Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - andreyfyodorovich

Sayfa: [1] 2
1
Kurgu İskelesi / Göl
« : 27 Haziran 2016, 21:59:44 »
Kahverengi göle doğru hızla düşerken, renginin verenin çamur olmadığını anladı.

Çığlık atmak için ağzını açsa da, sülükler diş etlerine çoktan yapışmıştı.

2
Kurgu İskelesi / Penceremdeki Adam
« : 31 Mart 2016, 17:07:20 »
Tekrar tekrar yaşayacağım bunu. Gelmek üzere. O an, yani.

Yine uyanacağım ve penceremden bakacağım, ve yine göreceğim onu; yatağının kenarına oturmuş, yüzünü avuçlarıyla kapatmış, o adamı.

Onu her gün görüyorum. Odamdaki uzun, perdesiz pencereden ne zaman baksam orada. Belki biraz kafası karışık gibi, veya bir şeyden dolayı mutsuz gibi olurdu. Belki sadece bir rüyayı hatırlamaya çalışıyor olurdu, belki de unutmaya.

Ama sonra bir de karısını görürdüm, halı kaplamalı yerde yatan. Umursanmayan. Adamın sırfı kadına dönük olurdu, sanki orada değilmiş gibi yaparsa, kaybolacakmışçasına. Adeta çoktan varlığını unutmuş gibi. Yine de orada olurdu, yatardı yerde kadın hareketsizce. Ağzı sessiz ve sonsuz bir çığlıkta sabitlenmiş olurdu, tıpkı ölümün sonsuz olduğu gibi. Bakan ama görmeyen gözleri sonuna kadar açık, ince kızıl dalgalarla koca koca ‘x’ şeklindeki, sırtındakilerden çok da farklı olmayan desenlerin kapladığı duvarı seyrediyor olurdu.

Kadın ölüyor, ve onu öldüren herif de oracıktadır, ama bu beni hiç rahatsız etmiyor. Polisi bile aramıyorum. Aramıyorum çünkü şaşırmıyorum, şaşırmıyorum çünkü bunu daha önce çok yaşadım.

Neredeyse sıkıcı bile.

Ha gayret, az kaldı. Biliyorum çünkü uykumun arasından göz kapaklarımı delen güneş ışığını hissedebiliyorum.
İnsanlar çeşit çeşit rüya görür. Kimisi yalnızca kabus görür, kimisi hiçbir şey görmez. Ben mi? Ben bunu görüyorum işte.

Neredeyse her gün gözlerimi açtığımda penceremden dışarı bakarım. Ve şüphesiz, herif yine orada, hemen arkasında da cansız karısı. Kafamın içinde sonsuz tekrara düşmüş bir şarkı, penceremde her sabah aynı görüntü.

Polise de aynen böyle anlattım, ve onlara da söylediğim gibi, bugün uyandığımı anı hatırlamıyorum. Ve nihayetinde de bu, şu anda yaşananların hiçbirinin gerçek olmadığını gösterir.

Artık her an uyanabilirim. Her bir göz kırpmamda aslında beynim benim uyuyup uyandığımın sinyalini veriyor olabilir. Bekliyorum.

Ve an geliyor. Kalktığımda, beyaz floresan ışık yüzüme vuruyor. Çelik parmaklıkların aralarından içeriyi süzen çirkin bakışları görüyorum, üniformalı gardiyanlar tehditler ve emirler yağdırıyor. Kalkıyorum ve lavaboda yüzümü yıkıyorum. Lavabonun hemen üstündeki, evimdekine çok benzeyen ama çok daha küçük olan pencereye bakıyorum.

Yine aynı adamı görüyorum, ancak bu defa karısı yok. Konuşmasını, açıklamasını bekliyorum, o ise sadece beni seyrediyor; yüzünde belki biraz kafası karışmış, veya bir şeyden dolayı üzülmüş gibi bir ifadeyle.

Belki sadece bir rüyayı hatırlamaya çalışıyormuş gibi, belki de unutmaya.

3
Düşler Limanı / Kaliforniya'da Ölmeliydim
« : 24 Şubat 2016, 18:22:22 »
O vakit kesinlikle Kaliforniya'da ölmeliydim. San Francisco hatta, ama saçıma çiçek takmamıştım ve oralarda adettendir. Radyoda bir şarkıda dinlemiştim.

Sonra, eski bir araba sürüyor olurdum. Klimasız, direksiyonla aynı renkteki kan kırmızısı deri koltukları çıplak sırtıma yapışarak, bir elimde biramla radyo dinliyor olurdum. Radyoyu son sesine kadar açıp küçük oyunumu oynardım.

Bir sonraki şarkıyı tahmin etme oyunu. O gün bir defa bile yanılmıyor olurdum. Sidikli sıcak biraların ve banal pop şarkılarının pervasız tanrısı, o günlüğüne, ben olurdum.

Yılanlı ve kaktüslü çöl arazisinin ortasında tahtadan evime girip küvetimi doldururdum sonra adamım. Pilli radyomu yanıma alıp, iki tane aspirin çakıp sıcak suda gözeneklerimi açardım ben. Suyu iyice sıcak akıtıp, dayanabileceğim en son sıcaklığa getirirdim, ve sonra biraz daha ısıtırdım. Kıyafetler falan hep kalabilirdi, önemi yoktu. Radyoda şarkıları takır takır biliyor olurdum çünkü, çakıyor musun?

Ben, sırılsıklam cehennemimde godoşların tanrısı, parmakla silah yapıp adam öldüren çocuklar gibi...

Gözeneklerim iyice açılıp, aspirin kanımı iyice incelttiğinde, pıhtılaşmasını istemem elbet, sağ bileği dikine kesiverirdim hemen. Lisede o malum kızın yaptığı gibi değil, hepinizin bir tanıdığı vardır öyle, salam keser gibi bilek kesmeye çalışan. Elin başlangıçından dirseğe kadar iki-üç çizgi...

Bok gibi acırdı elbet, can ya bu, ama sorun değil, en fazla ne kadar acıyacaksa o kadar acırdı, ve sonra belki biraz daha.

Kendim kendimi vazgeçiremeden telefonumu küvetin içine atıverirdim sonra. Sonra, sonra, sol bileğimi de hemen işaretlerdim ve deri iki yöne doğru açıldıkça geriye kalan yapılacak tek şeyi yapardım; suyun berraktan bulanığa, bulanıktan pembeye geçişini izlerdim, pembeden de kızıla ve oradan belki siyaha...

O andan itibaren, radyoda benim kalp atışlarım çalıyor olurdu işte adamım. Ve sıradaki şarkıyı ben biliyor olurdum işte.

Cennete gitmeyeceğimi biliyor olurdum zaten. Eski radyo pili bitip çıtırtılar içinde sussa bile ben, Kaliforniya'da porselen bir mezarda sırılsıklam, kendime ait kırmızı Styx nehrimde ondan sonra çalacak her şarkıyı biliyor olurdum, anlatabiliyor muyum kendimi?

Derler ki, ölmeden hemen önceki saniye, güneş doğmadan önceki zifiri karanlık gibiymiş, en çok hayatta olduğun an, ölmeden hemen önceki anmış.

Ve böylece ben, Kaliforniya'da, belki San Francisco'da, ölümüne hayatta olurum adamım, ve sonra belki biraz daha.

4
Kurgu İskelesi / Betül (Uyarı: Cinsel Şiddet İçerir)
« : 21 Eylül 2015, 17:22:20 »
Betül, kısmen çiğ kızarmış yumurtasını ağzında sağdan sola çeviriyor ve pişmemiş, vıcık vıcık şeffaf kısımları kan, irin, canlı bir şey, veya –tanrı korusun- başka bir şey olarak hayal etmemeye çalışıyor. Ilık, klor kokulu çayını yudumlayarak uzun, sümüksü yumurta beyazını boğazından aşağıya itiyor ve gülümsüyor. “Şahane olmuş baba,” diye yalan söylüyor.

Betül’ün yaşı on altı, ama her yerde göreceğiniz o Justin-Bieber-aşığı, büyüyünce-doktor-olmak-istiyorum, ailemden-nefret-ediyorum-ve-bu-yüzden-bekâretimi-kırk-beş-yaşındaki-bir-kamyoncuyla-birlikte-olarak-kaybettim on altısı değil. Çatalını, ketçapla mayonez karıştırıldığında elde edilen o pembe sosa batırırken, ki bu babasının berbat yemeklerini nispeten katlanılabilir kılan tek şeydir, yumurta akının çatalına yapışıp incelerek uzayışını izliyor ve bir gecede on yıl nasıl yaşlandığını hatırlıyor. Belki de kaşık kullanması daha iyi olacaktı. Yemeğini çiğniyor ve babasının hazırladığı tatsız, boktan kahvaltısını çiğnerken, annesinin öldüğü geceyi hatırlıyor.

