Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - cemaziyel

Sayfa: [1]
1
Duyurular / Kitap Bağışı!
« : 26 Ekim 2017, 11:34:05 »

Konya'da Cansu Ceylan öğretmen, İlköğretim okulunda kütüphane kurmak için yola çıkmış. Kitap bağışı istemiş. Ben de "Kitap deyince akla KayıpRıhtım gelir!  :fight: " dedim ve konuyu buraya taşıdım. Az çok demeyelim boş geçmeyelim...

2
Tartışma Platformu / Hikaye Eleştirileri
« : 14 Ağustos 2014, 16:44:06 »
Bir çoğumuz buraya hikayeler yazıp iyi okurların bunları okuyup eleştirmesini bekliyoruz. Gerek forumda gerekse aylık öykü seçkilerinde üyelerin bir çoğunun eleştiriye kapalılığı, eleştiren kişinin yazısına "Kızma ama", "darılma ama", "hevesini kırmak istemem ama" benzeri cümlelerle başlamasına sebep oluyor. Daha da kötüsü bu iyi okurlar "İyilik yapıp bi de kötü mü olacam kardeşim banane" moduna girip hiç yorum yapmayabiliyorlar. Zaman içinde hiç yapılmayan eleştiriler hikaye kalitesinin yerinde saymasına, iyi yazarların kendine bir şey katamayıp hikaye paylaşmamasına sebep oluyor. Forumdaki hikayelerin tarihlerine bakarsanız kalitenin giderek daha da düştüğünü fark edeceksiniz. (Kimseyi de tenzih etmiyorum. Çünkü yeterince eleştiri yapılmamasının doğal sonucudur bu.) Kalite bu hızla düşmeye devam ederse Posta gazetesinin şiir köşesinden farkımız kalmayacak.
Şimdi diyeceksiniz ki: Efendim yapıcı eleştiri var, yıkıcı eleştiri var. Yok bazı insanlar eleştiri yapmayı bilmiyor falan filan. Yüz yıllık klişeleri sıralamadan evvel bir kaç cümle de bu konu için yazayım. İnsanlar rahat yataklarında yayıla yayıla Patrick Rothfuss veya Brandon Sanderson kitaplarının sayfalarını çevireceğine bilgisayar başında sizin yazdığınız amatör yazıları okuyorsa bunu beleşçiliklerinden yapmıyorlar... "Buldun bedava hikayeyi okuyorsun bi de kötü yorum yapıyosun." havanızdan vaz geçin. Çok alakasız eleştiriler geliyorsa dikkate almak zorunda değilsiniz. Muhakeme yeteneğiniz olduğunu düşünüyorum. "Hobi olarak yapıyorum kimsenin okuyup yorum yapmasını istemiyorum" diyorsanız da hikayenizin sonunda belirtirsiniz yorum yapılmaz.
Sizin de burada daha düzgün hikayeleri okumamızı veya amatör yazarların gelişmesini sağlayacak başka önerileriniz varsa yazabilirsiniz.

3
Tartışma Platformu / Yazmak İçin Uygun Ortam
« : 14 Nisan 2013, 09:40:03 »
Eretrusilden bir programda, yanlış hatırlıyorsam özür diliyorum kendisinden, 'mümkün olan her ortamda yazabilmeli yazar' demişti. Peki gerçekten hangi ortamlarda yazabiliyoruz ya da yazamıyoruz? Ya da bazı mekanlar kendi büyüleriyle belirli bir konuda ilham verebilir mi yazara?

Az evvel bulunduğum ortamda şunu fark ettim. (Evet! Pazar günü sabah 9:30'da!) Burada, şantiyede, çok şahane savaş sahnesi yazılabiliyor. Hızar, matkap, çekiç, kaynak vs. hepsi bir araya geldiğinde içine insanların bağırış çağırışlarını da ekleyin... daha da iyisi hemen herkes erkek! Atmosfer muhteşem! Tolkien'in Osgiliath'ı şantiyede yazdığından eminim şu an.

