Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Barad-Dûr

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Tînmur: Ceyn Efsanesi | Bölüm: 2
« : 01 Ekim 2011, 19:44:18 »
     Haritayı kabataslak mspaint ile çizdim, ama genel hatlarıyla ülkeyi göstermeye yetiyor. Kitabı üçleme değil de sığdırabilirsem tek kitap olarak düşünüyorum. Şu an itibariyle 37 sayfa yazmış bulunmaktayım, fakat hepsini hemen paylaşmayacağım. Bu romana başlamaktaki amacım kendimi yazma sanatında sürekli geliştirmek istememdi, sizin eleştirilerinizle umarım kendimi tartmış olurum...



                                                                                          Hikaye Tanıtımı:

     Ceyn; eski Tînmur dilinde dostluk, kardeşlik anlamına gelir. Hikâye yüzyıllardır barış ve mutluluk içinde olan Afia kıtasında geçmektedir. Dünya insanların yerleşik hayata geçmesiyle başlayan ve binlerce yıldır devam eden kanlı savaşlardan, en büyük savaş olan "Hû Savaşı" sonrası kurtulmuş ve son savaştan bugüne 'savaş' sözcüğü neredeyse unutulmuştur.

     Kıtanın en büyük, en güçlü ve en güzel konuma sahip olan ülkesi Tînmur'dur. Hikâye bu ülkenin küçük bir kasabasında geçimini çiftçilikle sağlayan iki kardeşten birinin esrarengiz bir şekilde kaybolmasıyla başlar. Kardeşini kaybeden Duni onu aramak için yollara düşer ve kasabasından hiç kimsenin gitmediği kadar uzaklara, esrarengiz yerlere seyahat ederken tüm ülkeyi de birbirine katar. Afia'ya tekrar savaşı getiren hikâye işte böyle başlar...




                                                                                             HARİTA



                                                                               BÖLÜM I:
                                                                                 KAYIP

      Tînmur'da genelde olduğu gibi güneşli, ılık ve hafif nemli sıradan bir gündü. Batıdan esen rüzgâr ve ferah kokular güneşin egemenliğini kırıyor, serinlik hissi uyandırıyordu. Tînmur'da genelde ilkbaharın ilk günlerinden sonbaharın son günlerine kadar tabiata hâkim olan bu iklim tüm ülkelerde hayranlıkla karşılanıyordu. Herkes bu sonbahar günlerinde, güneşin ve tatlı esen rüzgârın yerini zamanla üç ay sürecek beyaz örtülü bir merasime bırakacağını biliyor ve ona göre hazırlık yapıyordu.

     Bir karaağacın gövdesine dayanmış, rüzgârın yapraklarla oluşturduğu ninninin hışmıyla uykuya dalmış iki genç adamdan biri hafifçe gözünü açmaya başladı. Parlak iri gözbebekleri ışığın da etkisiyle büzüldü, irisi suyun altındaki yapraklar kadar yeşil ve berraktı. Güneş zaten sarı olan saçlarına dokunuyor, onları parlatıyordu. Rüzgâr zaten dağınık olan saçlarını tarıyordu. İnce ve zarif  yüzü önce bir gerildi, belli ki gülüyordu. Sonra aniden göz kapakları açıldı, gözbebekleri büyüdü, yüzünde bir heyecan ifadesi belirdi. Aniden ayağa kalkarak;

"Duni, Duni, kalk hadi kalk!"

Gözlerini aralayarak miskin bir ses tonuyla;

"Ne var Tomar?"

"Akşam olmuş, hava kararıyor, daha ekinleri teslim etmedik!"

"Ne! Sana uyuma ve bekçilik et demiştim, niye uyandırmadın?"

Telaşlandı ve

"Şey... Eşek arısı sokmuştu, oracıkta bayılıverdim!"


Duni aniden ayağa kalktı ve Tomar'ı kovalamaya başladı;


"Seni bücür, seni elime geçirirsem bir güzel..."

Koşarken yüksek sesle;

"Hah, bana diyene bak, sen sanki dev adamsın!"


