Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Cobain

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Kumarbaz
« : 20 Haziran 2016, 12:13:04 »
KUMARBAZ

Son iki aydır evimi geçindirmek için herhangi bir çaba içerisinde değildim. Çalışmıyor ve elime geçen az miktarda parayı içkiye yatırıyordum. Hayatım boyunca bir kere bile ağzıma sürmediğim içkiye karşı son iki aydır, tuhaf bir şekilde, bağımlıydım. Onsuz bir hayat hiçbir anlam ifade etmiyordu benim için. Yorgun olduğumda, kendimi iyi hissetmediğimde, karımla kavga ettiğimde ve son iki ayın her gecesinde mutlaka içiyordum şu illeti. Artık öyle bir durumdaydım ki; hangi içkinin daha kaliteli olduğunu, koklamaya cesaret edemeyeceğiniz o mide bulandırıcı kokusundan rahatlıkla anlayabilir hale gelmiştim.

  Çoğu gece beş parasız gittiğim barda, edindiğim birkaç arkadaşımdan borç para alarak içiyordum. Gel zaman git zaman borçlarım kabarmaya başladı. Zaten sefilin tekiydim ve borçlarımı ödeyebileceğim tek kuruşum yoktu. Artık kimse borç para vermeye yanaşmıyordu. Hatta bardan içeriye girer girmez, sanki oraya geleceğimi biliyormuş gibi, beni öldürmeye yemin etmişçesine hemen üzerime üşüşürlerdi. ‘Borçlarını ödeme vakti geldi, Nico’ diyorlardı bana. Oysa birçoğu benden çok daha iyi durumdaydı.

  Giderek artan borçlarım yüzünden bara gidecek cesareti bulamıyordum. İçki içemez olmuştum ve bu, kötü hissetmeme neden olmuştu. Eve geç saatlerde dönüyordum; bu yüzden karımla sürekli kavga etmeye başlamıştık. Ailesinin artık bize yardım parası yollamayacağını, bir işe girip çalışmam gerektiğini geveleyip duruyordu. Karım Sophia mızmızın tekiydi. Çenesi bir kere açıldı mı kapanmak bilmezdi. Bir ay boyunca aynı şeyi söyleyip durdu. Evinde yemek dumanın tütmesini istediğini ve benimle beraber çok daha mutlu bir hayat yaşamayı arzuladığıyla ilgili birkaç saçmalıktan bahsetti. Bense onun söylediklerine aldırış etmiyordum. Sabrediyordu ama ben, sabrının bir gün tükeneceğini anlamıştım.

  Yine bir sabah yatağıma uzanmış, içki parasını nereden bulabileceğimi düşünürken bana seslendi.

- Seni tembel herif! Nereden buldum senin gibi ayyaş ve züğürt bir adamı bilmiyorum.

  Her zamanki gibi saçma sapan konuşuyordu işte. Şehirde benden başka onunla evlenecek aptal bir erkek yoktu. Oldukça çirkin bir kadındı ve iyi yemek yapmazdı. Alnından gözlerine ve oradan da ağzına doğru inen keskin bir yarası vardı. Evde kalmadığı için bana dua edeceği yerde azarlıyordu.

- Kapa çeneni kadın! Karnım açıktı, yemek yap bana.

- Eğer yemek istiyorsan, diye bağırdı Sophia, çalışmak zorundasın. Evde hiçbir şey kalmadı. Bütün paramızı aç domuzlar gibi yedin bitirdin.
 
- Düğün çeyizini sat o zaman! diye karşılık verdim ben de.

  Duyamadığım birkaç kelimede daha sarf ettikten sonra odama geldi. Hışımla kolumu tuttu ve beni yataktan yere doğru çekti. Her şey çok ani gerçekleşmişti; hiçbir şey yapamadım ve olduğu gibi yere serildim. Afallamış bir halde Sophia'ya baktım. Gözleri ateş saçıyordu.

- Çeyizimi asla satmam, anladın mı ? Onlara elini sürdüğünü görürsem gebertirim seni!

- Aptal kadın! diye bağırdım kendimi tutamayarak. Çeyizini satmazsan açlıktan öleceğiz. Kışın yağan yağmur çatıdan içeriye giriyor, yakında ev de başımıza yıkılır. O zaman anlarsın...

- Önce kendine bak ayyaş seni! Sabahtan akşama kadar evde pinekleyip duruyorsun. Ayağa kalkacaksın ve şehre inip iş bulacaksın. Eğer iş bulmazsan ailemin yanına giderim, sen de burada açlık ve pislik içinde geberip gidersin.

- Beni tehdit mi ediyorsun?

- Evet, seni tehdit ediyorum. Yeter artık, yeter! Anlamıyor musun? Bıktım usandım senden ve bu boktan hayatımdan.

  Bir an Sophia’nin gözlerinden yaşlar geldi. Ağlamak istemediğini ama buna engel olamadığını biliyordum. İnsan zor durumdayken ağlamak istemez; bunun bir kabullenme ya da pes etme göstergesi olduğunu düşünür. Ama Sophia’nın buğulanan sesi, gizlemeye çalıştığı pes etmişliğin kanıtıydı. Her şey anlaşılıyordu. Karım, tükenmişti. Yolun sonuna yaklaşmıştı. Ona baktığımda yürüyen bir ruh görüyordum artık. Ama bundan bana ne! Tanrım, benim tek derdim içki. Damarlarımda hissetmek istediğim tek şey o!