Gözlerine yeterince uzun bir süre bakacak olursanız, hala annesinin kaldırımda yatan, boynu ölümün mor olduğu gibi mor, kalem eteği kalçalarının tam yukarısına kadar, yarısı yenmiş bir çikolatanın sıyrıldığı gibi sıyrılmış halini hatırladığını görürsünüz. O zaman, Betül’ün tesadüfen on altı yaşında görünen otuzlarında bir kadın olduğunu düşünebilirsiniz. O, annesinin bulunduğundaki yüz ifadesini, ne kadar çabalasa da ne tam hatırlayabilen, ne de tamamen unutabilen genç bir kadından başka bir şey değil. İdeal bir dünyada basit bir kızarmış yumurta olması gereken vıcık vıcık protein yığınını yutuyor ve diyor ki, “Teşekkür ederim babacığım.”

Şimdi, kayıtlara geçmesi adına, babasından nefret ettiğini düşünmemek gerekir Betül’ün. Adamın yeterince çabalamadığını, kimse söyleyemez. Sonuçta Betül’ün karnını doyurmuyor, ona kıyafet almıyor değil. Bulaşıkları da yıkıyor, sifon bozulunca tuvaleti de tamir ediyor. Her gün, Betül okuldan döndüğünde, babası oraya buraya fırlattığı ayakkabılarını toplayıp kapının hemen dibine koyuyor ve elektriği ve doğalgazı ve kirayı ve suyu da ödüyor. Kötü bir ebeveyn değil, sadece bir anne değil.

Ve nankörlük gibi de olmasın ama, ergenliğinde olan genç bir kıza babalık yapabilmenin, tek başına ev geçindirmenin yükünden de olsa, babasının Betül’e ayırabileceği neredeyse hiç vakti kalmıyor. Ama Betül bunu anlayabiliyor. Babası gerçekten çok çabalıyor. Sadece, çok yoğun, anlatabiliyor muyum? Yaptığı isle birlikte geliyor, yapacak bir şey yok, ne zaman ona ihtiyaç duyulacağını asla bilemiyorsun. Neredeyse her gün, babası Betül’ü salondaki üç kişilik aile koltuğuna, annesinin ölümüyle ikisinin de çok kolay sığabildikleri o koltuğa oturtur, ve birkaç dakika geçmeyiversin, telefonu o eski şarkıyı, Barış Manço’nun Dönence şarkısını bas bas bağırmaya başlar ve babası özür cümlesini bile bitiremeden evden çıkmış olur.

Betül, Barış Manço’nun onu uzun ve rahatsız edici konuşmalardan kurtardığı günlerde bilgisayarının karşısında oturur, internet sitelerinde gezinirdi. Ama şu Miley-Cyrus’un-kukusu-göründü, kimse-beni-anlamıyor sitelerinde değil de, biraz daha karanlık olanlarda. Hani tesadüfen denk gelinenlerden değil, ulaşmak için özellikle araman gereken, sohbet odalı, kimsenin kimsenin gerçek ismini bilmediği siteler. Girebilmek için ’18 yaşının üstündeyim’ tuşuna basman gereken sitelerden bahsediyorum. Buralar, bir şeylerin asla girmemesi gereken yerlere bir şeylerin girmesinden, asla yenmemesi gereken şeyler yemekten, asla yapılmayacak şeylerin yapılmasından bahseden insanlarla doludur. Tabii ki, Betül’ün öyle şeylerle işi yok. Onun ilgilendiği tek bir oda var.

Bu odada, insanlar buluşma noktalarından bahsederler. Otel odalarından. Tatile giden eşlerden, kar maskelerinden, iplerden, evlere giriş noktalarından ve gizlenmiş anahtarlardan bahsederler. Bir de güvenlik sözcüklerinden bahsederler.

Sarı, yavaşla ve başka bir şeye geç demektir.
Kırmızı, hemen her şeyi durdur.
Yeşil ise, keyif alıyorum ve yaptığın şeye devam et demek.

Bu insanlar, küçük buluşmalarını nihayet ayarladıklarında ve kar maskeli adam belirlenen yerden eve paldır küldür girdiğinde, kadın imdat diye bağırabilir. Adam, onu yatağa bağlarken, durması için ona yalvarabilir. Para vermeyi önerebilir. Karşı koyabilir, ağlayabilir ve polisi arayacağını söyleyebilir ve adamın umurunda bile olmayacaktır. Ama ‘Kırmızı’ dendiği saniye, elektrik çarpmışçasına tüm temas kesilir.

Bu, öyle Pazar akşamı babanla haberlerde izleyeceğin türde bir şey değil.

Betül ise, giriş yapıyor ve bir konuşma penceresi açıyor. Her zaman konuştuğu kullanıcı ismini buluyor ve parmakları, “Hazırım,” yazıyor.

Tecavüz fantezisi ile ilgilenen herhangi bir kişi, bunun tarafsız bir alan olduğunu size açıklayacaktır. Sizin isteğiniz dışında gerçekleşmesi gereken bir şeyin gerçekleşmesini isterseniz, istediğiniz şeyi elde eder misiniz, etmez misiniz? Size soracaklardır ki, işkence görmek isteyen birine işkence ederseniz suç olur mu? Ve bu konuyla ilgili birazcık araştırma yapmış olan herhangi biri, size bu durumun üstünlükle, hâkimiyet kurmakla hiçbir alakası olmadığını söyleyecektir. Bu bir şiddet eylemi değil, aksine, kendini tamamen serbest bırakabilme özgürlüğüne sahip olabilmektir. Bu, saçından tutulup mağaralara götürülmenin, duvarlara yaslanıp zorla öpülmenin ve hoşlanılan kişinin yanında sızmış gibi yapmanın günümüze evrimsel tekabülüdür.

Bu bizim yarattığımız dünya. Bu dünya, bir kadına kapıyı açık tuttuğunuzda kendisinin kendisine yetebilen güçlü bir birey olduğunu söyleyip size dava açacağı, sonra da eve gidip Grinin Elli Tonu’nu okuyup kendini okşayacağı dünyadır.

Huzursuzca kıpırdanırken, çarşaflardan çıtır çıtır sesler yükseliyor. Ucuz otel odasında yatarken, Betül, nevresimlerde kuruyan milyarlarca doğmamış bebeğin havaya saçtığı beyaz tozları içine çekiyor. Seks ve paranın tuzlu bozuk para kokusuyla giderek kafası güzel olurken, annesini bulduğunda kadının yüzündeki ifadeyi hatırlamaya çalışıyor.

Şu anda bile, kapıyı yavaşça aralayıp içeriye sızan maskeli adam odaya girip onu tam çenesinden tokatlarken, ellerini yatağın başındaki direklere bağlarken, düşünebildiği tek şey kaldırımda yatan annesinin, Betül’ü bu noktaya getiren, bir türlü emin olamadığı yüz ifadesi.

Adam, Betül’ün kıyafetlerini yırtarak, parçalayarak çıkarıyor ve onu yüzüstü yatırıyor. Çaprazlama üst üste duran kolları sızlasa da, dirsekleri bileklerine batsa da gıkı çıkmıyor. Maskeli herif, tek eliyle kafasını yastığın iyice derinlerine bastırıyor, ve kumaşın minik deliklerinin arasından nefes almaya çalışırken, kurumuş sperm tozu ve ter ve kayganlaştırıcı ve tükürük genzinin arkasına yapışırken, Betül sonunda hatırlıyor.

Sıyrılmış eteğinin altında bir yerlerden sızan, kızılı korkunç bir şeyle karışmış, kahvaltıdaki ketçapla mayonez karışımının pembe olduğu gibi pembe olan kanı hatırlıyor. Annesinin vücudundaki her kesiği, her yumruk izini görebiliyor.

Oksijensiz kalmış beyni görüş alanında şimşekler çakarken, Betül; dövülmüş, istismar edilmiş, tecavüze uğramış, katledilmiş kadının, kaldırımda öylece, aroması tükenmiş, çiğnenmiş bir sakız gibi yatan annesinin yüzünde kocaman bir gülümseme görüyor.

Yastığa gömülmüş bir halde giderek bilincini yitirirken, Betül adamın çalan telefonunu duyuyor. Adam, devasa ağırlığını çalan şarkıyla aynı hızda üzerine tekrar tekrar bastırırken, Barış Manço’nun Dönence şarkısı odayı dolduruyor.

