Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - milenya

Sayfa: [1] 2
1
Kurgu İskelesi / Şaka mı, Şeker mi?
« : 27 Kasım 2016, 02:02:43 »

Voodoo bebeği için elinde istediği kadar kaynağa sahip değildi henüz. Bir saç teli edinebilmişti lakin küçük bir bebeğe sarılacak tek bir tel, biraz ağrıya sebep olmaktan öteye geçmezdi. Cadılar Bayramı’nın ilk günüydü ve her ne kadar ölümlüler bilmese de ruhani enerjinin tavan yaptığı bu günler onun emeline ulaşması için harikaydı. Karşı komşusu Bayan Hanımhanımcık’tan kurtulması gerekiyordu. Paslanmış eski iğneleri masasına özenle dizerken aklına birden bebeğini yapıp, ruhunu parçalamak istediği kadın gelmişti.

Bayan Hanımhanımcık, tüm mahallenin sevdiği ve etrafında pervane olduğu bir şirinlik abidesiydi. Topladığı bu sempati onun ruhunu katbekat zenginleştirmişti. Kızıyla tek başına yaşayan bu dul kadın zamanın aşındırıcı zorluklarına da koca bir gülümseme ile karşı gelmiş ve kızını da kendi gibi delirtici bir tatlılıkla büyütmüştü. Annesinin sağlayacağı gençlik bir yana kızınınki çok daha göz doldurucuydu. Şimdilik elinde sadece bir saç teli vardı ama bugün daha fazlası için birkaç şey düşünmüştü.


Bayan Hanımhanımcık kızının garip kostümünü dikmek için üç gün uğraşmıştı. Ona bakıp hala nasıl böyle bir şey istediğine şaşırıyordu fakat zamane çocukları çok daha zengin bir hayal gücüne sahipti ve bu kendini biraz yaşlı hissettirmişti. Kızı Şirinmişirin ondan bir öpücük istedi ve annesinin düşüncelerini dağıtıverdi. Şeker sepetini alıp dış kapıya çoktan varmıştı.

“Mahalleden çok uzaklaşma tatlım,” dedi annesi, kapıda kızının kostümüne son rötuşları yaparken.

“Merak etme anne,” diye güvence verdi Şirinmişirin ve doğruca en yakındaki komşusunun kapısını çalmak için yola koyuldu.


Kapısı çalındığında beceriksizce dikmeye çalıştığı bebeğin başından kalktı ve asırlardır bu işte nasıl hala bu kadar vasat olabildiğini düşündü. Kapıyı açar açmaz gözlerinin dibinde bir sepet ve hemen ardında bunca yıllık hayatında ona şok etkisi yaratan nadir şeylerden birini gördü.

“Şaka mı, şeker mi?” diye sordu küçük kız.

Şirinmişirin’i karşısında tuhaf, içi yün ya da elyafla doldurulmuş garip kostümle görünce zihninin en karanlık köşelerinde bulunan dişliler harekete geçmişti. Kızın sadece ağzını açıkta bırakan kostümün göz yuvalarında birer düğme, boynundan aşağı inen çapraz dikişlerin yerli yersiz tüm vücudu boyunca boy gösterdiği ve kalbinin olduğu yerde yarısı kostüme girmiş gibi gözüken pofuduk dev bir çivi olan bir kostümdü bu. Kız tam anlamıyla nefes alan bir voodoo bebeğine dönmüştü.

“İyisi mi, sen içeri gel ben de sana biraz şeker çıkartayım,” dedi ve masum bir tebessüm kondurdu yüzüne. Talih kuşunu görür gibi olmuştu.

Her şey bir yana, daha büyük bir iğneye ihtiyacı vardı.

2
Tartışma Platformu / Dünden bugüne benim EN;...?
« : 16 Ekim 2016, 06:46:07 »
Forumda bir sürü ‘en’li başlık var lakin dünden bugüne hiç bir şey aynı kalmıyor ve bu en’ler neden hep ‘ler’, çok az en var ve bunları da sıkça suiistimal ediyoruz. Bu Sene Okuduğunuz En İyi 10 Roman - 2016 başlığında bile on kitaba sığamayıp taşanlar var. Bu testin amacı kendinizi sıkıştırmak olacak biraz daha bir sürü güzel şeyin yada kötülerin arasında sadece birini, tek bir ‘en’i seçip yazmanızı istiyorum. Politik cevaplar vermekten kaçınmanızı istiyorum, bir sürü ya da iki şey arasında kalsanız bile cevaplarda sadece biri gözüksün. Soruları yazıp cevaplayacağım ve notlar düşeceğim, özellikle forumda aklımda olan birkaç kişinin gerçekten zorlanacağını düşündüğüm bir durum bu. İlginç yanıtlar bekliyorum, hatta kimilerimizin yatak altında sakladığı daha doğrusu paylaşmak istemediği en’leri olduğuna inanıyorum, göreceğiz umarım. (Yanlarına kısaca sebebini de yazarsanız bilgi paylaşımı açısından değer kazanır başlık)

Dünden bugüne benim EN;

-Sevdiğim kitap : Grange – Taş Meclisi
Polisiye okuduğum bir dönemde, bu konuda güvendiğim bir yazardan kendi sınırlarının dışında beklenmedik bir sonla karşılaşmıştım ve sanırım hala etkisindeyim bunun.
Spoiler: Göster
Lütfen kitap serisi yazmayın mümkünse tek kitap, tek millet asdfsfaa :P


-Sevmediğim kitap : Barış Müstecaplıoğlu – Tanrıların Alfabesi
Tamamen mekan tasvirlerine boğulduğum, çok hızlı giden bir arabanın birden el frenine asılmış gibi yavaşladığı üslubuyla beraber gerçekten okurken boğulduğum, bitse de kurtulsam dediğim bir kitaptı.

-Beğendiğim yazar : China Mieville
Adamın kendi kitaplarını bile aralarında kıyaslayamıyorum, kendine has eşsiz bir üslubu olmasıyla beraber her kitabında da farklı bir dille çıkıyor karşıma.

-Beğenmediğim Yazar : Paulo Coelho
Kişiliği hakkında fikrim yok da yazdıkları gerçekten hoşuma gitmiyor ve farklı bir kılım bu adama nedense.

-Sevmediğiniz yayınevi : Pegasus Yayınları
Bir çatı ustası düşünün sizin çatınızı tamir ederken biri gelip sizden fazla para vererek kendi çatısını onarmasını istiyor ve usta sizinkini yarım bırakıp ötekine geçiyor. Pegasus budur bence. Ticarethane olmanın da ötesinde okuyucusuna pek saygısı da yok.

-Beğendiğiniz yayınevi : İthaki Yayınları
Zengin ettim kendilerini lakin cidden özellikle iyi işler yapma konusunda eline su dökülmüyor son zamanlarda.

-Sevdiğim film : The Piano (1993)
Özellikle hiç sevmediğim o romance filmleri arasında fazlaca parladığı için seviyorum. (Bunda acayip kafa patlattım tanrım en beş filmlik bir listeye ihtiyacım vardı :P )

-Sevmediğim film : Kutsal Damacana 2
Türk komedi sektörünün benim için soytarısı Şafak Sezer’in belki de oynayabileceği en kötü filmdi bu. Bir de katakulli ile sinemada izlediydim, hiç affetmeyeceğim bu filmi. Şundan sonra iki sene Türk filmi izlemedim ben, komediyi geçtim.

-Bayıldığım oyun : League of Legends
Son üç senedir var olan en iyi rekabetçi oyun bana kalırsa ve en uzun üsre oynadığım PC oyunu olduğundan inkar edebileceğim bir şey değil.
Spoiler: Göster
Buna körebe, saklambaç gibi şeyler de yazabilirsiniz, bazımız taso ile jubile yapmış olabilir oyun hayatına.


-Sevmediğim oyun : League of Legends
F*ck this game. Ömrümü yedi resmen, uykularımdan aldı, çirkinleştirdi dünyayı.

-Sevdiğim şarkı : Nadine Shah – Dreary Town
Aşırı zorlandım, bir de diğerlerinden nasıl ayırdığımı yazarsam bu beni kahreder.

-Sevdiğim müzisyen : Ane Brun
Bu ise katıksız güvenli bir seçimim. Ane Brun candır benim için, yeni bir albüm çıkarsa da dinlesek.

-Sevmediğim müzisyen : Sinan Akçıl
Müzisyen yerine koyduğum için bile birkaç dakika içinde pişman olabilirim.

-Beğendiğim dizi/TV programı : Unsere Mütter, Unsere Väter

-Bulunmaktan keyif aldığım mekan : Beyoğlu’nda bir zamanlar İnci Pastanesi vardı, sanırım hala daha en çok orayı seviyorum. En sevdiğim tatlıları -profiterol- en sevdiğim ilçe de yiyordum, güzeldi.
Burası geniş bir cevap aralığına sahip. Antik kent diyen de olur, apartmandaki asansör diyen de.

-Sevdiğim çizgi film/anime : Pokemon
Pokemon demesem çocukluğuma ihanet etmiş olurdum. Animeler de var ama yani Pokemon hıh ;)

-Sevdiğim süper/anti-kahraman : Spawn
Bunun sebebini gerçekten tam anlamıyla bulabilmiş değilim ama çocukken kendi aramızda birer süper kahraman olduğumuzu düşünürdük ve ben nedense Spawn olduğumu düşünürdüm. Çoğu bilmiyordu tabii anlatmakla uğraşıyorum güçlerimi 

-Faydalı bulduğum internet sitesi : hepsiburada
Benim gibi fazlasıyla internet alışverişi yapıyorsanız gerçekten güvenilir ve her telden ürünün olduğu sevdiğim bir site

Çok kişisel olmaması için testi uzatmadım. Sizi çıldırtacak kadar arada kaldıysanız yanıt vermemeniz daha iyi olur çünkü testin amacı tercih yapmak ve tabii hiç çizgi film ya da anime izlememişseniz gibi durumlar varsa da boş geçmek gerekecektir.
İlginizi çeken yanıtlarda karşı tarafa sorular sormak ve merak ettiğiniz üyelerin cevaplarını görebilme olasılığı hoş geliyor. Lütfen aşağıdaki notu da okuyun birbirimize yapacağımız yorumlarda dikkat edilmesi gerekir diye düşündüm.
Listeyi kendim hazırladım elbette eksiktir, saçmalamış olunabilir ama gecenin bir körü kendime yaptığım bu test niteliğindeki listeyi sizinle de paylaşmak istedim.

Umarım düşünürken eğlenirsiniz.  :aww

Not:
 
Spoiler: Göster
Benim sıkça gördüğüm -bu forumda dahil az da olsa- birinin sevdiği bir şeyi siz hiç sevmiyorsanız saldırmayın -tercih meselesi sonuçta. Hatta şöyle durumlarla karşılaşıyorum bazı zamanlar: Bir beğeni üzerinden kişiye saldırmak. Örneğin: LoL oynayan adam mıdır? Bunlar olmaz da yine de önceden görmedim değil, test eğlenmek ve kendinizi köşeye kıstırmanız için. Yangından annenizi mi babanızı mı kurtaracağınızı görmek gibi bir şey.  

3
Televizyon / Bron/Broen
« : 10 Ekim 2016, 19:25:48 »
 Köprü’nün İsveç ve Danimarka dillerinde yazılmasıyla oluşan bu tatlı isim bir polisiyeye, daha doğrusu iki ülkenin ortak yapımı olan bir polisiyesine ait. Dizi Avrupa’da epey beğeni aldı ve standart Amerikan dizilerinden biraz sıyrılmak isteyenler için harika bir alternatif.
 
 Bazı vakalar olur, aşağı tükürsem İsveç yukarı tükürsem Danimarka, dizimizde bu şekil bir olayla başlıyor ve her iki ülkeden birer polis bunu araştırması için görev başına getirtiliyor. Dizinin ismi neden Köprü diye soracak olursanız, Danimarka ve İsveç deyince akla ilk gelen Öresund Köprüsü dizide belli bir konuma sahip ve aynı zamanda iki ülke içinde bu köprünün ortak bir anlamı olduğundan oldukça uygun düşünülmüş. Diziye damgasını vuran herkesin bayıldığı karakterimiz Saga Noren. İşkolik, duygularından arınmış, robot gibi, sert mizaçlı ve insanların çekindiği tipte bir kadın polis. Diziyi bu karakter mi taşıyor, sorusunun yanıtı ise koca bir EVET.
 
 Benim dizide en sevdiğim şey iki ülke arasındaki farklılık ve benzerliklerin görsel olarak harika ifade edilmesi. Hava hep gri, hep bulutlu ve soğuk kısaca orası İskandinavya. İki toplumun kültürleri ve yaşam tarzları oldukça benzer olmasına rağmen  özellikle ülke yapısında bariz farklılıklar var, bunu izlerken görmeniz gerektiği fikrindeyim.
 
 Dizi ilk başta ve sonraları -ama bunu sürekli olarak geri plana atarak- toplumsal bir sorunla başlıyor. Gıda Terörü, evsizler gibi bir sürü toplumsal konuyu ele alıyor, bu başta sevindirse de dizi içinde bunun geri planda kalması nerede toplum nerede insan hakları dedirtiyor. Bu konuda üzülmüştüm ve umarım kendileri de yakın zamanda bunun daha farkında olurlar.
 
 CSI ya da Criminal Minds gibi sığ polisiye, pür Amerikan polisiyesi sizi boğdu ise daha samimi ve dramatik bir alternatif olarak Bron/Broen orada bir yerlerde izlenmek için bekliyor.

4
Televizyon / House of Cards
« : 10 Ekim 2016, 19:08:40 »
                
 Şunu kabul ediyorum, Netflix gördüğüm zaman atlıyorum fakat bu sefer diziye başlama sebebim bu değil, tam tersine Netflix’i bu şekilde bana sevdiren dizinin kendisiydi. Evet, ilk izlediğim Netflix yapımı bu diziye ilk Kevin Spacey için başlamıştım ve iyi ki başlamışım diyorum.
  
 Elimizde bazen hırslarını yönlendirebilen bazen de hırlarının esiri olan oldukça kıvrak zekalı bir siyasimiz ve göz koyduğu bir saray, daha da ayrıntılısı bir koltuk var. Frank Underwood’un gözüne kestirdiği ABD Başkanlığı uğruna yaptıklarını izliyor ve kendimizi politikanın sinsi-puslu havasına teslim edip, Beyaz Saray’ın altını üstüne getiriyoruz.
  
 Oyunculardan tek tek – o kadar çok ve iyi ki- bahsedemeyeceğiniz bir dizi ve eğer bahsetmek istersek, ya diziyi unuturuz ya da konuyu arka plana atmış olabiliriz. O yüzden şu kadarını söylemek gerekirse, oyunculuklar ve oyuncular beklenildiği gibi çok üstün bir performansa sahip ve eğer bir aktör ya da aktris farklı olsa dizinin dengesi oynayacakmış gibi harika oturmuşlar rollerine.
  
 Eğer politik konulardan hoşlanan biri iseniz bu diziyi kesinlikle izlemelisiniz, eğer ki politik konulardan haz etmiyorsanız yine de bu diziyi kesinlikle izlemelisiniz. Siz olayı anladınız.
Spoiler: Göster

5
Televizyon / iZombie
« : 08 Ekim 2016, 03:05:50 »


 Şu sıralar epey yükselişte olan DC Comics’in Vertigo ayağından televizyona uyarlandığını biliyorum fakat ben bu iki ayaklı yapının sadece televizyon kısmından bahsedeceğim. Benim gibi zombi hasmı olan biri nasıl olur da bir zombi dizisi izler ve bunu severek yapar.
 
 Öncelikle diziyi kıyaslamak çok yanlış lakin ülkemizde sıkça yapılıyor ve ben onu şöyle bir düzelteyim. Walking Dead kumlarda oynamaya devam ededursun biz kaliteyi öne çıkaralım. Zombi var, zombi var.
 