  Sophia, iki eliyle yüzünü kapadı. Kendini toparlamış göründükten sonra:

- Sana her gün kalk ve iş bul demekten sıkıldım. Başkalarının evinde hizmetçilik yapmaktan, hayvanlarının dışkılarını temizlemekten de… Şimdi ayağa kalkacak ve derhal şehre ineceksin, anladın mı? Bulacağın iş ne olursa olsun çalışacak ve evine para getireceksin. İşte o zaman yemeğini de yersin.

  Karım Sophia’nın söyledikleri normal birini kamçılayabilirdi ama bana pek bir anlam ifade etmemişti. Ben içki içmek istiyordum. Çalışmamak istiyordum. Oturduğum yerden para kazanmaktı tek arzum. Eski Nico değildim artık. Değişmiştim.

  Ancak öte yandan, eğer bir iş bulup çalışırsam içki için gereken parayı da bulabileceğimi biliyordum. Ne yazık ki tükenmiştim. Çalışamayacak kadar yorgun ve güçsüzdüm. Karımın beni kolumdan tutup yere savuruşunu tekrar düşündüğümde aslında ondan ne kadar da aciz bir halde olduğumu fark ettim. Karım bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Bu inanılacak gibi değil !

- Madem öyle diyorsun şehre ineceğim ve iş bakacağım, dedim yalan söyleyerek.

- İş bulmadan evin yanına bile yaklaşayım deme sakın.

  Paçaları ve dizleri yamalı pantolonumu ve eski gömleğimi giyip dışarıya çıktım. Kara bulutlar gökyüzünü kaplamıştı, anlaşılan yağmur yaklaşıyordu. Şansıma havada ılık bir rüzgar vardı. Zira hava soğuk olsaydı üstümdekilerle fazla yaşayamazdım. Kış ayına yeni girmiştik ve ben, yazın gelmesi için defalarca dua ediyordum tanrıya. Gerçi benim gibi işe yaramaz, dinden anlamayan cahil bir adamın duasını neden kabul etsin ki tanrı?

  Derin düşünceler içerisinde şehre giden ağaçlık yola girdim. Evet, şehre iniyordum ama iş bulmak için değil. Çalışmayacaktım. Başıma silah dayasalar bile bunu yapmazdım. Bu zamana kadar çalışmıştım da ne olmuştu sanki? Öğlen sıcağında biçtiğim buğdaylar ne fayda getirmişti?

  Şehrin girişindeki köprüye vardığımda bir korku kapladı tüm benliğimi. Borçlu olduğum insanlar bir hayli fazlaydı. Belki şehrin yarıdan fazlasına borçluydum. Buradakiler içmeyi sever, bu yüzden tıpkı benim gibi sürekli barlarda vakit geçirirlerdi. Şehre girdiğim anda başıma üşüşecekleri kesindi. İyisi mi yolu biraz dolandırayım da batı yakasından gireyim diye düşündüm.

  Ne yazık ki işler pek umduğum gibi gitmedi. Aniden bastıran sağanak yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştum. Üzerimde beni yağmurdan koruyabilecek hiçbir şey yoktu. Üşütüp hasta olacaktım. Keşke içebileceğim bir içkim olsaydı; o zaman içim ısınacaktı. Ah, ah!

  Neyse ki dalları uzun, yaprakları gür bir ağaç buldum ve onun altına sığındım. Yağmur akşamüstüne kadar devam ettiğinden şehre geç varmıştım, ki bu vakitte iş yerleri kapalı olur. Sevinsem mi üzülsem bilemedim. İş bulma imkanım olanaksızdı artık. Tüccarların ve insanların evlerine kazançlı dönmek için son kez pazarlık yapmaya çalıştıkları pazar yerinden geçip ıssız sokaklara karıştım. Buralar oldukça iyi tanıdığım yerlerdi. Sadece fenerler yardımıyla aydınlanan ürkütücü sokak, başından sonuna kadar bar ve türevi mekânlarla doluydu. Hangisine isterseniz girebilirdiniz.

  Gözüme sarı renkli tabelası rüzgarda savrulan Çekirge barını kestirdim. Orası fazla kalabalık olmazdı. Belki bir şekilde içki içebilirdim. Bir iki adım atmıştım ki, barlardan birinden borçlu olduğum bir adam çıkıverdi. Ardından bir başkası… Aniden korkuya kapılmıştım. Elim ayağım birbirine dolanmıştı. Ne yapsam ne etsem diye düşünürken, yere yatmayı akıl ettim. O sırada aklıma gelen tek mantıklı şey buydu. Sokak zaten karanlıktı, bu iki adam da kör kütük sarhoş olmuşa benziyordu. Kalp atışlarım inanılmazdı. Daha önce kalbimin bu kadar hızlı attığına şahit olmamıştım hiç. Sakin olmaya çalışarak bekledim.

- Nico eğer şehre inerse, dedi adamlardan biri aniden. Öldür onu. Cesedini de köprüden aşağıya at gitsin. Balıklara akşam ziyafeti olur.

  Diğer adamın gülerek cevap verdiğini duydum.

- Onun eti kemiği balıkları doyurmaya yetmez ki (!)

  Yanımdan geçip giderlerken tekrar birincisi konuştu.

- Paramızı getireceği yok. Borçlu olduğu çok fazla adam var ve hepsi öfkeli. Bir araya gelip bize borçlanmanın ne demek olduğunu göstermeliyiz ona.

