12
« : 22 Eylül 2015, 17:45:30 »
G İ R İ Ş
Dünyamız Milattan sonra 1054 yılında evrimini tamamlayan büyük kütleli bir yıldızın patlamasına tanık oldu. O zamanlar Çin de hüküm süren "Sung" hanedanının tarihçisi Sung-Shih şöyle yazıyordu.
“Chig-Ho egemenliğinin birinci yılının beşinci ayında Thien-Kuan'nın güney doğusunda bir konuk yıldız belirdi. Bir yıldan fazla bir süre orada kaldıktan sonra yok oldu"
Aynı olay o yıllarda Konstantiniye Polis'te yaşayan Bağdatlı İbni Butlan tarafından da kaydedilmiştir. Ayrıca bu olay Kızılderili'ler tarafından Kuzey Amerika'da Chako kanyonundaki kayalara da işlenmiştir.
Yukarıda yazılı tarihi bilgiler dışında bir başka gerçek olayı on dördüncü yüzyılda yaşamış ünlü Gezgin-tarihçi İbni Batuta anlatmaktadır.
“Yine bir toplantı sırasında bey bana; "Hiç gökten inen taş gördün mü?" diye sormuş, bende; "Ne gördüm ne işittim" cevabını vermiştim. Bunun üzerine Birgi dışında böyle bir taşın düşmüş olduğunu söyleyip adamlarını çağırttı. Onlara söz konusu taşın getirilmesi emrini verdi.
Bu adamlar simsiyah, sert ve kaypak bir kayayı alıp getirdiler. Ağırlığı zannıma göre bir kantar çekmekte idi. Bey bu defa taşçıları çağırttı. Bunlardan dört usta gelip divan durdular. Taşın parçalanmasını emredince ellerindeki balyozlarla dörder kere vurdularsa da bir şey olmadı. Buna şaştım kaldım. Bey bu denemeden sonra taşın götürülüp eski yerine konmasını buyurdu."
B İ R İ N C İ B Ö L Ü M
Adamın bir dediği iki olmuyordu. Çevresi ipeklerle kuşatılmıştı, yattığı yatak, başını koyduğu kuştüyü yastıklar, içinde bulunduğu odanın duvarları rengarenk kumaşlarla kaplanmıştı. Zeminde uzun tüylü bir halı vardı, parmakları halının havları arasında kayboluyordu. Ömrünce görmediği göremeyeceği bir rahatlıktaydı. Kolunda, genç, etine dolgun, beyaz tenli ve güzel bir kadın vardı. Kösnül hareketleri ile adamı büyülemişti sanki. Uzaktan gelen seslere uyan bedeni, yuvarlak kalçaları hiç boş durmuyor kıvranıyordu. Kocaman göğüslerini adamın ağzına sokacak gibi uzatıyor adam onları öpmek ister gibi yaklaşınca, kıvrak hareketlerle kendini geri çekiyordu. Bir başka güzel az ötede, sabırsızlıkla sırasını bekliyor gibiydi. Sadece iki kişi değillerdi, başka güzeller çevresinde dört dönüyorlardı. Gencecik delikanlılar yarı çıplak bedenlerinle hem adama hem de diğer kadınlara hizmet etmek için bir görünüyor bir kayboluyorlardı. Kadehi hiç boş durmuyor o içtikçe çevresinde dönüp duran gençlerden biri gelip kadehini tekrar dolduruyordu. Önündeki sehpada tadını bilmediği meyvelerle dolu tabaklar vardı. Dilberler bir parça ondan bir parça ötekinden uzatıp tattırıyordu. Uzaklardan gelen tatlı bir melodi içine işliyordu.
Birden bir gürültü koptu, dünya karardı. Zifiri karanlık çevrelerini bir ağ gibi kaplamıştı. Müziğin insanın içine işleyen yumuşak nağmeleri, davulların zillerin çaldığı çılgınlığa dönüştü. Uzaktan duyulan koro, acı haykırışlarla bağrışıyordu şimdi. Adamın kadehindeki tatlı şarap, kızıl kana dönüşmüştü, kanın ılıklığını dudaklarında hissetti. Kucağında kendisini öpen koklayan güzel kadın, bir anda yaşlı ve çirkin bir cadıya dönüştü. Çevresinde dönen delikanlılar ellerindeki keskin bıçaklarla üzerine gelmeye başladılar. Tanrının verdiği güç ile üzerindeki ucube varlığı itti. Bir yandan aksak ayağının engellemesine rağmen kaçmaya çalışıyor, bir yandan da içinden gelen kusma isteğini durdurmaya gayret ediyordu. O anda, dostları, silah arkadaşları yanında belirdi. İşler tersine dönmüş bu kere kaçma sırası çirkin cadıya gelmişti.
Cadı kaçarken, Bir gün geri döneceğim! Sizlerden intikam alacağım!!" diye bağırıyordu. Derisi kemiklerine yapışmış titrek cadı birden beliren sislerin arasında kayboldu. Önce bir gölge haline geldi sonra tamamen kayboldu. Kayboldu ama cırtlak sesi sislerin içerisinden duyuluyordu. "Hekate, sizlerden bunların hesabını soracak" diyordu. Adam, Kaçma! Dur kaçma derken kan ter içinde uyandı. Tiz kahkahalar kulaklarında çınlıyordu. Gecelerdir kendisini rahatsız eden kabuslardan birini daha görmüştü. Birkaç dakika geçmemişti ki çadırının kapısı aralandı. Genç ulaklardan birinin kafası kapıda göründü.
-Bey sizi çağırıyor" dedi. Yaşlı adam sözleri onaylamak için başını sallarken gördüğü kabusun etkisindeydi hala.
Yattığı yerde, belki onuncu belki yüzüncü kez ve bir kere daha döndü. Esmer tenli hafif toplu genç gezgini, başını saman yastığa koyalı saatler olduğu halde bir türlü uyku tutmuyordu. Akşamüzeri Birgi Beyinin gösterdiği taşın sırrını çözmeden uyku tutmazdı da. Taşı bulup getirdiği söylenilen "Topal Memet" namlı kişi ile görüşebilmek için haber salmıştı. "Topal Memet ovada anca yarın gelir" dediklerinde gecenin uykusuz geçeceğini biliyordu.
Uyandığında ise uykusuzluğundan eser kalmamıştı. Güneş ortalığı aydınlatmaya başlayalı bir hayli zaman geçmişti. Daha iyi daha yumuşak yataklarda da yatmıştı ama batı rumelinin yoksul beyliğinde bulabileceği rahatlık bu kadar olmalıydı, gerneşerek yerinden doğruldu. Gezginliğin en güzel yönlerinden biride kaçta uyanırsan uyan kahvaltını hazır buluyordun. Hem de öyle böyle değil, mükellef bir kahvaltı. Aylardır yollardaydı, artık iyice öğrenmişti ki konukluğun hakkı üç gündür. Uyandığı bu sabah ise üçüncü günün sabahıydı. Konukluğunu daha uzatırsa böylesi zengin ikramların azalacağını bir zaman sonra ise hiç bulamayacağını biliyordu. İşte bu yüzden yol boyu dinlediği öykülerin ilginçlerinden biri olan bu "Gökten inen taş" öyküsünü dinleyip tekrar yollara düşmeliydi.
Topal Memet kapıda belirdiğinde kahvaltısını yeni bitirmiş kahvesini yudumluyordu. Kapıda durup içeri girmek için destur bekleyen yaşça kendisinden büyük kişi öyle bir kantar ağırlığı kaldırıp taşıyabilecek birine benzemiyordu. Orta boylu ufak tefek yapıdaydı. Zayıf bir bedeni vardı ama çelimsiz biri gibi de durmuyordu.
“Beni emretmişsin Gezgin Bey" dediğinde kapıda çakı gibi dineliyordu. Kahvesinden bir yudum daha alan Gezgin ayakta dikilen adama göz ucuyla baktı. Ayakta duruyorken topallığı belli olmuyordu. "Gel" anlamında bir işarette bulunarak yanına çağırdı kapıdaki adamı. Adam hafif aksayarak yürüdü, gezginin oturduğu sedirin karşına yere bağdaş kurdu. Gezgin, saniyeler geçtiği halde söze nasıl gireceğini bilemiyordu. Onun bu sıkıntısını anlayan Topal Memet söze başladı.
“Beni Karataş için aradığınızı söylediler" dedi. Akşam gezi defterine "Gökten inen taş" diye yazmıştı ama Topal Memet "Karataş" diyerek merakını daha kısa ve öz olarak anlatmıştı. "Karataş." Oda bundan sonra kısaca "Karataş" diyecekti.
“Evet yiğidim, Karataşın öyküsünü senin yaşadığını söyledilerdi. Merak ettim anlatır mısın" dedi. Aslında Topal Memet bu konu üzerinde daha fazla durmak istemiyordu. Kendi anlattıklarının değiştirilerek ve abartılarak anlatıla geldiğini biliyordu. Odada sedirin köşesinde bağdaş kurup oturan esmer derili kırçıl sakallı genç gezgine öylece baktı. Buraya bu odaya gelmeden önce uğradığı Beyi istememiş olsaydı anlatmayı düşünmezdi. Beyinin hatırı için bir kere daha anlatacaktı.
Topal Memet boyundan umulmayacak kahramanlıklar yapmış bir yiğitti. Yıllarca karada ve denizde küffarla savaşmıştı. Bir kaç yıl önce bir gaza esnasında ayağından oklandığı için yürüyüşü aksamaya başlamıştı. Üstelik yaşlanıyordu da, gençlerin arasında kılıç kullanma zamanı geçiyordu. Mehmet Ağa bu olaydan sonra da kaldığı yerden devam etmek istemişti ama Süleyman Bey onu geriye çekmişti. "Bunca zamandır cenk ettiğin yetti. Artık yanımda kal bizlere yiğitler yetiştir." demişti. İstese de istemese de bu emre uyacaktı. Aldığı eğitim ve disiplin bunu gerektiriyordu.