 Bu dizide zombiler ne insanlığı yok etmeye ne de insanlar zombiler arasında hayatta kalmaya çalışıyor. Baş karakterimiz Liv zombie güçleriyle polise yardım ediyor, insanları kurtarıp bir de yetmezmiş gibi beyin temalı süper yemekler yapıyor. İnsan beyni ile beslenmek zorunda olan zombieler, -içgüdülerini ve içindeki zombiyi yatıştırmak için- yedikleri beyindeki anıları, beyni sistemlerinden atana dek gelip giden görüntüler şeklinde deneyimliyor ve o beynin karakteristik özelliklerini de üstüne alıyorlar. Bu sayede bizim adli tıpçı hanım zombimiz bu anılardan yola çıkarak polise yardım edip suçluların yakalanmasına yardım ediyor. Kötü adamlarda var ama onlar işin ticaretinde, insan beyni markette bulunmadığından bunu onlara temin eden bir grup kötü adamımız var ama dizide herkesin iyi-kötü çizgisinin çok da ötesinde olmadığını söyleyeyim. Ne bir iyilik meleği ne de bir kötüler kötüsü var. Tüm karakterler az ya da çok eğlenceli ve sempatikler.
 
 Dizi bir yandan zombie bir yandan polisiye gibi akıp gittiği için her bölüm yeni bir macera ile karşılaşmak da beklendik oluyor. Bu tür başarısız bir polisiye-aksiyon dizisinde her bölüm tempo yüksek tutulurken arkadaki olaylar sönük kalır ya da tam tersi. Şu finale yaklaşırken daha ön plana itilen ana konudan bahsediyorum. Bu dizide ise o durum biraz daha farklı. Arkada işlenmesi beklenen büyük konu diziye yedirilmiş ve bize günlük olaylarla aynı tepside fakat tempoyu düşürmeden sunulmuş. Bu konuda başarılı bir iş yapmışlar ve tebriklerimi kazandılar. (Onlar da çok seviniyor şimdi benim teşekkürümü aldıkları için :P )
 
 Bu dizi son sezon finali de dahil olmak üzere henüz yan çizmemiş ve izlenebilirliği epey yüksek olan güzel bir yapım. Tavsiye ederim.

6
Televizyon / Peaky Blinders
« : 26 Eylül 2016, 18:17:03 »

  Pipo ile ilgilenmeye başladığım döneme denk gelip meramımın üzerine cila çekip hızla bitirdiğim dizidir. Birinci Dünya Savaşı sonrası geçen bir İngiliz gangster öyküsünü anlatıyor bize. Sezonu altı bölümden oluşan oldukça dolu ve kaliteli bir yapım. BBC para kesesin ağzını açmış ve bana kalırsa bu TV kirliliği içinde hak ettiği tahtı sahiplenememiş bir dizi henüz.
 
  Cillian Murphy karşıma ilk çıktığı an dejavular dejavular… Sonradan Cold Mountain’deki o derbeder asker kaçağı görüntüsü aklımda belirdi ve böylece içimde gitgide büyüyen ‘kim bu yaa?’ sorusu dizinin ilk birkaç dakikasında çözüldü. Sonradan dizide Tom Hardy’de karşımıza çıkıyor. Penny Dreadful’dan kötü kadın, pis cadı olarak aklımıza yer etmiş Helen McCrory de dizinin hakiki karakterlerinden biri.
 
  Pipomuzu yaktık, -dizide de elbet birileri bir şeyler tüttürüyor o sıra-, gecenin karanlığında loş ışıkta dizimizi izlemeye başladık ve kulağımıza birden Nick Cave şarkıları esti. Gerçekten güzel... Dizi müzikleriyle fazlasıyla konuşuluyor ve bu oldukça normal. Nabza göre şerbet deyimi bu dizinin müzikleriyle birebir uyuşuyor. Bir yerden sonra İngiliz aksanıyla küfürler edip, şapkanıza jiletler yerleştirir halde buluyorsunuz kendinizi.
 
  Sadece bir gangster değil onun aile içi yaşamı ve diğer çetelerle olan sorunlarını da ele alıyor dizi. Dizide anlatılan bir suç babasından ziyade bir aile ve o dönemdeki İngiliz yaşamı ve kültürü. Fabrikalar yüzünden sürekli hava puslu, bir yerde birileri demiri işliyor, başka bir yerde bahisler, at yarışları, komünistler, greve çağrılan işçiler… Aslında İngiltere’nin o zamanlardaki kaotik yapısı beni büyüledi, western yapımlarda alamayacağınız bir tat var.
 
  Şiddetle tavsiye ediyorum. Üç beş çoluk çocuk, vasat bir senaryo ile dizi çekilen bu dönemde ilaç gibi gelir.


7
Tartışma Platformu / Novella (Romancık) Ne Değildir?
« : 25 Eylül 2016, 01:18:01 »
  Roman değildir. Hikaye de değildir.
 
  Şimdi ne değildir sorusunu yanıtladıysak ne olduğundan bahsedelim. Novella uzun hikayeden çok kısa roman olarak değerlendirilip, kelime bazında Türkçeye muhteşem şekilde -'Romancık' olarak- geçirilmiş edebi türdür.
 
  Karşılaştırmalı bakarsak Joseph Andrews (Henry Fielding) bir roman olup, Dönüşüm (Franz Kafka) bir novelladır. Hugo ve Nebula Ödülleri novellayı 17.500 ile 40.000 kelime arasında tanımlamış ve kategorize olarak bir standart göstermişlerdir.
 
  Lakin bir de novellanın kelime sayısı ile değil anlatım biçimiyle ilgili olduğu fikri de var ve oldukça  yadsınamayacak şekilde mantıklı. Şimdi romandan aşağı, hikayeden yukarı türümüz novella oluyor. O zaman romandaki gibi olay akışını ve alt yapıyı yakalayamamış fakat hikaye gibi tek bir düğüm ve çözüm noktası olmayan eserlerde novella olmalıdır. Samuel Richardson’un Pamela’sı da standart ölçülerin kat be kat üstünde olmasına rağmen bir novelladır.
 
  Bir edebi türün sözcük sayısına göre belirlenmesini yanlış bulduğumdan novellayı önceki paragraftaki cümlelerle tanımlamayı tercih ederim: Hikayeden yukarı, romandan aşağı.

Spoiler: Göster
Ozymandias'ın sorusu üzerine çok sevdiğim ve edebiyatta yetkin bir arkadaşımla gece vakti yaptığım uzun konuşmalar sonucu ortaya bu şekilde bir tanım çıkarmaya çalıştım. Umarım yararlı olmuştur.

8
Televizyon / Hunters
« : 24 Eylül 2016, 18:01:48 »
 
  Bu dizi ile ilgili söyleyeceğim ilk şey bu diziyi izlemenizi ya da izlememenizi tavsiye edemem. Diziyi neden izlediğimin bir cevabı da tam anlamıyla yok ama açıklamaya çalışayım.
 
  Öncelikle çekimlerini hiç beğenmedim dizinin. İstenilen sahneleri olduğundan daha vasat gösteren çekimleri vardı. Görüntü yönetmenine hafiften sallamıştım bu yüzden lakin diziyi izledikçe şöyle bir düşünceye kapıldım, ‘bu adamın serseri serbest stili oğlum’ ama bu sadece kendime söylediğim bir yalan vasat çekimler.
 
  Konusu uzaydan gelen ve insan kılığına girmiş bir türün gizli planları ve örgütlenmesini engellemeye çalışan gizli bir devlet kurumuyla, esas oğlanın karısının ortadan kaybolmasıyla yollarının kesişmesini anlatıyor. Bilim-Kurgu evet, uzay hayır, görsel efekt hayır, iki türün çıkar kapışması evet. Kısaca bu şekilde, tabii ileri sezonlar gelirse ne olur biter bilinmez. Dizinin bana kalırsa en güzel tarafı konusu, çünkü tek şikayetçi olmadığım taraf konuyu işleme tarzları, gerçekten güzel.
 
  Oyunculuklar genel anlamda iyi ama role oturamayan birkaç karakter varmış gibiydi. Bunların sonralarda karakter bazında o şekilde olduğunu düşünmeye başladım. Yani aktrisin role bürünemediğini düşünüyordum ama şimdilerde belki de dizideki karakterin oturmamış olması gerekiyordur diyorum. Dediğim gibi dizi oldukça vasat ama siz diziye alıştıkça sanki vasattan özgüne kayıyor fakat sonra dönüp baktığınızda vasat diyorsunuz.
 
  Dizide olaylar çok hızlı akıyor eğer daha yavaş bir akışa sahip olsaydı dramatize edilmesi gereken yerler daha net belli olurdu. Adam üzgün, bir sonraki sahnede adam sinirli, sonra ise telaşlı… Dizi uyarlama ama aslında yuvarlama. Yani kitaptan birebir televizyona uyarlanmaya çalışılmış havası var. Sahne geçişleri, konu akışı, karakterler arasında ki geçişler, dizi izlemekten çok kitap izliyormuş gibi bir havası vardı ama dizi sektörü şunu biliyor, kitap uyarlanır izlenmez. Belki bu noktayı atlamışlardır.
 
  Dizinin final bölümü beni standart bir memnuniyete taşıdı, devam ederse ben de edeceğim. Dizinin daha iyi ya da kötü olmasını istemiyorum, bu özgünlük tadı veren vasatlık devam etsin yoksa dizi tüm farklılığını kaybeder. İzlemek size kalmış.

9
Televizyon / Unsere Mütter, unsere Väter
« : 24 Eylül 2016, 17:53:27 »
 
  Annelerimiz, Babalarımız… Bir savaş dizisi size savaşı anlatabilir, kazanan ya da kaybedenleri anlatabilir, geride bırakılan insanları konu edinebilir ama hepsini birden muazzam bir şekilde anlatmak her yiğidin harcı değildir. Bu üç bölümlük kısa dizi hakkında elimizde ne varsa size sunmaya çalışalım.
 
  Almanların gözünden gördüğümüz İkinci Dünya Savaşı bize beş farklı perspektife aktarılıyor. Beş arkadaşın gözünden ve duygularından bir savaşı, bir çok açıdan izliyoruz. Biri öncesinde de asker olan, iki kardeş, bir ordu hemşiresi, şarkıcı olmak isteyen hırslı güzel bir alman kızı ve terzilik yapmakta olan bir Yahudi. Daha önce askerlik görmemiş birine savaşın neler yapabildiğini, uzun süredir askerlik yapan birine nasıl davrandığını,  milliyetçi duygularla hemşirelik yapan bir kadına nasıl etki ettiği, subayların egemen olduğu bir Almanya’da ünlü olmak için bir kadının sahip olduğu hırslara ve bir Yahudi gencin başından geçenleri çarpıcı bir gerçeklik içerisinde seyrediyor ve İkinci Dünya Savaşı, Almanya’da neyse onu görüyoruz. Propagandalar yok, idealler göze sokulmuyor sadece savaş ve onun beş farklı kişide bıraktığı izler.
 
  Band of Brothers karşılaştırmasını çok yanlış ve gereksiz buluyorum. Amerikan yapımı ve kendi tarihini satmaya çalıştığı bir filmle bunu kıyaslayamazsınız. Aynı kulvarda dahi olamazlar, bu dizide ne bir kahramanlık öyküsü ne de savaşın sadece kendisi anlatılıyor. Savaşta kimsenin kazanamadığını sadece kaybın ve daha fazla kaybın olduğunu üç bölümde bize gayet iyi gösteren kaç güzel yapım var da kıyas yapabiliriz ki. Keşke yapabilsek, keşke bunun gibi bir sürü yapım olsa ve biz yalın gerçekliği kurgularda bu kadar sık görebilsek.
 
  O yılların mimarisinin ve yapısının da çok iyi yansıtıldığını düşünüyorum. Asker üniformalarından, o zamanın evlerine kadar bize o dönemi yaşatmışlar. Soğuğun savaşa yaptığı etki, insanların cümlelerindeki kibir sadece yapısal değil kültürel olarak da karşımıza güzel bir tarihi kurgu getirmiş.
 
  Size katabileceklerinin fazla olduğunu düşündüğüm bu güzel yapımı izlemenizi tavsiye ederim.

10
Kurgu İskelesi / milenya'dan Minicik Öyküler
« : 19 Ağustos 2016, 23:58:28 »
 Bu başlık altında -foruma daha önce gönderdiklerimin aksine- minik hikayelerimi paylaşacağım.


  Yolcu Takımlar
  
 Kurak çölleri, sarp dağları, engin denizleri aşıp da gelmiş cengaver,
 varmış tek derdi:
 Yatak döşek yatan sözlüsü beklermiş ölmeyi.
 Çare olacakmış bulacağı Ak Yılan’ın bir damla zehri,
 hiç düşünmeden atılmış yollara gözü kara cengaver.
 Bulmuş en nihayetinde beyaz pulları, kıvrımlı bedeniyle aradığını
 bir nehrin kıyısında.
  
 Hayvan güzelmiş güzel olmasına
 ama dökülecek zehri daha da güzelleştirecekmiş verince sözlüsüne
 bir kadehte.
 Atılmış üzerine, yakalamış yakalayacak boğazını.
 Amacı değilmiş öldürmek lakin ürkmüş Ak Yılan
 savurmuş kamçı kuyruğunu genç adamın takımlarına,
 karışmış nehrin suyuna.
  
 Durdurmuş akan kanı, gömmüş acısını yüreğine
 koyulmuş geri dönüş yollarına,
 götürmek için elinde avucunda kalan bir iki damla şifalı ağı sevdiceğine.
 İki ayak bir yara üzerinde tepmiş tüm yolu
 içirmiş zehri ölümüne an kala...
 Başlamış düğün hazırlıkları.
 Düğün öncesi samanlıkta ateşlenecek olmuş bir zina gecesi
 ta ki görünceye dek güzeller güzeli
 sarılı bezler altında beklenmedik yarayı.
 Bozmuş sözü...
 
 Ne işe yararmış erkek olmadıkça kahraman bir eş.
 Olmadan mercimek, ne varmış elde fırına verecek.

11
Televizyon / Stranger Things
« : 18 Ağustos 2016, 01:18:16 »
 Seksenlerin Amerikası'nda geçen şüpheli ve tekinsiz bir çocuk kaybıyla başlıyor dizi ve türü fantastik, bilim-kurgu olan tüm Amerika klişelerini içeriyor. Küçük çocuğun meraklı arkadaşları, yerel polis, ailesi çocuğu ararken yolları gizli bir hükümet kuruluşu ile kesişiyor. Gizemli olaylar ardı ardına gelişirken tuhaf bir kız çocuğu, kaybolan arkadaşını arayan bizim meraklı çocuklarla karşılaşıyor ve dizi boyunca kayıp çocuğun arkasında bir kovalamaca dönüyor.
 
 Öncelikle dizi size çok büyük sürprizler sunmuyor. Olacakları az buçuk tahmin ediyorsunuz, fakat atmosfer ve işleniş gayet iyi. Karanlık bir atmosfere bürünen sahnelerde özellikle ışıkların (ampullerin) umut ya da tehdit unsuru olması oldukça gerici bir hal alıyor.
 
 Tüm bunların yanı sıra geeklere hitap eden çokça sahne var. Star Wars'a göndermeler, FRP oyanayan çocuklar, çizgi romanlara (özellikle X-Men) dokunmalar. İlgilenen kişi için güzel şeyler de olsa, bunları bilmeyen biri için boş dokunuşlar olmuş. Boş dediğime bakmayın FRP özellikle sık geçtiği için dizide belki insanların merakını uyandırmıştır ama zarların 7 yada 14 gelmesi arasındaki farkı bilmeyen biri bir iki sahnede anlıyorMUŞ gibi kafa sallayıp geçecektir.
 
 Son olarak dizi Netflix yapımı olduğundan saldırdığım bir diziydi öncesinde lakin gerçekten sekiz bölümlük kısa mı kısa, eğlenceli ve sürükleyici bir yapım olduğunu net bir şekilde söyleyebilirim.

Not: Koymak istediğim resim büyük olduğundan aşağıya gizleyerek koydum.
  
Spoiler: Göster

12
Kurgu İskelesi / Daha Fazla Nefes
« : 18 Mart 2016, 15:46:04 »
  Az uyuduğumdan olsa gerek, tablete bakarken gözlerim sulanmaya başlamıştı. Sınav soruları basit fakat bir o kadar çoktu. Yüz soru için elli dakika verilmesi belki de sınavı zor yapan tek etmendi. Soruları sadece, dedemin sürekli tekrarladığı anılarıyla bile kolaylıkla çözebilirdim. Kubbelerin yerleri nasıl belirlendi, güneş ışığının yol açabileceği biyolojik sıkıntılar nelerdi, kişi başına düşen oksijen miktarı insandaki hangi faktörlere bakılarak hesaplanır... Sorular kısa cevaplı ve tek nefeslik cümlelerden oluşuyordu. Sınav şartlarını okuduğumu belirtip, cevaplarımı onayladım. Lütfen tableti kapatmayı unutmayın. Tabletin üzerinde çıkan yazıyı her seferinde okuyor ve bana samimi gelmeyen bu ricayı bir süre düşünüyordum. Nihayetinde, gözetimcinin de rahatsız edici bakışları altında tableti kapatıp sınıftan çıktım.
  
