Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Dúrgonath

Sayfa: [1] 2 3 4
1
Başka Kurgular / Tanrı Öldü - Ron Currie, Jr.
« : 16 Eylül 2011, 23:28:48 »

Daha önce "Şu anda hangi kitabı okuyorsunuz?" bölümünde bahsetmiştim bu kitaptan.

Şöyle düşünün, Tanrı bir gün, iç savaşın ve yazın en kavurucu günlerinden birinde Sudan'a iniyor. Hem de bir insan bedeninde, ve bacağında iltihaplı bir yarayla. Bu yarayı da bunca yıldır etliye sütlüye karışmamış olmasının vicdan azabını azaltmak için yapmış. Son derece iyimser bir şekilde, sırtında bitimsiz bir tahıl çuvalıyla köyden köye, kamptan kampa dolaşıyor ve insanlığı, insan olmayı mümkün olabilecek en sefil halde, birinci elden deneyimliyor. Karşılaştığı manzaralar onu öylesine yıpratıyor ki, sonunda bacağındaki iltihabın kanına karışmasıyla da beraber ateşli bir hastalığa kapılıyor. Ve son olarak sığındığı kampın bombalanması sırasında sebep olduğu bunca acının hesabını verdiğini düşünerek ölüyor.

Bundan sonra işler iyice karışıyor, ruhani bir boşluğa düşen insanlar dünyayı yavaş yavaş, fakat kararlı bir biçimde parçalıyorlar. Din adamları ve halkın bir kısmı intihara başvuruyor, bazıları Tanrı'nın cesedini yedikten sonra Tanrısal özellikler kazanan yaban köpeklerine, bazıları çocuklarına tapıyor, bilim adamları ve felsefeciler örgütlenerek karşı karşıya geliyor ve birbirlerini katletmeye başlıyorlar, bir dernek Dünya'yı eski haline döndürmekte bir süreliğine başarılı oluyor.

Kaos devam ediyor.

Kitap bu son derece orijinal ve beklenmedik kıyamet sonrası senaryosunun içinde geçen öykülerden oluşuyor. Ron Currie Jr., son derece akıcı, yer yer gülümseten, yer yer dehşete düşüren üslubuyla aslında Tanrı'yla değil, insanın bitmek bilmeyen "ne yaptıysak biz yaptık" sorunsalıyla yüzleşiyor ve yüzleştiriyor.

Şiddetle tavsiye ediyorum.

Arka kapak:
Spoiler: Göster
Çağdaş edebiyatın özgün seslerinden Ron Currie, Jr.'dan Nietschze'nin çığlığını kurguya taşıyan, düşündürücü bir yapıt: Tanrı Öldü.

Geçmiş ve geleceği birbirine bağlayan ironi yüklü öykülerden oluşan roman Tanrı Öldü, tuhaf bir mizansenden tanıdık resimler yansıtıyor. Palahniuk, Vonnegut ve Carver'la kıyaslanan Ron Currie Junior, Tanrı Öldü'de insan kılığındayken can veren tanrıdan yoksun kalmış bir dünyanın dünü ve bugününü kurguluyor.

Ron Currie, Jr.'ın tanrısı, insanlık acıları karşısında duyarlı fakat çaresiz. İnsanın zaaflarına endekslenmiş bu esprili anlatı, varoluşun keskin çaresizliği içinde bir yalnızlık ekseninde dönüyor. Konuşan köpeklerden savaşan insanlara, çocuklarına tapanlardan anlamsız varlıklarının yarattığı sancıları kendilerine ve birbirlerine doğrulttukları namlularla dindirmeye çalışanlara uzanan öykülerle yapılandırılmış bu roman, medeni dünyanın karanlıklarını kara bir mizah eşliğinde gözler önüne seriyor.

Kaos, sürüyor.

2
Yeraltı Edebiyatı / Günce - Chuck Palahniuk
« : 04 Ağustos 2011, 15:19:38 »


"Her şey bir otoportre.
Her şey bir günce."

Elinizde tuttuğunuz kitap bir günce. Kalemi eline alan kişinin korkularına, sevinçlerine, hüzünlerine yapılan bir yolculuk. Sıradan bir insanın sıradan yaşamı... Belki de sıra dışı birinin zaman zaman peri masalına, zaman zaman kâbusa dönüşen yaşamından kesitler sunan anı parçacıkları. Sahte mücevherlerin ışıltısına kapılan bir kadının öyküsü bu. Komadaki kocasının günbegün çürümesini izleyen, sanat, yaşam ve ölüm üçgeninde sıkışıp kalmış bir kadının. Kimilerine göre basit bir garson, kimilerine göre ise her an bir başyapıt yaratabilecek büyük bir ressam. Anakarayla bağlantısı her an yok olabilecekmiş gibi gözüken Waytansea Adası'nın gizemli öyküsü bu aynı zamanda.

Her şey başka birinin yaşamını sürdürmeye zorlanarak bireyselliğini yitiren Misty Marie Kleinman'ın güncesinde saklı. Bir tek kişi tarafından yazılmış bir günce bu. Ancak gerek anlatıcı gerek anlatılan hikaye açısından pek çok katman söz konusu.

Chuck Palahniuk, insanın ezeli ölümsüzlük arayışına tüyler ürperten bir bakış atarken, sanatın denetlenemeyen gücüne de saygı duruşunda bulunuyor. Misty'nin güncesini tuvale yansıtırken hiçbir detayı göz ardı etmiyor. Bizler, kimi zaman acımasızca vurulan fırça darbelerini izlerken, geçmiş, şimdi ve gelecek iç içe geçiyor. Ben ve öteki arasındaki ayrım gittikçe silikleşiyor. Gerçek ve hayal arasındaki karmaşık ilişki zihnimizi bulandırıyor. Ve kişisel komalarımızdan çıkıp kolektif bir komaya giriyoruz hep beraber. Kimin kimi kandırdığı belli olmayan bir oyun oynanıyor. Kimin kurban olduğu belli değil. İnsan kendi yazgısını elinde tutabilir mi? Yoksa zalim feleğin elinde oyuncak mıdır? Yalan mı daha gerçek, gerçek mi en büyük yalan, belli değil. Zira Waytansea Adası dört tarafı gerçeklerle kaplı bir yalan...




Sadece kayıtlarda bulunması açısından, Günce, Chuck Palahniuk'un alışıldık yazım tarzından ve değindiği konulardan biraz saptığı bir eser. Bu kitapta, sanatla ve kaderle bir hesaplaşmaya giriyor.

Karşı karşıya olduğunuz şeylerden birkaçı şöyle: intihara teşebbüs eden bir koca, bir kadın, bir kız, bir anne, günden güne billboardlarda dolan Waytansea adası, içme oyunu, yapay mücevherler, kurşun boyalar, ormanda gizlenmiş heykeller, Stendhal sendromu ve yapılması gereken resimler.

Gerçekten ürpertici ve büyüleyici. Hararetle tavsiye ediyorum.

3
Yeraltı Edebiyatı / Toza Sor - John Fante
« : 04 Ağustos 2011, 14:52:55 »


John Fante'nin en bilindik ve en çok okunan kitabıdır Toza Sor. Yarı-otobiyografik bir kurguya sahiptir; kitabın ana kahramanı Arturo Bandini, Fante'nin bir nevi "alter-ego"sudur. Büyük Bunalım zamanında, Los Angeles'ta, öykülerini yayınlatmaya çalışan, portakalla beslenen, cinsel açıdan olgunlaşmamış bir adamçocuğun Bukowski'nin deyişiyle "mizah ve acının olağanüstü bir kolaylıkla içiçe geçtiği" hikayesidir. Robert Towne bu kitabı Los Angeles hakkında yazılmış en iyi kitap olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Charles Bukowski'nin üslubuna da göz ardı edilemez bir etkide bulunmuştur.

