Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - marsli

Sayfa: [1] 2 3
1
Düşler Limanı / Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« : 23 Mart 2013, 22:14:25 »


LİSE YILLARI 6 DOĞRULUK MU, CESARET Mİ?
Yuvarlak bir masa, dört erkek, dört kız. Ortada boş bir su şişesi, bir aşkın filizlenişi, cesaret şovları, doğruluk abideleri… Yalan avcısı, Yağmurun oğlu, Sarıkız, Kocaman, Marslı, Pempe, Sosyete çocuğu, Sıska Şair hepsi bu masada… Doğruluk mu Cesaret mi? Hadi biraz şişe çevirelim…

MARSLI

LİSE YILLARI 6: DOĞRULUK MU CESARET Mİ?


Dikdörtgendi bizim okulun kantini. Bu dikdörtgenin bir köşesi satış bölümüydü. Ve L harfi şeklinde kıraathanesi vardı ama kağıt, okey gibi oyunlar oynama şansımız yoktu, diğer bütün okullarda olduğu gibi… Olması da lazım değildi. Duvarları açık sarı boyalıydı sanırım. Koca dikdörtgenin orta alanında birkaç kolon vardı. Bu kolonlarda ufak hoparlörler asılıydı. Gıcık bir öğretmen olmadığı sürece müzik çalardı radyodan. Okulun genel hoparlörlerinden müzik çaldığını hatırlamıyorum. Bir dönem çalmış da olabilir tabii ki. Kantinin iki yanağı pencerelerle besleniyordu. Işık ihtiyacını bu pencereler gideriyordu. Plastik masa ve sandalyelerimiz vardı. Teneffüslerde sıkış tıkış olurdu. Etekli kızlar ve pantolonlu oğlanlar doldururdu. Ve öğretmenler gelirdi kantine, onlara özel iki tane üzeri örtülü masa vardı. Penceresiz yanaklarının tam ortasında iki kapı vardı biri bahçeye diğeri okulun içine ulaşırdı. Kantin hep sosis kokardı. Diğer kantinciler farklı ürünleri denemeyi pek sevmezler sanırım ama bizimkiler bu konuda oldukça cesaretliydiler. Bir ara kabuksuz ay çekirdeği gelmişti. Sonra şu sıralar içecek piyasasına farklı bir boyut getiren portakal parçacıklı içeceğin bir benzerini getirmişlerdi. İçeceğin adını reklam amaçsız vereceğim. Çünkü hikayemde onu kötüleyeceğim. Bu gizli ürün yerleştirmeleri barındırmayacak bir öykü serisidir!

ISINMA TURLARI

“Ey cemaati masasilin! Yok bu ilaç adı gibi oldu, biraz düşünelim...”
Kafayı masaya vurdum, uyku şekline büründüm, uyumadım. Ama işe yaradı, saksı çalıştı…
“Siz yuvarlak masa insanları şimdi burada oturuyorsunuz ya, oturun ve oyun bitene kadar kalkmayın. Kalkacaksanız da şimdi kalkın, sonra mızıkçılık yok! Oyunun kurallarını bilmiyordum yapmak yok, hepinizin yaşı Kemal’e olmasa da Mazhar’ a ermiş. Hem madem bilmiyordun neden oturdun derim. Neyse bırakalım yaygarayı bulalım şişeyi. Yahu arkadaş masa burada siz buradasınız, aranızda bir aklı tepesinde ademoğlu yok mu şuraya bir şişe ile otursun, biz de onu çevirelim. Çok konuştum ben, siz şişe bulun hadi!”
Yığıldım sandalyeye ve uykuya daldım. Açılış konuşması güzeldi, uykuya dalmak kadar. Ama koskoca kantinde çevirmelik bir şişe bulmak zor değildi, oynamak kadar. Arkadaşlarım buldu, geldi ve hemen beni uyandırdılar. Ben henüz başlamamıştım krem karamelli rüyalara. Neyse canım kaçamak yapmaya gerek yok şimdi. Şimdi eğlenme zamanı değil mi? Allah’tan bugün Nazife hocanın dersi vardı. Yoksa boş dersimizi itina ile doldururdu. Yahu bu kadının müdürün odasında ilanı falan mı var, ‘Boş Dersler İtina İle Doldurulur’ diye. Coğrafyacı Nazife hoca, gayet eğlenceli bir kadın. Lakin her gülün dikeni oluyor işte. Her parfüme yenik düşseydim, öpüşmediğim kız kalmazdı değil mi? Kantin çok sesli değildi şimdi. Radyonun sesi bile hafifletilmişti. Bağırmak çağırmak eğlenmek için güzel bir vakit. Elimi şişeye attım. Karşımda Pempe vardı. Dört erkeğin karşısında dört kız. İlk ben çevirdim…
Şişenin ağzı Tuna’ ya peşi Damra’ya gelmişti. Tuna’nın maç öncesi özel isteği üzerine gizli bir organizasyonla yapılanmayı ben yapmış, onları karşı karşıya getirmiştim. Çocuğun bakışları parlıyordu bugün. Aşıktı yahu bu çocuk!
“Doğruluk mu, cesaret mi?” dedi Damra oyunun en resmi haliyle.
“Cesaret,” dedi Tuna basitçe. Saf saf bakmaya başladı Damra’ya. Damra ise düşünmeye başladı. İlk başlarda herkes doğruluk derdi. Kızcağız bu cevaba henüz hazır değildi sanırım. Neyse vakit biraz geçtikten sonra emrini söyledi.
“Madem sen şairsin bize bugüne kadar gün yüzüne çıkarmadığın bir şiirini oku.”
Sanırım Tuna buna dünden razıydı. Hemen ayağa kalktı. “Sessizce dinleyeceksiniz ama,” dedi. Üstünü başını düzeltti. Ufaktan gözlüğüne dokundu. Etrafı süzdü ve başladı şiirine.

Yağmurdan kaçtığım bir gece,
Koştuğum sokağın az ötesinde,
Islanmaktan kurtulduğum mahzende,
Yalnızdım ben kendimle…

Baktım baktım duvarlara,
Resmini hayal ettim siyahlara,
Sonra sanki ben çizmemişim gibi:
Fark ettim seni karanlıklarda!

O an ellerine dokunmak,
Duvarlara dokunmaktı.
Tek dileğim vardı,
O da sana ulaşmaktı…

Bir ses geldi uzaklardan,
Sanki yağmur bitiyordu yavaştan,
Duvardaki sana baktım, son ağlayıştan!
Sana koşmak için ayrıldım oradan!

Ortamda kısa bir sessizlik oldu. Radyo bile susmuştu o an. Sonra şiirin bittiğini fark eden konuşmaya başladı. Damra vay dercesine aşağı doğru kafasını salladı. Kantinciler alkış tuttu hatta. Şişeyi çevirdi Tuna ve Sevinç’e geldi. Sordu ama henüz Pempe cesaret abidesi olmaya hazır değildi. Doğruluğu seçti. Az öncenin aurasından sıvışan Tuna basit bir soru sordu:
“En sevdiğin ders?”
“Matematik elbette,” dedi fazla beklemeden ama Damra ortaya çıktı.
“Hadi be doğruyu söyle, burada ben varım kızım yemezler.”
“Tamam tamam, bir sayısal öğrencisi olarak rezil bir durum ama en sevdiğim ders şu anki ders.” Biri kısık sesle boş ders der gibi oldu. Damra, azarlamaya devam etti.
“Yaniiii?”
“Şey, Edebiyat.”


Şişe döndüğünde ucu Pınar’ı gösteriyordu. O da pek cesaretli gözükmüyordu. Doğru yolda ilerledi. Sevinç sualini sordu.
“Bu masada en çok kime benzetebilirsin kendini ve neden?”
“Hımm, en basit tabiri ile Tuna, çünkü bende de gizli bir şairlik var.”
“Bu milletin kanında var sanırım,” dedim. Pınar çevirdi şişeyi. Epey bir uzun döndü, sonra Firuze’ye geldi. Firuze doğruluk istedi. Pınar sorusunu sordu.
“Radyoda çalacak sıradaki şarkıyı kime armağan edersin bu masada?”
“Resmimi çalan hırsıza, Marslı’ya.”
Şişe ile beraber oyun da dönüyordu. Eğlenceli dakikalar yaşıyorduk hep birlikte.

AZAR ADAM ÖLDÜRÜR MÜ?

Azar adam öldürür mü? Sözlü halinin böyle sonuçları olduğunu bugüne kadar duymamıştım. Sevinç karşımda Orangina içiyor. Ve o içtiği benim bağımlısı olduğum koladan epeyce bir zararlı. İçeriği gizli tutulan iki kola markasına karşı gizli, sadece bende gizli bir duruşum olmasına rağmen, ben bir kola bağımlısıyım. Acaba ben o gizli içerikten dolayı mı, bağımlıyım? Neyse geçelim bunları gelelim fasulyenin, şey Orangina’nın zararlarına. En son Pınar bana sormuştu, sonra ben çevirmiştim ve sıra Sevinç’e gelmişti. O şeyi içtiğinden beri bunun olmasını istiyordum. Oyunun ritüelini bozdum sorumla.