  Alt kata indiğimde koridorda kimsecikler yoktu. Sınavı erken bitirmiş olmalıydım, aksi halde bugün iki yüz elli öğrenci sınava girmişti ve buraların akranlarımdan geçilmiyor olması gerekirdi. Okulun dolap sorumlusunun masasına gittim ve kafasını tablete gömmüş olan adamın dikkatini çekmek için masaya tırnaklarımla bir kaç kez vurmam gerekti.
  
  "Kaç numaraydı efendim?" dedi gözleri kanlanmış genç adam. Aslında onun yaşını tahmin etmek oldukça zordu. Yirmi ile otuz beş arası bir yaşta olduğuna şüphe yoktu ama zaten buradaki nüfusun yarısı o yaşlardaydı ve bu bana tahminimde ilerleme sağlamıyordu.
  
  "Yüz bir," dedim ve tırnaklarımı masaya vurmaya devam ettim. Güzel bir melodi tutturmuştum, bana Bach'ın  piyano resitallerini andırıyordu. Adamın arkasındaki anahtarlıkta 101'i bulması için bir süre bekledim ve bana anahtarı yorgun bir tebessüm ile uzatınca biraz kendimden utandım. Onun dalgınlığını aptallığına veriyordum fakat o gülümseme bana zorlu bir hayatın yansıması gibi gelmişti.
  
  Dolapların yanına gitmek için masanın hemen yanında bulunan kapıdan geçtim ve dolapların yan yana dizilip labirent halini aldığı odada kolayca bulduğum, kutuyu andıran dolabı açtım. Ayakkabılarımı çıkardım, dolabın içinden aldığım X-09 model elektrikli patenlerimi ayağıma geçirdim. Bu patenler elektrikli motorların küçülmesiyle yapılmıştı ve benimkiler halk arasında 'pegasus' diye geçen en yeni modellerden biriydi. Dedemin bana geçen doğum günümde hediye ettiği bu pegasusları ilk gördüğümde onların tüm özelliklerini ezberden sayabiliyordum. Şarj etme süresi, çıkabildiği maksimum hız, manevra kabiliyeti... Hayallerini kurduğum bir prensesten çok daha fazla değerliydiler benim için. Ayakkabılarımı dolabın içine yerleştirip, anahtarları görevliye teslim ettim. Çıkış kapısına vardığım gibi ayak baş parmaklarımı patenin iç yüzeyine bastırıp hızlanmalarını sağladım. Ağırlık merkezli hızlanıp yavaşlayan bu beygirler, ev ile okul arasını beş dakikaya indirgemişlerdi.
  
  Güneş, cam kubbenin yüzeyine vurmaya başlamıştı, insanlar, patenleriyle ya da kubbenin her yerine uzanan bantlı konveyörlerle işlerinin başına gidiyorlardı. Asansörlerin ve konveyörlerin vızıltısı tüm kubbeyi bir koza halinden çıkarıp, arı kovanına dönüştürmüştü. Evin kapısını görür görmez, yavaşça patenin önüne yaptığım baskıyı azaltıp topuklarıma yüklendim. İvmem düştükçe hızım da geometrik olarak düşüyordu. Bu kadar ani yavaşladığım için midemde bir bulantı oluştu. Kapının şifresini girdim. Önümde kayarak açılan kapı, iki göz evi gözler önüne serdi. Eve girdim ve guruldayan karnıma şifa olabilecek o sesi işittim. Biiip, biip, biip! Bu mikrodalganın sesiydi, belli ki dedem bu sabah özel bir şeyler hazırlamıştı. Sonuçta bugün aynı kubbe altında yaşayıp yaşayamayacağımızı belirleyecek ve benim için çocuk oyuncağı olan bir sınava girmiştim.
  
  Patenlerimi çıkarmadan mutfağın önündeki mini bara gidip bir tabureye oturdum ve dedemin hazırladığı lüx denebilecek kahvaltıya iştahla baktım. Önüme sertçe bıraktığı güveç kabıyla dikkatimi çekmeyi başardı. Önce çatık olan kaşları birden şekil değiştirip mutlu bir adamın yüzüne uyum sağladı.
  
  "Sana da günaydın bayım," dedi eleştirir ses tonuyla. Saçları ağarmış, gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar derinleşmeye başlamıştı. Gri gözleri, uzun ağaran saçları, beyaz teniyle birleşince bilge bir adama yaklaşıyordu ki benim için dedemden daha bilge bir adam olamazdı.
  
  "Sınav nasıldı?" diye sordu kendi güveç kabını da bırakıp oturduktan sonra. O üçüncü nesil bir mühendisti ve bana sınavımın nasıl geçtiğinden çok, soruların neler olduğunu sorduğunu biliyordum. Kendi sınavının zorluğundan sürekli bahsederdi.
  
  "Kolay değildi, çoğunu yaptım," dedikten sonra aklıma takılan soruyu düşündüm. Elektrik üretimi ile ilgili bir şeydi, sanırım yüzdelikleri ile ilgiliydi derken soru gözlerimin önüme geldi ve ağzımdaki lokmayı yutmadan atıldım. "Kubbeye giren elektriğin kubbeye giriş sırasıyla, yüzdelik dilimlerini sordular."
  
  Yapamadığımı anlamıştı ve söze atılmadan önce bir süre utancımın geçmesini bekledi. Cevaplanamayan sorular karşısındaki tutumumu biliyordu. Yemekleri yedikten sonra ortalığı toparlayıp bulaşıkları temizlik kutusuna yerleştirdik. Radyoda sabah haberlerini sunan o kibar ama pes sesli adamın giriş cümlesi duyuldu. Günaydın kubbelerin ilki! Dedem elini üzerine silip hemen radyonun sesini açmaya koyuldu. Cumhuriyetçi bir haber yayınıydı bu ve hükûmeti sürekli olarak eleştirirdi. Hoş, bu son zamanlarda hükümeti eleştirmeyenler ya kendileriydi ya da onlardan fayda sağlayan insanlardı.
  
  Bir hafta önceki büyük yangının detayları hala tartışılmaktaydı. Kubbenin içindeki en büyük suç sayılan kundakçılık akıllardan silinmiş, bunun bir sigorta hatası olduğu kabullenilmişti. Bir hafta önce yanan Bebek Bakım Merkezinde yanarak ölen onlarca bebek için sadece bir dava açılmış ve yangının sigortadan çıktığı öğrenilince hemen kapanmıştı. Bana doğan bebeklerin ailelerinden alınıp altı ay boyunca el koyulması hep saçma gelmişti. Söyledikleriyse hep aynı şeylerdi. Bebeklere eski dünyada ihtiyaç duydukları mineral ve vitaminlerin damar yoluyla verildiği ve bunun insan gelişimi açısından mecburi olduğuydu ama bana kalırsa alayı boş laftı. Eğer böyle bir zorunluluk varsa kubbe halkları eğitilir, serumlar verilir ve her ailenin bebeğine kendi bakmasına izin verilirdi. Bu sorumluluğu hükûmet üstlenmişti ve bunun tek sebebi nüfusu kontrol altında tutmaktı. Karbondioksit miktarını sabit tutmak için ve kubbede daralan yerleri ferahlatmak için yapılmış bir yalanlar dizisi. Bu yangın tüm düşünceleri doğrular gibiydi, yıllarca sapasağlam kalmış, bakımından hiç geri kalmamış bir elektrik tesisatı yüzünden çıkan yangın ve bunun sonucu ölen bebekler, kontrollü nüfus ve kederli bir halk.
  
  Dedem, radyodaki haberi sanki hayatındaki en önemli şeyi dinlermiş gibi dikkatle dinliyordu. Soğutucudan bir çift hap aldım, suyumu doldurdum ve ikisini birden yuttum. Bunlar bebekken damardan aldığımız mineral ve vitaminlerin yetişkinlere verilen cinsiydi. İçinde bulaşık ve çöplerin biriktiği kutuyu alıp çıkarmadığım patenlerle yavaşça kapıya doğru sürüklendim. Dedem dikkatini tamamen haberlere vermiş ve çıktığımı fark etmemişti.
  
  Temizlik kutusunu, bunların ayrıştırılıp, steril hale getirildiği Hijyen Kontrol Binası'na bıraktım. Hane numarasını yazıp, imzaladım ve oradan çıkar çıkmaz arkadaşlarla buluşmak için asansör dibine doğru sürdüm. Parmaklarımın yaptığı baskı arttıkça hızlanan patenlerim adeta uçuyorlardı. Dar yolda insanların arasından hızlı manevralarla geçiyor, onlardan daha üstün olduğumu hissediyordum. Uzun kumral saçlarım geriye doğru savrulmaya başlamış, gövdeme yapışan tişörtümün altındaki göbeğim belirginleşmişti. Kubbe şartları altında ben zayıf ve uzun sayılabilecek biriydim lakin kitaplarda anlatılanlara göre bu yapımla geçmişte şişman diye geçermişim. Ulaşımı sağlayan elektrikli patenler ve kaykaylar, kubbenin dört bir yanını sarmış bantlı konveyörler, üst katlara erişimi sağlayan asansörler, yeme alışkanlıkların değişmesi, geçmişte ebeveynlerimizin maruz kalmış olduğu radyasyon yüzünden eski insanlardan çok farklıydık. Dedem bana sürekli kendi dedesini anlatır ve gözlerinde her seferinde bir hayranlık belirirdi. Önümde yükselen batı asansörlerini görür görmez dedemin anılarını ve tarih kitaplarını kafamdan kovup, yavaşlamaya başladım.
  
  Asansör dibi her kubbede dört tane bulunan yer isimlerindendi. Kubbenin üst katlarına çıkmaya yarayan asansörlerin iniş yaptıkları yerler her daim sessiz ve boş olurdu. Kubbede çalışan bir mühendis değilseniz genelde asansörleri kullanmazdınız ve mühendisler kubbenin güneyinde yaşardı. Burası da okula olan yakınlığı sebeptir ki gençlerin bir çeşit buluşup, konuştuğu bir mekan haline gelmişti.
  
  "Hepimizden hızlısın lakin her seferinde geç kalıyorsun," diye sitem yaptı İzmir. Kaşlarını çatmış ama yüzündeki tebessümü silememişti. Bir gözü mavi diğeri ise kırmızıydı ve bu ondan hoşlanmamın sebeplerinden sadece biriydi. Genetik bir bozukluk, bir insana bu kadar yakışabilirdi.
  
  "Hoş geldin Çağrı," dedi Ares ve elimi sıkıp dudağını kulağıma yanaştırdı, fısıldayarak devam etti. "Biraz sinirli, sınavdan sanırım."
  
  "Temizlik kutusunu bıraktım, kusura bakma." Yüzüme oturttuğum sakar bir ifadeyle başımı kaşıdım. Oturduktan sonra bile o kızgın ifade gitmedi yüzünden İzmir'in. İsmini ne zaman aklıma getirsem tarih sayfalarından bir resim ilişirdi gözüme. Kıyıya vuran dalgaların izleri ardında batan bir güneş. İsminin anlamını merak edip araştırmaya başladığımda çıkmıştı bu karşıma. Eski Dünya'da oldukça sevimli ve deniz kıyısı bir şehirmiş meğersem. Ailesinin kökeni oralara dayandığı içindi bu adın sebebi. İsmini babası koymuştu ve kendisi tarih öğretmenimizdi. Tarihten nefret ettiğim kadar seviyordum İzmir'i. O benim bu kubbede arzuladığım tek ve eşsiz kişiydi.
  
  "Size bir şey göstermek istiyorum," dedi Ares heyecanlı bir sesle ve oturduğumuz köşeden kalkıp karşımıza geçti. Anlamsız bir reverans verdi ve elinde tuttuğu kısa bir çubuğu bize gösterdi. Diğer elinde ise bir çakmak tutuyordu. Burası aydınlık ve ücra bir köşe olabilirdi lakin bir çakmak taşımak her zaman tehlikeliydi. Gözlerimizdeki endişeyi görür görmez söze girdi. "Lütfen sakin olsunlar majesteleri."
  
  "Sanırım birimizin tarih sınavı iyi geçmiş," dedim ve geniş bir sırıtmayla bu yasağı beğeniyle karşıladım. Çakmak ateş demekti, ateş ise benim tutkumdu. Bu yasağı Ares'le arada bir aşar ve çakmağı ateşlerdik. Benim de odamda bulundurduğum bir çakmağım vardı lakin günün bu saatinde yanımda taşımak cidden yürek isterdi. Majesteleri kelimesi buruk bir tat bıraktı kulağımda fakat buna aldırmayacak kadar fazla Ares'le vakit geçirmiştim.
  
  "O çubuk ne?" diye sordu İzmir, sağ eliyle çubuğu işaret ederek. İzmir bu küçük yasa dışı hareketlerimize ses çıkarmaz fakat pek de haz etmezdi.
  
  "Sigaradır leydim." Sigarayı yaklaştırıp burnunun altından yavaşça geçirdi. Ve aynısını bana da yaptı. "Bu bir Marlboro," dedi ve bana davetkar bir bakış attı.
  
  Sigara yasağı kubbede her halde en çok zaman harcanan davaydı. İçenler cidden gözaltına alınmış, cezalara tabi tutulmuşlardı. Yüzyıl önce çoğu imha edilmişti ve adı tarih kitaplarına geçmişti. Çakmağı bana uzattı Ares ve gözleriyle elini işaret etti. Çakmağı aldım ve bu daveti kabul ettim.
  
  "Bu yaptığınız hem çocukça hem de yasak. Sanırım ben bu saçmalığa katılmayacağım," derken çoktan ayaklanmıştı İzmir. Ares'e sinirli ve küçümser bir bakış atıp aramızdan geçti. "Sonra görüşürüz Çağrı," dedi ve patenlerinin ivmesini ileri yönde arttırdı. Sonuna ismimi koymuş olması bana haksızlık ettiğini düşünmesinden kaynaklanıyordu. Üç uzun yılın sonunda artık onu kendim kadar iyi tanıyordum.
  
  Çakmağı yaktım ve Ares'in dudaklarında tuttuğu sigarayı tutuşturdum. Sigaranın ucundaki alev biraz harlanıp sonra dindi ve sigarayı ağzından çekip bana uzattı. İnce pis kokan bir duman üfledi duvara doğru. Her ne kadar in cin top oynasa da dikkati elden bırakmak tehlikeliydi. Aynısını bende tekrarladım. Küçük nefeslerle, sıra sıra dönerek bitirdiğimiz sigaranın o acı ve buruk tadını olabildiğince çok çıkardık. Keyif aldığımız tek şey vardı ve o sigara değildi. Bir yasağı devirmenin verdiği o heyecan verici hazdı. Sigara bittikten sonra hızlıca oradan uzaklaştık.
  
  Kubbenin içindeki en uzun yapı, Hijyen Kontrol Merkezinin ortasından çıkan devasa bacaydı. Etrafı geniş ekranlar kaplı olan bu baca, kubbenin orta noktasından dışarı açılıyordu ve burayı Eski Dünya'ya bağlayan sınırlı deliklerden biriydi. Ekranlarda oynayan görüntüler güneş kaybolduğunda şehrin aydınlatılmasındaki en büyük etmendi. Reklamlar, kubbenin işleyişini gösteren kısa süreli teknoloji belgeselleri... Kubbenin batısında kalan bir dağ yüzünden daha güneş batmadan karanlığa gömülüyorduk. Işıklandırmanın bir kısmı bacanın etrafındaki ekranlardan sağlansa da çoğu kubbenin üzerine yerleştirilmiş LED mantığı ile çalışan spot lambalarıyla sağlanıyordu. Şifreyi girdim ve kendimi eve attım. Evim evim güzel evim.
  