- Gebertelim o eşşek suratlı herifi!

  Bir süre sonra sesleri boğuklaştı. Ardından da kesildi. Benden uzaklaşmışlardı. Rahatlamış bir şekilde ayağa kalktım. Başım çok fena beladaydı. Eve dönsem karım almazdı içeriye ve sokakta çakallara yem olurdum; şehirde kalsam borçularım beni kim bilir ne hale getirirdi. Bir çıkar yolu düşünürken aklıma eski dostum Simon geldi. Uzun süredir onu görmemiştim. Kendisi şehrin öbür yakasında yaşıyordu ve bana mutlaka yardım ederdi. Yetersiz ışıktan dolayı karanlığa hapis olmuş sokaklardan, şehrin karşı yakasına geçtim. Burada yoğun bir sis vardı ve evlerin çoğu birbirine benziyordu. Kaybolduğumu anlamam uzun sürmedi. İçkinin olmayışı beni iyice zıvanadan çıkartmıştı. Bağırmak, küfür etmek istiyordum zifiri karanlık sokağın ortasında.

  Neyse ki kendimi toparlamayı başardım. Başka çaremin olmadığını anlayarak, ay ışığı altında boyaları dökülmüş, pencereleri kırılmış bakımsız ve tekinsiz görünen bir evin ahırına saklandım. Geceyi saman yığınlarının arasında uyuyarak geçirecektim.


Gözlerimi açtığımda şaşkınlıktan donakalmıştım. Geceyi ahırda geçirdiğime adım gibi emindim ama şimdi uyandığım yer bir ahırı andırmaktan çok uzaktı. Temiz ve mis gibi gül kokan konforlu bir yatakta uyanmıştım. Tavanı kalp, kapıları ve camları daire şeklinde olan, sade düzenlenmiş bir odaydı burası. O hayvan dışkısının iğrenç kokusundan geçilmeyen rutubetli ve karanlık ahırda uykuya dalıp sonra ferah ve havadar bir yerde uyanmak çok tuhaftı.

  Tedirgindim çünkü buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Üstümü başımı kokladım, içki kokmuyordum. Kafam yerindeydi. Acaba biri benim zavallı halimi görmüş ve bana acıyıp buraya mı getirmişti? Gerçi o pis ahıra benden başka girmek isteyecek hiç kimsenin olmadığına bir içki şişesi parasına bahse girerdim.

  Benliğimi saran şaşkınlıktan kurtulur kurtulmaz odayı incelemeye başladım. Düzenli olarak temizlendiği apaçık ortadaydı. Duvarlarda, yerlerde, tavan aralarında ve odanın diğer bütün köşelerinde tek bir toz yoktu. Her yer mis gibi kokuyordu. Oda, duvarlara asılan her biri farklı renkteki meşalelerin yardımıyla aydınlanıyordu. Sanki gökkuşağının içindeymişim gibi hissediyordum. Kırk yıl düşünsem böyle bir yerde uyanacağım akılımın ucundan bile geçmezdi. Tek umut ettiğim şey bu büyüleyici anın bir rüyadan ibaret olmamasıydı.

  Odadaki küçük koltuklardan birine oturdum, ayaklarımı da gayet rahat bir şekilde masaya uzattım. Bu anın keyfini çıkarıyordum. Keşke elimde bir içkim olsaydı diye düşünmekten de alıkoyamadım kendimi. Arkadaşım Simon'un zorlamasıyla başladığım içki hayatımın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti; en ufak bir keyif anımda yanımda istediğim tek şeydi artık. Ama yine de beni sarhoş eden başka bir şey vardı; büyüleyici odanın içime doldurduğu o muhteşem his. Mutluluk mu, yoksa tüm günahlardan arınıp huzura ermek midir bunun adı bilemiyorum. Garip bir şekilde mutlu olduğumu ve bunun beni sarhoşmuşum gibi sersemlettiğini hissetmiştim.
Beni buraya getiren yardımsever her kimse, onunla konuşacaktım. Ona minnettar olduğumu, elimden gelen herhangi bir işi de yapabileceğimi söyleyecektim. Belki bana yapabileceğim, parası bol bir iş verirdi. O zaman karımı da bin pişman ederdim beni azarladığı için.

  Odada yalnız başıma kalmaya alıştığım bir esnada kapı çaldı ve ben aniden heyecana kapıldım. Ayaklarımı masadan çektim, üzerimi başımı topladıktan sonra ayağa kalktım. Kalp şeklindeki kapı gıcırdayarak açıldı ve içeriye sarışın, melek gibi bir kadın girdi. Üzerinde vücut kıvrımlarını belirgin bir şekilde gözler önüne seren kırmızı satenden bir elbise vardı. Dalgalı saçları hoş bir ahenk ile omuzlarına dökülüyordu. Aklımdan 'Tanrım nasıl bir yere yolladın beni' diye geçirmeden edemedim. Heyecandan elim ayağım titremeye başlamıştı.

  Güzeller güzeli kadın iyice yanıma yaklaştığında, dolgun göğüslerine bakmaktan kendimi alamadım. Uzun süredir Sophia gibi çirkin bir kadınla beraber yaşadıktan sonra bu gördüğüm şey tarif edilemezdi.

- İyi uyuyabildiniz mi efendim? dedi kadın, oldukça nazik bir sesle.