“Şimdi sana ‘Doğruluk mu, cesaret mi?’ diye sormayacağım, ikisinin karışımını önereceğim ve sen bunu kabul etmek zorundasın. Sonuçta birini kabul edeceksin ama ben sana karışık öneriyorum.”
Ortalık sessiz kaldı. Herkes şaşırdı benim aşırı açıklayıcı konuşmama. Ben hep böyleyim ama hep her yönünü açıklamakla geçiniyorum, anlattığım şeylerin. Baktım insanlar sessiz sedasız ilerliyor zamanın yolunda, ben tekrar sesimi çıkardım.
“O içtiğin şeyin içeriğini biliyor musun?”
“Bende beni zorlayacaksın diye korkmuştum. Portakal parçacıklı gazlı içecek!”
“Bak şimdi o gaz ne gazı?”
“Karbon dioksit” diye atıldı Pempe. Ama ağzına tıkacağım bu yanlış cevabı. Ne yapalım oyunun kuralı böyle.
“Kimyan iyi ama okuman sayman pek yok galiba. Karbonmonoksit gazı var onun içinde.”
“O Atilla hocanın bahsettiği zehirli gaz değil mi?” dedi Damra.
“Ölümcül gaz! Okusanıza şunun içeriğini!” Oyunu bırakmış millete ders vermeye başlamıştım. Herkes şaşkınlık içinde şişeye baktı. Gerçekten öyle yazıyordu. Sinan baskı hatası mıdır diye dolaba gitti birkaç şişeye daha baktı. Ama durum gerçek ve vahimdi. Oyunu bırakmış, içeceğin içeriği ile ilgili tartışmaya başlamıştık. Sonra herkesi yine ben susturdum.
“Şimdi Pempe, onu bunu bırak da işin cesaret kısmına gelelim.”
“Evet,”dedi Sevinç, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Hatta yüzünde hala oyunda mısın der gibi bir bakış vardı.
“Şimdi cesaret edip ondan bir yudum daha içecek misin?”
“Yok, bir yudum daha içmem!”
“Kalkın Atilla hocaya gidelim. Söyleyelim ona…”

Masadaki herkes kalktı Osman ve ben dışında. Kafamı masaya koydum. Uyumak istiyordum, uyumalıydım. Evet, yarı uykulu haldeydim şimdi…

SEVGİLİ MESELESİ

Tam uykunun tatlı kollarına yorgun ruhumu bırakmak üzereydim ki, Osman dürtmeye başladı. Hay senin tombul yüzünü mıncıklasın kızlar. Hatta masaj yapsınlar sana, etlerin kızarana kadar. Çiğ köfte bile yaparım lan senden. Öl hemen helvanı yaparım, bol fıstıklı. En çok ben yerim o helvadan, kaç zamandır helva yemiyorum lan ben!

“Kankaaa!” Kafamı kaldırmadan cevap verdim.
“Heeeee.”
“Kanka, kız arkadaşın var mı senin?”
“Evet.”
“Ne zamanlar görüşüyorsunuz?”
“Her akşam.”
“Nerede oturuyor?”
“Bana bayağı bir yakın.”
“Telefonla mı görüşüyorsunuz?”
“Hayır, yüz yüze.”
“Sarışın mı?”
“Hayır.”
“Esmer?”
“Oldukça zenci.”
“Buluştukça neler yapıyorsunuz?”
“Koklaşıyoruz.”
“Oooo sen işi ilerletmişsin...”
“En başından beri böyleydi.”
“Nasıl yani beşik kertmesi misiniz?”
“Allah'ın kedisiyle ne beşik kertmesi?”
“Ama ben...”
“Lan sen bilmiyor musun benim kediyi, ne sorup duruyorsun?” Ah Osman ah! O başlamadan ben yine laf çıkardım.
“Of Osman! Saflığın üzerinde yine bugün, aşık mı oldun lan sen?”
“Yok be, on dört şubat yaklaşıyor, ama bizim hala sevgilimiz yok.”
“Aman ben de bir şey var sandım, çok lazım değil bana, git bul kendine bir tane. Okul hatun dolu lan!”
Saf saf bakınıyordu Osman, bense tekrar uyuyabilir miyim diye düşünüyordum. Teneffüse az kalmıştı. Kafamı masaya vurdum. Yerdeki karolara bakmaya başladım. Yerler temizdi. Bulut dalgası deseni vardı karolarda. Desenler çıkarmaya çalıştım, resimler…
...

FELSEFE MAÇI


Teneffüste kantin kalabalıklaştı. Yere bakıyordum ama yanımdan geçenlerin seslerini duyabiliyordum. Kantini dinliyorum, gözlerim kapalı… Önce bir Nazlı geçiyor, güzel kız. Topuklu ayakkabı çok yakışır bu kıza. Keşke okulda topukluya izin olsa… Karşımda oturan tombulun diğer öğrencilerle selamlaşma sesleri geliyor arada. Martı sesleri gibi kantin sırasındakilerin kavgalarını bile duyabiliyorum. Fuat hocanın sesini duyuyorum şimdi. Sanırım nöbetçi olan o. Yüzünde buruşuklar var, belki altmış belki yetmişli yaşlarda kendisi. Oldukça yaşlı bir adam… Bizim dersimize girmediği için şanslı hissediyorum kendimi; bilmediğim sebeplerden dolayı. Tost kokusu bile geldi burnuma, salça kokusu yoğundu. Sanırım tost bizim masaya ve sahibi de masanın çevresindeki, az önce yuvarlak masa insanlarının oturduğu sandalyelerden birine oturdu. Ses geldi, sesi anında tanıdım. Bizim Koray’dı bu.
“Baro kalk lan, kalk! Sana bir şey soracağım.” Yarı uykuluydum, aslında halimden oldukça memnundum. Ama Koray kırılmaması gereken bir arkadaştı. Ve naz çeken biri de değildi. Kafamı kaldırdım, kumral yüze baktım, kahve gözlere…
“Ya ağaçlar uçabilselerdi daha erken ölür müydün?”
“Anlamadım?”
“Felsefi bir soru işte!”
“Ha o bakımdan, bana yarım dakika ver.”
“Yarım dakika, haa tamam,” dedi dağınık bakışlarını toparlıyordu. Biraz uzunca düşündüm hatta kaliteli düşünmek için kafamı masaya vurmayı bile düşündüm. Bu masa da amma vurdumduymaz oldu be. Hep ben mi vuracağım arada sen vur, bak karşımdakine ben vuramıyorum işte!
“Ağaçların uçabiliyor olması fantastik olurdu ve böyle bir dünyada; psikolojik olarak erken ölmenin peşinde kesinlikle olmazdım. Sonra: Bu soruyu daha bir kuş bakışı cevaplamak gerekirse; Ağaçların uçtuğu bir dünyada elbette ölümler daha kolay olacakmış gibi görünür bu dünyadan ama o dünyanın şartlarını düşünecek olursak tam tersine daha zor ölürdü insanlar. En azından deldikleri atmosferi canlı canlı görürlerdi. Ve bu dünyanın bakış açısıyla bile o ölen çoğunluğun içinde olmazdım ben. Her halükarda, ben daha uzun yaşardım. Ne kadar egoistim değil mi?” Ona uzun cevabı bilerek verdim. Çünkü istediği buydu. İnsanlara istediklerini vermek güzel duygu, güzel haz… Ben egoist miyim?
“Evet, bir egoistlik var.”
“Şimdi nereden çıktı bu soru?”
“Uykusuz insanlarla felsefi konuşmak gerekir, zira çok uyuyan insanlar beyinlerini uyuşturdukları için hiç bir bok anlamazlar”
“Ben hiç ve hiçbir şey anlamıyorum demektir.”
“Sen kaidelerin ortak istisnasısın!”
“Koray, zil çalmak üzere git sınıfına, biz burada yuvarlak masa insanları ile ikinci etabı yapacağız.”
Koray sözelciydi. Ama felsefeden gıdım anlamazdı. Aristo’yu bile tanımazdı. Sokrates ne der bak: ‘Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir.’ Bu çocuk bilmiyor bunları Jaspers’i, Platon’u, Descartes’i… Bir sayısalcı olarak ben düşünsel yapıda en azından ondan iyiydim. O ise iyi bir tarihçiydi. Felsefenin tarihsel yüzünü öğrendikçe benden iyi olmaya başlıyor. Bakalım biz ne olacağız… Kesin felsefeci bir soru attı sınıfa, bu da benden tüyo almaya geldi, daha fazlası değil.

