Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Bars Elsa

Sayfa: [1] 2 3 4
1
Kurgu İskelesi / Yeşil Gök Altında Bir Kısa Yolculuk
« : 25 Mayıs 2016, 17:50:51 »
     Çoğu kimse doğduğu yeri pek sevmez. Çünkü daima daha büyük ve daha güzel kentler vardır. Ben seviyorum. Benim memleketimde; yıldızımız, ışınlarını yeşil renkte yansıtır. Böylece gökyüzümüz daima yeşilin tonlarında görünür. Ancak bana kalırsa en güzeli gün doğumlarıdır. Önce parlak, metalik bir yeşil renk alır ufuk çizgisi, ardından gittikçe matlaşır ve yıldımız Belisa ufuk çizgisinin üzerine çıktığında sema koyu bir tona bulanır. Bu yüzden gün doğumlarında hep açık tutarım kendimi.
     Organlarımı, artık ne kadar organ denebilirse onlara, genelde mola zamanlarında şarj ederim. Daha doğrusu ederdim. Bir süre önce, çıkarılan yeni bir yasa gereği önce işimden edildim sonra evimden. Çünkü başbakan bizlerin çalışmasını ve mülk edinmesini insanların hakkını gasp etmek olarak görüyor. Aslına bakarsanız ben de bir zamanlar ‘tıpkı’ olmasa da başbakan gibiydim. Tek şanssızlığım yüzde yetmiş sekiz oranında gelişememiş olarak doğmam oldu.
     Bir süre kuvöz içinde doğal gelişimimi tamamlama umuduyla tutulduktan sonra bunun boşa olduğunu fark eden doktorlar gelişmeyen organlarımın yerine yenilerini takma kararı almışlar. Organların çoğu organik bazlı olsa da sadece dış kaplamaları öyle. İçleri tamamen elektronik aksamdan oluşmakta. Kollarımın, bacaklarımın ve yüzümün yüzde yetmişi, elektronik. İç organlarımınsa neredeyse yüzde seksen sekizi. Dışarıdan bakılınca tamamen insan görünümündeyim ancak keskin bir kulak, organlarımın çalışma seslerini duyabilir. Ben de duyuyorum. Neredeyse sessiz olmalarına rağmen cızırtı, tıkırtı ve sürtünme seslerini duyabiliyorum. Her an ve her saniye...
     Normal insanlara göre çok daha uzun bir yaşam sürecek olmam beni onlardan üstün mü kılıyor, onların çoğu duygusuna sahip olamamam aşağı mı kılıyor bazen karar veremiyorum. Ama birçok kişi tarafından sevilmediğim bir gerçek. Zira ne onlar gibi çok fazla uykuya ihtiyacım var ne günde üç öğün yemek yemeye. Geriye kalan bir avuç insanlığımı doyurmam için birkaç dakikalık uyku ve bir iki lokma yemek yemem yetiyor. Bedenimi oluşturan elektronik organlarıysa birkaç saat şarj etmem bütün gün açık kalabilmem için yeterli.
Doğumuma sebep olan kişiler mi? Benim gibi özürlü bir evlada sahip oldukları için utanç içindedirler sanırım. Onları hiç tanımadım. Bedenimin tamamlanışının ardından beni terk etmişler. Bir zamanlar teknolojiyi benim gibi olanları yaşatabilmek için kullanan bir devlet vardı, evet. Acaba bundan sonra ne yapacaklar sakat doğan insanlara, merak ediyorum. İnsan hayatını kurtaramayacaksa onca bilimin ne faydası var?
     Dediğim gibi. Üç defa üst üste seçilmiş ve gücü artık tartışılmaz hale gelmiş olan başbakanın emriyle önce işimden sonra evimden kovuldum. Nereye gideceğimi bilmiyorum; ama illa ki bana göre de bir yer vardır. Şehir dışına çıkalı henüz yarım gün oldu. İki gündür gece gündüz demeden yürüyorum. Her yirmi beş kilometrede bir şarj istasyonu olduğu için şanslıyım. Umarım aynı zamanda araçların da şarj olmasını sağlayan bu aletleri sırf biz yararlanamayalım diye sökmezler. Hiç belli olmaz. Güç sahibi olmak, insana delice şeyler yaptırmak için yeter de artar bir sebep.
     Birkaç kilometre sonra kendimi tekrar şarj etmem gerekecek. Göğsümün sol tarafındaki gösterge yüzde on şarjımın kaldığını söylüyor. Ayrıca biraz protein barı ve su da alabilirim. Çantamda sadece üç aylık stok kaldı. Tedbirli olmakta fayda var.
     İstasyona birkaç yüz metre kala bir kalabalıkla rastlaşıyorum. Gözlerimin de yüzde altmış altısı elektronik olduğundan yüzlerce metre ilerideki her detayı seçebilirim. Grup içinde benim gibi olanlar da var. Cyborg’ler... silahlı insanlar tarafından çevrelenmiş  otuz iki cyborg. Bunlar hükümetin asker ve polisleri. Silahları öldürmek için değil ama. Organlarımıza kısa devre yaptıracak elektromanyetik silahları var. Ne yapmalıyım? Onların elinden kaçabilir miyim? Ve nereye kaçabilirim ki... En yakın sınıra sekiz yüz yetmiş yedi kilometre uzaktayım.
Yine de ani bir kararla yönümü değiştirip ellerinden kurtulmaya çalışıyorum. Bu hissettiğim hayatta kalma içgüdüsü mü? Bilmiyorum; şimdi felsefi düşüncelere dalacak durumda değilim. Yoldan sapıp bostan plazalarının arasına dalıyorum. Beni fark etmemiş olmalarını umuyorum. Cyborg’ların etrafında yüz kırk güvenlik görevlisi vardı, doksan ikisinin görüş alanı benim olduğum tarafta değildi. Ancak geri kalanlardan biri fark etmişse peşime takılmış olabilirler.