  Dilim tutulmuştu. Ağzımdan zorlukla şu kelimenin çıktığını duyunca kendim de şaşırdım:

- Evet.

  Başka diyecek bir şeyim yoktu. Rüya âleminin tam ortasına düşmüştüm. Acaba kendimi tokatlasam, çirkin surat Sophia'nın yanında mı uyanırdım?

- Sizin için birkaç kıyafet getireceğim. Banyo odanızın hemen sağ tarafında...Temizlendikten ve üzerinizi değiştirdikten sonra aşağıya inin. Bay Şakacı ve oyun arkadaşlarınız sizi bekliyor.

- Anlamadım, oyun arkadaşlarım mı?
 
- Evet. Oldukça kazançlı bir oyunu oynamak için geldiniz buraya. Size bol şanslar dilerim efendim.

  Bütün bunların bir rüyadan ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yüzümü birkaç kere tokatladım, gözlerimi kapayıp açtım ama değişen hiçbir şey olmadı. Hala bu odadaydım. Sarışın güzel de yanımdaydı.

- Bakın, beni biriyle karıştırıyorsunuz. Ben oyun oynamak için gelmedim. Hatta kendi isteğimle bile gelmedim. Yüce Tanrım, neler oluyor burada?

Kadın, elbisesinden üzerine kırmızı mühür damgalanmış bir parşömen çıkardı.

- Bakın, efendim. Bu kağıt sizin adınıza mühürlenmiş. Bize her yıl düzenlediğimiz oyuna katılmak için başvuru formu yollamışsınız.

- Bana bunun bir rüya olduğunu söyle, lütfen!

- Söylediğim gibi, dedi kadın, bu oldukça kazançlı bir oyun. Sizi dünyanın en zengin adamı edebilir.

- Beni buraya nasıl getirdiniz? Kimsiniz siz?

  Kadın bana doğru yaklaştı. Sanki başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyordu. Ona daha fazla bakamayacaktım. Gözlerimi kuvvetlice yumdum  ve sonra şöyle bir cümlenin kulağıma fısıldandığını işittim:

- Sadece oyunun keyfini çıkarın, Bay Nico.

  Gözlerimi tekrar açtığımda kadın ortalıkta görünmüyordu. En başında hissettiğim mutluluk ve huzur yerini korkuya bırakmıştı. Yoksa bütün bunlar borçlu olduğum insanların bana oynadığı korkunç bir oyun muydu?  Bay Şakacı. Kimdi o ? Oyun arkadaşlarım. Ya onlar? Ben böyle bir yere gelmek istememiştim ki!

  Kaçabileceğim herhangi bir yer var mı diye etrafıma bakındım. Pencerelerdeki demir parmaklıklar büyük bir sorundu. Normal bir şekilde odadan çıkıp elimi kolumu sallaya sallaya dışarı çıkabilir miyim diye düşündüm. En azından şansımı deneyecektim.

  Parmak uçlarımda yürüyerek, çıt çıkarmadan kapıya ulaştım. Başımı yavaşça sağa çevirdiğimde kaçışımın olanaksız olduğunu anlayıp fikrimi değiştirdim. Düzgün giyinmiş kuşanmış bir düzine adam kapımın hemen önünde bekliyordu. Odamın tam karşısından ormanlık bir alan görünüyordu. Eğer yüksekçe duvarlardan atlayabilirsem...

- Bay Nico siz misiniz?

  Son planımda böylece altüst oldu.

- Evet, benim, diye karşılık vermek zorunda kaldım.  

  Diğerleri gibi iyi giyinmiş kuşanmış bir adamdı. Fazla yaşlı değildi. Kahverengi gözleri, seyrek kaşları ve küçük bir burnu vardı. Boyu da benden hallice kısaydı. Güneylileri oldukça fazla andırıyordu.

- Oyun sırası sizdeymiş. Bol şanslar dilerim, dedi adam omzuma dokunarak.

- Teşekkür ederim ama ben neyi ima etmeye çalıştığını gerçekten bilmiyorum. Ne tür bir oyundan bahsediyorsunuz?

- Kazançlı bir oyundan… Sıra sizde, tanrım büyük şans!

- Bakın, dedim adama yaklaşarak, bana yardım etmelisiniz. İsteğim dışı getirildiğim buraya. Eve dönmeliyim.

- Oyun bittiğinde zaten eve dönmüş olacaksınız, dedi adam gülerek. Tekrardan bol şanslar, umarım siz kazanırsınız.

  Sinirlerim bozulmuştu. Bu insanların arasında ne işim vardı? Hayatımda ilk kez eve dönmeyi çok istiyordum. O güzeller güzeli sarışın da umrumda değildi artık. Bu lanet olası oyunu da oynamak istemiyordum. Canıma tak etmişti artık. Hiç kimsenin bana engel olmaya hakkı yoktu. Kalabalığa aldırış etmeden merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Şaşkın bakışlar arasında çıkış merdivenlerinden inmeye başlamıştım. Tahmin ettiğimden daha kolay olacaktı. Merdivenlerden inmiş, çıkışı andıran kırmızı bir kapıya yaklaşmıştım ki keskin bir ağrı tam kafamın arkasından saplandı. Yere doğru eğildim. Kafamı hareket ettirecek halim olmadığından arkama dönüp bakamadım. Gözlerim kararırken iki kişinin beni kollarımdan tutup sürüklediğini hissettim. Hatırladığım son şey buydu.