  Üzerimi değiştim, patenlerimi çıkardım ve tuvalete girdim. İşlerimi bitirmem yarım saatimi almıştı. Kafamı yıkamıştım sadece fakat çıkan yangını yatıştırmak için kullanılan su yüzünden, hane başına verilen su miktarı süreli olarak kısılmıştı. Dedemin elinde o eski tanıdık kitabı görmüştüm. Eski Dünya'dan arta kalan kitapları uzun süreler toplamıştı dedem. Onların bu kubbenin altındaki her şeyden değerli olduğunu söylerdi. Ben onun torunuydum fakat onlar çocuklarıydı.
  
  "Akşam yemeğinde ne var," diye sordum koltuğun arkasına geçip. Omuzlarını ovalıyordum, kitabını yarıda bölmemi hafifleştirecek bir şeyler olsun diye.
  
  Önce bir duraksadı, küçük bir titreme yayıldı vücuduna. Gözlüklerinin ardında kitaba değilde daha derine bakıyormuş gibi bakışlarını toparladı ve bana döndü. Zoraki bir gülümsemeyle konuşmaya başladı.
  
  "Unutmuşum," dedi zor çıkan bir sesle. Ters giden bir şeyler olduğunu anlamış lakin doğru zamanı kollamak için sessizliğimi korumaya karar vermiştim. "Ama hemen bir şeyler hazırlarız."
  
  Ayağa kalktı dondurucudan mısır çıkartıp onları ısıtıcıya attı. Mısırları görünce aklıma o bastıramadığım kaşif hislerim ortaya çıkmıştı. Küçükken bunların nerede yetiştiğini sormuştum ve dedem her zamanki bilgeliğiyle duraksamadan cevaplamıştı. Bizim gibi dokuz tane daha kubbe olduğunu ve bunların hepsinin tüneller ve o tünellerde seyreden trenlerle bağlı olduğu öğrenmiştim. Bunlardan ikisi tarım için yapılmış gün ışığını her açıdan alan, güneydeki kubbelerdi. İkisi bir sürü havalandırması ve filtresi olan bacalarla bezenmiş sanayinin merkeziydi. Bizimle beraber üç tanesi öğretmen, mühendis, doktor yetiştiren eğitim merkezleriydi. Bir tanesi asker ve polis yetiştiren bir kışla kubbesiydi. Diğeri ise infilak etmişti. Dünyada, bu şekildeki yaşam ağları çok sık değildi. Ülkeler gücü yettiğince çok yapmaya çalışmıştı fakat binlerce insanın yaşayacağı bir kubbe yapmak bile iyi bir eğitim düzeyi ve para isterdi. Benim o kaşif ruhumda burada ortaya çıkıyordu, peki dışarıda kalanlar, onlara ne olmuştu? Askerler ne içindi? Eski Dünya nasıl bir yerdi?
  
  Yemeklerimizi yerken derin bir sessizlik oluşmuştu. Kaşık sesleri bu sessizliği örtemiyordu aksine sanki ortamı daha çok geriyordu. Dedemi konuşmaya itmek için bir soru sormak yapabileceğim en iyi yöntemdi. O, ana kubbede kalmayı başarmış, iyi bir bilim adamıydı.
  
  "Dede, bugün sana bahsettiğim sorunun cevabını anlatır mısın?"
  
  Kaşığıyla yemekle oynuyordu ve masanın üzerinde bir yere gözlerini dikmiş, derin düşüncelere dalmıştı. Sorduğum soruya geç verilmiş bir tepkiyle soruyu tekrarlamamı rica etmişti. O asla unutmazdı. Bir terslik vardı ve artık bundan emindim.
  
  "Kubbeye giren elektriğin kubbeye giriş sırasıyla, yüzdelik dilimleri..."
  
  "Tamam, hatırladım," diyerek sözümü kesti. Gözlerinde zayıf da olsa bir ışık belirmişti. "Yüzde onu Hijyen Kontrol'ün bacasındaki dumandan, yüzde otuzu kubbenin dışındaki barajdan ve son yüzde yetmişi de Eski Dünya radyasyonundan."
  
  "Radyasyonu nasıl kullanıyorlar ki?" diye sordum dikkatini dağıtmak amacıyla. O acı dolu sessizliğe tekrar gömülmeyi göze alamazdım.
  
  "Kubbe sadece bizi dışarıdan koruyan bir kalkan değil evlat, ondan faydalanan bir pragmatist o," dedi sanki kubbeden değilde bir parazitten bahsedermiş gibi. "Dışarıdaki radyasyonu emer, filtreler ve onu binlerce büyük bobine iletir. Tarih kitaplarında Dennis Siegel adına denk gelmişsindir, tüm bunları onun sayesinde yapabildik," dedi ve havada evirip çevirdiği kaşığa bakıp bir iç geçirdi. Sanki kapıldığı heyecandan suçluluk duyar gibiydi.
  
  Dedemin en kısa tanımı: küçücük bir soruyu bile gözünde büyütüp, işi tarihten mitolojiye vuran adamdı. Yemeklerimiz bittikten sonra ona yardım ettim ve boş temizlik kutusuna bulaşıkları yerleştirip, sadece iki koltuğun bulunduğu minik salona geçtik. Bir süre gözden kayboldu ve elinde bir kağıt parçasıyla geri geldi. Kağıt değerliydi ve çok nadiren kullanılan bi malzemeydi. Yeni kitapların hepsi internet üzerinden yayınlanıp, okunurdu. Kağıdı elime uzattı ve titreyen elini diğer eliyle durdurmaya çabaladı. Kağıdı elime alır almaz okumaya başladım.
              
       Sayın Deniz Ilgın,
  
   Yakın zamanda çıkmış olan BBM yangınından ötürü tüm infazlar süreli olarak beş yıl geriye alınmıştır. 29               Nisan 2110, saat 17:30'da Yaşam Merkezinde bekleniyorsunuz.

 
  Mektubun ilk iki satırından sonrasını okumam imkansızlaşmıştı. Boğazıma bir düğüm oturmuş, gözlerim yaşarmaya başlamıştı. Başımı mektuptan kaldırdım ve dedeme baktım. Ağlamaya başlamıştım. Konuşmak bir yana nefes almak bile çok zordu. Dedem yanıma geldi ve ensemden tutup başımı göğsüne yasladı. Onun da sarsıldığını hissedebiliyordum. Kollarımı güçlükle kaldırıp sarıldım ve ikimiz de derin bir sessizliğe kapıldık.
  
  Sabah olur olmaz patenlerimi giyip, mektup elimde Yaşam Merkezi denen, o modern dar ağacına yol aldım. Baş parmaklarımla yaptığım baskı o kadar fazlaydı ki patenlerimin ayağımın altında titrediğini ve limitine ulaştıklarını duyabiliyordum. Yaşam Merkezinin kapısına vardığımda topuklarıma yüklendiğim gibi ayaklarımı yan çevirmiş iki üç metre sürüklenerek durmuştum. İçeri girer girmez gördüğüm ilk masabaşı çalışanın yanına gittim ve elimdeki kağıdı masaya çarptım. Burnumdan soluyor, karşımda ne olduğunu anlamayan genç kıza bakıyordum. Kız titrek ellerle masadan mektubu aldı ve okudu. Güvenlik bir tedirginlik sezdiği gibi geldi ve arkama konuşlanladı.
  
  "Bayım bu işlerle ilgili kişi ben değilim, eğer..."
  
  "Sen değilsen kim o halde, kim bu işlerle ilgilenen. Dedemin ölüm süresini geriye çekmekle ilgilenen kişi kim?" diye sordum masanın üzerine eğilip kızın yüzüne iyice yanaşarak. Sıkılı dişlerimin arasından zar zor konuşabiliyordum. Ellerim titriyordu ve gözlerim tekrar yaşarıyordu.
  
  "Bayım, lütfen sakinleşir misiniz." Kızın sesi ağlamaklı çıkmıştı ve son dediğini duymamışım gibi tekrarladı. "Lütfen, bayım."
  
  "Sakinleşemem!" Sesim tüm binada yankılandı. "Bunlarla ilgilenen birileri olduğu sürece sakinleşemem," masada uzaklaştım ve elimdeki mektupla beraber kapıya doğru döndüm. Güvenlik görevlisi bir mancınık gibi gerilmiş, her an üzerime atlayacak gibiydi. Tüm bina ayaklanmış, o paravanlarla ayrılmış ofislerinden çıkıp kapının ağzındaki, bu gözleri yaşlı çocuğa bakar olmuşlardı. Elimdeki kağıdı kıvırdım ve cebimden bir çakmak çıkardım. "Nasıl biri, bir başkasının ölümüyle ilgilenir ki," derken artık ağlıyordum. Elim ve sesim titriyordu. Çakmağı çaktığım gibi güvenlik görevlisi üzerime atılıp kağıdı elimden aldı zira çakmak, elimden çekip almak için fazla küçüktü. Elinden kurtulmak için debelendim ve serbest kalır kalmaz son hız sokaklara kaçtım. Göz yaşları süratim yüzünden yanağımda geriye doğru bir kavis çizip kendini rüzgara bırakıyordu.
  
  Asansör altına gitmedim. Kimseyle görüşecek halde değildim ve bu haber yayılmışsa beni anlayışla karşılayacaklarını biliyordum. Gizli yerime, içerideki pis havanın süzülüp atıldığı dev pervanelerin önüne gittim. Burası daima eser ve pis kokardı. Bu yüzden kimsecikler olmazdı burada. Kendime gelmeyi bekledim ve güçlü bir duruş sergileyeceğimi düşünür düşünmez kalkıp eve sürdüm.
  
  Eve girdiğimde dedem beni iyi bir gülümsemeyle karşıladı ve kahvaltıyı işaret etti. Bu Yaşam Merkezi'nin işlevini de ilk dedem anlatmıştı. Doğum tarihleri, yıllık sağlık raporlarının arşivlendiği binanın bir diğer ve hazin hizmetiyse nüfusu dengede tutmaktı. Altmış beş yaşına gelmiş ya da çaresi olmayan bulaşıcı bir hastalığı olanları infaz etmekle hükümlüydüler. Dedem altmış bir yaşındaydı, daha dört yıl vardı ve biz buna zaten hazırdık. Lakin geçen gelen ölüm fermanıyla altı ay süremiz kaldığını öğrenmiştik.
  
  Dedem sürekli beni teskin ediyor ve hayatımıza hiç bir şey olmamış gibi devam ediyordu. Altı ayı benimle, huzurlu bir şekilde geçirmek istediğini söylüyordu. Bense her türlü resmi açıklamayı okuyor, bir açık bulmak için onları analiz ediyordum. Kubbenin sanal kitaplığına gidip tüm anayasayı baştan sona okumuş, bazı yerlerini ise defalarca okumuştum. Arkadaşlarımla neredeyse hiç görüşmüyor tüm vaktimi araştırma yaparak ya da dedemle oyalanarak geçiriyordum.
  
  İki ay sonra elime bir bilgi geçti ve bunu kullanmak için her şeyi yaptım lakin yaşım ve dedemin istekleri üzerine bunu da başaramadım. Askere alınan vatandaşlar bu infazdan muaf tutuluyordu. Bu sayede askerlik hakkında bir çok bilgi de edinmiştim. İşin büyük bir kısmı korunaklı bir zırh içinde Eski Dünya'da geçiyordu. Her yaştan insan alınıyordu askere ve bende dedemle beraber yazılmayı önermiştim fakat o kesin bir dille reddetmişti. Belki de birlikte yaşayacağımız onca yıldan feragat ediyordu. Bunu öğrenmem iki ay sürmüştü, kabul ettirme çabalarım ise bir ay kadar ve sonunda vazgeçip başka bir açık aramaya başlamıştım.
  
  Bu araştırmalarım sırasında hükûmetin bir çok pis işine de denk gelmiştim. Bir kaç mevki sahibinin yaşının sekiz senedir elli altıda takılı kaldığını, çocuklarınınsa bir kısmının askeriyede rütbeli ya da masabaşı çalıştığını öğrenmiştim. Nüfusu dengelemek için yapılan idamlar, salgın hastalıklar ve BBM'de çıkan büyük yangın. Dikkatle bakılınca bunların hepsinde hükümetin parmağı vardı. Askeriyenin bu kanundan muhaf olması bile sır gibi gizleniyordu, öğrenmek için patenlerimi satmam ve rüşvet vermem gerekmişti.
  
  İnfaza bir ay kala dedem bana yavaş yavaş vasiyetini açıklamaya başlamıştı. Üstü kapalı bir şekilde olsa da hemen anlaşılıyordu. Kitapların bakıma ihtiyacı olduğunu söylüyor, ailenin öneminden bahsedip, evlenme yaşımın yaklaştığını işaret ediyordu. Yemek yaparken sık sık yardım istiyor ve kubbenin işleyişinden bahsediyordu. On yedi yaşında evlenmek geç bile sayılabilirdi lakin ben kafamı dedemin ölecek olduğu fikrinden alamıyordum.
  
  Tüm bunlar olurken İzmir sınavdan geçemedi ve tarım işlerinin yapıldığı güney kubbelerine gitti.  Ares evlendi ve daha büyük bir eve taşındı. Bense yüksek bir puanla tamamladığım sınavın ardından, dedemin torpillerinin de makbul geçtiği birinci sınıf bir işe kavuştum. Tüm paramı dedemi rahat ettirmeye harcıyordum. Yeni koltuklar, müzayededen aldığım Eski Dünya romanları ve daha iyi yiyecekler. Dedemin arkadaşları sıra sıra öldürülüyorlardı. Bunların hepsi hükümetin cinayetleriydi. Anayasa maskesi altında bu kubbeler hayatımıza el koyuyor, onları yönlendirip en sonunda bizden onu alıyorlardı. ,

  İdam gününün sabahı erken uyanmış bir kubbenin altında hazırlanabilecek en iyi kahvaltıyı hazırlamıştım. Bir limon bulup, biraz şekerle ondan limonata bile yapmıştım. Bunlar oldukça zor bulunan lükslerdi. Dedem uyanır uyanmaz barın yanında bir tabureye oturmuş, gözlerini sofrada gezdiriyordu. Aslında limonata ve tavuk eti dışında her zamanki kahvaltımızdı.
  
  "Bunları, yanımda diğer tarafa götürmemi beklemiyorsun her halde," dedi dedem ve küçük bir tebessüm etti.
  
  Ayakta durup mutfağın köşesinden tedirginlikle dedemi izlediğimi fark eder etmez hemen oturup ona eşlik ettim. Daha önceleri bir işkence gibi gelen bu hüzün dolu sessizlik artık ikimizinde paylaştığı özel anlardı. İki kişi bir çok şeyi paylaşabilirdi lakin bir sessizliği paylaşmak kolay değildi. Bu bizim çarpık düzene baş kaldırışımızdı; sert tepkili bir sükunet.
  
  Öğlen dışarı çıktık ve benim gizli mekanım olan dev pervanelerin oraya gittik. O pervanelerin arkasında Eski Dünya vardı ve dedem bu dünyayı reddetmişti. İlk başlarda onun kubbeye alıştığını ve ondan kopamadığını düşünmüştüm lakin o asker olarak hükümete hizmet etmekten kaçınmıştı, haklıydı da. Bantlı konveyörlere yanaşmadan kubbede dolaştık. Patenlerim olmadığı için yürümek bana çok tanıdık bir histi. Ne önce ne de sonra, tam zamanında geldiğimiz Yaşam Merkezin'de  son kat olan üçüncü kata çıkmamız söylendi ve denileni yaptık. Tüm gün ağzımızdan çıkan kelimeler iki cümle yapmazdı. Katta kimsecikler yoktu. Bunun sebebi elbette tam zamanın da orada olmamızdı. Bizden öncekiler gitmiş, bizden sonrakilerin de gelmesine yirmi dakika vardı.
  
  "Deniz Ilgın değil mi?" diye sordu koridorda elinde bir listeyi tutan asistan. Dedem kafa sallamakla yetindi ve elimi sıkıca tuttu. "Beni izleyin lütfen."
  
  Asistanın ses tonundan aylardır süren bu infaz sürecinde nelere tanık olduğunu düşündüm. Sesi duygusuz ve kaskatı çıkıyordu. Onun için yaşlı insanlar biraz ateş gibiydi. Hemen söndürülmeleri gerekiyordu. Ardı ardına açılan kapıların sonunda bir yatak ve iki doktorun bulunduğu bir odaya geçtik. Doktorlar da asistan gibi duygusuz ve kayıtsızlardı. Sıktığı elimi bırakmadan bana sıkıca sarıldı. Gözleri dolmadı, sesi ya da elleri titremedi.
  
