Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - subrose

Sayfa: [1]
1
Düşler Limanı / Sandal
« : 29 Ağustos 2013, 17:58:01 »
Sinsi sinsi çıkacağız bu merdivenlerden.
Bir daha da dönmeyeceğiz geri.
Çıktık bir defa yola.
Güneşimiz karanlık.
Karanlık çünkü sırlarımız var.
Sırlarımızın karanlığı var.
Öyle bir susuşumuz var ki dibi görünmez bir kuyu.
Kuyudan bir kaçışımız var sinsice aydınlığa doğru.
Ama aydınlık uzaktaki sönük bir ışık, asla bir güneş değil.
Güneşi çok zaman önce arkamızda bıraktık ve bir daha da hiç karşılaşmadık.
Bulanık bir nehir kenarında evimiz.
Çok kardeşimiz.
Sayımız çok.
Bulanık nehirde yıkanıyoruz her akşam ya da sabah;
ayırt edemiyoruz.
Yatmadan önce puslu ışıkta soğuk nehrin bulanık sularında çırpınıyoruz.
Ne dibi görünüyor nehrin ne de içindeki biz.
Kayboluyor bedenlerimiz.
Kayboluyor ama temizlenmiyor,
Su biraz daha kirleniyor ama bedenlerimiz temizlenmiyor.
Dönmüyoruz yine de geri.
Her akşam ya da sabah, ayırt edemiyoruz,
sayımız artıyor.
Büyüdükçe geliyorlar.
Çocuklarımız yok.
Ama çoğalabiliyoruz.
Hepimizin yüzünde aynı donukluk.
Sırlarımız var.
Yalanlarımız var.
Hesaplarımız var.
Ayrı yatıyoruz genelde.
Aynı odada aynı yatakta ama ayrı yatıyoruz.
Soludukça daha da soğuyor evimiz.
Öyle bir soğuyor ki hava, ısıtmıyor hiçbir soba.
Ne kar var oysa ne rüzgar dışarıda.
Yalnızca nefesimiz yetiyor.
Titriyoruz ama dönmüyor yüzümüz birbirimize,
Sırt üstü yatıyor tavanda bir noktaya dikiyoruz gözümüzü öylece kalıyoruz.
Biliyoruz biz yalnızız,
Biliyoruz bunu biz seçtik.
Yalanları olanlar ve sırları olanlar
biliyoruz yalnızca tavanda bir nokta bulmayı umarlar,
Isınmak için.
Konuşmayız hiç,
Korkarız konuşmaktan.

Bir sandal var.
Bulanık nehirde puslu havaya rağmen biraz dikkatli bakıldığında görülebilen bir sandal.
Küçük, çok fazla kişiyi alabilecek gibi değil.
Buradan çıkmanın tek yolu.
Biniyorsun ve iki dağ arasında kaybolan nehirle birlikte kayboluyorsun.
Ne oluyor ileride bilemiyoruz.
Belki bir uçurum,
Beki bir bataklık, bilemiyoruz.
Güneşte olabilir yağmur da.
Bilen yok.
İşte bazen o sandala binip gitsem diyorum.
Aydınlığa kavuşmak için.

Bana benzeyen biri vardı orada,
Belki onu bulabilirim,
Kendimi hatırlatırım.
Anlatırım,
Çok önceden tam bu eşikte bir yalan söyledik
Sonra bir nehir belirdi ve üzerinde bir sandal,
Ben sandala binip kaybolup gidenim
Ve dönemeyenim.
Şimdi aynı sandal ile sana döndüm desem.
Artık bir bütünüz desem,
Güneşe gözüm alışana dek elimden tutmasını istesem.
Diğer yanımdan.

2
https://vimeo.com/67333546

Biraz önce büyülü bir denizin kenarındaydım. Hiç bir yerime bulaştırmadan döndüm evime.
Yalnızca küçük bir resim kaldı beynimde. Çaydanlıkta kaynayan suyun buharında kaybolmasını umduğum bir resim.
Sinirliyim beni içine almadığı için, sinirliyim, beni bir poşet portakalla evime gönderdiği için.

