Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Roselyn

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Dergah [kısa öykü]
« : 16 Mayıs 2010, 00:19:22 »
Genç kadın şalına sarınarak kapının önüne çıktı. Ayakkabılarını giydi yavaşça ve tedirgince etrafı süzdü. Kapıyı arkasından çekti, küçük ama hızlı adımlarla sokağa çıktı. Üzerinde en sevdiği çiçekli elbisesi vardı; yeni yıkanmış ve güzelce ütülenmişti. Kınalı saçlarını gevşekçe bağlamış, bir eşarpla başını örtmüştü. Saçından birkaç perçem kurtulmuş, o başını çevirip etrafa bakındıkça uçuşuyordu.

Küçük adımları birkaç sokak sonra pazaryerine yöneldi. Pazaryerinden geçti, ilerledi, ilerledi. Medreseyi geçti, gene etrafına bakındı. Derin bir iç çekerek sokağı döndü ve demir kapıyı çaldı. Kapıyı beyazlar içerisinde bir adam açtı.

“Nasıl yardımcı olabilirim sana bacım?” diye sordu adam, yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle.

“Görücünün yardımına ihtiyacım var efendi.” Dedi kadın çekingence, gözlerini kaçırıp yere baktı. “Bir kabus gördüm.”

“Korkma bacım, içeri buyur.” Adam kenara çekilip kadını içeri buyur etti, kadın çekingence attı adımını içeri ve arkasından kapı kapandı. Adam ellerini önünde kavuşturup yürümeye başladı, kadını içeriye, avluya götürdü.

Avlu taştandı. Beyaz, kireçlenmiş duvarlara yeşil sarmaşıklar sarılmıştı. Birkaç ufak saksıda çeşitli bitkiler yetişiyor, ortadaki ufak bir su çanağı avluyu serin ve ferah tutuyordu. Kadın kenardaki gölgeliğe çöktü, adamın ona ikram ettiği buz gibi suyu kana kana içti. Bir yarısı neden geldiği için içini kemirtiyor, öbür tarafı ise gelmiş olmanın ferahlığı ile huzur buluyordu.

“Gel bacım,” Çok bir zaman geçmemişti ki adam içerden çıkıp kadına seslendi. Kadın bir an heyecanla doldu. Adamı takip etti yine ve kabul odasına geçti.

Çok geniş ve gösterişli olmayan bir odaydı bu. Ufak bir pencereden giren ışık odayı aydınlatıyordu. Orta boylu, saçları oldukça dökülmüş, kalan saçları da ara ara beyazlamış fakat genç duran bir adam oturuyordu yerdeki döşekte. Önündeki sinide bir sürahi su, iki de bardak vardı. Başıyla buyur etti kadını içeri ve kadın yavaşça oturdu adamın karşısına.

“Hoş geldin kardeş.”

“Hoş bulduk.” Kadın duraksadı, zorlukla yutkundu. En sonunda konuşabilecek kadar cesaretini topladı. “Bir kabus gördüm.”

“Anlat lütfen.”

“Evimde, odamda bir işle uğraşıyorum. Arkamda bir ayna var. Bir an gözüm aynaya kayıyor ve aynadaki yansımamın farklı şeyler yaptığını görüyorum. Korkuyorum fakat gidemiyorum. Bir an kendi kendime bir güç geliyor ve ‘Çık!’ diyorum, ‘Odadan çık!’. Koşuyorum, kapıdan geçiyorum ve uzun, ince bir koridorda buluyorum kendimi. Yansımam ise tam karşımda, yüzünde bir sırıtışla bana bakıyor.” Kadın bir an adamın yüzüne kaldırdı bakışlarını tepkisini merak ettiği için, ama adam tepkisizdi. “Yaklaşıyoruz, konuşuyoruz ama ne konuştuğumuzu anımsamıyorum. Sadece ‘Senin sen olmadığını biliyordum!’ kaldı aklımda… Sonra, bir boşluğunu yakalayıp kapıya koşuyorum ama cüppeli insanlar giriyor bir anda içeri ve beni tutuyorlar kollarımdan ve belimden. ‘Ölümün benim değil, en yakınının elinden olacak.’ Diyor biri ve uyanıyorum.”

Adam gözlerini kapattı bir an ve önündeki su bardağına dikti açtığında. Uzun bir süre düşündükten sonra başını kaldırdı, kadına çevirdi gözlerini. “Aslında çok basit.”

“Nedir?” dedi kadın endişeli bir sesle.

