Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular -

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Gölgesiz
« : 15 Haziran 2017, 17:23:17 »
                                                                                                               GÖLGESIZ

''Rrien'de garip olaylar pek fazladır. Deniz'in katlettiği yüzlerce kadın, Dedektif İks'in çözdüğü vakalar, Doğu Huş Denizi adını duyanların düşündüğünün aksine Batı Huş Denizi olmaması ve burada yer verilirse sayfalarca sürecek bir dolu garip vaka vardır. Doğu Huş denizinin kıyısında bir yerlerde Huş kenti bulunur. Huş kentinde yaşayan karı koca ve bir gölgenin sıra dışı hikayesi herkesi gerçekten şaşkınlığa uğratır.''

Baş büyük, elleriyle simsiyah saçlarını geriye doğru attı ve sonra tekrar alnına düşmesine izin verdi. Saçları gibi simsiyah olan gözlerini sağında ve solunda daire şeklinde dizilmiş olan genç kızlara ve oğlanlara baktı. Ayağa kalkarak ortaya doğru geldi. Dairenin ortasında şimdi hepsine eşit uzaklıktaydı. Üstünde cadı olmasından mütevellit giydiği bölük pörçük, yırtık pırtık siyah uzun elbisesinin eteklerini dalgalandırdıktan sonra çevresindekilere hitap etti.

''Bu adam, gölgesiyle yaşıyordu. Ama sonra gölgesi ona ihanet etti. Bu herkesin ayağına bukağı olsun ki onun ağırlığı ile hatırlasın.* Arkanızda gölgeniz bile olsa arkanızı kollayın.** İşte hikaye başlıyor.''

Siyah elbisesinin sağ üst cebinden mavi bir toz alıp bir adım geriye doğru çekilerek önüne bu tozu serpti. Toz yere düştüğü anda buhar gibi yükseldi ve içinde bir görüntünün olduğu ekrana dönüştü. Ekranda bir adam kapının eşiğinde duruyor ve ayakkabılarını giyiyordu. Oldukça iyi ve temiz giyimliydi. Ayakkabıları parlaktı, siyah takım elbisesi altta beyaz gömlekle tamamlanmıştı. Oldukça resmiydi. Kapının eve bakan tarafında oldukça güzel bir kadın uzun, çiçek desenli ve kollarını açıkta bırakan elbisesiyle duruyordu. Simsiyah saçlarını elleriyle toplayarak sağ tarafına bıraktı. Adam bir yandan ayakkabılarını giyerken bir yandan da karısına bakarak gülümsedi. Dertli bir şekilde iç çekti.

''Ben de biliyorum, burada seninle eğlenmesini ama daireye yetişmeliyim.''

Kadın, mavi gözlerini ona dikti. Biraz alınmış gibiydi, neredeyse fısıldayarak yanıtladı.

''Ne yapalım, öyle olsun.''

Adam, ayakkabılarını giymeyi bitirdikten sonra doğrularak karısına gülümsedi. Uzanıp dudaklarına kısa ve ufacık bir öpücük kondurdu. Burada dairedeki çocuklar arasında yüksek sesli kıkırdamalar duyulunca Baş Büyük işaret parmağını dudaklarına götürüp susmalarını belirtti.

''Merak etme Eylemciğim, akşam telafi ederim.''

Adam arkasını dönüp merdivenlerden aşağı inerken güzel karısı da onu seyretti, merdivenlerde kaybolup artık görülmez olduğunda da bekledi. Tamamen gittiğinden emin olmak istiyordu. 1 aydır yaptığı gibi. Aşağıdan, dış kapının kapanma sesini duyduğunda gülümsemesi güzel yüzüne yayıldı ve kapıyı kapattı. Kapı kapanır kapanmaz kadın arkasından gelen bir erkek sesi duydu.

''Yine mi erken gitti?'' Kadın, erkeğin adımlarını duydu, sonra da beline dolanan belli belirsiz elleri hissetti. Cilveli bir şekilde kıkırdayınca erkek de boynuna bir öpücük kondurdu, yine belli belirsiz. ''Ne salak adam, böyle bir adamın gölgesi olmaktan utanıyorum. Ben olsam bu kadar iş yüküne basardım istifayı, sana gelirdim. Bir daha asla da çıkmazdım, kuzgunun dediği gibi. Bütün gün seninle durmadan sevişirdik. 9'da başlayan işe 7'de giderse sen kollarıma gelince boşuna hayıflanmasın.'' Gölge, dudaklarının kadının boynuna değdirince genç kadın da hoşnut bir mırıltı çıkardı. Yüzünü arkasındaki Gölge'ye doğru yöneltti. Dudaklarını öpmesini istiyordu.

''Kocamdan konuşmayı bıraksak. Gölgesi bana yeter!" dedi cilveli gülüşüyle. O zaman Gölge daha fazla sabretmeden kadını kucağına alarak yatak odasına götürdü. Gölge, Eylem'i yatağa bırakıp, öpmek için üstüne eğilirken ekranın görüntüsü değişerek sahneye adam geldi. Bu sefer üzerinde görünür beyazlıkta ''Faik" yazıyordu.

