4
« : 14 Haziran 2012, 16:29:16 »
İstanbul’a okullar başlamadan bir hafta önce taşınıyoruz. O bir hafta süresi boyunca da ben ayakaltında dolaşmamakla, kolilerden çıkardığım kitaplarımı kitaplığıma yerleştirmekle ve daha sonra bu düzenlemeyi beğenmeyip tekrar yerleştirmekle meşgulüm. Aileme yardım etmek yahut en azından evin bir tozunu almak gibi yardımsever düşüncelerim yok.
Lise başlıyor en sonunda. Saat sabahın altısı ve dört kişilik ailemle arabaya doluşup İstanbul trafiğine atılıyoruz. Ben hala bu kadar erken uyanmanın sersemliği içerisindeyim. Abim ise beş senedir bu şehirde yaşamanın tecrübesiyle bana küçümseyici bakışlar atmakla meşgul.
Annemin yaslanarak uyuduğum araba kapısını açmasıyla uyanıyorum. O düşme hissi, yüzüme soğuk su çarpma etkisi gibi oluyor ve asfalta yapışmadan kendimi toparlıyorum. Birden bütün uyku sersemliğim yok oluyor ve anneme bıçak keskinliğinde bakışlar atarak arabadan çıkıyorum.
Hiç ifade taşımayan bakışlarla dört senemi yiyecek olan liseye bakıyorum. Annem ve babam en azından tebessüm etmemi umarak bana bakıyorlar. Abimin olmadığını fark ediyorum. Ama nerde olduğunu soramayacak kadar yorgunum.
“Ağzının uçlarını kulaklarına yapıştıracağım. Gülümse Sude.” annemin bu lafı odanı topla lafından çok daha fazla duyduğumu düşünerek başımı ona çeviriyorum.
“Beni bıraktığınız için teşekkürler.” diyorum belki giderler umudu ile.
“Rica ederim kızım.” diyor annem lise kapısına yol alırken.
“Sınıfımı bulabilirim.” diyorum bir yenilgi içerisinde. Babam elini omzuma atıyor.
“Biliyoruz. Bir okulunu gezelim dedik.” somurtarak ve yenilgi içerisinde annemi takip ediyoruz.
Müdür olduğunu düşündüğüm cep herkülüne benzeyen adam konuşmasına zaten başlamış olduğu için ben hemen ilk bulduğum öğrenci vagonuna ekliyorum kendimi. Ebeveynlerimde öğrencilerin arkasındaki ana-baba saflarına katılıyor.
Ve ben ilk günden damgamı vuruyorum. İlk günlerin vazgeçilmezi, tanışma faslında hocanın adı, soyadı, yaşadığı yeri ve aldığı puan sorularında bile bocalayarak bir anadolu lisesine yakışmadığımı gösteriyorum. Bu sorulardan cevaplayamadığım ve öğrencilerin yanında oturan kişiden önce benim adımı öğrenmesine sebep olan “Nerede oturuyorsun?” sorusu. Ben bu sinsi soru karşısında sudan çıkmış balık misali birkaç kere ağzımı açıp kapayarak sınıftaki minimum ilgi seviyesine maksimuma çıkarıyorum. Ve bu otuz çift gözün odağı olduğumu bilmek beni daha da salaklaştırıyor. Diyalog şu:
“Adın, soyadın?”
“Sude Atış.” hafif gülümseme, sağa sola kaçamak bakış ve yakışıklı çocuk olmadığı için içten içe bir üzüntü hissi ile cevaplıyorum.
“SBS’ de kaç yaptın Sude?”
“454” bunu defalarca söylediğim için artık bıkmış bir sesle diyorum.
“Nerede oturuyorsun?” ellerini yandaki öğretmen masasına dayamış hocaya dikkatle bakıyorum. İlk sırada oturduğum için bu soruya hazırlıklı olmadığımı fark ediyorum.
“Ben… eee…” bir an zaman kazanmak için boğazımı temizliyorum. Düşünme hızım sıfırlanmadan önce sesli düşün diye fısıldıyor.”Aslında ben yeni taşındım. Yani hiç sormakta aklıma gelmedi. Ama galiba… Galiba Üsküdar’da yaşıyorum. Yok, hayır Ümraniye.”susup kafamı sallıyorum.”Evet Ümraniye.” bütün sınıfın güldüğünü fark ediyorum. Ve rahatlayarak bende gülüyorum. Küçük düştüğüne inanmadığın sürece küçük düşmemişsindir demiş bir ünlü kişi. Ve bende inanmıyorum.
O hafta milletle kaynaşma ve “Artık nerede oturduğunu biliyorsun dimi?” sorularına sabırla cevap vermekle geçiriyorum.
Koca bir okul yılı az önemli şey ve çok gereksiz şeyle beraber hızlıca geçiyor. Hayır, bu yalan olur. Zamanın müthiş yavaşlayıp bazen durduğu anlar oluyor. Mesela dinlemediğim bir derste hocanın bana soru sorması, benden sorumlu müdür yardımcısının beni sebebini bilmediğim bir şey için yanına çağırması, sözlüler okunurken hocanın benim adımı söyleyip bana bir bakış atarak susması vs. Fakat bunlar o kadar sık olmuyor. Genelde sıraların üstüne oturmuş kahkaha atıldığı, ağız dolusu küfürleri sırıtarak savrulduğu, hocanın arkasından ahkâm kesip, tehditler edildiği anlar daha fazla.
En büyük hayal kırıklığım liseye başladığım ve İstanbul’a taşınmamızla ailemin beni güzel bir cep harçlığı ile serbest bırakacağı düşüncem oluyor. Bunların tersine İstanbul, Edremit’ten daha tehlikeli diye servise yazdırılıyorum. Müthiş bir öfke ve üzüntü ile gereksiz bir harcama olduğunu söylüyorum. Ama daha sonra serviste somurtmuş otururken yanımızdan geçen otobüse bakıyorum. Resmen insan fışkırıyor. Ve ben bütün sinirimi otobüsteki bıkkın suratları incelerken tüketiyorum.
Pekâlâ, arka sayfayı çevirip ben bu yazıyı nasıl toparlarım sorusunu kendime bayağı sorduğuma göre, bitirmeliyim artık. Neyse, son olarak birkaç şey daha yazmak istiyorum. Birincisi şimdiki zamanla yazmak zormuş ya da ben hep görülen geçmiş zamanla yazdığım için öyle geldi. İkincisi matematik ortalama yükseltme sınavına gireceğim için çalışmam gerektiği ama çalışmak istemediğimden bu yazıyı yazdığımı tam şuan fark etmiş bulunmaktayım. Tembel tenekenin tekiyim. Üçüncü olarak söylemek istediğim şey bu yazı kafamda daha güzeldi ama kâğıda dökünce o kadar da hoş olmadığı.