Simsiyah gecenin koynundayım, yapayalnız…

Yüzünde bir gülümseme açıyor ve yorgun düşmüş ciğerlerinde kalan son nefesiyle, yastığa gömülmüş kızın tek bir kelimeye gücü yetiyor;

“Yeşil.”

Spoiler: Göster
Yeni bir üslup denedim. Rica edersem parça pinçik edip, eleştirel olarak tabiri caizse içinden geçebilir misiniz? Çok teşekkür ederim şimdiden.


5
Kurgu İskelesi / İdrak Eşiği
« : 21 Eylül 2015, 00:45:38 »
Her şeyin korkunç, iğrenç bir şekilde kötüye gittiğini tam olarak hangi noktada idrak edersin? İstediğin kadar düşün, öyle veya böyle aynı şekilde olur.

Uzun bir iş gününün sonunda, patronunun bağırırken saçtığı tükürükler beyaz yakanda daha hala nemli nemli parlıyorken, nihayet eve vardığında yapmak istediğin tek şey karına sarılıp çocuğunu öpmektir. Bunun için yaşıyorsun. Eve adım atar atmaz, ortada bir sorun olduğunu, korkunç bir şeyin gerçekleşmiş olduğunu anlamazsın. Hayır efendim, öyle basit değil.

İçeriye girersin. Görünürde her şey yolundadır. Eşinin, dün geceki yıldönümü kutlamanızın ardından ne kadar akşamdan kalma olsa bile mutfak tezgahında harıl harıl havuç doğrayışında her şeyi değer kılacak huzuru görüyorsun. Ki, bu kadın öyle akşamdan kalma ki, terliklerini ters giymiş, dalgın gözlerle kestiği havuçları seyrediyor; ama bir şekilde bu sabah yataktan kalkabilmiş, bebeğinizin altını değiştirmiş. Bununla kalmamış, hiç yapmasına gerek olmamasına rağmen evi fırında yavaş yavaş kızaran tavuk derisinin çıtırdamalarıyla, nar kırmızısı kabuğun altında pişen sulu, yumuşak etin baş döndürücü kokusuyla doldurmuş.

Kötü hiçbir şey olmuş olamaz ki. Bu tür şeyler hep başkalarının başına gelir. Ayakkabılarını çıkarıyorsun, filmlerdeki gibi siyah çantanı koltuğa atıyorsun ve eşinin beline sarılıyorsun. Boynundan öpüyorsun ve o öyle dalmış gitmiş ki, eve geldiğini daha o an fark ediyor. Patates doğruyor şimdi de, şarkı mırıldanıyor. Ayaklarını kahve sehpasına koyup akşam haberlerini izliyorsun.

Yarım saat sonra diyor ki, yemek pişmek üzereymiş, sofraya gelecekmişsin. Fırından yayılan hafif kekikli, domatesli sos kokusundan kendini koparıyorsun ve fazladan fazladan salgılanmaya başlayan ağız sıvılarını kontrol altında tutmaya çalışıyorsun.

Dönüp baktığında, eve adımını attığın an bir şeylerin geri dönüşü olmayacak biçimde ters gittiğini anlamalıydın. Ama anlamıyorsun işte.

Bebeğinin beşiğine yaklaşıp içeride yatan, altına bebek bezi bağlanmış tavuğu gördüğünde anlıyorsun.

Artık çok geç olduğunda.

6
Tartışma Platformu / Çok Faydalı Bir Uygulama Tavsiyesi
« : 03 Eylül 2015, 13:02:31 »
Selamlar!

Yazarken bilgisayarını kullanan arkadaşlara bir önerim olacak. Bana çok büyük faydası dokunmuş, MS Word'e bakıp, "keşke şöyle olsaydı" dediğim şeylere sahip, verimliliğimi tavan eden ücretsiz bir uygulamayı size tavsiye edeceğim. İsmi Dark Room.

İndirme bağlantısı şöyledir.

http://jjafuller.com/dark-room/

Bir de ekran görüntüsü ekleyeyim de, fikriniz olsun. (Yazı renklerini falan ayarlayabiliyorsunuz.)

Ekran görüntüsü: http://prntscr.com/8c2rin

(Böyle reklam botu gibi geldim ama ben çok fayda görüyorum, siz de görün istedim :D )

Görüşmek üzere!

7
Kurgu İskelesi / DL-23
« : 03 Eylül 2015, 03:48:04 »
Elini bacağına koy. Kalçandan başlayarak aşağı doğru indiğinde, bacağının esnek olmasını sağlayan kaslardan biri olan rectus femoris kasını hissediyor olacaksın. Bisiklet denilen aletlerdeki spiral şeklindeki süspansiyon düzenekleriyle az çok aynı işe yarar. Şimdi de elini biraz daha aşağıya doğru indir ve diz kapağının biraz yukarısında dur. Bu, senin temelde dizini bükmeni ve daha etkili kullanımı sağlayan vastus medialis kasın. Şimdiyse elini bu iki kasının arasında bir yere, biraz yukarılara doğru kalan bir yere koy ve orayı bütün gücünle sık. Hatta iki elini birden kullan. Sonra, daha da sertçe sık.
Sıktığın bölgenin derinlerine doğru büyük bir çatal sokup, sürekli kıvırdığını düşün. Makarna yediğindeki gibi.

Dedem henüz küçük bir çocukken, bana anlattığına göre, her şey için ayrı ilaçlar varmış.
Baş ağrıları için, örneğin, aspirin denen şeyler alınırmış. Soğuk algınlıkları için, analjezik denen bir ilaç türü varmış. En basitinden içinde parasetamol bulunduran herhangi bir şey. Kanser için radyasyon. Bir yeri kırılan kişi, aylarca kırılan yerini sert bir maddeyle kaplayıp öylece yaşamaya devam edermiş. Her hastalık için en az altı farklı ilaç türü, tedavi türü olabiliyormuş.

Bazı hastalıklar içinse aşılar geliştirilirmiş.

Şimdi, bacağını sıktığın bölgenin daha da derinine, kemiğine doğru indiğini düşün. Rectus femoris ve vastus medialis kaslarının aralarına giriyorsun. Etli, kaygan bir sicime ulaşana dek kazmaya, yırtmaya devam et. Bu ipimsi şeyin ismi femoral sinirdir. Hani bacağını dışarıdan sıktığında biraz acımıştı ya? İşte o senin femoral sinirinin, aradaki yağ, doku, et, kas, deri katmanlarının içinden acıyı algılama miktarıydı. Şimdi ayı kapanına kısılmış bir hayvan gibi dişlerinle bu vıcık vıcık, esnek ipi dişleyerek kopardığını düşün.

Daha önce yaptığını biliyorum. Evet, yaptın. Yediğin kızarmış tavukları hatırla. Bazen budun içinde rastladığın o kırmızı çizgiyi. Şimdilik hayali çatalını kıvırmaya ve sinirlerini dişleyeme devam et. Bir yere varacağım.

İhtiyara göre hayat bize güzel. Büyük Pangea Birliğinin bilim adamlarının yaklaşık yarım asırlık araştırmalar, deneylerden sonra sonunda aşıyı buldukları günü anlatırken, yaşlı adamın gözleri buğulanıyor, bakışları ufukları arıyordu. Bu, o aşıydı. DL-23 aşısı. Her şeyin tedavisi olacak aşı. Kızarıklıktan kangrene, o günden sonra tek hastalığımız, ölüm hali olacaktı.
Dedeme göre, neredeyse mükemmeldi. DL-23 pahalıydı belki, evet, ama hayat boyu sağlık garantisi karşısında, paranın nasıl bir önemi kalabilirdi ki? Paranın devri bitmişti.
Mülkiyet mi? Her şey az çok bedava olmuştu zaten. Dünya, insanoğlunun sahip olabileceğinden çok daha fazla kaynağa sahipti artık.
Onlarca yıl süren dünya savaşlarından sonra bile, bugün, kuşlar şarkı söylüyor, ağaçlar bahar rüzgarında hafifçe sallanıyor.
Yeryüzünde cennetteymişiz gibi.

6. Dünya savaşı ve Büyük Pangea Birliği sağ olsun.

Gelgelelim her güzel şeyde olduğu gibi, yeni dünya düzeninin bir de ufak bir kötü yanı var.