SAĞLIK BAKANLIĞI’NA ŞİKAYET ETTİK BİZ!

Teneffüs bitmiş, bizimkiler gelmişti. Pek bir heyecanlıydılar. Sevinç saçımdan tuttuğu gibi kafamı kaldırmış, onlara bakmamı sağlamıştı. Bütün ekip buradaydı. Onların heyecanını dindirmeliydim. Susturdum onları, dün akşamki keşfimi anlatacaktım onlara.

“Şimdi siz insanlığa dün akşam keşfettiğim bir tadın hikayesini anlatayım. Sonra siz heyecanınıza devam edersiniz… Dün bizim oradaki kuruyemişçinin önünden geçerken içeride fıstık gördüm. Çok güzeldi, kısa bir şortu vardı. Esmer ve kıvırcık saçlıydı. Gözleri mavi parfümü de çikolatalıydı. Onu ısırmamak için kendimi nasıl tuttum bilmiyorum. İşin kötü tarafı dışarıdaki makinede fıstık kavruluyor, benimkisi kadar mis kokuyordu.” Küçük tokadı yemiştim Sevinç’ten. O konuştu.
“Nasıl seninki oldu ki kızcağız?”
“Beni bilmiyor musun kızım, platonik dikenler batar hep totoma.”
“Acıdım bak şimdi kızcağıza, kim bilir başka ne fanteziler kurdun bitter bitter…”
“Dur anlatayım!”
“Tamam, hadi devam et.”
“Kızın yüzüne baka baka, Güven abi, bana yarım kilo şu yeni kavrulmuş fıstıktan versene, dedim. Kız bana gülümsedi, onda da var bir şeyler.” Gülmeye başladılar. Ama ben umursamadan anlatmaya devam edince tekrar dinlemeye başladılar. “Önce fıstık çıktı dükkandan, ben de Güven abiye sordum. Bizim arka siteye taşınmışlar. Evet, şansımın açıldığını bile düşünmeye başladım. Eve gittim, kendime kahve yaptım. Kahve ile fıstığı yiyordum oyun oynarken. Oyunu duraklattım, aklıma bir şey gelmişti. Acayip bir fantezi, belki benden iğreneceksiniz ama… Ben o fıstıkları bir güzel soydum, termos kupamın içine attım, kahvenin içinde fıstık yemek daha güzel oluyor, denemelisiniz. Evet, kesinlikle deneyin, ama yerken sakın benim fıstığımı düşünmeyin!” Firuze ters ters bakıyordu, dövecek gibi. Döverse ağlardım belki de, psikolojik olarak karışıktım şu an.
“Ne bakıyorsun sen bana, dövecek gibi!”
“Siktir git!” Pempe’ ye baktım.
“Oğlum acıyorum var ya sana, ayrıca seni alacak kıza da. O kıza çok acıyorum. Sen etrafına bir acınasılık satıyorsun. Sakın bana bulaştırma!”

Ortalık sakinleştiğinde Sinan olayı anlattı. Kimyacının yanına gitmişlerdi. Olayı anlatmışlardı. Atilla hoca bile çok şaşmıştı bu duruma. Olanlar olmuş Sağlık Bakanlığı’na bir mektup yazmıştı Atilla hoca, bizimkilerin yanında. Son olarak hoca müdürün yanına gitmiş, bizimkiler de kantine gelmişti.

Az sonra Müdür ile Atilla hoca girdi kantine. Atilla hoca uzun boylu ve oldukça cüsseli idi. Bir o kadar da karizmatikti. Müdür ise kısa, şişko, ufak, gözlüklü bir adamdı. Atilla hoca sakin, oldukça sakindi. Müdür, gözlüğünü aşağı sarkıtmış, gözlüğünü daha aşağı kaydırmak istercesine gözlüğün üstünden sinirli bakışı ile girdi içeri. Dolaba yöneldiler, bir süre Orangina’ lara baktılar. Kantinci Ahmet abi henüz olaydan bir haber onların yanında bitti. Merakla ve sessizce bir cevap almak istiyordu. Bu tenekeden çıkma baskının sebebi neydi? Atilla hoca durumu anlamış olacak ki, anlatmaya başladı. Ama tersten… Sinirli olduğunda tersten anlatırdı.
“Sağlık Bakanlığı’na şikayet ettik biz.”
“Neyi?”
“Sağlık bakanlığına şikayet mektubu yazdım zararlı diye.”
“Neden yazdınız?”
“Çocuklar söyledi, onlar benim öğrencim. Dikkatli çocuklar.”
“Zararlı olan ne?”
“Karbon monoksit, normalde çok daha az zararlı karbondioksit kullanılır bu tür içeceklerde.”
“Orangina mı zararlı olan.”
“Evet.”
“Olayı bir de düzden anlatsanız hocam.”
“Şu gördüğün kahraman çocuk (Beni işaret ediyordu.) bu içecekte karbon monoksit olduğunu fark etmiş. Sonra diğerleri geldi bana anlattılar. Bende Sağlık Bakanlığı’na mektup yazdım APS ile yolladım. Kısacası bu içecek ölümcül.” Müdür ilk kez konuştu. Gözlüğünü düzeltti, üstten bakmaktan vazgeçmiş gibiydi. Kafası dikleşince kelini görmeye başlamıştık, saçları aşağılara saklanmıştı. Zira gözlüğünün üstünden bakarken, başını biraz öne eğer; arkadan keli gözükmezdi, önde gösteri yapardı.
“Ahmet Bey, topluyoruz bu içecekleri, iade ediyoruz.” Ahmet abi sonunda olayı çakmış, ama köşeye sıkışmış gibi istenilen cevabı vermek zorunda kalmıştı.
“Peki hocam, hemen.”
Müdür eliyle gözlüğünü tekrar aşağı çekti, tepesinden bana bakmaya başladı yanıma geldi, saçımı okşadı ve gitti. Geberesice… Sonra Atilla hoca geçti arkasından, sessizce geçip gitti.

İKİNCİ SEANS

İkinci seansın başlaması için hiçbir engel yoktu. Bu sefer herkes bir ayrı havadaydı. Cesaret turu da diyeceğiz sanırım bu seansa. Sinan’ın gözleri parlıyordu. Sevinç, Damra ve Firuze sinsice bakıyorlardı. Pınar dedikodu ile meşguldü. Tuna ve Osman ise on dört Şubatı düşünüyorlardı sanırım, ikisi de romantizm abidesi gibiydiler. Benim bile uykum yoktu. Çılgınlık yapmamak elde değildi. Boş su şişesini aldım ve masadan kalktım. “Nereye” diye soranlar oldu ama cevapsız bıraktım. Kantinden dışarıya çıktım. Bahçedeki musluklardan içine biraz su doldurdum. Kantine tekrar geri döndüm. Şişeyi gizlice sıktım. Herkes meraklı gözlerle beni izliyordu. Firuze gözlerini kısmıştı, korkar gibi. Sinan’ın gözleri dört dönüyordu. Osman burnunu yukarı kaldırmıştı. İçlerinde en sakini Tuna idi, o hala duygusal takılıyordu. Pempe, gözlerini bana dikmişti, bir ara gözlerinden bir kurşunun çıkıp beni alnımdan vuracağını sandım. Bir şey demeden sandalyeye oturdum. Müziğin geçiş yapacağı anı bekledim, ses azaldığı vakit, şişenin kapağını araladım ve kapak birden fırladı. O anda çalkaladığım şişeden su damlacıkları fışkırdı. Bağırışlar çıktı meydane, hepsi bir birinden şahane. Sessizliği başlatmak gibi durdurmak da bana düşmüştü. Herkesin üstü ıslanmıştı üstelik. En temiz Firuze idi. Masaya ve bana en uzak olan oydu çünkü.