Yaşlı adam bir an durdu. Gözlerini karşısında oturan genç gezginin arkasındaki duvara dikti. Duvarların çok ötesini görüyor gibiydi. Gezgin ise bakışlarını yere eğmiş sabırla bekliyordu. Duyduklarının doğrusunu öğrenebilmesi için karşısındaki Gazi'nin gönlünün olması gerektiğini biliyordu. Yerinden yavaşça doğruldu. Parmaklarının üzerinde yürüyerek kapıya çıktı. Kapının hemen önünde beklemekte olan hizmetkâra "Kendilerine iki soğuk şerbet getirmesini" söyledi. Yerine tekrar oturduğunda savaşçı anlatmaya başlamıştı. Kelimeler ağzından dökülüyordu ama kendisi orada değildi sanki.
“Ayağımdan oklandığımda yaramı önemsememiştim. Gazadan dönünce ulu caminin imamına gösterdim. Mümin hoca eskilerdendir. Medresede okuduğu için bilgisi derindir. Okun ayağımda kalan bölümünü çıkardı. Şifalı otlarla tımar etti. Zamanla yara iyileşti ama eskisi gibide olmadı. İşte o zaman Süleyman Bey, beni yanına aldı. Özel ulağı oldum. Talimcilik yapmaya başladım. Bilirsin kılıç kalkan, ok atma gibi savaş sanatlarını elimden geldiğince yeni yetmelere öğretmeye çalışıyordum. Bir gün beyin beni istettiğini söylediler. Yanına vardığımda bana özel görevler vereceğini söyledi. Dağ köylerine kaybolan kız çocukları olduğunu, oralarda gizlenen putperestlerden kuşkulandıklarını ekledi. Çocukları bulmamı, putperestler hakkında sağlam bilgiler, kanıtlar edinmemi" istedi. "Bu iş sandığımızdan daha ciddi olabilir bu nedenle, git ve bizi unut" dedi.
Hayatımda bir hareket yoktu. Her ne kadar yeni yetmelere bir şeyler öğretmek cazip görünse de benim gibi biri için çok zordu. Belki yaşamım biraz hareketlenir diye umutlanmıştım. Lakin oralara öyle elimi kolumu sallayarak gidemezdim. Bir oyunbozanlık gerekiyordu. Onu da ben bulmuştum"
Onlar konuşurlarken odaya hizmetkâr elinde tepsiyle girmişti. Maşrapaların içindeki karlar yenice eriyordu. Elinde tepsiyi hafifçe titreyerek tutan yaşlı adam "Size Bozdağ’ın karlarıyla şerbet yaptım" dedi. Tepsideki bardaklarda kırmızı renkli karlar vardı. Kışın toplanan karlar serin mağaralarda, derin kuyularda bekletiliyor, yazın içecekler bu kar suyu ile yapılıyordu. Hizmetkar geldiği gibi sessizce çıktı. Oda da yalnız kalasıya kadar sessizce bekleyen Topal Ağa kapının kapanması ile tekrar anlatmaya başladı. Sanki anlatmıyordu da olayları yeniden yaşıyordu.
Güneşin ufka yaklaştığı saatlerde yaşlı sayılabilecek ufak tefek bir adam kuytulardan, gölgelerden ilerliyordu. Hem yürüyor hem de kendi kendine konuşuyordu.
“Yeteri kadar hoşgörü gösterdik" diyordu. "Daha dün geldiler bizleri baba toprağımızdan atmaya çalıştılar." Konuşan dili değildi sadece, gözü kaşı, eli, kolu konuşmasına eşlik ediyordu. "Yalnız Asya’nın içlerinden gelen Yörükler değil, Hıristiyan dönekleri de aynı. Biz onların ne ezanlarına ne çanlarına bir şey demiyoruz. Peki, onlar neden bizlerle uğraşıyorlar. Ne istiyorlar bizlerden, bizim inançlarımızla ne alıp veremedikleri var.
Bizler, yani akşam güneşinde yürüyen yaşlı adam ve birazdan aralarına katılacağı gurup; ve onlar, kendilerinden olmayanlar. Yani gücü yetermiş gibi tek bir tanrıya inananlar, İsa'ya, Musa'ya, Muhammet'e inananlar. Kafasını batıya çevirince güneşin ufka iyice yaklaştığını farketti, söylene söylene adımlarını hızlandırdı. Güneş, çam ormanlarıyla kaplı tepeyi aşmadan kendisi aşmalıydı. Üstelik daha öteye de çok yolu vardı.
Hıristiyan Rum köyünde doğmuştu. Köyün kilisesinde Mavro baba tarafından vaftiz edilmişti. Dini bilgilerini, İsa'yı, İncili hep Mavro Babadan öğrenmişti. O Mavro Baba ki kendi babasını da vaftiz etmişti. Köylerinde hiç müslüman yoktu. Köylerinde yoktu ama civarda Müslüman köyleri çoğalmıştı. Kendi çocukluğu da hemen yakınlarına konan göçebe Yörükleri anımsadı. Kendilerinden farklı yaşıyorlardı. Giyimleri, adetleri, ibadetleri, yaşantıları çok farklıydı. Büyükleri köy yakınlarında yerleşmelerini istemeyince karşı yamaca yerleşmişlerdi. İlk geldikleri gibi kalmamışlar sonradan gelenlerle çoğalmışlar, kocaman bir köy olmuşlardı.
Yorgun bacakları yaşlı bedenini taşıyamaz olmuştu. Bütün gün evinin arka bahçesinde çapa yaptıktan sonra bu yürüyüş hiç mi hiç çekilmiyordu. "Önemli" denilmeseydi "Uzaklardan konuklar gelecek" denilmeseydi gitmezdi ya...
Evlenme çağına geldiği günleri anımsadı. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan bir delikanlı olduğu yıllarda köylerine bir adam gelmişti. O günlerde şimdi yaşadığı yılları yaşayan bir adam. Uzun ve kırçıllı sakalları vardı. Adının "Aiptos" olduğunu sonradan öğrendiği bu adam köylerinde kaldığı müddetçe hiç sevilmemişti. Sevilmemişti ama kimsede hakkında kötü bir söz söylememişti. Ahali, Aiptos'a korku ve korkudan kaynaklanan saygı duyuyorlardı.
Günün aydınlığı yerini akşamın alacasına bırakmıştı. Yine de yaşlı adam olası meraklı gözlere görünmemek için yol kenarından, gölgelerden yürümeye devam ediyordu. Allah'tan boyu fazla uzun değildi. Bazen kasıtlı yolunu değiştiriyor, ağaçların arasına girip çıkıyordu. Bir yandan da bu kadar korkmasının gereksiz olduğunu kendi kendine telkin ediyordu. Türkler askerlikten fırsat bulup buralara çıkmazdı. Kendi soyundan olanlar ise daha çok ticaretle uğraştıkları için çok sevdikleri iş yerlerini bırakıp uzaklaşamazlardı.
Bu düşüncelerle yürürken yolun üç yüz dört yüz metre ilerisinde aksayarak yürüyen gölgeyi fark etti. Durdu, her dakika daha da koyulaşan gölgelerden ayırt edebilsin diye gözlerini kısarak dikkatlice baktı. Tahmininde yanılmamıştı, önünde yürüyen "Topal Memet"ti. Birader diyecekti, yutkundu, tedbirli olmakta yarar var diye düşündüğü için bağırmaktan vazgeçti. Çıkmakla bitiremediği yokuşta bacaklarına kuvvet vermek için elleriyle dizlerine bastırmaya başladı. Hızını biraz olsun arttırmıştı. Önünde giden yolcuyu yakalayabilirdi çünkü Mehmet ağa topaldı.
“Merhaba" dedi soluk soluğa. Sesi başkalarınca duyulamayacak kadar yakına gelince seslenmişti.
“Merhaba" diyerek selamını aldı Topal Memet. Selamı vereni tanımak için bir an durdu. Akşamın alacasında Aksak Gazi Memet’in kendine selam veren adamı tanımaması mümkün değildi. Arkasından geldiğini uzun zaman önce fark ettiği bu adam, O'na kapısını açan adamdı. Soluklarını düzenleyebilmek için kendini zorlayan, zayıf keçi sakallı yüzü bir süre süzdü. Beyiyle kavga edip kovulduğunda dağların güney yamacındaki köylere kaçmıştı. Tanrı misafirini sorgusuzca kabul edenlerden biri olmuştu yüzüne baktığı nalbant Yorgo.
“Seni de mi çağırdılar Turko" dedi kuşkulu bir şekilde ve zorla gülümseyerek Aslında kendi milletinde kovularak aralarına sonradan katılmış birinin çağrılmasına hayret etmişti. Topal alıngan bir sesle,
“Turko değil" dedi. Üzerine basarmış gibi "Birader" diye sözlerini tamamladı. Peşinden de zorda olsa gülümseyerek “Ne zamandır sizlerleyim hala mı "Turko" dedi sitemle. Mehmet Ağa'nın zayıf yüzü durgunlaşmıştı bu sözleri söylerken.
Bu Topalı kim çağırmıştı bilmiyordu ama çağırıldığı iyi de olmuştu. Ne de olsa kendisinde daha genç ve daha kuvvetliydi. Yorgo'nun düşünceleri doğruydu. Kendisi gelmeden çok zaman önce namı gelmişti birlikte yürümeye başladıkları adamın. Komşusunun karısına mı, kızına mı göz dikmiş denilmişti. Dayaktan neredeyse öldürülmek üzereyken dağlara kaçmışmış. Uzun zamandır bu civarda oturuyor olsalar da bu toprakların sahipleriymiş gibi davransalar da henüz dağlara dağ köylerine hakim değildi Türkler. Köy de kıstırdıkları topal adamı bir hayli hırpaladıkları, kaçıp gelen adamın halinden belliydi ama kendisini dağların eteklerine kadar kovaladıktan sonra peşini bırakmışlardı.