2
Şişedeki Mısralar / Birkaç Şiir
« : 23 Eylül 2015, 23:24:08 »
Ay Gelir Ziyaretime

Pencerem açık durur her zaman
Olur da ay gelirse ziyaretime diye
Konuşmak isterim sabaha kadar
Kaç sevgili izledi onu el ele
Kaç şişe rakı içildi mehtaplarında

Sadece o anlatmayacak ama
Benim de söyleyeceklerim var
Ağlayamayan gözlerim mesela
Ölmek için yalvarışlarım her gece
Uyandığımda lanet okumalarım

Pencerem açık durur her zaman
Olur ya, ay ziyaretime gelir belki
Öyle ya görüp görebileceği
En aşık benim şimdiye kadarki
Anlatırım belki ona da sevmeyi
Sevilmeyi anlatamasam da

3
açıklama: uzuun bir aranın ardından tekrar merhaba rıhtım! hangi kategoriye yazacağıma karar veremedikten sonra kurgusal bir yazı olduğundan buraya yazmaya karar verdim, uygunsuzsa ellerinizden öper.
bu başlık tam olarak bir öykü değil, bundan sonra yazacağım öykülerimde kullanmak üzere kurguladığım canavarlardır. buraya yazmamın asıl sebebi de hem fikirlerinizi edinmek hem de çizim işlerinde becerikli arkadaşlar, isterlerse canavarları şekle büründürmelerini rica etmek istememdir. :)

EVES: Yüce ağaçların koruyucu ruhudur. Ağaç kabuğuna benzer bedeni kıllarla kaplı, saçı ve sakalı birbirine karışmış, kırçıllı yeşil renktedir. Genellikle; çınar, zeytin, söğüt, ahlat ağaçlarını korurlar. Parmakları küttür ve ucundan tomurcuklar çıkar. Çürük yapraklara benzer bir kokusu vardır. Genellikle kanatlı bir at üzerinde seyahat eder. Görüntü itibariyle tamamen ağacı andırdığı için uzaktan onu görenler bir ağaççığa baktığını sanır. Sorumlu olduğu ağacı ne pahasına olursa olsun korumakla mükelleftir.
   Karşılaştığı yolcularla ya da atlarla 'gıdı gıdı' isimli bir oyun oynamaya bayılır. Bu oyunun sonunda Eves'in kurbanı çatlayarak ölür. Onunla karşılaşan yolcu ondan kurtulmak için 'sıkıştır sıkıştır' oynamaya ikna etmeli ya da en yakın nehrin karşısına geçmelidir. 'Sıkıştır sıkıştır' oyunu ile Eves'in küt parmaklarını ağaçtaki çatlaklardan birine sokması ve o çatlağa hapsedilmesi sağlanır. Ancak böyle bir durumda Eves kişinin köyünü lanetleyebilir. Bunun olmaması için Eves ya öldürülür ya da ağzı bağlanır.
not: eves tamamıyla kurgusal bir cin değil, türk mitolojisinde geçen bir varlık; ancak bazı değişiklikler yaptım.

CORLAK: Bedeni kalın kıllarla kaplı, ihtiyar kadın görünümde bir yaratıktır. Sesi duyanları sağır edip kulaklarını patlatacak kadar tiz ve cırtlaktır. İki büklüm vücudundan sarkan memeleri üzerine geçirdiği çaputlardan sarkar, dişleri sivri ve ağzından fırlamaktadır. Kambur sırtına her daim bir karga tünemiştir. Bu karga, corlak'ın kurbanlarından arta kalanlarla beslenir, buna karşılık corlak'ın kurbanlarının gözünü oyarak onu avlamasına yardım eder. Genellikle uzun yolculuklara çıkan yalnız seyyahlara görünür. Kurbanının sadece karaciğerini yer, geri kalanları kargası yer. Orman içlerinde ve sapa yerlerde daha çok görünür, sudan korkar, akarsuya, denize giremez.
   Kurbanı onun öldürücü sesinden kurtulmak için kulaklarına çamur sürmek zorundadır. Eğer yakınlarında bir ağaç varsa hemen ona tırmanarak corlak'tan kurtulabilir; ancak karganın saldırılarına karşı koyamazsa bu bir işe yaramaz. Corlak'ı öldürmenin tek yolu kamburunun üzerine oturup belini kırmaktır. Bunun için kulaklarını çamurla kaplayıp karganın saldırılarından kurtulmak zorundadır.

BASMAKÇI: Boyu bir metrenin altında, eğri büğrü vücutlu bir adam görünümündedir. Ayakları çok büyük ve geniştir. Ayak parmaklarında pençevari tırnakları vardır. Saçı sakalı birbirine karışmış, göz kapakları sarkıktır ve dolayısıyla etrafını rahat göremez. Çok hızlı hareket edebilir ve kurbanının üzerine zıplayarak koca ayaklarıyla kafasına vurur. Vücuduna göre kolları oldukça uzundur ve yürürken kolları toprağı süpürür. Genellikle mezbeleliklerde ve yer altında yaşar, nadiren toprak üstüne çıkar. İnsanları kafasına vurarak öldürdükten sonra kanını içer ve karnını deşerek iç organlarını yer. Sakalları sihirlidir ve büyücüler tarafından kullanılır.
   Kurbanının kafasında fes ya da şapka varsa ilk önce onu kapmaya çalışır, yoksa kurbanının kafasına basması etkili olmaz. Bu yüzden onu öldürebilmek için kurbanın kafasında başlık olmalıdır. Kurban eğer sakallarından bir tutam koparmayı başarırsa arkasına bile bakmadan oradan kaçar; ancak daha sonra kopan sakalını alabilmek için kurbanının peşine düşer.

ÇORAN: Hayvanlar gibi dört ayak üzerinde yürüyen insan görünümlü bir yaratıktır. Kalın dudakları çatlak çatlak, dişleri çürük ve seyrek olmasına rağmen kuvvetlidir. Ayağa kalktığı zaman boyu normal bir insandan daha uzundur. Yağlı saçları başından sarkıp yeri süpürür, suratı susuz toprak gibi çatlaktır. Konuşamaz ancak birkaç kelimeyi hırıltırılı şekilde çıkarabilir. Dişi ya da erkek olabilir. İnsanlara saldırmaktan korkar, ancak kendini tehlikede hissederse saldırır. Işığı yanmayan evlere girerek tavuk, ördek gibi küçük kümes hayvanlarını kaçırarak bunların kanıyla beslenir. Onu öldürmek oldukça kolaydır; ancak o anda kan içmiş ya da içiyorsa büyü yaparak insanlara zarar verebilir. Büyüsü gökten taş yağdırabilmektir.
   Kan içerken karşılaşıldıysa büyüsünden korunmadan onu öldürmek oldukça zordur. Eğer karşısındaki insan başından aşağı su dökünüp üzerine yürür ve elindeki sopayla kafasına vurursa kurtulma şansı yüksektir ancak bunu görünmeden yapamazsa taş yağmuru büyüsünden zarar almadan kurtulamaz.