''Bu adamın adı.'' diye gençleri bilgilendirdi Başı Büyük.

Adam yolda kayıtsızca, olan bitenden habersiz yürüyordu. Güneş önden vurduğu halde arkasında olmayan gölgesi izleyenlerin gözüne hemen çarpsa da Faik'in arkasında kaldığında adam bunun henüz farkında değildi. Tek düşündüğü daireydi. Böyle biraz daha devam ederse yönetici olur ve biraz olsun rahatlayabilirdi.

''O zaman işte.'' diyordu.''O zaman görsün Eylem hanım, o surat asmaları, burun kıvırmaları, yüz yapmaları, bacak sallamalarını. O zaman görsün. Kalkarım saat 7'de ama bu sefer işe gitmeye değil. Nasıl olsa o da alışkın o saatte kalkmaya, o da kalkıverir. 10'a kadar sevişiriz. İliğine kadar. Her gün hem de, bak o zaman bıkmıyor mu? Bıksa da dinlemem. Her gün olacak o artık. Saat 10'u vurunca da çeker kapıyı çıkarım. 11'de orada olur, oyalanırım öğlene kadar. Kahvaltı niyetine de öğlen yemeğini daire de yedik mi? Tamam. 13'de döndüğüm gibi, hadi tekrar. O zaman görür o, bacak sallamalarını.''

İçini çekti özlemle ve birden bir şeyi fark ettin. Tıslar gibi bir ses çıkardı önce, sonra iyice kontrol etti çantasını, takımın ceplerini. Bulamadı.

''Dosyaların bulunduğu kart yok.'' dedi. Geri dönerek geldiği yola tekrar baktı. Gözlerine bir üşengeçlik yerleşti. Üstelik de geç kalacaktı ama geç kalmadan bu halde üzerinde bu dosyalar yokken giderse de erkenden gitmesinin bir önemi kalmayacaktı ki. Arkasını döndü ama aceleyle hiç fark etmedi yine: gölgesinin olmadığını. Koşar adımlarla yürümeye başladı. Hemencecik de ulaşıverdi eve ama soluk soluğa. Bu sırada karısı da aynı kocası gibi soluk soluğaydı.

''Eylem, uyumuştur. Şimdi seslemeye basıp da kadını tekrar uyandırmanın ne anlamı var canım? Kapıyı açar, evrakları alır. Sonra da sessizce çeker giderim. O da uyanmamış olur.''

Önce dış kapıyı açtı, sonra da merdivenleri söylendiği gibi ağır ağır çıkarak evin kapısını. Sessizce içeri girdi. Kapının eşiğinden geçip de içeriye adımını atınca hemen evraklarını gördü. Salondaki masanın üzerindeydiler. Masaya yürüyüp hemen aldı ve geldiği gibi çıt çıkarmadan kapıdan çıkacaktı ki bir çıtırtı duydu. Yukarı ya da aşağı kattakilerden geldiğini zannederek pek de kulak asmadı ama bir sonraki çıtırtı daha yüksek ve daha yakından gelince evinden geldiğini fark ederek kulak kabarttı. Üçüncü bir çıtırdama sesi gelmese de bu sefer ''şlap'' diye ıslak bir ses gelince içeriden geldiğini anladı. Yatak odasındaydı bu ses, yavaş adımlarla odaya yöneldi. Karısının siluetini seçebiliyordu ama yaptığı şeye bir anlam veremiyordu. Gölgeden pek de anlaşılmıyordu.

''Ne yapıyor bu kendi kendine?'' diye söylendi kısık sesle. Kapıyı hızla açıp içeri girdi.

Tozun yarattığı ekrandaki görüntü de burada bulanıklaştı. Gençlerden huzursuz ve memnuniyetsiz bir homurdanma sesi yükselince Baş Büyük tekrar elini dudaklarına götürerek ''hişt''ledi. Bulanıklaşan görüntü tekrar yavaşça netleşti. Belirginlik kazandı. Herkes yine ekrana dikkat kesildi. Adam bu sefer çalıştığı yerde yani daire dediği yerde oturuyordu. İşleriyle meşguldü ama yüzünden bir acılık ve sanki olduğu yerden ve yaptığı işten azade insanların yüzünde görülen bir boş vermişlik ifadesi okunuyordu. Yaptığı işi birkaç saniye daha yapmaya devam ettikten sonra elindeki evrakı dosyasına yerleştirip masasının üstüne bırakınca derin bir nefes verip sağ yanındaki adama baktı.

''Refik?'' dedi, o böyle diyince adam da ona döndü. ''Ne oluyor?'' diyen bir bakışla kahverengi gözlerini ona dikti. Sonra da bunu sesli olarak söyledi: ''Ne oluyor Faik? Pek bir dalgınsın.''

''Eylem. Beni aldatıyor.''

''Ne? Boşanıyor musunuz? Sakın sineye falan çekeyim deme, bilirim sevdalısındır karına. Ama bu da sineye çekilecek suç değil ki.''

''Yok yahu ne sineye çekmesi? Bu saatten sonra buna sine-i millet bile yapılmaz da ben boşanmıyorum. Aldattığı da normal bir adam değil ki.''

