Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Rhuben

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Kırık Kafa Tavernası
« : 23 Ağustos 2014, 18:14:49 »
Özet: Üç tane kafadar cüce, Buhar Mağarası'nın tepesine bir taverna açarlar. Amaçları yeteri kadar para toparlayıp, mağaradan ve düşmanlarından kurtulabilmektir. Ogre, verdiği sözde durmayacak. Bu üç arkadaş, amaçları uğruna bir çok şeyden fedakarlık etmeyi göze alacak ama bakalım o yürek, bu üç cüce arkadaşta var mı? Kim bilir, ummadık taş baş yararmış...

Birinci Bölüm
Taverna Kuruluyor

"Sanırım midemin ağrısından ölüyorum Hilmi!" dedi Halim, iki eliyle de midesini ovuyordu. Hilmi, kovuğun mutfağında, bir elinde tuttuğu yemek kitabına bakarak, akşam yemeği için yemek yapmaya çalışıyordu. Halim ise yerdeki döşemenin üzerinde, yatar haldeydi.

"Bu akşam ne yiyeceğiz bakalım?" dedi Halim. Hilmi, Halim'i duymamış gibi yapıp tavuğun göğsünü ortadan yarmaya devam ediyordu.

"Bu akşam da zehirlenecek miyiz ha?". Halim ısrarla soru sormaya devam ediyordu. Hilmi elinde parçalanan tavuğu tezgaha bıraktı ve arkasını döndü. Yüzünde bıkmışçasına bir ifade vardı. Hilmi tüm cücelerden birazcık daha uzundu. Havuç turuncusu saç ve sakalları vardı. Merlin'in sakalı aşkına! Sakalları boyu kadar uzundu yahu! Onları her sabah örüyor, akşam yatarken yatakta canını yakmasın diye çözüyordu. Halim ise tam tersine, sakal uzatmayı sevmiyordu. Bunun yüzünden sakalları köprücük kemiğine kadardı. Hilmi üstüne giydiği mutfak önlüğünün ucuyla alnında ki teri sildi. "Hakan gelene kadar böyle, beğenmiyorsan kendi yemeğini yapar yersin".  Onlar konuşup, tartışırken bir anda kapı açıldı. Tip olarak onlar gibi biri girdi içeri. Saçı başı ıslanmıştı. Elinde ki torba keselerini döşemenin üzerine bıraktı ve gülümsedi. "Merhaba dostlar!" Gelen ıslak hamburgere benzeyen cüce, Hakan'dı. Sesi borazan gibiydi. Hakan, diğerlerine nazaran o yumur yumur elleriyle harika yemekler ve iksirler yapardı. Hilmi zırhının üstüne giydiği mutfak önlüğünü tek eliyle iplerinden kopardı ve yere bıraktı. "Sen de geldiğine göre, ben de yatayım bari. Bu akşama tavuk kalbi yapmayı planlıyordum ama... Sen daha iyilerini yaparsın" dedi ve kendini Halim'in yanına, döşemeye bıraktı. "Umarım" diye ekledi gülümseyerek. "Dışarıda feci yağmur var. Üstümü değişeyim, yemeğe başlarım. Bir de önemli bir konu var" dedi mutlu mutlu Hakan. Ve ayak parmaklarının üzerinde odasına doğru ilerledi.

***

"Nasıl olmuş?" dedi Hakan eliyle masayı göstererek. Hilmi ile Halim'in gözleri açılmıştı. Hemen masanın etrafına doluştular ve yemeğe başladılar. Ağızlarının içine ne bulurlarsa sokuyorlardı, hatta Halim bir ara tabağı yemeğe kalkıştı. Neymiş? Üstünü sıyırmak istiyormuşmuş.

"Gorçokton, horoko!" Ağzında bir dolu yemekle konuşuyordu Halim. Hakan, Halim'in dediklerinden bir şey anlamadığı halde teşekkür etti.

Yemekten sonra hepsi kendi odalarına çekildiler. Hakan onlara bu gece bir şeyi anlatmamıştı. Unutmuş, yarına saklamıştı. Yarın gerçekten büyük gündü. Hilmi ile Halim çoktan uyumuşlardı.Yarın olacaklardan habersiz.