Tüm yaptıklarının kaybolması. Silinmesi ve kimsenin bir çığlık koparmaması ardından.Kalpte sessiz bir krampla bırakıp yitip gitmesi. Ne acı.

Sen şarkını söyle Morrison çünkü bu dünyada insanlar ölüyor.
Çünkü yaşlı prensesler var.
Henüz yaşayamadılar gelecek günlerini.
Hep aynı günü yaşamaktan yoruldular.
Elleri nasırlı, belleri bükük yaşlı prensesler,
hep aynı günü taktılar boyunlarına.
Doldurup kavanozlara geleceklerini
camekanlı dolaba koydular
ve özenle çektiler perdesini.
Hiç vazgeçmediler, umutla sıkıştırdılar kapaklarını,
hava almasın diye,
bozulmasın,
öylece kalsın diye.
Öylece kaldı.
Hala bir prensesler.
Çok zaman önceydi, yaşlandılar.
Şimdi saçlarında beyazdan taçlar,
ellerinde reçel kavanozlarının arkasına
yıllar önce gizledikleri kavanozlarıyla
aramızdan ayrılıyorlar,
sessizce,
denize doğru.
Çatlamış ayakları hiç bir iz bırakmıyor kumda.
Yavaş yavaş yitip gidiyorlar.
Ama sen şarkını söyle Morrison.
Müzik sihirlidir, şefkattir.
Avuntudur,
kanattır.
Kanatır.
Bize de söyle,
benim topraklarıma da söyle.
Olduğun yerden söyle,
topraktan söyle.
Bize hissettir.
Arınıp müziğini duyalım.
Yaşlı prensesler düşleri çok taze, günleri yorgun.
Bu dünyada ölünüyor.
Bu da benim ağırıma gidiyor.

Ay ışığı vuruyor yüzüme. Soğuk. Kimse görmüyor üşüdüğümüzü. Gerekte yok. Sarılmaya ihtiyaç yok.
Sen şarkını söyle Morrison. Büyükler konuşurken sus ama. Büyükler konuşurken sen şarkının üstüne toprak serp, sönsün. Büyükler konuşurken, yalnızca büyükleri dinle.
Büyüklerin söyledikleri sessizce, sen uyurken, kulaklarından girecekler ve yarın olup uyandığında ağzından ilk olarak onlar dökülecekler. Şarkının sözlerini öldürecekler. Onlar hüküm sürecekler, sen gölgesinde çürüyeceksin.

Unutulduğum bu yerden çatlamış dudaklarım ve donmuş ellerimle anlatmak istiyorum. Zamanımız doluyor, çağımız kapanıyor, devrimiz kapanıyor ne dersen işte. Yok oluyoruz yani kendi odalarımızda, kumda hiç bir iz bırakmadan.

O bahçelerde küçük bir kız dolaşıyor, annesinin ördüğü kahverengi hırkası yapraklara sürünüyor. Kendi yaşamının tohumlarını bırakıyor her bir yaprağın altına. Unutmamak için kendisini. Çok zaman sonra, uzak yerlerden çağırmak için her birini.

Hadi sen orman çiz ben içinde kaybolayım. Tek başıma benim omuzlarıma yükleme hayatı, bu küçük omuzlar nasıl kaldırsın. Bütün söyledikleri büyüklerimin, aklımda! Onlar dururken beynimde, bu kadar zamanı omuzlarıma yükleme. İstemez!

Bir karışlık zihin bu kadar zamanı ne yapsın. Bir deniz çiz, küçükte bir sandal, ve daha güzel görünmesi için gün batımının, bir kaç şişe de şarap çiz. Sessizce uzaklaştır beni, yaşlı prenseslerin ardından.
Uzaklaşıp kaybolmaya başladığımda sil beni başka bir resim çiz.

Bazı bilgiler yok bende, hiç olmayacağını da görüyorum. Hep aynı şeyi biliyorum. Aynı şeyi söylüyorum. Hep aynı gerçek ortada duruyor her seferinde gelip gidip ona çarpıyor. Yok sayamıyorum.