“Sessiz olun lütfen, sınıftan hoca gelecek ebediyete kadar susturacak sonra bizi.”
“Olum sen manyak mısın?”
“Sen öyle dediysen olabilir.”
“Bir de duş aldırsaydın bari!”
“Bundan sonra su savaşı yapalım o zaman.”
“Fena fikir değil.”
“Hadi başlayalım.”
Kısa bir süre sonra herkes sakinleşmişti ve oyun tekrar hazırdı. Sevinç şişeyi çevirdi.
Şişe Sinan'ı gösterdi. Sevinç klasik soruyu sordu. Sinan doğruluğu seçti.
"Pekiiiiiii, bize en rezil olduğun zaman yaşadıklarını anlat."
"Tamam, bir düşüneyim. Sanırım geçen sene mart ayında oldu. Deniz ısınmış, ben de arkadaşlarımla denize gitmiştim. Denizden çıkmış üstümüzü değiştirmiştik. Bir bankta oturmuş konuşuyorduk. Sonra bir kavga çıktı, küfürleştik falan. Kavga ettiğim arkadaş, sahile gittiğimiz arabanın sahibiydi. Sonra onlar gitti ben de bir süre daha bankta kaldım. Cebimde beş kuruş para kalmamıştı. Telefonum da yok. Malumunuz yürüye yürüye Lara'dan benim eve uzun bir yolculuğa başladım. "
"Rezillik bu mu? Yolda kalman mı?" Sazan gibi atladı Firuze, oysa Sinan henüz susmamıştı.
"Hikaye henüz atraksiyon yapmadı, bir izin ver!"
"Devam et hadi." Emir yoktu Sevinç'in sesinde.
"Yolun bir kısmını yürüdüm, Metropol Çarşısı'nın oralardaydım, yağmur çiselemeye başladı. Vakit öğleni yeni geçmişti ama güneşten eser yoktu. Hava bir güzel kararıyordu. Havanın tam anlamıyla kararması ve yolları suyla cümbüş ettirecek yağmurun artmasıyla geçen o kısacık zamanda anca yarım kilometre yürüdüm. Bir güzel ıslanmaya başladım. Sırılsıklam oldum ki, başıma daha kötüsü de geldi. Arabanın biri üstüme bir güzel pis su attı. Hem ıslak, hem kirli hem de yorgundum. Narenciye kavşağının orada bir de ayağım kaydı, kıçım da bir güzel battı. Sonra oradaki bir parkta oturdum, yorgunluğum biraz dinince yola devam ederim diye. Yağmur gürül gürül akıyordu resmen gökten. O parkta yağmura aşık oldum ben. Acayip saygı duydum, parktaki ıslak toprak ve çimen kokusu mest etti. Rezilliğimi unutmuş coşkuyla dolmuştum. Üşümüyordum, hava ılıktı. Bana bakan gözleri hissediyordum. Ben sadece damlalara bakıyordum. Eve gittiğimde annemin naraları beni kendime getirdi ama biçare aşık olmuştum bir kere. O gündür bu gündür şemsiyeleri pek sevmem."

SON PERDE: AŞK

Herkesin yüzünde gülücükler belirdi. Sinan kendini toparlayıp, şişeyi yuvarladı. Tuna’ya geldi. Malum soruya Tuna cesaret dedi ve iklim değişti.
"Madem aramızda bir şair var bu fırsatı değerlendirmeliyiz, bize bir şiir daha oku."
"Peki, ama bu sefer aşk şiiri olmayacak."
"Kabul." Ve Tuna başladı:
"KURABİYE
Çikolatalı kurabiye yapmıştı annem,
Uslu çocuk olacaktım o akşam,
Mutfağa girdim, kurabiyeye baktım;
Yan yan...

Annem gülümsedi bana sakince,
Elimi attım annem dönünce,
Titredi elim, kurabiye düştü yere;
Un ufak...

Geri döndü annem birden,
Sertçe baktı bana en keskininden,
Ödüm koptu orta yerinden;
Kaç kaç!...

Korkudan dondum kaldım gözlerine,
Başladı annem uzun nağmelerine,
Kaşları da çattı, burnunun üstünde;
Zik zak...

O an beni kim kurtaracak, düşünüyordum,
Annem konuşuyor, ben dinliyordum,
Babam geldi gelecek, bekliyordum,
Geldi de;
Ding dong...
"
Bütün ahali, o ara kantinde ikamet eden bir kaç öğrenci, biz ve hatta kantinciler bile dinlemişti şiiri, ahali kahkahalarla coştu. Kahkahalar dindiğinde Tuna şişeye yöneldi. Tebrikleri kabul etti. Şişeyi çevirdi. Talih odur ki, şişe Damra'yı gösterdi. Tuna bir anda kızıllaştı, Damra gülümsedi. Damra da cesareti seçmişti. Tuna biraz düşünmek istedi, bu bir fırsattı. Bulduğu fikir için cesarete daha çok ihtiyacı olan kendisiydi.
"Şimdi sana bir teklifte bulunacağım, cevabın olumsuz olursa bu teklifi hiç duymamış sayacaksın kabul mü?"
"Peki."
Tuna epey bir bekledi. Cesaretini topluyor, kelimelerini dizmeye çabalıyordu. Geçen dakikaların farkında değildi. Sessizlik bozulmuştu, masadakiler konuşmaya başlamıştı. Sonunda Tuna kendini topladığını belli etti. O konuşmaya başlamadan sessizlik geri gelmiş herkes yine ona dikkat kesilmişti, meraklıydı masa.
"Sana aşık şu adama kalbinde yer var mı? Cesaretin var mı aşka?"
Artık Damra da kızarmıştı. Yüreği sapasağlamdı bu kızın, ama o kaideler yok olmuştu sanki o anda. İçtekini kolay kolay dışa vurmazdı, ama düzeni bozulmuştu, cevap vermeye yüreği el vermiyor, suskun suskun bekliyordu. 'Ooooo' sesleri başladı ve bir anda çoğaldı. Sonrasında masa boşaldı. Aslında iki kişi vardı masada. Ama birbirine bakan iki domates başka alemlerdeydi. Yok sayabilirdiniz onları...


Not: Bu seriye şimdilik burada son verdim. Şimdilik: Belki ilerde ilham gelir yine yazabilirim.

2
Kurgu İskelesi / Ynt: Kara İblis
« : 20 Mart 2013, 22:45:45 »
Kısa olduğu için zaman akışı çok hızlı ve boşluklu olmuş. Dolayısı ile etkileyicilik azalmış. Öyküyü etkileyici kılmak istersen, akışına bırak bir şeyleri kısma anlat sadece, her şeyi anlat ki, filmi daha kötüydü gibi bir söze ihitiyaç duyulabilsin. :D Kolay gelsin.

3
Kurgu İskelesi / Ynt: ALAMUT’UN GERÇEK HİKAYESİ
« : 20 Mart 2013, 22:38:18 »
Ben beğendim. Hikaye böyle daha güzel olmuş.

5
Düşler Limanı / Kıyamet Yakındır
« : 27 Kasım 2012, 00:34:09 »
Altınlar verdi, külçe külçe
Şimdi değerli mi peki? Ayar ayar
Değeri aldılar önce elimizden,
Aslında biz sunduk...

Aşklar vardı, sevdalılar.
Ferhat-Şirin, Leyla Mecnunlar,
Tüm bunlar hala var, gırla
Kaçı gerçek ya? Hiçi...

Şairlerimiz vardı, ozanlarımız, aşıklarımız.
Her yer ozan doldu,
Metrekare başına kaç ozan var sanırsınız?
Bence hiç!

Gururumuz vardı bizim, tükenmez dediğimiz?
Şimdi gurursuz yok buralarda?
Peki ya bu şerefsizlikleri kim yapıyor dersiniz?
Küfürleri kim hak ediyor, kimler yiyiyor?
Herkes tok olduğuna göre, biz zenginleştik...

Toprağımız vardı bizim, karış karış...
Kaybettik biz onu.
Bir avuçta yaşıyoruz,
Şimdi birlik bile olamadan,
Parmak aralarından kumlar döküyoruz...

Şeriatımız vardı bizim, namı arşa ulaşan,
Padişahımız vardı bizim, dinimiz!
Elhamdülillah müslümanız,
Kaçımız müslüman, kaçımız dinsiz?
Ölümüne ateistiz...

Araştırmalarımız vardı bizim, meraklıydık.
Dedikodularımız var şimdi,
Sosyaliz biz, sosyal medyayız hepimiz,
Kulaktan dolma yer olduk,
Hepimizin karnı tok değil mi, bu yalanlara?
Kulaktan kulağa...

Bir Orhan Veli' miz vardı bizim!
Önce ezdik biçtik, şarap ettik,
Suyunu çıkardık içiyoruz,
Hepimiz "İstanbul'u dinliyorum. (ruz)"
Hepimizin gözleri kedi gibi açık.
Ve üstsüz fahişeleri görmeyen yok aramızda...

Solcularımız vardı bizim,
Uğur Mumcu'larımız...
-Türkiye ruhunu kaybetti-
Biz hala anlamadık en değersizimizi, biz hala ruhsuzuz...

Ruhu katacak olanlar,
Yaşatılmıyor...
Akl-i Selim insanlar yetiştirelim ki,
Modern dünyaya ayak uydurabilsinler...

Biz duygularımızı kaybettik,
Birer birer yada bir anda,
Ne fark eder...

Ve biz şimdilerde kendimizi kaybetmişiz...
Görebilir miyiz?
Dinliyoruz gözlerimiz kapalı...
Duygularımızı sömürüyorlar şimdilerde...
Onlar her yerde...
Duygularımızı, duyularımızı sömürüyorlar,
İçmişiz, sarhoşuz...