Kitaptan kısa bir bölüm okumak isterseniz şöyle alalım sizi.

4
Yeraltı Edebiyatı / Domuzları Tekmeleyen Çocuk - Tom Baker
« : 08 Temmuz 2011, 14:30:54 »


Cumartesi, 13 Haziran. Ve Robert Caligari bugün ölecek. Harikulade bir gün. Saat sabah 6:45. Hayatta olduğunuza sevindiğiniz günlerden biri. Ve bugün Robert Caligari'nin öleceği gün.
13 yaşında ve Dörtbinyediyüzkırkbeş günü aynı küçük kasabada geçirdi ve bugün, 13 Haziran'da ölecek. Bunu bilmiyor; henüz yani.


Tom Baker'ın kült mertebesine yükselmiş eseridir bu kitap. Transgresyonel kurgunun üslubuna saygı duruşunda bulunmakla beraber, yazılış amacının ne bir şeyleri fark ettirmek, ne de bir yergide bulunmak olduğunu söyleyebilirim. Kitabın tek bir amacı var, şeytani bir eğlence sunmak.

Bu kitap psikolojik -ve büyük bir ihtimalle spiritüel- sorunları olan küçük bir çocuğun sıradan yaramazlıklarından birinin nasıl giderek kontrolden çıkıp küçük çaplı bir kıyamete dönüştüğünün öyküsü. En az baş karakteri kadar rahatsız edici ve ilginç yan karakterlere sahip. [*]Özellikle Bluebottle isimli tarantulanın sahibi. Robert ile telefondaki konuşmalarını okurken ürpermemek elde değil![/*]

Eğer canınız sıkılıyorsa, hafif bir şeyler okumak ve okuduğunuz şeyin sandığınız kadar hafif olmadığının farkına varmak isterseniz şiddetle öneririm. Sırf yazarın üslubu için dönüp dönüp tekrar okumak isteyebileceğiniz bir eser aynı zamanda.

5
Yeraltı Edebiyatı / Bazı Temel Sorular ve Cevapları
« : 07 Temmuz 2011, 18:11:47 »
Yeraltı Edebiyatı Nedir?

  Yurt dışında “transgresyonel kurgu” başlığı altında alınan edebiyat eserlerinin ülkemizde kabul gören anılış biçimi olarak adlandırabiliriz Yeraltı Edebiyatı’nı.

  Ya da bir takım sınırlamalara maruz bırakmadan; kökleri sanıldığı gibi 19 ve 20. yüzyıllara değil de, çok daha eskilere uzanan, zaman geçtikçe varoluşçuluk, melankoli, nihilizm, kirli gerçekçilik gibi akımların bir yığını haline gelip büyüyen ve gelişen bir tür olarak da ele alabiliriz.

  Yeraltı Edebiyatı’nın katmanlarını iyice eşelediğinizde Dostoyevski ve Marquis de Sade gibi isimlere ulaşabiliyorsunuz. Dostoyevski’nin romanlarında (her ne kadar ben yeterince okumuş olmasam da) bir varoluş problemi vardır bildiğiniz üzere. Önemli olan nokta, bu durumun Sartre, Camus gibi varoluşçu ve diğer bir takım nihilist yazarlardan önce ortaya çıkmış olmasıdır. Bu türün “yeraltı” olarak adlandırılmasını Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” başlıklı eserine atfedenler de bulunur. Yine varoluşçuluk meselesine dönecek olursak, Yeraltından Notlar kitabı 1953’te Will Durrant isimli bir filozof ve yazarın “The Pleasures of Philosophy” isimli kitabında varoluşçuluk akımını kuran eserlerden biri olarak gösterilmiştir. De Sade ise içinde bulunduğu soylu sınıfının normlarını aşmaya çalışan, kendi zamanının en ağır suçlamaları ile yüzleşmiş, Sadizm akımına (hatta yaşam biçimine) adını verebilmiş bir “tam-özgürlükçü” (kendini hiçbir ahlaki değere bağlı hissetmeyen biri), kendi zamanının çok çok ötesinde görüşlere sahip bir kişiliktir. Onun Yeraltı Edebiyatı’na dahil edilmesinin sebebi ise bir önceki cümlede bahsettiğim gibi içinde bulunduğu toplumla uyuşamayan, provoke edici ve özgürlükçü tutumu olsa gerek.

  Toparlayacak olursak; Yeraltı Edebiyatı’nın ana çerçevesi varoluş bunalımları, uyumsuzluk, tabular ve bunların yıkılması isteği üzerinedir. Ana kahramanları genelde uçlarda yaşayan, uyumsuz ya da aksine toplumsal kurallar tarafından ezilmiş ve içsel bunalımları olan, anti kahraman özellikleri gösteren karakterler olur. Splatterpunk, Noir gibi korku alt türlerinde bulunabilen, okuyucuyu şok etme teknikleri kullanılır. Bunların nedeni; göz önünde olduğu halde üstü kapatılan veya görmezden gelinen durumları fark ettirmek ya da sıra dışı ve aşırı bir biçimde de olsa ana karakterin çevresini kendisi ve yakınları için daha iyi bir hale getirme çabasını aktarmak olabilir. Bu türün çoğu yazarı kendini bulma, iç huzur ve bireysel özgürlük konularına değinmiştir eserlerinde.

  Yeraltı Edebiyatı’nın bu isimle anılmasının bir başka nedeninin de, bu türün 20. yüzyılda olgunlaşmış bir edebi akım olarak görülmeye başlandığında “fanzin” kültürüyle yayılması olduğu düşünülür. Fanzin’ler genellikle tanınmamış, amatör sayılabilecek düzeyde yazabilen bir ya da birkaç yazarın bir araya gelip kendi kaynaklarıyla bastırıp el altından dağıttıkları dergilere verilen addır. Söz konusu Yeraltı Edebiyatı gibi otoritelerin hoşuna gitmeyen, defalarca yasaklanmış ve davalara sebep olmuş eserler içeren, toplumun rahatlık duygusunu sarsan ve aslında olayları olduğu gibi gösterme arzusunda olan bir tür olunca da, bu şekilde bir yayılım oldukça meşru olmuştur.

  20. yüzyıl içinde, Yeraltı Edebiyatı yıllar geçtikçe gizli saklı bir akım ve fanzin’in bir alt dalı olmaktan çıkarak kendi içinde bir üniformluğa ve markalaşmaya ulaşmıştır. Bu durumun ilk tohumları 1950lerin sonunda Grove Press isimli Amerika menşeli bir yayınevi, yayıncı Barney Rosset'ın girişimleriyle, yıllar önce yazılıp içerikleri nedeniyle hiç basılmamış bir takım romanları piyasaya sürünce atılmıştır. Sonraki yıllarda Grove Press William S. Burroughs ve Hubert Selby jr. gibi beat kuşağı yazarlarını da bünyesine katmıştır, bu da Yeraltı Edebiyatı’nın jenerik üslubunu etkilemiştir. 1980’lerde ise tür J.G. Ballard, Kathy Acker, ve Charles Bukowski gibi yazarların ortaya çıkışıyla iyice gelişip serpilmiştir. Anthony Burgess’ın “Otomatik Portakal” adlı eserinin 1971’de filme çevrilmesinden sonra 70’ler ve 80’ler popüler kültürü üzerindeki etkisi, türün ticari amaçlı olarak kullanılmaya başlandığının da bir göstergesidir aynı zamanda. 1990’lı yıllarda ise alternatif müzik türlerinin yükselişi ve beraberinde getirdiği “hipster” kültür anlayışı sonucunda, Yeraltı Edebiyatı hem edebi hem de ticari anlamda her zamankinden daha başarılı olmuştur. Yine bu şekilde, döneminin en başarılı transgressif kurgu yazarlarından biri olan Chuck Palahniuk’un “Dövüş Kulübü” isimli eserinin sinemaya aktarılmasıyla, Yeraltı Edebiyatı kurgularına sahip filmler de sinemada baş göstermiştir. Kore yapımı “Old Boy”u örnek verebiliriz bu duruma.