Kavanozların içinde karanlık bir köşede söylenen şarkılar var, hiç kimsenin duymadığı..

3
Şu an kadife ve çok mavi koltuğuma gömüldüğüm için çok birşey söyleyemeyeceğim. Şimdilik ben Bayan Köstebek, yorgunum, uyumak üzereyim. Kovulmazsam buralardan zzzzzzzzzzzzzzzzz

4
Düşler Limanı / Yağmur'un Kızı.
« : 23 Temmuz 2013, 11:48:36 »
Cep telefonuma gelen bilgi mesajı;

-ABD nin predator denilen insansız hava uçağı İranlı bir insan tarafından düşürüldü-

Hazırlandım aslında tam çıkacaktım sonra boş ver dedim. Nasıl bir boş ver ise o! Yığıldım kadım kanepeye. Biraz oturdum, sonra hafif uzandım, direndim biraz ama zorlamadım fazla, boylu boyuna uzandım, hırkam vardı yakınlarda, onu da üzerime attım.

Rüyamda, çıkmış sana doğru geliyordum. Yağmur yağıyordu, ayaklarım ıslanmasın diye yüksek yerlere zıplayarak ilerlemeye çalışıyordum. Şemsiyem yoktu. Saçlarım, üzerimde ne var ne yok ıslanmıştı aslında ama neyse derdim ayaklarımı kuru tutmaya çalışıyordum. Hafifte bir esinti vardı ama üşümüyordum. Yol Paşa sahiline doğru gidiyordu. Evin o yönde değil aslında. Yol kenarlarında, kaldırım diplerinde mantarlar fark ediyorum, beyaz, hafif sarı irili ufaklı mantarlar. Mantarlara biraz yakından baktığımda mavi ışıklar sızdığını fark ettim.

Boğuluyor gibi oluyorum, mavi mantarlar düşlüyorum hep böyle zamanlarda. Tesadüf değil elbette. Buradaki mantarlar mavi değil ama ışığı mavi. Işık bir sızıntı şeklinde, daha doğrusu ışıltılı bir duman küçücük mantarlar üzerinden yükseliyordu. Yükselmeye çalışıyor da diyebiliriz, yağmurun izin verdiği ölçüde. Yağmur demişken; son zamanlarda hiç böylesini görmemiştim. Sanki yağmur ormanlarının orasındayım ya da Karadeniz’in sisli dağlarında, değil işte şehrin ortasındayım. Şehir İstanbul, yol paşa sahiline giden yol aslında. Bir süre sonra öyle arttı ki yağmur suları, taş bırakmıyor, çakıl bırakmıyor ne varsa katıp önüne denize doğru hızla çoğalarak akmaya başladı. Bende peşinden daha doğrusu içinden yürümeye başladım sahile doğru. Biraz ilerledikten sonra arkamı dönüp baktığımda yürüyen birkaç ıslak ayakkabı, salınan birkaç ekmek poşeti arasından küçük mavi sızıntıların yükseldiğini gördüm. Nefes aldıklarını düşündüm, mavi mavi nefes alıp veren yağmur sularına direnen ya da bilemiyorum, belki de sevinen, onları anlamak zor, küçük mantarlar. Orada bırakıp soluyuşlarını, hızla yürümeye başladım yedinden Paşa sahiline doğru.

Sağımdan solumdan, aşağı yukarı, gelip geçiyordu insanlar ama pek şemsiye yoktu ortalıkta nedense. Islanıyorduk. Aslında başlarda iyi gelen ıslaklık yavaş yavaş üşütmeye başlamıştı. Üşüdükçe adımlarım hızlandı. Yol boyunca gözüme takılan ve bugün biraz tuhaf görünen binalarla ilgilenmeyi bırakıp hızla yürümeye başladım. Biraz genişçe bir meydana ulaştığımda zınk diye durdum. Nereye gittiğimi unuttum. Nerdeydim. Nerde olduğumu biliyorum, dümdüz devam edersem denize ulaşırdım, tersi yöne gidersem eve. Ne kadar zamandır yürüdüğümü kestiremiyorum ama evle deniz ortasında bir yerlerde olmalıydım. Bu yol bildiğim bir yoldu aslında ama bugün binalar, bu meydan, tuhaf. Yani aslında burada bir meydan olduğunu hatırlamıyorum ama bir yandan da her şey tanıdık. En önemlisi üşüyordum ve yağmur hala devam ediyordu. Sağ tarafta bir pastane fark ediyorum, burayı da hatırlamıyorum ama burası da bir yerlerden tanıdık. Çok düşünmeden kapıya doğru yürüyorum.

