiş mesela, ama kafamda tasarladığıma nazaran biraz daha hüzünlü gibi :)

Hoşça kalın efendim, görüşmek, yazışmak üzere.

79
Kurgu İskelesi / Oyun
« : 23 Aralık 2013, 00:51:01 »
Kızım sekiz yaşına bastı bu hafta. Birkaç ay önce mahallemizde geniş çaplı bir elektrik kesintisi olunca vaktin geçmesi için ona “Bakışma yarışması” isimli bir oyun öğrettim. Oyunun mantığı çok basit; iki kişi karşılıklı durup göz kırpmadan birbirinin gözlerine bakar, ilk gözünü kırpan kaybeder. Elektrikler gelene kadar saatlerce oynamıştık, ve ne ben ne de annesi yenebilmiştik onu.

O günden itibaren her fırsatta sınıf arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle, annesiyle, benimle, kısacası çevresindeki herkesle bu oyunu oynadı. Oynaya oynaya artık kendine rakip bulamaz oldu zamanla. Rakip bulamadığı böyle zamanlarda da aynanın karşısına geçip, saatlerce kendi kendine bakışma yarışması oyununu oynamayı adet edindi.

Bu sabah kahvaltı masasına koşarak geldi, yüzü gülüyordu. Kucağıma aldım, saçlarını okşadım.

“Neredeydin bakayım sen ne zamandır? Yine aynayla o oyunu mu oynuyordun?” diye sordum.

‘Evet’ anlamında başını salladı, ağzı kulaklarındaydı.

“Evet baba. Bu sefer ben kazandım.”

80
Kurgu İskelesi / Ynt: Capgras Sendromu
« : 23 Aralık 2013, 00:33:01 »
Gerçekten çok gerçekçi yazılmış bir kurgu.(Belki yanlış bir cümle oldu ama idare ediniz :) ) Bende sizin gibi hikayenin sonunu okuyucuya bırakmanın fena olmadığını düşünmekle birlikte sonun okuyucu tarafından tahmin edilmesinin okuyucuyu sıkacağı düşüncesindeyim. Netice de bence okuyucu tahmininin doğru çıkmasını istemeyecektir. Gerçekten güzel bir hikaye. Elinize sağlık.

Bu açıdan hiç bakmamıştım aslında! Ve durup da düşününce, sonunu tahmin ettiğim hiçbir eserden tatmin olmadım, isterse bir başyapıt olsun. Tahmin etmişim bir kere, ben şaşırmak için okuyordum. Çok güzel bir noktaya değindiniz, ilerleyen yazılarımda da bana yeni bir bakış açısı kazandırdınız. Var olun değerli Eisrie.

81
Kurgu İskelesi / Ynt: Kaydet
« : 23 Aralık 2013, 00:28:34 »
"Az çoktur." sözünün karşılığı olmuş bu öykü.  :)

Henüz üç öykünüzü okudum ve en başarılı bulduğum buydu. Kişisel kanaatim öykülerinizin kısaldıkça daha güçlü ve vurucu olduğu yönünde şimdilik.

İltifat ediyorsunuz, teşekkür ederim. Gerçekten de öyle bir şey varsa bile, muhtemelen benimle ilgisi söylediğinizden azdır. Bilmem bilir misiniz, dünyanın en ürpertici hikayelerinden biri iki cümleden oluşur:

"Dünyada hayatta olan son adam odasında tek başına oturuyordu. Birden kapı çaldı."

Genel olarak kısalar daha etkili oluyor gibi, öyle değil mi? :)

Benzer öyküler okumuştum daha evvel; ama bu durum öykünüzü sıkıcı bulduğum anlamına gelmiyor tabi. Güzel bir diliniz var, öykü de etkileyici, elinize sağlık.

Teşekkür ederim efendim, gözünüze sağlık.

Diliniz oldukça sade ve etkileyici bence. Elinize sağlık. Gerçekten çok beğendim ben.

Bu şekilde düşünmeniz beni çok mutlu etti, zira bazen okuduklarımın sade olması bana daha çekici, daha sürükleyici gelmiştir. Ben de buna uğraşıyorum bu tür hikayelerde. Teşekkür ediyorum efendim, gözünüze sağlık.

82
Kurgu İskelesi / Ynt: Durak
« : 23 Aralık 2013, 00:20:58 »
Son gönderilen mesajlar arasında görüp göz gezdirirken birden bire içine çekiverdi öykü ve giderek artan bir ilgi ve dikkatle okudum. Tarzınıza dair bir fikrim olmadığı için başlangıçta  John Fowles’ın Büyücü adlı kitabındakine benzer bir tad aldım, sonra birden işler değişti. Tuhaf bir benzetme olacak ama hani kapalı tüp su kaydıraklarında beklenmedik anlarda bir sağa bir sola dönersiniz kendinizi hazırlayamazsınız ya öykünün ilerleyişi de benzerdi. Öykü zaten kendi bağırıyor ilginç bir şeyler oluyor diye biz de öngörüde bulunuyoruz ama öngörümüz yerine beklenmedik başka bir şey oluyor, sonra gene bir şey beklerken hiçbir şey olmuyor, sonra tekrar şaşkınlık… Bunu aldığım genel izlenimle söylüyorum. Bu öyküyü çok sevdim ve başka öyküleriniz de var mı forumda diye baktım (ki onlar da geçtiğimiz günlerde eklenmiş), bu yorumu yazmadan önce onları da okudum. Böylece okuduklarımın devamı gelmeyecek kısa öyküler olduklarını anladım üzülerek.