Bir de sizin görüşlerinizi alalım. :)

4
Duyurular / İzmir Buluşması!
« : 06 Şubat 2013, 12:20:51 »
Arkadaşlar İzmir buluşması yapıyoruz bu haftasonu. Yeri ve zamanı yakın zamanda yazılacak. Gelmek isteyen arkadaşlar bu başlığa yazsın. İstemeyen olursa ben kendi kendime de buluşurum :P

5
Kurgu İskelesi / Gemileri Yakmak
« : 13 Ekim 2012, 23:19:31 »
GİRİŞ
8. asırda, Cebeli Tarık Boğazı’na ismini veren, Tarık bin Ziyad komutasındaki Endülüs Emevi ordusu İspanya kıyılarına ticaret gemileriyle çıkmış ve İspanyolların nereden geldiğini anlayamadıkları bu kavime karşı önlem almasına fırsat bırakmadan, korunaklı bir tepeye sur çekmiş. Sonra Komutan emrini vermiş: Gemileri yakın!

“Gemileri yakmak”, insanın başladığı yolda zayıflığına yenik düşüp vazgeçmesine olanak tanımamak için aldığı bir önlemdir. İşe yarar mı? diye soracak olursanız, Endülüs’te işe yaramış. Tarık bin Ziyad, gemilerini yaktıktan hemen sonra ordusuyla Kurtuba’ya ilerleyip burasını fethetmiş. Sonrasında ise İspanyol kralıyla çarpışıp ordusu sayıca daha az olmasına rağmen kazanmış. İspanyol kralının bu savaşta az sayıdaki askeriyle birlikte kaçtığı rivayet edilir. Belki arkada gemileri olsaydı kaçan taraf İspanyollar olmayacaktı. Onların yaşamak için tek umutları vardı; savaşmak. Dünya tarihinin geleceğini değiştireceklerini bilmeden savaştılar. Fethettikleri Kurtuba’yı kendi çağlarında bilimin zirvesi yapacaklarını bilmeden...

Kurtuba müslümanlarla tanıştıktan sonra bambaşka bir çehreye bürünmüştü. Endülüslü müslümanlar, başkent olarak seçtikleri şehirlerinin, doğudaki diğer müslüman kentlerinden aşağı kalmaması için her şeyi yapıyorlardı. Şehirde hamamlar, okullar, kütüphaneler, kısaca doğuda olup da Avrupa’da olmayan ne varsa inşa ediliyordu. İnsanlar, refah seviyesi hızla yükselmekte olan kente akın ettiler.

10. asıra gelindiğinde Kurtuba’nın nüfusu bir milyon kişiyi aşmıştı. Halifeliğini ilan eden Abdurrahman III, şehrin batı kesiminde, Morena Dağı’nın eteklerine yeni bir yerleşim yeri kurmaya karar verdi. “Medine’tüz-Zehra” ya da dilimizdeki karşılığıyla “Güzelliğin Şehri”... İnşası tamamlandığında adının karşılığını tam olarak veren şehir, dışarıdan bakıldığında sıra sıra görkemli sarayların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş gibiydi. Dışarıdan bakıldığında ihtişamıyla büyüleyen binalar, içlerine girince güzelliklerini kaybetmiyor; aksine Kurtuba’nın ünlü ustalarının elinden çıkmış sanat eserleri, saraylardan taşan hazineler, dışarıdan gelenleri masallar ülkesinde gezdiklerine inandırıyordu.

Zehra, anlattığımız özelliklerinin yanı sıra bilimin de şehri olmuştu. Öyle ki; yapımının üzerinden henüz bir asır bile geçmeden, çağın en büyük tıp bilginini yetiştirip kendi adıyla anılmasını sağlamıştı. Ebu Kasım El-Zehravi, yalnızca cerrah kimliğiyle yeni tedaviler ve ameliyat yöntemleri bulmakla kalmamış; mucit yönüyle de o güne kadar görülmemiş ameliyat aletleri üretmişti. Edindiği tecrübeleri yazdığı kitabı, El-Tasrif sayesinde ünü artık bütün dünyaya yayılmıştı. O dönemin gezgin müslüman öğrencileri de böyle bir dehadan icazet alabilmek için çok uzak diyarlardan Kurtuba’ya geliyorlardı.