Köylerine geldiğinde köyün ileri gelenleri kabul etmemişlerdi Topalı. Köylüsünün tavrı ortadayken Yorgo'da barındıramazdı doğal olarak. Yine de gizlice bir kaç günlüğüne de olsa yatacak yer vermişti. Bir zaman sonra kendisinin de üyesi olduğu guruptaki etkili kişilerin yanına göndermişti. Uzun süren sessiz bir yürüyüşten sonra Yorgo kafasındaki soruyu yanında yürüyen arkadaşına sordu.
“Senide mi çağırdılar?" Memetin verilen her işi yaparak gurupta tanınıp sevildiğini ve bu nedenle sorusunun gereksizliğini biliyordu.
“Önemli bir toplantı olacak, eski, yeni her birader mutlaka gelecek denildi" Bir kaç saniyelik duraklamadan sonrada "Her yöreden konuklar gelecek denildi. Teos Ephesos, Sisamos..." sözleri Yorgo devam ettirdi.
“Khios, Fokhia." Yorgo’nun içi rahat etmişti. Topal kendisine verilen ve karşı taraftan aranması istenilen şifreleri tam ve sırayla vermişti. İçi rahat edince de "İstersen şurada biraz soluklanalım" Ama Mehmet Ağa ise kafasını olumsuzca salladı.
“Oyalanmaya gelmez" dedi. “Bizleri bekleyen yemekleri, şarapları düşün." Onun sözlerini dinlemeden devrilmiş bir ağaç gövdesine oturmuş olan yaşlı nalbant yutkundu. "O kadar uzaktan gelenler olacaksa mutlaka güzel kızlarda vardır." Yorgo’nun yutkunması iyice belirginleşmişti. İstemeyerek yerinden doğruldu.
Tepenin en yukarısına varmışlardı. Bundan sonrası daha kolay olacaktı. Yokuş çıkmaya alışmış olan kasları daha rahat hareket ediyorlardı. Bu rahatlık yürüyüş hızlarını da arttırmıştı Topal ağa bir ara yol arkadaşından yavaşlamasını istemeyi düşündü ama hemen vazgeçti. Şarap ve kızlar" sözcükleri geçince adam bir hayli hızlanmıştı. Hatta utanmasa koşacaklardı.
Bazen sessiz bazen konuşarak geçen uzun bir yürüyüşten sonra aşağılarda bir yerlerde zayıf ve soluk bir ışık gördüler. Mehmet ağa bu yöreyi iyi tanımasa da aşağıda parıldayan ışığın varmak istedikleri yer olduğunu anlamıştı. Yine de,
“Şu aşağıdaki düzlük mü varacağımız yer" Yorgo bir ara durdu. Nefes nefeseydi. Dudaklarından belli belirsiz bir "Hıı" döküldü.
“Ben daha ışıklı daha hareketli bir yer bekliyordum" deyince Yorgo yığılırcasına yol kenarındaki irice bir kayaya oturdu. Bir kaç defa soluk alıp verdikten sonra “Güvenlik için" diyebildi. Sonra inmeye devam ettiler.
İndikleri meydan kendi köylülerinin Yazı diyebilecek kadar genişti. Düzlüğü çevreleyen ağaçlar sanki özellikle seçilmiş gibi yüksektiler. Işık yukarıdan göründüğünden daha fazlaydı. Meydanı aydınlatan meşaleler uzaktan seçilmesinler diye yere yakın ve dağınık yerleştirilmişti. Ne zaman, kimler tarafından yaptırıldığı belli olmayan ama yüzyıllardan geriye sadece yıkıntılarının kaldığı bir kentteydiler.
Sağa sola biraz daha dikkatli bakınınca nasıl bir yerde bulunduklarını anlamıştı Topal ağa. Koca meydanı dolduran yıkıntıların meşaleler ışığında dans eden gölgeleri arasında koşuşturanlar vardı. Mehmet Ağa ertesi gün güneş ışığı altında aynı düzlüğü gördüğün de ise gecenin kendisini ne kadar yanılttığını anlayacaktı.
Yorgo, içinde bulunduğu ortamda iyice rahatlamıştı, belli ki sıkça gelip gidiyordu böyle topluluklara. Etrafı sarıp sarmalayan irili ufaklı ağaçlar, çalılar, otlar doğal halleriyle bırakılıyor olmalıydılar. Bu sayede yabancıların bu gizli tapınağı bulmaları zorlaştırılmış oluyordu. Rastlantısal olarak bulanlarsa asırlar önce terk edilmiş olan bu yerleri önemsemiyor olmalıydılar. Kim bilir belki bu yüzden ardından iki büyük din doğmuş olsa da bu adamlar hala atalarından gördüğü eski inançlarını yaşıyorlardı.
Gözleri çevreye alıştıktan sonra Mehmet Ağa yıkıntıların arasındaki mermer koltuğun farkına vardı. Bulundukları yerin çaprazında karşılarında duruyordu. Kolçakları aslan figürleriyle süslenmiş oturan kişinin neredeyse iki katı büyüklüğünde görkemli bir koltuktu. Öyle kuytularda değil de ortada bir yerde duruyor olsaydı büyüklüğüyle hemen fark edilebilirdi. Ufak tefek kırıkları olsa da bu onun görkeminden bir şey eksiltmiyordu.
Koltukta, hiç kıpırdamadan oturan kişi ise bunların farkında değilmiş gibiydi. Haketmediği bir büyüklüğün altında ezilmemek için tüm çabasını gösteriyormuş ama yine de eziliyormuş gibiydi. Kendisine duruşuyla bakışlarıyla, yüzyıllardan geriye kalan en görkemli nesne kendisiymiş havası veriyordu. Yorgo, Topalın kulağına eğilerek
“Bu rahip Zethos, İkiz kardeşi Amphion ile töreni yönetmek için buradalar" Vakit gece yarısına yaklaşıyor olmalıydı. Yorgo ve Mehmet ağa meydanın bir ucuna kalın bir ağaç köküne oturmuşlar kendilerine gelmeye çalışıyorlardı. Tepeden baktıklarında hemen şurası zannettikleri yere varmaları saatlerini almıştı. Kah koşarak kah yuvarlanarak inebilmişlerdi yokuşu, enerjilerini düşmemek ve kaymamak için harcamışlardı. Her ikisinin de elleri yaralanmıştı düşmemek için can havliyle sarıldıkları dikenleri ve çalıları tutmaktan.
Mehmet Ağanın canı, ellerinin acımasından, orasının burasının çizilmesinden çok Yorgo’nun "Zeus aşkına, Rehea aşkına" diye sıkça şikayet etmesine sıkılmıştı. Kimdi bu "Zeus, kimdi bu Rehea" şimdiye kadar adını pek duymamıştı. Bir peygamber, bir ermiş miydi? Ne zaman ve nerede yaşamıştı? Yoksa hala yaşıyorlar mıydı? Kafasının içi soru işaretleriyle doluydu ve o sorulara yanıt bulabilmesi için sabretmesi gerekiyordu. Bir ara gözleri yanan meşalelerin ışığında dans eden ağacın dallarına takıldı. Muhteşem bir ağaçtı dayandığı ağaç. O tanımadığı sık olarak adı geçen kişileri tanıyabileceği onlar kadar eski olabileceği aklına geldi. Bu dayandığı ağacın ve diğer ulu çam ağaçlarının buraları gizlemek için dikilmiş olabilecekleri aklına geldi. Hemen yakınındaki ağaca dayanmış olan Yorgonun sözleri Onu daldığı düşüncelerden sıyırdı.
“Birazdan ziyafet başlar. Topal Ağanın "Daha acıkmadım" demesi gerekiyordu ama midesinden gelen sesleri bastıramıyordu. Karşıdan meydanın ötesinden gelen tok ses daha da uzayacak gibi görünen konuşmayı kesti. Bu sesi ise belirgin bir hareketlilik izledi.
Rahip Zethos'tu konuşan, saatlerdir heykel gibi kıpırdamadan oturduğu mermer koltuktan kalkmıştı. Elinde kocaman bir asa vardı. Önceden hazırlanan kürsüde konuşuyordu, konuşmasını yaptığı kürsüde en az taht kadar eski ve yıpranmış görünüyordu. Kürsü, yapıldığı zamandan bu güne kadar geçen süre azametinden bir şeyler götürmemiş gibiydi. Kara cübbeli Rahip ise kürsüde ve kürsüyü aydınlatan, diğerlerinden daha güçlü meşalelerin ışığında olduğunda heybetli görünüyordu.
“Önce kaos vardı. Her şeyin alt üst olduğu, Tanrıların dünyayı henüz yaratmadığı dönemdi Kaos. Ardından, Kaostan Evren doğdu. Titanlar, doğan evrenin sahipleriydiler." Zethos, o zayıf bedeninden umulmayacak gürlükte bir ses tonuyla konuşuyordu. Sesi, sanki büyülemiş gibi insanları kendisine çekiyordu. Vurgusu, gitgide artan dinleyicilerini sarıp sarmalıyordu. Bazen bağırıp çağırıyor, bazen de çığlıklar atıyordu, Meydanı dolduran insanlar Zethos'la birlikte hareket ediyordu.
“Zeus" dedi konuşmasında sıkça. "Rehea, Hekate" dedi. Topal Memet ise öğrendiğini sandığı yerli dilini şimdi anlamıyordu. Anlamadığı yalnızca konuşma arasında geçen yabancı isimler değildi tabii. Topal Mehmet, bu topraklarda doğmuştu. Babası Gündoğusunda "Anayurt"ta doğmuş olsa da küçükken bu topraklara geldiklerini söylerdi.
“Ben eski yurdu bilmem" derdi babası. Yalnızca dedesinden duymuştu geniş uçsuz bucaksız ovaları olan eski yurdu. Yıllarca süren ve nedenini tam olarak bilmediği göçten sonra buraları yurt tutmuşlardı. Gün doğusundan geldikleri bu yeni yurtlarında yaşayanlar olduğunu görmüşler ve geldikleri bu yerlerin yerlileriyle iyi geçinmeye çalışmışlardı. Güzel dostlukların kurulmuştu, komşuluklar gelişmişti zamanla İşte Mehmet Ağa ve diğerleri o bağlamda öğrenmişti Rumca'yı. Yani az öncesine kadar öğrendiğini zannediyordu.