Neden Yeraltı Edebiyatı Okuyoruz?

  Bu sorunun cevabı kişiden kişiye değişecektir. Fakat akla oldukça yatkın birkaç görüş buldum, oldukça bütünleyiciler. Şöyle ki:

“Kahramanları anti kahramandır. Ya da diğer bir deyişle yakışlıklı/karizmatik/akıllı/zengin adamlar, güzel/zeki/zengin kadınlar değil, sıradan insanlardan daha sıradan insanlar hatta bir takım materyalist bakış açısıyla kurulan günümüz kast sisteminin en altında yer alan insanlardır. Kötü şeyler yapmaları mübah olduğu için Yeraltı Edebiyatı bambaşka bir pornografiye olanak sağlar. Toplumun en ötekileri olan, etraflarında bulunmaktan korktuğunuz uyuşturucu kullananlar, satıcılar, sokakta yatanlar, eşcinseller, transseksüeller, pezevenkler ve diğerleri. Bu insanların dünyasını görünmez dolayısıyla dokunulmaz olarak izleyebilir, gözlemleyebilirsiniz. Değerlerin hırpalanıp, hiçleştiği, adrenalin haz kaynağı olduğu dünyamızda bir nevi lunapark eğlencesi sağlar size Yeraltı Edebiyatı.”

“Alışagelmiş sınırlandırmalardan ve edebi konvansiyonlardan bağımsız bir biçimde transgresyonel kurgu okuyucuları ya da temsilcileri, sosyal yapıyı keskin bir biçimde alaşağı etme eğiliminden dolayı bu türü takip etmektedirler.”

“Varoluştan aldığı ivmeyi ileri taşıyan Yeraltı Edebiyatı bugünlerde kim daha iğrençleşecek edebiyatına dönüşmeye başlamıştır. Zira Yeraltı Edebiyatı marjinalleşmenin moda olduğunu günümüzde daha fazlasını yapıp daha fazla marjinalleşme çabası içine girmiştir.” (Hep iyi bir neden olacak değil ya.)

"Yeraltı Edebiyatı ve dergileri, güneşin altında söylenmemiş sözün kalmadığı sanısının getirdiği arkaya yaslanma eğilimini yadırgayanların karargahıdır." (Murat Menteş - Kaosa Mütevazi Bir Katkı)


Ülkemizde Yeraltı Edebiyatı Ne Durumda?

  Şu anda ülkemizde (bence mutluluk verici bir şekilde ve türün gereğine uygun olarak) göz önünde bulunan bir Yeraltı Edebiyatı bulunmamakta. Ancak son yıllarda bu türe yakın bir çizgide yazan yazar sayısında bir artış gözlemleniyor. “Afili Filintalar” ekibi mesela. Şu anda o çizgiye en yakın yazan yazar olarak Hakan Günday gösteriliyor, ancak o kendisini böyle bir sınıflandırmaya tabi tutmuyor. Ayrıca Bedri Baykam’ın da bu türde yazdığı söylenilebilir.

  Toplu halde bakacak olursak da, şimdilik internet dergileri ve fanzinler üzerinden yürütülen bir Yeraltı Edebiyatı yaygın Türkiye’de. Ayrıca yıllardan beri bu türü destekleyen yayınevleri de bulunmakta; Altıkırkbeş, Stüdyo İmge, Parantez ve Metis yayınevleri gibi. Ayrıntı Yayınevi ise oldukça geniş bir kitaplığı barındıran “Yeraltı Edebiyatı” adlı bir diziye sahip, oldukça başarılı çeviriler ve kaliteli bir sunumla türün ülkemizde yayılması adına önemli bir iş yapıyorlar. Ayrıca güncel kitaplar konusunda da oldukça hızlı davranıyorlar. Sel Yayıncılık da bu aralar Beat kuşağı eserleri çıkarmakla uğraşıyor.

  Bu gelişmeler bence sevindirici olduğu kadar endişelendirici de. Öncelikle, türün anaakım hale getirilmesinin önü açılmış oluyor, bu da eserlerin bayağılaşmasına ve türün zaten sallantılı olan yerini kaybetmesine neden olabilir. Ayrıca, zaten mimli kitaplar içeren bir tür olduğu için ülkemizde Yeraltı Edebiyatı’na ulaşımın kısıtlanması oldukça olası. Bildiğiniz üzere Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” ve William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine” isimli kitapları yakın bir zamanda kurul denetimine takıldı.


Peki Ben Kimleri Okuyabilirim?

  Aşağıdaki listeyi sözlük’te buldum, kendi kendinize araştırma yapmanızda, birkaç sayfa okuyup öyle karar vermenizde yarar var:

    Steve Aylett
    Kathy Acker
    Jonathan Ames
    J. G. Ballard
    Georges Bataille
    Charles Bukowski (Kaçınılmaz olarak muhabbetlerine denk geleceksinizdir, o yüzden yüklenmekte yarar var.)
    William S. Burroughs
    Céline
    Noah Cicero
    Dennis Cooper
    Douglas Coupland
    Harry Crews
    Mary Gaitskill
    James Gunn
    Bret Easton Ellis
    Scott Heim
    Amy Hempel
    Stewart Home
    A. M. Homes
    Gary Indiana
    J. T. Leroy
    Henry Miller
    Octave Mirbeau
    Seth Morgan
    Chuck Palahniuk (Başlangıç için önerilir.)
    Joel Rose
    Hubert Selby jr.
    Kenji Siratori
    William T. Vollman
    Irvine Welsh

6
Düşler Limanı / Kestik
« : 06 Temmuz 2011, 13:18:38 »


Yine o kadın—uzanmış güneşleniyordu—kırmızı mayosuyla, beyaz şapkalı mantar gibi. Zehirliydi belki de—Domatesinin içindeki çekirdekler ezilip büzüldü—Her neyse, gün batıyordu güneş kırmızıydı—gökte ne zamandır domates yetiştiriyorlar ki—Ölmeyi bekliyormuş, gittim yanına oturdum. (Ne yani, yanında ölmek istediğimi bilmiyor muydun?)—Sonra denizden sırtlanlar çıktı koşarak geldiler karaya—karşı kıyıda doğmuşlardı herhalde, savaş zamanı—(Öğrenmiş oldum.)—Ağızları gökdelenler kadar açıldı dişleri vardı paratonerler kadar uzun ben de yıldırımlar kustum üstlerine—onlar da daha çok büyüdüler—gök domatesi genişledikçe genişledi—uzay gemileri gelip içinden geçtiler. Sonra sırtlanlar yollarına yollandı biz de konuşmaya devam ettik ne olacaktı bu dünyanın hali mesela—aynı konuşmaları aynı yerlere döndürüp duruyoruz zaten, bizim mesleğimiz bu—parası da iyi—yüzyıllardır bu iş böyle. Romalılar yıkılırken de biz vardık, Romus ve Romulus kurtların memelerini emerken de—(Bilmem, düşünmemeye çalışıyorum) Daha zamanı değil bunların, her şey için çok erken—beni de yasaklarlar mı sence? Böyle durup dururken ayaklarımız kendi başlarına sahil şeridinde dolaşmaya çıktılar nasılsa çok zaman kalmamıştı—parmaklarımla sayabileceğim kadar zaman—gökteki koyunları kırptıklarında kar yağıyor sandık. Jeff Mangum saklandığı delikten çıktı ağlıyordu—işler yolunda gitmiyor—yüzyıllardır böyle—domates çürüdü sonunda, kabuğundan yeşil küfler sarktı. Mezar taşları da devrildiğinde işimiz tamam.