Anlatacağım kişilerin hikayelerinin ne başı, ne de sonu bu şehirde geçmez. Fakat bence anlatmaya başlamak için en güzel şehir, Medine’tüz-Zehra’dır.

6
Kurgu İskelesi / Kudret Nişanı
« : 18 Ağustos 2012, 05:11:17 »
Kudret Nişanı

  “Maddenin en küçük parçası olan "el-cüz'ü la-yetecezza"da yoğun bir kudret vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. El-cüz’ü la-yetecezza parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teala'nın kudret nişanıdır."-Cabir Bin Hayyan (721 Horasan-815 Kufa)

.........

  “Demek, 'Allah’ın kudret nişanı’nın varlığı doğruymuş.” dedi, Şah Alaaddin Muhammed, elindeki kağıdı okuduktan sonra, bunu kendisine ulaştıran elçilere dönerek. Eyyubilerin yeni hükümdarı, Melik Kamil’in gönderdiği bu haber, belli ki Şah’ı çok önemli bir karar vermek zorunda bırakmıştı. Harizm şehrinde doğup, Batı Asya’nın en güçlü devletlerinden biri haline gelen Harezmşahlar Devleti’nin hükümdarı, Alaaddin Muhammed’in umutsuzluğu yüzünden okunmaktaydı. Son kararını vermeden evvel kağıtta özü yazılmış olan mesajı bir de elçilerin ağzından duymak istedi:

  “Hele bir de siz anlatın bakalım! Nedir bu işin aslı?”

Elçiler, Şah’ın sorduğu soru karşısında birbirlerine göz ucuyla baktılar. Anlatmaya başlamadan evvel kendilerini gizlice dinleyen olup olmadığını anlamak istercesine etrafta göz gezdirdiler. Zaten Şah, haberin içeriğini öğrendikten sonra herkesi dışarı çıkarmıştı. İçeride yalnız çok güvendiği iki veziri ve oğlu bulunuyordu. Güvenlikten iyice emin olan elçilerden daha deneyimli gözüken konuşmasına başladı:

  “Şah hazretleri muhakkak bundan yaklaşık üç asır evvel yaşamış olan bilgin, Cabir bin Hayyan’dan haberdardır.” Şah, kafasıyla olumlu bir işaret yaptıktan sonra devam etti,  “Bu bilgin kişi, ‘Allah’ın kudret nişanı’ olarak tanımladığı, kıyamet alameti silahtan söz ettikten sonra, bazı bilim çevreleri onun bu kuramının peşine düşmüş, bu hususta deneyler yaparak gerçekten de böyle bir şeyin gerçek olup olamayacağını görmek istemişlerdir. Takdir edersiniz ki, böyle bir kudretin elinde olması halinde elde edeceği güçten ağzının suyu akan bazı siyaset adamları da bu bilim adamlarını madden destekleyerek bugün içinde bulunduğumuz bu vahim durumu körüklemişlerdir.

  “Yaklaşık elli sene evvel cihan sultanı, cennet mekan, Selahaddin Eyyubi hazretleri, Dimyat şehrinde henüz bir vezir iken bir kaç alimin bu konu üzerinde deneyler yaptığını haber alıp müdahalede bulunmuş, çalışmalar da ortadan kaldırılmıştır. En azından geçtiğimiz aya kadar biz böyle biliyorduk.”

  Üzüntüden kafasını öne eğen adamın susması üzerine daha genç olan elçi, onun kaldığı yerden anlatıya devam etti:

  “Efendim, bir kaç ay evvel topraklarımıza saldıran Haçlı orduları, maalesef Dimyat şehrini ele geçirmeyi başardılar. Bir tesadüf sonucu öğrendik ki kafirlere kaptırdığımız tek şey Dimyat değildi. Şehir düştükten sonra kaçmayı başaran Dimyatlılardan bir tanesi hayati önem taşımakta olan bir bilgi getirdiğini söyleyerek saraya kadar geldi. Anlattığına göre ‘Allah’ın kudret nişanı’ ile ilgili çalışmalar, babası tarafından nihayete erdirilmiş. Sultan Selahaddin’in bütün çalışmaları yok etmesine rağmen, nasıl yapılacağını harfi harfine yazarak, oğluna miras bırakmış. Bu herif de Dimyat düştüğünde, kendisini şehirden kaçırması karşılığında bir frenk denizcisine bu yazmaları rüşvet olarak vermiş. Bu korkunç silahın kafirin eline geçtiğini öğrendikten sonra Melik Adil efendimiz kahrından yataklara düştü. Mekanı cennet olsun.”