CÜNELLİK: Esasen bir ruhtur, asıl görünümü çıra isi gibidir ve belirli bir cismi yoktur. Ancak istediği her şekle bürünebilir. Gözlerindeki bulanıklıktan tanınabilir. Büyülü güçleri fiziki gücünden daha üstündür. Genellikle iriyarı, palabıyıklı ve kesik suratlı insan suretine dönüşür. İnsanları kandırarak onları kendi mağarasına götürür ve burada onların kemikleriyle beslenir. Kurbanının kemiklerini bir bütün olarak bedeninden ayırır ve geriye sadece kemiksiz beden kalır. Esas görünümüne büründüğünde havada süzülen büyük bir is bulutu şeklindedir.
   İnsan suretindeyken karşılaşılırsa dövüşe bu haliyle başlayabilir, henüz beslenmediyse büyü güçleri oldukça azdır ve fiziki olarak dövüşmeyi seçer. Ancak beslendiyse gerçek suretine bürünür. O şekildeyken saf demirden yapılma bir silahla durdurulması bile imkansıza yakındır. Dövüşçünün yapması gereken şey, söğüt yapraklarının isine bulanmış demir bir kılıçla ona saldırmaktır. Yeterince gücü tükendiğinde dövüşçü bir büyü yaparak hortum oluşturur ve onu hortumun içinde kıstırarak isinin dağılmasına neden olur. Daha sonra hortumun içine toprak testiden yapılmış bir kapan atarak onu testinin içine hapsedebilir.

KATRAN BALASI: Bir çeşit ruhtur. Kullanılmayan, terk edilmiş evlerde, metruk camiilerde, şehirlerde köprü altı ve mezbeleliklerde yaşar.  İnsan görünümlüdür ancak bedeni ve giysileri tamamıyla karadır. Elbisesinin eteklerinden katran gibi yapışkan bir sıvı akar. Yüz hatları belli belirsizdir ancak çürük dişleri ay ışığında parlar, gözleri belli olur. Sadece zemheri döneminde görülür. Ortaya çıktığında sokakta yalnız dolaşan çocukları kaçırmayı tercih eder. Kurbanlarının kanını içer ve bir rivayete göre kurbanın kanıyla yıkanır. Çocuğun cesedini onu aldığı yere bırakmayı ihmal etmez. Öldürdüğü çocuğun da derisi kapkara olur ve pul pul dökülmüştür.
   Katran Balası'yla karşılaşan cinci ya da yelkovan yaratığın üzerine barut tozu atıp çakmak yahut kibritle onu yakar. Ancak ölmesi kolay olmadığı için önce onu yormak gerekir. Bütün ruhlar gibi Katran Karası da demire dayanıksızdır. Bunun yanında şaman davulunun sesi onu çileden çıkarmaya yeter. Büyülü güçleri olduğu gibi fiziki kuvveti de güçlüdür. Kurbanlarının kanını emmek için kullandığı, jilet kadar keskin bir kılıcı vardır ve cinciye bununla saldırır. Eğer cinci ya da yelkovan bu kılıcın darbesine maruz kalırsa kılıcın açtığı yarayı kapatabilmek için Basmakçı'nın sakallarından yapılan bir tütsüyle tedavi edilmesi gerekir.

4
üç mısra şiir okuyup dostlarla
iki kadeh şarap içtikten sonra
assosta felsefe yapamayıp
deniz kabuğu arayınca sahilde
para yetmeyince eve dönmeye
otostop çekip çekine çekine
üç sözcükten birinin altını çizip
çağrışım öyküler yazdıktan sonra
gece vakti soğukta dışarı çıkıp
en ucuz dönerciyi arayıp bulunca
ya da kahve içince galata gölgesinde
kitaplar hakkında fikir yürüterek
dolmuşta tıkış tepiş dönünce yine ve
pek de uyumayarak bilmem kaça dek
olabildiğince hedonist davranalım
olabildiğince yaşayalım yaşamı
şiir okuyalım iki kişinin karşısında en çok
sonra hayat nereye sürüklerse artık

5
Şişedeki Mısralar / Bir öfkenin ardından gelen sözler
« : 04 Nisan 2015, 01:02:39 »
bıçak gibi saplanır önce
tam alnının orta yerine
o denli bir ağrıdır ki bu
geçmez seneler senelerce
hıncın öfkenin kinin bu
çaresizliğin tükenmişliğin
karanlık düşüncelerin bu
karartılmış düşüncelerin
insafsızlığın ağrısıdır bu
umudunu böler acımasız
üçe beşe yüze milyona
vazgeçmezsin belki yine de
ama her acı bir yer kalbinde
bir yer tutar ve bırakmaz
miras gibi seneler senelerce
göz yaşıyla ağıtla türküyle
anlatırsın oğluna kızına ve
onlar da kendi ardıllarına
öyle bir keder öyle bir hınç bu
seneler evvelinden sana kalan
umutla karışık belki kamçılayan
ve çocuklarına bırakacaksın
onların kaderi de aynı olmasın
aynı olmasın seninle diye