Ağzı—vardı bir şeyler sanırım, tam olarak diş demem ama dişiydi o sonuçta—ezilip büzüldü çekirdekler yer domatesinin içinde—artık kimseye yeterince boş arazi vermiyorlar değil mi?—Bazen iyiler de kazanır değil mi?—Yalnızca bazen.

Kulaklarımdan yakaladı beni şezlongun üzerine çekti—öptüm—öpüştük—uzuvları çürüyüp dökülüyordu sonuçta parmakları kulaklarıma yapışık kaldı. Artık dışarı çıkamıyorum bir peruk takmadan. Yüzyıllardır biriktirdiğim parmaklar—zamanı sayıyorum dedim ya (Bize ayrılan sürenin sonuna geldik)—O biliyor, hayallerimde. Patlayacak, çekilin—geri sayıyoruz—Güve gibiler, ışığa geliyorlar hep. Şimdi nasıl bi ışık olacak—dikkatli izle, bunu kaçırmak istemezsin (Emin olduğunda bana haber ver.)—Duyuyor musun, ceninler kavanozlarını tıklatıyor.

Patla.

7
FRP Arşivleri / (Dio hiliades): Chester Kanneva Oyun Sayfası
« : 05 Temmuz 2011, 14:01:39 »


Chester Kanneva, 29, Hava durumu sunucusu. (KoyuBeyaz)
Envanter:
-Spiral bantlı kağıt
-Anahtar

5. ve 10. caddelerin köşesindeki yerde küçük bir dairede yaşıyor, iş yerine metro ile üç durak.

Takım elbiseyle pijamalarıyla olduğu kadar rahat edebilir. Özel günleri, bir kaç kez karşılaşmadığı insanların isimlerini, önceki akşam yemekte ne yediğini ve maaşına en son ne zaman zam aldığını hatırlamayan/umursamayan bir tip. Fazla gülmeyen, fazla sosyal olmayan, patronunun doğum günü kutlamasına katılmayan bir tip. Uyku hapı bağımlısı diyebiliriz, lakin içmeden uyuyamıyor. Açık kahverengi, hafif uzun, yayında olmadığı anlarda sabah kalktığı haliyle duran saçları var. İnce uzun bir adam; 1.83 boy ve 68 kilo. Gözleri ela renkli fakat yalnızca güneşte yeşile çalan ilginç bir yapısı olduğu için insanlar kahverengi olduğunu sanıyor. Yüz hatları keskin.


Yetenek Seviyesi: 0

Fiziksel Durum: Sağlam

Zihinsel Durum: Sinirli



8
FRP Arşivleri / (Dio hiliades)
« : 09 Haziran 2011, 00:09:27 »

  Gün değişim çizgisi güneşin önünden bir kez daha geçip takvimler 1 Ocak 2000'i gösterdiğinde, insanlar iki kez üst üste derin nefes aldı.

  İlki, tahmin edildiği gibi bir "teknolojik teklik"; yani bütün bilişim, iletişim ve iletim ağlarının aniden çökmesi durumunun gerçekleşmesi ihtimaline karşı duyulan korkudan ötürüydü.

  İkincisiyse, bu durumun gerçekleşmemesi nedeniyle hissettikleri rahatlıktan.

  Hesaba katmadıkları şey, kelebek etkisiydi.

  31 Aralık 1999'u 1 Ocak 2000'e bağlayan o gece, Dünya'da oluşan korku ve beklenti, Kozmik Mikrodalga Arkaplanı'nda tahmin edilemeyen bir anomaliye sebep oldu.

  Kimsenin haberi olmasa da, Büyük Çöküş başlamıştı.






9
Genel Kültür / Post-Apokaliptik (Kıyamet Sonrası) Sanat
« : 07 Haziran 2011, 17:30:58 »

Bilim kurgunun bir alt dalı olan post-apokaliptik kurgu, nükleer savaş, salgın veya bir felaket sonucu var olan toplumların ve sistemlerin çöküşünü ve çöküş sonrasını konu alır. Genelde felaket sonrasını konu alan bu tür eserler, 19. yy'da Mary Shelley’nin "The Last Man" (Son Adam) adlı romanıyla var olmuştur. Ancak patlamaları ve dikkat çekmeleri II. Dünya Savaşı'ndan sonra silah teknolojisinin ilerlemesi, nükleer enerjinin kitle imhada kullanılması sonucu yaygınlaşmıştır.

Post-apokaliptik kurgunun temelinde insan yatar. Yani; insanın açgözlülüğü, doyumsuzluğu, güç gösterisi sonucu savaş patlak verir ve medeniyetin sonu gelir. İnsanın temelinde yatan bu saldırganlık bu edebiyatın temelidir. Bu saldırganlık felaketle bitmez. Felaket sonrasında da şiddet kendine büyük bir yer edinir. Paylaşılamayan yiyecekler, kaynaklar ve kadınların erkekler tarafından kullanılması gibi örneklerle, medeniyet sonrası yaşamı bize taşır. Bunun kaçınılmaz olduğunu hissettirir. Bir çok post-apokaliptik kurguda irdelenen budur.

Bu tarz genel olarak Amerikan odaklı olsa da, İngiliz, Fransız ve Alman edebiyatında yer edinmiştir. Ama kurguların geneli Amerika’yı merkez alır. Nevil Shute "On the Beach" (Kumsalda) isimli kitabında merkezi Avustralya yapmış ve savaşı bize daha derin yansıtmıştır. Çocuklarını öldürmek zorunda kalan aile, aşkından vazgeçen komutan ile dramı bu tarza giydirmiştir. Nevil Shute'ın bu kitapta Avustralya'yı kullanma nedeni teoride herhangi bir savaştan en son etkilenecek ülke olmasıdır.

Ancak tek dram örneğini bu kitaptan vermek yetersizdir. Pek tarzı olmasa da Stephen King "Cep" isimli kitabında drama yer vermiştir. Oğlunu kurtarmak için uğraşan babanın akıbeti belli değildir. Fakat yine bu kitapta da tarzın vazgeçilmezi söz konusudur; insan. İnsanın yarattığı bir şey olan ve artık hemen hemen herkesin kullandığı cep telefonundan kaynaklanır kıyamet.

Bu türün içinde din olgusu önemli bir yer tutar. Bunu “İnandık ne oldu?”, “Tanrının bir planı var.” ve “Tanrının gazabına uğradık.” cümleleri ile daha net bir şekilde anlatabilirim. Ancak dinlerin değiştiği ve yeni dinlerin ortaya çıktığı post-apokaliptik kurgular da mevcuttur. Dinin bu türde irdelenmesi pek tercih edilmez ama alt metinlerde din ve inanç konusu yer alır. Bazı kurgularda yaşanan felaket bir kıyamet öngürüsüdür.