Altın gibi mirasımız vardı bizim,
Şimdi o mirası bırakanlara bile saygı duymadan,
Onları anlatıyoruz, herkes anlatıyor, herkeste dinliyor!
Herkes Profesör oldu, herkes aptal,
Herkes zengin, herkes fakir!

Yalan olduk biz!
Biz var mıyız?
Biz kimiz?

27/11/2012
MARSLI
Cehalete karşı koymak, cahile öğretmektir, onu öğretmen tayin etmek değil! Tereciye tere satan bol, ders verme zamanı geçmek üzere, Tereciler iş başına!

6
Kurgu İskelesi / Şapka
« : 18 Kasım 2012, 18:28:54 »


ŞAPKA

Şapka sitemkardı bu kadar hor görülmesinden. Şapka sessizdi, çoğu zaman… Şapka sakindi, tıpkı kediler gibi. Ve onlar şapkayı anlamıyorlardı. Ve onlar şapkayı tanımıyorlardı, bilmiyorlardı. Ve onlar mahkumlardı şapkanın kinine…
Şapkanın babası ölmüştü yıllar önce. Onu tasarlayan onu diken, biçen adam ölmüştü. Şimdi babasının en sevmediği insanların elinde dolanıyordu canlı şapka. Onlar bilmiyorlardı babanın gazabını, bilmiyorlardı bu basit gördükleri şapkayı… Baba öldüğü gün canlanmıştı şapka. Ve bunu birkaç insan biliyordu… Güneş doğmak üzere… Katiller savulun Şapka’nın intikamı başlamak üzere…

Babanın yeğeni, şapkanın kuzeni yangından bu yana her gün olduğu gibi günün ilk ışıklarıyla uyandı. Komidinin üzerindeki şapkayı aldı. Kitapları hazır çantasında, dolapta bir şeyler vardı yolda atıştırmak için. Sabahın serinliğinde yürümesi güzel oluyordu. Bir saat yolculuk onu sıkmıyor, aksine hoşuna gidiyordu. Kulağında güzel şarkılar olduğu sürece sonsuza kadar yürüyebilirdi. Dolaptan malzemeleri çıkartıp hızlıca bir sandviç hazırladı. Evden çıkmak üzereyken çalan alarmlı radyosunu kapattı. Okula doğru yol aldı. Okula doğru giderken daha önce geçmediği bir ara sokaktan geçmek istediği bir sokaktan geçmek istedi, gezmiş olmak için. Sokağın ortalarına gelmişti ki; pişman olmuştu bu yola girdiğinden. Çok kötü kokuyordu, yerler çöple doluydu. Bir kuytudan iki adam fırladı karşısına birden. Birinin elinde sopa diğerinde koca bir kama.
“Para ver lan bize!” Korkudan geri döndü ve kaçmaya başladı. Hızlı koştuğu için arayı açabileceğini umuyordu. Ama yerdeki çöplerden birine bastı ve…
“Kimden kaçıyorsun lan!” Adamlardan biri ceplerini yokladı, cebindeki üç beş kuruş parayı aldı. Diğeri ellerine basıyordu. Ceplerini yoklayan işini bitirdiğinde, sırtına sopa ile sert bir darbe yedi.
“Şapkan ne kadar güzelmiş.” Dedi ve şapkasını aldı, ayaklarına basan adam.
“O şapka dedemden yadigar, takmanı hiç tavsiye etmem.” Dedi çocuk.
“Öyle mi, takarsam ne olacak?” Üstüne üstüne geliyordu adam. Sırtüstü yerde sürünerek geri geri gidiyordu. Adam uyarının farkında değildi, kabadayılık lafı sanmıştı.
“O şapka can-ca-canlı!” Diye Bağırdı. Ayağına bir tekme yedi. Adamlar geri döndü, kahkahalar atarak uzaklaştılar. Çocuk bitaptı, ayağa kalkmaya çalışırken o da gülmeye başladı.
“Nasılsa zararlı olan siz olacaksınız…”

Kapkaççılar gece yarısı uyumak için yataklarındaydılar. Kafasında şapka olan diğerine:
“Ha! Çocuk şapkanın canlı olduğunu söylemişti, ben şu şapka ile beraber uyuyayım lan. Hiç canlı bir şapka ile uyumamıştım!” Şapkayı gözlerini kapatacak şekilde geçirdi kafasına ve uykuya dalmadan önce homurdanarak konuşmaya devam ettiler.
Gece iki saatlerinde şapka havalanmaya başladı. Tavanla arasında az bir mesafe kala durdu ve havada asılı kaldı. Pencereden içeriye beyaz dumanlar süzüldü. Şapka nefes çekiyordu… Sertçe adamın kafasına indi şapka. Adam gözlerini açtı. Korkarak bağırdı.
Çıkan gürültüden diğer adam uyandı. Şapkalı olan umursamaz bir şekilde, diğer odaya yöneldi. Güvenlikleri için sakladıkları bir tabanca vardı çekmecede. Çekmeceyi açtı ve silahı aldı. Silahın içinde birkaç mermi olmalıydı. Mermiyi namluya aldı. Hızlıca diğer odaya yöneldi. Diğer adam tekrar uykuya dalmak üzereydi ki; elinde silahla giren diğerine bakakaldı. Şaşkınlıkla:
“No-Noldu?” Şapkalı olan karşılık vermedi. Silahı ona yöneltti. Arkadaşının çığlıklarını umursamıyordu. Biraz bekledi ve ateş etti. Adam ölürken şaşkınlık içindeydi. Arkadaşı ateş ederken yüzünde nefret, kızgınlık, sevinç gibi hiçbir ifade yoktu. Buz gibi bakışları vardı. Kafasında hala o şapka… O an anlamıştı, ölürken… Çocuk gerçekten doğru söylemişti. Şapka’nın rengi parlaklaşmıştı. Şapka gülüyordu. Adam işini bitirir bitirmez evden çıktı. Evleri barların arka kapılarının açıldığı bir sokaktaydı. Varoş sokakta ilerledi bir süre soğuk adımlarıyla. Sonra karşısına bir kadını pataklayan, ona tecavüz etmeye çalışan bir adam çıktı. Sarı saçlı kadın çırpınıyordu, ayyaş adam ise kuduruyordu… Şapkalı tereddütsüz silahını kaldırdı. Birkaç saniye sonra adamın kafasına bir el ateş etti. Tam o anda arkasında polisler bağırarak geliyorlardı. Geriye döndü tam ateş edecekti ki, polis üstüne atladı. Adamı polis merkezine götürdüler. Ceplerindeki eşyalarla beraber kafasındaki şapkayı da aldılar.
“Hayır ben yapmadım, ben işlemedim o cinayetleri. O silahı ben ateşlemedim. Her şeyi o yaptı.” O dakikaya kadar sessizce hiçbir şeye itiraz etmeyen adam yalvarıyordu. Ağlayarak sızlanmaya başlamıştı bir anda. Gece nöbetindeki polislerden biri gülerek sordu.
“O sensin be adam gözümüzün önünde vurdun adamı, ev arkadaşında ölü. Sen sen değil misin?”
“Her şeyi o şapka yaptı. İnanmayacaksınız ama bu doğru, o şapka canlı!”
Odadaki polislerle birlikte nezaretteki fahişlerde kahkahalar atmaya başladı. Dakikalarca kahkahalar yankılandı polis merkezinin alt katında. Dakikalar sonra fahişeler uyumaya başladı. Adam korkudan uyuyamıyordu, Şapka’nın onu kontrol etmiş olmasına inanamıyordu. Polis sırf onun gönlü olsun diye masasının üstüne bırakmıştı Şapka’yı. Koridorda iki polis vardı. Masadaki uyuklamaya başlamıştı. Sabah olmak üzereydi. Ama henüz aydınlanmaya başlayan gün polis merkezinin alt katına ulaşmamıştı. Ayakta olan polis kahve almaya çıkıyordu dışarı. Adam korkudan ölmek üzereydi, Şapka havalanıyordu. Adamın dili tutuldu, sesi çıkmıyordu. Olduğu yerde sinmiş kalmıştı. Sonra beyaz bir duman geldi merdivenlerden koridora… Şapkanın rengi parlaklaştı. Yüzeyinde bir çift kırmızı göz ve belli belirsiz şeytani bir gülüş belirdi. Şapka birden parmaklıklara doğru ilerledi, aynı hızla adamı çekiyordu. Adam parmaklıkları tutuyordu, sanki ruhu çekiliyordu. Ölüyordu…
Kahve almaya çıkan polis geri döndü kafasını parmaklıklara çevirdiği anda ölü adamı gördü. Hemen diğerini uyandırdı.
“Kalk lan kalk, ölmüş lan bu.”