Refik'in gözleri dört açıldı, arkadaşının bu kadar rahat ve açık konuşmasına belli ki şaşırıyordu. Kafasını kaşıdı düşünceli düşünceli, önce sormasam daha iyi düşündü ama sonra merakına yenik düştü.

''Normal değil derken? Deli falan mı?'' Durdu ve sonra içinden ekledi: ''Muhabbete bak.''

''Gölgem.''

''Kimin?''

''Gölgem yahu, benim gölgem. Karım beni, benim gölgemle aldatıyor. Yani bir nevi ben. Karaltım işte.'' Eliyle yerdeki gölgesini gösterdi. Güneş soldaki cam duvardan vurduğu için gölge sağa tam da Refik'in önüne düşüyordu. Onunki de onun sağına.

''Nasıl oluyor o?'' derken bir yandan da tedirginlik duymaya başlamıştı Refik çünkü bu en nihayetinde normal değildi. Anlatılana da pek inanıyor gibi görünmüyordu. Nitekim bunu Faik'de fark etmişti.

''İnanmıyor musun? Ben de inanamadım. Ama kadın beni bildiğin gölgemle aldatıyor. Arkadaş deli olacağım! Bir de savunması da var: O da benmişim. Sayılmazmış. Kaç gündür düşünüyorum? Ha bu arada gölgemi de rahat bırakmadım. Ev de bırakır mıyım hiç? Zorla, çekiştire çekiştire vura söve yanımda taşıyorum. Bak görüyor musun? Ben şapkamı tuttum, astım askılığa ama o bana mısın demedi. Nankör herif, sanki varlığını bana borçlu değil. Bak, bak kafasında hala şapka.''

Refik, tedirgin olan bir bakışla yere doğru baktı. Bakar bakmaz da tedirginlik yerini hayrete bıraktı. Bir yandan da korkmuştu. Faik'in gölgesi gerçekten de şapkalıydı da Faik şapkasızdı. Adamın gölgesi resmen adama itaat etmiyordu. Olacak iş mi? Faik de anlatmaya devam ediyordu bir yandan:

''Olacak iş mi ya? Ne yapsam diye kaç gündür düşünüp duruyorum, işin içinden bir türlü çıkamadım. Kadına da bir yandan hak vermiyor değilim, sonuçta o da ben. Sonra diyorum 'ulan aldatma aldatmadır, sık ikisine de gitsin.' ama sonra da bundan da vazgeçiyorum. Gölgesiz nasıl yaşarım? Mesela sokakta yürürken rüzgar saçlarımı dağıtırsa gölgeme bakarak düzeltirim. Ayna gibi. Gölgem olmazsa eğer daireye gidene kadar saçlar dağınık kalır. İşin fenası ben varacağım yere varana kadar rüzgar 10-15 defa dağıtır benim saçları. Diyorum ki ben de onun karısını ayartayım.''

''Bak bu iyi fikir.'' dedi Refik araya girerek.

''Ha öyle mi gerçekten?''

''Öyle tabii, kısas mantığı işte.'' Refik rahat bir soluk aldı, sanki çok önemli bir sorunu çözmüş gibi. Koltuğunda arkasına yaslandı.

''Öyle değil işte, benim içim almaz. Hem kadının ne günahı var? Onu da buna alet ediyoruz ki? Yok, bence en iyisi bunu vurmak.'' Eliyle yerdeki simsiyah gölgesini işaret etti. Gölgesi de ona aldırış etmeden hareket çekiyordu. Karaltılardan Refik göremiyordu da Faik zar zor da olsa görebiliyordu. ''Bak, bak bir de bana hareket yapıyor.'' diyerek öfkeden kızardı. Solundaki evrak çantasını aldı kucağına, açtı ve içinden bıçağını çıkardı. Yere eğilip tam Gölgesi kaçacakken ona sapladı. Hem de bir kere değil,5-10 kere sapladı. Dairenin zemininde Gölgenin düştüğü yer siyahken birden bire kırmızıya boyandı ve Gölge de solarak yavaş yavaş kayboldu. Faik, gölgesiz kalmıştı.

Refik de olan biteni büyük bir hayretle izlemiş ve olaylar bittikten sonra Faik tuvalete gidip elini, bıçağı temizleyip de geri evrak çantasına atana kadar da işine dönmeden aynı hayreti sürdürerek izlemişti. Faik, yüzünde mutlu bir sırıtmayla işine dönünce Refik de omuzlarını silkerek kendi işine baktı. Gerçekten de Faik'in gölgesi ölmüştü. Aklı almamıştı ama gözü görmüştü.

Gölgesiz Faik, akşam eve gölgesinin derdi tasası olmadan geldi. Mutlu bir gülümsemeyle çaldı zili, karısı da her zaman olduğu gibi mutluydu. Sanki bir şey olmamış gibi. Lambanın ışığında Eylem de fark etti birden sordu.

''Gölgene ne oldu Faik?''

''Öldürdüm onu. Kurtuldum ondan sonunda.''

''Sevmiştim halbuki, tüh!''

''Sevme, ben varım ya o sana yeter.''

Eylem ve Gölgesiz Faik yemek masasına oturup çorbalarını içmeye başlamışlar iken Gölgesiz Faik'in aklına yeni gelmiş gibi heyecanla konuştu.