Aslında Topal Ağa kendisine haksızlık ediyordu. Başrahibin konuştuğu her ne kadar Rumca olsa da yüzyıllar öncesinin Rumca'sıydı. Kullanılmadığı için çok kelimesi unutulmuş olan kadim bir dil. Dinleyenlerin büyük bir bölümü de kendisi gibiydi heyecanla söylenenlerden bir şey anlamıyorlardı.
“Atalarımız" dedi Zethos. Her usta konuşmacının yaptığını yaptı; Durdu, karşısında kendisini dinlemek için gelmiş olan insanların yüzlerine baktı. Sonra bakışları hemen sağında ve solunda duran gençlere kaydı. Üçü bir yanında, üçü diğer yanında dikilen altı yarı çıplak genç vardı. Altı gencinde kucaklarında birer köpek yavrusu masumca duruyordu. Başrahip yanındaki toy gençlerden çok karşısında duran ve O konuştukça heyecanlanan kitlesini düşünüyordu. Bir kaç saniye süren bu bekleyiş istediği etkiyi yapmış kalabalığın ilgisini daha çok kendi üzerine toplamıştı. Sesini biraz daha yükselterek sürdürdü konuşmasını.
“Atalarımız yüce bir Tanrıya inanıyordu. Tanrıların Tanrısı yüce Zeus'a... O Zeus ki Kahramandı ve Titanları yendi. Dünyayı Atlas’ın sırtında taşıdığı dünyayı kendisine kul yaptı. Kendine, kendi kadar etkili ve güzel bir Tanrıça buldu... Soyunu kurdu, dünyayı onlarla paylaştı... Adaletle yönetti. Sonra, bizler, faniler çoğalınca dünyadan elini ayağını çekip Olimpos'a döndü. Bizlere, armağan olarak "Hekate"yi bıraktı. Koruyucu Tanrıça Yüce Hekate'yi..." Hekate adı geçince Başrahibi dinleyenler anlaşılmaz hareketlere ve mırıltılara başlamışlardı. Görünmeyen iplerle birbirine bağlanmış kuklalar gibiydiler. Mırıltıları acemi bir koroyu andırıyordu
Mermer tahtta oturan adam tekrar konuşmaya başladığında koroyla birlikte nereden çalındıkları belli olmayan ziller ve davullarda onlara katıldı. Koro adamdan adam korodan destek alır gibiydi Başrahip bağırıyordu artık.
“Sonra dinsizler geldi. Kendini Tanrının oğlu olduğunu iddia eden bir adama inanan Hıristiyanlar geldi. Benim atalarımı sizin atalarınızı inandıkları o yüce Tanrısından, Tanrılar Tanrısı Zeus'tan vazgeçirmeye çalıştılar. Bazen bir yılan gibi tatlı dille bazen de barbarlar gibi kuvvet ve zor kullanarak. Zavallıların pek çoğu onların isteklerine evet demek zorunda kaldılar, hıristiyanlaştılar. Nerede olduğu belli olmayan aslında varlığı ve yokluğu arasında hiçbir fark bulunmayan bir Tanrı’ya inanmaya başladılar. Zeus'un evlatları Herkül’ün, Ares’in ya da Artemis’in yerine İsa'ya tapınmaya başladılar.
Sonra Müslümanlar geldi. Arapların Tanrısına ve peygamberine inanmamızı istediler." Yaşlı adam durdu. Bekledi. Meydandaki kalabalığın çoğalıp çoğalmadığını kontrol eder gibiydi. Dudaklarındaki memnuniyet gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. Toplanan kalabalıktan tahmininden çok olmalıydı. Yine de kendisinin bir davetiyle gelen bunca insanın yorgun olduklarını bildiği için sözünü bağlamaya karar vermişti. Asıl söylemek istediklerini ertesi güne bırakmalıydı. O an aklına geleni uygulamaya karar verdi. Hemen yanında duran genç çömezlere dönerek
“Bana Yüce Rahip Amphion'u bulun" dedi. Bütün bu işleri planlayan kardeşine jest yapacaktı. Kalabalığın arasında alçak gönüllü bir şekilde dikiliyordu Amphion. İkiz olmalarına rağmen kardeşinden en az on yaş yaşlı gösteriyordu. İki kardeş birbirine taban tabana zıt karakterdeydiler. Zethos, ne kadar kendini düşünen olaylardan ve durumlardan kendine pay çıkaran biriyse Amphion'da o kadar içine kapanık ve duygusal biriydi. Birbirlerine fiziksel olarak ta duygusal olarak ta benzemiyorlardı.
“Amphion...Yüce Amphion... Prienli Amphion... Meydanı dolduranlar şimdi Başrahibin kardeşinin adını haykırıyorlardı. Amphion ise yüzü kızarmış bir halde olduğu yerde donup kalmıştı Sanki orada değildi, olduğu yere çömeldi kaldı. Kalabalığın uğultusu ona gördüğü rüyaları anımsatmıştı, uzun zamandır sürekli gördüğü rüyaları.
Saniyeler sonra birileri çömeldiği yerden koltuk altlarına yapıştı. Kendini bir anda omuzlarda buldu, bir saniye sonrasındaysa kürsüdeydi. Kendine gelir gibi olunca sağ elini yukarı kaldırdı, ondan bu hareketi beklermiş gibi ziller ve davullar sustu. Zillerle birlikte de kalabalığın uğultusu da kesilmişti. Kardeşinin sesiyle kıyaslandığında cılız kalan bir sesle konuşmaya başladı.
“Kardeşlerim..." Ama cümlesini tamamlayamadan sözleri mermer kürsüden konuşan kardeşi tarafından kesildi. Lidersin ama benim kadar değil havası açıkça belli olmuştu.
“Aziz Amphion'un yol göstermesiyle kutsal törenimiz yarın başlayacak. Şimdi yiyebildiğiniz kadar yiyin, içebildiğiniz kadar için, dinlenin. Güçlü yakışıklı delikanlılar, güzel kadınlar sizlere hizmet edecekler. Tanrıçamız Hekate'nin sizlere sunduğu bu güzel armağanları alın, tadını çıkarın
Sözlerinin sona ermesiyle zillerden ve davullardan oluşan garip müzik tekrar duyuldu. Uşaklar, genç rahipler, ellerinde tepsilerle ağaçların arasından çıkmaya başladılar. Nereden ve ne zaman geldiği anlaşılmayan meyveler ve içkiler dağılmaya başladı. Zethos, kürsüden indi, kalabalığın arasına karışıp kardeşini kucakladı. Müritlerine ve mürit adaylarına ne kadar içten ve ne kadar yakın olduklarını kanıtlamak ister gibiydi. Çekingen Amphion ise kardeşinin çok iyi tanıdığı yapmacıklığına tepki vermedi. Yine de kucakladı kardeşini. İki el birleşerek havaya kalktı. Kalabalık bu birliği kutsar gibi çılgınca alkışladı. Zethos, vakur adımlarla meydanı geçip kendine ait olan mermer koltuğa oturdu.
Zethos'un koltuğuna oturması ile önce ziller ve davullar sustu. Ortada yalnızca bir uğultu kalmıştı, sesi havayı titreştiren kuvvetli gong sesi uğultuyu bıçak gibi kesti. Tahtın sağından ve solundan altı genç rahip çıktı. Kasıklarını örten yaprak kümesinden ve kucaklarındaki köpek yavrularından başka üzerlerinde hiç bir şey yoktu. Onlar meydanı dolduran insanların arasına girdikçe kalabalık geri çekiliyordu. Üçerli iki gurup geniş bir yay çizerek Zethos'un önünü boşalttılar. Kucaklarındaki enikleri, yavaşça Başrahibin az önce konuşma yaptığı mermer kürsünün üzerine bıraktılar.
Onların sevimli yavruları kürsü üzerine bırakması ile birlikte zil ve davul sesleri duyulmaya başladı. Davullar ve ziller fersahlarca ve yüzyıllarca uzakta çalıyor gibiydi. Genç adamlar ritmik hareketlerle kürsünün önünde dansa başladılar. Gerilerden duyulan ilahi korosunun sesi çömezlerin hareketlerine yön veriyordu.
Ağır bir tempoda başlayan dansın ritmi dakikalar ilerledikçe müzik sesi ile birlikte artıyordu. Çömezlerin kendilerinden geçmiş hareketleri gözle fark edilemeyecek kadar hızlanmıştı. Heyecan ve ritmin en üst düzeye ulaştığı bir an davulların ve zillerin sustuğu bir an çömezlerin ellerinde bıçaklar belirdi. Bıçakların görünmesiyle bir an susan davullar ve ziller tekrar çalmaya başlamıştı. Bu defa bıçakların meşaleler altındaki pırıltısı tempoyu daha da artmıştı. Çömezler, meşalelerin ışığında parıldayan bıçakları bedenlerinin bir parçası, ellerinin doğal uzantısıymış gibi dans ediyorlardı. Ziller davulların, davullar ilahilerin, ilahiler çömezlerin hızını arttırdı. Bu durum az önce töreni başlatan gongun sesiyle son bulduğunda altı çömez oldukları yere yığılmışlardı.
Bir kaç saniyelik bu ölüm sessizliğinden hemen sonra altı genç yerlerinden yavaşça doğruldular. Ellerindeki bıçakları az önce kürsü üzerine bıraktıkları köpek yavrularının yanlarına önceden çalışıldığı belli olan bir şekilde bıraktılar. Başından beri olan biteni yol arkadaşı Yorgo’nun yanında izleyen Topal Ağa o zaman masa üzerinde yatan köpek eniklerinin usulcacık soluk alıp verdiklerini fark etti. Hayvancıklar yaşıyordu ama tören için uyutulmuş olmalıydılar.