Post-apokaliptik kurgu ile en çok haşır neşir olan sanat sinemadır. Bu konuda çekilen filmler büyük beğeni toplamaktadır. Sinemanın bu türü benimsemesinin en büyük nedeni, insanoğlunun yok olma korkusudur. Post-apokaliptik sinema, elindekileri kaybetmekten korkan insanoğlunun aklına gelen “Nasıl kaybedeceğim?” sorusuna verilen yanıtların bütünüdür. Ancak sinemanın eleştirisi genelde bakış açısı kaybetmek değil, doyumsuzluğa, sistemlerin açıklarına, insanoğlunun öldürme güdüsüne bir eleştiridir. Örneğin 1979’da George Miller tarafından çekilen “Mad Max” filminde petrol gibi enerji kaynaklarının kıtlığı nedeniyle fantastik bir dünya savaşından bahsedilir. Bu savaşın sonucu medeniyet kendi sonunu getirir. Devam filmlerinde ise yok olan medeniyetin hala güç peşinde olduğu, bu enerji kaynakları için öldürmeye devam ettiği anlatılır. Yine Nevil Shute gibi bu örnekte de Avustralya kullanılmıştır. Ancak Nevil Shute'ın aksine bu ülkenin kullanılma nedeni başrol oyuncusunun Avustralya'lı oluşudur. Daha eskiye bakacak olursak 1951’de Robert Wise tarafından çekilen “The Day The Earth Stood Still” filminde ise dünyanın yok oluşuna sebep olan insanlık olsa da yok eden insan değildir. Dünya dışından gelen bir varlık, insanlığın dünyayı hak etmediği düşüncesi ile dünyayı yok etme eylemine başlar. Genel anlamda sinema bu tarzın temeline insanı oturtsa da farklı felaketleri konu alan post-apokaliptik kurgular mevcuttur. “Deep Impact”, “The Day After Tomorrow” gibi filmler de doğal afetler veya dünya dışından gelen tehditler sonucu yok oluş senaryosunu önümüze koyar.

Özellikle son yıllarda artan kıtlık, küresel ısınma, savaşlar ve doğal felaketlerin etkisi ile sinema bu durumdan payını almakta gecikmez. 2000 yılından sonra bu tarza pek düşkün olan sinema, çok kısa sürede ürünün sinemada tıkanmasına neden olur. Çok fazla tüketilmiş, birbirinin kopyası filmler çıkmıştır. Özellikle 2012 Marduk temalı filmler peş peşe çekilerek işin tadını kaçırdı. Sinema sanatında ölen bu tür, kendisini bilgisayar ortamlarına bırakarak oyun sanatında var olmaya devam ediyor.

Arabölge'den alıntıdır, düzenlemeler yapılmıştır.

10
Genel Kültür / Güzel Gözlü Adam - Charles Bukowski
« : 27 Mayıs 2011, 01:48:36 »
çocukluğumuzda
bütün pancurları her zaman
kapalı
tuhaf bir ev vardı
ve hiç ses çıkmazdı
o evden
bahçesini sarmaşık
sarmıştı
severdik sarmaşıkla
oynamayı
Tarzan
olduğumuzu hayal ederdik
(her ne kadar bir
Jane olmasa da)
bir de
balık havuzu vardı
büyük bir havuz
ömrünüzde görebileceğiniz
en iri kırmızı balıklar yüzerdi
o havuzda
ve insana alışıktı
balıklar
suyun üstüne
çıkıp
elimizden ekmek
yerlerdi.

ebeveynlerimiz bizi uyarmışlardı
'o evin
önünden bile geçmeyin'
biz de
giderdik tabii ki.

o evde birinin
yaşayıp yaşamadığını
merak ederdik
haftalar geçtiği halde
kimseyi görememiştik.

sonra bir gün
bir ses
geldi evden
'allahın cezası
kaltak!'

erkek
sesiydi.

sonra evin
ön
kapısı
açıldı ve
bir adam
çıktı
evden.

sağ elinde ellilik
bir şişe viski.
otuz yaşlarındaydı.
ağzında
puro vardı ve
sakalı uzamıştı.
saçı karmakarışıktı
yalın ayaktı
üstünde atleti
ile pantolonu vardı.
ama gözleri parlaktı.
pırıl pırıl parlıyorlardı ve
bize bakıp
'hey, küçük
beyler,
eğleniyorsunuzdur umarım?'
dedi.

sonra küçük
bir kahkaha atıp
içeri
girdi.

biz ayrıldık,
bizim evin
bahçesine
gidip
gördüklerimizi düşündük.

ebeveynlerimizin,
bizi o evden
böyle
harikulade
gözleri
olan, güçlü ve
doğal bir adamı
görmemizi istemedikleri
için uzak tutmaya
çalıştıklarına
karar verdik.

ebeveynlerimiz
öyle olmadıkları
için
utanıyorlardı,bu yüzden
istemiyorlardı
o eve
gitmemizi.

ama
o eve
sarmaşığa
ve insandan korkmayan
kırmızı balıklara
yine gittik.
haftalar boyunca
bir çok kez
ama o adamı
bir daha ne
duyduk
ne de
gördük.

pancurlar her zaman
olduğu gibi
kapalıydı
ve evden
çıt çıkmıyordu.

sonra bir gün
okuldan
dönerken
evin önünden
geçtik.

yanmıştı,
hiçbir şey kalmamıştı,
dumanı tüten
kararmış
demirler sadece,
havuza baktık
ama su
yoktu içinde
ve şişman
kırmızı balıklar ölüydüler
havuzda,
kuruyorlardı.

bizim bahçeye
gidip konuştuk ve
evi
ebeveynlerimizin
yaktığına karar verdik,
onları
ve balıkları
öldürmüşlerdi
çünkü her şey
çok güzeldi,
sarmaşıktan
bile eser
kalmamıştı.

korkmuşlardı
güzel
gözlü
adamdan.

ve
biz de
hayatımız boyunca
başımıza
böyle bir şeyler
geleceğinden,
o adam
gibi
güçlü
ve güzel
insanları
yaşatmayacaklarından
ve
bir çok
insanın
bu yüzden
öldürüleceğinden
korktuk.

11
Kurgu İskelesi / Kabuk Adam
« : 24 Mayıs 2011, 22:21:48 »
"Sen sormadan söyeyeyim. Neden bunu yaptığını bilmiyoruz, ama işe yaramış gibi görünüyor. Demek istediğim, yani, şuna baksana bir yahu! Aynı bir yaprak sapının altına tutunmuş bir halde bulabileceğin gibi. Daha da inanılmaz olanı, içeride bir kalp atışı var, bir vücut ısısı. Normalden daha düşükler, ama uzun lafın kısası, içerideki her kimse halen canlı. Şöyle anlatayım; hani bir yerimiz kesildiğinde bir süre sonra oradaki kan pıhtılaşıp bir tabaka haline gelir ya. İşte bu aslında her tür vücut salgımız için geçerli. Ter, tükürük, meni, hangisini tercih edersen. İşte bu adam ya da kadın; bilmiyoruz, röntgende belli olmuyor, bunu uç noktalara taşımış. Odasında bulduklarımızı tahmin bile edemezsin. Dur, hemen anlatayım. Koliler dolusu sakız bulduk. Evet, ama hepsi bu da değil. Tükürüğün proteinden oluştuğunu biliyorsundur. Bu içerideki bayağı zekiymiş, en az on-on beş kutu 'protein tozu' denilen şeylerden de bulduk. Hani şu vücut geliştiren tiplerin kullandıklarından. Kaybettiği proteini yerine geri koymak istemiş, ne kadar doğal olmayan yolları tercih etmiş olsa da. Hayır, henüz bitmedi. Kas gevşetici hapları da bulduk. Çenesi için kullanmış olmalı. Ayrıca farklı farklı kolilerde şekerlemeler de bulduk, çoğunlukla limonlu. Çifte etki. Her neyse, işte bu manyak çiğnemiş, tükürmüş, çiğnemiş, tükürmüş ve bu gördüğün şey haline gelmiş. Lanet olsaı bir koza. Bu saçmasapan projenin amacı ne hiç bilmiyorum ama, buraya getirildiği günden beri yaptığım gözlemler başarıyla yürüdüğünü gösteriyor. Gerçekten, git ve kulağını daya şuna, kalbi atıyor. Tanrım. İnsanlara ne oluyor böyle?"