Şöyle ki, DL-23 günlük olarak alınmak zorunda. Saniyesi saniyesine yirmi dört saat aralıklarla. Dedemin zamanında yaşamış olsaydım, ‘bağımlılık’ denen ufak, minik bir kavramla tanışabilirdim. Bağımlılık, temelde, dışsal bir öğenin vücudumuzun normalde kendi kendine ürettiği bir maddenin yerini alarak, vücudun bu maddeyi dışarıdan temin etmeye alışmasını sağlamak anlamına gelir. Yani dedemin deyimiyle, DL-23’e bağımlıyız. Bir saniye bile geciktirmek, kişinin hayatına mal olur.

Bu bağımlılık durumunun dâhiyane boyutuysa, hayatına zerre değer veren her vatandaş bu aşıyı almak zorunda olmakla kalmayıp, bağımlılığı yüzünden bu aşıyı arzuluyor, ve almak için ne yapılması gerekiyorsa onu yapabiliyor. Çünkü herkes biliyor ki, almazsan, ölümün saniyeler bile sürmüyor. Birileri şalterleri indiriyormuşçasına, veda yok, gözyaşı yok.

Alırsan yaşarsın. Kaçıracak kadar zayıfsan, unutkansan, yavaşsan, ölürsün.
Doğal seleksiyon.

İhtiyar bunu zor yolla öğrendi. Bileğindeki çalar saat susalı birkaç saniye olmadan yere serilmiş, yavaşça yuvarlanarak ondan uzaklaşan şırıngaya elini uzatmış, son nefesini çoktan vermişti.
Onu çok sevdiği, içinden tertemiz, şeffaf kaynak sularının aktığı, çevresi rengârenk çiçeklerle dolu nehrin kıyısına gömdük.

Kahrolmuştuk evet, ama biliyorduk ki, saatine bakmak onun sorumluluğuydu.

Gerçi ilaç vaktinin gelişini bilmek için saatinin olması şart değil. Yirmi dört saatinin dolmak üzere olduğunu anlamanın çok kolay bir diğer yolu var. Aşının önlemediği tek şey.
Doğru tahmin ettin. Bacağımdaki kıvrılmış çatal, sinirlerimi çiğneyen hayali dişler.
Kramp.
Ağrı kötüleştikçe çantamda ilacımı arıyorum ve saatim sıfıra doğru geri sayımını yapmaya başlıyor.
Şırınganın iğnesin koruyan plastik ucunu dişlerimin arasına sıkıştırıyorum.
İki saniyem var.
İğneyi kolumdaki katetere soktuğumda, geri sayım bitiyor ve saatim sıfırı gösteriyor.
İlaç damarlarımı doldururken aradan geçen nanosaniyelerde, bir göz kırpmanın yüzde biri kadarlık bir zaman için, eski bir kameranın patlayan bir flaşı gibi, dünyayı görebiliyorum.

Sonsuzluğa uzanan, gökdelenlerin iskeletlerinin aralarında prefabrike mavi beyaz evler görüyorum. Yıllardır ölü oldukları her hallerinden belli ağaçların aralarında gezinen, deforme olmuş bedenlerin yürüyüşlerini görebiliyorum. Radyoaktif yeşili göllerde yüzen kolsuz, kulaksız, burunsuz çocuklar görüyorum. Her yerde gözcü kuleleri, kulelere bağlanmış telsiz megafonlar görüyorum. Daha önce hiç görmediğim canlılar görüyorum. Evlerin önlerine bağlanmış ölü evcil hayvanlar, siyam ikizi gibi kendi boylarında tümörler taşıyan, uzuvsuz veya fazladan uzuvlu insanlar görüyorum.

Ellerinde şırıngalar taşıyorlar.
Gülümsüyorlar.

Gözümü açıyorum ve DL-23 damarlarıma doldukça kramplar kayboluyor.
Sırt çantamdan bir şişe çıkarıyorum, dereden, dedemin deresinden doldurduğum taze kaynak suyunu içiyorum ve sabah koşumun devamı için hazırlık yapıyorum. Ciğerlerime temiz hava çekiyorum, dibi görünen şeffaf sularda yüzen, gülüşen çocukları görüyorum. Kuşlar şarkı söylüyor, ağaçlar bahar rüzgarında hafifçe sallanıyor.
Yeryüzünde cennetteymişim gibi.




Sevgili dostlarım, bu aslında daha önceden yazmış olduğum bir hikaye. Bir yazar adayı olarak yazımımın ne şekilde değiştiğini, ilerleyip ilerlemediğimi görebilmek için aynı hikayeyi tamamen baştan yazdım. Sonucu böyle oldu, sizinle paylaşmak istedim. Hikayenin ilk halini merak edecek olursanız şuradan okuyabilirsiniz http://www.kayiprihtim.org/forum/sanki-t15321.0.html;msg145439#msg145439 . Kıyaslayıp yorum yapacak olursanız da bilmeyi çok isterim. Görüşmek üzere!

8
Güncel / İş ile ilgili bir anketimsi
« : 23 Ağustos 2015, 19:22:40 »
Merhabalar.

En kötü iş deneyimleriniz nelerdir? Sebepleriyle birlikte anlatabilir misiniz?

Benim için zamanında yaptığım palyaçoluk ve çağrı merkezi çalışanlığı en kötüleridir. Sıcağın altında otoyolun kenarında peruktan, kıyafetten nefre ede ede broşür dağıtmak çok kötüydü. Çağrı merkezinde de küfür, azar yiyip karşılık verememek berbat bir histi. Sizlerin deneyimlerinizi de almak isterim. Sevgiler.

9
Merhabalar dostlarım,

Epeydir bu forumda -çok olmasa da- aktif bir şekilde bulunmaktayım. Biliyor olabileceğiniz üzere ikinci kitabım üzerinde çalışmaya başladım.

Bu noktada yardımlarınıza ve tecrübelerinize ihtiyacım var. Şu sorularımı yanıtlayabilirseniz çok sevinirim:

- Daha önce intihar girişiminde bulundunuz mu? Bulunduysanız, hangi yolla? Neler düşündünüz, neler hissettiniz? ("Bir arkadaş"ınız da olabilir bu :) )

- Hiç intihar yardım hatlarını aradınız mı? Bu deneyimlerle ilgili bana bilgi verebilir misiniz? Neler konuşuldu?

- Feminizm hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Siz olsanız nasıl bir değişiklik yapardınız?

- Radikal feminist aile bireyleriniz, sevdikleriniz varsa, sıkıntı yaşadıysanız bunlardan bahsedebilir misiniz?

- (Sonradan eklenmiş soru: ) Hiç bozuk, çürük et yediniz mi? Tadı nasıldı? Neden yediniz ve ne hissettiniz?

Teşekkür ederim şimdiden.
Sevgilerimle.

10
Hep onların suçu. Şu, ‘öncekiler’in.

İkinci milenyumun hemen ardından, -21. yüzyılın başlarına tekabül eden zamanlarda- insanoğlu kendini evriminin en kötü evresine soktu. Düşüş evresi. Birden, besin zincirinin tepelerinden, en aşağılara düşüvermiştik. Her anlamda.

Bugün, ineklerin ve koyunların ve diğer canlıların koparıp da yedikleri bir çimenden daha zayıf olmamızın sebebi, o ikinci milenyum neslidir. En hafif öksürükte korkup yuttukları haplar. Vücut sıcaklığı yarım derece yükselir gibi olduğu an çiğneyerek tükettikleri, reçetesiz erişimlerinin olduğu antibiyotikler. Cinsel güç artırıcı küçük, mavi kristaller. Estetik ameliyat. Radyasyon yüklü elektronik cihazlar ve antidepresanlar.

Güneşin değişen ışınlarının tenimizi her an yakıp tüm ırkımızı yok etme ihtimalinin suçlusu deodorantlar, fabrikalar. Makyajın, kozmetiğin bıraktığı kalıcı hasarlardan, yaşlı yüzlerle doğan bebeklerden bahsetmek dahi istemiyorum.

İlkel televizyonlar ve piller ve daha yüzlerce şey.

Yüzyıllar geçti ve bir noktada umudumuz vardı. Bir şeyler başarıyorduk ve çok şey değişmişti. Bizi birbirimizden ayrıştıran şeyleri hayatımızdan çıkarmayı öğrenmiştik çünkü. Bizler, nefretle hayatta kalmayı başarmış bir neslin çocuklarıydık ve dersimizi almamız yüzlerce yıl sürmüş olsa bile, sonunda başarmıştık.

Irk diye bir kavram kalmamış olduğundan, o problem biraz kendi kendini çözdü aslında. Biz de silahları yok ettik. Dillerimiz bile artık farklı. Daha doğrusu bütün gezegen tek bir dil kullanıyoruz. Benim gibi tarihle, eski dillerle ilgilenen insanlar dışında bu yazdıklarımı kimse anlayamaz bile örneğin.