Ertesi gün, üçü de aynı anda uyandı. Sırayla lavaboya girdiler ve yüzlerine mağaranın kenarından akan Nur Nehri'nin buz gibi suyunu serptiler. Ardından yemek masasına oturdular. Ve Hakan, vakit kaybetmeden konuşmaya başladı. "Arkadaşlar... Dün akşam buraya gelmeden önce biriyle konuştum... Daha doğrusu birinin adamıyla." Hilmi ve Halim yemek yemeyi bırakıp, dikkatlerini Hakan'a verdiler. Hilmi "Eee?" dedi. Hakan "Eeesi... Bizim taverna işi oldu... Ancak..." demeye kalmadan Hilmi ile Halim yemek masasından kalkıp dans etmeye ve şarkılar söylemeye başladılar. Hakan gülümsedi ama sonra tekrardan somurttu. Ve sesini biraz daha yükseltti. "Ancak, Ogre ile görüşmemiz gerek. Taverna'nın ilk şöleninde ki hasılatın yarısından fazlasını ve her gün her öğün bedava yemek verilmesi karşılığında, Öz Dağı'nın, Buhar Mağarası'nın tepesinde ki yeri bize vereceğini söyledi." Hilmi ve Halim oynamayı kestiler ve masaya oturdular. Hakan ayağa kalkıp masada ki tabak çanakları mutfağa götürdü. Geri geldiğin de döşemeye attı kendini. Hilmi "Öyleyse hemen başlayalım çalışmalara... Ogre işini de... Düşünürüz artık" dedi. Halim de başını onaylarcasına salladı. Ve üç kafadar, mağaraların da işe yarayacak ne varsa, her şeyi topladı ve Öz Dağı'nın, Buhar Mağarası'nın tepesine doğru yol almaya başladı.

Taverna'nın durumuna bakmak için tepeye, en tepeye kadar tırmandılar. Aralarda mola verdiler ve seyyar satıcılardan, taverna için gerekli olabilecek malzemeler aldılar. Yol boyunca şarkılar söylediler, eğlendiler. Yorulmalarına da değdi. En tepeye geldiklerin de, taverna önün de bir goblin onları karşıladı. Güle oynaya gelen kafadarlar bir anda yüzlerine ciddi bir ifade takındı. Hilmi bir kaç adım daha önden yürüdü ve her üçü de goblinin önüne gelince ellerindeki torbaları yere bıraktılar. Hilmi hiç tereddütsüz "Çekil yolumuzdan pis..." diyecekken, Hakan kolundan tuttu ve geri çekti. "Ogre efendi nasıl? İyi mi?" diye gobline yağ çekmeye başladı. Goblin dillerinden anlamıyordu. Hakan elini cebine attı ve bir kaç altın alıp gobline doğru fırlattı. Sonra da Hilmi ile Halim'e dönüp "Dilimizden anlamaz ama paramızı tanır" dedi. Goblin gülümseyerek ve elinde ki altınları sayarak kapıdan kalktı, kafadarlar ise tekrardan poşetleri alıp tavernanın içerisine doğru girdiler.

Gördükleri manzara pek iç açısı değildi. Hakan bu durumu iyiye çevirmeye çalışarak "Daha beteri de olabilirdi ha!" dedi. Hilmi ile Halim'de yüzlerini asarak içeri girdiler. Taverna oldukça genişti. Ve içerisi örümceklerin yuvalarıyla doluydu. Masalar çürümüştü, sandalyelerin bir ucu göğe bakıyordu. Diğer ucu yoktu bile! Hakan ile Hilmi çürük ve işe yaramaz her şeyi dışarı çıkardılar ve olduğu gibi kapının önüne yığdılar. Halim ise yerleri süpürmeye başladı. Ağzı yine susmuyordu.