12
Düşler Limanı / The Nightmare Box Revisited.
« : 22 Mayıs 2011, 21:16:37 »

"Kutunun içinde gördüğün şey," diyor Rand, "gerçek gerçekliğin bir anlık görüntüsü."

Kalabalık bir caddede, genel acele ortalamasının altında bir hızla ayaklarını sürüklerken şu hisse kapıldığın olmuştur.

"İnsanlar ne kadar boş şeylerle uğraşıyorlar."

Bir vücutlar silsilesi ayak tabanlarından kıvılcımlar çıkarırcasına yanından kayıp giderken şunu kesinlikle düşünmüşsündür.

"Yaşamım boyunca gördüğüm hiçbir şey mantıklı değil."

Hepimizin hayattaki amaçları aşağı yukarı aynıdır.

Bir diploma. Kazançlı bir iş. Bankada yeterli miktarda kredi. Banliyöde bahçeli bir ev. Sadık bir eş. İki çocuk, belki de üç. Bir araba, çok gösterişli olmayan türden.

Bir iz bırakmak, hatırlanmak.

Ve bütün bunları elde edebilmek için katlanmamız gereken zorluklar. Akan gözyaşları, kanlar.

Aynı bir kabus gibi. Bir şeylerden kaçmak istediğinde yeterince hızlı koşamadığın türden.

Tek farkı, bu kabustan uyanamıyorsun.

Bazı geceler, sıçrayarak, ter içinde uyandığında halen rüyada olup olmadığını anlayamadığın olmuştur.

Gerçek şu ki, uyandığında aslında rüyaya yeni dalmış oluyorsun.

"Hayatımız bir rüya. Sonsuz bir şekilde sahte. Bir kabus."

Çıkar ilişkileri. Kapalı kapılar ardında dönen planlar. Ya da bir elle siper edilip bir kulağa yaklaştırılmış ağızdan çıkan kelimeler.

Üstü kapalı tehditler. Aba üstünden ellettirilen sopalar.

Her köşebaşında gırtlağını kesmek isteyen birinin olabileceği ihtimali.

Aynı bir kabus gibi. Ama yeterince hızlı kaçamıyorsun.

Bazılarımız uyanmaya çok yaklaşmış olabilir. Ama dikkate alınmadılar.

Gerçek şu ki, dikkate alınmak istemediler.

Ve gerçek şu ki, yeterince hızlı kaçmak istemiyorsun.

Bilirsin ya, arılar bile alıştıkları çevreden, alıştıkları hayat düzeninden, rutinden koparıldıklarında toplu halde ölürler.

Şimdi, balarılarının kaybolma sebebini de öğrenmiş oluyorsun.

Aslında hiçbirimiz, tik tak sesinin kesilmesini ne kadar hevesle beklersek bekleyelim, o pirinç saplı siyah kutunun deliğinden içeri bakıp düğmeye basacak kadar cesur değiliz.

[*]Chuck Palahniuk'un Haunted(Tekinsiz) isimli kitabından "Kabus Kutusu" adlı öykünün okunmuş olması, yazıdan daha anlamlı bir tat alınmasını sağlayabilir.[/*]

13
Genel Kültür / Ayna - Sylvia Plath
« : 12 Mayıs 2011, 20:38:09 »

Gümüşüm ve doğruyum. Önyargılarım yok
Gördüğüm her şeyi yutuveririm bir anda
Olduğu gibi, aşkın veya nefretin sisiyle kaplı değilim
Zalim değilim, içtenim yalnızca
Küçük bir tanrının gözüyüm, dört  köşeli.
Çoğu zaman karşı duvarın üzerinde düşüncelere dalarım
Pembedir duvar, benekli. Öyle uzun zaman baktım ki ona
Kalbimin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Fakat titriyor.
Yüzler ve karanlık ayırıyor bizi tekrar tekrar
 
Şimdi bir gölüm. Bir kadın eğiliyor üzerime,
Erimimi arıyor gerçekte ne olduğunu anlamak için
Sonra bu yalancılara dönüyor, mumlara veya aya.
Sırtını görüyorum ve sadakatle yansıtıyorum sırtını
Gözyaşlarıyla ve bir el hareketiyle ödüllendiriyor beni
Önemliyim onun için. Geliyor, gidiyor.
Her sabah onun yüzü alıyor karanlığın yerini
İçimde genç bir kızı boğdu ve içimde genç bir kadın
Havalanıyor ona doğru günden güne, korkunç bir balık gibi.

14
Düşler Limanı / Doğumgünü.
« : 12 Nisan 2011, 23:15:04 »

D O Ğ U M G Ü N Ü

*

Fatih Keskin (okul devresi): Kim dediniz?

Ebru Güzelkent (okul öğretmeni): Ah, evet. Kaan. Yetenekli bir çocuktu.

Seyhan Dinçer (sınıf arkadaşı): Gerçekten iyi bir dinleyiciydi. Omzunda kaç kez ağladığımı unutmuşumdur.

Ali Duran (okul devresi): Kaan mı? Ne bileyim, garipti. İyi bir şekilde demiyorum. Garip bir iticiliği vardı.

Yeliz Yılmaz (sınıf arkadaşı): Garip bir çekiciliği vardı.

Ali Duran: Sanki, her yaptığı batıyordu. Kaç kez ağzını burnunu dağıtmak istediğimi unutmuşumdur. Ama hiçbir sebebi yok. Bilemiyorum.

Seyhan Dinçer: Birlikte hakikaten iyi zaman geçirebileceğiniz birisiydi. Kendi adıma, yanındayken hiç sıkılmadığımı hatırlıyorum. Açıkçası, onunla biraz daha yakın olabilmeyi isterdim.

Yeliz Yılmaz: Bu kadar sıradan birisinin böyle bir özelliğe sahip olmasını açıklayamıyorum doğrusu. Aşırıya kaçan bir yönü yoktu. Oldukça sade zevklere sahipti.

Ebru Güzelkent: Kendi kendine besteler yapar, gelir bana dinletirdi. Doğrusunu isterseniz, oldukça iyiydiler de. Ama dinlerken şu garip rahatsızlık hissi geliyordu bana. Sanki, tanıdığınız biri bir anda tanıyamadığınız birine dönmüş gibi.

Sinem Okyay (sıra arkadaşı): Tırnaklarının kenarındaki etler hep kemirilmiş olurdu. Ama kendini kemirdiğini hiç görmedim.

Sezgin Örnek (sınıf arkadaşı): Biraz yavşak bir tipti, ama yine de eğlenmeyi bilirdi. Onunla giriştiğimiz her fondip yarışını kaybettim.

Sinem Okyay: Bazı günler belli belirsiz, bazen de açıktan açığa belli bir durgunluk olurdu üzerinde. Aslında, derdini anlatmayı seven biriydi. Böyle günlerdeyse tam bir kapalı kutu olurdu.

Seyhan Dinçer: Şimdi fark ediyorum da, gizliden gizliye aşıkmışım ona.