Çoçuk alarmla birlikte uyandı uykusundan. Komidinin üzerindeydi şapka. Ters dönüktü, içi para doluydu. Bir kez daha o sokaktan geçmeyecekti.Çocuk okula gitmek için hazırlanmaya başladı…

SON

9
Duyurular / Dergi Birlik
« : 20 Kasım 2011, 02:45:15 »
İlk sayısını Ocak 2012'de çıkaracak olan Birlik Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat e-Dergisinin ilk sayısında "Türkçe" dosya konulu deneme ve makaleler yer alacaktır. Yazılar, tarzına uygun özellikleri barındırmalı ve gönderilecek yazıların, en azından basılı bir dergide yer alabilecek kadar uzun ve nitelikli olmasına dikkat edilmelidir. Bunun yanında çalışmalar daha önce başka bir oluşumda yayımlanmamış olursa bu bizim için ayrıca onur verici bir durum olacaktır.
Dosya çalışmalarının dışında dergiye öykü, şiir, serbest konulu deneme ve makaleler ve her türlü edebi yazının yanında çeşitli sanatsal eserler de gönderilebilecektir. Önceki sayılarda duyuracağımız daha sonraki sayının dosya konusuyla ilgili çizimler de gönderirseniz bunlardan birini o ayki sayının kapağı olarak kullanacağızdır. Bu çizimlerin, her ay görsel bi karmaşa yaratmaması için siyah beyaz olmasını rica ediyoruz.
Çalışmalarınızı, 16 Aralık 2011 tarihine kadar editor.dergibirlik@gmail.com adresine word dosyası olarak göndermenizi bekliyoruz.

Ayrıca sosyal paylaşım alanları twitter ve facebook'ta da dergi sayfalarını takip edebilirsiniz:
facebook.com/dergibirlik
twitter.com/dergibirlik

Teşekkürler.
Dergi Birlik ekibi.

10
Şişedeki Mısralar / Ynt: Resimli Şiirler(im)
« : 08 Eylül 2011, 20:33:14 »

11
Şişedeki Mısralar / Ynt: Resimli Şiirler(im)
« : 08 Eylül 2011, 20:31:13 »
Ben de sizin gibi sıradan bir üyeyim moderatör değilim öncelikle. Forumda yeni olduğunuzdan dolayı bilmemeniz gayet doğal. Verdiğim linki incelerseniz bilgilere ulaşabilirsiniz. Anlayışınız ve gayretiniz için teşekkürler.

Sorun halloldu...

12
Kurgu İskelesi / Ynt: Atlantis Öykü Serisi
« : 08 Eylül 2011, 20:05:40 »
ANTALYA’DA ATLANTİS 2
BERMUDA BAŞLANGICI

--GİRİŞ--
Aslında devrik dünya ile kırık dünya bir zamanlar aynı yapı imiş. Eskiler öyle anlatırdı yani. Bizler ise bu devrilişi ve insanlık tarihini birinci ağızdan dinlemiştik zamanında. Attalia Çar Atlantis’in ağzından:

--ATLANTİS TARİHİ--
"Aslına bakarsanız olaylar benim çocukluğumda başlamıştı. Ben 20’li yaşlarda iken. Karada yaşıyorduk o zamanlar. Babam Brah Dünya imparatoruydu ve biz iki kardeştik. Nuh ve Atlantis. İnsanlık ve teknoloji olabildiğine gelişmişti. Ama bir şey eksikti. İnsanlar Yüce’yi unutmuştu. Babam Brah bile muğlak düşünceler içerisinde idi. Çünkü Nuh Dünya üzerinde son kalan din okuluna giderken. Ben dünya üzerindeki ilk büyücü okulunda okumuştum. Büyücü okulunu açan da, din okulunun yaşamasını sağlayan da babamdı. Babamın kararsız tavırları zaten kötüleşen imparatorluğu daha da yıpratıyordu. Yaşımız yirmi idi olayların yeni yeni patlak verdiği zamanlarda. Biz ikizdik… Ve babam Nuh’u din okuluna yolladı. Bildiğim kadarıyla elli yaşlarında iken kaçmıştı okulundan. Bana dediğine göre kaçış sebebi din adamlarının putlaşmış düşünceleriydi. Kardeşim denize kaçmıştı. Yüzerek ıssız bir adaya ulaşmıştı. Dediğine göre: Yüce ile bağlantıya geçmişti. Aslına bakarsanız ben hala ona inanıyorum. Anlattıkları gerçekti çünkü."

Hüzünlenmişti koca çınar. Kardeşine ne olmuştu acaba. Altı kardeşten kimsenin cesareti yoktu böyle bir soruyu sormaya. Bir süre sonra devam etti babam:

"Ben yetmişli yaşlarımda idim: Büyücülük okulunun altındaki magma patladığında. Çok devasa bir yapıydı, yazık oldu. Çok uzun yıllarım geçmişti orada ve ben çok değerli bilgiler öğrenmiştim. Sırf büyücülük okulu uğruna evlenmeyi reddetmiştim. Babam Nuh’un kaçışından sonra Kuzey Çar’ının kızı ile evlendirmek istemişti beni. E sonuçta oğlunun biri kaçmıştı, diğeri ise altı magma olan bir büyücülük okulunda idi. Soyunu düşünüyordu İmparator. Ben büyücülük okulunu arka plana atmıştım. Boş bir bahane ile kızı beğenmediğimi dile getirmiştim. Kabul etmemiştim. Magmanın patlamasından sonra babam yanına almıştı beni. Bana uygun bir kız kalmamıştı imparatorlukta. Kuzey Çar’ının kızı Sadrazam’ın oğlu Eralu ile evlenmişti. Eralu çok iyi bir savaşçıydı. Güney Çar’ının iki kızı vardı. İkisi de İsyankar Lord’lara kaçmışlardı. Batı Çar’ının kızı yoktu ve Doğu Çar’ının kızı da kayıptı."

Şimdi de gülümseme vardı yüzünde. Onu çözebilmek kolay değildi. Kimbilir onun kadar uzun yaşabilirsek bizde onun gibi böyle düşünceli olurduk. Babamın ara ara suskunluklarında yani dalgınlıklarında hepimiz sabırla ve sessizce bekledik. Gülümseme yüzünü terk edince babam konuşmaya devam etti:

"Büyücülük okulu yeryüzünün en devasa yapısı idi. Öyle bir mimari ve öyle yüksek katları yapmaya kimsenin aklı, gücü yetmiyordu. Babamın bir hayali vardı. İmparatorluğunun merkezini; büyücülük okulundan yüksek bir bina inşa edip, oraya konuşlandırmaktı. Babam bir yandan İsyankarlar’la savaşıyordu diğer yandan imparatorluğunu geliştirmeye devam ediyordu. Açıkçası imparatorluğun teknoloji açısından gelişmesi sekteye uğramıştı. Sonuçta bilim adamları başlatmıştı isyanı. Babam bana bir görev vermişti. Bir arşdelen inşa etmemi istemişti. Arşdelen yüksek binalara denirdi. Babamın benden isteği ise büyücülük okulunun iki katı yüksekliğinde bir arşdelendi. Belki altı ay kapandım odama, projeyi çizmek için. Ve arşdelenin inşasına başladım yetmiş iki yaşımdayken. On yıl sürdü 248 katlı arşdelenin inşası. Bittiğinde gerçekten şaheser olmuştu. 124’üncü kata kadar mermerle kaplıydı ve 248’inci kata kadar ise cam alüminyum alaşımı kaplıydı. Çatıda bir paratoner vardı. Gelmiş geçmiş en büyük paratoner. Ucu çok sivri idi. O paratoneri yerleştirdiğim gece rüyamda paratonerin bir iğne gibi babama saplandığını gördüm. Kabusumdan uyandığımda karşımda Nuh vardı. Adadan geri gelmişti, tabi biz sonradan öğrendiğimiz adadan... O kadar yıl geçince aradan Nuh'un öldüğünü bile düşünmüştük. Nuh bana ‘Dünyanın sonu geldi…” diye başlayan uzun bir konuşma yapmıştı. Sabah babamın karşısındaydık. Nuh Yüce’den aldığı mesajları babama anlatıyordu, gece boyu bana anlattıklarını. Ve babam veda konuşmasını yaptı bizlere:
‘Güzel çocuklarım eğer dünyanın sonu geldiyse benimde sonum gelmiş demektir. İşi uzatmaya hiç gerek yok. Bu isyankarlar Dünya’ya zaten yeterince zarar veriyor yıllardır. Bunların tümünün sebebi insanlarımın Yüce’yi unutmuş olmasından kaynaklanıyor. Ben bile kararsızdım bu güne kadar. Madem ki Yüce Nuh’la iletişime geçti. İnsanlık ona emanettir. Senden istediğim Atlantis: Bir şekilde Nuh’a inanmayıp ta temiz kalpli kalanları toplayıp onları yaşatman. Ben her an ölebilirim, bu yüzden ikinizde hakkınızı bırakmayın bende.’"