6
Kurgu İskelesi / Düşsavar
« : 27 Temmuz 2014, 03:58:50 »
   İkinci seferde ateşlenen çakmakla sigaramı yaktığımda dışarıdan motor sesleri gelmekteydi. Saati tam hatırlamıyorum, sanırım güneşin doğmasına birkaç saat daha vardı; ama ne uyku giriyordu gözüme ne içimde yatağa girme isteği vardı. Önce bir şeyler okumak istedim, ışıklar kapalı olduğundan vazgeçtim. Orta halli bir romantik olup gökyüzüne bakayım dedim, pencereden. Sokak lambaları yıldızları da söndürmüştü.
   Dumandan bir nefes alıp bilgisayarı açtım. Yazmaya oturup yarım bıraktığım öykülerden birini açıp devam ettirmeye karar verdim, öyküyü kaldığı yere kadar okuduğumda bir halta benzemeyeceğini düşündüğümden başka bir tanesini açtım. İki sayfa kadar yazmıştım, onu okumaya başladım. İlham perilerim herhalde son zamanlarda grevde falandılar, ya da yazdıklarımı beğenmemek bende adet olmuştu. O yüzden oturup yeni bir hikaye yazmaya karar verdim.
   Durum öykülerini pek sevmesem de anda içinde bulunduğum vaziyeti en iyi belirtecek türdü bu. İlk sözcüğü düşünürken yeni bir sigara daha yaktım. İlk sözcükler her zaman önemlidir, elbet ilk cümle de öyle. Birkaç on dakikanın ardından ilk cümleyi yazdığımda parmaklarım harflerin üzerinde düşündüğümden daha da hızlı akmaya başladı. Bundan evvel sanırım bir aydır öykü yazamıyordum, bu iyi olmuştu.
   Satırlar ilerledikçe kalbimin atış hızı giderek düşüyor, ruhumdaki bunaltı ferahlıyordu. Gecenin bir yarısı sokakta dolaşan bir adamı anlatmaya çalıştığım öykünün karakterini, satırlar aşağı indikçe gözümde daha bir canlandırabilir oldum. Fantazya yazmaya alışık olduğumdan alelade bir durumu öyküleştirebiliyor olmak kendimi yazma konusunda geliştirebildiğimi düşünmeme neden olmuş olsa da haddimi bildiğimden benliğimin tavana çarpmasına izin vermeden hemen sandalyeme geri oturdum.
   Adam sokakta dolaşırken bir yabancıyla karşılaşıyordu öykümde. Birbirini hiç tanımayan bu iki kişiden biri diğerine saati sordu. Diğer adam cep telefonunu cebinden çıkarıp saati söylediğinde onun bu saatte dışarıda ne aradığını da sormadan edemedi. Saati soran adam, karşısındakinin samimiyetine güvenmiş olmalıydı ki aynı samimiyetle cevap verdi. Bir ay evvel sevgilisini kaybetmişti ve onunla zaman geçirdiği evde bunaldığını söyledi.
   Saati olan adam karşısındakini dinlerken bir anda kendilerini beraber yürürken buldular. Bu ani gelişen yoldaşlık ikisi için de sürpriz olmuştu. Saati söyleyen adam, melankolik aşığın hikayesi bittikten sonra ona üzüntülerini bildirdi ve kendi derdini anlattı. O bir düşsavar idi. İlk önce kulağına saçma sapan gelen bu mesleğe boyun kıvıran aşık, karşısındaki adamı dinledikçe merakı perçinlendi ve biraz da sevgilisini unutturduğu gerekçesiyle onu ilgiyle dinlemeye ve mesleğiyle ilgili sorular sormaya başladı.
   Düşsavar, insanların hayallerini ruhlarından alırken onlara da karşılığında bir şeyler veriyor, böylece düş gücünü geliştiriyordu. Ne vereceği, satın alacağı düşler gibi belirsiz idi. Buna ikisi de karar vermiyor, kader kendisi belirliyordu düşün bedelini. Kimine şans getiriyordu düşleri karşılığında kimine çekicilik.
   O sırada aşığın aklına bir fikir düştü. Unutmak karşılığında düşlerini bu adama verebilir miydi? Bu fikrini düşsavara açtığında aldığı yanıt tahmin ettiği gibi oldu. Buna sohbetin gidişatı karar verecekti. Eğer sevgilisi ölen adam düş gücüne sahip değilse ya da bu gücü sınırlıysa bedeli de ona göre olacaktı ve unutmak en büyük karşılıklardan biriydi.
   Yol onları bir müddet sonra aşığın evinin önüne getirdi. Aşık olan diğerini içeri davet ettiğinde düşsavar bu teklifi tereddüt etmeden kabul etti, apartman kapısının gıcırtılı sesi eşliğinde koridora girip beşinci kata çıktılar.
   Düşsavar içeri girdiği anda etrafı meraklı gözlerle süzmeye başladı. Duvarlarda asılı olan ve sehpalara yerleştirilmiş fotoğraflar, özel günlerde alınıp verilen hediyeler, elbiseler, kadehler, boş içki şişeleri ve daha ne varsa. Aşık onu oturduğu yerden izlerken diğer adam kah dudaklarını bükerek, kah sağ dirseğini sıvazlayarak nesneleri inceliyor, arada bir mırıldanıyordu.
   Sonunda düşsavar aşığın yanına oturup onun omzunu sıvazladı. “İstediğin bedeli vermeye hazırım; ancak bundan vazgeçmek istediğine emin misin?” diye sordu. Diğeri bir an sonra fotoğrafları incelemeye koyuldu.
   Öyküye bir son yazmak isteyip istemediğimden emin olamamıştım. Eğer aşık adam diğerinin teklifini kabul eder ve unutursa okuyucuyu kesin bir sonla karşılaştırarak onların hayal gücünü çalmış olacaktım. Yazmazsam da sürekli vurucu sonlar yazmak isteyen bir yanım yarım kalmış olacak ve kendi hayallerimi kısıtlayıp kendi kendimin düşünü çalmış olacaktım. Yeni bir sigaranın dumanlarını içime çekerken bu ikircikten kurtulup öykücülükte yeni bir tarz yaratıp  yaratamayacağımı düşündüm.

7
Aylık Öykü Seçkisi / Seçkide Elli Dokuzuncu Ay
« : 19 Mayıs 2014, 22:11:17 »

Gerek gerçek hayatın gerekse fantazya dünyasının en önemli öğelerinden biri olagelmişti asalar. Musa’nın denizler yaran, ejderhaya dönüşen sopası, Harry Potter’ın mürver asası yahut bilge Ak Gandalf’ın kudretli asası… Ancak tüm bu asaları yaratan gerçek sihre sahip bir asa daha var dostlar, sizlerin kalemleri! Sihirli asalarınızı oynatın ve dünyalarınızın kapılarını okuyuculara aralayın!

Bu ayın önsözünü yazmak benim için oldukça zor oldu. Daha bir hafta evvel Soma’da resmi rakamlara göre 301 maden emekçisinin ölümünün ardından ne söyleyecek şiir bulunabilirdi ne anlatacak öykü... Bir emekçinin evladı olarak hayatını kaybeden işçi ağabeylerimi bir kez daha anıyor ve 301 emekçinin katillerinin bir an önce yargılanmasını umuyorum.

Bu ayki görselimiz Ömer Tunç’un marifetli parmaklarından kağıda döküldü. Kendisine teşekkür ediyor ve 14 yazarımızın öyküleriyle vücut bulan seçkimizi beğenilerinize sunuyoruz.

     - Gulyabani’nin Asası adlı öyküsü ile Adil Öztürk

     - Sihirli Çok Sesli Asa adlı öyküsü ile Banu Taylan

     - Meşe Asa adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

     - Dönüş adlı öyküsü ile Didem Sayat

     - Korkusuz – Bölüm II (The Man Without Fear – Part II) adlı öyküsü ile Emre Sümer

     - A-sa adlı öyküsü ile İnan Akmugan

     - Büyü adlı öyküsü ile Mete Güner

     - Operuit adlı öyküsü ile Nursena Ataseven

     - Tanrı’nın Oğlu adlı öyküsü ile Osman Karagöl

     - Asa-Kıran adlı öyküsü ile Osman Tarhan

     - Karanlık Günler 2 – Beyaban adlı öyküsü ile Sefa Tursun

     - Tutku adlı öyküsü ile Suat Vural

     - Ayrık Dünyalar adlı öyküsü ile Tayfun Pektaş

     - Falcı adlı öyküsü ile Yusuf Kerem Özcan

Gelecek ay, seçkinin beşinci yıldönümünü kutluyor olacağımızdan, her sene olduğu gibi bir süprizle çıkacağız karşınıza. Bir sonraki ayın, yani temmuz ayının, teması ise “FIRTINA” olarak belirlendi. Öykülerinizi oykuseckisi@gmail.com mail adresine gönderebilirsiniz.