Teknolojinin ilerlemesini durdurmuştuk ve tek bir yenilik dahi getirmemiştik. İnsanoğlu teknolojiyi hak etmiyordu çünkü. 21. yüzyıl bunu kanıtlamıştı.

Dünyayı her şeye rağmen daha iyi bir yere getirmeye çalışmıştık ve elimiz tamamen boş değildi, ama ‘öncekiler’in tahribatları artık kalıtımımıza kodlanmıştı bile.

21. yüzyıl için, insanoğlunun altın çağı deniliyordu. Cinsel açlığın, safsata dinlerin imparatorluğu. Türümüzün en parlak dönemi. Pop müziğin, uyuşturucunun, insanların birbirleriyle tanışıp evlendirildikleri televizyon programlarının hükmettiği bir kaos. Medeniyetin doruğu... İnsanoğlunun ne istediğini bilmeyişinin en güzide örneği.

Onlardan bize kalan, yalnızca kırıntılar oldu. Bebeklerin cinsel hastalıklarla doğmalarının normal kabul edilişi oldu. Son televizyonu, son modemi ateşe verdiğimizde elimizde kalan tüketilmiş bir gezegen oldu. Son sigarayı söndürdüğümüzde, son alkol şişesini kırdığımızda, dünyamız sonuna kadar sıkılmış bir tüp olan Dünya oldu.

Bize kalan artıklardı. Kazanın dibindeki zehirli, yanık, yağlı kısım. Bizler arta kalanlardık.

Bakıldığında, belki de en aptal nesli değildi milenyum nesli. En zayıfı da değillerdi. Hatta oldukça zekilerdi. Tanklarıyla, kitle imha silahlarıyla, biber gazları ve soğuk savaşlarıyla da gayet güçlülerdi. Ama onları, bizi bitiren bunların hiçbiri değildi zaten. Bizi, insan denen yaratığı ve medeniyetimizi bu hale getiren; yani bir insanın ortalama yaşam süresinin otuz sekiz yıl olacağı noktaya getiren şey, tembellikleriydi.

Devlet diye bir şey vardı o zamanlar mesela. Bu ‘devlet’ten geçinerek yaşamaya çalışırdı herkes. Yatarak, kolay para kazanmak için; geceleri bacaklarına, kollarına kemerlerini, serum lastiklerini bağlayıp birbirlerinin uzuvlarını testerelerle kesenler... ‘Sakat yardımı’ tabiri o zamanlardan gelir.

Bugün doğan üç kişiden biri ya kolsuz ya da bacaksız doğar. Ortalama yaşam süreleri birkaç yıl. ‘Engelli’ kelimesi artık kullanımda değil çünkü yeryüzünde ‘engel’siz kimse kalmayınca, bir gün sözlüklerden silinmesine karar verilmişti.

Sorun tüm bunları bilmek de değildi zaten. Ağızları, burunları kanayarak bize bunları tarih dersinde anlatan öğretmenlerimiz de biliyorlardı sonuçta geçmişimizi. Ve onların öğretmenleri. Ve onların da öğretmenleri. Koca bir tür olarak yüzlerce yıl önce başarısız oluşumuzu bilmek bizi ne yazık ki çok etkileyememişti.

Bu yüzden, günümüz insanını öyle kolay şaşırtamazsınız. Korkuysa; yüzyıllar önce, sosyal medyanın dünyayı ele geçirmesiyle kaybolmuştu bile. Son insani dürtülerimiz, merhametimizle beraber. İşkence görmüş hayvanları seyrede seyrede, en çok kimin intiharı izlenecek diye, insanlık kendini öldürmüştü.

Bu yüzden bu sabah uyandığımda annemin, babamın, kardeşimin, köpeğimin halsizlikten zar zor hareket ettiklerini gördüğümde o kadar da sorun etmedim. Ateşleri vardı ve kusmaktan nefes alamıyorlardı. Problem değil.

Kahvaltımı hazırlayıp çantamı aldım ve okula gitmek için evden çıktım. Otobüse bindim. Şoförün gözleri yolu zar zor görüyor diye endişelenmedim, olabilirdi. Arada bir direksiyonun hakimiyetini yitirse de; ben ve bir otobüs dolusu ayakta uyuyan, öksüren, kusan, bayılan yolcuyu bir şekilde gideceğimiz yere kadar götürebildiğine göre...

Sorun yok.

Öğretmenlerimin ders anlatırken her gün giderek çürüyen bedenleri, kopup yere düşen uzuvları dikkatimi pek dağıtmadı.

Öğle yemeği arasında, sınıfımdan bir çocuk aniden fenalaştı sonra. Daha doğrusu, oracıkta ölüverdi. Sonrasında yemeğine yanlışlıkla birkaç damla fazladan yağ konduğunu öğrendik. Tabağından bir kaşık alması yetmişti. Sadece seyrettik. Hayatlarımızın herhangi bir gününden farksız.

Böyle şeyler çok normal artık.

O kadar normal ki, hastane diye bir kurum toplumumuzda artık yok. Gereksiz çünkü. En ufak bir hastalığın, veya hastalığı boş verin, birkaç öksürüğün bile ölümünüze sebep olacağı bir zamanda; ilaç kavramı da yok edilmişti. Morglar kalmıştı sadece. Yollarda yürürken düşüp ölen insanlar için seyyarları bile vardı.

...

Akşam olduğunda, sarı mavi parlayan güneş batıyordu. Eve dönüş yolculuğum boyunca camdan dışarıyı seyrettim. Ağızlarından iç organları dökülen yaşlılar; kaldırımlara böbrekleri, dalakları, bağırsaklarıyla birlikte kalan kuvvetlerini de damla damla bırakıyorlardı. Ölüyorlardı ve kimsenin umrunda değildi. Otuz beşinden sonra zaten yürüyen ölülerdi, kimse gözünü bile kırpmazdı o bunaklar için.

Ben, neslim, türüm; çok da kolay şaşırmıyoruz artık. Ayağını masanın kenarına çarpıp düşen, öyle ölen insanlara şaşırmıyoruz. Beş defadan fazla hapşırdığı için kalbi yavaş yavaş atmayı bırakan bile ölürken şaşırmıyordu, üzülmüyordu. Sitem ediyordu yalnızca. Günde iki defa alması gereken ilacın tüm kutusunu birkaç günde bitiren atalarına; yakıcı, kazan dolusu kaynayan bir öfke duyuyordu.

Yüzyıllar önce yaşamış, birkaç günlüğüne bile yatakta yatıp uyumaktan korkan pısırık büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-dedelerimiz yüzünden; kalplerimiz artık birkaç öksürükten sonra pes ediyordu ve bunu dert etmiyorduk. Birkaç şınav çekmeye çalışan ve oracıkta kollarını kıran aptallarınsa, vay haline!

Araçtan indim ve evimin ön bahçesine serilmiş cesetlerin üzerilerinden dikkatle geçtim. Kapıyı açtım ve odama girdim, bilgisayarıma açılması için komut verdim.

Hazır evde kime yokken müzik dinlemek istiyordum. Ailem müzik dinlememden çok korkardı, çünkü sesini doğru ayarlamazsam kulak zarlarım patlayabilir ve kalıcı olarak sağır kalabilirdim. Eskiden devasa kulaklıklarla otobüste, evde, yolda yürürken son ses müzik dinleyenlerin mirası. Onlara, ve gece kulüplerine giden ahmaklara selam olsun.

Sorun, hiçbir zaman beklediğin bir şeyin olmasıyla ortaya çıkmaz. Yani demem o ki, canınızı en çok sıkacak şeyler hep beklenmeyenlerdir. Sizi hazırlıksız yakalayandır.

Mutfağa gittim ve bir bardağa ılık su doldurdum. Süzgeçle içindeki pislikleri topladım. Önceki nesiller içilebilen suyla saatler süren duşlar, banyolar almamış; tuvalet sifonlarına içme suyu doldurup boşa harcamamış olsalardı, belki şu an birilerinin arıtılmış sidiğini içiyor olmazdım. Ama buna da sevinebilmeyi öğrenmiştim. Benden sonrakileri çok daha kötüsü bekliyor olacaktı.

Hep onların suçuydu, şu ‘öncekiler’in. Aldığımız her nefesin ayrı bir işkence olmasının sebebi insanoğluydu. Yedi katlı cehennem gerçekten vardı ve zemin katı Dünya’ydı.