     Babam kendi babasının konuşmasını bizlere yaparken hüzünlenmişti. Hatta öyle hüzünlenmişti ki sesi ağlamaklı bir hal almıştı. Babasının sözlerini tükettiğinde ise yine bir dalgınlık hali başladı ve bizim için sessizlik. Sonra devam etti.

     "Aradan bir hafta geçmişti. Yeryüzünde büyük depremler olmaya başlamıştı. Çok sağanak yağmurlar ve ceryan çeken yıldırımlar. Normalde yıldırımlar ceryan salardı toprağa. Ama bu yıldırımlar arşa geri çekiyordu sanki ceryanı… Ceryan ne diye sormayın anlatması hiç kolay değil. O olmasaydı teknoloji olmazdı. O olmasaydı küçük gece güneşlerimiz. Hayvansız arabalarımız olmazdı. Nerdeyse hiçbir şeyimiz olmazdı. Ceryan teknolojinin temel taşı sayılırdı. Neyse canlarım, bunu anlatmak gerçekten kolay değil. Bu yağmurlar deniz seviyesini yükseltmeye başlamıştı. Ve ben babamın bana tarif ettiği temiz kapli insanları toplamaya başlamıştım. Hepsini topladığıma inandığım vakit, Arı dağına yönelmiştim. Nuh ise Yüce’den aldığı tasvirle ceryansız bir araç yapımına gitmişti. O güne kadar İnsan ırkı hep korkmuştu denizden. Nuh ise bilinmeyen bir şey yapıyordu. O ne yaptı bilmiyorum. Ama belli ki başarılı olmuş. Yeryüzü ırkı onun çocuklarıdır çünkü. Ona biat edenlerin çocukları. İkinci nesildir yeryüzü insanları. Birinci nesil bizim atalarımızdı, Yüce'yi unutan ve onun gazabına uğrayan atalar..."

Şimdi yüzünde öfke vardı. Böyle keskin mimikler onun konuşmasında böyle duraksamalara yol açıyordu. Devam etti babam:

"Bense topladığım insanları şehrin kuzeybatısına Arı dağının zirvesinde büyük bir mağaraya götürdüm. Gıda sıkıntımız yoktu. Okuldaki hocalarımdan bir tanesinin bu mağaraya öncelerden ne olur ne olmaz diye sakladığı kuru gıdaları vardı. Hepsi soğuk bir bölmedeydi. İnsanlarım mağaranın giriş kısmındaki bölmelerde günlerini geçirirken ben derinlere indim. İnsanlarımı sarayda en çok güvendiğim korumam Repas'a emanet ettim. Keşfime çıktım, hocamın beni bir kere getirdiği bu mağarada ne tür gizemli şeyler olduğunu gerçekten merak ediyordum. Daha önce gelmeye cesaret edememiştim. Çok derinlerde büyü aparatlarıyla döşeli bir oda bulmuştum. Bu odayı okuldaki hocamın işidir diye süzerken biri çıktı ortaya. Doğu Çar’ının kızı Elem… Onunla uzun konuşmalar yaptık, anlatmayayım. Neden babasından kaçtığını annenize sorun. O uzun konuşmalardan sonra insanların denizlerde yaşayabilmesi için uğraştığı büyüsünün son noktasına yardımımı istedi anneniz."

Şimdi yüzünde daha güzel bir gülümseme vardı. Anlattıkları gittikçe daha bir meraklandırıyordu insanı. Ve bazı şeyleri eksik anlatıyordu babam. Ona soru sormayı kimse deneyemezdi. Anlattıklarını bölmeyi hiçbirimiz istemezdik. Böyle bir şeyi yapmaya kalkıştığımızda babam sorunun cevabını verecek ve daha sonra bir daha hikayesini anlatmaya devam etmeyecekti. Sorularımız babam susana kadar bekleyebilirdi. Bunu tecrübe etmiştik.

"Günler süren araştırmalarımız sonucunda bunu başardık. Anneniz bir biyobüyücüdür. Araştırmalarımız sonuç verdiğinde mağaranın üst katlarına çıktık. İnsanlarım telaş içerisinde idi. Sular neredeyse mağaramız seviyesindeydi. Yıldırımlar ve diğer felaketlerse olabildiğine azmıştı. Ama ben bu telaşı susturdum. İnsanlarıma her şeyi anlatmadan önce farklı bir şey yaptım. Elem’i insanlarıma tanıttım ve diz çöktüm: ‘Benimle bir ömre var mısın?’ dedim ona. O uzun bir sessizlikten sonra 'Evet' dedi. İnsanlarıma her şeyi anlattım. Sonra Elem’le beraber mağaranın girişine çıktık. Bütün dünya sular altında kalmıştı. Anneniz ve ben ilk olarak kendimize uygulamıştık büyüyü. Suların altına indik. İmparatorluğun merkez şehri Attalia’ya yöneldik. Ama gördüğümüz manzara felaket manzarası sularla sınırlı değildi. Bütün şehir depremlerle yıkılmıştı. Sadece benim yapım kalmıştı. Yukarı çıktık. Arşdelen’imin yarısına ulaşmıştı sular. Ufak balkonlardan birine çıktık, sular üstünde olan. Sonra İsyankarlar bizi fark etmesin diye, psişik büyülerimi kullanarak görünmez yaptım ikimizi. Bütün İnsanlık yok olmuştu, isyankarlar haricinde."

Yine hüzün vardı babamın yüzünde. Babamın büyücülükte uzmanlık alanı psişik büyülerdi. Anneminse biyobüyüler. Bir ara babamın gözlerinde yaşlar gördüğümü sandım. Anlatışı olabildiğine etkileyiciydi.

"Elem kanatlandı, onun kanatlarını ilk kez o gün gördüm. Arşdelen’imin son katına kadar çıktık. İçine girmek imkansızdı, içi beyaz bir sisle doluydu. Sonra biz geri çekildik, havada asılı kaldık. İsyankarlar uçan araçlarıyla canlılardı. Yüz kadar uçan araç vardı. Tam o sırada İsyankarlar’ın tüm araçları arşdelenin yarı katının seviyesine üç etrafına toplandılar. Bizse sadece izliyorduk. Ne yapacaklarını ve buna karşı ne yapabileceğimizi bilmiyorduk. O uçan araçlar mavi ışın topları ile ateş ettiler. Bir süre sonra arşdelen ortasından ikiye ayrıldı. Devrilmeye başladı. O sırada havada bir canlı gördüm. Babam son kattan düşmüştü, bina devrilirken. Bina ağırlığı ile babama yetişti. Babam Brah paratonerin ucuna saplandı. Etrafa kanlar saçıldı. Babam ölüyordu. Ona doğru hareket ettiğimizde; kulakları sağır edecek seviyede bir gürültü geldi. Olduğumuz yerde kilitlendik kaldık. Çok uzaktık, ama yaklaşamıyorduk. Bir güç bizi olduğumuz yere kilitlemişti. Birkaç saniye sonra belki yüzlerce yıldırım düştü yeryüzüne. Sanki çektiği tüm cereyanı kusarcasına yüzlerce yıldırım düştü. Yıldırımlar paratonerce çekilince anladım. Ceryan çekmediğini. Ceryanları kusuyordu adeta. Yıldırımlar İsyankarlar’ın araçlarını mıknatıs gibi paratonere çekti. Tamamı parça parça oldu, babamla beraber. Arşdelenin yarısı paratonerin zemine saplanması ile tam ters döndü ve diğer yarısı ile paralel ve aynı seviyeye ulaştı. Sonra yine o güne kadar olmamış bir deprem oldu. Biz havadaydık belki ama depremi hissetmemek mümkün değildi. Deprem yaklaşık bir dakika sürdü. O bir dakika da Arşdelen’in iki yarısının da ellişer katını zemine gömdü. Su yüzeyine kabarcıklar yükseldi. Kabarcıklar artmaya başladığında beyaz sisi kusmaya başladığını anladım. Şimdi Arşdelen’in kopan parçasına Kırık Dünya, asıl parçasına ise Devrik dünya diyoruz. Ben babamın mezarı diyebileceğim yerin üstü olduğu için Kırık dünyayı kullanmak istemiyorum. O yüzden halkımın evi Kırık Dünya. Ve Devrik Dünya Elem ve benim evim. Sizlerin evi. Sarayımız…"

Ufak hıçkırıklarla başlayan ağlaması zamanla sertleşti. Atlantis'in gözyaşları aktı. Çocuklarının önünde ilk kez ağlıyordu belki. Bu duraklama baya uzun sürdü. Ama kimsenin ağlamaya engel olmaya niyeti yoktu. Uzun sürenin sonunda tekrar başladı konuşmasına, Çaratlantis:

     "Bütün bunlar olduktan sonra Arı dağına geri dönüp insanlarımıza büyü yapmamız gerektiği aklımıza geldi. Geri dönüş yoluna koyulduk. Çok yüksekten uçuyorduk. Elem üstte idi, elleri ile beni tutuyordu. O Arı dağına götürürken bizi, ben uçsuz suları seyrediyordum. Bir ara kardeşim Nuh’un deniz aracını gördüğümü sandım. Elem’e sordum, görüyor musun diye. O da gördüğünü teyit edince. O tarafa doğru yöneldik. Ama paratonere yöneldiğimizde bizi sabitleyen güç yine durdurdu bizi. Gördüğüm kadarıyla Nuh yanına sadece insanları almamıştı. Hayvanlar ve bitkilerde vardı, o devasa deniz aracında…"

Bu kadar uzun yaşayıp. Böyle net hatırlayabilmek hem çok yıpratıcı hemde çok iyi olmalıydı. Ama her şeye rağmen onun yerinde olmak istemezdim. Kısa bir duraklamadan sonra devam etti:

     "İnsanlarımızın yanına ulaştık. On-on beş insan vardı. Hepsini büyüledik, üç beş gün sürmüştü bu olay. Yağmur devam ediyordu. Sular yükseldikçe yükseldi. Depremler devam etti. Kara parçaları yer değiştiriyordu suyun altında. Sular mağaramıza ulaştığında, Atlantis halkı su hayatına başladı…”

Babam uzun bir sessizliğe kapılınca anlamıştık, hikaye bitmişti. Odadaki yedi kişide de hüzün vardı.

İşte böyle anlatmıştı babam, yıllar önce. Attalia kentinin tüm yapıları kayıptı. Babamın dediğine göre hepsi toprak kaymaları ile sürüklenmiş ve bu gün Türkiye’nin güneyinde bulunan Antalya kenti civarına ulaşmıştı. Gerçek Attalia da bu gün Devrik ve Kırık dünya haricinde yapı yoktu. Zemin balçıklaşmıştı. Bu zemine yapı yapmak imkânsız, hele sular altında…

DEĞİŞ-TOKUŞ

     Sudan çıkmıştık, babamın son hatırası, uçan iki mavi şovalye pelerini ile. Pelin donakalmıştı biz çıktığımızda. Pixe’nin ayakları yoktu. Onu kucağıma aldım ve karaya ayak bastım. Etrafta kimse yoktu. Pixelans’ın yaptığı büyü ile aynı kara kutu düştüğünde olduğu gibi tüm dünya donmuştu: Üçümüz ve henüz etkileyemediğimiz Asi Bermuda’lılar haricinde… Pelin kendine geldi. Yüzü korkudan bembeyazdı. Pixe elimde ölmeye başlamıştı. Yüzü kıpkırmızı idi. Bir tarafta bembeyaz yüzlü kardeşim diğer tarafta gittikçe morlaşan kıpkırmızı kardeşim vardı. Pelin’e yöneldim:
“Hiçbir şey sorma Pelin. Evde her şeyi anlatacağım. Şimdi sen direksiyona geç, biz arka koltuğa. Çabuk eve gitmeliyiz. Acele etmezsek Pixelans ölecek.”
“Şahin sen misin?”
“Lütfen Pelin benim ben!”
“Ben…”
“Hadi lütfen acele eve gidelim, söz her şeyi anlatacağım.”
Pelin şaşkındı, doğaldı tabi… Baktım olacak iş değil. Direksiyona ben geçtim. Pixe’yi arka koltuğa yatırdım. Pelin yanıma oturdu. Evden çıkarken arabaya koyduğum, pet şişelerdeki suları Pelin Pixe’ye içiriyordu. Hızla eve gittim. Aklımda olabildiğine hızla eve gitmek vardı. Pelin’in sorduğu soruları cevaplamıyordum. Bazılarını cevaplıyordu Pixelans, güçlükle… Eve gittik. Pixe’yi küvete koydum suyu açtım ve küvet suyla doldu. Üçümüz banyodaydık. Uzun bir süre Pixe ile beraber Pelin’in sorularını yanıtladık. Onu razı ettik ruh değişimine.İlk ruhunu salan Pelin olacaktı. Pelin iki ruhlu olunca salacağı ruhu bilemeyebilirdi. Bu da bizi uğraştırırdı. Pelin delirebilirdi. Bu konuda tecrübeli olan Pixe ilk önce ruh çekti. Pelin saldı. Ona uzun uzun anlattık, ruhunu nasıl salacağını. Sonra Pelin gözlerini kapattı. Dudaklarını Pixe’nin dudaklarına kapattı. Burnundan olabildiğine sert bir nefes çekti. İçinden hayal edebildiği cenneti düşündü. Ve bütün nefesini Pixe’nin ağzına verdi. Birkaç saniye sonra karbondioksitli bolca bir hava çıkardı Pixe. Sonra aynı işlemi o da yaptı. Pelini denize saldık, Atlantis’e…

TAPİAR ADASI

     Kardeşim Pixe ile Bermuda’nın üstündeki yegâne ada Tapiar adasında idik. Burası bizim güç toplama adamızdı. Buraya her geldiğimde içimden bir his bu adanın Amcam Nuh’un Yüce’nin vahiylerini aldığı ada olduğunu söylüyor. Ben bunları düşünürken Pixelans gerekli malzemelerle yanıma geldi. Ne kadar da çok benziyordu Pelin’e. Şu anda onun bedeninde olsa bile, kendi bedeni de çok benziyordu.

Bir daire çizdim zemine, artı işareti oluşturacak şekilde dört noktası vardı; Kuzey, Güney, Doğu, Batı. Tüm malzemeler hazırdı. Bir daire, dört noktası var, dört köşe. Kuzey köşesinde erimekte olan buz parçası. Doğu köşesinde kutsal kitap Kuran-ı Kerim. Batı köşesinde Kırık Dünyanın en son yani en dipteki katından çıkardığımız mavi inci. Güney köşede ise kömür ve benzin vardı. Orta noktaya yöneldik. Bıçağımı çıkardım cebimden. İkimizin de koluna çizik attım. Kanları dairenin merkezine akıttık. Alevler yükseldi. İçimize çektik alevleri. Güney köşeye yöneldik, dairenin içinde kalarak. Kömür ve benzine üfledik. Alev aldı güney köşe, aynı anda kuzey köşedeki buz daire çizgisi üzerine dağılmaya başladı. İkisi batı ve doğu köşede birleşti. Buz ve Ateş Kuran’a ulaştığında; ona dokunmadan geri dönüşe geçtiler. Aynı anda inci parlak bir patlamayla güç zamanın geldiğini söylemiş oldu.Pixe kuzeye ben güneye yöneldim. Ben ateşi Pixe buzu geri çekti…

     Yanımda getirdiğim laptop’ımla internete girdim. Haber sayfalarına… Girdiğim ilk haber sitesindeki manşet: BERMUDALILAR GERİ Mİ DÖNDÜ?
     Nasıl olur da Asi’ler bu kadar kısa sürede güç toplamışlardı. Kaçan büyücünün yetenekleri ne kadardı? Bu sefer başımızda büyük dert vardı gerçekten…
BN CN
Bütün soruların cevabı 3. ve son bölümde.

13
Şişedeki Mısralar / Ynt: Resimli Şiirler(im)
« : 05 Eylül 2011, 10:32:17 »
marsli şurayı bir etraflıca okursan sevinirim. Diğer forumlar çığrından çıkmış bir şekilde 1-2 dakika aralıkla atılan mesajları umursamıyor olabilir, fakat bu forumun farkı ve güzelliği de işte aşağıdaki kurallar. Lütfen bunlara uyalım.

http://www.kayiprihtim.org/forum/rihtim-kanunlari-t8338.0.html
Size gerçekten hak veriyorum acemiliğime verin. Şu an telefondan giriyorum, en yakın zamanda hatamı düzelteceğim. Zaten artık o siteye pek girdiğim söylenemez. Anlayışlı olmak, kuralları belirtmek kadar görevidir bir forum moderatörünün, değil mi?

14
Şişedeki Mısralar / Ynt: Resimli Şiirler(im)
« : 05 Eylül 2011, 00:49:04 »
Yinede ilgi gösterdiğin için teşekkürler, saygılar...

15
Şişedeki Mısralar / Ynt: Resimli Şiirler(im)
« : 05 Eylül 2011, 00:48:24 »
Ölmek için mi yaşıyoruz, yaşayıp ta mı ölüyoruz?

Ben bunların tamamını yayınlayacaklarımı da öyle zevk olsun diye şiirlerimin okunabilirliğinin artması için yaptım yapacağım. Burada önemli olan tema değil ruh... Yaşarken ölümü düşünmemek gerek... Ölümden sonrası önemli olsa bile ölüm önemsizdir...

Sayfa: [1] 2 3