  İki elçi gözlerini kapatıp, içlerinden eski Meliklerine dua okuduktan sonra, sözü yine deneyimli olan aldı:

  “Yeni sultanımız Melik Kamil’in tahta geçer geçmez ilk yaptığı iş Kerek Kalesi hariç, haçlılardan aldığımız bütün toprakları geri vermek üzere anlaşmaya çalışmak oldu. Ellerinde bu denli büyük bir silah olduğunu düşününce Melik, savaşmanın anlamsız olacağına karar vermişti. Haçlılar kabul etmeyip, Kerek Kalesi’ni de istediklerinde Allah bize yardım etti. Silahın şifrelerini alan denizci İskenderiye açıklarında ele geçirildi. Kendisini sorguya çektiğimizde silahın haçlıların eline hiç geçmemiş olduğunu öğrendik. Şifreleri kendisine verenin delinin teki olduğunu söylüyordu. Bağdad’ı yerle bir edecek bir silahı elinde tutan bu adamı kendisini eğlendirdiği için kurtardığını anlattı. Aldıklarını ise böyle bir hikayeye inanacak kadar aptal olan tatarlara iki kese altına satmıştı. Onları nasıl kazıkladığını anlatırken ağzı kulaklarındaydı zavallının.

  "Şifreleri satın alan tatarların peşinden buraya kadar geldik. Sizin topraklarınızda bulunan başka bir kafileyle birleşerek doğuya doğru yol aldıklarını biliyoruz. Eğer bu silah Cengiz Han’ın eline geçerse neler yapabileceğini düşünmek dahi istemiyoruz. Şu an tatarlarla barış içerisinde olduğunuzun bilincindeyiz. Sultanımız Melik Kamil Dimyat’a karşı büyük bir orduyla hareketlenmek üzere. İstedi ki bu önemli bilgi gizli kalıp müslüman ve dost kardeşlerimizin canına mal olmasın. Takdir, Şah hazretlerinindir.”

  Hikayeyi başından sonuna kadar dikkatlice dinleyen Harezmşah hükümdarı, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Elçilere izin verdikten sonra etrafında kalanlarla birlikte çabucak bir karara varması gerekliydi. Zira tatar kafilesi Harezmşah sınırından geçip Moğol hanlığına girdiğinde iş işten geçmiş olacaktı. Vezirlerden biri söz aldı:

  “Efendimiz, varlığı bir rivayetten ibaret olan bu silah yüzünden, Cengiz Han’la arasını bozmak istemiyordur umarım.”

  “Gerçekten bir rivayetten ibaret midir?” bu soruyu sorarken öteki vezirine dönmüştü, Şah Alaaddin Muhammed.

  “Maalesef değildir, Şah’ım. Kafilenin geçtiği bölgedeki adamlarımız, tatarların canları pahasına korudukları bir parşömenin varlığını doğruladılar. Bir elçi mesajı olamayacak kadar eski bir parşomen olarak tariflediler.”

  “Öyleyse anlatılanlar doğru olmalı. Bu kafile şimdi nerelerdedir?”

  “Otrar yakınlarına varmak üzeredir, Şah’ım.”

  “Otrar valisi, Kayır Han İnalcık’a haber salın. Kervan sınırlarımızdan dışarıya çıkmayacak. Ele geçen bütün belgeler ortadan kaldırılacak.”

........

  Kervanın yağmalandığını duyan Cengiz Han, öfkeden deliye dönmüştü. Elçilerini Alaaddin Muhammed’e gönderip Otrar valisinin kellesini istemiş, Şah bu isteğini kabul etmeyince Otrar şehrine doğru ordusuyla yola çıkmıştı. Şehre giren moğol ordusu, yaşayan bir tek tavuğu dahi canlı bırakmayana dek katletmiş, bir tek taş dahi sağlam kalmayana dek yakıp yıkmıştı. Batı Asya’nın güçlü Türk Devleti, Otrar’da ‘Temuçin’in Kudret Nişanı’yla tanışmıştı.