Mutfak tezgahının önünde elimde tozlu bir su bardağıyla duruyor; bir yandan düşünüyordum. Dışarıda yürürken ayağı takılanları, kalp krizi geçirenleri, yanlışlıkla birbirlerine çarpınca oracıkta bütün kemikleri kırılan yabancıları...

Alışmıştım artık, sıkıntı değildi hiçbir şey.

Kendimi tutamayıp sert bir şekilde hapşırdığımda kendimi öldürebileceğim ihtimali sorun değildi.

Bunların hepsi olağandı ve normaldi.

Dedim ya; sorun, hazırlıksız yakalandığınızla başlar. Beklenmeyenin gerçekleşmesiyle başlar.

Sorun sokaklarda can çekişerek ölen insanlar, seyyar morgların onları kaldırıp yakmalarını sessizce bekleyen cesetler değildi. Bunu bekliyorduk zaten.

Beklemediğimiz şey ise, ölülerin ayağa kalkmaya başlamasıydı.



Sentetik Distopya kitabım an itibariyle yayımlanmıştır. Bu hikayeyi sizinle şahsen paylaşmak istedim, ilgilenirseniz kitabı tüm kitap sitelerinden temin edebilirsiniz.

Sevgiler ve saygılarla.

11
Kurgu İskelesi / Sürgün
« : 27 Nisan 2015, 18:00:24 »
Genelde işlerin kötüye gittiğini, hayatının elinden yavaş yavaş nasıl alındığını ancak çok geç olduğunuda anlarsın. O ünlü cümleyi kurarsın hatta, – Bu noktaya nasıl gelebildik?- ama ben ilk saniyesinden beri görebiliyordum işte. Görebilmiştim, görüyorum, ama elimden hiçbir şey gelmiyor. Sessizce izleyebiliyorum sadece.

Her şey onun bir gün hayatıma öylece, evet ansızın, belirmesiyle başlamıştı. Ne olduğunu bile anlamamıştım. Korkmuştum hatta. Bir anlığına gözlerimi kapadım, açtım, ve oradaydı. Yalnızdım. Konuşacak kimsem yoktu. Bilen bilir, manevi sefaletin öyle bir noktaya vurur ki bazen, gerçekliğin sınırları gizli gizli silerler kendilerini. Ve bir bakmışsın ki artık hangi tarafta olduğunu tam olarak kestiremiyorsun.

O da o anda gelmişti. Bana başka hiçkimseye anlatamayacağı en derin, en ayıp, en kirli sırlarını anlatmıştı; ben de benimkileri ona anlattım. Kısa sürede hayatım boyunca hiç sahip olabileceğimi düşünmediğim, sıkı ve yakın bir dostum olmuştu. Hani bir şeye ihtiyacın olduğunu, ona sahip olunca anlarsın ya, bizim de birbirimize ihtiyacımız varmış o güne dek. Bilmiyorduk sadece.

Okulda normalde yalnız oturulan sıralarda, yemekhane masalarında artık iki yakın, hatta en yakın arkadaştık. Kimse yanına oturmak istemediği için boş bırakılan otobüs koltuğu artık kalıcı olarak doluydu. Yıllar sonra birbirimizle gülmeyi, paylaşmayı öğrenmiştik. Sınırların canları cehenneme.

Bir de aileyi öğrenmiştik. İnsanların arasına çıkmanın önemini en yakınlardan başlamak kadar doğal bir şey olabilir miydi? Öğrenmiştik. Biz onları öğrenmiştik ama, aile bizi bir türlü öğrenmeyi istemiyordu. Önce görmezden gelmeler, sonrasında kıs kıs gülmeler… Aldırış etmedim. Bilemezlerdi. Sonra azarlamalar, kavgalar, kızmalar, odaya kapatmalar…

– Gerçekle hayali ayırt edemiyorsun, diyip dururlardı. En sevdikleri cümleydi. Hiç anlamaya çalışmadılar ki. Bazen bu yüzden bir köşede sessizce ağlardı. Ben de onunla ağlardım, ama beni her zaman teselli ederdi. Zavallım. Her şeye rağmen beni mutsuz görmeye dayanamazdı.

Çok değil, birkaç hafta önce psikoloğa götürmüşlerdi bizi. Zaten her şey yokuş aşağı gitmeye o gün başlamıştı. Zar zor kurduğumuz mutluluk kalemiz kuşatılmaya o gün direnmeyi bırakmıştı. “Hayali arkadaş…” diyip duruyordu gözlüklü, kravatlı adam. Bilmiyordu ki, sırf bir şey ‘hayal’ diye, gerçek olamaz mıydı? Aşk mesela, gerçek değil miydi o zaman? Peki dostluk?

Bunları düşünedurayım; çarklar dönmeye başlamış, tedavilere, telkinlere başvurulmuştu bile. Mancınıklar surlarımızı gofretten yapılmışlarcasına un ufak ediyor, bizi savunmasız, iki çelimsiz asker başımıza bırakıyorlardı.

Tüm bunlar yalnızca son iki hafta kadarlık bir sürede oldu. Bu noktaya böyle geldik. Ve şimdi, şu an, aynı ahşap kaplı ofisin meşin koltuğunda uzanıyorken biz, hala elimden hiçbir şey gelmiyor.

– Evet, neymiş bakalım o zaman? diye soruyor psikolog, yüzünde tatmin olmuş gülümsemesiyle.

Onlar konuştukça, ağızlarından çıkan her kelimeyle sınırlar tekrar çiziliyor. Her bir heceyle biraz daha hafifleşiyorum. Yok oluyorum.

– O gerçek değilmiş, hayalmiş, diyor arkadaşım. Mutsuz ama umutlu, karamsar ama kararlı. Acı bir ilacı yutar gibi.

Son bir umutla dostumun ismini haykırıyorum. Duymuyor. Kalemizin kapıları ardına kadar açılıyor, kızarmış yaban domuzları ve üzümlü şarap kokularıyla fatihlerini içeriye davet ediyor. Sesleniyorum, bağırıyorum, yalvarıyorum; kimse dönüp bakmıyor.

12
Kurgu İskelesi / Cennete On Saniye
« : 19 Şubat 2015, 18:50:35 »
Bir nefes daha alabilmek için çaba göstermek zorunda olduğunuz gün, ruhunuzun öldüğü gündür derler. Bir nefes daha almakta bir anlam görememeye başlamaksa yalnızlıktan başka bir şeyle bağdaştırılamazdı. Ve benim yalnızlığım öyle bir hal almıştı ki, ölsem kimsenin farkına varmayacağı düşüncesi bile, tek başına beni üzmeyi bırakalı çok olmuştu. Yaşayan son akrabam bu dünyadan göçeli, sevgilim ne kadar eşyası varsa toparlayıp evi terk edeli, dostlarım yavaş yavaş hayatımdan silinip nihayetinde yok olalı sanki yüzyıllar geçmişti. Nasıl desem… Yalnızlık, soyutluğunu kaybedip odayı kaplayan bir duvar kağıdıydı artık. Uyuyamıyor, uyanamıyor, bir insan olarak işlevlerimi yerine getirmekte zorlanıyordum. Bununla başa çıkmak da öyle kolay değildi, anlamalısınız. Biraz da “yardım” almadan, mümkün bile değildi.

Ve geçen hafta, varlığımı sürdürmek için kullanabileceğim son cılız bahanem olan işimden kovuldum. Doğrusu, ecza dolabındaki ağrı kesicilerin sayısındaki tutarsızlığı fark etmelerinin bu kadar kısa zaman alacağını düşünmemiştim. Öyle ki, iddialarını yalanlamadım bile. Nasılsa hiçbir şeyin anlamı yoktu öyle değil mi? Eşyalarımı bile toplamadım. Öylece terk ettim binayı.

Her şey ilanı gördüğümde değişti. İkişer, üçer aldığım ağır ilaçların uyuşturmuş oldukları beynim, gidecek başka bir yer düşünemediğinden yine karanlık, nemli evime yürüyordum. Güneş, tenimi pürüzlü diliyle yalayan bir kediydi, iyi niyetliydi, canımı yakıyordu. Gölgenin serinliğine sığındım ben de, ve cebimdeki küçük plastik kutudan avucuma boşalttığım dört ufak, beyaz hapı ağzıma attım. Yutkunabilmek için başımı havaya kaldırdım ve gözlerimi kapadım. Yer çekimi benden biraz daha ümidini kesiyordu, şişman çocuğun ipini bir türlü bırakmadığı bir uçurtmaya dönüşüyordum. Tatlı bir karıncalanma ele geçiriyordu bedenimi, uzuvlarım hissizleşiyordu. Varlığım, havada yüzmekte olan, kapalı bir çift gözden ibaretti. Gözlerimi açtım ve yanımdaki elektrik direğine yapıştırılmış beyaz üzerine mavi harfler dikkatimi çekti;

“HAYATTA BİR AMACINIZIN KALMADI MI? YAKIN VEYA UZAK GELECEĞİNİZDE ELLE TUTULUR HİÇBİR ŞEY YOK MU? BİZİ ARAYIN, BU DURUMU DEĞİŞTİRELİM!”