“Yapmak istediklerin ve yaptıkların, o an doğru olanlar ve asıl aklında düşündüklerin bir çatışma içerisindeler. Bazı şeyler senin kontrolünden çıkmış.”

“Nasıl yani?” Kadın ilişkiyi kuramamıştı.

“Bir sen varsın, odanda iş yapan, bir de aynadaki sen, başka işlerle uğraşan. Yaptıklarınla düşündüklerin arasındaki çatışma bu. Çatışma kötü bir şey değildir ama, eğer çok büyür ve güçlenirse iki zıt taraf da, çarpışmadan sonraki yıkım da o kadar büyük olur.”

Kadın hala anlamamış bakışlarla süzüyordu adamı.

“Kadere inanır mısın, kardeş?” diye sordu adam.

“E…evet?” kadın şüpheci bir şekilde kaşlarını çattı.

“Kader 4 büyük fazdan oluşur; Kimin çocuğusun? Kiminle evlendin? Kaç çocuğun oldu? Ne zaman öldün? Bu dördü dışında başka hiçbir şey yazılı değildir alnında. İlk başta doğarsın, bir sen vardır, ailen büyütür, öğretir sana ne yapman gerektiğini. Bunu yap, onu yapma diyerek, kendi doğru bildiklerini öğretirler sana. Dolayısıyla ailenin seni vardır. Zaman geçer. Arkadaşların olur. Onlar seni kabul etsin diye bir sen daha varolur içinde. Zaman geçer, aşık olursun. Seni beğensin o diye, bir ben daha yaratırsın kendi içinde. Evlenirsin, yarım dünya olur, hamile kalırsın. Çocuğun doğduğunda ne yapacağını bilemez, kendi bildiklerini çocuğuna aktarır, anne olursun. Bir anne sen vardır şimdide. Zaman geçer yine, yaşadığını yaşamış, ölümü bekleyen sen varolur bu sefer. Söyle bana, kaç tane sen vardır içinde?”

Kadın şaşkın bakışlarla gözlerini kocaman açtı.

“Zaman zaman istemediğin şeyleri yaparsın ama yapmama özgürlüğüne sahipsindir. Kontrol hep senin elindedir. Birinin söylediği bir şey hoşuna gitmez ama sana öğretilen kurallar kötü bir şey söylemene engel olur. O zaman ayaklarını kullan ve dön git. Ellerin var, bir hareket eyle. Karşındakinin üzerinde bu kontrolü sağlamasına izin verirsen, o rüyandaki kollar gibi tutar seni o görünmez bağlar, yerinde kalırsın. İçindeki çatışmalar güçlenir gün geçtikçe. Sen, inandığın sen olmazsın. Gün gelir, o kadar büyür ki çatışma, böyle kabuslarda kendini belli eder, seni uyarır.”

Kadının gözleri doldu, adam bir mendil çıkarıp uzattı kadına. Yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı, sol kulağındaki gümüş küpenin parıltısı çarptı bir an kadının gözüne. Gözlerini sildi hafifçe ve o da gülümsedi.

“Şimdi anlıyorum. Ben… çok teşekkür ederim.”

Adam sadece başını sallayarak kadının teşekkürlerini kabul etti, sudan ikram etti. Kadın kibarca sudan içti, toparlandı, bir kere daha teşekkürlerini sundu ve evine dönmek için tekrardan yola çıktı sarınarak.

***

Spoiler: Göster
Erkan için.

Spoiler: Göster
hep yazdığım türden farklı bir şeyler denemek istemiştim =)


2
Kurgu İskelesi / Düş: Yıkım Serisi 00 : Prolog
« : 16 Mayıs 2010, 00:18:00 »
Uzun süren bir sessizlikten sonra üzerine 100'den fazla hikaye yazdığım evrenimin yıkımıyla karşınızdayım =) Hikayenin başını merak edenler için bir adet Arşiv, bir de herşeyi özet geçen Düş Nedir? linki ekledim, umarım sorun olmaz.

Daha üzerine yazılacak çok şey var ama olsun =) İyi okumalar.

Düş Nedir?: http://dusarsiv.blogspot.com/2010/05/dus-nedir.html

Düş Arşiv: http://dusarsiv.blogspot.com/

Düş: http://littlewinged.blogspot.com/


"Zamanı geldi."