Eda Göktürk (sınıf arkadaşı): Onunla yatmak istiyordum.

Selin Başaran (okul devresi): Şey... Tamam, evet. Çok kereler onunla sevişmenin nasıl bir şey olacağını hayal etmişimdir.

Yeliz Yılmaz: Nasıl gidip de o kızı buldu kendine, onu da anlayamıyorum bir türlü.

Hülya Denizci (sevgilisi): Aslını isterseniz, Kaan hakkında konuşmak şu anda bana çok zor geliyor. Nefes almakta zorlanıyor gibiyim. Yine de elimden geleni yapmaya çalışacağım.

Yeliz Yılmaz: Demek istediğim, kız tescilli bir orospuydu. Hem de saman altından su yürüten cinsten.

Ali Duran: Hülya iyi kızdır. Bir erkeğe nasıl davranacağını iyi bilir, bilmem anlatabildim mi.

Sinem Okyay: Şu son dört haftadır sezdirmemeye çalıştığı bir sıkıntısı var gibiydi.

Hülya Denizci: Kaan... Kaan... Of, özür dilerim. Biraz kendimi toparlayabilir miyim?

Oya Tütün (annesi): 8. sınıfa kadar Kaan son derece normal bir çocuktu. O senenin yaz tatilinden sonra bir şeyler değişmeye başladı.

Hülya Denizci: Beni ona iten ne vardı? Biraz düşününce... Tam olarak bilemiyorum. Ama kesin olan bir şey var ki, o farklıydı. Kendini farklı olmaya zorlamadan, içinden gelen bir farklılığı vardı. Benimle konuşurken kullandığı kelimeler son derece şairane bir ahenge sahipti. Diğer arkadaşlarıyla oldukça basit bir düzlemde iletişim kurardı oysa ki. Yine de, her hareketi, sesi, yürüyüşü... Her şeyi mükemmeldi.

Alparslan Demir (okul devresi): Eli kolu etrafa sığmayan, yalpalayarak yürüyen dengesiz hıyarın tekiydi.

Elif Üstün (okul devresi): Geçen sene bir ara yakınlaşmıştık. Sonra birden Hülya'yla birlikte görünmeye başladılar. O kızla halen ne zaman göz göze gelsem ürperirim.

Oya Tütün: O yaz tatilinden sonra, Kaan birdenbire her yönden gelişti. Ergenliğe girdiğini düşünüyordum, bir pedagog olduğum için bu işlerden anlarım. Gayet sağlıklı adolesan tepkileri de veriyordu açıkçası. Ama yine de, üzerine garip bir hal geldi. Zihinsel bir yorgunluk gibi.

Hülya Denizci: İyi öpüşüyordu. Öyle hemen dilimi yakalayıp uzatmaya çalışmazdı. Ağırdan alır, her öpüşüne bir anlam katmaya çalışırdı.

Oya Tütün: Kimlik bunalımına girdiğini de düşünmeye başladım. Kaan garip zevkler ediniyordu, kesinlikle sade olmayan zevkler. Uzun, renkli çoraplar giymeye başlamıştı. Sürekli dar giysiler satın alıyordu.

Utku Kahveci: Kaan mı? Kesinlikle eşcinseldi.

Oya Tütün: Sabahları banyoya gidiyor ve makyaj malzemelerimi eksilmiş buluyordum.

Yeliz Yılmaz: Etraftaki çoğu kız onunla bir şeyler yaşamak için can atıyordu. Oysa o bunun farkında bile değildi. Daha acı olansa, Hülya'nın asıl kişiliğini ona açıklamamak üzerine, hepimizin arasında sessiz bir anlaşma oluşmuştu. Sanırım üzülmesini istemiyorduk.

Hülya Denizci: Şey... Tabii ki ondan daha iyi öpüşenleri de biliyorum. Ama Kaan... Kaan gibisi zor bulunur. Kabul ediyorum. O beni...

Sezgin Örnek: Çok sarhoş olduğumuz bir akşam bana biseksüel olduğunu söylemişti.

Oya Tütün: Şimdi bakıyorum da, bu durumu içten içe bir fobi haline getirmişim. Birçok mantıksız davranışta bulundum ona karşı. Beğenmediğim giysilerini saklıyor, bazılarını çamaşır makinesinde yanlış programda yıkayıp kullanılamaz hale getiriyordum.

Hülya Denizci: O beni beş yaşındaki bir çocuğun sevebileceği gibi sevmişti. Sevdiyordu. Seviyor... Pardon... Bir ara daha verebilir miyiz?

Göksel Kavaklı (en yakın arkadaşı): Kaan'la beşinci sınınftan beri arkadaşız. Bir çok insana anlatamadığı şeyleri bana anlatırdı. Ben de aynı şekilde ona. Mesela, ilginç takıntıları ve paranoyaları vardı.

Sinem Okyay: Bir yerlere tek başına gitmemeye çalışırdı. Çok kez sınıfa tek başına, kireç gibi bir yüzle girdiğini görmüşümdür.

Göksel Kavaklı: Güneşe karşı bir tahammülsüzlüğü vardı. İlkokuldayken onu bahçeye çıkarmak için kıvranırdım. Güzel günlerdi. Her neyse. Mesela, yolda yürürken tam yanından geçtiği birilerinin birden gülmeye başlaması acayip sinirlerini bozardı. Metroda hep en köşedeki koltuklara oturmaya çalışırdı.

Afife Barutçu (emekli): Yaşlılara yer vermezdi.

Göksel Kavaklı: Son bir yılda vücuduyla bağlantılı psikolojik sorunlar da geliştirmişti. Geçen yaz bir ara vücuduna tamamen yabancılaştığını, kontrolü kaybetmekten korktuğunu söylüyordu.

Sinem Okyay: Bir keresinde sınıfta uyuyakalmıştı. İşte tam o anda, derin uyku halindeyken parmaklarını kemirdiğini fark etmiştim.

Göksel Kavaklı: Bu son bir aydaysa gerçeklik duygusunu yitirmeye başladığından söz etmişti.

Hülya Denizci: Rüya görmezdi. Görse bile hatırlamazdı, fakat onların bir şekilde bilinçaltında kalıp davranışlarını yönettiğini düşünüyordu.

Göksel Kavaklı: Birden rüyalar görmeye başladığından bahsetmişti. Uzun, bütünlüklü rüyalar. Başta anlamsız, fakat gün geçtikçe mantığa bürünmeye başlayan rüyalar. Olaydan birkaç gün önce onlara rüya değil, "olasılık" demeye başlamıştı.

Sinem Okyay: Birkaç hafta önce bir sabah, önceki gece gördüğü bir rüyayı anlattı bana. Birisine "Sanki rüya içinde rüya içinde rüya görüyor gibiyim." diye dert yanıyormuş rüyasının bir yerinde.

Hülya Denizci: Son zamanlarda rüyalarını çok kafaya takmaya başlamıştı. Şunun gibi mesajlar atıyordu:
            Hülya Denizci'nin Telefonundaki Mesaj:
                       Her uyuduğunda bir kat daha derine düşüyorsun.
Böyle garip, zaman zaman anlamsız olan ya da anlamsız gibi görünen mesajlar atma huyu olduğu için çok önemsemedim açıkçası.

Oya Tütün: Bu sene Kaan'ın uykuları çok düzensizleşmişti. Genelde geç yatıyordu, fakat bazı sabahlar onu uyanık bulurken bazılarında uyandırmak için on beş dakika uğraştığım oluyordu. Şu son bir ay hiç uyumak istemiyordu mesela.