Buradaki hikayeyi merak yerine anlama çabasıyla ikinci kez okudum. Anlamlandırma görevi okuyucuya düştüğü için pek de hoşnut olmayarak yaptım bunu. Bu aşamada biraz eleştireceğim, beklenmedik bir sonla okuyucuyu şaşırtıp olan bitene yeniden göz atmaya itiyorsanız, detaylara biraz daha özen gösterilebilir.

-   Öncelikle hastane yapısının yeni yapıldığı belirtiliyor öyküde, ama öykünün başka bir yerinde hastane yapısında bulunan morga yıllardır hiç ceset getirilmediğini düşünüyor anlatıcı, kadavra bulunması gereken bölümde toz katmanları bulunuyor, öyle eski. Yapı eski mi yeni mi karar vermek gerek.

-   Tıp yakın olduğum bir alan değil, kasaba gibi küçük yerlerde sağlık birimleri nasıl oluyor bilmiyorum.  Ama tasvirden yola çıkarak küçük olduğu vurgulansa da öyle bir yapıda tek bir kişinin çalışmasını anlamıyorum. Cerrah, hemşire, idari personel vb. geçtim, hasta kaydı yapacak kimse yok, hiçbiri olmadı temizlik görevlisi şart bence. Yani doktor orada değilken de kapalı olamamalıydı orası. Belki sadece muayenehane ile sınırlı bir yapı olsa kurguya daha uygun olur.

-   Sonradan anlıyoruz ki hastanenin kapalı olmasına gerek de yokmuş, tam tersine kasabalılar sırlarından dolayı zaman zaman hastaymış gibi yapabilirlerdi, tuhaf olan yapmamaları. (Öykü akışındaki etkisi mükemmeldi gerçi bu durumun.)

-   Bir de doktor oraya iki hafta önce geldiğini söylüyor, nüfusun büyüklüğünü ve doktorun ne kadar hastadan sorumlu olduğunu bilmesem de, bu zamana kadar nasıl kimse hastalanmaz, ölmez gibi bir tepki bana olması gerekenden büyük geldi.

Umarım yazdıklarım ukalalık gibi görülmez. Gerçekten beğendiğim için üzerine düştüm ve biraz da anlama kaygısıyla didikledim. Kısacık bir öyküde üst üste şaşırmak çok keyifliydi. Sonu da benim için tahmin edilemezdi, vampir filan mı derken araf sürpriz bir durumdu. Oradan devam etmesini çok istedim. Oraya gelenler nasıl gelmiş, günlük yaşantıları nasıl, sırlarını nasıl koruyorlar, dışarıdan birileri öğrendiğinde ne yapıyorlar vs.

Bir de ilk başta öykü ve adı arasında bağlantı kuramadım. Sonra sanki “Araf” konmak istemiş de spoiler olmasın diye konulamamış onunla ilintili bir kelime olarak “Durak”la değiştirilmiş gibi geldi.

Toparlamam gerekirse ilk okuyuşta mükemmeldi, ikinci okuyuşta ya da zihinde evirip çevirirken de aynı etkiyi vermesi için kurguda bazı noktalar gözden geçirilebilir. Beni heyecanlandıran güzel bir öyküydü. Elinize sağlık.


Öncelikle yalnızca okumayı geçtim, hakkında düşünüp bir de bu denli detaylı bir eleştiri yazmak için sırf harcadığınız vakte bile laik değilim, gerçekten çok teşekkür ederim. Kesinlikle asla bir gücenme söz konusu mümkün değildir, aksine olumsuz(umsu), yapıcı görüşlere açığım, kucaklayarak kabul ederim. Bununla birlikte değindiğiniz noktalara teker teker elimden geldiğince kendimi açıklayarak cevap vermeye çalışacağım izninizle.

- Hikayede aslında tam olarak hastane binasının yeni yapıldığına dair bir kısım hatırlayamadım, göremedim de. Şayet öyle bir kısım varsa, lütfen alıntı yaparak belirtebilir misiniz? Bununla birlikte hastanenin yeni yapıldığı düşüncesine şöyle kapılmış olabilirsiniz; karakterimiz hastaneye alınmamasının muhtemel bir sebebi olarak hastanenin kendisi için yenilendiğini varsaymakta, ve bu düşüncesi de otomatik olarak okurun düşüncesine yerleşse de, aslında haklısınız, binayı incelemeye gittiğinde aslında onun sandığının aksine restore falan edilmediğini belirtebilirdim, hatta bir düzeltme yapabilirim. (Bu kesinlikle "Yok ya, ben yazdım da sen anlamamışsın." demek değildir, aksine ben yeterince net olmamışım. Bu noktayı gösterdiğiniz için teşekkür ederim.)

- Bir üst madde gibi aynı şekilde, kahramanımız içeride ne oluyor, ne bitiyor bilmiyor. Bununla birlikte ofisini hazırlayan insanlar olduğunu varsayıyor, yani hastane personeli aslında var gibi, ama yine net bir şey yazmamışım. :)

- Bu maddeyle tam olarak ne demek istediğiniz anlamadım efendim, af dileyerek biraz açmanızı rica edeceğim.