2
Kurgu İskelesi / Ejder Kanı - Ruhların Yolculuğu Yayında!
« : 18 Ağustos 2014, 19:46:58 »

Çok uzun zaman önce sona eren yaz, yapılacak düğünün arifesinde tekrar canlanmıştı. Dağların eteklerindeki karlar eriyor, yaz çiçekleri kocaman açıp insanın tekrar tekrar içine çekerek huzur bulduğu kokularıyla şölen ortamı yaratıyordu. Kışın ağaç kavuklarında uyuklayan kuşlarda cıvıl cıvıldı şimdi. Hele kelebekler! Kışın bir tane dahi göremeyeceğiniz altın rengi kelebekler bir anda üremiş, tüm ormanı kaplamıştı.

Genç elf Folwin, bu yaz için özellikle heyecanlıydı. Çocukluğundan beri sevdalısı olduğu Prenses Eloren ile, biricik aşkı ile düğünü vardı bu yaz. Binlerce şarkı, şiir yazmıştı sevgilisine. Her akşam gizli saklı derenin kenarında buluşurlar, hasret giderirlerdi. Artık gizlisi saklısı yoktu. Elf kral Gethmert uzun uğraşlar sonucu da olsa, aşklarını özgürce yaşayabilmeleri için izni vermiş, düğün hazırlıklarını başlatmıştı.

Bugün Folwin'in yapması gereken çok işi vardı. Bir aksilik olmaması gerekiyordu. Bu düğün öyle büyük ve görkemli olmalıydı ki, komşu elfler düğünün zarafeti altında ezilmeliydi. İlk önce dostu Carnarel'e uğradı. Carnarel genç, kaslı ve epeyce de yakışıklı bir gençti. Maalesef ki bir bacağı topaldı. Folwin dostuna sabah selamını verdi ve sarmaşıkların birbirine geçirilmesiyle yapılan koltuğa oturdu.

"Ne hoş bir sabah, öyle değil mi? " dedi Folwin.

Carnarel yazı masasından kaldırdı başını. Pek keyfi yok gibiydi.

"Öyle, öyle ama, bu hoş sabahta yalnız bıraktı beni ilham perilerim," dedi Carnarel, sıkıntılı bir geçirerek.

"Üzülme dostum," dedi Folwin, "ilham perileri geri geldiğinde çok daha iyilerini yazacağına eminim."

"Beni de korkutan bu, "diye cevap verdi Carnarel." Ya ilham perilerim geri gelmezse, o zaman ne olacak?"

Folwin cevap veremedi. Dostunu, can yoldaşını hiç bu kadar çaresiz ve karamsar görmemişti. Oysa Carnarel, çok neşeli ve şiir yazma konusunda çok yetenekli bir elfti. Folwin'in ricası üzerine onlarca şiir yazmıştı. Hepsi de mükemmeldi. Ancak Carnarel şiirlerini tekrar tekrar okuyor, sonra onların değersiz ve basit olduklarını düşünüp bir kenara atıyordu. Folwin ne kadar uğraşırsa uğraşsın, şiirlerin harika yazıldığını kanıtlayamamıştı.

"Hiç böyle olmazdım, Folwin," dedi sonunda Carnarel." Hiç. Aklıma fena şeyler geliyor hep, kafamı karıştırıp kayboluyorlar. Geceleri rüyalarıma giriyor kan revan içinde kalmış cesetlerin görüntüsü. Bilirsin takmam kafama böyle şeyleri, ama olmuyor işte. Yazmak istemiyorum, çünkü her kalemi oynattığımda mürekkepten siyah değil, kızıl akıyor."

Folwin oturduğu yerden ağaya kalktı ve arkadaşının sırtını sıvazladı.

"Beni korkutuyorsun dostum, gel biraz seninle dolaşalım. İyi gelir."

"Bana hiç bir şey iyi gelmez bundan sonra," dedi Carnarel. "Ama seni kırmayacağım, gezelim öyleyse."

Böylece beyaz çiçeklerin pırıltılar saçtığı yolu takip ederek derenin kenarına indiler. Kayalıkların üstüne oturdular. Algorther derlerdi bu dereye. Doğunun soğuk dağlarından, ısınarak gelir. Yavaş akar ama güçlü ve berraktır, gürdür. Önüne çıkanı sürükler durur. Elfler kayalıkların üstünde oturup muhabbet etmeyi, şarkılar söylemeyi pek severler. Hele ki derenin hararetlendiği günlerde kayalıkları döve döve, sıcacık suyunu sıçrata sıçrata akıp gittiği anı daha da severler.

"Ne zamandır yazamıyorsun?" diye sordu Folwin.

Carnarel başını kaldırdı, alev alev tutuşan yeşil gözleriyle Folwin' e döndü.

"Babam kaybolduğundan beri."

"Rüyalarına giriyor mu?"

"Hayır," diye cevapladı Carnarel." Hayır, çehresini bile unuttum babamın. Ne rüyalarıma, ne hayallerime ne de hatıralarıma uğrar oldu." Sesi belli belirsiz bir hüznün, öfkenin kıvılcımı gibiydi." Saçını, bakışını unuttum. O muhteşem sesini unuttum ya, kendimi daha da rezil hissediyorum, Folwin!"

