KAN OYUNU
“Melez.” dedi sakince. Adamın kendi ismine verdiği garip tepki Roxanne’i bir an susturdu. Lacivert bakışları kararmış, sarı dalgaların çevrelediği melek yüzü buz kesmişti. Çok tehlikeli, diye düşündü genç kadın istemsizce. Çok güzel…
Karnının hemen altındaki kasılmalar kadını öfkelendirdi. Rahatsız edici fakat tatlı kasılmaların ne anlama geldiğini biliyordu. Daha önce tatmamış fakat işitmişti. Tanımadığı hatta kimsenin tanımadığı bir adam karşısında zevkten kasılıyor olması dayanılmazdı.
Roxanne, adamın hafifçe öne çıktığını ve başını zarafetle eğdini gördü. Uzun kaslı bedenine bakıldığında zarafet ona yakıştıramayacağı bir kavramdı ama başka hiç kimsede durmadığı kadar güzel durmuştu üzerinde. Sanki Tanrı onu zarafetin bir simgesi olarak yaratmış ve dünyaya bırakmıştı.
Melez gözlerini yeniden gözleriyle buluştururken onu izledi. Eklemlerinin her harekeriyle canlanan rüzgarı hissedebiliyordu. Adamın görünmeyecek kadar soluk olan gülümsemesiyle yanaklarında beliren gamzeler nefesini kesti. Aynı anda ölümcül ve masum görünen hiçbir yaratıkla karşılaşmamıştı. Tanrı affetsin! Bunu istememişti bile.
“Bayan Dawkins.” diye mırıldadı Melez duyanların kanını ateşe verecek sesiyle. “Sizde, bana ait olan bir şey var.”
* * *
Aynı saatler...
Yeşil Diyar
LEON
Leon, gri gözlerini kısmış genç kadının kaderine karşı durup durmayacağını merakla bekleyen adamı izliyor, onu daha önce bu kadar dingin bir ruh haliyle görmediğini düşünüyordu. Madjid beş saniyede bir geçirdiği öfke nöbetleriyle ün salmış bir kahindi. Dinlenmek için bile olsa tahtına oturmaz, daima görevlerinin başında dikilirdi. Yanında yetişen genç kahinleri canından bezdirmek en büyük hobisiyken şimdi saatlerdir aynı pozisyonda kamp kurduğu tahtının üstünde, seçilmiş olanın sözlerini işitebilmek için hafifçe öne doğru eğilmişti. Leon, bütün bunların saçmalıktan başka bir şey olmadığını düşünse de sessizliğini korudu. Milyon yılını Madjid’i ikna etmeye çalışarak geçirmişti ve bugün elinde kaderle oynadığı oyunu kaybetmiş bir adamdan başka bir şey yoktu. Kadının, Melez’le bir şekilde biraraya geleceğini daha görülerin gelmeye başladığı ilk günden beri biliyordu. Zamanında Madjid’e uyup yollarını ayırmak için türlü numaralar çevirmiş, üzerinde yıllarca düşünüp uyguladıkları hiçbir plan işe yaramamıştı. Ne yaparlarsa yapsınlar onlar bir şekilde birbirlerini bulacak, ölümü beraber tadacaklardı. Yazılan, onlara sunulan buydu. Yazık ki seçilmiş olan ölmek için çok genç, çok güzeldi. Tanrı biliyor ya, Leon sayamadığı onca yıllık ömründe onun gibisine rastlamamıştı. Tanrı’nın onun ırkına her zaman cömert davrandığını biliyor, görüler kadının güzel yüzüyle dolmadan önce bunu pek de önemsemiyordu. Elçiler, Safkanlar’a en yakın ırklardan biriydi. Doğuştan gelen bir zarafete ve kusursuz güzelliklere sahip olmaları doğaldı. Onlar üzerlerinde Tanrı’nın ışığını taşır, son nefeslerini verdikleri ana kadar o ışıkla yaşarlardı. Işık onları besler, ruhlarını karanlıktan uzak tutardı. Oysa ki bu kadın ışığını henüz genç bir kızken kaybetmiş, onu bulmak adına en ufak bir hamlede bulunmamıştı. Karanlığın çevresinde kol gezdiğini göremiyor muydu?Karanlık onu almak için bekliyor, sinsice etrafında dolanıyordu. Bir Elçi’nin, üstelik onun kadar güçlü bir Elçi’nin yolunu kaybetmesi demek, sona biraz daha yaklaşmak demekti. Yaratılış amacını unutup özünü inkar etmeye başlayan insanoğlu yetmezmiş gibi bir de Tanrı’nın muhafızlarının yolunu şaşırmaya başlaması kıyameti tetikliyordu. Kıyamet yaklaştıkça iblisler insanların arasına karışıyor, insanlar onları uyuşturucu bağımlıları gibi düzenli aralıklarla ruhlarına çekiyorlardı. Kendini zehirlemekten zevk alan bir ırkın Tanrı’nın gözdesi olması ve hiçbir varlığın onlardan daha üstün bir kademede yer alamaması Leon’u bazen çıldırtıyordu. Tanrı’nın kararlarını sorguladığı için değil. Hayır, böyle bir şeyi aklından bile geçirmezdi. Yalnızca kendilerine bu denli değer verilen varlıkların bir an bile ne yaptıklarını sorgulamadan karanlığa kucak açmaları haksızlıktı. Aptallıktı.