- Tabii, iki hafta kısa bir süre, evet. Ama düşününce, uzun zamandır tıbbi bakımdan uzak bir kasabanın iki hafta içerisinde hasta olan sakini olmadıysa bile, o zamana dek hasta olan mutlaka olmuştur diye düşünürüm ben şahsen. Burnu akan, hapşıran, karnı ağrıyan, gözleri biraz kanlanmış hiçkimse görmesem iki hafta içerisinde, ben şahsen kıllanırdım. Burası biraz şahsi görüşe kalıyor sanırım.

Asla ukalalık olarak görmedim yazdıklarınızı, gülümsemeyle okudum hatta. Genellikle hikayelerime devam etmiyorum, buna etmeyecek olmamın sebebi de şöyle efendim:
Kahramanımız bildiğiniz öldü, veyahut da komada. Olaylar, kendi hayal dünyasında geçiyor. Yani hikayemiz de kahramanımızın öldüğünü anlamasıyla bitiyor. Gerisi biraz bilimkurgu olur, pek benim tarzım değil yani :D

Bağlantı şöyle. Araf, cennet ve cehennemden önceki son durak diye tabir ediliyor ya bazen, o yüzden uygun gördüm. Başlıklarım biraz da berbat, çok kötüyüm başlık bulma konusunda.

Belirttiğiniz noktaların üzerinden mutlaka geçeceğim, emeğinize, gönlünüze sağlık efendim. Teşekkür eder, iyi geceler dilerim.

83
Kurgu İskelesi / Durak
« : 22 Aralık 2013, 00:01:31 »
Görev yerine yeni yeni alışıyordu. Yıllarca yaşamış olduğu, çocukluğunu geçirdiği şehirden kilometrelerce uzakta bilmediği bir kasabada yaşıyor olmasına rağmen göreve başladığı, iki hafta öncesine tekabül eden günden beri gün geçtikçe daha da ısınıyordu bu küçük, yeni dünyaya. Bu sessiz, sakin kasabanın içinde uyandırdığı hissi kelimelere dökmek zor olsa da onun için, en yakını “arınmışlık” olurdu diye düşünüyordu bazen, steril görünümlü gri binaların arasından geçerken.

Güzel bir düzen yakaladığı söylenebilirdi. Normal şartlar altında görev tanımı gereği 09:00 ile 17:00 arası hastanede çalışması gerekiyorken, kasabanın düşük sayıdaki nüfusu ve küçük yerlerdeki o herkesin birbirini tanımasından kaynaklanan rahatlıktan ötürü işlerini biraz daha farklı yürütüyordu. Doğrusu hastanede daha çok vakit geçirebilmeyi istiyordu -sonuçta daha ilk çalışma tecrübesiydi ve hevesliydi- ama yerel halk o kadar sıcak, o kadar anlayışlıydı ki, kendisini yormasına izin vermemişlerdi.

“Sen evine git beyim, biz bir şey olursa seni ararız.”

Sistem buydu. İki haftadır evinde geçiriyordu vaktini. Kitap okuyordu, öğrencilik yıllarından kalma ders kitaplarını karıştırıyordu bazen. Henüz bir hastası olmamıştı, kasaba halkının tamamının sağlığı yerindeydi. Buna her ne kadar pek sevinse de, uzun yıllar süren eğitiminin artık meyve vermeye başlamasını istiyordu.

Bazı günler evinden dışarıya, gezintiye çıkıyordu. Belki de hasta olan birilerinin olabileceğini, fakat henüz iyi tanınmadığı için kendinden yardım istemeye çekinmiş olabileceğini düşünüyordu. Gününün yarısı kadarını adımlarının hafifçe yankılandığı boş yolları, gri, sisli sokakları tavaf ederek geçiriyordu öyle zamanlarda.

Bir gün yürüyüşe çıktığında, akşam saatlerinin geldiği sırada kendisini hastanenin önünde buldu. İsmen hastaneydi evet, ama esasında iki bölümden oluşan ufak bir binaydı. Bir bölümü muayenehane, ameliyathane ve birkaç tane ek odadan, diğer bölümü de morgdan oluşuyordu. Kasabanın diğer binalarından, evlerinden hiçbir farkı yoktu - illa bir fark bulunacak olsaydı, belki diğerlerinden biraz daha griydi denebilirdi sadece.
Daha oraya adımını bile atmamış olduğunu, kendinin şahsına tahsis edilmiş ofisinin kapısındaki plaketi bile görmediğini düşününce, içeriye girmeye karar verdi ve kapıya doğru yöneldi.

Hastane kapısına yaklaştığı sırada bir ses duydu.

“Doktor Bey!”

Bir adam ona doğru koşar adımlarla yaklaşıyordu.

“Hayırdır Doktor Bey, hastanız mı var?” diye sordu adam gülerek. Nezaket belirten bir gülümseme değildi bu, komik bulduğu bir şey varmış gibi kıkırdıyordu.

Yalnızca ofisini görmek istediğini söyledi.

“Yahu sırası mı şimdi Doktor Bey, her zaman görürsünüz. Gelin haydi size bir şeyler ikram edeyim.” dedikten sonra herhangi bir cevap beklemeden, itirazlarına kulak asmadan kolundan tutup neredeyse onu zorla uzaklaştırdı hastaneden.