"Atalarımız mağaralarda maden toplarken, biz neler yapıyoruz neler..." sesinde de bir mutsuzluk vardı. Hakan ile Hilmi durumdan gayet memnun gibiydiler. Hakan sözünü yine tekrarladı. "Daha beteri de olabilirdi. Neyse." Elinde ki son çürük sandalye parçasını da dışarı attıktan sonra konuşmasına devam etti. "Bu akşam Ogre ile görüşeceğiz. Tabii, yeni malzemeleri..." Konuşurken arada soluklanıyordu. "...aldıktan sonra". Hilmi ile Hakan aşırı terlemişlerdi. Halim ise onlardan çok ağır iş yapmış gibi, işini bitirdikten sonra dışarı da bulunan taşın üzerine oturdu. Üçü de oldukça susamıştı. Halim, karşısında duran kuyuyu fark etti. Ve Hakan'ı çağırdı. Hakan kuyuya doğru bakmak için biraz eğildi ve kuyunun dibini göremedi. Hilmi'ye "Sen şu kuyudan su çıkarmaya bak, ben Halim ile malzemeleri alayım" dedi. Hilmi, kuyunun içerisinde bulunan makarayı çevirmeye başladı. Hakan ile Halim, yola çıkalı yaklaşık 2 saat oldu ve Hilmi'de onlar yola koyulduklarından beri makarayı çeviriyordu. Çevir anam çevir. Çevir de çevir. Kova bir türlü gün yüzüne çıkmıyordu. Tam pes edecekken, karşısında Hakan'ı gördü. Hakan tepeye şarkılar söyleyerek çıkıyordu. Hilmi'nin gözleri haliyle Halim'i aradı ama Halim ortalıkta yoktu.

Hakan, Hilmi'nin yanına gelince "Çıktı mı bir şey?" dedi. Hilmi iki elini de çaresizce yana açtı. Halim'i merak ediyordu. "Hal..." cümleye başlayamadan Hilmi, Hakan'ın koluna girdi ve onu içeriye soktu. Kapıyı kapadı ve o az önceki hali, yoktu. Sanki maske takmıştı. "Halim geliyor, malzemeleri şu küçük yaratıkların sırtına koydu. Ona bir kaç altın da verdim. Yavaşça geliyor. O hepsini yerleştirir. Biz şimdiden Ogre'ye gidip bi' şu durumu konuşalım yahu. Açmadan batacağız!" Oda da volta atmaya başladı. Hilmi onaylarcasına başını salladı ve "Ee, hadi o halde. Gidelim bakalım" dedi. Hilmi zırhının üstüne giydiği pelerinini aldı ve kapıya doğru yöneldi. Hakan ile tam çıkacaklarken Hakan başına hafifçe vurdu. Bir şey unutmuş gibiydi. "Yahu, nasıl aklıma gelmez. Ogre'ye yemek yapmam lazım. Onu memnun edebilmek için." Hilmi gülümsedi. "Yapıver birşeyler. Hemen." dedi. Hakan yerden bir tahta aldı ve ellerini tahtanın üzerine gezdirdi. Sihirli kelimeler mırıldanıyordu. Hilmi ters ters baktı. "Ne gizli saklı yapıyorsun, bağıra bağıra söyle. Hiç sihirli söz duymadım şu hayatıma kadar." Hakan ona sen bilirsin bakışı attı. Ve bağırmaya başladı. "Bu tahta, oluversin bir kanat. Yoksa üzülecek bu zât!" Hilmi kendini gülmekten tutamadı ve bir kahkaha patlattı. "İyi ki büyücü olarak doğmamışım" Gülmeye devam ediyordu. Hakan ise rencide olmuş gibiydi, yanakları pembeleşti. Ama bir anda tahta, pişmiş bir tavuk kanadına döndü. Hakan hemen bir bezin içerisine sardı ve yola çıktılar. Tepeden aşağı inmeye doğru başladılar. Buhar Mağara'sının tam arkasından da Halim geliyordu. Elinde avucunda ne kadar altın varsa hepsini küçük yaratıklara kaptırmış, üstelik yolun yarısından itibaren de kendi taşımak zorunda kalmıştı. Malzemeleri teker teker tavernanın önüne getiriyor, içeri özenle ve sırayla diziyordu. Taverna adam akıllı bir görünüme sahip olmuştu artık.

2
Yorumun için teşekkürler, içimden geldi ve yazdım. Yazarken zevk aldım açıkçası, sadist ya da o tür düşüncelerde olan biri değilim ama hoşuma gitti böyle yazmak. YGS/LYS çalışmasına başladığım için yeni bölümleri yazamadım bir türlü. Kağıda yazmaya karar verdim. 2 bölüm daha yazdım ve onları bir haftasonu paylaşacağım umarım. Sevgilerle.