Folwin bir kez daha arkadaşının sırtını sıvazladı, onun yanında olduğunu, her zaman da yanında olacağını söyledi. Onların bağları daha çocukluktan geliyordu. Carnarel'in babası gür ve kahverengi saçlarını tarardı hep. Folwin bunu hatırlıyordu. Dostuna anlattı. Zihninde babasını kaybeden dostuna tekrar hatırlatmaya çalıştı babasını. Ama Carnerel, öfkeyle elini salladı ve daha fazla dinlemek istemediğini söyledi Folwin' e.

"Sus dostum, sus. Babamı hatırlayıp kahrolmak istemiyorum."

"Babanı unutursan daha da kahrolacaksın!" diye bağırdı Folwin. "Babanın hayatta olduğunu ve elbet bir gün geri döneceğini söylemedi mi sana Yeşil Büyücü?"

Carnarel hışımla ayağa kalktı. "Yeşil Büyücü? O sadece Yeşil Büyücü. Ağaçlarla konuşur, onların nefesini dinler, gerekirse duygularına hükmeder. Ama babam hakkında hiç bir şeyi bilemez!"

"Büyücüler irfan sahibidir," diye hatırlattı Folwin. "Yeşil, Beyaz veya Gri, farketmez. O büyücü. Yapraklar, ağaçlar, ormanlar ona söyleyebilir babanın dönüp dönmeyeceğini."

Carnarel susup kaldı. Ama içinde kimbilir ne fırtınalar kopuyordu. Daha fazla arkadaşını üzmeden arkasını döndü ve gitti. Folwin'in  başından aşağıya doğru buz gibi sular boşalmıştı sanki. Hem suçlu hem de haklı olduğunu düşünüyordu. O da daha fazla kalmadı derenin kıyısında. Rüzgarın uğultusuyla sallanan soluk fenerlerin ışığı altında, çimenlerin üstüne uzandı ve derin bir uykuya daldı.

3
Tartışma Platformu / Yazarların İsimleri
« : 12 Nisan 2014, 17:36:52 »
Fantastik türde özellikle yabancı yazarların kitapları ülkemizde çok okunuyor. Acaba Fantastik türde yazan bir Türk yazar, kendi ismini kullanmak yerine yabancı bir isim kullansa ne kadar başarılı olur?  "A bu yabancıymış, kesin iyi yazmıştır bunu alalım," mı der okurlarımız?

Bu konu hakkında fikirlerinizi, yorumlarınızı bekliyorum.

4
Tartışma Platformu / Yeni Bir Dünya Yaratmak
« : 15 Mart 2014, 12:00:12 »
Aklımda Tolkien`in yaptığı gibi fantastik dünya yaratmak var. Ama bir türlü nereden başlamam gerektiğini bulamadım.

Fantastik bir dünya yaratırken nereden başlamalıyız? Veya fantastik bir dünya yaratma aşamaları nelerdir?

5
Kurgu İskelesi / Kış Meleği Bölüm 1
« : 08 Mart 2014, 08:39:19 »
Kış Meleği

Kış Meleği Giriş
Spoiler: Göster
Soğuk ve rüzgarlı bir geceydi. Kar taneleri hızlanarak yeryüzüne inmeye devam ediyordu. Üstelik gün boyunca hiç dinmemişti. Gutor ve adamları uzun ve kalın gövdeli bir ağacın altına ateş yaktılar. Birbirlerine sarılarak, birbirlerini ısıtmaya çalıştılar. Ancak üstlerindeki yamalı ve yırtık pırtık kıyafetler, insanın içini donduran soğuk havaya karşı gelemiyordu.
Grubun en irilerinden, Andersen, parçalanmış çizmelerini çıkardı. Ayağında oluşan yaraları kontrol etti. Ayağının altları feci şekilde kanıyordu ve durumu iyi değildi.

"Şu ayaklarımın haline bakın," diyerek ayağını havaya kaldırdı.

Gruptaki en yaşlı kişi olan, Kızıl Tragon, kolundaki keskin kesiği gösterdi.

"Bu halde, ne kadar vakit yaşarım bilinmez."

Onların bu konuşmasından sıkılan, Gutor araya girdi. Biraz sesini yükselterek:"Şunu kesin! Adamların morallerini düşürüyorsunuz."

Tragon, hiddetle ayağa kalktı. Kar taneleri o kadar hızlı yağıyordu ki göz gözü görmek zorlaşıyordu.

"Bizim için bir kurtuluş yok zaten. Senin sayende son ümitlerimizde tükenmiş oldu."

"Ne yani beni mi suçluyorsun? diyerek bir bakış attı Gutor.

"Tabii ki seni! Bizi yanlış yola sokan sendin. Ve bizi tehlikelere atan yine sendin. Şu halimize bak! Soğukta dönüp öleceğiz farkında değilsin."

Gutor, Tragon`un haklı olduğunu biliyordu. Hepsi onun yüzünden olmuştu. Eğer adamlarını, belirledikleri noktadan götürmek yerine başka bir yoldan götürmeseydi, şimdi köye varmışlardı.

Kendisini suçlu hissederek, gruptan uzaklaştı, Gutor. Onun ormanın derinliklerine doğru gittiğini gören kardeşi, Elder bağırmasına rağmen onu engelleyemedi.

"Onun için endişelenme, nasıl olsa ormanı çok iyi tanıyor," dedi Tragon, küçümser bir ses tonuyla.

Elder sinirlenmişti. Hışımla kılıcını çekti. Daha gençti ve kendini kanıtlamaya meraklıydı.