''Bu arada söylemeyi unuttum. Amir oldum daireye, artık 11'de gitmem yeterli ama biz yine de erken kalkalım. İşimiz var.''

*:  Ayağına Bukağı Olsun, bir konuda kişinin başına gelen olayın ona ders olması temennisini anlatan bir söz. Bakınız: Kulağına küpe olsun.

**: Kimseye güvenmeyin anlamına gelen bir Rrien söz öbeği.

Dipçe: Cemal Süreya 'nın Hafta Sekiz şiirinden esinlenilmiştir. Bu arada bu gönderi forumdaki 100. yorumum :)

2
Kurgu İskelesi / Polly-Duygu Korkmaz
« : 19 Kasım 2016, 00:46:48 »
Bu sakin, küçük kasabada, hayat her zaman olduğu gibi yavaş akardı.

Ta ki o güne kadar...

Beş yaşlarında, sarışın, çilli, sevimli bir kız çocuğu korkmuştu. Ne olduğunu tam olarak anlamadı. Belki kim olduğunu da bilmiyordu. En son "Anne" diye bağıracak cesareti bulabildi.

Sonra bütün kasaba, tekrar sessizliğe büründü. Artık sakinlik, yerini tedirginliğe bırakmıştı.

Polly bekar bir öğretmenin tek kızıydı. Annesi çocuk doğduktan sonra kocasıyla anlaşamayıp ayrılmıştı. Şiddet gördüğü iddia ediliyordu. İngiltere'nin bu ücra kasabasında öğretmenlik yaparak geçimini sağlıyordu. Ancak bu kasabanın halkı, yabancıları sevmezdi. Hatta öğretmenin Londra'nın en ünlü genelevinde çalıştığına dair söylenti yayılmıştı kasabada. Kimin çıkardığı bilinmezdi, zaten iddianın aslı astarı yoktu.

Kısacası, iyi bir öğretmen olmasına rağmen, Bettina Johnson kasabada sevilmiyordu. Kasaba gazetesinde iki satırlık haber değeri bile olmamıştı Polly'nin kayboluşu...

O güneşli, karanlık güne dönelim.

Virane bir ev vardı. Polly'nin evinin çok yakınındaydı. Kasabadaki birkaç kişi dışında kimse orada kimin yaşadığını bilmezdi. Bilenler de, sanki kutsal ya da korkunç bir canlıymış gibi ondan bahsetmekten kaçınırlardı. İnsanın ateşten korkması gibi bir şeydi bu. Bu yüzden kimse soruşturmada o eve ve o adama dair tek kelime etmedi. O sabah saat 7'de, adamın evden çıktığını kimse görmemişti.

Adam üç gündür Polly ve annesini izliyordu. O gün, günlerden cumartesiydi. Nalbura gidip testere alması gerekiyordu. Bahçesindeki o büyük, kurumuş ağacı kesmeye niyetlenmişti. Kim bilir, belki başka işlere de yarardı...

Buradan almamalıydı. Dikkat çekerdi. Şehre gitmesi gerekiyordu.

Şehir, kasabadan daha büyük ve daha canlıydı. Adam hayallere daldı. Burada yaşaması imkansız gibi birşeydi. Kaderine söverek yürümeye devam etti. Olsa olsa burada hamallık falan yapabilirdi. Kuvvetliydi, fakat astımı vardı. Birkaç sene önce çalışmayı bırakmıştı. Yüzü, kimliği, yaşamı belirsizdi. Hiçlikten doğmuş bir adamdı o. Şimdi ne yaptığını kimse bilmiyordu. Adını kasabalılar bile bilmezdi. Belki bir meczup... Ama o bu durumdan oldukça memnundu.

Eğitimliydi aslında, iyi bir aileden gelmişti. Çocukları çok severdi. Hukuk Fakültesi'nden üç yıl önce mezun olmuştu. Teşhis konduktan sonra ailesi onu dışlamıştı. O da dalından koparılan bir elma gibi çürümeye başladı zamanla. Pedofili raporunu gören insanlar ona gelmemeye başladı. Kısa süre sonra da mesleğinden ihraç edilmişti. Dürtülerini durduramıyordu. İlaçlar da artık bir işe yaramıyordu. Doktora gitmemeye başladı, parası suyunu çekince çareyi kimsenin onu tanımadığı bu kasabaya yerleşmekte bulmuştu. Bir süre,çocuklardan uzak durarak rahat yaşadı. Ama camdan içeri dolan o çocuk sesleri...

Bir gün bir gün bir çocuk
Eve de gelmiş kimse yok...

Candan baktığında sarı bukleli sevimli kız çocuğunu gördü. İçinde bir kazan alev aldı adeta. O sarı buklelerin kokusunu, o buğday tenin tadını içinde hapsetmek, küçük kızın masumiyetini içmek istiyordu. Gözlerini kapattı. Sağlıklı bir insan değildi o, dolayısıyla insani vicdanını nereye bıraktığını hatırlamıyordu. Hayatında hiç suçluluk duygusunu hissetmemişti. Sadece, haz...

"Hey tatlı kız!" dedi. "Kraker ister misin?"