  "Seni seviyorum, evlat."
  
  "Bende seni seviyorum dede," derken sıktığı elimi bırakmadan beyaz bir sedyeye yattı. Koluna bir iğne soktular ve hazır olmasını söylemesini istediler. Bir insan ölmeye nasıl hazır olabilirdi?
  
  "Hazırım," dedi ve bana güçlü bir bakış attı. Tüm bu paylaştığımız sessizliği silip atan bir bakıştı. Bana olan sevgisini, güvenini, umudunu yansıtan bir bakış. Gurur dolu bir bakıştı.
 
  Boğazıma oturan düğümü yutkundum ve gözyaşlarımı bastırdım. Sedyenin yanında eğildim ve sıkıca tuttuğu elini öptüm. Bu sırada serumların bağlı olduğu tüplerden gelen sesle tüm bedenim titredi. Ssssss. Elimi daha sert sıkmaya başladı ve ayakları kayışların altında sertçe titredi. Gurur dolu bakışları dinmeden gözlerini yumdu ve titremesi geçti. Yaşlarıma engel olamadım, ellerini öptüm ve daha kötüye gitmeden oradan ayrıldım. Tüm yol boyunca tırnaklarımı avucuma geçirmiş, dişlerimi sıkıca kapamıştım. Göz yaşlarımın akmasını engelleyemese de feryat koparmaktan alıkoyuyordu. Eve girdim ve koltuğa çöktüm. Yanımda, okuduğu kitabıyla gözlüğünü fark ettim. Kitabı elime aldım ve hıçkırıklara boğularak, bağıra bağıra ağladım.
  
  Çalıştığım yerden çaldığım ispirtoyu halının, kitapların, ahşapların ve plastiklerin üzerinde gezdirdim. Ölen dedem değildi benim. Hiç olmayan annemdi, babamdı, kardeşim ve karımdı, ailemdi ölen. Bu acıyı yaşayan bir avuç insan vardı kubbede ve bu bir tepki yaratmıyordu. Belki daha fazlası, diye düşündüm. Çakmağımı çıkartıp yere attım ve dumanlar çoğalmadan elimde demir bir sopayla evden çıktım. Gizli yerime gittim ve devasa pervaneyi seyrettim. Elimdeki demir sopayı sertçe ileri ittim ve devamlı esen pis havanın kesilmesini bekledim. Yıllardır bakım görmeyen pervaneler buranın ciğerleriydi ve ben onları elinden alıyordum. Evet insanlar ölecekti belki daha kötüsü olacaktı, gün geçtikçe süzülmeyen havada minik ciğerleri dayanamayan bebekler de ölecekti. Kimsenin aklına pervaneler gelmeden, karbondioksit ve zehirli gazlar ele geçirecekti tüm kubbeyi. Ölümler insanlarda hışma yol açacaktı. Altı ay önceki bebek ölümlerini düşünecekler ve içlerindeki öfkeyi körükleyeceklerdi. En sonunda biri bu demiri görecek ve sabotaj ihtimalini düşünecek ve bunun da sorumlusu olarak hükûmeti göreceklerdi. Bir devrim bu şekilde parladı ve yayıldı. Devrim de hastalık gibiydi, etkileşimle sebepsiz yayılan bir hastalık. Bense bir trene atladım, askere yazıldım ve devrim adını verdiğim virüsü Eski Dünya'ya yaymaya gittim. Kim bilir belki de dünya sandığımız kadar eskimemiştir, belki de kubbeler bizi dışarıdan değil, dışarıyı bizden korumak için yapılmıştı. Şimdi ben, hastalığın taşıyıcısı, bunların hepsini öğrenecektim ve diğerlerine de öğretecektim.

13
Bugün ünlü yazarların çalışma odalarının resimlerini bakarken yazdıkları kitaplar ve savundukları idealleri ile bir paralellik olduğunu gördüm. Elli fotoğrafın kırkı bu paralelliği gösteriyordu diyebilirim. Sonra ünlü bir yazarın çalışma odası diye imrenerek içimden geçirdim ve kendi ortamıma baktım. Acaba amatör yazarların, yazmak için nasıl bir ortama ihtiyaçları var diye düşündüm. Bana bir çivi, bir taş yeter diyenleriniz de olabilir. Lakin merak ettiğim tam zamanlı yazarların çalışma odaları var, fakirken çok iyi işler çıkartan yazarlar parayı bulunca kendine bir ortam hazırlıyor. Acaba yazdığımız ortam eseri etkiler mi? (Sonuçta bu iş konsantrasyon işi de aynı zamanda.) Sizin ortamınız nasıl, nelere ihtiyaç duyarsınız ya da nasıl bir ortam dilersiniz? Ben kendimle başlayacağım, sizin fikirlerinizi de merak ediyorum.
Çürük elmalar üzerinde tütsü yakmadan yazamam. Yere oturup, dolma kalemimi mürekkebe bana bana...  :P Neyse, bir bilgisayar, müzik çalabileceğim herhangi bir alet benim için yeterli bir de ışık. Loş ortamda yazmaktan hoşlanmıyorum. Müzik genel anlamda dinlemek için değil etrafta daha lüzumsuz olan sesleri bastırması için. Tek başınıza ıssız bir yerde yaşamıyorsanız sessizlik zor iş. İnsanların içindeyken de yazamam. Kafelerde, yolda insanların olduğu yerlerde kısa kısa notlar düşerim belki ama kesinlikle Allah ne verdiyse girişemem hikayeye.
Biri çıkıp amatör olmak bunu gerektirir gibi bir şey demez umarım. Yazmak benim gözümde herkes için eşit ciddiyet isteyen bir iş. Sıkıldım ünlü, tam zamanlı yazarlardan sizi görmek istiyorum. (Varsa özel bir odası olan fotoğrafı ilgi çekici olur kanımca.)

14
Kurgu İskelesi / Bir Lağımkokan Öyküsü
« : 19 Şubat 2016, 01:17:47 »
 Yataklarına uzanan çocuklar yaşlı babalarına büyük bir hevesle baktılar. Önceleri onların uyuması için öyküler anlatmaya başlamış olan yaşlı adam ve kızları için bu bir gelenek halini almaya başlamıştı. Her gece hikayeler anlatıp çocuklarının uykuya dalmasını izliyordu. Çok geç yaşta baba olmuştu fakat onlar sayesinde içinde genç kalan bir yanının olduğunun farkındaydı. İhtiyar, çift kişilik yatağa uzanmış iki kızının arasına girip onları kollarının arasına almıştı.
  "En son nerede kalmıştık bakalım?"
  "Wi gemiye binmişti baba, daha dün anlattın," dedi küçük kızlardan biri. Babasına kaşlarını çatıp muzip bir bakış attı. "Lağımkokan'a gidiyordu."
  Bu yaşta tek başına çocuk bakmak yeterince zor değilmiş gibi bir de çok bilmiş iki cadıya söz geçirmek Güneşgörmez Çöllerinde su bulmaktan daha zordu. Mailda'yla Vasa'ya baktı. Ne kadar da çabuk büyüyorlar, diye düşündü. Çocukların ikisi de huzursuzlanıp aralarında konuşmaya başlamış, Wi'nin neden Bale Şehri'ne gelmediğini tartışmaya başlamışlardı. Bale Şehri onların yurduydu ve Wi maceraları boyunca hiç kendi şehirlerine ayak basmamıştı. Yaşlı adam kızlarının bu hararetli tartışmasını dindirmek için lafı dolandırmadan öyküye başlamaya karar verdi.
 
  "Yıllar önce, büyük savaştan ve Kızılgagalar Ligi'nden de önce Batakaltı'nda bir genç yaşarmış. Büyüyü, denge ve demirle harmanlamış güçlü savaşçıların ülkesi Batakaltı, bu genç adam için hiç yeterli gelmezmiş. Yaşadığı yerde ne rakibi ne de ilgisini çeken başka bir şey kalmayana dek durmuş ve bir gün nereye gittiğini bilmediği bir gemiye atlamış. Bu genç adamın adı Wi'imiş."
  Çocuklar didişmeyi kesip pür dikkat dinlemeye koyulmuşlardı. Bu klasik açılış konuşmasını her seferinde heyecanla dinliyorlardı.
  "Karasur'un yer altı dünyasında isim yapmış, Ayazkapılar'ın en çetin kış aylarında yetilerle avlanmış, Esir Adaları'nda bir gece geçirmiş ve canlı çıkmıştı. Güneşgörmez Çölleri'nde mahşerden kaçanlara karşı savaşmış, Kül Ormanı'nı üç günde kat etmiş ve bir gemiye binip Lağımkokan'a yola çıkmış."
 
  Çocuklar bu yolculuğun son bulduğu yerin Lağımkokan olduğunu biliyorlardı. Bunu Güneşgörmez Çölleri'ndeki hikayeyi anlatırken sormuşlardı ve tek kelimelik kısa bir cevap almışlardı: Lağımkokan. Bunun yarattığı hüzün çocuklarının yüzüne düşmüştü. Bir ayı geçik dinledikleri öykü nihayete yaklaşırken sanki çok sevdikleri bir oyuncağı kaybettikleri duygusu sarmıştı ikisini de. Mailda'nın gözleri dahi dolmuştu ama öykü başladıktan sonra ikisi de birer Wi'di ve cesur kalmalılardı.
 
  "Tüm yolculuğu boyunca yanında ona eşlik eden tek şey yine silahları: bir çift muştaydı. Bunca öykünün ardından ikiniz de biliyorsunuz, Wi için bunlar bir çift muşta değil birer kardeş ve yoldaşlardı. Kyon ve Kyuuri'ydi. Üç hafta sürecek olan bu deniz yolculuğunda kaptanın gözüne girmiş ve kendini mürettebata dahil etmişti Wi. Bu bir yolcu gemisi de değildi zaten, yolculuğu boyunca hizmet etmesi gereken bir korsan gemisiydi. Yol boyunca dalga ve rüzgarın farklı açılardan esmesi yüzünden patlayan yelkenlerin sesi gemiyi saran tek canlılık belirtisiydi. Bir korsan gemisi için fazla sessiz, fazla disiplinliydi. Günler sessizce akıp gidiyordu ve disiplin hiç bozulmadan herkes rutinine devam ediyordu. Sekizinci gün doğumunda tüm bu sessizlik birden yırtılmış tüm gözler yukarı çevrilmişti.
  "Kaptan, suda bir karaltı var ve bize yaklaşıyor!" diye yineledi gemi gözcüsü. Yelken direğinden aşağı inmiş, nefes nefese kaptanın yanına varmıştı.
  Hızla yaklaşan karaltıyı görmek için dürbün gerekmemişti. Hemen, içinde Wi'nin de bulunduğu üç kişilik bir ekip, suyun üzerinde devinip, yavaşça gemiyi saran,  mürekkebimsi karaltıyı incelemeleri için görevlendirilmişti. Suya kimin ineceği konusundaki tartışmalar Wi ile bitmiş ve beline bir ip bağlanıp suya sarkıtılmaya başlanmıştı. Bu gemideki tek yabancı oydu, mürettabatın bir parçası değildi ve korsan gemisinde yolculuk ediyordu. Bu onun kolayca harcanabilir olması anlamına geliyordu ve kaptan da aynen böyle düşünmüştü.
  Wi bir yandan suya sarkıtılıyor bir yandan eline muştaları geçirmeye çalışıyordu. Bu bir balık sürünün yada büyük bir balinanın su yüzeyinde oluşturduğu karaltılardan değildi. Mürekkep gibiydi, denizin içinden cehenneme açılan zifiri karanlık bir delikti. Wi tamamen suya girdiğinde içini kötü bir his kapladı ve daha derini görmek için nefesini tutup dalışa geçti. Karanlık onu içine çekiyor, ona fısıldıyordu adeta. Cennetle cehennemi aynı anda sunuyor ve daha derine inmesi gerektiğini söylüyordu. Genç adam da zifiri karanlığın isteğini gerçekleştirip daha derine daldı. Derine indikçe karanlık o kadar yoğundu ki onu ellerinizle tutabilir, tadına bakabilirdiniz. Karanlık arttıkça gözlerinin açık olup olmadığını anlamamaya başlamış, fısıltılar kesilmiş, belindeki halat kaybolmuştu. Önce görüşü terk etmişti Wi'yi, sonra diğer duyuları ve en sonunda düşünceleri bırakıp gitmişti genç adamı. Elindeki muştalara sıkı sıkıya tutunmuş ve sonu gelmeyen sona doğru battıkça batmıştı."
 
  "Ölmüş mü?" diye sordu Vasa ve babasının elini sıktı.
  "Hayır tatlım ölmemiş ama daha kötüsü olmuş," dedi yaşlı adam ve dudaklarını kızının saçına bastırıp küçük bir öpücük kondurdu.
  "Ölmekten daha kötü ne olabilir ki?"diye sordu bilmiş bilmiş Mailda.
  "Bazen ölmek..." Sözünü yarıda kesti ve kızına dönüp devam etti. "Hikayenin devamı bu sorunu cevaplayacaktır tatlım." Yaşlı adam, iki kızı da sessizliğe boğulduğu sırada hikayesine devam etti.
 