"Çok konuşuyorsun, Tragon. Senin o dilini kökünden koparacağım! Cesaretin varsa kılıcını çek!

Tragon, bir dakika bile tereddüt etmeden kılıcını çekti. Diğer adamlarda ayaklandılar. Elder`in yandaşları ve Tragon`un dostları göz göze geldiler. Ateşin etrafında dönerek, en doğru hamleyi yapacakları anı kolluyorlardı. İlk hamleyi, Tragon gerçekleştirdi. Elindeki küçük ve paslanmış bıçağı bir hamlede, Derrick`in boğazını sapladı.
Derrick kanlar için yere yığıldı. Elder ve yandaşları naralar atarak diğer grubun üstüne saldırdı. İki tarafta, soğuk havanın etkisiyle uyuşmuştu. Kılıçlarını savurmakta zorlanıyorlardı.

Kısa süreli dalgınlığı yüzünden, Elder, adamlardan biri tarafından tekme yedi. Sırtına aldığı darbe yüzünden, mücadele alanın dışında donmuş vaziyette olan derenin yanına yuvarlandı. Kılıcı ise başka bir taraftaydı ve ulaşılması zordu.
Adam ucundan kan akan baltasıyla ona yaklaşıyordu. Ağzından bazı küfürler savruldu. Baltasını havaya kaldırdı. Elder, korumasız olduğu için pes etti ve ölüme razı oldu. O baltanın, yere inmesinden sonra, Elder`in kafası, kanlar içinde havada süzüldü.

Elder`in yandaşları sayılarının az olması nedeniyle pes ettiler. Bu arada, Gutor hala ortalıklarda yoktu. Elder ve yandaşlarını bağladılar. Vakit ilerledikçe, Tragon meraklanıyordu.
Çünkü hala Gutor`dan bir iz yoktu.

Tam ayaklandıkları sırada, ormanın derinliklerinden acı bir çığlık duyuldu. Kısa süre sonra, dört bir taraftan, eli mızraklı atlılar ortaya çıkıverdi.

Kış Meleği Bölüm 1
Süvariler kısa sürede, Tragon ve adamlarının etrafını sardı. Aralarından bazıları cesurca davranarak, süvarilerin arasından sıyrılmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Süvarilerin ustaca kullandığı mızrakların hedefi olarak, can verdiler.

Olup biteni anlayamayan Tragon, kılıcını yere atmak için bir hamle yaptı. Onu yanlış anlayan süvarilerden biri, uzun ve altın süslemeli yayıyla, Tragon`u boynundan vurdu. Tragon, kanlar içinde yere yığıldı. Onun cansız bedenini gören arkadaşları teslim olmak için kılıçlarını yere bıraktılar.
Ancak atlılar hala üstlerine doğru gelmekteydi. Elinde yayı bulunan süvarilerin, oku fırlatılmaya hazırdı. Düşmanın yapacağı herhangi bir hamlede yaylarını salacaklardı.
Elinde mızrak olan süvariler ise mızraklarını, adamların boyunlarına doğrultular.
Tragon`un adamları af dilemek için eğildiler. Öldürülmemek için ellerinden geldiğince yalvardılar. Ancak süvariler onları anlıyormuş gibi gözükmüyordu.
Adamlar çok yalvarmalarına rağmen, süvarilerin okları fırlatıldı. Bazıları kafasından, bazıları boynundan vurularak, yere yığıldı.

Elleri kolları bağlı esirler ise yaşananları dehşet içinde izliyordu. Az sonra onlarda öleceklerdi. Süvarilerden lider görünümlü biri atından indi. Miğferini çıkardı ve altın gibi parlayan sarı saçlarını savurdu. Genç ve yakışıklıydı.
Yavaşça esirlerin yanına yaklaştı. Kılıcıyla ipleri kesti. Esirler ilk başta şaşırdılar ama sonra kurtuldukları için sevindiler. Ancak sevinçleri kısa sürdü. Diğer süvariler atlarından inerek, onları bileklerinden sıkıca bağladılar. Esirler kurtulmaya çalışsa da bu zordu. Bilekleri, ağaç kökleriyle bağlanmıştı ve kurtulması zordu.
Süvariler kısa süre bilinmeyen lisanda, tartışmaya başladılar. Tartışma kısa sürdü ama fazla hararetliydi. Tartışma bittikten sonra, esirler atların üstüne bağlandılar.
Süvariler tekrar atlarına bindi. Atlarını mahmuzlayarak yola koyuldular.

Esirler hiç bilmedikleri yollardan, şaşkınlıkla ve bazende korku içerisinde seyrederek geçtiler. Büyük bir düzlüğe çıktıkları sırada, gökyüzü yarı karanlıktı ve rüzgar serinlemişti. Atlılardan biri atından indi. Altın işlemeli miğferini çıkardı. Gözlerini bir avcı gibi kısarak, puslu dağların ardına baktı.
Bu sırada liderleri ile arasında bazı konuşmalar geçti. Ancak konuşmaları hızlı ve anlaşılması zor dildeydi.
Gözcü tekrar miğferini kafasına geçirdi ve atına bindi. Süvariler her zamankinden daha hızlı bir şekilde atlarını sürmeye başladılar. Hava kararıyordu ve uğursuz bir şeyin kokusu hissediliyordu.