Kapıyı aralarken mantarlardan sızan mavi duman gözlerimin önüne geliyor. Duman değil gibi buhar sanki, ışıltılı buhar. Derin bir iç çekiyor mantarlardan bir tanesi. Ahşap bir kapısı var pastanenin ve açar açmaz kapıyı, sıcak havası yüzüme çarpıyor. Birkaç adım ilerlediğimde sağ tarafta içi pastalar ve kurabiyelerle dolu cam bir tezgâh görüyorum. Genç bir kız duruyor tezgâhın arkasında, birde erkek var, o da genç. Büyük bir yer değil burası, altı ve ya yedi masa var en fazla. Masalardan üç tanesi dolu, diğerleri boş. İşin güzel tarafı hatta en güzel tarafı solda duvar kenarında bir soba var, odun sobası. Sobaya en yakın boş masaya yerleşiyorum.

Sıcak bir kahve ve yanında kek istiyorum. Çok bekletmiyor kız beni, üzerinde buharı ile geliyor yanındaki keki ile kahvem. Yavaşça bırakıyor, üzerinde küçük oyuklar ve çizgi çizgi bıçak izleri bulunan koyu renkli ahşap masanın üzerine. Saçları yumuşak sarı, iki yanda örgüsü var. Hiç gitmedim Hollandaya, ama onlar gibi sanki, nedenini bilmiyorum. Yüzü beyaz, küçük çiçekli bir önlüğü var, gülümsüyor, başka bir isteğiniz var mı? diyor. Yok diyorum, teşekkürler..

Bana en yakın olan masada yaşlı bir adam ve karşısında beyaz saçlı hoş bir bayan oturuyor. Kadının saçları beline kadar uzun, örgülü. Üzerinde koyu yeşil bir elbise, bordo bir kaşkol var. Montunu sandalyeye asmış. Adamın üzerinde koyu renkli bir ceket ve başında siyah bir şapka. Elinde küçük bir kutu tutuyor adam, ikisi de dikkatli ona bakarak konuşuyorlar, ama duyamıyorum ne konuştuklarını. Çapraz masamızda orta yaşlı bir kadın oturuyor, tek başına. Bacaklarını masanın altına doğru iyice uzatmış, ayaklarını birbirinin üzerine koymuş, dirseklerini masaya dayamış, başını eğmiş, ince, sarı yapraklı bir kitap okuyor. Kareli uzun pardösüsü üzerinde, çıkarmamış.
Sobaya uzak ama tezgâha yakın olan masada genç bir kız oturuyor, daha doğrusu genç olduğunu düşüyorum, arkası dönük, yüzünü göremiyorum. Saçları mavi. Ne içtiğini göremiyorum ama elindeki metal kaşığı uzun aralıklarla masaya vuruyor.

Yarım saatten fazla oturuyorum pastanede. Ayaklarım ısınıyor, üzerim birazda olsa kuruyor. Yağmur duruyor. Çok güzel pasta ve kahve kokuları ve yanan sobanın sıcak çıtırtılarının sesi arasında bırakıp pastane sakinlerini çıkmaya karar veriyorum. Kahvenin ve kekin parasını tezgâhta ödüyorum, gülümsüyor yine, tekrar bekleriz diyor. Çıkarken mavi saçlı kızın yüzüne bakıyorum, çok güzel bir yüzü var.
Sahile doğru yürürken yüzü bir süre daha kaldı gözlerimin önünde, pırıl pırıl güneşin atında yavaşça silikleşti ve sonunda kayboldu.