O günden sonra Polly'i kimse görmedi.

Adam hala büyük bir hazla hatırlıyordu Polly'nin gülümsemesini, krakeri aldıktan sonra teşekkür edişini, evine davet ettiğinde çekinmeden girişini...

Elbisesinin yırtılmasını, gözbebeklerinin büyümesini, çocuğun çığlıklarını...

Bir kenara çekilip kızın narin, çıplak bedenine doyumsuzlukla baktı. Polly karanlık bodrumda can çekişiyordu. Gözlerine ilişen kuyruklara sevgiyle baktı.

Bir çok kızın aksine o, fareleri severdi. Düşündüğü son şey de fareler oldu. Bir melek, sessizce ve utançla Polly'nin ruhunu alıp gitti.

Sadece küçük bir an, siz düşünün bu hikayenin sonunu... Ve boşlukları kendi adaletinize göre doldurun. Biliyorsunuz ki, benzer bir çok hikaye var.

Benim hikayem mutlu sonla bitmedi. Elimde acılı, dışlanmış bir anne ve küçük bir kızın hayal pırıltıları kaldı sadece. Nereye serpeceğimi bilemediğim bir avuç kül. Ama asla değersiz olmayan tanecikler onlar...

Haydi, rüzgar'a emanet...

Dipçe: Hikaye başlıktaki gibi bana ait değildir. Arkadaşım rica etti ben de paylaşıyorum. Kendisi de Wattpad de Firtina_kiz30 rumuzuyla yazıyor. Kendisi yayımlamadı çünkü bağlantı problemi yaşıyordu.

3
Tartışma Platformu / Alt Kültürde Edebilik
« : 03 Mayıs 2016, 14:42:57 »
Başlık yeterince açık ama bir de ben açayım konuyu:

Alt kültüre dair-hangisi olursa fantastik,bilim kurgu,yeraltı,tuhaf kurgu, gizem-gerilim,korku kurgu ya da benim bilmediğim hangi tür olursa olsun- kitaplarda genelde edebilik aranmaz ama geçen haftalarda bir yerde Stephen King'in neden Nobel'e aday olmadığı tartışılıyordu ve yorumlardan biri de ''Nobel edebiliği gözetir ve King de bu yok ama duyguyu okura çok iyi yansıtıyor'' demişti. Siz de King ya da yerli yabancı alt kültür yazarları konusunda böyle mi düşünüyorsunuz? Yani alt kültür de edebilik yapılamıyor mu ya da yapılmıyor mu?

Bir de alt kültür de edebilik mümkün mü? Yoksa sadece öğreticilik ya da duyguyu okura yansıtabilmek yeterli mi? Bu konuda düşünceleriniz neler? :)

Dipçe: Ben King'in para için hızlı yazması gerektiğinden işin içine edebilik katmadığını düşünüyorum.

4
Kurgu İskelesi / Haftalık Güvercin Toplantısı
« : 27 Ocak 2016, 19:36:11 »
                                                   Haftalık Güvercin Toplantısı

Önündeki tokmağı sağ kanadının içine alarak bir kere kürsüye vurdu:

-Evet, kanatlı arkadaşlar. 12.Park Güvercinleri toplantımıza katıldığınız için teşekkürler. Bu toplantıyı sunma ve yönetme görevi bu ay bana verildi. O yüzden hemen toplantıya geçelim, dedi ve başını eğerek hırçın ve dikkatli bir şekilde gövdesini gagaladı. Her güvercin bu şekilde kendini temizliyordu. O bu işle uğraşırken önünde ki topluluktan gri tonu siyaha hâkim ve şişman bir güvercin kanadını kaldırarak söz aldı:

-Bence öncelikle yani kediyi ortadan kaldıralım. Yani Vedat'ı. Mesela boğazına mısır atarsak boğabiliriz. Mısırı da şu ileride ki seyyar satıcı Nedret'ten bulabiliriz, yani bence, dedi ve o da kendi tombul bedenini gagalama işine başladı.

-Mısır için Mısır'a gidebiliriz, diye bağırdı ön sıradan beyaz, parlak tüylü güvercin. Geçen hafta da pişmaniye gagalamak istediğinde İzmit'e giden güvercindi bu. Ahmet Cemil tekrar tokmağıyla kürsüye vurdu:

-Kedi konusunda sorun yok, güvercin dostum Nurgül ve mısır için de Mısır'a gitmeyeceğiz Hamdi. Vedat'ı savma işini zaten pekiyi bir şekilde Semra Hanım hallediyor.

Kürsünün önündeki topluluk hemen ağacın çaprazında bulunan bankta oturan yaşlı ve tonton yüzlü bir kadına baktılar. Daha dün Vedat onlar bir ağacın gölgesinde toplanmışken saldırınca Semra Hanım da ayağında ki terliği çıkarıp elinde bir terlikle aksayarak kediyi kovmuştu. Ahmet Cemil onlara bakarak devam etti:

-O yüzden daha önemli konulara yoğunlaşabiliriz. Mesela aramızdaki yem paylaşımı gibi. Bazılarımız az yem alırken, bazılarımız ise bütün yemleri alıyor.
Güvercin Hamdi tekrar konuştu:

-Yem paylaşımı önemli evet, kim ne yiyecek, ne kadar yiyecek kararlaştırmalıyız. Geçen gün Sait Faik parkından bir arkadaş’a rastladım. Onlar kim ne kadar yem yiyecek kararlaştırıyorlarmış. Epey de yararını görmüşler.