Öykü dolu daha nice beş senelere!

Adil "Bars Elsa" Öztürk

8
Kurgu İskelesi / Gölgedekiler
« : 26 Nisan 2014, 02:06:59 »
GÖLGEDEKİLER
     Yirmi metre kare odada iki kişi vardı. Yaşlı adam ve genç kadın. Yaşlı adam, ekose gömleğini son düğmesine kadar iliklemiş kemerle iyice sıktığı pantolonunu içine sokmuştu. Başında sekiz köşe bir kasket, elinde asası vardı. Sakalları özenle düzeltilmiş, köprücük kemiğine dek uzuyordu. Genç kız ise dalgalı ve siyah saçlıydı. Kısacık boyu ve pürüzsüz teni güzelliğini gözler önüne seriyordu. Kat kat dökülen kıyafeti dar pantolonuyla uyum içindeydi.
     Yaşlı adam, vasat bir marangozun elinden çıkmış sandalyede dimdik oturmakta, asasını yılların ona kazandırdığı asaletle tutmaktaydı. Gözlerinin ışığı sönmüş olmasına rağmen dolgun elmacık kemikleri yüzüne vakur bir ifade oturtuyordu. Asası, sandalyenin aksine ucuz bir işçilik ürünü değildi. Değiştirilen iklim yüzünden artık yetişmeyen, kolayca işlenebildiği halde bin yıllara boyun eğmeyecek kadar dayanıklı bir ağaçtan oyulmuştu. İnce işçiliği uzaktan görüldüğü vakit hayran bırakır, büyüteçle incelendiğinde ise adeta kişiyi büyülerdi.
     Genç kız yaşlı adamın bir metre önünde, iki kişilik koltukta oturmaktaydı. Kahverengi gözlerinin etrafını siyah kalemle boyamış, güzelliğine güzellik katmıştı. Yaşlı adam onu izlerken huzur buluyordu. Genç kız ise ne şikayetçiydi yaşıtlarının aksine bir ihtiyarla aynı odayı paylaşmaktan ne modern dünyanın nimetleriyle kendini oyalayamadığı için iç bunalımı geçiriyordu. Sadece kitap okuyordu küçücük parmaklarıyla sayfaları zarifçe çevirerek. Arada bir başını kaldırıp yaşlı adama bakmalarının ise açık bir nedeni yoktu.
     Yaşlı adam, derin bir iç geçirişin ardından kırışmış yanaklarına düşen birkaç damla yaşı titrek parmaklarıyla sildi ve asasını iki eliyle kavrayıp dudaklarını büklümlendirdi. Yıllar evvel ölen eşinin hatırası yine doldurmuştu dimağını. Artık elinde tek kalan, asası ve karısından yadigâr bir kolye idi. Onu yeleğinin iç cebinden hiç çıkarmazdı başına bir iş gelmesin diye. Zamanın kendisine adil davranmadığını düşünürdü. Herkes gibi onlar da ölüp toprağa karışacaktı ancak bunun her zaman karısıyla aynı anda olacağını düşünmüştü. İşte hayatın adaletsizliğine de bu noktada inanmıştı yaşlı adam.
     Tek tesellisi ise bazı zamanlar odasına gelip karşısında kitap okuyan genç kız idi. Kız, ona eski anılardan bir hediye, bir hatıra idi. Ne zaman hasrete düşse çıkıp gelirdi genç kız, yaşlı adamın yanına. Bunu zihnindeki görüntüler kadar iki kalbin damarlarından akan kanın birleşimiyle harmanlanmış asasına da borçluydu. Yaşlı adamın elinden eksik etmediği asa, o daha genç bir delikanlı iken yağmurlu bir gecede çıkagelen gizemli genç hanımın ona bir hediyesiydi. Ona ve biricik eşine…
     Yaşlı adamın yaşadığı diyar, gizemli öğretilerin, sihrin ve simyanın vücut bulduğu topraklardı. Her genç adamın ve hanımın asası, kader ortaklarının ruhlarının ete kemiğe bürünmüş evlatları tarafından işlenir ve çifte emanet edilirdi. Asa onların elinde gece kadar karanlık işlerde de kullanılabilirdi aydınlığı taşımak için de. Bazısı ise gölge gibiydi çiftlerin. Güneşin sıcağını da geçirmezdi gecenin zifirini de tam anlamıyla taşımazdı içinde. Yaşlı adam ve karısı da gölgedeydiler.
     Aşk gibiydi onların gölgesi ve aşk ile serinletirdi onları. İkisinin de tek umurunda olan birbirleri idi. Ne bitip tükenmek bilmeyen açgözlülükleri vardı ne de zaman kadar eski savaşların bir tarafında saf tutuyordu onlar. Sadece aşk için vardılar ve sihirlerini sadece bunun için kullanırdılar. Hayatlarını aşk olarak tanımladıkları her şeye adamışlardı. Sadece iki insanın birbirini sevmesi değildi onlara göre aşk. Birçok şeydi. Tanımlanamayacak kadar yoğun ve anlatılamayacak kadar fazla. Doğaydı aşk; yer, gök, ay, güneş, ağaç, nehir, kadın, erkek ve hayvanlar…
     Zamanın tozları kadının üzerine konduğunda yalnız kaldı yaşlı adam ve kendini yirmi metrekare odaya kapattı. Burası onun son nefesini vereceği yerdi. Asası ise ona hediye verirdi bazı zamanlar. Dimağında saklı kalan görüntüler asanın sihriyle karısını kapıdan içeri buyur eder, sessizce hasret gidermesine izin verirdi.