3
Bölüm 2
Çocuk Kurban


Sabah olmuş, kuşlar cıvıldamaya başlamıştı. Karakoncolos kafasına bir kuşun konmasıyla uyandı. Kuş, kafasına konduktan sonra sakalının arasına gagasını sokarak yiyecek arıyordu. Karakoncolosun sakalını yemek aracı olarak görmüştü. Karakoncolos ayağa kalktı ve boynunun tutulduğunu fark etti. Atik bir hareketle boynunu kıtlattı.  Cama doğru yaklaştı ve camdan aşağıya sarktı. Gözleri fırıl fırıl dönüyordu. Etrafta birinin olup olmadığına baktı. Kimseyi görmediğinden emin olduktan sonra, kulenin merdivenlerinden aşağıya inmeye başladı.

Karakoncolos kapıyı açtı ve asker hala yerdeydi. Kimse fark etmemiş diye düşündü. Sonra askerin ölüsünü içeri çekip kıyafetlerini çıkardı. Kendi kıyafetleri üzerine giydi. Askerin silahını da aldıktan sonra kapıyı kapadı ve Ateşoğulları'nın sınırına doğru yürümeye başladı. Dün askerin ıslıkla tuttuğu ritmi tutmaya başladı. Arada kahkalar atıyordu. Bayağı bir yol yürüdü. Tepede duran güneş, giydiği zırh sebebiyle onu yakmıştı. Fazlasıyla terliyordu. Arada dinlendi ve tekrardan yürümeye başladı.

Ateşoğulları sınırına geldiğini farketti bir anda. Toprak renk değiştirmişti. Daha doğrusu toprak yerini kuma bırakmıştı. Ateşoğulları, Ateş Çölü'nün ortasında yaşıyorlardı. Çöl kıyıya yakın olduğu için su sıkıntıları olmuyordu. Ve yemek sorunlarını da kavimlerle ticaret yaparak sağlıyorlardı. Karakoncolos gündüz vakti yerleşim yerine gitmenin iyi olmayacağını düşündü. Ve sınırın yakında bulunan Çakmak Dağı'na doğru ilerledi.

Karnı gurulduyordu. Acıkmıştı. Kurbanını gece yakalayabilirdi, o kadar da yol yürümüştü, geri dönüp askeri yiyemezdi. Neden dün gece yememişti ki zaten? Kafasına vurdu, kendine kızarmışçasına. Dağın eteklerine doğru gelmişti. Gözlerini kıstı. Ve sakallarını sıktı. Yüzü sakalla kaplı olduğu için çok terliyordu. Sakalını sıkmasıyla sakalından bardak bardak ter akmaya başladı.

Dağa doğru paralel çıkmaya başladı. Gözleriyle yiyecek bir şey arıyordu. Ve bir ceylan gördü. Silahı ceylana doğru doğrulttu. Gözünü nişan yerine getirdi. Tam sıkacaktı ki silahı yere attı. Yerleşim yerine çok yakındı ve gündüz vakti silah sesi çok abes kaçabilirdi. Silahı ayağıyla itti ve üstünde bulunan zırhı çıkardı. Yere eğildi ve yerdeki bir avuç çimi kopardı. Çimleri bir bütün tutarak vücuduna sürmeye başladı. Terleri siliyordu. Sonra çimleri yere attı ve ceylana doğru yaklaşmaya başladı. Yavru ceylan her şeyden habersizdi. Midesiz bir pisliğe yemek olacaktı.

Ceylana iyice yaklaştı Karakoncolos. Ve naralar atarak koşmaya başladı. Hareketinden önce sesi duyan ceylan tam tersi yöne koşmaya başladı. Ceylan, Karakoncolos'tan hızlıydı. Karakoncolos bir kaç metre koştuktan sonra yoruldu ve dizlerinin üstüne eğildi. Soluk soluğaydı. Tepedeki güneş şartları iyice zorlaştırıyordu. Bir ceylan daha gördü. Derin bir nefes alıp, bağırmadan koşmaya başladı. Ceylan son anda fark etti ve dağın aşağısına doğru koşmaya başladı. Karakoncolos'ta koşuyordu. Koşarken ayağı bir taşa takıldı ve tepe takla yuvarlanmaya başladı. Ceylana koşarken yetişemiyordu, ama şimdi ceylandan daha önce dağın en altına kadar indi. Yere oturdu. Kafasını iki yana salladı. Geceyi beklemekten başka çaresi yoktu. Ve zırhı bıraktığı yere doğru yürüdü. Ağaçlık bir yer buldu kendine. Ve ağacın altına yaslandı, uyumaya çalıştı. Yaslandığı gibi gözleri kapanmıştı bile yorgunluktan.