***

Nox Arcana – Citadel of Secrets, Nocturne

Kelebek’in Çağlayan’ı ziyareti çabucak geçmişti. Sarışın kadının durumu iyiye gidiyordu ve Kraliçe ile yaptıkları konuşma bir nebze olsun içini ferahlatmıştı; çok daha kötü de olabilirdi bu durum. Aklı her ne kadar hala Tılsım’ın nasıl bunu yapabildiğine yatmasa da, bir yandan aynı duruma düşse ne yapardı onu kafasında çeviriyordu. Kafası Düş’ün iç işleriyle uğraşamayacak kadar dolu olduğu için, Leviathan’ın en güzel gemilerinden biriyle dönmeye karar vermişti Kelebek, Kraliçe seve seve karşılamıştı bu isteği. Gemide geçen günler güzeldi; deniz havası, dalgaların sesi, kitap okuyacak ve düşünecek bolca zaman. Kafasını toparlıyor, yenilenmiş hissediyordu kendini.

“Kara göründü!”

Kelebek büyük bir heyecanla kamarasından çıkıp merdivenlere koştu. Adımları hızlıca çıktı merdivenlerden; Düş’ün başkentinin üstünü kaplayan Ağaç’ın yemyeşil yaprakları, mavi gökyüzü, temiz hava ve etrafta işlerine koşan onlarca Düş sakini… Özlemişti bu görüntüyü Kelebek ve kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Son adımını attı dışarı ve adaya doğru döndü.

Düş, yanıyordu!
Fırtına bulutları toplanmıştı başkentin üzerinde; etraftaki yeşil verimli topraklar simsiyah kesmiş ve ölmüştü. Ağaç’ın gökyüzüne uzanan yeşil sürgünleri alevler içinde kalmış, yanmıştı. Şehir bomboştu, en azından görünürde. Ölüm kokuyordu tüm kent.

Gemi sessizce yanaştı Düş kıyılarına. Başı boş bir kayık yavaş yavaş geminin yanından geçerken, Kelebek içinde yatan ceset tepesini fark etti; yüzlerindeki korku ve dehşet ifadeleri öylece kalmıştı. Elini dudaklarına bastırdı Kelebek, gözyaşlarını tutmaya çalışırken.

Neler olmuştu?

Kelebek eşyalarını toparlayıp kaleye doğru yollanırken, Leviathan’ın gemisi Düş sularından ayrıldı; İç savaşa karışamazdı dış müttefikler, bu hep böyle olmuştu ve hep böyle olacaktı.

Ölüm sessizliği kaleye de hakimdi. Bazı odalar hala tütüyor, Düş üzerinden geçen bu yıkım en net biçimde burada okunuyordu. Korku ve üzüntü arasında ikilemde kalan Kelebek, bir yandan çok derin bir öfke duyuyordu; kim yapmıştı bunu? Kimin gücü yeterdi buna? Nasıl bir canilikti bu?! Baltasını sıkı sıkı kavradı elinde ve etraftaki odalara bakarak taht odasına yollandı.

Taht odasına girdiğinde ilk dikkatini çeken şey buranın olduğu gibi korunduğu oldu; hiçbir yanık yoktu. Ağır kadife perdeler sıkı sıkı kapalıydı ve duvarlara asılı peri ışıkları dışında odayı aydınlatan hiçbir şey yoktu. Kelebek elini kaldırıp büyülü bir ışık topunu tavana doğru fırlattığında bir an bir şaşkınlık çığlığı kaçtı ağzından; Düş’ün tüm liderlerinin silahları asılıydı tahtın arkasındaki duvara ve hepsinin yanında liderlerin kazığa geçirilmiş kafaları vardı.

Kelebek’in nefesi kesildi. Gözlerinden yaşlar istemsizce akmaya başlarken, korkunun pompaladığı adrenalin kalp atışlarını hızlandırdı. Geri adım attı birkaç tane ve tek tek Düş’e ilk geldiği günden beri tanıdığı liderlerin artık cansız ve ifadesiz yüzlerie baktı.

Morrigan, Noctua, Kwahu, J. . . ve hatta küçük Bülbül bile! Dizlerinin üzerine düştü Kelebek sarsılarak ağlamaya başlayarak. Nasıl… Nasıl bir güç öldürebilirdi Düş liderlerini?!
Neden sonra durdu. Başını kaldırıp bir daha baktı duvara. Camy… Camy yoktu orada? Korku doldu içine, Neredeydi o? Ya ona da bir şey olmuştuysa? Belki çok geç değildi, belki onu kurtarabilirdi?

“Kurtarmak?”