-Pekâlâ, bunu konuşabiliriz. Ünalan Parkı güvercinleri olarak 10 kuşluk bir grubuz. Bu durumda atılan yemi %10’luk paylar halinde bölmeyi teklif ediyorum, dedi Ahmet Cemil kürsüden. Bunun üzerine önündeki güvercin grubundan siyah-gri karışık bir tona sahip bir kuş çıkıp ona seslendi:

-Ben sevmedim bunu, herkesin %10 aldığını nasıl anlayacağız? Ben açıkçası Tombul Hikmet’e pek güvenmiyorum, dedi. Kırmızı gözlerini yan tarafta bulunan şişman, gri tüyleri arasında hafif beyazlıklar bulunan kuş’a dikti.

-Neyime güvenmiyorsun be? Dedi Tombul Hikmet. Sonra kendini gagaladı. Bu yaptığından mutlu olmuş bir şekilde ona baktı.

-Adın üstünde zaten, bir de her şeyi götürürsün. Hem bazen gelmeyen arkadaşlar da oluyor. Onların da hakkını alıyorsun. Nasıl anlayacağız?

-Yemlerimi mi sayıyorsun sen? Diye bağırdı Tombul Hikmet ve gözdağı vermek için kuş’a doğru bir adım attı. Kuş bu gözdağına, tüylerini kabartarak Tombul Hikmet’e doğru bir adım atarak yanıt verdi. Tam bu sırada Ahmet Cemil kürsüye tokmağını vurarak müdahale etti:

-Sakin olun ve tüylerinizi düzleştirin arkadaşlar. Bunu oylamaya sunuyorum, kaç kişi %10’luk dilimlerle yem paylaşımı istiyor?

Kürsünün önündeki kalabalıktan 10 kanat kalktı. Ahmet Cemil bir kere daha kürsüye vurdu:

-Tombul Hikmet, iki kanadını kaldırsan bile tek kanat sayılıyorsun, biliyorsun değil mi? Şimdi, kimler %10’luk paylaşıma karşı?

Kalabalıktan 2 kanat kalktı. Ahmet Cemil tokmakla bir kez daha kürsüye vurdu:

-Evet, arkadaşlar. Ben de %10’luk dilimin yanındayım. 10’a karşı 3 ile kabul edildi. BU toplantı bitmiştir. Herkes istediği ağaca tünesin. Semra teyze birazdan gelir, neredeyse şafak söküyor, dedi ve bütün kuşlar o anda ağaçlara dağıldılar.

Dipçe: Esin için Fırtınakıran(Hazal) ablaya teşekkürler :) Ya da çalmış da olabilirim ondan tam emin olamadım :-\ Yine yorumlarınız ilgiyle beklenir efenim, bilindiği üzere eleştiri iyidir :)
  

5
Kurgu İskelesi / Türkçesiz
« : 03 Aralık 2015, 19:41:26 »
Caner, elinde iki gazete arasına sıkıştırdığı bir dergi olduğu halde bir kafeye girdi. Etrafı süzen gözlerle çevreyi araştırdıktan sonra az ileride Ahmet'i gördü. Ahmet oturduğu yerden kalkmadan, kendini belli etmek için Caner'e el salladı. Caner başındaki şapkayı düzeltip arkadaşının yanına gitti, sağ elini Ahmet'e doğru uzatarak tokalaştı. Gazeteleri masaya bıraktı, garsonu çağırıp bir şıra istedi. Ahmet'e dönerek fısıldadı:

-Yeni haberler var, dedi. Konuşurken kimse duymasın diye özellikle masaya eğiliyordu. Bunları biri duyup ihbar etse tutuklanacağının bilincindeydi. Ahmet ise Caner'in aksine arkadaşına bir gülümseme gönderip rahat bir şekilde önünde ki Osmanlıca gazetelerin arasından Türkçe bir gazete çekti. 5 dakika boyunca göz attı. Sonra gülümsemesi bozuldu, gazeteden gözünü ayırmadan:

- Bu çok saçma! TDK’nin internet sitesinden Güncel Türkçe sözlük özelliği kaldırılamaz. Osmanlıcaya çevrilmiş, eski Türk harfleriyle yazılmış kitapların evlerden tek tek toplatılıp yakılacağı da yazıyor. Zaten hemen hemen yazılı her şeyi yok ettiler.

-Evet, ama artık sadece ''hemen hemen yok etmek'' ile kalmak istemiyorlar, bütün hepsini yok etmek istiyorlar. Değişimden önce dili tamamen kaldırmak istiyorlar.