7
Dipsiz Konak / Öneri
« : 11 Ağustos 2012, 01:01:05 »
Öncelikle foruma yeni katılan birisi olarak kendi şahsi görüşüm olarak şunu belirtmek istiyorum. Bu "Biri başlasın diğeri devam ettirsin" tarzı oyunlar oynayanlar için oldukça eğlenceli oluyor, kabul ediyorum. Fakat bu türün kralını okumuş bir insan olarak (bkz. Son Haber- Hugh Walpole, Agatha Christie, Dorothy L. Sayers, Anthony Berkeley, E.C. Bentley, Ronald Knox) bu tip yazılarda parça parça çok güzel yazılmış eserlerle karşılaşılmasına rağmen bütüne baktığınızda kopukluklar olduğunu düşünüyorum. Benim aklıma gelen iki farklı öneri olacak bilmiyorum forum ahalisi ne düşünür.

1- Hikaye değil de mekan yaratma önerisi. Şöyle ki isteyen kişi burada bir şehir, köy, ev, orman vs. betimler bir başkası gelip onunkinin yanına başka bir coğrafya parçası ekler. Sonuçta foruma ait bir dünya yaratılmış olur ve bu dünyada yazılan hikayeler yazar yazarlarımız. Belki çizerlerimiz de destek verir.

2- Forum dahilinde usta yazarların olduğu bir gerçek. Bu usta yazarlardan bir tanesi hikaye anlatıcısı rolü üstlenerek bir hikayeye başlayabilir. Diğer oyuncular ise kendi karakterlerine konuşma parçalarıyla hayat vererek hikayeyi zenginleştirir ve gidişatı değiştirir.

Naçizane önerilerim, teşekkür ederim...

8
Kurgu İskelesi / İsyan
« : 28 Temmuz 2012, 18:33:46 »
                Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.

                İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir bizans tekfuru olduğunda ısrar etti. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti. Ertesi sabah için sözleştik ve buluştuk.

                Beni nişantaşında apartmandan bozma bir işhanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İçeri girip mekandaki lüksü görünce çaktırmadan ne kadar ödeyeceğimizi sordum, Hakan’a. Göz kırparak, “bendensin” anlamında bir işaret yaptı. Artık oraya kadar gelmişken mecburen kabullenip, beklemek üzere konulmuş olan koltuklardan birine oturdum ve sehpanın üzerine saçılmış dergileri karıştırmaya başladım. İlginç bir şekilde hepsi tarihle uzaktan yakından alakalı dergilerdi. Bir yarım saatlik bekleyiş süresinden sonra bu kez yalnızca beni başka bir odaya aldılar. Bu yeni oda biraz daha otantik döşenmişti. Etraftaki resimler, eşyalar hepsi tarihin başka bir dönemini çağrıştırıyordu bende. Sanırım burada dönen oyunu çözmüştüm.

                Kafamda parçalarını birleştirip oyununu çözdüğüm Deniz olacak herifi beklemekteydim şimdi. İçeri girecek ve ben de yüzüne vuracaktım nasıl bir dolandırıcı olduğunu. Kafamın içerisinde bunun dialoglarını prova ediyordum. Fakat kendimi oyuna dahil edip, etmemek konusunda  kararsızlık içerisindeydim. İçeriye girdiğinde ilk fark ettiğim şey, Deniz olacak herifin aslında Deniz Hanım olduğuydu. Evet... Kibarlaşmamdan da fark edeceğiniz üzere çok güzel bir kadındı Deniz Hanım. 30’una henüz gelmemiş, beyaz tenli, kumral, çerçevesiz gözlüklerinin arkasında ışıl ışıl parıldayan, mavi gözleri olan bir kadındı. Üzerinde ciddi imajına uygun bir beyaz gömlek ve siyah pantolon vardı. Hal böyle olunca artık kendimi oyunun içine dahil edip etmeyeceğimin de kararı verilmiş oldu. Böyle anlarda verilmiş bütün önceki kararlarım gibi bu da yanlış bir karardı elbette. Belki de en yanlışı...