Her ne kadar dönüp içeriye girmek istese de ve adamın bu davranışının garipliği bu isteği daha da ateşlemiş olsa da, belki henüz muayenehanesinin onun çalışmasına hazır hale getirilmesinde bir gecikme olmuştur diye düşündü ve şimdilik adamın kendisini sürükleyerek götürmesine izin verdi.

Evet, sebebi bu olmalı diye düşündü evine dönerken. (‘Evine sağ salim döndüğünden emin olmak için’ halen eşlik ediyordu adam kendisine.) Adamcağız da kasabasının kötü görünmesini istemediğinden böyle davranıyordu büyük bir ihtimalle.

Durup da düşündüğünde gerçekten de kasabanın genelinde baskın bir düzenli olma, bir katılık hissi vardı. Mezarlığın önünden geçtikleri sırada bu fikrini ispatlar nitelikteki manzarayı inceledi; mezarların hepsi düz bir sıra halinde, yeni işlenmiş gibi tertemiz mezar taşlarıyla insanların sevdiklerinin gömülü olduğu iç karartıcı bir araziden çok bir turistin durup fotoğrafını çekeceği bir sanat eserini andırıyordu. O kadar ki, gelmesinden birkaç gün önce ölüp, yeni gömüldüğünü duymuş olduğu yaşlı bir kadının mezarının bile aralarından kolayca seçilebileceğini düşünmesine rağmen, diğerlerinden ayırt edemedi. Ölüm gibi doğası gereği ani ve öngörülemez bir olgu bile adeta diz çökmüştü bu sıkı düzenin karşısında.

Birden yanındaki adamın sesiyle düşüncelerinden kopup o ana geri döndü.

“Beyim ben dönüyorum buradan. Sen de evine git artık vakit geç oldu.”

Teşekkür ettikten sonra evine doğru yol almaya başladı.

“Önemli değil Doktor Bey ne demek. Sizin hastaneye gitmenize gerek yok şimdi, biz bir şey olursa ararız sizi. Orada ısıtma sistemi yok, elektrik yok, bir şey yok. Evinizde rahat rahat oturun işte yahu.” diye son defa nasihat ettikten sonra -yine kıkırdayarak- arkasını dönüp gitti.

O gece gözüne uyku girmedi. Tıpkı bir tiyatrocunun sahneyi hissedebilmek için sahneye önceden gidip görmek istemesi gibi o da hastaneye girmek istiyordu. En fazla ne kadar kötü olabilirdi göreceği manzara? O an üstünü giyinip oraya gitmeye karar verdi. Bir sanatçı gibiydi o da sonuçta ve o aidiyet hissini yaşamak onun için çok önemliydi. Çıkarken aklına hastanede elektrik olmadığı geldi, kapının yanındaki dolabından el fenerini yanına aldı.

Evinden çıktı, kapısını sessizce kapadı. Bu kadar gizliliğe gerek yoktu evet, gereğinden fazla dikkat ettiğinin farkındaydı ama nedense görülmek istemedi, böylesi daha güvenliydi. Hastaneye giderken yolunun üzerindeki kasaba mezarlığı otoriter, katı bir öğretmen gibi onu seyrediyor hissi veriyordu. Yeterine ilgi çekici görüntüsünün de arkasında insana daha derin, daha kişisel bir mesaj veren ekspresyonist bir tabloydu sanki. Sonunda binanın kapısına vardığında son bir defa çevresine bakındı, kimse yoktu. Kapıyı araladı.

Beklediğinin aksine anormal hiçbir şey yoktu. Ofisi, muayenehane, ameliyat odası, tuvaletler… Hiçbir terslik yoktu. El fenerini yakıp etrafı inceledi, gözüne takılan hiçbir şey yoktu. Ecza dolapları ve ilaç saklama kaplarının bomboş, önlüklerin tertemiz oluşunu, ameliyat aletlerinin ise hiç olmayışını biraz garipsese de binanın yeni olduğunu hatırlayınca henüz gelmemiş olduklarına kanaat getirdi. Hastaneyle ilgili saklayacak hiçbir şeyin olmamasına rağmen yerel halkın onu buradan uzak tutmak için bu denli uğraşmalarına anlam veremedi. Çıkmadan önce morga da göz atmaya karar vererek, koridorun sonundaki demir kapının yolunu tuttu.

Kasabanın morgu tam da beklediği gibiydi, bomboştu. Otopsi masası tertemiz, yine hiçbir tıbbi alet veya herhangi bir ilaç yoktu. Kadavraların saklandığı bölmeleri açtığında ceset yerine neredeyse iki santimetrelik toz katmanları buldu yalnızca.

Aklına bu kasabaya gelmeden hemen önce ölüp gömülmüş olan yaşlı kadın geldi. Morga yerleştirilmediği düşüncesi tam olarak aklına yatmamış olsa da, ölüm sebebi kesinse ve kasabanın alışkanlıklarına göre merhumun otopsi yapılmadan doğrudan toprağa verilmesi daha önce görülmemiş değildi, ama hastanenin bu genel olarak kullanılmamışlık durumu aklına şüphe yerleştirdi:

Bu kasabaya geldiğinden beri hiç birinin ölümüne tanık olmamıştı, hastalık şikâyetiyle gelen bile olmamıştı. Hastanede ilaç bile yoktu ve morga ceset yerleştirileli belki yıllar olmuştu. Bu denli sağlıklı olunamazdı, tıbbi olarak mümkün değildi. Tek bildiği ölüm vakası da o gelmeden hemen önce olmuştu. Kadının mezarını görmeliydi. El fenerini toz ve örümcek ağı kaplı duvarlardan yankılanan bir “klik” sesiyle kapatıp mezarlığa doğru yola koyuldu.