Hayatımı hafızamın uzanabildiği kadar gerilerden başlayarak gözümün önünden geçiriyorum. Önümdeki beş yüz yıl kadarlık uykumdan önce hatırladığım son şey, beni bu noktaya getirmiş olan o ilanı gördüğüm gün oluyor. Dudaklarım istemsizce kıvrılıyor. Bir hiçkimse değilim artık. Sefil, yalnız bir uyuşturucu bağımlısı değilim. Tarih yazacağım. Tarihin bir parçası olacağım. Hatta, tarihin kendisi olacağım.

İçinde yattığım küçük kapsül teknolojinin en üst mertebelerince benim, ve yalnızca benim vücudumun şekline göre, yalnızca benim rahatlığım için tasarlandı. Hayati faaliyetlerimi benim yerime sürdürecek olan ufak tüpler, borular, ve isimlendiremediğim diğer sayısız küçük alet… Hepsi denendi, onaylandı ve kullanıma hazır. Bu kapsülün içinde, yaklaşık beş asır kadar bir süre boyunca, ölmem imkansız.

Ve son kontroller yapılıyor, imzalar atılıyor. Elinde devasa şırıngasıyla, beyaz önlüklü bir doktorun heyecanlı adımları steril odada yankılanıyor. Beni cesaretlendirmek adına bana küçük bir gülümseme bağışlıyor ve beni beş yüz yıllığına suni bir komaya sokacak sıvıyı damarlarıma enjekte ediyor.

– Gelecektekilere bizden selam söyle! diye şakalaşıyor benimle doktorlar.

Ondan başlayarak geriye doğru saymam söyleniyor ve kapsülümün kapıları kapanıyor. Cennete doğru geri sayım başlıyor. Dokuz…

Tatlı bir karıncalanma ele geçiriyor bedenimi, uzuvlarım hissizleşiyor. Ah, evet. Bu seferki hepsinden daha kuvvetli. Gözlerimi kapatıyorum. Makinelerin sesleri müziğe dönüşüyor. Dünyanın dönüşünü hissedebiliyorum. Altı…

Vücudum beş asırlık uykusuna dalıyorken, vücudumun bu hissi tanıdığını fark ediyorum. Buna fazla alışmış olduğumu. Bir şeylerin çok yanlış gittiğini fark ediyorum. Başvuru formunu doldururken, birkaç “ufak” detayı atlamanın devasa bir hata olduğunu fark ediyorum. Ve yer çekimi bu defa benden ümidini tamamen kesiyor, ama şişman çocuk uçurtmanın ipini inatla bırakmıyor. İki…

Daha az önce içimi rahatlatan gerçek, yavaş yavaş esaretimi mühürleyecek olan sihirli cümleye dönüşüyor. Kelimeler kafamın duvarlarına çarpa çarpa aklımda dolaşıyor: ‘Bu kapsülün içinde, yaklaşık beş asır kadar bir süre boyunca, ölmem imkansız.’

Ağladığımı biliyorum, ama gözyaşlarım akmıyor. Ne kadar çığlık atarsam atayım, dudaklarım kıpırdamıyor.

Sıfır.

13
Kurgu İskelesi / Kardeşimle Akşam Yemeği
« : 03 Aralık 2014, 00:39:34 »
“-Sigara içmek. Kesinlikle sigara içmek.”

Bir tek akbabalar eksik. Onların dışında, her şey tam olması gerektiği, tam kafanızda canlandırdığınız gibi. Filmlerdeki gibi.

Hani resim dersinde çizdiklerimiz gibi. Tek fark, o üzerinde iki hindistan cevizi ağacı olan ufak adanın olmayışı.

Pantolonlarımız paçalarından gidişli gelişli yırtık, gömleklerimiz yakalarından iyice sarkmış, sakallarımız uzamış… Tüm o klişelerin tamamı. Bir de o sarı acil durum kurtarma botu. Bir de az önce içtiğim son damla içme suyumuz.

Klasik gemi kazasından kurtulmuş iki adam sahnesi. Bir de sonunu göremediğimiz bir okyanus.

Çizdiğimiz resimlerdeki adamların, nedense kocaman pastel dudaklarla gülümsedikleri sahne.

Tamam kabul, tembellik ediyorum.

Ama edebiyat dersinde de hiçbir zaman böyle durumları anlatmayı öğretmezler. Veya coğrafyada işinize yarayabilecek ne kadar bilgi varsa zaten hepsini çoktan unutmuşsunuzdur.

Hem güneşin ışınlarından ter damlalarımızın, gözeneklerimizden çıkar çıkmaz buharlaşmalarından bahsetmemin size bir faydası olacağını düşünmüyorum.

Veya o çizgi filmlerdeki kahramanlar çok acıktıklarında arkadaşlarını devasa bir tavuk olarak görmeleri esprisinin, aslında espri olmayışından.

Belki de kimse terli, uzun sakallı, aç ve susuz bir şekilde; güneşin altında lastik bir botta yatmanın ne kadar rahatsız olduğundan bahsetmemiştir, ama bunu kim neden bilmek istesin ki?

Yani demem o ki; başınıza gelecek olsa da olmasa da, gerçekten okyanusun ortasında kimbilir kaç gün boyunca aç ve susuz yatan iki kardeşten biri olmanın nasıl bir his olduğunu gerçekten bilmek istiyor musunuz?

Hiç sanmıyorum.

Çünkü belki kurtarılana, veya –ve muhtemelen- ikimiz de ölene dek; en çok neyi özleyeceğimizi birbirimize sırayla sayarken, ben bile nasıl olduğumu bilmek istemiyorum.

“- Oğlumla top oynamak.” Diyor karşımda oturan sakallı, az pişmiş, yağlı biftek. Gözleri yavaşça kapanırken, göz bebeklerinin de eş zamanlı olarak kafatasının içerisine doğru yuvarlandıklarını görüyorum.

Pastel dudaklarımın çatlaklarına tünemiş sinekler bile burnumun gölgesinden çıkmaya korkuyorlar.

“- Cips yemek.” Diyorum artık bayılmış olan kardeşime ve dudak çatlaklarımı oluşturan katmanlardan birini dişlerimin arasına sıkıştırıyorum. Kurumuş dudak derimi dişlerimle soyuyorum. Yiyemeyeceğim bir muz kadar sonra ölmüş olacağım.

İçemeyeceğim bir sigara kadar.

Susuzluktan iyice yoğunlaşmış kanımın tadı ağzımda sıcak ve demirli bir domates çorbası.

O eski sözü hatırlıyorum. Hani yok mu;

‘Bir insan, kusmadan litrelerce kan içebilir.’

Ve yutkunuyorum.

Bilmem kaç yüz derece sıcaklıkta terli sırt derim, üzerinde yattığım devasa lastik muzun yüzeyine yapışmış, en ufak hareketimde ‘şiuuup’ benzeri sesler çıkarıyor.

Ve biliyor musunuz,

Ölüme yiyemeyeceğim bir öğün yemek, içemeyeceğim bir bardak su kadar yakın olmasam; acil durum ‘kurtarma’ botunda ölmenin muhteşem tezatına kıkırdayabilirdim.

Onun yerine karşımda gözleri kapalı yatmakta olan küçük kardeşimin nabzını ölçüyorum. Henüz ölmemiş, ama muhtemelen çok vakti yok.

Son dakikalarında, birlikte büyüdüğüm adamın elini tutuyorum.

Okyanus, gökyüzüne karışıyor.

Hani şu herkesin oynadığı oyunu oynarken, canımız sıkılınca; karakterleri havuza sokup merdiveni sildiğimiz gibi, tanrı da ufuk çizgisini siliyor olsa gerek.

Beş dakika geçiyor ve kardeşimin nabzı yavaşlıyor, ve yavaşlıyor, ve yavaşlıyor…

Ve akbabalar hala ortalıkta yoklar.

Kimse ev ekonomisi dersinde oturup karşınıza, okyanus suyunun tuzu ve güneşin sıcaklığıyla kurutulmuş et yapmayı öğretmez.

Ve hiçbir biyoloji öğretmeni size durduk yere, siz sormazsanız, kan içmenin susuzluğunuzu giderip gidermeyeceğini söylemez.

