85
« : 19 Aralık 2013, 00:41:32 »
19 yıl süren mutlu evliliklerinin ardından babamı zamansızca kaybettiğinde, annemin bir daha toparlanamayacağından korkuyordum. Bazı günler olurdu, odasından çıkmaz, yemek dahi yemezdi. Mutluluğu için endişelenmeyi bırakıp akıl sağlığı için, son olarak da hayatı için endişelenmeye başlamıştık kardeşimle. Durumu gittikçe kötüleşiyor, tabağında bıraktığı yemek artıkları gittikçe fazlalaşıyordu; sigarasının filtresinin hep daha fazlasını içiyordu, o küçük tütün çubuklarından dumandan çok daha fazlasını çekmek istiyordu sanki.
Kadın gözlerimizin önünde eriyip gidiyordu adeta. Üniversiteyi her ne kadar anneme yakın olabilmek, onun yanında olabilmek adına aynı şehirde kazanmaya çalıştıysam da olmadı, uzak bir şehre yerleştim. Okulumun ilk yıllarında annemin gidişatı her zamanki gibi kötü yöndeydi, artık içinde yaşama isteğini barındıran yorgun kalbi son damlalarını akıtan bir serum torbası gibiydi; büzülüp, içe doğru buruşup kuruması an meselesiydi. Kardeşim annemi yalnız bırakamadığı için üniversiteye dahi gidememişti. Çaresizliği annemin mutsuzluğuyla yarışabilirdi, hissedebiliyordum.
Üniversitede ikinci yılımdı. Bir gün odamda televizyon izlerken telefonum çaldı, arayan kardeşimdi. Kardeşime ait heyecanlı ses, annemin evleneceği haberini verdi bana. Şaşırdım, o kadar şaşırdım ki arayanın gerçekten de kardeşim olduğuna inanamayıp telefonumun ekranındaki ismi kontrol ettim, tekrar tekrar teyit ettirdim. Birden nereden çıkmıştı bu şimdi? İnanmayışım o kadar kuvvetliydi ki kulak çeperime dayanmış küçük hoparlördeki ses artık sıkılıp;
"-İnanmıyorsan gel, gör. Hem tanışmış olursunuz, annem de çok istiyor seni görmeyi." dedi.
Birkaç gün sonrasında sınavlarım olmasına rağmen hiç düşünmeden, o an gerekli eşyalarımı ufak bir sırt çantasına doldurup ilk otobüse bindim. Yolculuk boyunca bu adamın nereden çıktığını, daha önce neden hiç bana kendisinden bahsedilmediğini, nasıl biri olduğunu merak edip, evlenmelerindeki bu acelenin sebebini anlamaya çalıştıysam da; altı saatlik otobüs yolculuğumun sonunda sorularım hala kafamda şehrin kötü bir bölgesinin ıslak, karanlık, pis bir sokağındaki bir pavyonun kırmızı-pembe neon tabelası gibi yanıp sönüyorlardı. Hızlı geçtiğine pek sevinemediğim yolculuğumun ardından son bir taksi seferiyle artık bir bakmışım ki, evimin kapısını çalıyordum.
Kapıyı annem açtı. Yüzünde zaten var olan gülümsemesinin üstüne beni gördüğünde gözleri parladı, dudaklarının kenarları birbirlerine biraz daha uzaklaştı, dişleri biraz daha görünüre çıktı. Biraz korkmadım değil aslında, uzunca bir süre böyle görmemiştim annemi. Bana sarılıp ciğerlerine dolmuş özlemi adeta nefesiyle dışarıya attığını hissettiğimde sevindiysem de onun adına, damat adayını merak edişim çok daha ağır basıyordu.
İçeriye girdim, kardeşimle selamlaştık. Sarıldık, öpüştük, bu sırada annem sofrayı hazırlamaya başladı şarkılar mırıdanarak, özenle. Girişte yabancı ayakkabı yoktu, henüz evde değildi demek adam. Mutfağa girdim, ocakta kaynamakta olan, evi nefis kokularla dolduran tencereleri; neşeyle yağlarındaki suyu patlatıp sıçratan tavaları açtım, kokladım. Evimiz böyle kokmayalı yıllar olmuştu. Bu sırada annem bir yandan beni yemeklerin başından tavuk kovarcasına uzaklaştırmaya çalışıp, bir yandan da havuçlarını doğruyordu. Bir an işini bırakıp hırkasının yakasıyla alnındaki teri sildi ve bana baktı;
"- Onunla tanışmak istediğine o kadar sevindim ki oğlum! Böyle birden damdan düşer gibi olunca yadırgamandan çok korkuyordum." dedi.
