Hureeey, gördüm. Ben de katılayım dedim müsaadenizle.
Mavi göğe tutunmuş seyrek bulutların secde ettiği güneş sarı ışınlarıyla yeryüzünü cümbüşe boğmuştu. Gök kubbeden boşalan ışıklar likenlerin ve yosunların üzerinde sekiyor, sonra daha iri olan bitkilerin yapraklarını süsleyip tekrardan engin mavilerine kavuşuyorlardı.
Birkaç mil gerideki arazi, bir diyar boyu ilerleyen yağmur ormanlarının sınırını teşkil ederdi. Ve bu sınırın alt tarafındaki tepelerde hüküm süren tiran Eoghan, uzak akrabaları sayılan kar barbarlarının adetlerini, adeta dalgalı bir deniz misali ufkun ötesindeki ufka karışan yağmur ormanlarında devam ettirmek niyetindeydi. Ne var ki bu tiranın istekleri oldukça acımasız ve yöre halkına zarar verecek nitelikteydi. Binaenaleyh yağmur ormanlarının kraliçesi, Migdaly Morkere, en maharetli savaşçısını -ki kraliçeyle adaştı- Eoghan'ı öldürüp, sınır bölgesindeki barışı sağlamak üzere tiranın arazisine yollamıştı.
"Bu yağmur ormanlarındaki huzur ortamını bozduğun ve hükümdarımız, Kraliçe Morkere'ye baş kaldırdığın için seni ölüme mahkum ediyorum Barbar Eoghan," diye ilan etti az önce kazanmış olduğu bir dövüşün ardından. Savaşçı Migdaly, soğukkanlı bir aşinalıkla taşıdığı kırbacı ile Eoghan'ın dev gürzüne meydan okumuş ve galip gelmişti. Kırbacıyla dev adamı öbür tarafa yollamasının zor olacağını bildiğinden ötürü, yerden bir taş alarak elinde şöyle bir tarttı. Sonra da kolunu havaya kaldırıp, taşı birdenbire Eoghan'ın alnının çatına geçirdi. "Yaşasın Morkere!"