Uyandığında saat gece olmuştu bile. Hava kararmış, şehirde tek tük evin ışığı yanıyordu. Karakoncolos zırhı giydi, silahını aldı ve şehire inmeye başladı.

Şehire indikten sonra kalenin arkasından dolandı. Amacı bir eve girip, erkek çocuk kaçırmaktı. Sonra onu bir güzel afiyetle yiyecek, karnını doyuracaktı. Bu gece kale de Bozok kavminin reisi vardı. Ve kavim ailesi olarak buradaydılar. Oğullarının oğlu, kızlarının kızı, torunları, kuzenleri, amcaları... Tüm sülaleleriyle buradaydılar. Karakoncolos gece kondu evlerine doğru yürümeye başladı. Evin önünde oynayan bir erkek çocuğu gördü. Şansına bir eve girmesine bile gerek yoktu. Çocuk yerde bir taşla şekiller çiziyordu. Çocuğun önüne zıpladı Karakoncolos. Ve sesini değiştirerek konuşmaya başladı. "Senin bu vakitte burada ne işin var çocuk?" Çocuk kafasını kaldırdığına gece karanlığında asker elbisesiyle Karakoncolosu gördü. Ama onun o olduğunu anlamamıştı. "Oyun oynuyordum, annemler kaledeler. Birazdan gelecekler, bende vakit geçiriyordum" dedi. Sesi o kadar tizdi ki biraz bağırsa plan mahvolabilirdi. Karakoncolos kendinden emin bir şekilde: "Ben askerim, gel seni kaleye kadar götüreyim. Eğer burada durursan seni gece canavarı yakalayabilir!" Son kelimenin üstüne basarak söylemişti. Çocuk bir çığlık attı ve Karakoncolos çocuğun ağzını kapadı. Etrafına baktı, bir kaç evin ışığının yandığını farketti. Ve çocuğu elinden tutarak götürmeye başaldı.

Yola yürürken çocuk bir çok soru soruyordu. Karakoncolos bayılmanın eşiğine gelmişti. Kalenin önüne geldiklerinde kalenin kapılarının açıldığını farketti. Çocuğu kucaklayarak çalıların arasına çekti. Çocuk bağırmaya başladı. "Baba!" Karakoncolos eliyle yerde taş aradı ve bulduğu gibi çocuğun kafasına vurdu. Çocuğun son sözleri boğazında tıkanmıştı. Karakoncolos kafasını havaya kaldırdı ve kaleden çıkanlara baktı. Etrafa bakınıyorlardı. Adam "Geldim çocuğum geldim" diye söyleniyordu. Kıyafetlerine bakılırsa oldukça soylu birilerine benziyordu. İyi bir iş çıkardığını düşündü. Ve çocuğun boynuna daldı. Boynundan bir ısırık alınca, kan fışkırmaya başladı. Kan öyle pompalanıyordu ki, gece karanlığında buradan geçen kaynak bulduğunu zannedecekti. Çiğ çiğ yiyordu. Çocuğun kafasını vücudundan ayırıp kafa tasını çıkardı. Beynini parmak uçlarıyla parçaladı, ve içine bir kaç kez kan doldurdu. Onun için bu kelime anlamıyla bir tastı. Ve çorba niyetine çocuğun kanıyla beynini içti. Yemeğin ağırlığıyla orada sızdı.

Sabah olduğunda etrafta ki bağırışmalarla uyandı. Bozok reisi Salih Bozok, Ateşoğullarına bağırıyordu. Oğlu ortalıkta yoktu. Ve bu daha önce hiç yaşanmamış bir şeydi. Karakoncolos, dün gece ki yemeğini aradıklarını anladı. Ve yerde eğilerek Çakmak Dağı'na doğru koşmaya başladı. Arkasından biri ona bağırdı. "Dur!" Karakoncolos'un eli ayağı titriyordu, arkasını dönmeden cevap verdi. "Evet?" Eğer dönseydi, kıllı suratı görünürdü. "Asker aferin, çocuğu dağda ara. Orası aklımıza gelmemişti" Derin bir nefes aldı Karakoncolos. Az daha yakalanıyordu. "Anlaşıldı efendim" dedi. Ve koşar adımlarla dağa doğru ilerledi.