Ziller tekrar duyuldu. Bu defa iyice ağır bir tempoda çalıyordu. Anlaşılan tören henüz sona ermemişti. Altı çömez bellerindeki son örtü olan yaprak yumaklarını da çıkardılar. Dallardan ve yapraklardan oluşan yumaklar be defa yavru köpeklerin üzerlerine örtüldü. Zilleri temposu gene arttı, davulların sesleri, zillerin ince seslerini bastırdı. Tempo yükseldi, yükseldi. Üçüncü kere çalan gong sesiyle aniden durdu. Zethos ayağa kalkmıştı. Elindeki kadehi havaya kaldırdı...
“Hekate aşkına ! " Uzaklardaki koro yanıt verdi.
“Hekate aşkına !! " Kalabalık koroyu izledi.
“Hekate aşkına "
Zethos, sol elindeki asayı yere vurdu Kadeh tutan eliyle birlikte yamakların ellerinde ve havaya kalkmış olan bıçaklar indi. Bir dakika sürmemişti ki bıçakların uçlarında köpek yavrularının başları duruyordu. Kalabalıkta korkunç bir bağırış koptu. Zethos yerine oturduğunda kalabalık az önce çömezlerin durumuna düşmüştü. Çılgınlar gibi bağırıyor, haykırıyor çığlıklar atıyordu. Bir kaç dakika sonrasında, altı minik kafa bıçakların ucunda, bıçaklarda birer sırığın ucunda olmak üzere meydanın çevresine dikilmişti. Başsız gövdeler ise çarçabuk yüzülmüş ateşte çevriliyordu. Yanık et kokusu, havadaki kesif ter ve içki kokusunu bastırmıştı.
Topal Memet, gördükleri karşısında dona kalmıştı. Yıllardır cenklere katılmış, sayısız kereler kopan, kesilen kollar bacaklar hatta kelleler görmüştü. Hiç biri onu şu dakikaya kadar yaşadıkları kadar iğrendirmemişti kendisini. Yine de tepkisini hemen yanında oturan Yorgo’dan gizlemeye çalışıyordu. Çünkü yanındaki yaşlı nalbant olan biten karşısın da memnundu, neredeyse göbek atacaktı. Allah'tan bu yaşadıkları fazla uzun sürmedi. Yiyip içmeler çoğaldı, neşeli kahkahalar tüm meydanı kapladı. Birkaç saat sonrasında törene katılanlar içkiye dayanamamış birer ikişer sağa sola sızmaya başlamışlardı.
Ortalık iyice sessizleşmiş olsa da yattığı yerde uyumayan iki kişi vardı. Topal Mehmet ve Amphion. Topalın kafasına "acaba benden başka Türkmen var mı?" sorusu takılmıştı. Gördüklerinin karşısında bir tanıdık yüz aramak bile aklına gelmemişti. "Yarın gündüz gözüyle araştırırım" kararına varınca biraz olsun rahatlamıştı. Az sonra yanında horuldayan Yorgo'ya katıldı.
Amphion ise gözlerini ağaç dallarının arasından ışıldayan yıldızlara dikmiş düşünüyordu. Uzun zamandır bir tehlikenin yaklaştığını hissediyordu. Gökyüzünden gelecek olan bir tehlike gün gün saat saat yaklaşıyordu. Anlamadığı, bilemediği bir nesne kendilerine doğru ilerliyordu. Kendilerine yakınlaşanın kötü olduğunu zarar vereceğini biliyordu, yüreğinde hissediyordu korkuyu, aklına geldikçe titreme alıyordu bedenini, saç diplerinden terler fışkırıyordu. Truvalı prenses Kassandranın laneti kendisinde de vardı. Neler olabileceğini biliyor ama bildiklerine kimseyi inandıramıyordu. iliyordu.
Rüyalarına giren, kocaman gümüş rengi bir nesneydi. İlk başta görmeye başladığı rüyaları ve hissettiklerini kardeşine anlattığında ikizi kendisine inanmamıştı. Sonra ne olduysa düşüncesini değiştirmiş bu töreni planlamıştı. Zethos, her ne kadar onu ciddiye almasa hatta kullanmaya çalışsa da kendisi iyice yakınlaşan o nesnenin kutsiyetine inanıyordu. Geceyi pırıltılı bir yorgan gibi sarmalayan yıldızların arasından çıkıp gelecek olana inanıyordu.
“Anchilie" dedi usulca. “Tanrıların kalkanı... Biliyorum geleceksin ama gelişin felaketimiz olmaz umarım" Kendi kendine konuşmakta olduğunu fark edince bir an çevresine bakındı. Son zamanlarda bu alışkanlığı artmıştı. Tekrar düşüncelere daldı. Bu defa konuşmamaya özen gösteriyordu "Zethos söylediklerinde haklıydı. Dedelerinin yaşadığı o altın çağda yaşamak isterdi doğrusu. Ya o kitapta okudukları, Halikarnosos'lu ünlü gezginin yazdıkları. Pers imparatorluğuna karşı gelebilen, büyük cihangir Aleksandr'a direnen soylu ataları. Zenginlik ve ihtişam dolu yıllar.
Sonra... Sonra bir gerileme ve çöküş, yokluk, yoksulluk. Her şeyi yakıp yıkan persler, ellerinde ne var ne yoksa alıp götüren Latinler, Romalılar, Bizanslılar, Cenevizliler Venedikliler en son gelen Türkmenler. Şehrinin ve kadim dine inananların yaşadığı acılar ve bu acılardan kurtulma kurtulma düşüncesi, bütün bu öğrendikleri Amphion'u o altın çağın dinine yöneltmişti. Gençlik yıllarında tanıdığı gizli dinin, gizli ama güçlü ilahesine tapmaya başlamıştı. O Din ki; eski mutlu ve güzel günleri vaat ediyordu, kendisine güç ve kuvvet veriyordu. Veriyordu ama şimdi uyuması gerekiyordu, sabaha az bir zaman kalmış olsa da uyumalıydı ne de olsa yarın büyük bir gün olacaktı.
Topal Memet uyandığında güneş çoktan tepelerine varmıştı. O meş'um kazadan sonra evde yatmaya alıştığı için toprakta uyumak her tarafını ağrımıştı. Doğrulmak istedi ama yanı başında hala horuldayan Yorgo' yu görünce vazgeçti. Gecenin davulları kulaklarındaydı hala. Kendini tekrar toprağın sert kollarına bıraktı. Yattığı yerden hareketlenmenin başlamasını, seslerin çoğalmasını izledi. Saatlerdir henüz yaş sayılabilecek bir toprakta uyuduğu için bedeninin bütün uzuvları ağrımıştı. Yattığı yerden çevresini incelemeye başladı.
Alçak hatta çukur sayılabilecek bir yerde uyumuşlardı. Sağı solu yıkılmış mermer bloklarla çevrelenmişti. "Allah korumuş ya biri üzerimize devrilseydi" diye düşündü. Ayağa kalktı. Kollarını açtı gerindi. Bulundukları yer bayır aşağıydı. Yalnızca yıkıntıların çevrelediği düzlük vardı. Yukarı doğru baktığında çalılar, ağaççıklar ve ağaçlardan oluşan bir orman tepelere kadar uzanıyordu. Aşağıya doğru baktığında da aynı ormanlık arazi vardı ama tek fark dalların ve yaprakların arasından görünen mavi pırıltılardı. "Deniz" diye mırıldandı Mehmet Ağa. Çok ötelerde ise karşı sahilde yükselen dağlar vardı. Aynı dudaklar bu kere de "Samos Adası" diye mırıldandı.
Gece, köşeye bucağa yerleştirilen meşalelerin ışığında hak etmediği kadar azametli görünen açıklık, güneş ışığında eski alçak gönüllü haline bürünmüştü. Her yönde göze görünen bir hareketlilik vardı. Dün gece ayinde çıldıran, sonra verilen ziyafette tıkınıp zıkkımlanan, kendinden geçen insanlar, sızdığı çalı diplerinden, ağaç arkalarından, yıkılmış irili ufaklı mermer blokların çevresinden birer ikişer çıkıyorlardı. Çevreye bakınırken gözü mermer tahta takıldı Topalın. Zethos bütün kibirliliğiyle oturmaktaydı. Bütün bu dağı, denizi ve adayı o yaratmış ve yarattığı dünyayı seyrediyor zannederdiniz.
Etrafına belli etmemeye çalışsa da bir hayli heyecanlıydı Zethos. Uzun zaman düşünmüş çok ince ayarlı planlar yapmıştı. Yaptığı planlardan dolayı kendi zekasıyla gurur duyuyordu. Khios'taki arkadaşları yanılmıyorsa, bugün tüm insanları kendisine bağlayacaktı. Yaşlı bunak Pitteus'un söyledikleri ile kardeşinin anlattığı rüyalar üst üste çakışıyordu. Üstelik bütün bunlar "Kanlı Günler"e denk geliyordu. Tanrılar böyle olmasını istedikleri için bu olsa olsa ilahi bir rastlantıydı. Gerçekleşirse Ben yaptım diyecekti. Belki bir Aziz, peygamber olacaktı. Kafasının içindeki hoş düşünceler dudaklarına hafif bir gülümseme olarak yayıldı. O gülümsemeyi ise ellerini eteklerini öpmeye çalışanlar Başrahibin bir lütfu olarak yorumluyorlardı.
Pitteus, kuzeyde denizin karşısında bir ada olan Khios'un dağlarında kendi halinde yaşayan bir bilgeydi. Toplumdan uzaklaşıp kendisine bilime vermişti. Halktan uzak yalnız yaşıyor olması O'na deli, bunak, kaçık gibi unvanlar kazandırmıştı. Zethos geçen yıl tarikat arkadaşı saydığı bu adama ziyarete gittiğinde önemli bilgiler edinmişti. Adamın gerçekten kaçık olduğuna karar vermişti okuduğu o kocaman defterleri kitapları gördüğünde. O zaman Pitteus bu günü işaret ederek
“Yaptığım hesaplamalara göre gelecek yıl baharda" demişti yaşlı bilge. "kanlı günlerin başlangıcında gündüz vakti gece olacak" demişti. Zethos daha o cümleleri duyduğunda neler yapması gerektiğini planlamaya başlamıştı. Neyin nasıl olacağını öğrenmek için arkadaşını ısrarla sorgulamış ama "öğleden sonra" dan daha ayrıntılı bilgi alamamıştı.