Ne zaman geleceğini sordum.
"Yarım saate gelir misafirimiz. O zamana kadar da hazır olur her şey, sen de elini yüzünü yıka istersen, yorulmuşsundur. Çık hadi mutfağımdan." dedi, gülümseyerek.
'Misafirimiz' demesinden henüz birlikte yaşamaya başlamamış olduklarını çıkardım. Masadan bir tatlı çalıp salona, televizyon izleyen kardeşimin yanına gittim. Hayatını sordum, uzun zamandır yüz yüze konuşamamıştık. O da bana annemin bu gizemli adamla tanışalı üç ay olmuş olduğunu, internet üzerinden tanıştıklarını; birbirlerine aşık olduklarını, annemin durumunun iyileşmesi üzerine kendisinin de artık rahatlayıp biraz dışarıya çıkabildiğini, sosyalleşebildiğini anlattı.
Havadan sudan konuşurken kapımız çaldı. Annem mutfaktan koşa koşa, saçlarını avuçlarının içiyle aşağıdan ittirerek, kıyafetlerini çekiştirerek geldi, kapıyı açtı. Kapıdan girip annemizi öpen, ona sarılan adamı inceledim. Kır saçlı, annemle az çok aynı yaşlarda, spor yaptığını belli eden bir vücut yapısına sahip, büyük gözlü, sıcak ve gür sesli bir adamdı. Bizi gördüğünde hemen yanımıza gelip selamlaştı; benimle tanışmayı uzun zamandır istediğini söyledi, ve heyecanlı, samimi tavırları bunu doğruluyordu.
Sofraya geçip annemin leziz yemeklerini yerken yeni baba adayımızı tanımaya çalıştım. İşinden, geçmişinden, hobilerinden bahsetmesini istedim. Sorguya çeker gibiydim belki evet, ama annemi emanet edeceğim kişiydi bu adam, ve kafamdaki yol-yordam terazisinde annemin güvenliğine ait olan taraf yere değecek kadar ağır basıyordu. Sorularıma saygılı, ilgili, ve sabırlı bir tavırla veriliyordu cevaplar. Günün sonunda, artık misafirimiz müsaade isteyip evinin yolunu tuttuğunda, hepimiz gülümsüyorduk.
Bu adama baba diyebilirdik.
Belirlenen günde nikah gerçekleşti, düğünler yapıldı. Aylar süren bir balayına çıktı annemle yeni babamız, yurtdışına çıktılar. Okuluma geri dönmek zorunda olduğum için de, kardeşimi yanlarında götürdüler. Bu biraz alışılmışın dışında bir durumdu evet, ama herhangi bir sorun yaşamadılar.
Ta ki tatillerinden döndükleri zamana kadar. Kardeşim beni aradığında yine öğrenci evimdeydim. Sesi beni daha önce aradığı zamanlara nazaran daha kötüydü, uzun zamandır bu kadar mutsuz cızırdamamıştı telefonumun hoparlörü.
"Annem hasta." diyebildi sadece. Neyi olduğunu sorduğumda ise, beklemediğim bir cevap aldım; annemde dünyada çok ender görülen psikolojik bir hastalık ortaya çıkmış olduğu, bir kliniğe yatırılması gerekebileceğini söyledi kardeşimin sesi. Nutkum tutulmuştu, annemin daha önce atlatmış olduğu, düz duvarlı bir kuyudan tırnaklarınla tutuna tutuna çıkmaktan daha zor zamanlarını atlatabildiyse, az önce haberini aldığım hastalığına ne sebebiyet vermiş olabilirdi?
Toparlandım, evimin yolunu tuttum bir kez daha. Kapıyı üvey babam açtı, sarılmadık. Yüzünde çizikler, kesikler vardı.
"Nerede?" diye sorabildim sadece. Beni salona götürdü.
Kardeşim kanepede oturuyordu, annemin nerede olduğunu sordum tekrar. Birkaç saat önce üvey babama saldırdığını, öldürmeye çalıştığını; dolayısıyla kendisini kliniğe götürüp kaydını yaptırdıkları anlattı bana. Burnumun direği sızlamaya, gözlerimin içi yanmaya başlamıştı, gözümü kırpsam musluklar açılacaktı. Kırpmadım.