“Gün geçtikçe bana benziyorsun Leon. Bu gidişle beni tahtımdan edeceksin.”
Leon kaşlarını çatıp yüzünde hiçbir duygu barındırmayan adama baktı. “Belki de doğrusu budur. Düzenin hüküm sürdüğü bir diyarda aklı başında bir kralı kim ister ki? Hadi hepimiz kafayı sıyırıp birilerinin kaderinde delikler açalım. Eğlencenin böylesi… ”
Madjid nadiren gözler önüne serdiği, Perilerin aklını başından alan gülümsemesini göstererek ayağa kalktı. “Sen sinirlenmezsin.” dedi her zamanki ukala tavrıyla. “Sen sesini bile yükseltmezsin Leon. Birileri kuyruğunla mı oynadı?”
Leon, öz kardeşinin vurdumduymazlığı karşısında homurdanırken taht odasının dışında küçük bir arbede yaşandı. Önce kapıda bekleyen koruyucuların dört bir yana savrulduğu, sonra da zemine yığıldıklarında çıkan ses duyuldu. Takiben odanın gümüşlerle işlenmiş olan kapısı bir hışımla sonana kadar aralanmış, Periler’in en gözde prenseslerinden biri gözlerindeki öfkeyi direkt olarak Kral’a yönlendirmişti. Anlaşılan Kral tatlı Marcia’nın kuyruğuyla da ilgilenmekten geri kalmıyordu. Leon, dudaklarını zorlayan gülümsemeyi bastırıp Madjid’in geceleri yatağından ayırmadığı kadına vereceği tepkiyi bekledi. Kral’ın zaten kendisi öfkenin vücut bulmuş haliyken bir de kadınının ortalığa fazladan sinir dağıtması çok ilginçti. Leon, ağabeyini bir Peri’yi sakinleştirmeye çalışırken hayal edemiyordu. Değil bir Peri, onu herhangi birine böyle bir ayrıcalık sunarken düşünemiyordu.
Tam tahmin ettiği gibi Kral gevşekçe yukarı kaldırdığı kaşlarının altından tehlikeli bir şekilde parlayan gözlerini kadının üzerinde gezindirip “Evet?” diye mırıldandı. Onu tanımayan biri bile sesindeki tehditkar tınıyı fark edebilirdi.
Marcia beline uzunan sarı saçlarını savurarak birkaç adım ilerledi. Hafifçe yutkunmuş, kısa bir an bile olsa gözlerini kaçırmıştı. Leon, onun fazlasıyla cesur olduğunu düşündü. Bu, Madjid’in karşısında bir kadının verebileceği en rahat tepkiydi.
“Fazladan bir oda hazırlanmış.” dedi buz mavisi iri gözlerini sonuna kadar açarak. “Oldukça hoş bir oda. Kim için olduğunu sorabilir miyim Lordum?”
Kral gülümsedi. Birçok kadının uğrunda ölüme sürükleneceği gözlerinin üzerindeki kaşlardan biri yukarı kalkarken elinin zarif bir hareketiyle kadının yaklaşmasını işaret etti. Marcia emre itaat edip Kral’ın iki adım ötesinde durduğunda Leon neler olabileceğini hesaplamaya çalışıyor, ağabeyinin kadına az da olsa değer veriyor olmasını diliyordu. Madjid kendisine hesap sorulmasından hoşlanmazdı. Kaldı ki üzerinde hiçbir söz hakkı olmayan bir Peri tarafından kendi sarayında sorguya çekilmesi olacak iş değildi.
“Gerçekten merak ediyor musun sevgili Marcia?” diye sordu Kral sadece.