Mehmet ağanın başı müthiş ağrıyordu. Bir gece önce ister istemez ortama uymuştu. Gençliğinde pek sevdiği, ama sonradan bıraktığı mereti içmeyi reddetmemişti. Hoş böyle bir şeyi yapsaydı çevresinde kuşku uyandırırdı da. Yani bir nevi görev saymıştı içmeyi, üstelik tanık olduklarını, yaşadıklarını ancak içki hazmettirebilirdi.
Sağa sola ilgisizce bakınırken meydanın gün batımı yönünde yapılan hummalı çalışmayı fark etti. Fazla meraklı olamayacağını ve çok soru soramayacağını biliyordu. Kaçamak bakışlarla bir süre olanları anlamaya çalıştıysa da bir zaman sonra ayakları dibinde horuldayan yol arkadaşına kaydı. Yaşlı nalbant rüyasında kimbilir hangi hurilerin koynunda dün gece bıraktığı gibi horuldamaya devam ediyordu.
“Yorgo!...Yorgo !..."
Sesine bir yanıt alamadı, ayaklarının dibinde ki yağ külçesi öylesine bir kıpırdandı sonra gene öylece kaldı. Mehmet ağa bir kere daha seslendikten sonra üstelemedi. Sağda solda Yorgo gibi çok kişi vardı horuldayan. "Demek ki henüz uyanma vakti gelmedi" diye düşünüyordu. Aklına Süleyman Ağasının sözü geldi. "Oraya vardığında ağzını sıkı tut ama gözünü ve kulağını iyice aç" demişti. Oturabileceği bir yer arandı, düz bir taşa iğreti bir şekilde oturdu.
Bir gurup çömez çalışıyorlardı, başlarındaki yaşlı kişi işi idare ediyordu. Neler olup bittiğini oturduğu yerden tam olarak göremiyordu. Görebildiği gençlerin aynı boydaki uzun ağaç dallarıyla uğraşmasıydı. Uzun ve düzgün dallar birlerine birleştirilmeye çalışılıyordu. Önce bir parmaklık veya hapishane yapıldığını düşündü. Biraz ötelerde benzer faaliyetler olduğunu görünce, neler olup bittiğini anlayabilmek için biraz daha zaman geçmesi gerektiğini anlamıştı.
Ağaç dallarından parmaklık yapılmaya çalışılan yerin az ötesine de basamaklarla çıkılan yüksekçe bir yer yapılıyordu. Her şey ağaç dallarından ve kütüklerden yapılmaya çalışılıyordu. Kütükler ve dallar usta eller tarafından bir birlerine sarmaşıklarla bağlanıyordu. Dört ayak üzerine bir oda inşa ediliyordu sanki. Bir zaman sonra ise beri yanda yapılan parmaklık benzeri ağaç nesne odanın tavanı olacak şekilde birbiri üzerine konuldu. Mehmet Ağa ne yapıldığını anlamaya başlamış gibiydi.
“Nerelere bakıyorsun vre Topal" Ses daldığı düşüncelerden uyandırmıştı Mehmet Ağayı. Bir an sıçradı, kendini çabucak toparladı.
“Ne zaman yemek yiyeceğiz, acıktım" dedi. Adama fırsat bırakmadan önce kendisi konuşmaya başlamıştı. “Karnım gurulduyor, çevrede yiyecekle ilgili hiç bir hareketlenme yok, üstelik kafam kazan gibi" dedi. "Deminden beridir bakınıyorum ama bir kişi bile bir ihtiyacı var mı? diye sormadı. Sözü daha da uzatmasına gerek kalmamıştı. Adam koca bedeni zorlukla taşıyan bacaklarını elleriyle destekleyerek yerinden doğruldu. Kalkar kalkmaz karşısında Rahibi görünce durdu. Gözlerinden bir korku bulutu geçmiş gibiydi. Mermer koltukla birlikte yontulmuş gibi oturan Zethos'u başıyla selamladıktan sonra alçak bir sesle
“Çalışmalar erkenden başlamış" dedi. Başının belli belirsiz hareketiyle ötelerdeki çalışmaları gösteriyordu. Topalın aradığı fırsat doğmuştu.
Bende fark ettim ama bir anlam veremedim. ilgisiz görünmeye çalışıyor, fazla sorularla kuşku uyandırmak istemiyordu. Yoldaşı uzun süre bir tepki vermeden olanları izledi. Topal Ağa sabırla bekledi. Adamdan bir yanıt, bir açıklama gelmeyince tekrar sormak zorunda kalmıştı.
“Orada ne yapmaktalar ki?" dedi. Yanıt isteksiz bir şekilde geldi yoldaşından
“Herhalde bu günkü törenin sunağını hazırlıyorlar" "Tabii ya bu bir sunak olmalı?" diye düşündü. Dün gece ki köpek yavruları aklına gelmişti. Bu caniler kurban edeceklerdi acaba.
“Bu gün martın yirmi biri, yani "Kanlı Günler"in sonu. Topalın yüzündeki aptalca ifadeyi görünce gülmeye başladı.
“Kanlı Günler bizim kadim dinimizde büyük törenlerin yapıldığı bir bayramdır. Kurban edilen altı yaşında bir boğa ile başlar." Mehmet Ağa belli etmeden bir oh çekti. Hiç olmazsa bu kere doğru dürüst bir kurban olacaktı kesilen. Kanlı Günler boyunca yenilir içilir, ibadetler ve eğlenceler iç içedir. Kanlı günlerin sonunda ise çömez rahipler kutsanarak Rahip; Rahipler ise Başrahip olur" dedi.
Ne ile kutsanma. Yine kanla mı? Yorgo, çevresinden utanmasa kahkaha atacaktı.
Çömezler kendilerinden bir parçayı keserek Yüce Hekate adına kurban ederler. Elleriyle cinsel organını işaret ediyordu. Mehmet Ağa irkildi. Az kalsın, Sen o nedenle mi evlenmedin? deyiverecekti. Çünkü ilk tanıştıkları günlerde, Yorgonun hiç evlenmediğini öğrenmişti. Adam ciddi bir ses tonuyla anlatmaya devam ediyordu.
“Gençliklerini, cinselliklerini Hekate için ve O' nun aşığı Adonis için kurban ederler. Ulu bir çam ağacının dibine gömerler Bu defa Mehmet Ağanın elleri istem dışı bacaklarının arasına gitmişti. Yorgo, kendini tutamayıp basmıştı kahkahasını.
Korkma Birader. Sen hem genç değilsin hem de sünnetlisin. Seninkinden kurban olmaz. Arkadaşının tepkisi hoşuna gitmişti, bir zaman gülmeye devam etti.
O çömezler kendi istekleri ile hadım oluyorlar, onları bu konuda zorlayan yok. Üstelik bizim dinimizde rahip olmak kolay değil" dedi. Bir an ciddileşti. Yeni bir konuya girecek gibiydi. Mehmet Ağa bunu sezinleyince şakaya devam etti.
“Kesilen parçaları yemeklere katmıyorlar değil mi?" Bu şakasına karşısındaki adam hiç gülmedi.
“Bak Turko birader" diye söze başladı. Sanki biraz önce kahkahalar atan kendisi değildi "Bizler gençliğimizi, ömrümüzü Yüce Tanrıça için veririz. Çünkü O'na aşığız, çünkü hepimiz birer Adonis' iz. Tıpkı yüzyıllar önce yaşamış Adonis gibi kendimizden bir parçayı severek O'na veririz. Sizlerin yaptığı gibi sembolik olarak değil. Onları bir çam ağacının dibine gömeriz mor menekşelere dönüşsünler diye. Senin zannettiğin gibi yemeklerimize katmayız." dedi. Topal şakayı yaptığına yapacağına pişman olmuştu. Konuşmalar tehlikeli bölgelere kayıyordu. Aklına durumu toparlayabileceği konu olarak içki ve yemek geldi.
Dün geceki ziyafet çok güzeldi. Kanlı Günlerde hep böyle mi oluyor" Karşısında ki adam anlamamıştı. O'na fırsat vermeden ekledi. Sahi bize ne zaman yemek verecekler, kurt gibi acıktım da." Olabildiğince sevimli olmaya çalışarak Yorgo’nun yüzüne gülümsüyordu. Gülümsemesi uzun süre karşılıksız kalmadı. Bir kaç saniye sonra adam da gülümsedi. Ağzından neredeyse salyalar akacak gibi
“İçki, yemek ve kadınlar istersen delikanlılar olacak tabi. Ama önce tören bitmeli ki yeni rahip olacakları ve Başrahibi kutsamış olalım. Hele bir Zethos ve biraderi Amphion Başrahip olsun da." dedi.
“Zethos Başrahip değil mi?"
“Bir tek başrahibimiz var. Benim bu dini bulmama yardımcı olan Bilge Aiptos, törenler tamamlanınca da Zethos ve Amphion. Yorgo mırıldanır gibi devam etti. Güçlü Tanrılar bilir Aiptos kaç yaşında." Bakışları daldı. "Ben yeniyetmeyken bile Aiptos yaşlı bir bilgeydi." Bakışlarını az önce göz göze geldiği Zethos'a çevirdi. Bir anlık sessizlikten sonra
“Bakalım kan banyosundan sonrada böyle oturabilecek mi?" Topalın bir şey demesine fırsat bırakmadan devam etti. Açlığımızı yatıştırabilecek bir iki lokma araştırayım" dedi. Yerinden doğruldu. Topal sesini ardından yetiştirebilmek ister gibi acele ile konuştu.
“Ya kadınlar, kızlar" Şişman beden bir kaç adım sonra geri dönüp; Kadınlar en sona sevgili dostum" dedi. Kahkahalar atarak gittikçe artan kalabalığa karıştı. Bu Topal Mehmet Ağanın Nalbant Yorgo'yu son görüşü olmuştu.