Garson şıraları masaya getirdiğinde ikisi de gazeteyi saklayıp sustu. Garson sessiz bir şekilde şıraları masaya bırakırken Osmanlıca gazetelerin arasında duran Türkçe bir gazete gözüne çarptı. Gördüğünü belli etmemeye çalışarak Ahmet ve Caner'e gülümseyerek masadan ayrıldı. Kasa'daki kızı geçip müdüriyete girdi. Kapı hafifçe tıklatıp içeriden müdürün ''Girin'' diyen tok sesi gelince kapıyı açıp içeri girdi:

-Müdür bey, rahatsız ediyorum. Fakat içerideki iki adam ellerinde eski Türk harflerinin yazılı olduğu bir gazete okuyor ve gayet de muhalif gözüküyorlardı.

Müdür, sesi tok olduğu kadar kendisi de şişman ve yaşlıydı. Henüz 50 yaşında olan bu adam, gözlüklerinin üstünden yorgun gözlerle sakin bir şekilde garsona baktı:

-Ne yapılacağını biliyorsun. İhbar et ve sessiz bir şekilde tutuklandıklarından emin ol. Mekânda telaş ya da olay istemiyorum. Bunları söyledikten sonra tekrar önünde ki e-bulmacaya döndü. E-bulmaca uygulaması bilgisayardaydı. Bilgisayar ise yer kalabalığı etmesin diye masaya monte edilmişti. Garson, müdürden talimatı alıp odadan çıktı. En yakında bulunan tele-ekrana giderek 155 numarasını söyledi. Uzun süren bir sessizlikten sonra ekranda bir polis memurunun yüzü göründü.

-İyi günler, İstanbul Emniyet Müdürlüğü. Size nasıl yardımcı olabilirim?

-Alo. Ben Taxim Meydan Kafe’den arıyorum. Burada Türkçe yanlısı 2 zanlı var. Biri beyaz ve sade bir Türkçesi var. Diğeri ise hafif esmer ve diğerinden daha kısa bir adam. Oturdukları masada ise Osmanlıca ve Türkçe karışık gazeteler yayılmış bir şekilde duruyor.

-Pekâlâ, adresiniz GPS sistemimizde göründü. Ben size hemen 1 dil polisi ekibi yolluyorum.

-Peki, teşekkürler. Hayırlı vazifeler.
Tele-ekranın kapatma tuşuna bastıktan sonra vatandaşlık görevini yerine getirmenin verdiği rahatlıkla servise devam etti. 10 dakika sonra içinde 2'şer dil polisinin bulunduğu iki tane, güneş enerjisi ile çalışan yeni nesil polis sunmobil araçları kafe’nin önüne geldi. Dil polislerinden ikisi araçlarından inerek kafe’ye girdi. Diğer ikisi de beklenmeyen bir olay olursa destek için araçlarında kaldı. Polislerden diğerinden daha uzun ve genç olanı deniz yeşili gözleriyle durgun bir şekilde pek de fazla kalabalık olmayan kafe’yi taradı. İhbarda verilen tarife tıpatıp uyan 2 kişinin oturduğu masaya doğru yaklaştı. Üniformasının sol üst yakasından çıkardığı polis e-kimliğini çıkardı.

-İhbar var, beyler. Kimliklerinizi görebilir miyim?

-Tabii ki. Elinde ki kimlik göstericinin bir düğmesine basarak mavi bir kimlik ortaya çıkardı. Polis elinde ki kimlik okuyucuyu kimlik göstericiye tutarak kimliği tarattı. 10 saniye sonra okuyucuda kırmızı bir ışık yandı. Polis kısa bir süre göz attıktan sonra iyi günler diledi. Aynı şekilde diğer polise kıyasla daha kısa ve esmer olan polis de masanın diğer tarafında oturan genç adama aynı uygulamayı yaptı. Fakat bunda da yanlış bir durum çıkmayınca, o da iyi günler dileyip masadan uzaklaştı. Çıkışa doğru ilerlerken kısa olan polis uzun olana:

-Yanlış ihbar aldık yine, sanırım.

-Bu, bu hafta ki kaçıncı yanlış ihbar? Ya birileri bizimle dalga geçiyor ya da adamlar çok iyi kaçıyorlar.

2 dil polisinin içeri girdiğini gören Caner, Ahmet’i dürterek başıyla polisleri işaret etti. Ahmet ilk başta anlamadı ama sonra yakalarındaki koyu mavi ayırmacı görünce dil polisi olduklarını anladı. Ahmet gayet sakin bir şekilde Caner’e dönerek:

-Gazeteleri topla. Türkçeleri Osmanlıca olanların arasına sıkıştır ki görmesinler. Hesabı ödeyip kalkalım, dedi. Caner, Ahmet’in aksine telaşa kapılmıştı. Elleri titreyerek hemen gazeteleri topladı. Ahmet az önce onlara servis yapan garsona değil de diğer garsona bir işaretle hesabı istediğini anlattı. 20 saniye içinde hesap geldi. Polisler hala kimlik taraması yaparken Caner ve Ahmet hızlıca hesabı ödeyip dikkat çekmeyecek kadar sakin ve yavaş bir şekilde kafeden çıktılar. Polis arabalarını da geçip yeterince uzaklaştıktan sonra Caner Ahmet’e dönerek:

-Bu sefer de ucuz atlattık, dedi. Ahmet sanki az önce yakalanma tehlikesi atlatmamış gibi yüzüne bir gülümseme yerleştirdi:

-Ama bir gün yakalanabiliriz.