  "Gözlerini açar açmaz yerinden fırladı ve korkuyla ışığa doğru süzüldü. Suyun üzerine çıktığında kafasında yüzlerce soru belirmişti. İlk olarak hafızasını kontrol etti. Wi Toine, yirmi altı yaşındayım ve Lağımkokan sularındayım, dedi kendi kendine. Ellerini suyun üzerine çıkartıp Kyon ve Kyuuri'yi görünce rahatladı. Zekası ve muştaları hala onunlaydı. Hayatta kalabilirdi fakat gün ışığında onu rahatsız eden bir şey vardı. Suya çarpıp,parçalanan küçük ışık huzmeleri onda düşmansı bir iz bırakıyordu. Uyandığı yeri araştırmak için, derin bir nefes aldı ve tekrar daldı. Derine indikçe kırılan gün ışığının rahatsızlık veren hissi de kaybolup gitmişti. Uyandığı yere döndüğünde kum ve çakıldan başka bir şey bulamadı. Nefes aldığının farkına varması için ağzından çıkan baloncukları görmesi gerekti. Her nasılsa suyun altında nefes alabiliyor ve bu kadar derindeyken bile vurgun yemiyordu. Ne kadar hızlı yüzebildiğini gördüğünde heyecandan başı döndü ve ayağını kuma bastığı gibi irkildi. Kumların üzerini kapadığı bir şeyi fark etti ve hemen kumları eşelemeye başladı. Sudan ağırlaşmış kumlar, suyun içinde birden yükselip basıncın da etkisiyle hemen dibe çöküyorlardı.
  Suyun altındaki kazısı bittiğinde eski usul, demirden bir su altı kıyafeti ve yanına devrilmiş büyük gemilerin kullandığı türden bir çapa açığa çıkmıştı. İçinde insan olup olmadığını anlayamamış fakat kıyafetin içinde bir şeyler olduğunu hissetmişti. Bu his su altına tekrar dalarkenkiyle aynıydı. Karanlığın, derin suların onu gün ışığından kurtarışının arkadaş canlısı hissiyle aynı. Wi bu ağır su altı zırhını ne yerinden oynatabildi ne de içinde herhangi bir şey görebildi ve uğraşları sonuçsuz kalınca batıya gitmeyi karar aldı. Lağımkokan'a gitmeli, kendine denk bir rakip bulmalı, yeni şeyler öğrenmeliydi. Daha da önemlisi onu denize teslim eden mürettabattan intikam almalıydı.
  Yol boyunca kafasındaki sorular ve istekler seyrelmiş yerini tek bir fikre bırakmıştı: İntikam. Onları kendi kanlarında boğmak, son nefeslerinin sıcaklığının yüzünde hissetmek istiyordu. Yaşamak için sarıldığı keşfetme merakının yerini kin ve nefret sarmıştı.
  Rıhtımı gördüğünde şaşkınlığını gizleyememişti. Şu ana kadar gördüğü en büyük gemi rıhtımın hemen yanıbaşında suların altındaydı. Gördüğü en büyük geminin batmış bir gemi olması yüzünde çarpık bir gülümsemeye sebep oldu. Yosun bağlamamış, balıklar henüz yuva yapmamıştı. Islanan barutun kokusu suyun altında dahi genzini yakıyordu. Yeni batmış, diye düşündü ve rıhtımda yüzeye çıkabileceği bir yer bulana dek dolandı.
  En sonunda kıyıdan denizin altına salınmış bir balık ağı sayesinde karaya çıkmıştı. Gece olmuştu lakin rıhtım hala capcanlıydı. Evsizler rıhtım boyunca yanan ateşlerin etrafında ısınıp, denizcilerle beraber içip, gülüyorlardı. Gemilerin bazıları büyük fenerler altında karaya mal çıkartıyor, hayat kadınları gemilerin etrafına üşüşmüş, para kopartabilecekleri her adamda şanslarını deniyorlardı. Rıhtım boyunca uzanan vinçlerin metalleri parlıyor, bazıları hala çalışıyordu. Şehrin içinden silah, bağırış, koşuşturma sesleri geliyordu. Lağımkokan tüm bu hengame ile beslenen doyumsuz bir canavardı ve yemeğini yemekten oldukça memnundu.
  Wi kurulanmak ve başına neler geldiğini sorabilmek için karanlığı yaran ateşlerden birine yöneldi. Kilometrelerce yüzdükten sonra yürümek garip gelmişti, sendeleyerek ateşin etrafına üşüşmüş insanların yanına vardı. Ateş, yüzünü aydınlattığı gibi korsan gibi giyinmiş biri içkisini yere atıp silahını Wi'ye doğrulttu.
  "Yaklaşma yoksa beynini dökerim. Anladın mı beni?"
  Bu hareketin ardından evsizler kaçışmış diğer korsanlarda silahlarını çekip Wi'ye doğrultmuşlardı. Genç adam ne olduğunu anlayamamıştı fakat kendine doğrultulmuş silahlar ona tehditkar gelmiş, gardını almıştı. Dört silahlı sarhoş adam ona dokunamazdı bile fakat yorgundu ve yabancısı olduğu bir yerde çatışmaktan kaçınması gerekirdi.
  "Ben sadece..." derken bir adım atmış ve silahlardan biri ateşlenmişti. Wi gözle görülmeyecek hızla adamın arkasına geçmiş ve boynunu kırıvermişti. Diğerleri de ateş etmeye başlayınca büyüye başvurmak zorunda kalmıştı. Muştalarından çıkan mor kıvılcımlar siyaha çalmaya başlamış silahlı üç adam kaskatı kesilmişti. Wi ellerini kaldırdığı gibi adamlarda havalanmış ve ağlamaya başlamışlardı. Havada asılı halde duran adamlar ne konuşabiliyor ne de kımıldayabiliyorlardı. Vücutları bir tel gibi gerilmişti ve Wi onların hayatlarını avuçlarının içinde hissedebiliyordu. Adamları öldürmek üzere olduğunu fark eder etmez, ellerini indirmiş ve gözden kaybolmuştu.
  Yanından geçtiği dükkanın camında kendini gören Wi neler olduğunu anlamıştı, en azından rıhtımda olanları. Gözlerinin akı siyaha dönmüş, irisleri ise bir baykuştan farksızdı: Yanıp sönen bir turuncu. Kulağının arkasında solungaçlar vardı ve sırtında omurgaları boyunca uzanan dikenler. Dört korsanı birden dehşete düşüren bu görüntü değildi elbette çok daha eski bir söylentiydi. Dilden dile yıllarca aktarılmış, saf kötülüğü ve şeytanı temsil eden bir söylenceydi bu. Wi'nin gölgesi yoktu, içindeki karanlık yere yansımıyordu. O... Karanlığın kendisiydi."
 
  Çocuklarının uyuduğunu gören ihtiyar onları uyandırmamak için hiç kıpırdamadı. Yataktan çıkmadı, Mailda'nın altından kurtardığı eliyle ikisinin üzerini örttü. Bu korkutucu hikayeyi dinlerken kızlar babalarına sığınıp, onun kollarında güvende hissediyorlardı. Bu ihtiyar için de geçerliydi, kızlar onun sığınağıydı. Bu kendi kendini besleyen kısır bir güven çemberiydi. Kızlarına bir kez daha baktı yaşlı adam ve uykuya daldı.
  Ertesi günün sabahı çocuklarını okula bırakan ihtiyar, tersanenin yolunu tuttu. Daha çok küçük sandallar yapıp, tamir ederdi fakat son bir haftadır korsanların saldırısından zor kurtulmuş, her yeri dökülmüş, büyük bir ticaret gemisiyle ilgileniyordu. Gemiden geriye kalanlara bakıldığında on altı toplu ağır bir kruvazörün saldırısına uğradığı açıktı. Gövdede on iki delik vardı, on iki toplu bir gemi ya çok marjinaldi ya da gemi mantıken on altı topluydu. Kurtulmaları mucizeydi, bir başka bakış açısıyla korsanlar onları bilerek batırmamıştı. Bir haftadır ellerinde olan geminin bir aylık işi kalmış lakin güverteye sinen kan ve barut kokusu çıkmamıştı. Bale sakinlerinin alışık olmadığı bu kokuda en rahat çalışabilen tek kişi ihtiyardı. Hem zaten onun burada bir işe sahip olmasının sebebi de buydu. Alaca karanlık bastırmadan atölyeden ayrıldı ve kızları almak için okula gitti. Günlük rutini bozan hiç bir şey yoktu ve bu, yaşlı bir adam için oldukça rahatlatıcıydı.
  Kızlar bilerek yataklarına erken çekilmişti. Böylece uykuya dalmadan daha uzun süre hikayeye eşlik edebileceklerdi. Bazen bu hinlikleri ters tepip daha erken uyumalarına da yol açabiliyordu lakin bu sefer gözlerini ıslattıklarını fark etti ihtiyar. Uyumayacaklardı.
  "Baba, gölgesinin olmaması neden bu kadar kötü?" diye sordu M, babası yatağın başına bir sandalye çekerken.
  "Hımm, şey... Bunu nasıl anlatsam, biraz değişik." Yaşlı baba bu sefer kızlarının yanında uyumamak için yatağa geçmemiş, bir sandelyeye oturmuştu. "Bakın kızlar, herkesin içinde karanlık bir taraf vardır. Bu taraf, insanları kötülük yapmaya iter, onların kulaklarına fısıldar ve şiddete yönlendirir. Bu karanlık taraf ışıktan korkar, hem de çok korkar. Birine ışık vurduğunda, bu içimizdeki karanlık taraf ışıktan kaçmak için hemen arkamıza saklanır, işte bu gölgedir. Anladınız mı?" Yaşlı baba en basit kelimelerle küçük kızlarına insan tarihinin en eski söylentisini anlatmaya çalışmıştı.
  "O zaman Wiiiii..." sözünü bitirmeden düşüncelere dalan Vasa bir şey bulmuşçasına elini kaldırdı ve devam etti. "O zaman Wi'nin karanlık tarafı ışıktan korkmuyor."
  "Aynen canım, ışığın ondan korkması gerektiğine inanıyor. Kötülüğün, iyilikten daha yüce olduğunu düşünüyor." İhtiyar, kızının bunu çabuk kavramış olmasına şaşırmıştı, kendisi uzun süreler bu hikayeyi hep yanlış değerlendirmişti. Gölgesi olmayan birinin, içinde kötülük de olmayacağını savunmuş fakat uzun hayatı boyunca bu sanının çok yanlış olduğunu olabilecek en kötü şekilde öğrenmişti. "Hazır mıyız, bakalım?" dedi ve kızlarından yana bir bakış attı.
  "Evet!" Tek bir ağızdan sevinçle bağırmışlardı.
  Yaşlı adam genzini temizledi, ellerini kavuşturdu ve derin bir nefes alıp hikayeye doğru dalışa geçti.
 