Kadın başını hafifçe sallayıp özür dilemeye hazırlanırken Madjid’in bir erkeğe göre fazla zarif ve buyurgan olan parmakları dudaklarına dokundu. “Oda, çok özel biri için hazırlanıyor.” derken gülümsüyor, kadının bembeyaz elini hafifçe okşuyordu. “Benim olanı almaya gideceğim ve döndüğümde kalacak bir yere ihtiyacı olacak. Rahat etmesini istiyorum.”
Leon kadının bedenini sarsan keskin acının kokusunu aldığında dönüp ağabeyinin ifadesiz yüzüne baktı. İşte bunu hiç tahmin etmiyordu. Madjid’in kadını kendisi için istediğini düşünmemiş, böyle bir olasılığı bir an bile zihninde barındırmamıştı.
Nefes verip söyleyebileceği bir şeyler düşündü. Karşı çıkması, Kral’a nerede durması gerektiğini hatırlatması gerekiyordu. Onun bile sahip olamayacağı şeyler vardı ve bunların başını Russell’ın kızı Petra çekiyordu. Ölümlü dünyada ona verilen isimle Roxanne sahip olunmaması gerekenlerden biriydi. Leon onun doğduğu günü hatırlıyordu. O uğursuz gün, Safkanların; savaşın ortasına doğmuş ve annesi tarafından ölüme terk edilmiş bir bebeği sahiplendiklerini görmüştü. Onu dualarıyla sarmış, ışıklarıyla yıkamışlardı. Açıkça ölmesi gereken bir elçiyi aralarına almalarının iyi bir sebebi vardı. Kahinler, muhafızlar, elçiler ve yaratılmış diğer onlarca ırk gibi onlar da kehanetin gerçekleşmesi gerektiğine inanıyorlardı. Kehanet gerçekleşmeli, zamanı geldiğinde seçilmiş olan savaşmak için yerini almalıydı. Karanlığı zapt edebilmelerinin tek yolu buydu. Ölüler diyarının kapılarını aralayan melunları çıktıkları yere gönderebilecek biri varsa o da Petra’ydı. Kadın, zamanı gelmeden ruhunu teslim etmemeli, Azrail’le karşı karşıya gelmemeliydi. Aynı kadının bir adama bağlanması seçenekler arasında yer almıyordu. Tanrı korusun! Melez’in ne olduğunu kahinler bile tahmin edemiyorlardı. O adam şeytanın kendisi olabilirdi. Ruhların, karşılarında eğilip geri çekildikleri bir adama kapılıp giden bir Petra kimsenin işine yaramazdı. Bir araya geldiklerinde hakim olacakları gücün boyutları inanılmaz olacaktı. Leon, kadının kendine bir eş seçtiği taktirde olacakları gözünde canlandırdı. Yüce Tanrı, diye fısıldadı boşluğa. Kadının doğurma ihtimali olan çocukların akıbeti ne olur, onları kim korurdu? Üstelik dişi doğumdan sonra hayata tutunamazdı. Leon bunu biliyordu. Rahmine düşmesi yasaklanmış olan çocukları doğurmak kadını hasta eder, onu acılar içinde bu dünyadan göçmeye zorlardı. Bedeni çürümeye terk edilemeyecek kadar eşsizdi. Ağabeyinin kadını gerçekten sevmediğini görebiliyordu. O sadece kokuşmuş egosunu biraz daha göklere çıkaracak bir şeyler arıyordu.
Leon, doğdukları günden bu yana bir gün bile karşı çıkmadığı ağabeyinin yanından geçip giderken ardında bıraktıklarını düşünüyordu. Pek fazla bir şey olduğu söylenemezdi. Gerçek sevgiyi, anne babasıyla birlikte toprağa gömeli yüzyıllar olmuş, ağabeyinin soğuk, mesafeli sevgisine de hiç ihtiyaç duymamıştı. Bundan sonraki hayatını onsuz da geçirebilirdi. Yokluğunu bile hissetmeyecek bir adama bağlı kalması ne derece doğruydu? Madjid’in katı, taşlaşmış yüreğinde aradığı yerini şimdiye kadar bulamadıysa bundan sonra da bulamazdı.
Kapıdan çıkmadan önce geriye dönüp bakmadı. “Hoşçakal.” dedi sadece. Sırtını delip geçen bakışları hissedebiliyor, Tanrı şahit, bunu zerre umursamıyordu. Tarafını seçmişti. Geriye sadece kadının onu kabul edip etmeyeceği kalıyordu. Sorun olmayacağını düşündü. O kadında önüne geleni sevebilecek aptal bir yürek vardı.
Devam Edecek
Türkü Ş. Karaman