Tahtın tam karşısında bir merdiven, merdivenin iki yanına doğru yükselen localar vardı ve Ses merdivenlerin en yukarısında duran figürden gelmişti. Kelebek gözlerini kırpıştırarak seçmeye çalıştı oradaki figürü. Beline kadar uzanan kumral sarı saçları, ağır gümüş zırhı ve tek elinde çok rahat tuttuğu bir asası olan biriydi bu. Asa biçimsizdi; sanki ateşte kalıp şekli bozulmuş bir metal parçasıymış gibi. Zincirlerle süslüydü asa ve her yerinden sarkıyordu. Zincirlerin ucunda ise renk renk saç tutamları asılıydı; liderlerden kesilmiş saç tutamlarıydı bunlar. Kelebek’in gözleri asanın üzerinde duraksadı ve dua etti görmemek için ama oradaydı; Camy’nin ankh mührü. Kumral saçlı kadın merdivenden inmeye başladı; öbür elinde uzun bakır saçlı birinin kafasını tutuyordu.

“Kimden kurtaracaksın beni, Kelebek?” Camy gülümsedi ve merdivenlerin yarısına geldiğinde durdu.

“Sen… sen…” Kelebek şimşek çarpmışa döndü, geriledi, tahtın önündeki merdivenlere çöktü. “Hayır, hayır buna inanmıyorum.” Acı dolu bir çığlık yükseldi boğazından; Camy’nin tek bir el hareketiyle serbest bıraktığı bir büyüydü bu. Acı hissediyordu. Rüya değildi.

“Uzun zamandır bu günü bekliyordum. Sen gelene kadar koleksiyonumu genişlettim biraz, nasıl? Beğendin mi?” Bak, bu da çok nadide bir parça.” Elindeki kafayı fırlattı Kelebek’in ayaklarının dibine. KaraToprak’ın Kızkardeşiydi bu, Kelebek’in ikizi olan. “Son bir çabası Ağaç’ın, kendini kurtarmak için tekrar can verdi ölü sürgününe, ama en güçlü sürgünlerini bile yorulmadan kesmişken… Sadece dokunmam yetti onu öldürmek için. “ Omuzlarını silkti.

“Bunu nasıl yaparsın… Nasıl yaparsın?!”

“Çok kolay.” Camy asasını ileri doğru uzattı yavaşça ve Morrigan’ın kafasını gösterdi. “Belki de içlerinde beni en zorlayan o oldu…”

3
Kurgu İskelesi / Düş : Turnuva Serisi
« : 17 Mart 2010, 23:04:17 »

Kızkardeşlerin gidişinin ardından Kelebek'in günlük rutinine, Ağaç'ın yanında duran Kızkardeş'in ağacnı ziyaret edip bakımını yapmak da eklenmişti. Çok fazla bir uğraş gerektirmiyordu belki ama Kelebek onu başkasına emanet edememişti. Zaman zaman onunla konuşuyor, köklerinin dibinde uzanıp gökyüzünü kaplayan dalları ve çiçekleri izliyordu.

İlkbahar günleri tüm ılıklığıyla toprağa yaşam vermeye devam ederken Kelebek bu güzel günleri bir kutlama ile neşelendirmeye karar verdi. Hemen katiplerini çağırarak bir davetiye hazırlattı ve dört bir yana yolladı üzerinde imzası olan parşömenleri.

Geriye bir tek, gelecek cevapları beklerken hazırlıkları yapmak kalmıştı.



***

Turnuvaya yarattığınız karakterlerle katılabilir, bir ya da birden fazla bölümde yarışmacı olabilirsiniz ^^

Tek yapmanız gereken, Davetiyenin altını doldurarak blogunuza koymanız, linki ve katılma isteğinizi buraya yazmanız bir de karakter bilgilerinizi bana ulaştırmanız!

Sevgiler.

4
Kurgu İskelesi / Düş : Kristal Kılıç Serisi [Bitti]
« : 24 Şubat 2010, 23:28:14 »
Bunu koyup koymamakta emin değilim aslında, çünkü yaklaşık bir 100küsür bölüm kadar başı olan bir hikaye bu. Her ne kadar hepsi Düş evreninde geçen, az çok bağımsız hikayeler olsa da, ister istemez karakter geçmişleri ve Düş hakkında bilgiler için öncesine bakmak gerekiyor. Ben yine de bu yeni başladığım hikaye serisini buraya koymak ve fikirlerinizi almak istiyorum.