                Deniz -kendisine artık böyle hitap etmemi istiyordu- bana biraz uygulayacağı yöntemi anlattı: “Önce yoğunlaşıp, sizi bugünkü sıkıntılarınızdan kurtaracağız. Sonra geçmiş hayatınızdan kalmış parça parça anılarınızı bir yap-boz yapar gibi birleştirip, o zamanki kimliğinize ulaşacağız.” Hipnozun bu kadar güzel anlatılabileceğini bilmezdim. Uyguladığı teknikleri, evde denemeyin diye detaylı anlatmıyorum. Zaten başladıktan çok değil beş dakika sonra yavaş yavaş gözlerim kapanmaya başladı. Bana ne söyledi, kafamın içerisinde ne yaptı bilmiyorum. Ama o andan sonra zamandan tamamen bağımsız olarak binlerce yılı baştan yaşadım. Gözümü açtığımda ne kadar uyku halinde kaldığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Kim olduğum konusunda da en ufak bir fikrim yoktu. Öylesine yorgun ve öylesine darmadağın olmuştum ki... Karşımda Deniz Hanım’ın dehşet içinde bana bakan yüzü ve Hakan’ın endişeli bakışları vardı. Kendime gelmem birkaç dakika aldı. Hiçbir şey söylemeden kapıdan çıkıp gittim. Arkamdan koşan Hakan’a bir kaç gün bu konuyla ilgili konuşmak istemediğimi söyledim.

                Gördüğüm şeyleri önce kendi kendime bir gözden geçirmeliydim çünkü. Hafızamdaki görüntüler o kadar gerçektiler ki inanmaktan başka çarem yoktu açıkçası. Ama “Bu bir reenkarnasyon muydu?” diye soracak olursanız, benimki daha çok bir lanet sanırım. Size o uyku halinde neler gördüğümü anlatayım, kendiniz karar verin:

                Gördüğüm ilk görüntü, bir cinayete dairdi. Kendi ellerimle öldürdüğüm kardeşimin yüzü... Kargalardan esinlenerek yapmış olduğum mezar... Sonraki görüntülerin hepsi başka başka cinayetleri anlatıyordu. Bu seferki katillerin hepsi farklı farklı, fakat maktul hep aynıydı. Ben...

                Öz kardeşimi öldürdüğüm için lanetlenmiştim. Her ölümde yeniden dünyaya gönderiliyor ve yeniden bir cinayete kurban gidiyordum. Taşla, sopayla darp edildim; çıplak elle boğuldum; zehirlendim; hançer, kılıç, ok, kurşun aklınıza gelecek her türlü silahla tekrar tekrar öldürüldüm. Yaşadığım ölümlerin hepsi; kıskançlık krizleri, anlamsız kazalar, ayırmaya çalıştığım kavgalar, miras anlaşmazlıkları, maksadını aşan şakalar gibi saçma sapan sebeplerden oluyordu. Bir kaç kez de işlemediğim cinayetlerden dolayı idam edilmiştim. Bir kere bile savaşta öldürülmemiştim. Yüzlerce kez ölmeme rağmen bir kez bile suikaste kurban gidecek kadar önemli bir adam olmamıştım. Tarihin gerilim dolu bütün senaryolarında pisi pisine ölen şişman, gözlüklü figürandım ben. Yaşadığım en kayda değer hayat sanırım, üzerimde yeşil pelerin olduğu için öldürüldüğüm hayatımdı. Ne kadar ilginç değil mi? Bu hayatımı anlatmam gerek. Çünkü ölümümün bi anlam ifade ettiği tek hayatım bu...

                Bundan yaklaşık 1500 sene evvel; ben, ilginçtir, yine İstanbul’da yaşıyordum. Basit bir marangozdum sadece. Gündüzleri işime gider, akşamları ise annemle birlikte yaşadığım küçük kulübeme dönerdim. Bizans İmparatorluğu’nun başkenti, o zamanki adıyla Konstantinapolis, tarihin her döneminde olduğu gibi kalabalıktı. O dönem yeni tahta çıkmış olan İmparator Justinyen’in şehirdeki bazı gruplarla arasında anlaşmazlıklar vardı. Aşağı tabakadan birini kraliçe yaptığı için halk, Justinyen’e pek iyi gözle bakmıyordu. Özellikle de İmparatoriçenin ayaklarını törenlerde öpmek zorunda kalan aritokrat kesim, durumdan epey rahatsızdı.