Sabahın erken saatlerinde uyanmıştı Zethos. Oturduğu yerden poposunun uyuşma pahasına kıpırdamadan çalışmaları izliyordu. Gözü bir gün önce yerleştirdiği güneş saatindeydi. Pitteus' tan almış ve nasıl kurulacağını iyice öğrenmişti. Güneş tepelerinde ilerledikçe, saatin ortasındaki metal çubuk, işaretli yere yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Çevresine bakındı, insanlar meydanı doldurmaya başlamıştı. Onlarında yemek yemediğini, hatta kahvaltı bile yapmadığını tahmin ediyordu. İzleyicilerinin aç olmaları doğrusu işine de geliyordu. Açlık, bekleyişi ve ilgiyi diri tutardı. Üstelik metal çubuğun gölgesinin ilk işarete gelmesine az bir zaman kalmıştı.
Meydanı dolaşanların ilk anda fark edemeyecekleri bir yerden çıktı gerçek Başrahip Aiptos. Aniden belirivermiş gibi. Zethos bile bazen imrendiği bazen kıskandığı hocasının aniden ortaya çıkıvermesine şaşırmıştı. Kalablıktaki uğultu kesilmiş derin bir saygıyla iki yana açılmıştı. Yaşlı Başrahip, asasına dayanarak ağır adımlarla meydanın ortasına doğru yürüdü. Kalabalığın arasında adı bir efsaneden bahsediliyormuş gibi yankılanıyordu. Meydanın diğer ucundan da Amphion'da yürümeye başlamıştı tahtında oturan Zethos'a doğru.
Üç bilgenin de meydanda olduğunu görenler sağdan soldan geliyor, meydanı dolduruyordu. Fısıltılar aleni konuşmalara dönmüştü. Bir kaç dakika sonra mermer tahtın önündeki güneş saatinin çevresinde içeride üç rahip dışarıda çömezler onunda dışında kalabalığın olduğu halkalar oluşmuştu.
Zethos, yaşadıklarından memnundu, belki de yaşamının fırsatını yakalamıştı. Kafasını kaldırdı, güneşe baktı. Gökyüzünde parıldayan güneş onu endişelendirdi. "Acaba bunak Pitteus yanılmış mıydı?" Bakışlarını usulca önünde dikili bakır çubuğa ve çubuğun dikilmiş olduğu mermer bloğa baktı. Çevresinde halka olmuş bakışların kendisini izlediğini biliyordu. Hareketlerine bir esrar bir gizem vermeye çalışıyordu. Ağır hareketlerle eğilerek yanında duran yaşlı bilgenin eteklerini öptü, zamanı iyi ayarlamalıydı. Kendisini gören kardeşi de diz çökmüş durumdaydı. Herkesin duyabileceği bir sesle
“Dualarını bizlerden esirgeme yüce Aiptos" dedi. Yaşlı başrahip, asırlık bedeninden umulmayacak gürlükte bir ses tonuyla eski ve az bilinen bir duaya başladı. Sesi titriyor, dalgalanıyordu. Çevreden çıt çıkmadığı için sesi meydandaki herkes tarafından duyuluyordu. Kenti ilk kuranların önemsediği akustik özellikler yıkıntılar arasında hala hissediliyordu. Arada sırada iki kardeş, pirlerinin dualarına yüksek sesle katılıyorlardı. Çömez rahiplerin ellerinde birer buhurdanlık belirmişti, dua eden Rahiplerini ve sessiz kalabalığı kutsuyorlardı.
Zethos, belli etmemeye çalışsa da durumdan hoşlanmamıştı. O'na göre yaşlı bunak ne yapmış ne etmiş törenin inisiyatifini ele geçirmişti. Bakır çubuğun gölgesi ikinci işarete yaklaşmaya başlayınca elindeki asayı yukarı kaldırdı. Kalabalığın dışında bekleyen görevlilerden biri işareti görmüştü. Tüm duaları ve ilahileri bastıran gong sesi duyuldu. Gong sesi Zethos'un sesinin tekrar duyulmasına neden olmuştu. İkinci plana düşmüş olan yaşlı Başrahibin duaları sürüyordu. Zethos’un elindeki asa bir kere daha kalktı ve indi. Peşinden gongun sesi tekrar dağlarda yankılandı. İkinci Gong Aiptos' un dualarını kesmesine neden olmuştu.
“Önce boğa kurban edilecek, çömezlerim boğanın kanı ile yıkanacak. Ardından kutsal kanın arındırdığı bedenler, en önemli uzuvlarını Hekate'ye kurban edecekler. Eğer Yüce Hekate, Altın çağın Tanrıçası sunulanları kabul ederse, yeryüzü güpegündüz geceyi yaşayacak."
Zethos, iyi bir konuşmacıydı, nerede sesini yükselteceğini, veya fısıltı havasına büründüreceğini, nerede duracağını ve nasıl konuşacağını iyi biliyordu. Kitlesi ona harfiyen uyuyordu, bir sözü ile çılgınlar gibi bağırıyor bir hareketi ile süt dökmüş kedilere dönüyorlardı.
“Gündüzün içinde yaşanacak gecede gerçek kurbanların kanları Hekate için akacak. O küçük kalplerden akacak tertemiz kanlar bizlere hayat bahşedecek. O kanlar, sizlere zaferler getirecek, Hekate, düşmanlarımızı kahredecek. Yine sustu. Kalabalığın bağırışları istediği etkiyi oluşturduğunun göstergesiydi. "Gerçek kurbanlar…Küçük kalpler…"
Kalabalığın içinde olan biteni anlamaya çalışan Topal Memet Ağanın kafasında bir kıvılcım çakmıştı. "Gerçek kurbanlar" Bir an Beyinin sözleri aklına geldi. Koca Mikal dağının öte yanındaki köyü ve köyünden bir zaman önce kaybolan küçük çocuk aklına geldi. Silah arkadaşının arkadaşının kızıydı. Bir gün evinin önünde oynarken annesinin ve komşularının gözleri önünde kaybolmuştu. Hani "kaşla göz arasında" dedikleri türden bir olaydı. Uzun süre arandıktan sonra bulamamışlar, kurda kuşa yem olmuştur diyerek aranmaktan vazgeçmişlerdi.
“O kanlar benim liderliğimi, benim önderliğimi sizlere kabul ettirecektir. Yalnızca siz dostlarıma değil düşmanlarıma da. Bizleri Ulu Hekate'nin yolundan döndürmeye çalışanları kahredecektir. O altın geçmiş, mutlu bir gelecek olarak bizlere geri dönecektir".Zethos bir yandan konuşuyordu ama diğer yandan bakışları ara sıra saate kayıyordu. Mermer bloğun üzerindeki gölge dairesel bir hareketle son işarete yaklaşıyordu.
Üç dört kişinin güçlükle zapt edebildiği bir boğa hazırlanan ızgaranın üzerine çıkarıldı. Yamacın eğiminin fazla olduğu bir yerde sunağın hazırlanmış olması işlerini kolaylamıştı. Boğanın sunağa çıkarılması ile birlikte bir gece önce köpek yavrularını boğazlayan altı çömez belirdi. Üzerlerinde beyaz bir entari vardı. En azından sunağa çevrilmiş ağaç dallarının altına giresiye kadar beyazdı.
Aiptos’un sesi tekrar duyulmaya başlamış, meydanı dolduran kalabalığın seslerini bastırmıştı. Dualar, ilahiler peş peşe okunuyordu. Dua bilmeyenler ise aralarda, sallanıyor, kendince bir şeyler okuyorlardı. Bir önceki gece sabahlara kadar çalınan davullar ziller gene başlamıştı. Zethos, hem Aiptos u izliyor hem de güneşi takip ediyordu. Bir an gözleri parıldadı, hava kararıyor muydu ne?
Mehmet Ağa gözlerini iyice açmıştı, olan bitenin dışında kalmak istemiyordu. Altı yaşında olduğunu öğrendiği boğa, ite kaka tahta ızgaranın üzerine çıkarılmış, yere yatırılmıştı. Hayvanın her hareketiyle bir gün önce yapılan ağaç sunak çatırdıyordu. Boğanın yanı başında, ızgaranın altında duran altı çömez gibi giyinmiş biri vardı. Kasap veya cellat olmalı diye düşündü Mehmet Ağa. Dikkatini kurban törenine yoğunlaştırmak istiyordu ama istediğini bir türlü gerçekleştiremiyordu. Olaylar gözlerinin önünde hızla yaşanıyordu ve şimdi de hava kararmaya başlamıştı. Acaba başrahip kılıklı o sevimsiz adam doğru mu? söylüyordu. Davul ve zil seslerinin arasına dua ve ilahi okuyanların sesleri karışıyordu. Kalabalığın içinden birinin bağırtısı işitildi.
“Bakın... Bakın gece oluyor." İnsan denizinde bir dalgalanma oldu. Gerçekten de hava belirgin bir şekilde kararmaya başlamıştı. Bütün başlar gökyüzüne çevrildi, güneş gökyüzünde parıldamaya devam ediyordu. Vakit öğle saatlerini henüz geçtiği halde akşam olmak üzereymiş gibi hava kararıyordu. Bir gong sesi daha duyuldu, ses ile birlikte meydanlık derin bir sessizliğe büründü. Onbeş yirmi saniye geçmemişti ki yamacın aşağısından, ağaçların çok ötesinden bir gong sesi karşılık verdi. Bu denizin karşısından gelen bir yanıt olmalıydı.