Hikayemiz, Pentacle şeklindeki Düş adasının tam merkesindeki, yıldız şekilli başkentte geçiyor. Kelebek bu ülkenin kraliçesi, eskiden o kenti yöneten liderin şampiyonuydu [tahtı devirerek kraliçe olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.] Kelebek'in Kraliçe olması ile birlikte Sonsuz İlkbahar geldi, barış ve huzur dönemi başladı.

Kelebek'e Kan Cadısı Kraliçe Kelebek dendiğini de ekledikten sonra hikayeye başlayabilirim sanırım.

Hikayeye baştan başlamak isteyen olursa diye bir link ekleyeceğim yazının sonuna, umarım sorun olmaz.

***

Kristal Kılıç I - Hançerler

Gün yeni doğmuştu. Saray hizmetkarları kahvaltıyı hazırlamak için gerekli hasatları yaparken, Kelebek çoktan kalkıp giyinmiş, Ağaç'ın köklerinin arasında tekrardan kurduğu gül bahçesinin günlük bakımıyla uğraşmaktaydı. Bir yandan tek tek yaprakları inceliyor, zarar görmüş dalların bakımını yapıyor, bir yandan da şarkı mırıldanıyordu. Ağaç'ın dallarındaki kuşlar ona eşlik ediyor, onlar şakıdıkça Kelebek'in keyfi yerine geliyordu.

Düzenli yaptığı bakım bittiğinde eşyalarını toplamaya başladı. Budama makası; her ne kadar ihtiyacı pek olmasa da, eldivenleri, fısfıs, taze su kabı. . . Tek tek kutusuna koydu kelebek onları ve son olarak üzerini başını silkmek için başını eğip elbisesine baktı, tozlu yerlere pat pat vurarak üzerini düzeltti. . . O an gözleri gül dallarının dibine kilitlendi; bir şeyler yanlıştı.

Ağaç'ın gibinde yaşayan bitkilerin, özellikle Sonsuz İlkbahar döneminde, kurumalarına imkan yoktu! Yavaşça kuru dalların yanına çöküp inceledi; herhangi bir hastalık yoktu. Kaşları çatıldı, Ağaç'a döndü.

"Düş'ü rahatsız eden bir sorun mu var, Anne?" diye sordu heybetli Ağaç'a.

Ağaç sadece rüzgarla birlikte yapraklarını titreterek cevap verdi. Kelebek eşyalarını kucakladı ve düşünceli bir surat ifadesiyle merkez bahçeden çıkarak arkasından kapıları kapattı. Bir şeyler tersti. Yanlıştı. Ama ne?

Eşyaları odasına bıraktıktan sonra rutin kontrolleri yapmak için çalışma odasına çekildi; eğer bir sorun vardıysa birileri mutlaka görmüş ve rapor etmiş olmalıydı. Yapılan kontrollerin üzerinden geçmek en sağlam yol olacaktı. Kağıt tomarlarını deşti, bir kaç gün öncesinin raporlarını çıkardı, hepsini birbirleriyle karşılaştırdı. Yanlış görünen bir şey var gibi görünmüyordu hiç. . .

"Hanımım!" Kalenin kapı muhafızı soluk soluğa yarı açık kapının kenarına eliyle dayanmış duruyordu. Gözlerinde endişe vardı. "Kuzeybatı kolcusu... Geri döndü hanımım..." dedi derin derin nefes almaya çabalarken. "Ağır yaralı."

Kelebek hemen yerinden fırladı. "Herhangi bir vahşi hayvan saldırısı olmadığından emin misiniz?" diye sordu bir yandan revir kanadına doğru yürürken.

"Hayır hanımım. Pek çok kesici silah izi var, sırtında ise bir hançer saplıydı. Sanırım kaçmaya çalışırken onu durdurmak istemişler."

"O hançeri görmek istiyorum." dedi kızıl saçlı kadın aceleyle revirin kapısından girerek. Şifacılar tek bir yatağın etrafında toplanmışlardı. Zavallı kolcunun çığlıkları revirde yankılanıyordu. Kelebek yaklaştığında şifacılar yana çekilerek ona yol açtılar.

"Kesiklerde zehir kalıntıları bulduk." dedi baş şifacı. "Sırtından çıkardığımız hançerle uyuşuyor bulduğumuz zehir. Ancak bir türlü tanımlayamadık türünü. Sanki yaraları içeriden yanıyormuş gibi bir his yarattığını teşhis edebildik fakat ne yazık ki zehri bilmediğimzden bir panzehir bulamadık."