Göksel Kavaklı: Bir gün bana durumu açıkladı.

Hülya Demir: Şey, sanırım Kaan artık ortalıkta olmadığına göre, bir şey söyleyebilirim.

Göksel Kavaklı: Dediğine göre, ya da düşündüğüne göre, bir süredir bu gerçeklik olasılığında sıkışıp kalmıştı, ve yavaş yavaş bunun farkına varıyordu.

Hülya Denizci: Onunla sevgili olduğum süre zarfı boyunca beş farklı erkekle daha birlikte oldum.

Göksel Kavaklı: Dediğine göre, asıl korkunç olansa, her uykuya yattığında asıl gerçekliğinden bir adım daha uzaklaşıyor olmasıydı. Bu yüzden mümkün olduğunca geç saatlere kadar ayakta kalmaya çalışıyordu.

Hülya Denizci: Hayır, onunla hiç yatmadık.

Göksel Kavaklı: Fakat bir gece, bir anda tüm bu katmanları kırıp kendi gerçekliğine geri dönecekti.

Oya Tütün: Sanırım, size o geceyi anlatmamın zamanı geldi.

Göksel Kavaklı: Onu tanıdığımdan beri, on sekizinci doğumgününde çok önemli bir şey olacağını bildiğinden bahsederdi. Gerçekliğine geri döneceğini söylediği gecenin on sekizinci doğumgününün gecesi olduğuna kanaat getirmişti.

Oya Tütün: Okuldan eve dönüşü her zamanki gibiydi. Sanki sarhoşmuş da bunu benden gizlemeye çalışıyormuş gibi. Henüz yemek yemiştim, masa hazırken aç olup olmadığını sordum, hayır dedi. Üstünü değiştirip tekrar yanıma geldiğinde okulda giydiği eşofmanını giymiş olduğunu fark ettim. Değişiklik olsun diyeymiş. Sonra elinde kalın bir kitapla salona geçip divana uzandı. Baktığımda kitap kucağında açık, fakat gözleri televizyonda oluyordu. İçinde saçma sapan karakterler ve saçma sapan olaylar olan saçma sapan bir bilimkurgu dizisi. Mavi bir telefon kulübesi dönerek ateşten bir tünelden geçiyordu ekranda.

Göksel Kavaklı: Bana şöyle bir mesaj attı:
             Göksel Kavaklı'nın Telefonundaki Mesaj:
                         Dönüşüm sıradan olacak.

Oya Tütün: Hava karardı, fakat Kaan ne pozisyonunu değiştirdi, ne de ışığı açtı. Onun yerine ben açtım ve mutfağa döndüm.

Hülya Denizci: Kaan'ın bana attığı son mesaj şöyleydi:
            Hülya Denizci'nin Telefonundaki Mesaj:
                       Kafam patlayacak gibi.
                       1967-1997.
Ne kadar uğraştıysam da, bundan sonra ondan bir yanıt alamadım.

Oya Tütün: Tekrar salona bakmaya gittiğimde, ışıklar kapalıydı. Kaan ise hiç kıpırdamamış gibi görünüyordu. Işığı açmak için uzanmıştım ki "Bırak." dedi, kesin ve kısık bir sesle. Birden ayaklandı, televizyonu kapattı ve "Zaten çıkacaktım." dedi. Kaan o akşam yemek yemedi.

Sinem Okyay: Sanırım onu biraz daha ciddiye almalıydık.

Oya Tütün: Bir şiir defterini buldum. Şöyle bir şeyler yazmış:
           o uyurken
           ben gideceğim
           güneşin parlattığı ıslak çayırlardan
           ayak izlerimi teker teker silerek
           bulutları da koyacağım bavuluma
           yarın güneşli bir gün olacak

Sanırım olanlarla bir ilgisi yoktur.

Göksel Kavaklı: Kaan milyonda bir bir insandı.

Oya Tütün: Olanların bundan sonrasını anlatmak benim için gerçekten çok meşakkatli ve yaralayıcı bir iş. Tam olarak neler döndüğünü bilmiyorum, ama Kaan banyoya girdi, sonra da çıktı ve yattı. Tırnaklarını kesmiş. Onları kesmiş ve komodinin üzerinde sıraya dizmiş. Gitar çaldığı için uzattığı tırnakları da dahil. Onları toplayıp yeni boşalttığım çöp kovasına attım. Daha sonra, sabah 6.40'a kadar yanına gitmedim. Şey... O gün onun on sekizinci doğum günüydü. Tam 6.40'ta doğmuştu, ben de 17 yıldır tam o saatte onu izlerdim. Vücudu tam olarak bir yaş daha ihtiyarlarken. Fakat o sabah, vücudunu değil, pijamalarını buldum yorganın altında.

Sezgin Örnek (öğrenci): Kaan Tütün mü? Hayır, tanımıyorum.

Utku Kahveci (öğrenci): Şu dizideki Kaan'ı mı diyorsunuz?

Oya Tütün: Tırnakları da çöp kovasından yok olmuştu.

Seyhan Dinçer (öğrenci): Hayır, tanımıyorum.

Elif Üstün (öğrenci): Kaan... Hayır, hatırlayamadım. Doğru okulda olduğunuzdan emin misiniz?

Ebru Güzelkent (öğretmen): Kaan Tütün... Bir şeyler çağrıştırır gibi, ama tam çıkaramadım. Burası biraz soğuk mu?

Ali Duran (öğrenci): Tanıdığım tek Kaan ilkokuldaki sıra arkadaşım, onun da soyadı Tütün değildi zaten.

Yeliz Yılmaz (öğrenci): Dizide oynamıyor muydu o?

Eda Göktürk (öğrenci): Eski sevgilim vardı Kaan diye bir tane, ama o değildir. Yok, tanımıyorum.

Selin Başaran (öğrenci): Bizim komşuların küçük oğlu, onu soruyorsunuz sanırım? Kaan?

Alparslan Demir (öğrenci): Yok, bilmiyorum vallahi.

Sinem Okyay (öğrenci): Bir an bir garip oldum, ama eminim ki hiç öyle bir tanıdığım yok.

Göksel Kavaklı (öğrenci): Çok, çok eskiden, sanırım anaokulunda vardı öyle biri sanki, ama tam emin değilim.

Oya Tütün (pedagog): Kuzenim var Kaan adında. Aslında, bir oğlum olsa ona kesinlikle bu adı koyardım.

Hülya Denizci (öğrenci): Kaan mı? Bir dakika... Hayır, hatırlayamadım. Bilmiyorum, gözlerim yaşardı birden, anlamadım.

Fatih Keskin (okul devresi): Kaan mı? Kaan Tütün?
                                         Bana gerçekten de onu tanımadığınızı söylemeyeceksiniz herhalde, değil mi?
*

15
Genel Kültür / Non Omnis Moriar - Janina Katz
« : 11 Nisan 2011, 18:17:40 »

Non omnis moriar.
Hiç değilse bir şiirim kalır geriye
öyle pek de tanınmayan bir dilde,
bir de sözlük kalır
en az dört lehçeyle
karıştırılan bir lehçede.

Non omnis moriar.
Yanlış renkli güllerle süslü
bu kırmızı entari
yalnızca bir gün
özleyecek beni,
sonra sevinçle
başka bir canlı bedeni
sarmadan önce.

Non omnis moriar.
yazı masamım çekmecesinde
öpüşen
iki aşk mektubu var.

Birini
fırsat bulup
okuyamadım.

Öbürünü
yazmaya
vaktim olmadı.


[*]Non omnis moriar: Her şey ölmez. (lat.)[/*]

Sayfa: [1] 2 3 4