Ay ışığında beyazımsı parlayan mermerleriyle mezar taşları bütün soğukluklarıyla omuz omuza bekliyorlardı onu. Yaşlı kadının isminin olduğu mezar taşını bulur bulmaz çıplak elleriyle toprağı eşelemeye başladı, tırnaklarıyla kazıyordu. Tırnaklarının arasına giren toprak topaklarına aldırış etmeden kazdı, kazdı…

Boş. Bomboştu.

Hiçbir kemik parçası, herhangi bir varlığın çürüme belirtisi dahi yoktu. Buraya kimse gömülmemişti, çünkü kimse ölmemişti. Çıplak elleriyle toprak kazmaktan tırnaklarının çoğu kırılmıştı, geri kalanlarıysa kopmak üzereydi, üstü başı kan olmuştu. Bu kasabada kimse ölmüyor muydu? Bu nasıl mümkün olur? Gözleri hemen önünde duran, artık göz hizasına daha yakın olan parlak mermere takıldı. Gözleri yaşlarla dolarak mezar taşındaki ismin altındaki yazıyı sesli bir şekilde okudu:

“ Araf
2013 - ∞ ”

84
Kurgu İskelesi / Ynt: Capgras Sendromu
« : 19 Aralık 2013, 05:41:45 »
Ve gerilim başlar :D

Öncelikle foruma hoş geldiniz.

Öykünüzün anlatımına bakarak, hiç olmazsa ilk yazım deneyiminiz olmadığı anlaşılıyor. Hatta yazdığınız onlarca hikayeden bir tanesi olduğunu söylemek bile güç sayılmaz. Yazıda birkaç harf hatası var ki zaten onları da yapmayanı forumda dövüyoruz  :goth: Ama yazım tecrübesi yazım hatalarındaki azlık değil, yazım üslubunuz ile kendisini göstermiş.

Anlatmak istediklerinizi gayet güzel dile getirmişsiniz. Şahsen çok fazla betimleme seven birisi değilim. Uçan kuştan esen rüzgara kadar her bir unsuru bir şeylere benzeten yazılardan oldum olası nefret etmişimdir. Ancak sizin öykünüz tam dozunda olmuş. Kullandığınız betimlemelerde hem anlatılmak istenen çok net, hem de vurgusu iyi.

Kurguya gelecek olursak, yaşanmış bir olaydan mı yazılmış emin olamadım öykünün ana hatları konusunda. Yani anlatımınızdaki gerçekçilik gayet iyi. Ama sonunu tahmin ettim ne yazık ki :D Tahminimdeki tek neden ise öykünün Kurgu İskelesi'nde olması. Yoksa sonu gayet çarpıcı bitti.

Yine de biraz havada kaldı sonu. Yani sonu okuyucuya kalmış gibi oldu. Devam edecekseniz öyküye olay değişir tabi.

Kısaca zevk alarak okudum öykünüzü. Ellerinize sağlık.

Öncelikle hoş gördük, aranızda olmak bir onur.

Vaktinizi ayırıp hikayemi okuduğunuz, değerlendirdiğiniz için teşekkür ederim. Doğrudur, kısa bir süredir bu tarzda hikayeler yazıyorum. Yazmaya çabalıyorum da diyebiliriz tabii, henüz çok yeni başladım.

Üslup konusunda betimlemelerin fazlasının boğucu olabileceği yönündeki düşüncenize katılmak durumundayım. Hatta, bazen kitap okurken paragrafları bile atlarken buluyorum kendimi. Zaten bu tür hikayeleri sevme, ve nihayetinde yazmaya da aslında bu düşünce itti beni.

Kurgu ile ilgili olarak; genellikle sonlarımda okuyucuya bırakmayı hedefliyorum. Bunun sebebi de şöyle, bazen hikayelerimde biraz doğaüstü unsurlar olabiliyor. Nasıl doğaüstü şeylere inanmak bize kaldıysa, okuduğumuz olaydaki doğaüstü şeylerin varlığı da tamamen bizim -okuyan kişilerin- tercihimize bağlı. Örnek vermek gerekirse; hikayedeki üvey baba gerçekten de başkası olup anne haklı olabilir ve böylece doğaüstü bir olay vuku bulmuş olur, veyahut da anne gerçekten delirmiş olup üvey baba sadece bir şehrin ismini bir başkasıyla karıştırmış olabilir ve bu da gayet olası bir şeydir. İhtimaller, şüphe, ikilemler... Asıl gerilimin malzemeleri değil midir bu tür hisler zaten? :)

Dediğim şu ki, ben yukarıda aktardığım sebeplerden hikayelerimin sonunu belirsiz bırakmayı seviyorum. Hatta, ne kadar ucu açık olursa o kadar iyi benim için.