                Durumdan rahatsız olan bir diğer topluluk ise bir taraftar topluluğuydu. Yeşiller... O dönem Konstantinapolis Hipodrom’unda sürekli olarak yarışlar düzenlenirdi. Şehrin en büyük eğlencesi buydu. Yarışlarda iki takım vardı ve bunlar renkleriyle anılırlardı. Maviler ve Yeşiller... Bu iki büyük takımın arkasında onları çılgınca destekleyen taraftar grupları vardı. Her kesimden yüzlerce taraftarı olan bu iki takım başkent halkını adeta iki ayrı kutba ayırmıştı. Maviler taraftarları ve Yeşiller taraftarları...

                İmparator’un koyu bir Maviler taraftarı olduğu biliniyordu. Bu durum Yeşiller taraftarlarını oldukça rahatsız etmekteydi. Çünkü onlar Justinyen’in Maviler’e ayrıcalık yapacağından emindiler. Zaten düşündükleri gibi oldu da... Maviler taraftarlarının şehirde yapmış olduğu ufak tefek taşkınlıklara göz yumuluyor, kesinlikle ceza verilmiyordu. Buna karşın Yeşiller, tüm yasalara uymak zorundaydı ve bu kabul edilemezdi. Kısa sürede iki grup birbirine girdi. Şehirde ufak çaplı çatışmalar meydana geliyordu. İmparator yarışlar esnasında iki grubu da buna bir son vermeye çağırsa da bir türlü huzursuzluğun önüne geçilemedi.

                Şimdi gelelim benim bu hikayedeki rolüme... Dediğim gibi ben alelade bir marangozdum. Öyle yarışlarla falan da işim olmazdı. Zaten kazandığım çok az parayla kıt kanaat geçinirken, bir de bu çeşit eğlencelere para harcayamazdım. Benim taraftar gruplarıyla bir işim yoktu. Yalnızca yaptığım masayı çok beğenmiş olan terzi bir müşterim, borcu olan paranın yanı sıra bir de iyi kalite kumaştan bir pelerin hediye etmişti bana. Ben de yeni pelerinimi çok beğenerek aldım ve kendisine teşekkür ettikten sonra dükkandan çıktım. Biz alt tabakadan insanlar, özel günler haricinde, pek pelerin giymezdik ve benim hayatımda ilk defa bir pelerinim oluyordu. Bu yüzden akşam olup eve dönme vakti geldiğinde pelerinimi giyip sokakta gezmek istedim.

                Eve doğru giderken, Hipodrom’dan biraz uzakta yolumu bir grup genç kesti. İlk başta ne istediklerini anlayamadım çünkü burası benim her gün evime gittiğim yoldu ve bu yolda daha önce başıma hiçbir şey gelmemişti. Bunu onlara da anlatmaya çalıştım. Ama onlar bana, kendilerinin Mavilerden olduğunu ve bulundukları sokaktan hiçbir Yeşil pelerinlinin canlı olarak geçemeyeceğini, söylediler. Onlara, benim taraftar olmadığımı, yalnızca basit bir marangoz olduğumu, anlattım. Öyleyse, oradan geçmemin tek yolu, pelerinimi yakılmak üzere onlara vermemdi. Tabi ki bu kadar iyi kalite bir kumaşı heba etmek doğru olmazdı. Dolayısıyla ben de, evime farklı bir yoldan gideceğimi, söyledim ve geriye döndüm. Biraz uzaklaşmıştım ki arkamda bir hareketlilik hissettim. Geriye baktığımda az evvel konuştuğum adamların benim peşimden koştuklarını gördüm. Derhal kaçmaya başladım. Aya Sofya’ya sığınmanın en mantıklı hareket olacağını düşünerek, o yöne doğru koştum. Zaten çok uzak olmadığından kiliseye hemen varmıştım. Fakat onların da benimle birlikte içeriye girmesine engel olamamıştım.