Gong seslerini, Zethos'un sessiz işareti izledi. Yukarıdan aşağı inen el ile birlikte koca boğanında boynuna bıçak inmişti. Hayvan debelenmeye başladı. Sunak çatırdıyor ama sağlamlığını da belli ediyordu. Izgaraya, ızgaranın altına kanlar akmaya başladı. Altta duran altı genç üzerlerindeki tek parça elbiseleri çıkarmışlardı. Üryandılar, yalnızca ince bir sarmaşık ve ucunda sallanan bıçak kalmıştı elbise niyetine. Damlalar önce minicik kırmızı lekeler oluşturdu beyaz tenlerde, sonra kırmızı lekeler birleşti, çoğaldı. Olay tam anlamıyla bir kan banyosuna dönüşmüştü. Çömezler bir damla kanı bile ziyan etmemek için birbirleriyle boğuşuyorlardı adeta.
On iki İon'ya kenti bizimle. Zethos'un gür sesi yeniden duyulmaya başlamıştı. “Karşıda Samos ta da benzer törenler yapılıyor. Fokhia da Prien de Myus ta uyanık. Tüm İonların yürekleri birlikte atıyor. Tüm İonların yürekleri Hekate için atıyor" diyordu. O konuştukça hava kararmaya devam ediyordu. Zayıf bir ses daha duyuldu. Aiptos sunağın altındaki kan revan içindeki gençlerin yanına gelmişti.
Yaşayan tek Başrahipleri yanına vardığında gençler üzerlerindeki tek giysi olan sarmaşık kemerde asılı küçük bıçakları çıkardılar. Bir gece önce köpek yavrularını kestikleri bıçaklar, alaca karanlıkta ışıldadı. Alt dalları sunağa değen ulu çam ağacının gövdesinin önünde diz çöktüler. Bu törenin çalışmasını yaptıkları uyumlu hareket etmelerinden anlaşılıyordu. Ağızlarından küçük birer çığlık çıktı. Ağacın dibinden çıkan bir kaç kişi bir yandan yaralı çömezlerle uğraşıyor diğer yandan toprağı eşeliyorlardı. Çömezler kendilerinden kestikleri parçalarını Tanrıçalarına sunmuş, artık birer Rahip olmuşlardı.
Amphion’un rüyalarının ve Pitteus'un kehanetinin doğru olup olmadığını anlamak için çok az bir zaman kalmıştı. Zethos'un gözü tekrar ortadaki güneş saatine kaydı. Alaca karanlıkta saatin ortasındaki çubuğu zorlukla seçebilmişti. Şu dakikadan sonra saate de gereksinimi yoktu. Saniyeler geçtikçe Khios’lu Aziz Pitteus'unda, ikiz kardeşi Amphion'unda haklılığı anlaşılır olmuştu. Yine de zamana ihtiyacı vardı.
“Dua edin kardeşlerim... Yakarın Tanrılara." diyerek tekrar bağırmaya başladı. Bir ara kaçırdığını zannettiği kontrolü tekrar ele geçirmişti.
“Gündüzün içinde gece yaratan Hekate için dua edin. Yüce Tanrıça'mızın tüm düşmanlarımızı kahretmesi için yalvarın. Gündüzün içinde yaşanacak geceden bizi koruması için yakarın. Bizleri geceden kurtarsın ama düşmanlarımızın hepsi gecenin karanlığında boğulsun diye yakarın."
Mehmet Ağaya kalabalık sanki çoğalmış gibi gelmişti. Az önce katledilen boğanın ölü bedeni ızgaranın üzerinde kalakalmıştı. Gözleri sunağın altındaki genç çömezlere kaydı, altı genç sarhoş gibi olmuşlardı. Ne yapacağını bilemez durumdaydılar, belli ki ilaç verilmişti kendilerine. Düşününce, bu çılgın kalabalığa karşı yapacak bir şey bulamıyordu, beklemeye devam edecekti çaresizce.
Zethos, ağır hareketlerle oturduğu yerden kalktı. Etrafını çevreleyen insanları yararak sunağın altına doğru yürümeye başladı. İşin havasına çoktan girmişti bile. Çevresindeki kişiler bedenine ellerini sürsün, elbisesini öpebilsin diye yarışır olmuşlardı. Beklediği son gonga az bir süre kalmıştı. Sunağın altına vardığında yukarıdan ızgaradan hala kanlar damlıyordu.
Sunağın altına vardığında sağ dizini yere koydu, o anda Gong sesi duyuldu. İnsanlar alışmışlardı her gong sesinden sonra sessizliğe bürünüyorlardı. Kendisini izleyenlerin şaşkın bakışları altında belindeki kemeri çözdü. Sırtındaki elbise sıyrılıp yere düşünce pörsümüş etleri meydana çıkmıştı. Kafasını öne eğip bir heykel gibi öylece kalakalmıştı.
Sunağın arkasından aynı giysiyi giymiş altı kişi çıktı, altısının da ellerinde birer meşale vardı. Meşalelerin ışıltıları, havanın bir hayli karardığını belli ediyordu. Altı meşaleli adam, yolun sağına ve soluna yerleşti. Peşlerinden altı kişi daha belirdi, kucaklarında süslü örtülerle gizlenmiş bir şeyler taşıyorlardı. Düzenli adımlarla sunağa çıktılar. Eşgüdümlü hareketlerle ellerindeki kurbanları önceden hazırlanmış yerlere bıraktılar. Aşağı baktıklarında donmuş gibi hareketsizce duran Zethos'u görmüşlerdi.
Amphion şaşırmıştı, töreni çömezlerin Hekate'ye kendilerinden birer parça sunmasıyla bitti sanırken yukarıya altı kişi çıkmıştı. Kardeşinin, kendi kafasına bir şeyler planladığını tahmin ediyordu. Aklına gelen olasılıkla belli belirsiz ürperdi. Zethos, yasaklanan asırlardır uygulanmayan bölümü mü uygulayacaktı?
Sunağın üzerine yatırılmış kurbanlardan biri hafifçe kıpırdadı, veya bulunduğu yerden Topal Ağa öyle sanmıştı. Gölgeler varlığıyla gündüzü iyice geceye çevirmişlerdi. Diyardan diyara gezen, tüm dünyayı tanıdığını sanan Topal, tanık olduklarına inanamıyordu. Yaşadıklarının gerçek olmaması için dua ediyordu.
Dakikalardır öylece duran Zethos bir ara başını kaldırdı. Yanı başına kadar gelen, gelişmeler karşısında öylece kalan kardeşine seslendi.
Hadi başlat töreni. Bu defa yasak tören yapılacak ve ben Başrahipler rahibi olacağım" dedi. Kardeşi hala donmuş gibi duruyordu. Bu törenin tamamlanması için mutlaka onun yardımına ihtiyacı vardı. Tekrar seslendi.
“Böyle bir fırsat bir daha gelmez. Bırak çocuklara acımayı da töreni başlat. Ses tonu iyiden iyiye emrediciydi. Amphion olduğu yerde titremeye başladı. Köpek yavrularını anlamıştı, domuzları da, boğayı da anlamıştı, ya minik yavrular... Gözleri bir ara ikizinin gözlerine takıldı. Kan denizinde yüzen göz bebeklerini görünce kendisi bile korktu. Hırs dolu gözlerde, halkının kavuşmak için beklediği o mutlu geçmişten veya geçmek istedikleri zengin gelecekten eser yoktu.
Zaman geçiyordu; “Sersem herif! Ne bekliyorsun başlat töreni." Gözlerin birbirleriyle teması devam ediyordu. Zethos, tıpkı avını sokmak için bekleyen yılanın tıslaması gibi konuş konuşmasını sürdürdü
“Eğer sen yapmayacaksan yapacak birileri var nasıl olsa." Kimleri kastettiği belli olsun diye bakışlarını yanı başında duran genç çömezlere çevirmişti. "O zaman senide asi diye kurban ederler Hekate'ye, Hekate’nin ihaneti asla affetmediğini de biliyorsun." Son kelimeler üzerine basarak söylenmişti. Amphion, umutsuzca başını yukarı kaldırdı, gündüzün ortasındaki karanlık iyice çevreye iyice çökmüştü.
“Diz çökün kardeşlerim...! Yüce Hekate'nin önünde diz çökün! Önceleri titreyen ses konuştukça açılıyordu. "Kadim ve Kâbir Tanrılarımıza ve onların babası Zeus'a dua edin. Kendileri dünyamızı terk ettikten, vatanları Olimpos'a çekildikten sonra biz zavallı kullarına koruyucu olarak bıraktıkları kızları Hekate'ye dua edin. Kalbinizle yalvarın... Dilinizle yalvarın... Bedeninizle yalvarın. Yalvarın ki bizlere acısın, gündüzün ortasında yarattığı geceden kurtarsın. O mutlu geçmişin parlak günlerine çıkarsın."
Topal Ağa bir an korktu. Ortada deli gibi dönerek bağıran adamın sesiyle herkes diz çöküverince O ortada sipsivri kalmıştı. Allahtan şaşkınlığı çabucak geçmiş kendisi de diz çökmüştü. Mehmet Ağa' da yalvarıyordu ama diğerleri gibi bir sürü Tanrıya değil. Bir olan Allah'ına yalvarıyordu. O'nun son peygamberi olan Muhammet'e yalvarıyordu. Dili sessizce kelime-i şahadet getirirken zihninin bir köşesi de kendilerini daha neler beklediğini anlamaya çalışıyordu.
Zethos, kardeşi konuşurken başını yere eğmiş hafifçe sallanıyordu. Sanki transa geçmiş gibiydi ama bir yandan da düşünüyordu. İşlerin yolunda gitmesini umuyordu ama işler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Bir ara başını belli belirsiz kaldırdı. Denizin ötesindeki Samos adası sis ve duman içerisindeydi. Biraz daha dikkatli bakınca dumanın kaynağı olan ateşi gördü. Başını öte yana çevirince kendi yakalarında da benzer bir ateşin yakıldığını fark etmişti. Yamacın yukarılarında bir yerlerde alevler karanlığı yırtarcasına gökyüzüne çıkıyordu. Kıyaslama yapabilmek için başını tekrar karşı sahile çevirince, denizdeki hareketlenme dikkatini çekti. İçinde bir umut dalgası kıpırdandı, yoksa beklediği, kahinlerin müjdesini verdiği gelişmeler mi oluyordu.
1.bölümün devamı var...