Süvarilerden biri arkalarından onu takıp eden siyah kukuletalı adamı gösterdi. Süvariler liderlerinin emriyle iki grubu ayrıldılar. Bir grup dağın olduğu tarafa doğru giderken, diğer grup mağaraların olduğu yere yöneldi. Kukuletalı adam ise ortalıktan kaybolmuştu.

6
Kurgu İskelesi / Bodrum Katı
« : 21 Ocak 2014, 16:38:46 »
Öncelikle merhabalar. Forumda yeniyim. Evde çok sıkıldım ve bir şeyler karaladım. Ne yazacağımı bilemedim. Doğru mu ettim yanlış bilmiyorum ama yayınlamaya karar verdim. Umarım beğenirsiniz. Devamını getirmeyi düşünüyorum. Uzun süredir yazı yazmadım hatalarımı söylerseniz sevinirim.

Bordum Katı
Elimde babamın tenis raketiyle evimizin bodrum katına indim.
Mutluyum.
Sabırsızım.
Heyecanlıyım.

Hiç vakit kaybetmeden bodrum katının lambasını yaktım. Köşedeki masanın üstünde duran radyoyu son sesine kadar açtım. Radyoda en sevdiğim grup olan Pearl Jam çalıyordu. Tenis raketini elektro gitar olarak hayal ettim. Elekto gitar tutar gibi tuttum raketi. Bir an için her şeyi unutmaya karar verdim. Annemin ve babamın kavgalarını, okul arkadaşlarımın benimle geçtikleri dalgaları...
Hepsini unuttum.
Mutluydum.
Ve hep öyle kalmak istiyordum.
Evet, şimdi ilk kez kendimi bir rockstarı olarak hayal ettim. Önümde binlerce insan, bana bağırıyor, beni öpmek istiyorlardı. Ama ben onlara yüz vermiyorum. Hatta biraz öfkeliyim. Parmaklarımı, sanki elektro gitar çalar gibi  tenis raketinin üstünde haraket ettiriyorum. Bu şarkıyı Pearl Jam söylemiyor.
Ben söylüyorum.
İnsanlar beni dinliyor, bana saygı duyuyorlar.
Benim için çığlık atıyorlar ama ben onları önemsemiyorum.
Çığlık atıyor, bağırıyorum.
Tüm öfkemle.

İnsanlar benimle beraber dans ediyorlar. Artık elimde elektro gitar var. Ben evimizin bodrum katında değilim. Ben büyük bir konserdeyim.
Saçlarım dağınık ve pis.
Ama önemli değil.
İnsanlar ilk kez benimle birlikteyken eğleniyorlar.
Şimdi gerçekten rockstarıyım. Elekto gitarımla havalara uçuyor ve çığlık atıyorum.
Hayranlarım öyle delicesine bağırıyorlar ki müziğin sesi az geliyor. Gidip sesini açıyorum.
Şarkının sözlerini içimde hissediyorum.
Annemle babam yine kavga ediyorlar. Ama ilk kez umurumda değiller.

Konserin en heyecanlı anında bir terslik oluyor. Kimse beni dinlemiyor. Müziğin sesi kesiliyor. Mikrofona haykırıyorum, bağırıyorum ama sesim çıkmıyor. Bir şey yolundan değil.
Ah hayır!
En büyük konserimi berbat ettim.
Şimdi insanlar bana üzüm atıyorlar.
Burada bir hiçbir şey yolunda değil.
Bana yumurta atmaları gerekirdi. Üzüm ne anlama geliyor?

Suratıma aldığım bir üzüm darbesiyle hayaller dünyasından, sefil dünyama geri döndüm. Ağabeyim duvara dayanmış kahkahalar atarak gülüyordu. Müziğin sesini kesen oydu, biliyordum.
Eğleniyordu.
Beni küçümsüyordu.
Benden nefret ediyordu.

Kendini gülmemek için zorladı. Ama elinde değildi. Onun için fazlasıyla komiktim. Bana doğru yaklaştı. Şimdi sert görünüyordu. Elimdeki tenis raketini aldı. Bir köşeye fırlattı. Başımı öne eğdim. Onun yüzünü görmek istemiyordum.

''Sen kendini rock yıldızı felan mı sanıyorsun? Sakın böyle hayallere kapılma, çünkü sen pisliğin önde gidenisin!

İşte bu çok sertti. İçimde bir şey eksilmişti. Sanırım bu kendime olan güvendi.
Ağabeyim, fırlattığı rakete baktı ve gülmeye başladı.

"Sen tenis raketini elektro gitar sanan ilk sefilsin! Şunu kafana sok! Sen asla bir rock yıldızı olamazsın! Kimse seni sevmez, kimse senin o iğrenç suratına bakmaz. Anladın mı?

Gözümden akan yaşları sildim. Kaşlarımı çatarak ona baktım.

"Anladın mı sersem? diye sordu bir kez daha.

"Ben bir rock yıldızı olamam," dedim.

"Tekrar et.

"Ben bir rock yıldızı olamam.

Artık ağlıyordum. Ağabeyimi iterek, bodrum katının merdivenlerini tırmandım. Koşarak odama çıktım. Ağabeyim hala arkamdan gülüyordu.

İğrençti.

Hiçlik.

Kendimi odama kapadım. Yatağımın altına uzandım. Hıçkırarak ağlamaya başladım. Hem ağabeyimden hem de kendimden nefret ediyordum.
Sonra tanrıya döndüm ve şunu sordum.

"Benim burada ne işim var?

''Beni neden bu dünyaya yolladın ki?

Sayfa: [1]