Değerli görüşleriniz, fikirleriniz için çok teşekkür ediyorum. Okumuş olduğunuz için de ayriyetten gözlerinize, gönlünüze sağlık.

85
Kurgu İskelesi / Capgras Sendromu
« : 19 Aralık 2013, 00:41:32 »
19 yıl süren mutlu evliliklerinin ardından babamı zamansızca kaybettiğinde, annemin bir daha toparlanamayacağından korkuyordum. Bazı günler olurdu, odasından çıkmaz, yemek dahi yemezdi. Mutluluğu için endişelenmeyi bırakıp akıl sağlığı için, son olarak da hayatı için endişelenmeye başlamıştık kardeşimle. Durumu gittikçe kötüleşiyor, tabağında bıraktığı yemek artıkları gittikçe fazlalaşıyordu; sigarasının filtresinin hep daha fazlasını içiyordu, o küçük tütün çubuklarından dumandan çok daha fazlasını çekmek istiyordu sanki.

Kadın gözlerimizin önünde eriyip gidiyordu adeta. Üniversiteyi her ne kadar anneme yakın olabilmek, onun yanında olabilmek adına aynı şehirde kazanmaya çalıştıysam da olmadı, uzak bir şehre yerleştim. Okulumun ilk yıllarında annemin gidişatı her zamanki gibi kötü yöndeydi, artık içinde yaşama isteğini barındıran yorgun kalbi son damlalarını akıtan bir serum torbası gibiydi; büzülüp, içe doğru buruşup kuruması an meselesiydi. Kardeşim annemi yalnız bırakamadığı için üniversiteye dahi gidememişti. Çaresizliği annemin mutsuzluğuyla yarışabilirdi, hissedebiliyordum.

Üniversitede ikinci yılımdı. Bir gün odamda televizyon izlerken telefonum çaldı, arayan kardeşimdi. Kardeşime ait heyecanlı ses, annemin evleneceği haberini verdi bana. Şaşırdım, o kadar şaşırdım ki arayanın gerçekten de kardeşim olduğuna inanamayıp telefonumun ekranındaki ismi kontrol ettim, tekrar tekrar teyit ettirdim. Birden nereden çıkmıştı bu şimdi? İnanmayışım o kadar kuvvetliydi ki kulak çeperime dayanmış küçük hoparlördeki ses artık sıkılıp; 

"-İnanmıyorsan gel, gör. Hem tanışmış olursunuz, annem de çok istiyor seni görmeyi." dedi.

Birkaç gün sonrasında sınavlarım olmasına rağmen hiç düşünmeden, o an gerekli eşyalarımı ufak bir sırt çantasına doldurup ilk otobüse bindim. Yolculuk boyunca bu adamın nereden çıktığını, daha önce neden hiç bana kendisinden bahsedilmediğini, nasıl biri olduğunu merak edip, evlenmelerindeki bu acelenin sebebini anlamaya çalıştıysam da; altı saatlik otobüs yolculuğumun sonunda sorularım hala kafamda şehrin kötü bir bölgesinin ıslak, karanlık, pis bir sokağındaki bir pavyonun kırmızı-pembe neon tabelası gibi yanıp sönüyorlardı. Hızlı geçtiğine pek sevinemediğim yolculuğumun ardından son bir taksi seferiyle artık bir bakmışım ki, evimin kapısını çalıyordum.

Kapıyı annem açtı. Yüzünde zaten var olan gülümsemesinin üstüne beni gördüğünde gözleri parladı, dudaklarının kenarları birbirlerine biraz daha uzaklaştı, dişleri biraz daha görünüre çıktı. Biraz korkmadım değil aslında, uzunca bir süre böyle görmemiştim annemi. Bana sarılıp ciğerlerine dolmuş özlemi adeta nefesiyle dışarıya attığını hissettiğimde sevindiysem de onun adına, damat adayını merak edişim çok daha ağır basıyordu.

İçeriye girdim, kardeşimle selamlaştık. Sarıldık, öpüştük, bu sırada annem sofrayı hazırlamaya başladı şarkılar mırıdanarak, özenle. Girişte yabancı ayakkabı yoktu, henüz evde değildi demek adam. Mutfağa girdim, ocakta kaynamakta olan, evi nefis kokularla dolduran tencereleri; neşeyle yağlarındaki suyu patlatıp sıçratan tavaları açtım, kokladım. Evimiz böyle kokmayalı yıllar olmuştu. Bu sırada annem bir yandan beni yemeklerin başından tavuk kovarcasına uzaklaştırmaya çalışıp, bir yandan da havuçlarını doğruyordu. Bir an işini bırakıp hırkasının yakasıyla alnındaki teri sildi ve bana baktı;

"- Onunla tanışmak istediğine o kadar sevindim ki oğlum! Böyle birden damdan düşer gibi olunca yadırgamandan çok korkuyordum." dedi.

Ne zaman geleceğini sordum.

"Yarım saate gelir misafirimiz. O zamana kadar da hazır olur her şey, sen de elini yüzünü yıka istersen, yorulmuşsundur. Çık hadi mutfağımdan." dedi, gülümseyerek.