4
Anadolu Toprakları Serisi
Kitap 1
Karakoncolos

Not: Bu benim yazmaya kalkıştığım ilk kitap. Umarım yarıda bırakmam. Umarım seversiniz. Toplam bölüm sayısı 10 diye kafamda kurdum. Ama olayları anlatış uzunluğuma göre değişebilir. Bu sizi yanıltmasın. Haritayla yaklaşık 45 dakika uğraştım. Bayağı yordu. Bir de hatalarımı ister konunun altından ister özel mesaj olarak atarsanız, kendimi geliştirmem de yardımcı olursunuz. Şimdiden okuyan, yorum yapan ve eleştiren herkese teşekkür ediyorum.

Yazar: Rhuben

Giriş Kısmı: Yüzyıllar önceydi. Dört kardeş kavim Anadolu'da uyum içerisinde yaşıyordu. İkisi yurdun batısında, diğer ikisi ise doğusundaydı. Bu kardeş kavimler, bir gün ateşkes imzalama kararı aldılar. Madem savaşmıyorlardı, bunu kağıda da dökmek istediler. İstediler istemesine ama bir türlü gerçekleştiremediler. Birbirlerine konaklamaya gittikleri zaman  çocuklar bir gece de ortadan kaybolmaya başladı. Bu durumu hep konakladıkları kavimlerin suçu gibi anladılar. Ve savaş kararları aldılar. Yurt ikiye bölünmüştü. Ve bölünme de coğrafi açıdan elverişliydi. Aradaki sıradağlar düşman kavimleri birbirinden ayırdı. Gün geçtikçe çocuklar özellikle erkek çocuklar kaybolmaya devam etti. Neden olduğunu kimse anlamamıştı. Sebep kavimler değildi. Gece canavarı Karakoncolostu...

Harita: (Haritayı görmek için ister buraya tıklayın, isterseniz aşağıdaki Gösterin içerisinden bakın).

Spoiler: Göster


Bölüm 1
Hayal mi gerçek mi?

Gözcü kulelerinin güney cephesinde nöbet tutan bir asker, gece vakti Terkedilmiş Bölge'den gelen bir kaç insan görüyordu. Silahını kuşanıp, kulenin aşağısına doğru koşar adımlarla inmeye başladı. Gözcü kuleleri, Anadolu'nun iki yakasına geçiş aracı olarak kullanılıyordu. İki adet kule vardı. Ve kule de nöbet tutan askerler kulenin hemen yakınındaki gecekondu mahallesinde kalıyorlardı.

Asker silahını gelenlere doğru doğrulttu. Üç kişi koşar adımlarla yaklaşıyordu. Asker onlara doğru bir adım attı ve seslendi. "Durun, kimsiniz?" Sesi çok az çıkmış olacak ki gelenler durmayıp daha da hızlandılar. Asker boğazını temizlemek için yere tükürdü. Ve Anadolu Toprakları Kuralları'na göre bu suçtu, ama kim görebilirdi ki? Şimdi bunların düşünme sırası değildi. Gözlerini topraktan kaldırdığında adamları önünde göremedi asker. Ve hızla arkasını döndü. Arkasında da yoktu. Asker silahını yere bıraktı ve gözlerini ovuşturdu. Hayal gördüm galiba diye düşündü. Gülümsedi.

Kulenin girişine doğru yaklaştı, ıslıkla bir şarkı uydurmuştu. Ritmi de hoşuna gitmişti. Silahı omzuna asmış, dolunayın az da olsa aydınlattığı yerlerden gitmeye çalışıyordu. Kulenin kapısının önüne geldiğinde ıslığı kesti ve öksürdü. Bir şey boğazına yapışmış gibiydi. Kapıda kanlarla Göktürkçe bir şeyler yazıyordu. Asker ne yazdığını bilmiyordu. Okuma yazması  yoktu. Zaten okuyamanları asker yapıyorlardı. Hayatı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. 18 yaşında bir delikanlıydı. Boğazına ip geçirilmişti. Arkasından kaba bir erkek sesi duydu. Bir şeyler mırıldanıyordu kulağına. Ama adamın dilini bilmiyordu. Gözleri patlarcasına büyüdü askerin. Silah elinden düştü ve beynine oksijen gitmiyordu. Sanki beynine çekiçle vuruyorlar gibi hissediyordu. Her an patlayıp beyni dışarı fışkıracak gibi. Ve hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Ölmesine ramak kala adam onun dilinden konuştu. "Karakoncolos geri döndü!" Asker o sırada can vermişti bile. Karakoncolos askerin ölüsünü sırtladı ve kapının yanına kadar götürdü. Kanla yazdığı yazının tam altına, poz verircesine cesedi bıraktı. Ve gülümsedi.