                Çok sürmeden aramızda pelerini çekiştirmeye başladık. Onlar almak için zorluyor, bense vermemek için direniyordum. Pelerini elimden bırakmadığımı görünce, içlerinden bir tanesinin elindeki sopayı kaldırıp bana doğru hamle yaptığını gördüm. Zaten bu hayatıma dair kafamdaki son görüntü de buydu. Kıytırık bir kumaş parçası için... Durun! Kumaş parçası da değil... Kıytırık bir kumaş parçasının rengi yüzünden öldürülmüştüm.

                Gerek daha sonraki hayatlarımdan hatırladığım bazı detaylar, gerekse bugün karıştırdığım bazı tarih kitaplarında gördüm ki; en anlamlı hayatım, daha doğrusu ölümüm de bu olmuştu. Benim ölümümden sonra halk isyan etmiş. Kutsal bir mekanda nasıl cinayet işlenebilir ve kimse ceza almadan işin içinden sıyrılabilirdi. İmparator, artık olaylara müdahale etmenin zamanının geldiğini düşünüp iki taraftar topluluğundan da yakalanan bir kaç kişiyi ölüm cezasına çarptırmış. Hipodromda yarışlardan önce bu sefer, iki takım taraftarları, Justinyen’den bir istekte bulunmuş ve bu insanların affedilmesini istemişler. İstekleri geri çevrilip tutuklular idam edilince Maviler ve Yeşiller, belki de kuruldukları günden beri ilk kez birlikte hareket ederek, Justinyen’i devirmek üzere ayaklanmışlar. Aralarında İmparator’un kuzeni de bulunan bir grup aristokratla anlaşmış, kenti “Nika!” yani “Zafer!” çığlıklarıyla yağmalamışlar.

                Çareyi kaçmakta gören Justinyen, Konstantinapolis’i terk etmek üzere hazırlanırken, bu kez aşık olduğu karısı, Theodora, ona isyan etmiş; kaçak bir hiç olarak yaşamaktansa bir imparatoriçe olarak ölmek istediğini söylemiş. Bu sözlerle karar değiştiren İmparator güvendiği üç kumandanıyla birlikte bir plan yapıp isyanı bastırma hazırlığı içine girişmiş. Ertesi gün olduğunda plan derhal işleme konmuş.

                Öncelikle Maviler taraftarlarıyla bir anlaşma yapılmış. İmparator bir Maviler taraftarı olduğundan ve yerine geçirilmesi düşünülen kişi de Yeşiller taraftarı olduğundan bu anlaşmada zorluk çekmemiş elçi. Böylece ertesi gün yarışlar başlamadan önce Hipodrom tribünlerini dolduranlardan Maviler, Yeşiller ne olduğunu anlayamadan sessizce çıkıp gitmişler ve Yaşilleri kumandan Belisarios’un silahlı adamlarıyla başbaşa bırakmışlar. Hipodrom’um kapıları kapalı olduğundan içeride olan hiçbir taraftar sağ olarak dışarı çıkamamış ve yaklaşık 30.000 taraftar katledildikten sonra, ayaklanma bastırılmış. Bu isyandan ayaklanma sonrasında İmparator Justinyen, bütün Konstantinapolis’i, yıkılan Aya Sofya Kilisesiyle beraber, baştan inşa ettirmiş.

                İşte benim yüzlerce katlimden, en kayda değeri... Ben Kabil’in lanetlenmiş ruhuyum ve bu lanet korkarım ki kıyamete kadar üzerimden kalkmayacak. Acaba bu hayatımda nasıl bir cinayet bekliyor beni? Yaşadığım işkenceler geliyor gözümün önüne ve titriyorum. Ya yine bu şekilde olursa... Belki de bu ihtimali ortadan kaldırmak için evden çıkmamak en iyisi. Çıldırmak üzereyim sanırım. Balkona çıkıp biraz hava alsam iyi olur... Fakat bu korna sesleri, bu arabalar...

                 Sırtımda bir soğukluk hissediyorum. Sanırım yerdeyim... Gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Allah’ım! Bu elimdeki kan mı? Vuruldum mu? Peki bu seferki neden? Doğru ya! Bugün şampiyonluk kutlamaları vardı...

Sayfa: [1]