'Misafirimiz' demesinden henüz birlikte yaşamaya başlamamış olduklarını çıkardım. Masadan bir tatlı çalıp salona, televizyon izleyen kardeşimin yanına gittim. Hayatını sordum, uzun zamandır yüz yüze konuşamamıştık. O da bana annemin bu gizemli adamla tanışalı üç ay olmuş olduğunu, internet üzerinden tanıştıklarını; birbirlerine aşık olduklarını, annemin durumunun iyileşmesi üzerine kendisinin de artık rahatlayıp biraz dışarıya çıkabildiğini, sosyalleşebildiğini anlattı.

Havadan sudan konuşurken kapımız çaldı. Annem mutfaktan koşa koşa, saçlarını avuçlarının içiyle aşağıdan ittirerek, kıyafetlerini çekiştirerek geldi, kapıyı açtı. Kapıdan girip annemizi öpen, ona sarılan adamı inceledim. Kır saçlı, annemle az çok aynı yaşlarda, spor yaptığını belli eden bir vücut yapısına sahip, büyük gözlü, sıcak ve gür sesli bir adamdı. Bizi gördüğünde hemen yanımıza gelip selamlaştı; benimle tanışmayı uzun zamandır istediğini söyledi, ve heyecanlı, samimi tavırları bunu doğruluyordu.

Sofraya geçip annemin leziz yemeklerini yerken yeni baba adayımızı tanımaya çalıştım. İşinden, geçmişinden, hobilerinden bahsetmesini istedim. Sorguya çeker gibiydim belki evet, ama annemi emanet edeceğim kişiydi bu adam, ve kafamdaki yol-yordam terazisinde annemin güvenliğine ait olan taraf yere değecek kadar ağır basıyordu. Sorularıma saygılı, ilgili, ve sabırlı bir tavırla veriliyordu cevaplar. Günün sonunda, artık misafirimiz müsaade isteyip evinin yolunu tuttuğunda, hepimiz gülümsüyorduk.

Bu adama baba diyebilirdik.

Belirlenen günde nikah gerçekleşti, düğünler yapıldı. Aylar süren bir balayına çıktı annemle yeni babamız, yurtdışına çıktılar. Okuluma geri dönmek zorunda olduğum için de, kardeşimi yanlarında götürdüler. Bu biraz alışılmışın dışında bir durumdu evet, ama herhangi bir sorun yaşamadılar.

Ta ki tatillerinden döndükleri zamana kadar. Kardeşim beni aradığında yine öğrenci evimdeydim. Sesi beni daha önce aradığı zamanlara nazaran daha kötüydü, uzun zamandır bu kadar mutsuz cızırdamamıştı telefonumun hoparlörü.

"Annem hasta." diyebildi sadece. Neyi olduğunu sorduğumda ise, beklemediğim bir cevap aldım; annemde dünyada çok ender görülen psikolojik bir hastalık ortaya çıkmış olduğu, bir kliniğe yatırılması gerekebileceğini söyledi kardeşimin sesi. Nutkum tutulmuştu, annemin daha önce atlatmış olduğu, düz duvarlı bir kuyudan tırnaklarınla tutuna tutuna çıkmaktan daha zor zamanlarını atlatabildiyse, az önce haberini aldığım hastalığına ne sebebiyet vermiş olabilirdi?

Toparlandım, evimin yolunu tuttum bir kez daha. Kapıyı üvey babam açtı, sarılmadık. Yüzünde çizikler, kesikler vardı.

"Nerede?" diye sorabildim sadece. Beni salona götürdü.

Kardeşim kanepede oturuyordu, annemin nerede olduğunu sordum tekrar. Birkaç saat önce üvey babama saldırdığını, öldürmeye çalıştığını; dolayısıyla kendisini kliniğe götürüp kaydını yaptırdıkları anlattı bana. Burnumun direği sızlamaya, gözlerimin içi yanmaya başlamıştı, gözümü kırpsam musluklar açılacaktı. Kırpmadım.

Üvey babam temellerinden sökülmüş, devrilmiş bir gökdelen gibiydi. Bir insanın o denli yaşlı görünebileceğini düşünmemiştim o ana kadar. Odasına çekileceğini söyledi, omzumu sıktı; ve merdivenin basamaklarının gıcırtıları, büyük, eski saatimizin tıkırtısı, ve odadaki gerginliğin kulak zarlarımıza üflediği, karatahtaya sürtülen bin tırnak sesini aratmayan hissinden oluşan korkunç kakafoni eşliğinde kayboldu gözden.

"Annemin neyi var tam olarak?" diye sordum kardeşime.

"Çok nadir bir şeymiş. Milyonda bir mi ne görülüyormuş, tam hatırlamıyorum." diye söze başladı.

Annemin tatilden döndüğünden beri tuhaf davrandığını, paranoyaklaştığını anlattı kardeşim. Bazen gözlerini dikip kendisini ve üvey babamı dikkatlice seyrettiği oluyormuş. Durduk yere, hiç beklemedikleri anlarda geçmişleri, hatıraları ile ilgili anılar, garip garip detaylar soruveriyor, doğru cevaplar almasına rağmen kabul etmiyormuş. Bir gün üvey babama; "-Senin o olmadığını biliyorum." demiş. Daha sonra sorulduğunda ise, konuyla ilgili hiçbir suale yanıt vermeyip, içine kapanmış gittikçe. Üvey babamın başka birisi olduğuna inanıyormuş; tıpkı ona benzeyen, bire bir aynısı, fakat başka bir insan.