Kelebek başıyla onayladı ve bir elini adamın alnına koyarak adamın vücudundaki yara izlerini inceledi. Zehirin yayıldığı yerler damar damar olmuş ve kızarmıştı, dokunduğunda sıcak ve yumuşak olduğunu hissedebiliyordu bu yara izlerinin. Adamın çığlıkları gittikçe artıyor, daha bir kulak tırmalayıcı oluyordu. Kadın iç çekti; ne olduğunu öğrenmesi gerekliydi. . . En azından biraz zaman kazanmak için zehirin yayılışını geciktirebilirdi?

Eli zavallı adamın alnını sıkıca kavrarken, diğerini diyaframının üzerine koydu ve hafifçe bastırarak gözlerini kapattı. Dudakları tek bir cümle sözü sürekli mırıldarken hafifçe kıpırdıyor, kaşları konsantrasyonunu toparlamak için çabaladığını belli edercesine çatılıyordu. Şakaklarında boncuk boncuk terler birikirken, şifacılar adamın yaralarından çıkan damarların ve kızarıklıkların yavaşça geri çekildiğini, kaslarının gevşediğini ve adamın rahatladığını gördüler. En sonunda Kelebek derin bir nefes alarak gözlerini açtı.

"Zehrin hemen teşhis edilmesini istiyorum." dedi zorlukla kenara oturarak. Her ne kullanıldıysa oldukça agresif bir zehirdi ve gücüyle savaşmak her ne kadar güçlü olsa da kadını yormuştu. Şifacılardan birinin onun için getirdiği suyu yudumladıktan sonra cam fanus içine konularak özenle saklanmış olan hançeri incelemek için yan odaya geçti.

Ufaktı. Siyahtı. Metal değil, garip, yarı şeffaf bir taştan yapılmıştı ancak metal hançerlerden daha düzgün kesebilecek kadar keskindi. Üzerinde kurumuş olan zehrin izlerini ve zavallı adamın kan pıhtılarını görebiliyordu. Cam fanusu kaldırdı, hançeri kabzasından tuttu yavaşça.

Hançer önce basitmiş gibi durdu. Sonr hafifçe, mor mor parladı ve üzerinde gümüş rengi harfler belirdi. Tıpkı ormanda bulduğu kristal kılıç gibi bir tını çıkarıyordu bu hançer de fakat farklıydı. . . Sanki daha az güçlüymüş gibi.

"Hanımım!" Şifacılardan birisi kızıl saçlı kadına korkuyla bakıyordu. "Dış kapı nöbetçilerinden biri sizi görmek istiyor, acil olduğunu söyledi."

Kızıl saçlı kadın hançeri yerine yerleştirdi, can fanusu özenle kapattı ve çabucak dış kapıya doğru koştu. Yüksek ve geniş kapılardan çıktığında gördüğü manzara bir an gözlerinin kocaman açılmasına neden oldu.

"Kolcular, hanımım." dedi gözleri dolu olan dış kapı nöbetçisi. "Hepsi ölmüş."

Dört yönü ve ara yönleri araştırması için gönderilen kolcuların hepsi, kuzey-batı kolcusu hariç, üzerlerine örtülmüş beyaz örtülerle kalenin avlusunda yatıyorlardı. Hepsinin yanlarında aileleri yaslarını tutup ağlarken, Kelebek'in dikkatini çeken şey hepsinin ayak ucuna konmuş olan hançerlerdi. Birbirinin aynısı gibiydi hançerler ama minik detaylar vardı farklı olan. Kelebek iç çekti. Sessizce ölen kolcuların vücutlarıın etrafında dolandı, hepsinin tek tek alınlarına dokunarak iyi dualarını sundu. Ailelere gerekli olanın yapılacağına dair söz verdi ve yanındaki nöbetçiye bu ailelerine yardım edilmesini istediğini belirtti.

"Başka kolcu gönderilmesini istemiyorum. Zehir teşhis edildiğinde iyileşen kolcu ile konuşup olanları öğrenmeliyiz. Gerekli alan keşfini ben yapacağım."

"Ama hanımım?!"

"İtiraz istemiyorum. Düş'ün daha önce karşılaşmadığı bir şey var şu an karşımızda. Önce ne olduğunu çözmeliyiz. Şimdi, dediklerimi yap."

Nöbetçi başıyla kadını selamlayıp aceleyle verilen işleri yapmak için ayrıldı.

Kelebek ise kalenin girişindeki merdivene ilişti, yorgun bedenini dinlendirmesi gerekliydi biraz. Ellerini gözlerine bastırıp derin bir iç çekti.