9
Kurgu İskelesi / Kharon'un Rüşveti
« : 21 Nisan 2014, 01:56:08 »
KHARON’UN RÜŞVETİ

     Her zamanki gibi sakin geçiyordu nöbeti. Gündüzleri bile pek ziyaretçisi olmayan müzede geceleyin bir olay çıkması binde bir ihtimaldi ona göre. Bu yüzden görevine pek ehemmiyet vermiyor, nöbetinin çoğunu uyuklayarak geçiriyordu. İşe torpille girdiği için de gayet rahattı.
     Saat sabahın ikisine gelmek üzereydi, biraz sonra güvenlik masasına başını koyup uyumadan önce etrafı şöyle bir kontrol etmeye karar verdi. El fenerini açıp müzede dolaşmaya başladı. Olabildiğince dikkatli davranıyordu. Mermer heykellere takılıp düşmek ya da bilmem kaç bin yıllık vazoları kırmak istemezdi. Torpili bu tür zararların görmezden gelinmesini sağlayacak kadar büyük yerden değildi.
     Serdar, önce heykellerin olduğu bölümü kontrol etti. Fenerin beyaz ışıklarının vurduğu yerlerde herhangi bir anormallik görünmüyordu. Bu bölümü dolaştıktan sonra koridorun biraz ilerisinde vazo, çanak-çömlek ve antika paraların olduğu bölüm vardı.
     Odanın kapısına yaklaşınca içeride bir an bir kıpırtı gördüğünü sandı ve hemen kapının yanındaki heykellerden birinin ardına saklanıp içeriyi izledi bir süre. Duvara gömülü camekânların önünde hırpani giyimli, saçı başı dağılmış bir kadın gezinmekteydi. Tek parçalı gibi duran elbisesi tozdan kirden bozarmış, çıplak ayakları çamur içindeki kadın oldukça kısa boylu ve yağdan birbirine yapışmış saçı beline kadar uzuyordu. Kadının, antika paraların bulunduğu camekânı kırmak üzere olduğunu görünce hemen belindeki silahı çıkarıp içeri girdi.
     “Sakın kıpırdama, yoksa ateş ederim!” diye bağırdı Serdar. Kadın, tehlikeli olamayacak kadar aciz görünüyordu ancak yine de tedbiri elden bırakmamak gerekirdi.
     Serdar’ın sesini duyunca kadın elindeki taşı tam havadayken durdurdu ve arkasını dönüp yüzünü Serdar’a gösterdi. İşte o anda Serdar’ın eli-ayağı boşanmış, hatta korkudan altına kaçırmıştı. Sırtı dönük haldeyken pejmürde halde görünen kadının yüzü, elbiselerinden çok daha korkunçtu. Etleri yer yer çürüyüp dökülmüş, yer yer kararmış ve kurtlanmış ince bir surata sahip olan kadının bütün dişleri ve çenesinin bir kısmı ayan beyan ortada görünüyor, pınarları kurumuş gözleri kapkara iki çukurdan farksızdı. Kadın elindeki taşı yere bıraktı.
     “Merhaba,” diye seslendi. Ancak konuşmaya başlar başlamaz dişlerindeki ve çenesindeki dökük kısımlar et ile dolmaya, yüzü kanlanıp renk almaya başladı. Sözünü bitirdiğindeyse biraz önceki, hortlakları andıran kadının yerini dalgalı saçları beyaz entarisinden aşağı dökülen, bembeyaz suratının ortasındaki kırmızı dudakları zarafetle hareket eden bir kadın almıştı. “Birkaç drahmi almak istiyordum; ama bu camlar çok kalın, kıramıyorum bir türlü.”
     Kadının billur gibi akıp giden sesiyle adeta büyülenen Serdar, sadece drahmileri neden istediğini sorabilmişti. Kadın, aynı ses tonuyla cevapladı Serdar’ı:
     “Ah sevgilim, adım Coriander benim. Bir fahişeydim önceden… İki bin yıldır esir hayatı yaşıyorum. Sadist bir müşterimin ellerinde iki bin yıl önce can verdim ancak beni gömmeye bile tenezzül etmediği için Khraron’a beni Ölüler Diyarı’na götürmesi için istediği rüşveti veremedim. Bu yüzden iki bin yıldır ona fahişelik ediyorum. Ama artık elinden kurtuldum ve rüşvetini verip Ölüler Diyarı’na geçmek istiyorum sevgilim. İşte bu yüzden istiyorum o paraları!”
     Kadın başına gelenleri anlattığında Serdar gözyaşlarına hâkim olamayarak Coriander’in yamacına varıp onu teselli etmek istedi. Kadının bir ayak karşısında dikilmiş gözyaşlarını silip teselli etmek isterken karnındaki acıyla birden kendine geliverdi ancak kadının büyüsünden kurtulduğunda yerde kanlar içinde yatar haldeydi.
     “Siz erkekler,” dedi can çekişmekte olan Serdar’ın yüzüne bakarak, “Her zaman beni hor gördünüz, kullandınız, aşağıladınız. En masumunuz bile azap içinde ölmeyi hak ediyor,” diyerek lafını bitirdiğinde tekrar eski görünümüne büründü.
     Artık iki bin yıllık bekleyişinin ödülünü alıp sonsuz hayatındaki özgürlüğüne kavuşabilirdi. Camekanı tek darbeyle kırdı, sergilenmekte olan bütün drahmileri alıp Khraron’un yüzüne çarpmak üzere Acheron ırmağının yolunu tuttu.