Dipçe: Öykü hakkındaki eleştirilerinizi yorumlarınızı öğrenmek istiyorum. Hem sizinle paylaşmak, hem de fikirlerinizi almak istedim :)

6
Kurgu İskelesi / Küçürek Bilim Kurgu Öyküleri
« : 23 Kasım 2015, 08:19:45 »
Forumda bu tip öyküler için sadece Kıpkısa Kulübü mü var yoksa kendimizde ayrı konudan yayımlayabiliyor muyuz bilmiyorum ama daha önce watty'de yazmıştım bunları. Sizlere de gösterip fikir almak isterim. 2'şer şekilde gidebilirim şimdilik:

Kara Delik:

Bir tane daha yıldız gemisi daha tekilliğe çekilip kara delikte yuvarlandı.

Medeniyet:

Öğretmen elindeki LED fenerini gökyüzüne doğru tuttu:

-İşte çocuklar. Güneş ışınları Dünyamıza böyle yansıyor. Kalabalığın ortasında bir öğrenci parmağını kaldırıp söz aldı:

-Öğretmenim ama biz hiçbir şey göremiyoruz dedi meraklı bakışlarla.

-Öyle, çünkü şuradan gelen. Eliyle durdukları yerde çok uzaktan bir tepeye kurulmuş olan bir sıvı amonyak fabrikasını göstererek devam etti:

-Amonyak yakım dumanları yüzünden pek belli olmuyor. Gelecek ay Mars'a düzenlenecek mekik yolculuğunda Güneş ışınlarını daha rahat izleyebiliriz çocuklar, şimdi okula dönme zamanı.

Gereken anlamı verip veremediğim en çok merak ettiğim konu bu küçürek öykü olayında :)

7
Kurgu İskelesi / Göğe Bakma Evi
« : 30 Eylül 2015, 10:29:46 »
                                                     Göğe Bakma Evi

-Yıllar önce Akkuyu da peş peşe 4 patlama gerçekleşti. O zamanlar gökyüzü maviydi.

Ercan babasının bu cümlesi karşısında şaşırdı. O günleri görememişti. Göğe Bakma Evinin kapısının önüne geldiklerinde babası cebinden bir kimlik çıkartıp görevliye verdi. Görevli kartı okuyucuya tuttuktan sonra adama geri verip:

-İyi eğlenceler Ali bey dedi ve önlerinden çekilip kapıyı açtı. İleride ki ikinci kapıya giderken devam etti:

-Kazada havaya yayılan ışınımlı(radyoaktif) gaz atmosfere yayılıp difüzyonu değiştirdi. Bu da gökyüzünün kırmızı renkte gözükmesine yol açtı.

İkinci kapıya geldiklerinde kapıda ki görevli başıyla selam verip onlara radyoaktif ışın gözlüklerini verdi. İçeride en fazla 2 dakika durabileceklerini zaten sistemin otomatik olarak 2 dakika sonra açılır tavanı kapatacağını söyledi. Gözlüklerden birini Ercan taktı, diğerini de Ali. Görevli bir elinde iki koruyucu kıyafetle geldi. Ali ve Ercan giyinmek için koridorun solunda bulunan kabine gittiler. Kabinden çıkıp gözlem odasına girdiklerinde Ercan gökyüzüne baktığında babasının anlattığından daha etkileyici olduğunu gördü. Her yer kırmızıydı ve güneş sapsarı haliyle bu kızıllıkta kolayca ayırt ediliyordu. Ali Ercan'a bakarak:

-Kazadan sonra dünya kamuoyunda Türkiye'nin itibarı düştü. Çünkü bunu Dünya'nın başına biz sarmıştık. Türkiye en büyük mali yardımı yapıp önce gezegeni boydan boya bir tavanla kapattı. Güneşten sağlanan yararın devam etmesi için de bu tavanın üstüne  radyasyona dayanıklı paneller konuldu. Böylece biz de burada bitkiler yetiştirip yaşamı devam ettirebiliyoruz.

Ercan babasını dinlemeden gözlerini dikip gökyüzüne bakıyordu. Ali Ercan'a bakarak gülümsedi:

-Hadi gel gidelim artık. Zaten gözlem odasının tavanı da kapanıyor dedi yukarıda ağır ağır kapanmaktan olan açılır tavanı göstererek.

Gözlem odasından çıkıp Göğe Bakma Evinin çıkış kapısına ilerlerken Ercan merakla babasına sordu:

-Peki bir daha ne zaman geliriz?

-Doktorlar çocukların yılda 2 kere gökyüzüne bakmaya dayanabileceklerini söyledi. Sen birinci hakkını kullandın. Tek hakkın kaldı. Doğum gününde kullanabilirsin onu da.

Ali bunları söyledikten sonra sessizliğe gömüldü ve ikisi de tek kelime etmeden Göğe Bakma Evinden çıkıp göğü metalik tavanla kaplı sokaklarda gözden yitip gittiler.

Dipçe: Eleştiriye ihtiyacım var. Yorumlarını esirgemeyin lütfen arkadaşlar. Okuduğunuz için teşekkürler

Sayfa: [1]