     Karaağacın bulunduğu yeşil tepenin eteklerinden yedi bin adım uzaklıktaki mısır tarlasına doğru koşmaya devam ediyorlardı. Tomar'ın üzerinde kirden sarılaşmış bej rengi, uzun yakalı, bol ve uzun bir gömlek, onun üstünde de yünden yapılmış açık kahverengi bir yelek vardı. Pantolonu çamur ve ot pisliklerinin arasından seçilen koyu kahverengi bir kumaştan yapılmıştı, ama üzerine tam oturmuyor, uzun ve ince bacaklarına kısa geliyordu. Duni'nin üzerinde ise bol ve uzun, ince bir kumaştan yapılmış olan siyah bir pantolon, onun üstünde ise kahverengi, ince, askılı bir iç çamaşırı vardı.

     Tomar var gücüyle koşmaya devam ediyordu. İnce ve dayanıksız bacakları ona zor anlar yaşatsa da koşuyordu, çünkü ekinleri hava kararmadan teslim edemezse günlük yevmiyesini alamayacak, üstelik abisi Duni'nin de gazabına uğrayacaktı. Abisinden üç yaş küçük, daha zayıf ve daha çevik olması Duni'nin kendisine yetişmesini engelliyordu.

     Yeşil ve düzlük çayırlardan tarlalarına doğru ilerlerken yollarını soğuk ve berrak, derin bir dere kesiyordu. Bu dereye Anovah ismi verilmişti. Dere on binlerce adım batıdaki kurşuni renkli yüksek Uhan dağlarından önlerindeki küçük çam ormanının dibine kadar dümdüz süzülüyor, daha sonra kuzeydoğuya kıvrılıp Tiri kasabasının doğusundan sonsuzluğa doğru özgürce akıyordu. Anovah'ın hemen arkasında dört bin adım boyunca Tomar ve Duni'nin önlerini kesecek olan küçük bir çam ormanı uzanıyordu. Bu ormana da sınırını oluşturan derenin ismi verilmişti; "Anovah Ormanı". Orman sık ve oldukça yaşlı çam ağaçlarının birlikteliğinden oluşuyordu.

     Tomar Anovah deresinin dibine kadar yaklaşmıştı. Fakat dere en az 20 adım genişliğinde ve derinliği de göbeğini geçmekteydi. Birden duraksayıp umutsuz ve çaresiz gözlerle dereyi süzmeye başladı. Duni arayı kapatmaya başlamıştı. Bir anda gözüne dalları derenin üzerine yayılan kurşuni renkli ve yaşlı bir çam ağacı çarptı. Bu Tomar'ın eski neşesini yerine getirmişti. Biraz gerildi ve tek çırpıda dala tutunuverdi. Dalın kırılmasıyla birlikte kendini Anovah Ormanı'nda buldu. Fakat yere çakılırken dizi bir kozalağın üzerine düşmüş, pantolonu yırtılmış ve bacağı zedelenmişti. Kan rengi pantolonunun göz ahengini bozuyordu. Fakat Tomar bu duruma aldırmadı ve ağaya kalkarak koşmaya devam etti. Biraz ilerledikten sonra arkasını dönerek bağırdı;

"Hey, seni tembel! Bir tosbağa gibi koşuyorsun."

     Duni bu söze sinirlenmişti. Fakat derenin kıyısına yaklaştığında Tomar'ın gösterdiği cesareti gösteremedi ve dereden yürüyerek geçmeye karar verdi. Ayakları çıplaktı, paçalarını sıvadı, dereye ilk adımlarını attı. Dere onu titretecek kadar soğuktu. Ama dalgaların ve yosunların ayaklarını okşayışı yaprakların hışırtı sesleri ve kuşların cıvıltısıyla birleşince ona bir huzur vermişti. Bu anın daha uzun sürmesini diledi, ama tarlaya yetişmek zorundaydı. Hızlı adımlarla dereyi geçmeye başladı. Dereden çıkacağı sırada susuzluk hissine yenik düşerek eğildi ve buz gibi suyu yudumlamaya başladı. Su o kadar berrak ve temizdi ki, içine pislik atsanız kabul etmeyecekti. Duni suyunu içtikten sonra hemen doğruldu ve eskisinden daha hızlı ve dinç bir şekilde koşmaya başladı. Üstü ıslaktı ama hava sıcaktı ve çabuk kuruyacaktı. Su onun tüm yorgunluğunu almıştı. Fakat Tomar bu sürede arayı bayağı açtı.