10
Kurgu İskelesi / Yağmur İşçisi
« : 27 Şubat 2014, 23:02:47 »
     İnsanların hiç bilmediği bir mesleğe sahibim; taşıyıcıyım ben. Sırtında onca ağırlığı ta dünyaya kadar taşı, olması gerektiği yere bırak, bunları yaparken diğer taşıyıcılarla hiçbir şekilde çarpışma, bulutların üzerine geri dön… Kar ve yağmur taşıyıcısı olmak gerçekten zor iş; ama işimi seviyorum. Kendimi bildim bileli dünyaya kar taneleri ve yağmur damlaları taşırım ve bugüne kadar bir kez olsun sıkılmışlığım yoktur. Sadece yükümü bırakacağım yeri kendim seçebilmek isterdim o kadar. Mesela bir kar tanesi; onu diğer yığınların üzerine değil de ilk defa kar gören küçük bir çocuğun yanağına bırakmak isterdim. Ya da ılık bir bahar gecesinde el ele tutuşmuş gezen sevgililerin saçlarını ıslatmak, dağıtmak pasparlak.
     İşimi yapmaktan hiç sıkılmadığımı söylemiştim; aslında hazırlık süreci bazen sıkıcı olabiliyor. Özellikle de güzün. Gök gürülder, göz kamaşır, yağmur; geleceğini insanlara haber verir ama bir türlü yağamaz ya işte o anlarda beklemek nedir gelin de bize sorun. Su taneciklerini üretenler, güzün her zaman daha büyük damlalar oluştururlar; nedenini bilmem… Kar taneleriyse en sevdiğimdir. İlk olarak sanatçılar, daha önce hiç yapılmamış, özgün bir şekil verir kristallere, sonra onları zedelemeden, özenle taşıyarak küpecimize yerleştiririz, yağmur damlacıklarından daha hafif oldukları için yormaz da kar taneleri, hiç acele etmeyiz onları yeryüzüne ulaştırmak için.
     Bulutlar, bizim fabrikamız. Bulutun en üst katmanında, mühendisler oksijen ve hidrojen elementlerini büyük bir dikkatle birleştirirler ve iki farklı atomdan bambaşka bir mamul üretirler. Daha sonra su tanecikleri bir alt kata gönderilerek moleküller birleştirilir, o mevsim için en ideal büyüklüğe getirilir ve en son bizim katımıza uğrar. Burada bir asker nizamıyla sıraya girerek damlaları teslim almak için bekleriz. Yağmur damlasını küpecine yükleyen taşıyıcı, hemen yeryüzüne inmek yerine bulutun en alt katına gider ve orada, dünyaya ineceği pozisyona geçip bekler. İlk grup tamamlandığındaysa aynı anda bulutlardan aşağıya süzülür ve yolculuk başlar.
     Dünyaya ulaşmamız, bulutun ne kadar yüksekte olduğuna bağlı olarak değişir; ancak biz atlar atlamaz başka bir grup sıraya girmiş ve ardımızdan atlamış olur. Yere ulaşıp yükümüzü boşalttığımızda ise tekrar göğe çıkarız ve yoğunluğa göre tekrar damla yüklenir ve atlarız. Ancak bazı zamanlar şansımız yaver gitmiyor ve talihsiz kazalarla karşı karşıya kalabiliyoruz.
     Ben de iş hayatım boyunca bir kez talihsizlik yaşadım. Bahar ayındaydık ve ahmakıslatan yağdıracaktık. İstikametimdeki ormanda bir izci grubu kamp halindeydi ve inmem gereken yerde de kamp ateşi yakılmıştı. Ateşe yaklaştığımda yükümü bırakıp kaçmaya çalışmış ama kaçamamıştım. Kanatlarım alev yüzünden ağır hasar almıştı. Yere indiğimde kuru yapraklardan birinin altına yuvarlandığım için arkadaşlarımın gözünden kaçmıştım.
     Yağmur kesilip diğer taşıyıcılar gökyüzüne geri döndüğünde toprakta tek başıma kalmıştım. Canım o kadar acıyordu ki ağlamama engel olamadım. Yaprağın altına sinmiş çaresizce ağlarken gördüm o küçük çocuğu… Yere diz çökmüş, altına yuvarlandığım yaprağı nazikçe kaldırmıştı. Nasıl olsa beni göremez diye olduğum yerde kanatlarımı sıvazlayıp ağlamaya devam ederken gözlerini bana dikmiş olan çocuk ‘Neden ağlıyorsun?’ diye sordu ve kısa süreli bir şok geçirdim; ama hemen sonra, sayıları çok az da olsa bizleri görebilecek kişilerin olduğunu hatırladım.
     Yanmış kanatlarımın acısıyla bir yandan hıçkırıp bir yandan durumumu anlatmıştım çocuğa. Beni minnacık elleri arasına alıp iyileşmeme yardım etti. Küçücük parmaklarıyla kanatlarımı sardı. İyileşene kadar arkadaşlık etti. Bir gece sonra kanatlarım eski gücüne kavuştuğundaysa ayrılık vaktinin geldiğini anlattım ona. İlk  önce benden ayrılmak istemese de onu tekrar ziyaret edeceğime dair söz verdim ve kanatlarımı geceye açıp evime, bulutlara geri döndüm.

11
Kurgu İskelesi / Turmalin'in Çizmeleri
« : 30 Ocak 2014, 13:46:54 »
Uzun mu uzun sarı saçları vardı.
Ejderha derisinden çizmeleri,
Görenleri kıskançlıktan çatlatırdı.
Gözleri desen derin bir okyanus,
Dişleri sanki bir dizi ay taşındandı.
Uzun yolculuklara çıktığı vakit,
Çıkınında en tatlı şarap ve ekmek,
En sulu elmalar her daim hazırdı.
Turmalin’di adı cesareti köyünde namdı,
Maceralı öykülerle döner seyahatinden
Köy ahalisi etrafını sarmalardı,
Turmalin’in öykülerini dinlemek için.

El hünerleri de dilden dile dolanan,
Turmalin, çizmelerinin öyküsünü
Anlatmıştı kıvılcımlar saçan bir ateşin
Etrafında toplanmış kalabalığa.
Gökte ay yusyuvarlak yüzüyordu ve
Güzel bir öykü için gayet uygundu hava.
Pipolar yakılmış kadehler dolmuştu
Genç adamlar ve çocuklar merakla
Turmalin’in öyküsünü bekliyordu.
Bir nefes çekti piposundan ve kocaman
Bir yudum aldı sonra şarabından
Kasım kasım kasıldı ardından.

İyi açın o koca kulaklarınızı dinleyin sözlerimi:
Şanslısınız ki bizzat benden duyacaksınız,
Destanlarda anlatılacak maceralarımdan birini.
Çıt çıkmasın isterim kapalı kalsın ağızlarınız,
Şaşkın suratlarınız korkudan gerildiği zaman
İzin vereceğim bir süre alkışlamanıza zaten.
Bilirsiniz pek severim derileri şekillendirmeyi,
Onlardan güzel elbiseler ve pabuç yapmayı
Ve efsunludur kemikten işlediğim takılar
Ancak en çok köyümü severim, Yotunk’u
Korumak isterim her kötülükten onu
Çalınınca kulağıma aç bir ejderhanın
Yolunu şaşırıp yaylamızı işgal ettiği haberi,
Hemen düşündüm ejderha derisinden bir çift
Çizmenin ayaklarımda ne kadar güzel duracağını…

Kaptım şöminemin tam üzerinde asılı duran
Kuzeyin en azgın yanardağlarında dövdüğüm
Kılıcımı ve düştüm yollara tam beş gün boyunca.
Tepeleri ve kayalıkları aşıp küheylanımın sırtında,
Yotunk Yaylası’nın girişine vardığım anda daha
Burnuma ilişti ihtiyar ejderhanın buharlı nefesi.
Kınından çıkardım “Kanperest”imi ve süzdüm
Nerede bu aptal ejderha diye yeşil mi yeşil yaylamızı
O anda kanat çırpıp geldi kendi ayağıyla ölümüne
Ki habersizdi canını vereceğinden yazık!
Öyle bir gürledi ki koca ağzını açıp karşımda,
Kralın şövalyeleri bile kaçardı ayakları kıçına vura  vura:
“İşgal ettiğim topraklara gelen bu çocuk da kim?”
Dedi alev saçan gözlerini gözlerime dikerek korkusuzca.
“İşgal ettiğin bu toprakların çocuğuyum ben ya sen kimsin?”
Kanatlarını açtı iki yana ve gerdi göğsünü ejderha
“Terothin’im ben, ismimi bilmez misin küçük adam?
Yedi diyara namdır ismim, tam tamına bin yaşındayım,
Ancak kuraklık baş gösterdi topraklarımda
Yiyecek bulamaz oldum karnımı doyurmam gerekiyordu
Buraya getirdi beni kader, ineklerinizin tadı ne de güzel!”