Kulenin içerisinde hızla adım attı Karakoncolos. Bu geceyi atlatacak bir yer arıyordu. Ve en üst kata çıktı. Şansına boştu kule. Sadece gencecik bir askere emanet etmişlerdi. Onun hatası değildi. Yanlış yerde, yanlış zamanda bulunmuştu o kadar. Kulenin en üst katında camın tam altına doğru uzandı. Yer pislik götürüyordu, ama kimin umurunda? Karakoncolos yerden daha pisti. Görünüşüne uyan bir hayvan yoktu. Ağzı yok konuşuyor, yemek yiyor, gülümsüyordu. Gözleri alabildiğince kanlıydı. Suratının tamamını kaplayan bir saç sakal karışımı vardı. Boyu normal insan boyundan uzundu. Kilosu boyuna oranla azdı. Bacakları uzundu, kolları kısaydı. Ama parmakları neredeyse ayrı bir organmış gibiydi. Tırnakları yıllardır hiç kesilmemişti sanki. Uykuya daldı Karakoncolos. Yarın ki planını rüyasında görmek için.

Bu sırada yurdun doğusunda, kavimler olaydan habersiz bir gece geçiriyorlardı. Yüzatlılar bu gece uyumayıp, kavimlerinin kuruluş gününde ziyafet veriyorlardı. Şehrin ortasında ki Kut Han'ında buluşmuştu tüm kavim. Masalarda binbir çeşit yemek vardı. Kavim lideri Arslan Yüzatlı, tavuk budundan kocaman bir ısırık aldıktan sonra ağzını bir mendile sildi ve ayağa kalktı. Boyu kısaydı. Diğer insanların onu görebilmesi için sandalyenin üzerine çıktı. Ve iki elini birbirine vurdu. Handa ki herkes konuşmasına devam ediyordu kimse Arslan Yüzatlı'yı farketmemişti bile. Arslan hafifçe eğildi ve masada bulunan boş tabak ile çatalı aldı. İkisini birbirine sertçe vurdu. Tabak ortadan kırılmıştı ve Arslan herkesin dikkatini sonunda çekmişti.

Konuşma yapacağı açıkça belliydi. Öksürdü. Ve ses tonunu yükselterek konuşmaya başladı. "Sevgili Yüzatlıllar. Kavmimizi bildiğimiz günden beri tam 120 yıl geçmiş. Hey gidi günler hey. Bu gün kuruluş günümüzdür. Diğer kavimlerle dosttuk. Ama onlar çocuklarını bizim çaldığımızı söylediler. Bizimkileri de onlar çalmışlardı. Bu nasıl bir öç almadır? Biz çalmadık bile! Her neyse.. 10 güneşten önce savaş yakındır. Herkes bol bol yemek yesin. Özellikle erkekler. Savaşta ihtiyacımız var herkese. Afiyet olsun". Arslan konuşmasını bitirdikten sonra zıplayarak kendini sandalyesine bıraktı ve elindeki tabak parçasıyla çatalı yere attı. Tekrardan tavuk budunu ısırdı. Şarabından yudumladı.

Aynı şenlik Yüzatlılara komşu kavim olan Gürsoylar için geçerli değildi. Onlar yas tutuyorlardı. Daha 3 ay önce kavim lideri Halis Gürsoy'un 3 oğlu kaçırılmıştı. Onlarda bu durumu Yüzatlılardan biliyorlardı. Halbuki çocukları kaçıran kavimler değildi. Kavimlerin arasında dolaşa bir canavar olan Karakonculustu. Şimdiki hedefi yurdun batısıydı.

Bilgilendirmeler

X Güneş: 1 Güneş, 1 Günü ve sonrasını temsil etmekte.
X Ay: 1 Ay, 1 Gün öncesini temsil etmekte.

Bu olayın sebebi günlerin güneşle doğup, ayla sonlanmasıdır. Kavimlerin ortak kararıyla bu düzen kabul edilmiştir. İlk bölüm savaştan 10 güneş öncesini anlatmaktadır.

Sayfa: [1]