"-Tıpta 'Capgras Sendromu' diye geçiyor dedi doktor." diye ekledi kardeşim.

Kar yağıyordu, hatırlıyorum. "Ölmesini tercih eder miydim?" diye düşünüyordum, parmaklarımla ellerimi düğümleyerek otururken o kanepede. Gidip göremedim annemi, ne ile karşı karşıya geleceğimden öyle korkuyordum ki. Gözlerimi kırptım, ve iki ufak nehir baş gösterdi yanaklarımda. Dudaklarımın kenarlarına süzülüp, dudaklarımın birleştiği çizginin oluşturduğu küçük vadiye doluştular. Derin bir nefes aldım, ağzımda tuz tadı vardı.

Birkaç gün orada kaldıktan sonra öğrenci evime geri dönmek zorunda olduğumu, annemin evinde bulunmamın hiçbir faydasının olmadığını kabullenerek okul hayatıma geri döndüm. Mezun olduğum zamana dek annemin yakalanmış olduğu bu garip hastalığı araştırdıysam da, bu hastalığın gerçekten var olup, tıp tarafından kabul edilmiş olması, günlük hayatta örneklerinin bulunması dışında işime yarayacak hiçbir şeye rastlamadım. Böylece, zamanla kabul ettim annemin bu tuhaf hastalığını.

Yıllar geçti, ben öğrenimimi bitirdim, ve evime kalıcı olarak dönmeme yakın kardeşim üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladı, sıra ondaydı nihayet. Bize yakın olmayı benim gibi o da pek istediyse de, kardeşim tıpkı benim gibi başka bir şehre gitmek zorunda kaldı. Evde ben ve üvey babam kalmıştık. O da alışmıştı artık annemin yokluğuna, ziyaretine gitmeyi teşebbüs etti birkaç defa, ama her gittiğinde kadıncağız krizlere girdiğinden vazgeçmişti bir süre sonra.

Hayatımız tekdüze ilerliyordu. Ben iş bulmaya çabalıyordum, üvey babam da kendi işiyle uğraşıyordu. Sofrada ufak sohbetlerimiz haricinde pek konuşmuyorduk, o zamanlarda da geçmişinden, bazen de annem ve kardeşimle gittikleri tatilden anılarını anlatıyordu. Bir gün annemin aslında tatil dönüşünden çok önce, Roma'dayken garip davranmaya başladığını itiraf etti, daha doğrusu ağzından kaçırdı. Merakım tekrar alevlenmişti. O akşam üvey babam mutfakta bulaşıkları yıkıyorken odama gidip kardeşimi aradım.

"- Siz Annemlerle Roma'dayken garip bir şey oldu mu hiç? Başınıza herhangi bir şey geldi mi?" diye sordum kardeşime laf arasında.

Birkaç saniyelik bir duraksamadan sonra, telefon kardeşimin sesiyle bana hiç beklemediğim bir yanıt verdi:

"Biz Roma'ya hiç gitmedik ki, nereden çıkardın bunu?"

Mutfaktaki su sesi kesilmişti. Merdivenler, üzerlerine baskı uygulayan ağır bedenin altında ağlayarak gıcırdıyorlardı adeta.

Kapımın kolu dönmeye başladı.

86
Kurgu İskelesi / Kaydet
« : 16 Aralık 2013, 13:43:25 »
Umarım doğru yerde paylaşıyorumdur bunu arkadaşlar. Yazılarımın tamamı bana aittir.

Sevgilisinin, horlamasına artık dayanamadığını söyleyip onu terk etmesinden sonra tıbbi yardım almaya karar vermişti. Ertesi güne doktor için randevu alırken aklına bir fikir geldi; o gece uyurken kendi sesini kaydedip, horlamasının gerçekten de bir insanın ondan ayrılmasını isteyecek kadar kötü olup olmadığını görecekti. Ses kayıt cihazını kurduktan sonra yatağına girdi, çok geçmeden uykuya dalmıştı.

Ertesi sabah uyandığında ilk iş kayıt cihazını kapatıp ses dosyasını bilgisayarına atmak oldu. Dizüstü bilgisayarını mutfak tezgahına yerleştirdi, arka planda kendi horlamasını dinleyerek tavaya birkaç yumurta attı. Kızgın yağda patlayan su kabarcıklarının öfkeli seslerine rağmen horlama seslerini duyabiliyordu, gerçekten de horlaması gecenin sessizliğinin de etkisiyle adeta gök gürültüsü gibiydi.

Kahvaltısını yaparken, ses kaydının artık yarım saat kadar ilerlemiş olduğunu gördü. Kulaklarını tırmalayan horultularından kendi bile bıkmıştı. Durdur tuşuna basmak için fareye uzanırken birden beklemediği bir ses çıktı bilgisayarının hoparlöründen. Her gün istisnasız olarak günlük hayatının bir parçası olarak duyduğu, ancak kayıtta olması imkansız olan bir sesti. Belki kayıttan değil de, dışarıdan gelmiştir diye düşünerek birkaç saniye geri aldığında ise, tekrar duydu. Ses kesinlikle kayıttan geliyordu.

Duyduğu, yatak odasına ait kapının yavaşça açılırken çıkardığı hafif gıcırdama sesiydi.

Sayfa: 1 ... 4 5 [6]