Kanperest fısıldadı kulağıma, ‘izin verme konuşmasına’
Koyunlarımızı, sığırlarımızı mideye indiren,
Ormanlarımızı yakıp küle çeviren ejderhaya
Aman dileme fırsatı bile vermeden savurdum kılıcımı,
Kanatlarını iki yana açmış kızıl renkli Terothin,
Esneyen bir köpek gibi açtı koca ağzını sonuna dek.
Ciğerlerindeki havayı alevlendirdi ve üfledi var gücüyle.
Daha nefes alırken kaçtım ki korkaklığımdan değildi bu,
Hemen yanımdaki kadim bir çınar ağacını
Bir avuç küle çevirirken Terothin, aleviyle
Parlattım Kanperest’imi ejderhanın alev topuyla
Ki o halde keskinliğine efsun da karıştı kılıcımın,
Terothin’in bin yıllık kudreti geçti çeliğinin damarlarına
Saldırı sırası bana geldiğinde bir takla attım havada
Büyüyle güçlenen Kanperest’i olanca kuvvetimle
Saplayıverdim ejderhanın tam da göğsünün ortasına.

Ciğeri delinen Terothin’in nefesi daha o anda
Karışıverdi havaya ki kudretini borçlu olduğu
Ciğerleri nefes alamaz olduğunda ejderhaların
Kocaman bir sürüngenden farkı yoktur
Ne alevi kaldı ortalıkta ne haşmetli bakışları
Tir tir titrer oldu Kanperest’in ve benim karşımda.
“Bağışla canımı yüce efendi” diyerek düşerken
Dizlerinin üzerine, gözlerinden de akıverdi yaşlar…

Ama çok geçti artık merhamet için
Yotunk’a zarar vermenin bedelini ödedi böylece
Ve derisi ayaklarımı süsleyecekti hem de
Kızıl Terothin son nefesini de verdikten sonra
İşte şu Kanperest ile sıyırıverdim derisini
Etini yabani hayvanlar yesin diye orada bıraktım
Ancak kalbi ve sırtındaki zırhı da benim idi
İhmal etmedim dişlerinden birkaçını ve
Pençelerinden bir iki kemiği almayı hatıra diye
Küheylana sırtlamaya kıyamadım yükümü, oldukça ağırdı,
On günün sonunda taşıdım pullu kızıl deriyi evime
Bu güzelim çizmeler işte böyle imal edildi…

Bars Elsa

12
Şişedeki Mısralar / Ey Benim Suskunluğum
« : 05 Aralık 2013, 23:55:36 »
Ey söz dinlemeyen, yine de suskun yüreğim
Sen bozkırda özgürlüğüne düşkün bir atsın
Ey benim umudu ufkun ardında deli oğlum
Dörtnala Pegasus’un ardından koşturursun
Ne isyanın çare aşkına ne sessizliğin
Sükutun bağırtılarında erir gidersin

13
Şişedeki Mısralar / Ay Beyitleri
« : 30 Kasım 2013, 01:02:03 »
Gündüz, giyinince siyah elbisesini
Taç olur güne, saçlarında parıldar ay

Kavrulmuş yüreklere su gerektiğinde
Geceyle beraber serinlik verendir ay

Akdeniz’e dökülünce ya da bir göle
Sevgilinin gözlerinden hallicedir ay

Kar bulutları bazen görülmez kılsa da
Gökyüzündedir bilirsin, huzur verir ay

Rakı, balık ve dostlar hazırsa sofrada
Sohbeti sabaha uzatır, yarendir ay

Pierre Loti’de ayrı Kordon'da ayrı
Nereden izlersen izle sevgilidir ay

İster hüzün hakim olsun ister mutluluk
Hafifletir, artırır duygularını ay

Kah gözyaşıdır kah sevgiliyle kahkaha
Her gece aşıkları seyreyleyendir ay

Kaçıp uzaklaşmak istediğin ne varsa
Unutturur, seninle birlikte gider ay

Büyük şehirde sokak lambasına mağlup
Geceleyin ıssızlığın tek kralıdır ay

Puslu havalarda korku öyküleridir
Berrak gecelerin romantik şiiri ay

Yalnız bir yanını gösterse de dünyaya
Hep gülen yüzünü görmemizi ister ay

Adil Öztürk 2013

14
Şişedeki Mısralar / Doksan Beş Yılın Çetelesi
« : 22 Kasım 2013, 22:09:02 »
Yosun kaplı yokuşun sonundaki evde
Doksan beş yıllık bir ömrün sonuna gelmiş
Sedirde bağdaş kurmuş tütün çiğnemekte
Ömür ki her sene yüze bir çizgi çekmiş
Her çizginin bedeli fazlaca ödenmiş
Yosun kaplı yokuşun sonundaki evde

Ne dövüşler geçti felekten ne kavgalar
Yerlik Han’da bekliyor tüm düşmanlar şimdi
Dinen her fırtınanın yeri elbet dolar
Dölüne öğretirsen eğer yiğitliği
Ardılın devam ettirir dövüşlerini
Cismin gider ismin hikâyelerde yaşar

Hanenin karşısı mezar, hastane yanı
Her şehirde başka başka geçti mahpusluk
Doğdu damlarda geçirdi otuz üç yılı
Göz kör ayak topal istikamet mezarlık
Ne gerek görmeye yürümeye ne gerek
Dostlar omzunda taşıyacak ihtiyarı

15
Şişedeki Mısralar / Kaç Kaçabildiğince Hayattan
« : 02 Ekim 2013, 21:03:36 »
Kaç kaçabildiğince hayattan
yaşamdan kaç yaşamaktan
şehirden mesela asfaltlardan
kaç kaçabildiğince koca şehirden
egzoz gazından kaç mesela
gürültüden patırtıdan kaç
kurtarabilirsin kendini inan
kaç kaçabildiğince hayattan
yargılayıcı bakışlardan mesela
kınamalardan dışlamalardan
örf ve adet çukurundan kaç
kaç kaçabildiğince hayattan
yaşamdan kaç yaşamaktan
çıkar alışverişinden mesela
sahte dostluklardan kaç
yaşamak dedikleri buysa
kaç kaçabildiğince hayattan
sanal zevkleri terk et mesela
git ormanda bir ağaca yaslan
gerçek bir kitap al eline
kaç kaçabildiğince hayattan
bilgisayardan kaç teknolojiden
yaşam dedikleri buysa
kendi tek kişilik medeniyetini
bir ağaç evinde kendin kur
kaçabildiğince kaç hayattan
daha da doğrusu arkadaş
kaç tanımlanan hayattan
kaçabildiğince diyorum işte
biliyorum tamamıyla mümkün değil
kaç kaçabildiğince

Adil Öztürk

Sayfa: [1] 2 3 4