     Tomar son derece kararlı ve umutlu bir şekilde koşmaya devam ederken aniden içinden bir ürperti geldi ve geçti. Bir anlık tüm vücudu titremiş ve kaskatı kesilmişti. Yüzünün rengi atmış, çarşaf gibi olmuştu, elleri buz gibiydi. Olduğu yerde hareketsizce dimdik duruyordu, hareket edecek hali yoktu, kendisini çok bitkin hissediyordu. Tomar ne olduğunu anlamaya çalışıyordu, çok yoğun bir his içini çepeçevre sarmıştı. Bu hissi tırnak uçlarında dahi hissediyordu ama ne olduğunu anlayamıyordu. Sanki yakınında onu sımsıkı saran bir örtü vardı, onu hissediyor ama göremiyordu.  Daha sonra içine bir şeyin onu çağırdığına dair bir his geldi, zar zor kafasını çevirerek soluna doğru baktı. His oldukça kuvvetlenmişti, onu çağırıyordu. Karşı koyamadı ve yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Beş adım atmıştı ki bir anda kontrolünü kaybedip kendisini yerde buldu. Gözünü açtığında üstüne abisi Duni duruyordu. Kendisine yetişmiş, daha sonra da iterek yere düşürmüş ve üstüne oturarak alaycı bir gülüşle zıplamaya başlamıştı.

"Seni aptal, niye öylece duruyordun ki orada, yoksa beni tuzağa mı düşürecektin?"

     Tomar'ın içindeki his bir anda tamamen yok olmuştu, yüzü hâla beyaz ve elleri soğuktu ama artık kendisini dinç hissediyordu. Hemen ayağa kalktı ve son derece ciddi bir şekilde;

"Duni, lütfen benimle gel, şu tarafta bir şeyler var, bakmak zorundayız, lütfen."

Parmağıyla biraz önce o garip his ile yöneldiği tarafı gösteriyor ve elleri titriyordu. Duni durumun ciddiyetini anlayamadı, alaycı bir ses tonuyla;

"Hayır, hiçbir yere gitmiyoruz, devam etmemiz lazım, hava kararıyor!"

"Duni lütfen, çok önemli, gidip bakmamız lazım, Seir Amcayı ben ikna ederim."

"Bak bıcırık, sen istersen burada kal, ne istiyorsan onu yap, ama ben gidiyorum! Senin yevmiyeni de ben alırım, sen bilirsin."

     Duni bu tehditkâr sözlerin ardından arkasını döndü ve koşmaya devam etti. Ama Tomar bu hissin sebebini öğrenmekte kararlıydı. Hava kararsa da merakını doyurmak zorundaydı. Tomar hiçbir şey söylemeden hissin geldiği tarafa doğru yürümeye başladı. Dikkatli gözlerle her şeyi inceliyor, hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyordu.  Tomar on beş adım kadar patikadan uzaklaştığında his yavaş yavaş artmaya başladı. İlerledikçe çamların daha sıkı birlikler oluşturduğunu ve yaşlarının daha fazla olduğu dikkatini çekti. Hatta yirmi adım doğusunda duran ve patikadan seçilemeyen oldukça geniş gövdeli bir ağacın yaşını tam olarak söylemek imkânsızdı. Tomar bu ağacı ilk kez görüyordu ve daha önce böyle bir ağaçla karşılaşmamıştı. Bu ağacı dedesinin babasının, onun babasının, hatta onun da dedesinin görüp görmediğini düşündü bir an. Gövdesi en az otuz adım genişliğinde eğri büğrü şekillerden oluşuyordu, boyu diğer ağaçlardan kısaydı ama kökleri ve dalları kırk ağacı hâkimiyeti altına almıştı. Tomar bu ağaca yaklaştıktan sonra hissin buradan kaynaklanmadığını anlayarak yönünü değiştirdi. İlerledikçe ağaçların yaşları daha da artıyor ve orman sıkılaşıyordu. Tomar hissin arttığı yöne doğru ilerlerken abisinin arkasından seslendiğini duydu ama içinden bir ses cevap vermemesi gerektiğini söylüyor ve duygularını esaret altına alıyordu. Tomar hızlı adımlarla kırk adım daha yürüdükten sonra karşısında son derece parlak ama gözleri rahatsız etmeyen bir ışık belirdi. Bu ışık küçük bir güneş gibiydi, çevresine ışığın yanında o garip hissi de yayıyor ve kendisine yaklaşıldıkça his doruk seviyesine ulaşıyordu.  Tomar hayranlıkla ışığa gözlerini dikip baktı. Sadece baktı ve zihninin kapılarını ardına kadar açarak hissin içine hücum etmesine izin verdi.