***


5
Kurgu İskelesi / Rosemary
« : 10 Şubat 2010, 18:33:59 »

Rosemary kendimi sınamak için, biraz da son zamanlarda okuduğum ve izlediğim şeylerin bünyemdeki yaratıcı kısımları aktive etmesiyle beraber oluşmuş bir hikaye. Azıcık Adramelech'in Gölge hikayesinden esinlenmiş olabilirim yazım tarzı olarak, biraz da Sherlock Holmes'un geçtiği zamanların etkisi var. Konseptin yanlış anlaşılmaması için pilot bölümümüz iki bölüm birden şeklinde olacak =)

--------------------------------
Günümüz...

"RAVEN!" Bir kadının kızgın sesi gürledi yemek salonunda.

"Buyrun hanımım?" Uzun siyah saçları düzgünce toplanmış bir adam yavaş adımlarla odaya girip, başı öne eğik sessizce durdu.

"Bu ne?!"

Adam hafifçe gözlerini yukarı çevirip, kadının gösterdiğine baktı; kahvaltısı için hazırladığı yumurtaydı bu. "Kahvaltınız için hazırladığım yumurta, hanımım."

Masadaki tabağı bir anda yüzünde buldu adam; desenli ince porselen tabak yere düşüp tuzla buz olurken, yanaklarından akan yumurtaya hiçbir tepki vermedi. Yüzü mahçup bir ifade takınmıştı ve olduğu yere büzüldü iyice. "Sizi hoşnut etmeyen nedir, hanımım?"

"Peynirli istemiştim. PEYNİRLİ!" Kadın, sertçe masaya vurdu elini. "Bu o kalın kafana ne zaman sokacaksın?!"

"Bir daha olmayacak. Hemen istediğiniz gibi yenisini hazırlıyorum hanımım. Kendimi size affettirmek için başka ne yapabilirim?"

"Krep. Ekstra vanilya ve çikolata sosuyla. " Uzun, manikürlü tırnaklarını çenesine dayadı bir an, yeşil gözleri adamı süzdü. "Diz çök." diye emir verdi. Adam gözleri hala yere çevrili bir biçimde dizleri üzerine çökerken kadın sakince ayağa kalktı, adama doğru yürüdü. Topukları ahşap zemin üerinde takırtılar çıkarırken, adam korkuyla titredi. Kadının bordo ojeli tırnakları sertçe kulağını kavradı ve yere doğru ittirdi adamın kafasını. "Ye."

"Hemen, hanımım."

Adam itaatkar bir biçimde yerdeki yumurtayı yerken, kadın adamın kafasına topuğuyla bastırmaya devam etti. Tatmin olduğunda elleri adamın arkadan toplu saçını kavrayıp çekti ve yüzüne baktı. "Umarım bu sana bir ders olmuştur, pet."

Adam korkuyla başını salladı ama bir yandan kızıl saçlı kadının porselen bir bebeği andıran yüzünü bu kadar yakından görebildiği için gülümsemeden edemedi. Nitekin kadın düşüncelerini sezmiş, okkalı bir tokatla ödüllendirmişti onu. "Acele et. Mutfağa, şimdi! Açım." Adamın saçlarını bıraktıktan sonra çizmesinin ucuyla poposunu tekmeledi.

Çabucak toparlanarak ayağa kalkan adam hızlı adımlarla mutfağa yollanırken kadının arkasından "Kahvemi unutma!" diye bağırdığını duyabiliyordu.

Kadın kıkırdayıp masaya geri döndü, üzerine tereyağı sürülmüş ekmeği kemirirken, kenarda duran kitabı kurcalamaya devam etti.

"Fazla sert davranıyorsun ona." diye geçti aklından bir an. "Ama bunu hak etmişti, hem, bundan hoşlanıyor biliyorsun." "Belki, ama bu yaptığını onayladığım anlamına gelmiyor." "Lütfen, o da ölecek diğerleri gibi. Benim elimden ya da bir kazadan olmasa bile, maksimum 80yıl. Bizimkine oranla yaşadığı bu kısa süreyi onun için çekilebilir hale getiriyorum, daha ne yapabilirim? Barınacak bir evi, yiyebilecek yemeği, özel tasarım giysileri var. Bana hizmet ettiği için minnettar olmalı." "Eminim oluyordur Mary."

Çok geçmeden Raven sıcacık bir tabak peynirli yumurta koydu kadının önüne, kocaman bir kupa kahve hazırlamıştı ve hemen ardından çikolata sosuyla tatlandırdığı krepler hazır bekliyordu. Tüm tabakları özenle süslemişti adam kendini affettirebilmek için.