  “İnsanların onu görmemesi için kanalizasyona inen Wi'nin uykusu, parmağında hissettiği derin bir acıyla kesilmişti. Gözlerini açtığında etrafını sarmış onlarca rıhtım sıçanıyla karşılaşmış ve yerinden kalktığı gibi muştalarına sarılmıştı. Parmaklarından akan kanın kokusuyla heyecanlanan sıçanların salyaları yere damlıyor, tıslamaları tüm lağımda yankılanıyordu. İçeriyi saran ay ışığı bu çirkin yaratıkların üzerine vurmuş, tüm ayrıntılarını ortaya çıkarmıştı. En küçüğünün bir tilki boylarında olduğunu, kuyruklarındaki dikenlerin titreyişlerini ve dişlerinin sivriliğini gözler önüne seren bu gümüşi ışıkta bir tuhaflık sezdi Wi. Sıçanlardan hiçbiri hareket etmiyor ya da saldırıya geçmiyordu. Birden tıslamaları da kesilmiş, hepsi tek bir yöne dönmüştü. Gayriihtiyari aynı yöne bakan Wi arkasındaki, iki metrelik devasa rıhtım sıçanıyla göz göze gelmişti. Lağıma girdiği delik uzakta kalmıştı. Pozisyon aldı, muştaları parlamaya başladı ve dosdoğru hasmının gözünün içine baktı.
  Büyük sıçan yay gibi gerdiği vücudunu serbest bıraktığı gibi havalanmış, akşam yemeğinin üzerine atılmıştı. Wi'nin üzerine düşen fare onu alaşağı etmişti. Tüm sıçanlar zafer naraları atıyor, kuyruklarını yere vurarak tempo tutuyorlardı. Wi kafasının tamamını içine almak üzere olan dev sıçanın alt ve üst çenelerinden sıkıca kavramış birbirlerine kavuşmasını engelliyordu. Dişlerin arasına sıkışan parmakları kanamaya başlamış, daha da kötüsü bu kan ellerini kayganlaştırmıştı. Daha fazla tutamayacağını biliyordu ve düşünmeye başladı. Ellerini kullanmadan yapabileceği ne bir savunma ne de bir saldırı büyüsü vardı.
  Dev sıçan dişlerini geçirmek için tüm gücü çenesine vermişti, akşam ziyafetinin tadına bakıyor, yüzüne boşalttığı salyasıyla görüşünü engelliyordu. Kuyruğu ile avının bacağını sarmış kırarcasına sıkıyordu. Pençeleri kendisi kadar karanlık ve vahşi avının göğsüne geçmiş kana bulanmıştı. Düşünceleri birdi fakat amaçları farklıydı. Bunu dev sıçan gibi, Wi'de hissedebiliyordu. Çizginin aynı tarafındaydılar. Aynıydılar.... Aynıydılar, o zaman düşmanları da birdi. Işık! Wi gözlerini sımsıkı kapayıp, bir ilahi fısıldamaya başlamıştı. Lağımda yaşayan böylesine üst bir avcının korktuğu şey insanlar değildi elbet, derin bir nefes aldı ve gözlerini açtı. Gözlerinden çıkan ışık huzmesi tüm lağım koridorlarını kapladı, sıçanların zafer naraları feryatlara dönüştü ve bu acıya Wi'ninki de dahil oldu. O da çığlıklar eşliğinde iki büklüm kalmıştı ve ışığın verdiği acıyla kendinden geçti.
  Kendine geldiğinde gözlerindeki acı hala tazeydi. Havanın hala aydınlanmadığını gördüğü gibi kendini sokaklara atmış, bir antikacının vitrininde aynayla karşılaşana kadar yürümüş, gözlerini ovalamıştı. Aynaya baktığında nasıl biri olduğunu ve neye dönüştüğünü daha iyi kavramıştı. Turuncu ışıldayan gözlerinin etrafı yanık izleriyle doluydu. Işık büyüsünden kaynaklandığını biliyordu, karanlıkta renkleri ve şekilleri rahat seçebildiğini aynaya bakarken daha da iyi fark etti. Saçları beyazlamış, dudakları kaybolmanın eşiğindeydi. Ağzı genişliyor, kulaklarına varıyordu. Dişleri daha delici ve kesici bir hal almışlardı. Omurgalarından çıkan dikenler arasında bir perde gerilmiş, tırnakları düşmüştü. En kötüsü derisinin üzerine saran pullardı. Yüzünün yarısı siyah pullarla kaplıyken diğer yarısı hala eski görüntüsünü taşıyordu. Bir şekilde evriliyordu fakat soru, neye evrildiğiydi?
  Wi uzun süren hesaplar sonucu bir yıldır deniz altında uyuduğunu öğrenmişti. Altı yüz gün batımı boyunca denizin altında, karanlığın içinde hareketsiz yatmıştı ve sonrasında başka bir şey olarak uyanmıştı. Gündüzleri karaya oturmuş eski bir geminin içinde konaklıyor, geceleri ise çöplerde yiyecek arıyordu. Lağımkokan'ın halkı açlığı iyi biliyordu, yiyecekler kesinlikle çöpe atılmıyor bir şekilde değerlendiriliyordu. Bu durum Wi'yi denize itmiş, geceleri su altında balık avlamaya başlamıştı. Su onu bir şekilde rahatlatıyordu. Solungaçları sayesinde soluyabiliyor, perdeli el ve ayakları hız limitini epey yükseltiyordu. Yakacak odun, karton ya da kimyasal aramak için üç günde bir rıhtıma gidiyor, insanları korkutmadan işini halledip yuvasına dönüyordu. Vücudunun yarısından çoğu siyah mat pullarla kaplıydı ve daha da önemlisi gölgesi yoktu. Burası bir liman şehriydi. İnsanlar farklı türlerden korkmuyordu, onları korkutan bu gördükleri yaratığın gölgesiz olmasıydı. Tabii tamamen saklanamamıştı, insanlar onu konuşuyordu. Bir şehir efsanesi haline gelmişti. Gölgesiz, diyorlardı ona. Adı yoktu, Wi değildi artık.
  Wi o gece ilk iş yakacak bir şeyler bulmak için rıhtıma gitmiş ve gördükleri karşısında derinlere gömülmüş bir nefretin kıvılcımları tekrar körüklenmişti. Tüm düşüncelerini etkisi altına almıştı duyduğu kin. Ateşin başına üşüşmüş üç dört sarhoş ellerinde şişeler, birbirlerine küfürler edip, vedalaşıyorlardı. Bunlardan birini adı gibi biliyordu Gölgesiz, tüm bunlar onun yüzündendi. Dönüştüğü bu şey onun suçuydu. Onu denize atan kaptan sönmekte olan ateşin yanından ayrılıyor, ara sokaklardan birine giriyordu. Gecenin karanlığında kamufle olmuş bir vaziyette takip etti kaptanı Gölgesiz
  Kaptan apartmanın birinin önünde durmuş Wi'nin hayat kadını olduğunu tahmin ettiği kadınla kavga ediyor, bir yandan ayakta durmaya çalışıyordu. Kadın adamdan korkmuş bir şekilde bileğini herifin elinden kurtarmaya çalışıyor, küfürler ediyordu. Sokakta kadın ve kaptandan başka kimse yoktu ve sokağın iki tarafı kapalı dükkanlarla çevriliydi. Tam zamanı diye düşündü yaratık ve gözlerinin turuncusu ışımalar yaparak karanlığı kesti. Bir eliyle kadını boğazından duvara çivilemiş, diğeriyle kemerini sökmeye çalışan adam sırtından birinin tuttuğunu hissettiği gibi ayakları yerden kesildi. Kendini zar zor toparlayan fahişe can havliyle sokaktan kaçmıştı.
  Sarhoş kaptan arkasında onu tutanın ne olduğunu göremiyor, ayakları havayı dövüyordu. Wi onu ensesinden tutmuş, diliyle havadaki korkunun tadını alıyordu. Kaptanı kendinden sekiz, dokuz adım ileri fırlattı ve ona kendini savunma şansı tanıdı.
  "Beni tanıdın mı... Kaptan?" diye sordu Gölgesiz. Sesi kalın ve titrekti. Heyecanlıydı.
   Kaptan yerden kalktığı gibi kılıcını çekmiş, karşısındaki yaratığın dediklerine bir anlam vermeye çalışıyordu.
  "Demek tanımadın." Kelimeler daha ağzından çıkar çıkmaz mesafeyi kapatmış, sımsıkı tuttuğu muştalarıyla bir yumruk geçirmişti kaptanın karnına. "Ben senin azabınım... Kaptan!" Adam yumruğun etkisinden kurtulamamışken yediği tekme ile sokağın ucundaki konteynerlere çarpmıştı.
  Bu şeyle savaşamayacağını anlamıştı, kaçması gerekiyordu. Adam kılıcını yaratığa doğru fırlatıp sokağın boş tarafına yöneldi. Arkasına bakmaktan gelen yumruğu görememiş yanağında çıkan muşta iziyle yere serilmişti. Gölgesiz adamın çektiği bu acı karşısında aldığı keyifle yerinde duramıyor, zıplıyor, derin ama kesik çığlıklar atıyordu. Bu keyfi balık avlarken de yaşıyordu ama bir insan çok daha farklı hissettiriyordu. Orgazm olmuş gibiydi, zevk doruklara çıkmıştı. İçindeki bu arzunun ateşi dinince ayağını, yerde can çekişen kaptanın kafasına koymuş ve yavaşça bastırmaya başlamıştı. Adam elleriyle pullarla kaplı ayağı tutmaya çalışıyordu lakin tüm bu çabaları kafasının daha da yavaş preslenmesine sebebiyet veriyordu. Adamın çığlıkları, kafasından gelen bir kaç çıtırtıyla yok olmuştu. Kaslarının ve ayaklarının seyirmesiyse kafatasının tamamen kırılıp, içinden akan kanın sokağı ıslatmasıyla nihayete ermişti.
  Ertesi gün ayak sesleri ile uyanmıştı Wi. Dün yaptıklarını sanki bilinçli yapmamış, akşamdan kalma bir sarhoş gibi uyanmıştı. Geminin kırık güvertesine çıkmak isteyen biri vardı. Hava yeni kararmaya başlamış, güneş yerini alacakaranlığa bırakmıştı. Tahtadan bir mağarayı andıran kamarasında çıktı ve güvertenin üzerindeki kişinin dünkü kadın olduğunu fark etti. Parfümünün kokusu o kadar keskindi ki kadını görmesi gerekmemişti neredeyse. Kadın ağızdan ağza dolaşan bu yeni şehir efsanesini duymuş, dün gece buna tanıklık etmişti lakin karşısında gördüğü şey... Bu alışılabilecek bir şey değildi. Suratının yarısı insan, yarısı siyah bir yılan gibiydi. Gayri ihtiyari geriledi hayat kadını ve ellerinin titremesini dindirdi.
  "Ben....mmm... Teşekkür etmek istemiştim."
  "Niçin?" diye sordu Gölgesiz. Sesindeki titreşim, pesliğiyle zıtlaşıyor ortaya garip bir ton çıkıyordu.
  Kadın konuşabilecek kadar cesur değildi, karşısındaki yaratığın bir zamanlar insan olduğunu anlamıştı, anlaması bunu kabullenmesi anlamına gelmiyordu ve o da hiç konuşmadan elindeki büyük poşeti yavaşça Gölgesiz'e uzatmış, karşısındakinin ellerini poşetin üzerinde hissettiği gibi bırakmıştı. İçinde eski püskü bir battaniye vardı fakat kadının gücünün yettiği daha büyük bir hediye de yoktu. Hayatını kurtaran her neyse, ona teşekkür etmeliydi ve o da elinde bulunan iki battaniyeden birini poşete koyup getirmişti. Wi kendisine gelen hediyeyi kabul etti, üşümüyordu fakat geri çevirmek de istememişti. Denizde uyandığından beri herhangi bir canlıya karşı bir şey hissetmemişti. Sadece acı çektiklerinde duyduğu keyif ve zevk vardı. Bu onu bir canavar yapmazdı, görüntüsü, çıkmakta olan pençeleri yırtıcı olduğunun ispatı değildi. Yine de insan olduğunu da savunamazdı. Kadın ondan bir yanıt bekliyordu, Wi'de uzun zamandır düşündüğü bir konu hakkında kadından yardım istemeye karar verdi.
  "Bana kitap getirir misin?"diye sordu, soruları kısa ve öz tutuyordu. Konuşmak gırtlağında yanma hissine sebep oluyor bu da onu yoruyordu. Kadın başını salladıktan sonra eski efsaneler ve büyülerle ilgili bir kaç kitap ismi söyledi ve kadını kendini kamaraya gizleyerek uğurladı. Kadın karşısındaki yaratığa baktıkça hareket edecek cesareti kendinde bulamıyordu, bunu rahatlıkla anlamıştı Wi.
  Kadının kitapları öğlen vakti güverteye bıraktığını duymuş acı da olsa gün ışığına çıkıp onları almıştı. Son günlerde bir sürü büyü denemiş hiç biri işe yaramamıştı. Kırık geminin her tahta parçasını değerlendirmiş, pençeleri ve kanıyla şekiller, ilahiler yazmıştı. Kitapları okudukça eski günler aklına geliyor bazı kitapları iki cümle bitirdikten sonra hatırlıyordu. Gölgesizler ile alakalı teknik bilgi hiç yokken bir sürü efsane ve korku hikayesi vardı. Simya hesapları yaptı, ilahiler kazımaya devam etti ve en sonunda en azından onu eski formuna döndürebilecek bir büyü haritası çizdi.
   Son günlerde büyü ve fiziksel gücü boyut atlamış, karanlık ona doğaüstü güçler sağlamıştı. Duygusal anlamda sıfırı görmüş lakin içindeki karanlığı bastırabilmişti. İnsanlara hala zarar vermek istemiyor daha doğrusu onlarla ilgilenmiyordu. Görüntüsü ve gün ışığına olan zaafını geçirebilirse duygusuz yaşamanın bir önemi olmazdı. İnsanları şefkat ya da acıma duygusu olmadan da kurtarabilir, belki de ülkesine dönüp kral bile olabilirdi.
   İki gün batımı sonrasında tüm hazırlıkları bitmişti. Tırnaklarıyla kazıdığı ilahiler, kanla çerçevelenmişti, bir dönüşüm büyüsü için tüm gereken sadece inancıydı. İnanmak büyü yapmanın temeliydi, inanmadığın sürece bir mumu bile yakamazdın. Wi kısa hayatında büyük tecrübelerle büyünün tüm inceliklerini öğrenmişti, zaten inanmak da zorundaydı. Tüm hayatını Güneşgörmez garibesi gibi geçiremezdi.
  Kamaranın ortasına geçmiş ilahisini fısıldamaya başlamıştı. Tırnaklarıyla kazıdığı sözler beyaz bir ışımayla parlıyor, duvarları boyamış olan kanı çağrıya kulak vermiş, ilahinin eşliğinde farklı şekillere bürünüyorlardı. İçerideki hava büyüyle doluyor, ağırlaşıyordu. Eline takılı olan muştalar ilahinin sonlarına doğru ışıldamaya başlamış, bir süre sonra nereden geldiği bilinmeyen fısıltılar ilahiye katılmıştı. Büyü geminin içinden dışarı sızıyor, kırık güvertenin her kıymığı titreşiyordu. O gece karaya saplanmış bir geminin içinden sızan beyaz ışımalar karanlığı yarmış, rıhtımın doğu kanadı bir kaç tik-tak döngüsü boyunca sessizliğe gömülmüştü. Işımalar son bulduğunda Lağımkokan rıhtımının evsizleri uykusuna devam etmiş, rıhtım sıçanlarının feryatları lağımlardan dışarı çıkmamıştı.
  Uyan! Uyan artık! Wi kafasının içinde yankılanan sese kulak vermiş zor da olsa ağırlaşan göz kapaklarını aralamıştı. Karmaşık şekiller gözlerini bir kaç kez kırptıktan sonra netlik kazanmış direk olarak ellerine bakmıştı. Siyah pulları görünce büyük bir hayal kırıklığıyla kuyruğu ile bacağına vurmuştu. Bir kaç saniye sonra aklına gelen düşünceyle buz kesti. Bir kuyruğu vardı. Tüm sızılarını unutmuş, kuyruğunun verdiği şaşkınlıkla ayağa kalkmıştı. Bu canavar kılığından kurtulmak yerine büyünün ona verdiği tek şey on karış uzunluğunda çirkin bir kuyruktu.
  “Kuyruk acısı dedikleri bu olsa gerek.” Baygınken onu uyandıran bu ses artık daha da somutlaşmış tam olarak arkasından geliyordu. Arkasını döner dönmez şaşkınlığın verdiği telaşla kuyruğuna basıp kıçının üstüne düşmüştü.
  Tüm bu olanlardan önceki görüntüsü çatma derme kamaranın içinde karşısında durmuş kendisine gülüyordu. Pullar vücudunu kaplamadan, gölgesi onu terk etmeden önceki bedenini görünce şok olmuştu. O görüntüsünü özlüyordu. İnsan gibi görünmeyi, turuncu saçlarını, yeşil gözlerini, beyaz tenini.
  “Şu haline bak kendine aşık olmuş gibisin. Hadi ama, o kadar da kötü görünmüyorsun. Kuyruk yeni bir hava kazandırdı sana.” Wi kendisi gibi görünen bu adamın onunla dalga geçmesine daha fazla izin vermemiş üzerine atılmıştı lakin kendisini yere yapışmış bir halde bulmuştu. Adam çok hızlı yer değiştirmiş daha da doğrusu gözden kaybolmuştu. Yer değiştirme tekniği olmalı, diye düşündü Wi ama bu düşüncelerin tek sebebi gerçeği reddetmek istemesiydi. Birkaç başarısız saldırıdan sonra pes etmiş kamaranın köşesine yığılmıştı. Eski bedenine bakıyor ve sırıtıyordu. Yanında sallanan kuyruğunu gördü ve sırıtması iyice genişleyip kahkahalara dönüştü. Katıla katıla gülüyor, delirdiğini düşünüyordu. Artık kuyruklu bir gölgesiz ve kesinlikle deliydi.
  “Aslında tam olarak deli sayılmazsın. En azından benle konuştuğun için.”
  “Öyle mi? Deliyim ama senle konuştuğum için değil. Neden peki?”
  “Bundan kurtulmak için şu aptal büyüyü kullandığın için ve bir de ışıktan korktuğun için.”
  “Işıktan korkmak mı, neden bahsediyorsun sen? Gün ışığının  verdiği acı hissinden haberin var mı?Gün boyu kırık bir geminin kamarasında yaşamak hoşuma mı gidiyor?”
  “Canını yakıyormuş. Acı yedikten sonra tuvalete de çıkmıyorsundur sen.”
  Kafasını ellerinin arasını sıkıştırmış bir yandan gülüyor bir yandan da yaptığı tartışmanın ne kadar aptalca olduğunu düşünüyordu. Hem zaten yaptığı büyü oldukça zekice planlanmış çok aşamalı yüksek seviye bir büyüydü. Bunun aptalca olan tek tarafı sonucuydu. Aptalcaymış, kafasında kurguladığı bir adam nasıl olurdu da onun yaptığını eleştirebilirdi? Delirmişti, en sonunda kafayı sıyırmıştı.
  “Kafanın içinde olduğum doğru ama beni sen kurgulamadın. Bu kendini inandırmaya çalıştığın senden bile daha kuyruklu bir yalan.”
  Hala kuyrukla dalga geçiyordu. Öğle vakitleriydi ve kamarada sıkışıp kalmıştı. Acı, diye düşündü Wi. Acı ilizyon büyülerini yok edebiliyordu. Belki de karşısındaki bu düşükçeneyi de yok edebilirdi. Hayatta güvendiği iki şeyden birini kaybetmek üzereydi: Aklını.
  “Demek ışık benden korkmalı, demek seni ben kurgulamadım.” Eski yeşil gözlerine bakıyor, kendiyle restleşiyordu. Eğer gerçekten onu kurgulamadıysa, büyünün bir yan etkisiyse acı onu yok edebilirdi. “Bakalım bu da hoşuna gidecek mi?” diye bağırdı Wi ve tüm gücünü ayaklarına verip zıpladı.
  Kaldığı kamaranın ortasında bir delik açmış günün en sıcak vakitleri gökyüzüne doğru sıçramıştı. Genizleri yanıyor, gözleri yuvalarından çıkmaya çalışıyordu. Karaya oturmuş, kendine ev edindiği geminin yanına çakılmış, ışığın verdiği acıyla iki büklüm olmuştu. Gözlerini kırpmıyordu. Ayağa kalkmış, karşısında dikilmiş bedenine bakıyordu. Uyandığından beri kendisiyle dalga geçen turuncu saçlarıyla tamamen kendisine benzeyen velede dikmişti gözlerini. Üzerinden çıkan ısı dalgaları, siyah pullarında buğu yapmış, elinde sıktığı muştalar sert derisini etinden ayırmıştı.