Bazı zamanlarda bilgi, lise öğretmenlerinin ağızlarından veya devletin bastığı ucuz ders kitaplarından gelmez.

Bazen bilgi, ağzınızın içinde iplik iplik ayrılan, damağınızı kanla dolduran, dişlerinizin kesemeyip yalnızca ağzınızda ezip durduğunuz vıcık vıcık bir kas yığını şeklinde gelir karşınıza.

En çok özleyeceğim şeyde kesin kararımı kılıyorum.

Yediğim ne kadar az pişmiş biftek varsa gözümün önüne getiriyorum.

“- Kardeşimle akşam yemeği.” diyor pastel dudaklarım güneş batarken.

Akbabalar gelmeyecek.

Yutkunuyorum.

14
Merhaba saygıdeğer Kayıp Rıhtım üyeleri, yazarları, takipçileri...

Yakında gerçekleşecek olan KONTAKT kısa öykü yarışmasına katılmaya çalışacağım. Hikayelerimi okumuş olan arkadaşlarım varsa şayet, bana hangi konularda kendimi geliştirebileceğimi düşündüklerini söyleyebilirler mi? Mümkünse olumsuz eleştiri istiyorum sadece. Yerden yere vurun. İçimden geçin! :)

Sevgilerimle;

Andrey

15
Kurgu İskelesi / Oğluma Mektup
« : 23 Ağustos 2014, 02:32:02 »
Selamlar herkese. Uzun zamandır ortalıkta olmadığım, hikayelerinizi okuyup sizinle hikayelerimi paylaşamadığım için çok özür dilerim. Kendimi biraz geliştirmekle, okulumla, işimle, kişisel hayatımla uğraşmakla meşguldüm. Gerçi hala meşgulüm ama sizi çok özledim. Umarım beğenirsiniz, yorumlarınız bildiğiniz gibi benim için çok önemlidir. Güzel kalın dostlarım. Daha fazla uzatmıyorum ve hikayeme geçiyorum;



Canım oğlum, öncelikle merhaba!

Bu mektubu büyüdüğünde okuman için yazıyorum. Şu an annenin karnına yeni girmiş sayılırsın, daha bir gün olmadı! Bu satırları okuyor olacağın zaman artık kocaman adam olmuş olacaksın. Ah, o günleri görebilirim umarım! (Hafızamla ilgili ufak bir problemim var da. Umarım kalıtsal değildir.)

Senin oğlumuz olacağını ona söylediğimde annen nasıl çığlık attı, nasıl ağladı bir görsen! Rahminden kan boşalıverdi, biliyor musun? (Başta korktum tabii, ancak bunun -özellikle çok yoğun duygular yaşandığında- ara sıra olabileceğini bir yerde okumuştum diye hatırlıyorum sanki, yani olumsuz bir şey olacağını hiç sanmıyorum.) İnanır mısın, heyecandan bayıldı bile! Ayılması için saatlerce uğraştım, zavallım bir türlü uyanmak bilmedi. (Annen her zaman duygularını şiddetli yaşayan, narin bir kadındı.) En sonunda gözlerini açabildiğinde yüzünü güzelce yıkadım. Başında durdum bir süre, sonra uykuya daldı zaten.

Hala uyuyor şu an, ve bu iyi bir şey galiba. Gazetelerden ve televizyondan hamilelerin bol bol dinlenmesi gerektiğini önceden öğrenmiştim diye hatırlar gibiyim. (Televizyon izlemeye bayılıyorum. Hele şu belgeseller yok mu! Geçenlerde bir tanesinde bir kuşun yumurtalarını alıp başka bir kuşun yuvasına koymuşlardı ve hiçbir sorun olmadan yavru yumurtasından çıkıvermişti. Bir gün birlikte de izleriz, istersen eğer.)

Annenin karnında ilk tekmeni hayatımın sonuna kadar hatırlayacağıma eminim ama. İkimiz de gözyaşlarımızı tutamamıştık oğlum. Hatta annen gözyaşlarının, çığlıklarının arasından: “Böbreğime tekme attı, böbreğim acıyor!” diye bağırıvermişti. Ama ben biliyorum, futbolcu olacaksın büyüyünce.

Sürekli annenin ağlıyor ve acı çekiyor olmasından bahsettiğimin farkındayım -birkaç saat önce o kadar acı çekiyordu ki bir noktada artık onu yatağa bağlamak zorunda kalmıştım-; ve yalan söyleyemeyeceğim, hamilelik ne yazık ki ona pek yaramadı. Ancak eminim ki seni eline alıp başını okşadığında her şeye değecektir, bu konuda bana katılacaktır. Hiçbir ebeveyn çocuk sahibi olmaktan daha büyük bir mutluluğa erişemez çünkü kanımca, sence de öyle değil mi?

Sahi, çocuk sahibi olmaktan bahsettim de, bugün polisler çaldı kapımızı. Annen yerinden kalkamadığından ben açtım kapıyı. Şehir merkezindeki hastanede yeni doğmuş bebeklerin arasından bir oğlan çocuğu kaçırılmış, kaçıranı arıyorlarmış! Fotoğrafını gösterdiler bir de, görürsem diye. Süper kahramanların süslediği, mavi ve kırmızı bir battaniyeye sarılmış; minicik, küçücük bir oğlan çocuğu…

Dünya gerçekten de mutsuzluk, sefalet, hayal kırıklığıyla dolu bir yer olabiliyor güzel oğlum. Sen sen ol, dikkat et kendine. Eşinin hamileliğinde bir dediğini iki etme, ona iyi bak, onu ve bebeğinizi tehlikelerden koru! Mesela ben seni annenin karnına yerleştirdiğimden beri bir saniyeliğine olsa dahi odasından çıkmasına izin vermedim. Ne kutsal bir şey bir cana can katmak; bir canın içinde ikinci bir can daha var etmek! Ve kutsal şeyleri daima korumalıyız oğlum, bunu aklından çıkarma.

Annen hakkında o kadar konuştum ki, kağıdımda başka şeylere hiç yer kalmamış oğlum. Biraz da annenle -ve seninle- ilgileneyim. Söylemiştim ya, başlarda muazzam acılar çekiyordu, neyse ki saatlerdir çıtı çıkmıyor. Ama sana bir şey diyeyim mi? Kadıncağızın buna çok ihtiyacı vardı güzel oğlum, sana çok ihtiyacı vardı. Geçen haftalarda doktorumdan muayenemin sonuçları geldi. Testislerimde doğuştan beri var olan bir hastalık sonucu kısır olduğum, asla bir evlat sahibi olamayacağım yazıyordu.

E haliyle, böylesi bir mucize aklının ucundan bile geçmemiştir eminim. Sabah eve girdiğimde elimde mavili kırmızılı, arasından ağlama seslerinin geldiği battaniye yumağını gördüğünde heyecandan ne yapacağını bilemedi, başladı ağlamaya.

Bir yerlerde hamilelikte çok uyunduğunu okumuştum galiba, ve inanır mısın oğlum; yaklaşık on beş saattir hareketsiz yatıyor kadıncağız. Ateşi var sanmıştım ama teni buz gibi, sorun yok yani. Hem acısı geçtiğine göre bağlarını da çözebilirim artık. Ayrıca yerleri daha yeni silmeme rağmen yine kapısının altından ufak ufak kanlar sızmış, bir bezle sileyim hemencik.

Umarım zamanla ağrıları hafifler. Bu kocaman göbeklerle tam dokuz ay nasıl yaşıyor kadınlar, onu hiç anlamış değilim zaten. Baksana annene, ne acılar çekti, ne çok ağladı! Bunca saattir ölü gibi yatmasından bahsetmiyorum bile, ve daha hamileliğinin ilk günü bile bitmemişken! Karnının ilk günden bu kadar şişebileceğini hiç bilmiyordum!

Bak dalıp gidiyorum yazmaya iyice, bugünlük yeterli. Daha birçok mektup yazacağım sana, hiç şüphen olmasın canım oğlum benim.

Seni çok seviyorum oğlum, güzel oğlum.

Baban

Not: Bir yerlerden polis sirenleri duyuyorum, gittikçe yükseliyor sesleri. Umarım yakınlarda kötü bir şey olmamıştır! Belki görmüşümdür de hatırlamıyorumdur. Ah şu hafızam neden bu kadar kötü? Masamda süper kahramanların süslediği, mavi kırmızı renkli, kan lekeleriyle dolu bir battaniye buldum ve nereden geldiğine dair en ufak bir fikrim yok! Çok ilginç değil mi?

Sayfa: [1] 2