Üvey babam temellerinden sökülmüş, devrilmiş bir gökdelen gibiydi. Bir insanın o denli yaşlı görünebileceğini düşünmemiştim o ana kadar. Odasına çekileceğini söyledi, omzumu sıktı; ve merdivenin basamaklarının gıcırtıları, büyük, eski saatimizin tıkırtısı, ve odadaki gerginliğin kulak zarlarımıza üflediği, karatahtaya sürtülen bin tırnak sesini aratmayan hissinden oluşan korkunç kakafoni eşliğinde kayboldu gözden.
"Annemin neyi var tam olarak?" diye sordum kardeşime.
"Çok nadir bir şeymiş. Milyonda bir mi ne görülüyormuş, tam hatırlamıyorum." diye söze başladı.
Annemin tatilden döndüğünden beri tuhaf davrandığını, paranoyaklaştığını anlattı kardeşim. Bazen gözlerini dikip kendisini ve üvey babamı dikkatlice seyrettiği oluyormuş. Durduk yere, hiç beklemedikleri anlarda geçmişleri, hatıraları ile ilgili anılar, garip garip detaylar soruveriyor, doğru cevaplar almasına rağmen kabul etmiyormuş. Bir gün üvey babama; "-Senin o olmadığını biliyorum." demiş. Daha sonra sorulduğunda ise, konuyla ilgili hiçbir suale yanıt vermeyip, içine kapanmış gittikçe. Üvey babamın başka birisi olduğuna inanıyormuş; tıpkı ona benzeyen, bire bir aynısı, fakat başka bir insan.
"-Tıpta 'Capgras Sendromu' diye geçiyor dedi doktor." diye ekledi kardeşim.
Kar yağıyordu, hatırlıyorum. "Ölmesini tercih eder miydim?" diye düşünüyordum, parmaklarımla ellerimi düğümleyerek otururken o kanepede. Gidip göremedim annemi, ne ile karşı karşıya geleceğimden öyle korkuyordum ki. Gözlerimi kırptım, ve iki ufak nehir baş gösterdi yanaklarımda. Dudaklarımın kenarlarına süzülüp, dudaklarımın birleştiği çizginin oluşturduğu küçük vadiye doluştular. Derin bir nefes aldım, ağzımda tuz tadı vardı.
Birkaç gün orada kaldıktan sonra öğrenci evime geri dönmek zorunda olduğumu, annemin evinde bulunmamın hiçbir faydasının olmadığını kabullenerek okul hayatıma geri döndüm. Mezun olduğum zamana dek annemin yakalanmış olduğu bu garip hastalığı araştırdıysam da, bu hastalığın gerçekten var olup, tıp tarafından kabul edilmiş olması, günlük hayatta örneklerinin bulunması dışında işime yarayacak hiçbir şeye rastlamadım. Böylece, zamanla kabul ettim annemin bu tuhaf hastalığını.
Yıllar geçti, ben öğrenimimi bitirdim, ve evime kalıcı olarak dönmeme yakın kardeşim üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladı, sıra ondaydı nihayet. Bize yakın olmayı benim gibi o da pek istediyse de, kardeşim tıpkı benim gibi başka bir şehre gitmek zorunda kaldı. Evde ben ve üvey babam kalmıştık. O da alışmıştı artık annemin yokluğuna, ziyaretine gitmeyi teşebbüs etti birkaç defa, ama her gittiğinde kadıncağız krizlere girdiğinden vazgeçmişti bir süre sonra.
Hayatımız tekdüze ilerliyordu. Ben iş bulmaya çabalıyordum, üvey babam da kendi işiyle uğraşıyordu. Sofrada ufak sohbetlerimiz haricinde pek konuşmuyorduk, o zamanlarda da geçmişinden, bazen de annem ve kardeşimle gittikleri tatilden anılarını anlatıyordu. Bir gün annemin aslında tatil dönüşünden çok önce, Roma'dayken garip davranmaya başladığını itiraf etti, daha doğrusu ağzından kaçırdı. Merakım tekrar alevlenmişti. O akşam üvey babam mutfakta bulaşıkları yıkıyorken odama gidip kardeşimi aradım.
"- Siz Annemlerle Roma'dayken garip bir şey oldu mu hiç? Başınıza herhangi bir şey geldi mi?" diye sordum kardeşime laf arasında.
Birkaç saniyelik bir duraksamadan sonra, telefon kardeşimin sesiyle bana hiç beklemediğim bir yanıt verdi:
"Biz Roma'ya hiç gitmedik ki, nereden çıkardın bunu?"
Mutfaktaki su sesi kesilmişti. Merdivenler, üzerlerine baskı uygulayan ağır bedenin altında ağlayarak gıcırdıyorlardı adeta.
Kapımın kolu dönmeye başladı.