Duni bir süre koştuktan sonra arkasını dönüp Tomar'a baktı. Tomar ortalıkta görünmüyordu. Bir süre ortalığa bakındıktan sonra arkasına doğru son hızda koşmaya başladı, telaşlanmıştı, çünkü Tomar böyle bir durumda her zaman kendisini izlerdi. Duni, Tomar'a ne kadar kızsa da, ucunda ne olursa olsun asla onu bırakamazdı. Çünkü annesi ölürken Tomar'ı Duni'ye emanet etmişti. Duni o günden sonra her şeyini Tomar'ı korumaya adamıştı. Normal bir cümle, onun için kutsal bir göreve dönüşmüştü. Daha Tomar 16 yaşındaydı, kendisini koruyabilecek durumda değildi. Duni ise 19 yaşındaydı, Tomar'a göre daha kaslı, daha güçlü ve daha tecrübeliydi.

     Duni Tomar ile konuştukları ağacın yanına geldi ve bakındı, Tomar'ı göremedi. Bağırdı ama cevap yoktu. Tomar'ın gösterdiği yöne doğru dikkatli adımlarla ilerlemeye başladı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor, korkuyor ve endişeleniyordu. Bağırarak Tomar'ı aramaya devam etti. Tomarın biraz önce üzerinden geçtiği toprak Duni'nin doğru yolda olduğunu kanıtlıyor, ağaçlar ve çalılar kırık dallarıyla şahitlik ediyordu. Duni son gücüyle bir kez daha bağırdı; "Tomar!". Ama cevap yoktu, bu durum Duni'yi iyice endişelendirmeye başlamıştı. Duni izleri takip ederek adımlarını sıklaştırdı. Yaşlı ağacın yanından geçerek ağaçların sıklaştığı bölgelere doğru koşmaya başladı, rotasından çıkmamaya çalışıyordu. Bir süre sonra ağaçların sıklığının ortasında yuvarlak şekilli bir çayıra gelmişti. İleriye doğru göz gezdirdi. İlerledikçe ağaçlar sıklaşmaya devam ediyordu fakat tam önünde koskoca, ağaçsız yuvarlak bir çanak duruyordu. Sanki orman bu bölgeyi bir nedenden dolayı kendisinden dışlamış gibiydi. Çanağın tam ortasında Tomar'ın ayak izleri bitiyordu. Başka hiçbir yerde ayak izi görünmüyordu. Sanki Tomar bir anda buharlaşmış, havaya karışmıştı. Bu durum Duni'nin aklını epey karıştırırken tüm umudunu bir anda söndürmüş, yüreğine büyük bir pişmanlık lokması bırakmıştı. Ama Duni yılmadı ve aynı yöne doğru son hızla koşmaya devam etti. Bir yandan bağırıyor bir yandan da gözlerine hâkim olmaya çalışıyordu.

     Neredeyse iki yüz adım yürümüş ve her yere bakınmıştı, ama Tomar'ı hâla bulamamıştı. Üstelik kendisinin yarattığı izlerden başka bir ize de rastlamamıştı. Morali çok bozuldu ve gözünden bir damla yaş çenesine doğru süzüldü, oradan da kalbine... Artık Tomar'ı bulacağına dair ümidi kalmamıştı. Fakat tüm ormanı aramadan asla pes etmeyecekti. Havanın kızıl-gümüşi rengi yerini siyah gölgelere bırakmıştı. Işık gittikçe azaldı. Duni her yeri aradı, aradı...


Sonraki bölümün ismi: "Kapan"

Sayfa: [1]