Masmaviydi deniz ve maviyi bölen hiç leke yoktu üzerinde, ufka kadar koyu mavi devam ediyor, sonra gökyüzünün açık mavisiyle birleşiyordu. Oturdum kayalıklara uyuya kalmış kediyi ürkütmeden, beklemeye başladım, nedensiz.

Tam olarak ne kadar bekledim bilemiyorum ama sol tarafımda kayalıkların üzerinde bir kıpırtı fark ettim. Masmavi saçlar! Ne yapacağımı bilemedim birkaç saniye ama hızla kalktım sonra, şaşkın ve kızgın yüzüme baktı kedi ve yandaki kayanın üzerine zıpladı, bende maviliğe doğru ilerledim.

Ben güneşin kızı değilim yağmurun kızıyım dedi, solgun mavimsi yüzü çok hafif pembeleşerek.
Tam şuradan geldim! Dedi, kuzey yönündeki gri bulutları göstererek.

-Ben güneşin kızı değilim, yağmur benim annem. Ama karıştıran ilk siz değilsiniz.


Bir süre hiç şey söylemeden bekledim ayakta, dayanamayıp oturdum sonra yanına. Açık mavi gözleri elbisesinin rengi ile aynı, çok açık pembe yanakları, bordo renkli bir taç takmış, açıklı koyulu mavi karışık saçları arasına. Sessizce bana bakıyor.
-Uçman gerekmez mi yağmurun kızı? Diye soruyorum alaylı, kayalıklar arasına hiç çekinmeden sere serpe oturuşuna şaşırarak.
-Neden? Diyor. Neden uçmam gereksin? Nereye uçacağım… Aslında uçabilseydim eğer, şu beyaz yaratığın peşine takılmaktan daha öteye gidemezdim..Diyor, griliğin ortasında tek başına süzülen martıyı göstererek.

Sigarasından derin bir nefes çekerek devam ediyor;
-Bu yaratık kadar uzun kanat çırpamazdım muhtemelen, birkaç bulut geçtikten sonra soluk soluğa gelir yanına konardım ve her şey aynı olurdu.
-‘Her şey aynı olurdu’ diye tekrarladım, hiç böyle düşünmemiştim.
-Nasıl düşünmüştün?
Martı kaybolmuştu görünürden. Dizlerini karnına doğru çekti, ince kollarıyla bacaklarını sardı ve başını dizlerinin üzerine koydu, kafasıyla birlikte mavi saçları da bıraktı kendini, ama rüzgâr rahat bırakmadı onları. Gözlerini kapadı, düzenli nefes alış verişiyle omuzları inip kalkıyordu. O esnada sırtında, dalgalanan saçları arasında iki çıkıntıya takıldı gözlerim, iki narin çıkıntı. Tıpkı saçları gibi, açıklı, koyulu mavili bir çift kanat.
-Ama senin kanatların var! Umursamadan omuz silkti, başını dizlerinin üzerinden kaldırmayarak.
-O halde yakında yağmur yağacak? Diye takıldım..Kafasını hafif kaldırarak kısa süre gökyüzüne baktı;
-‘Sanmam’ dedi.
-Neden? Sen yağmurun kızı değil misin?
-Evet, yağmur benim annem olur bende kızı olurum. Ama ortada bulut yok. Nasıl yağabilir yağmur?
Yavaş yavaş kabaran mavi dalgalar arasına daldı bakışları, benimde dalgalanan mavi saçlarına. Evet ortada bulut yok, nasıl yağsın yağmur..diye tekrarladım içimden.
-İster misin? Diye sordu sigara paketini bana uzatarak. Bembeyaz çıplak koluna ve avucu arasında buruşmuş sigara paketine bakarken ağlamamak için zor tuttum kendimi. Yok diyebildim Kullanmıyorum..
Omuz silkti derin bir nefes çekti sigarasından o sırada UYANDIM!

(Loreena Mckennit – Kecharitomene)
(Apocalyptica – Faraway)

Sayfa: [1]