"Afferim..." Mary gülümseyerek hafifçe okşadı adamın kafasını. "Çekilebilirsin."

Adam başını sallayarak onayladı ve kadını kahvaltısıyla baş başa bıraktı. Kırmızı bir kurdele ile bağlanmış rulo halindeki gazeteye uzandı, kahvesinden koca bir yudum alırken haberlere göz gezdirdi. Belki bugün. . . belki bugün bulabilirdi bir ipucu. . .

***

Siz insanların yaşayabileceğinden fazlasıyla uzun yaşadım. Bilmiyorum, garip geliyor bana, doğuyorlar, büyüyorlar, ölüyorlar? Ben de doğdum. Hem de iki kere. İkisi de birbirinden önemliydi benim için.

Fiziksel doğumum 1832'de, Kuzey İrlanda'nın ufak bir kasabasında oldu. Orta halli bir çiftçinin karısıydı annem. Uzun, buğday sarısı saçları vardı, fakat ben muhtemelen babama çekmiştim ki saçlarım o kadar açık renkli değildi. Ne annemin adını ne de annemin bana verdiği adı hatırlıyorum şu an. Ama muhtemelen güzeldi, çünkü güzel bir kadındı annem.

Babamı tanımaya hiç fırsatım olmadı. Ben iki yaşındayken bir gün hasatı şehre götürmeye çıktığında, bir grup hırsızın hedefi olmuştu. Büyük kıtlık vardı o sıralar, daha dikkatli olması gerekirdi zavallı babamın. Gözlerini bile kırpmadan deşmişlerdi adamın bedenini, bir çuval gibi kenara atmışlardı sonra, at arabasını ise alıp götürmüşlerdi. Cesedi bir kaç gün sonra aynı yolu kullanmakta olan bir komşumuz bulmuştu. Zavallı annem, ne yapacağını bilmez bir biçimde öylece oturmuştu günlerce mutfakta. Daima lahana kokan yan komşumuzun bana baktığını hatırlıyorum, bana yemek yedirmeye çalışıyordu.

Kendini toparladıktan sonra büyük annemin yanına göç etmeye karar vermişti annem, beni apar topar İtalya'ya götürdü. Bologna'nın ücra bir köşesindeki ufak bir kasabaydı büyük annemin yaşadığı yer. Yoğun Hıristiyan bağnazlarının bulunduğu, etrafı ufak ufak kiliselerle çevrili bir kasaba. İlk adımımı attığımda ürkünç gelmişti, hatırladığımda hala ürkerim. Garip, iki yaşında bir velet olmama rağmen, hatırlıyorum çoğu şeyi. Mesela, papazların vaazları sokakta yankılanırdı hep, annemi gördüklerinde fısıldaşmalar başlardı. Ve çok geçmeden nedeni de anlaşıldı.

Ben dört yaşımdaydım ve annemin güzel kokusunun yerini artık yanık et kokusu almıştı. Bir anda başka bir ülkeden göç eden bu kadın nasıl iyi bir hıristiyan olabilirdi! Şeytandan çocuk peydahlamıştı! Dokunduğu verimli toprak ölüyor, su aldığı kuyular kuruyordu! Yakılmalıydı bu cadı evet! Hatta minik piçini de yanında yakmalıydılar!

Ama hayır, annesinin yakılışını gören bu minik kız, büyüdüğünde çok iyi bir hıristiyan olacak, kendini kapattığı kilisede ibadetlerle doğru yolu bulacaktı. Nitekim annemin ölümüne dayanamayan büyük anneme inme indi ve kendine bile bakamaz duruma geldi, bu durumda ben ya yetimhaneye gidecektim ya da beni bir manastıra yollayacaklardı.

1846'ya kadar, Bologna'da büyük bir manastıra bağlı bir yetimhanede kaldım. 14yaşındaydım artık, Tanrı'nın yolunda yürüyor, sürekli dua ediyor, günlük işleri yapıyor ve yaşadığım her güne şükranlarımı sunuyordum. Böyle çalışmaya ve ibadet etmeye devam edersem, bir gün baş rahibe olabileceğim konusunda beni yüreklendiriyordu rahibeler, bana gülümseyerek bakıyorlardı, örnek bir çocuktum çünkü.

Ta ki, o yaz, kiliseye gelen siyahlar içindeki bir grup adam ile tanışana kadar.

Sayfa: [1]