  “Güneşlenmek için güzel bir gün,” dedi  velet ve gülümseyerek devam etti. “Bronzlaşmak için fazlasıyla siyah olman üzücü.”
  Wi dizleri üzerine çökmüş, yeri yumruklamaya başlamıştı. Dişlerini sıkmayı bırakmış, kendini gün ışığına bırakmıştı. İntihar edemezdi, kendini öldürmek onun yapacağı bir şey değildi. Güneşten medet umdu, onu öldürebilir diye lakin çok sürmeden acı onu terk etmeye başladı. Işık hala siyah pulları üzerinde geziyor lakin ne bir acı ne de yarattığı o buruk his vardı.
  “Sen lağım sıçanı değilsin Wi, sen gölgesizsin. Güneş seni öldürebilecek kudrette değil. Sınırlar, onların olduğuna inandığın sürece var. Hadi artık, ayağa kalk ve hazırlan.”
  “Ne için?”
  “Gölgeni geri alacağız!”
  Wi ile velet gün boyu sahilde oturmuş, velet ona ne olduğunu ve ne yapmış olduğunu açıklamıştı. Yaptığı büyü uykudaki bir başka gölgesizi uyandırmış ve resmen yaşadığı yerin haritasını ellerine teslim etmişti. Velet gölgesiz olmanın vermiş olduğu en büyük azaptı. En azından Wi için böyleydi, kendisine soracak olursanız o bir armağandı. Velet karanlıkta yoluna kaybetmiş her gölgesiz için bir çeşit rehberdi. Yüzyıllardan beri dünya üzerinde bulunmuş bir çok gölgesizin kendine ait bir veledi olmuştu. Velet kelimesi onu kızdırıyor, bu da Wi'nin hoşuna gidiyordu. Birbirlerini kızdırmak için giriştikleri yarışta Wi'nin var olabilmesi için elindeki en iyi koz 'velet' kelimesiydi. Yine de kaybettiğini biliyordu. Sebebi ise kesinlikle kuyruktu. Kuyruk nereden mi çıkmıştı? O tamamen yaptığı aptal büyünün bir yan etkisiydi.
  Uyumak istemediği sürece uykusu gelmiyordu Wi'nin. Sınırları koyanın kendisi olduğu gerçeğini kabullenmişti. Gücünün sınırlarını her test ettiğinde sanki bir arsanın ihalesini kazanmış gibi daha da genişliyordu. Yuvasının üzerinde açmış olduğu deliği kapamamıştı. Gün ışığına çıkmaya korktuğu günlerin acısını çıkarıyordu. Velet çıplak gezmeye başlamış, ne kadar yakışıklı olduğunu söyleyip duruyordu. Neredeyse kendi bedenini kıskanmak üzereydi Wi. Yine de kendini gün boyunca çıplak olarak görmek, özellikle sen siyah pullarla kaplıyken çok sinir bozucuydu. İlk bir kaç günden sonra durum daha da kötüleşmiş, velet Wi'yi dudağından öperek uyandırmıştı. Bu olur olmaz Wi beraber uyuduğu muştalarından birini eline geçirdiği gibi velede bir yumruk savurmuş lakin içinden geçip gitmişti. Sadece velet isterse birbirlerine dokunabiliyorlardı. Kesinlikle bu yarışta hiç şansı yoktu Wi'nin ama ona katlanmak zorundaydı, biliyordu ki ihtiyacı da vardı.
  “Hissettin mi?” diye sordu velet. Wi çok tanıdık bir hisle dolmuş, bunu daha önce nerede yaşadığını düşünmeye başlamıştı. “Wi... O burada!”
  Güneş yeni batmaya başlamış, gökyüzü renklerden oluşan bir sanat eserine dönüşmüştü. Pembe, sarı, mavi... Havadaki nem deniz kokusunu şehre taşımıştı. Wi her adım da hız limitlerini zorlarcasına koşuyor dumanların yükseldiği limana varmaya çalışıyordu. Lağımkokan Limanı'na yaklaştıkça yükselen tek şey duman değildi. İskeleye bağlı olması gereken küçük balıkçı sandalları, iskele kirişleri, büyük ticaret gemilerinin yelkenleri havada asılı bir şekilde duruyordu. Çığlıklar, ağlayan çocukların sesi, ateşlenen tüfekler, hatta top sesleri... Tüm rıhtım can çekişiyordu. Hayatta kalmaya çalışıyorlardı.
  Wi kaçışan insanların arasından hızla geçti ve tecrit edilmiş rıhtımın ortasında duran adamın karşına geçti. Gözlerinin akı Wi'ninkiler gibi siyah, irisleriyse kırmızıydı. Tek fark göz renkleri değil görünüşleriydi de. Karşısında duran gölgesiz orta yaşlı, buğday tenli, kısa siyah saçlarıyla olabildiğine insan gibi görünen biriydi. Wi tüm gölgesizlerin kendi gibi birer yaratığa benzediğini düşünmüş, karşısındaki onu hayal kırıklığına uğratmıştı. İki taraf da gölgesi için savaşacaktı. Wi bunun önemini biliyordu, burada ya ölecekti ya da arzuladığı eski benliğini kazanacaktı.
  “Adın nedir, gölgesiz?” diye seslendi Wi. Bu ölümüne bir dövüşe başlamadan önce uyulması gereken saygı kurallarından biriydi. Wi bu kuralı hiç bozmamıştı, bu durumda da bozmamaya kararlıydı.
  “Adım Kuan genç adam, seninle daha önce karşılaşmıştık.” dedi ve ellerine doladığı dövüşçü bağlarını sıktı.
  “Benim adım da Wi, isimlerimizi bahşettiğimize göre başlayalım.”
  “Çok eski bir düello kuralına bu kadar sadık olman ne güzel. Başlayalım!”
  Düelloda bilinen en büyük yanlış ilk hamleyi yapanın zararlı olduğunun düşünülmesidir. Wi göz açıp kapama süresinde adamın yanına varmış, parlayan muştalarından birini yüzüne savurmuştu. Kuan kolayca yumruktan kaçmış Wi'nin karnına diziyle geçirmişti. Darbenin kuvvetiyle yerde sürüklenen Wi ayağa kalkar kalkmaz havada asılı olan sandal ve iskele parçalarının üzerine geldiğini fark etti ve gülümsedi. Büyüye karşı büyü, diye düşündü. Parmaklarını şıklattığı gibi tüm sandal ve iskele parçaları, tahta tozu ve kıymık karışımına dönmüştü. Muştaları parladı, turuncu gözleri ışıldadı sağ elini zorlanarak havaya kaldırıp bir şeyi yakalamak istermişçesine kapadı. Rıhtım sallanmaya başlamış, Kuan'ın üzerinde durduğu taşlar Wi'nin verdiği emri uygulamak üzere harekete geçmişti. Wi 'nin sağ eliyle yaptığı hareketi taklit edip, bir el şeklini alan taşlar Kuan'ı sarıp havaya kaldırdı ve var güçleriyle onu sıkmaya başladılar. Wi yumruğunun içinde onu hissediyor tüm gücüyle sıkıyordu. Birden elinde bir acı hissetti ve taştan elin parçalandığını gördü. Adam kendini kurtarmış havada asılı duruyordu.
  “Element büyüsü demek, etkilendim genç adam ama sıra bende.”
  Kuan ellerini tüm yükü kaldırırcasına zorladı ve büyünün etkisiyle kısa saçları yukarı dikildi. Yerdeki taş parçaları, kıymıklar, tahta tozları havalandı fakat asıl büyü bu değildi. Bu sadece taşan kısmıydı. Kuan'ın arkasındaki deniz köpürmeye ve çekilmeye başlamıştı. Wi elinin acısıyla yeni bir hamleye girişmemiş, adamın ne yapmakta olduğunu kavramaya çalışıyordu ki denizi yararak, yükselen dev gemiyi gördü. Bu hayatında gördüğü en büyük gemiydi, Lağımkokana varmadan önce suyun altında gördüğü korsan gemisiydi. Batık dev gemi kendini suyun yükünden kurtarmış, rıhtımı batan güneşin ışığından mahrum bırakmıştı. Kuan yaptığı büyünün ağırlığıyla bağırmaya başlamış ve sanki koca gemi avuçlarının içinde duruyormuş gibi onu Wi'ye doğru fırlatmıştı. Wi üzerine gelen geminin altında kalmak bir yana, yaratacağı yıkımın içinde kalsa dahi öleceğini biliyordu. Bir gemiyi kaldırmak en az beş kudretli büyücünün yapacağı türden bir şeydi, bu büyüklükte ivme kazanan bir gemiyi durdurmak ise imkansızdı.
  Wi rıhtımı yerle bir etmek üzere olan gemiyi kendisine çarpmaya ramak kala durdurmuş havada asılı, stabil bir halde tutmuştu. Ellerini gemiden yana tutuyor, altında kaldığı bu yükün acısıyla inliyordu. Havada tutmakta olduğu gemiyi geri, ait olduğu yere itmeye çalışıyordu. Elinden bıraktığı an dünyanın en büyük rıhtımının yarısı yok olacaktı. Yaptığı büyünün etkisinden yeni kurtulmaya başlamış Kuan, rakibinin onu havada yakaladığına inanamamıştı. Onu küçümsemişti, o genç bir adam değil, rakibiydi. Gerçek bir rakipti. Yer değiştirme büyüsü yapamayacak kadar enerjisi tükenmişti. Rıhtımın üzerinde bebek adımlarıyla süzülen geminin gölgesinde Wi'ye doğru koştu. Yükün altında ezilmemekle uğraşan Wi'yi en savunmasız halinde kolayca öldürebilirdi. Rıhtımı boylu boyuna aşarak genç rakibin üzerine atıldı ve çarpışmanın momentumuyla rıhtımdan şehre doğru uçtular. Wi şehir meydanına çıkan sokakların birinde, bir marketin içine savrulmuş kendinden geçmişti. Kuan ise çarpışmadan sonra kendini durduramamış meydana kadar sürüklenmişti. Wi'nin zar zor tuttuğu gemi, rıhtımın yarısını yerle bir etmiş, taş üstünde taş bırakmamıştı. Çarpmanın etkisiyle oluşan sarsıntı büyük bir deprem gibi tüm kıyı şeridini etkilemiş, vinçleri devirmiş, iskeleleri denize gömmüş, bir kaç balıkçı dükkanının çökmesine sebep olmuştu.
  Wi gözlerini açtığı gibi karşısında Kuan'ı görmüş titreyen ayaklarının üzerine doğrulamadığı için kuyruğunu kullanarak ona çelme takıp yere düşürmüştü. İkisi de bitkindi fakat birinin ölmesi gerekiyordu, bu iki taraf için gerçek anlamda yaşamak anlamına geliyordu. Hayatı solumak, bir gölgesiz gibi değil, insan gibi nefes almak için. Wi ona zaman kazandıran çelmenin ardından darmaduman olmuş dükkanın içinden çıktı ve caddenin ucundaki artık var olmayan rıhtıma baktı. İnsanlar çığlık atıyor ve minik fareler gibi tehlikeden kaçıyorlardı. Yok olan rıhtıma doğru koşanlar bile vardı. Buradaki tehlikenin suyu boylamak üzere olan rıhtım değil, onlar olduğunu biliyorlardı. Wi arkasından yediği darbeyle şehir meydanına doğru, yeni döşenmiş olduğu belli olan asfalt taşlarını sökerek sürüklenmişti.
  Aradaki mesafeyi tek bir zıplayışta kapatan Kuan, Wi'nin son anda yerde yuvarlanmasıyla düştüğü yeri parçalamış, tüm meydan toz toprak altında kalmıştı. Yükselen tozun içinde Wi'nin nereye gittiğini anlamak için her yere bakıyor fakat sadece kaçışan insanların silüetlerini görüyordu. Wi ara sokaklardan birine gizlenmiş kendine gelmeye çalışıyordu. Havada tutmuş olduğu gemi onu çok yormuştu fakat kendini toparlamalıydı.
  “Hadi amaa... Ne kadar da acizmişsin, alt tarafı bir gemi yakaladın diye ne bu yorgunluk,” dedi velet. Dövüş boyunca ortalıklarda gözükmemişti. Sonuçta istediği zaman ortaya çıkıyor, istediği zaman dokunabiliyordu. Kontrol onun ellerindeydi fakat kıyafetleri yine yoktu.
  “Çıplaksın,” dedi Wi, ondan yana bir bakış atarak. Her bir yeri kasılıyor, elleri şokun etkisinde hala titriyordu.
  “En azından gözlerin iyi durumda. Şimdi beni arzulamayı bırak da şu adamı patakla.”
  “Ama nasıl?” çarpışmayla beraber kırılan köprücük kemiğinin acısını dindirmek için eliyle bastırıp bir kaç kelime sarf etti lakin yaptığı büyünün gücü zayıf olduğundan bir ağrı kesiciden daha az etki etti.
  “Adam güneş batarken ortaya çıktı Wi, alaca karanlık daha yeni basmışken. Bu arada ne kadar da toz tutmuş üstün başın, ne demişler siyah giyme to...”
  “Anladım, tamam.” Wi eliyle veledin susmasını işaret etmiş lakin o konuşmaya devam etmişti. Velet doğru konuşmuştu. Kuan belki de hala ışıktan korkuyordu. Bunu kullanmalıydı.
  Kuan'ın yarattığı toz bulutu kalkmış, adam ortaya çıkması için hakaretler edip Wi'yi kışkırtmaya çalışıyordu. Wi ara sokaktan ağzında bir ilahiyle meydana doğru yürümeye başlamıştı.
  "Kuyrukla onu Wi, bitir işini!" diye bağırdı velet, Wi meydana çıkarken. O dövüşe katılmayı pek düşünmüyordu ama güzel bir seyirci olabilirdi. Evet, bunu yapabilirdi.
  Wi ile Kuan meydanda tekrar göz göze gelmişlerdi. Wi yeterli olmasa da gücünü toplamak için iyi bir zaman kazanmış, Kuan ise karşısında tekrarda ayık ve istekli bir rakip bulduğu için sevinmişti. Güzel bir dövüş, güzel bir kadının dokunuşu gibiydi. Zor elde edilir, çabuk biterdi.
  “Bende korkup kaçtın sanmıştım,” dedi Kuan ve sırıttı. Ellerindeki ipler sökülmüş, saçaklanmış yere sarkıyordu.
  “Çıplak bir adamla karşılaşmıştım, beklettiysem kusura bakma.”
  Kuan, Wi'nin arkasında belirmiş pullu yaratığın omurgasına bir yumruk atmaya kalkışmıştı. Bu hızlı hamlesi Wi'yi ne kadar şaşırtsa da bunu savurdu, karşı bir atak yapmadan ilahisinin son bir iki kelimesini söyledi ve adama doğru koşup yumruğunu sıktı. Adam elini kaldırmış, yumruğu yakalamak istemişti lakin Wi'nin muştaları parlak bir sarıyla ışıldamaya başladı. Işımalar öylesine güçlü ve şiddeyliydi ki adam savunma yapmak için kaldırdığı ellerini yüzüne kapamıştı, gelen yumruk çektiği acının yanında sivrisinek ısırığı gibiydi. Wi'nin attığı yumruk adamın bir kaç kaburgasını kırmış, ışıldayan muştalarının izi adamın derisini dağlamıştı. İki büklüm kalan adamı sert bir kuyruk darbesiyle yere fırlattı ve üzerine çıkıp suratına var gücüyle yumruk atmaya başladı. Adamın yüzünü koruduğu elleri param parça olmuş, altındaki bedeni yumruk darbelerinin gücüyle kanalizasyon tünellerine doğru çökmekte olan asfalta göçmüştü. Adam baygın bir halde yerde uzanmıştı. Işık ve yumrukların acısı onun kaldırabileceğinden fazlasıydı anlaşılan. O sırada adamın onda uyandırdığı hissi, daha yakından tatmış ve daha önce bu hisle nerede karşılaştığını bulmuştu. Uyandığı yerde, eski, metal, su altı zırhının içinden gelen o garip hissi hatırladı. Kuan'ın da dediği gibi daha önce karşılaşmışlardı. Wi adamın üstünden kalktı, kafasının yanında çömelip başını elleri arasına aldı.
  “Seni ve kendimi kurtarıyorum,”dedi ve boynunu kırdı.
  Alkış seslerinin geldiği yere baktı ve veledin, daha doğrusu eski bedeninin çıplak halini gördü.
  “O kadar güzel dövüştün ki resmen azdım,” dedi velet ve parmaklarıyla aletini işaret etti. Erekte olmuştu. “Sanırım sana aşık oluyorum.”
  “Neden düzelmiyorum?” diye çıkıştı Wi.
  “Onu öldürürken keyif aldın mı, sen de benim gibi erekte oldun mu?”
  Demek istediğini anlamıştı Wi. Kaptandan intikam aldığı gece aklına gelmiş, ne kadar keyif duyduğu aklına gelmişti. Öldürmek, can yakmak onun için keyifliydi fakat şimdi hiç mutlu değildi. Hatta üzülmüştü adam için. Birinin hayatına değer verdiğini hissetti, kurtulmuştu. İstediği şekilde değil ama üzerindeki karanlık çekilmişti.
  “Çak bir beşlik,” dedi ve elini havaya kaldırdı velet. Eli uzun süre havada kalmış, Wi'nin yürümesine yardımcı olmak için kolunun altına girmişti.
  Meydandan uzaklaşırken derin bir çatırtıyla Kuan'nın cesedinin olduğu kısım çökmüş, lağım sıçanlarının ziyafet çığlıkları sarmıştı Lağımkokan'ı. Zaman geçtikçe Wi'nin görüntüsü de düzelmişti. Gölgesini geri kazanmış, onu terk eden vicdanı geri gelmişti. Karanlık seni terk etmedi, demişti velet, sadece senden korktu.
  Karanlığın korkabileceğini kim düşünebilirdi, değil mi? Wi zamanla normal görüntüsüne kavuşmuş ve mutlu bir hayat sürmek için tekrardan yollara düşmüş.”
  Mutlu son, kızlarının uykusuzluktan benzi atmış yüzlerine çarpık bir gülümseme yerleştirmişti. Yaşlı adam kızlarını öptü, üstlerini örttü ve sessizce kapılarını kapadı.
  “Harika bir hikayeydi, babalık,” dedi velet alaycı bir tonla. Gözyaşlarını siliyordu, kendini nasıl ağlattığını düşünmek çok zordu. “Özellikle, adamın boynunu kırdığın yer, sanırım tekrar azdım.” Velet hala Wi'nin genç vücuduna sahipti ve çıplaktı. Erekte olmuş, aletini gösterip, sırıtıyordu.
  “Nasıl oluyor da sen hala benimlesin? Gölgesiz zamanlarımdan kalan tek şey sensin neden hala buradasın?” dedi yaşlı adam ve mutfağa geçip, bir bardak su koydu kendine.
  Sebebini biliyordu, neden burada olduğunu. Karanlık hiç onu terk etmemişti. Bir yerlerde sinmiş onu geri istemesini bekliyordu. Tıpkı velet gibi hala onunlaydı, velet onun elçisiydi. Suyundan içti, kızlarını düşündü. Velet sorusunu çirkin bir şakayla cevaplamadan onu susturdu ve odasına çekildi. Güzel bir hayat geçirmişti, gerçek bir hayat. Kendi gibi olduğu, kendi gibi nefes aldığı bir hayat, bu kadarı yeterliydi.

15
Tartışma Platformu / Zaman Fakirliği
« : 13 Ekim 2015, 17:28:05 »
Arkadaşlar özellikle okulların açılmasıyla beraber tam bir zaman fakiri oldum. Bir yandan ders çalışıp bir yandan yazmak ve oyun oynamak oldukça zorlaştı. Bir de sosyal hayat var, çık işin içinden. Kendi adıma söylüyorum programlı çalışmayı denedim, çok zor. Yazmak ya da arkadaşlarla vakit geçirmek saatlerle kısıtlanmış bir gündelik programa uymuyor. Bunların birkaçını değil hepsini beraber götürmenin bir yolu var mı? Birini yapıp diğerini yapmayınca suçluluk hissedip yaptığım şeyi bırakıyorum. Bu sefer de kıtlığını çektiğim zaman boşa gidiyor. Bu sorunu yaşayan kişiler kesin olmuştur, tecrübelerinize sığınıyorum.

Sayfa: [1] 2