Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Dende

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Sonsuz Açlık
« : 08 Ağustos 2016, 15:09:54 »
"Neden biz de diğer aileler gibi et tüketemiyoruz?"
Bu sorunun yaklaşık yirmi iki yıldır bu fakir ailenin bireyi olan genç kız tarafından soruluyor olması şaşırtıcıydı. Neden et yiyemediklerini hatta karınlarını doğru düzgün doyuramadıklarını, neden böyle dökük bir evde kaldıklarını ve neden yeni kıyafetlere sahip olamadıklarını belki de en iyi o biliyordu çünkü. Ailecek tarım ile uğraşıyorlardı. Küçük bir köyün hemen yakınlarında onlara dedelerinden kalmış ve her geçen gün bir harabeye dönüşen kulübede kalıyorlardı. Büyük sayılabilecek bir de bahçeleri vardı. Topraklar ekip biçmek için aşırı verimli olmasa da yine de yüzleri güldürüyordu. Gel gör ki; fiyatların diğer vilayetlerden daha aşağıda olması, alınan vergilerin adil olmaması, yoldan geçen askerlerin kafalarına göre erzak alıp üç kuruş para bırakmaması bu aileyi otuz yıldır "fakir" sıfatından kurtaramamıştı.



O sırada tabaklara lahana çorbası doldurmakta olan kır saçlı annesi homurdandı. Son zamanlarda tek evlatları olan Tania'nın iyice asileştiğini gözlemliyordu. Büyüdükçe bu sefil yaşamdan kaçma eğilimleri daha da artıyordu sanki. Oysa kendisi, şu sıralar hasta yatağında -muhtemelen hiç kalkamayacak- yatmakta olan babası ile evlendiğinde durumları çok daha kötüydü. Yine de ses etmemiş, güzel günlerin ileride olduğuna inanmıştı hep. Uzattığı tahta kasenin içine eski bir kaşık iliştirerek kızına uzattı. "Bunu babana götür." Tania hiç ses çıkarmadan kendinden istenileni yaptı. Öksürdükçe ciğerlerinin kaburgalarına vurduğunu düşünen biçare adam, pencereden dışarıyı seyrediyordu. "Kış çetin geçecek." dedi genç kıza. Tania ona pek de umursamadığını gösteren bir yüz ifadesi ile karşılık verip hızla küçük odayı terk etti. Onun çıkışı ile komodinin üzerinden odaya ürkek ışıklar saçmakta olan gaz lambası tamamıyla söndü. Adam sesini çıkarmaya cesaret edemedi.



Üzerine ince bir hırka geçirdikten sonra hızla evden fırladı. Kapı eşiğini sıçrayarak geçti fakat açlıktan dönmekte olan başı dengesinin iyice bozulmasına neden oldu. Soğuk taş basamağa birkaç saniye de olsa oturması gerekti. Bu aptallığına ve açlığına sayıp söverek karanlık ormana doğru yürümeye başladı. Son zamanlarda -özellikle geç saatlerde- ormana gezmeye gidiyordu. Belki şansı yaver gider de bir vahşi hayvan onu öldürür, sefil hayatına son verirdi. Ölse, ailesi üzülmez, aksine üzerlerinden bir yük kalktığını düşünürdü. Belki de ona öyle geliyordu. Büyük bir nankörlük yapıp yapmadığını ölçebilecek kadar vicdana sahip değildi.



Aştığı patikadan sonra etrafı sık ağaçlar ile çevrili minik bir göletin yanına vardı. Etrafı iyice kolaçan etti. Zararsız birkaç böcek ve göletteki balık haricinde hiçbir şey yoktu. Ciğerlerine alabildiğince hava doldurdu. "LANET OLSUN, BU HAYATTAN BIKTIM, SIKILDIM! SÜREKLİ AÇ GEZMEKTEN, BOZUK ŞEYLER TÜKETMEKTEN, TOKLUK KAVRAMINI BİR KEZ DENEYİMLEYEMEMEKTEN BIKTIM, USANDIM ARTIK!" diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Bu sessiz ormanda kuş sesleri ve pek çok kıpırdanma duyulmaya başlanmıştı. Korku ifadesi yüzünün her bir noktasına yayılıyordu. Yaptığından pişman olmuştu. Az sonra öleceğinden emindi artık. Son hızla geldiği yoldan geriye doğru koşmaya başladı. Kafası ile sürekli arkayı gözlüyor, gafil avlanmak istemiyordu. Kısa süre sonra sert kabuklu bir kestane ağacına çarptı. Sadece "Başım..." diyebildi. Hemen ardından gözleri karardı ve bayıldı. Ormanın vahşi sesleri, kesilmişti.



Uyandığında hâlâ geceydi. Gözlerini ovuşturdu ve doğruldu. Az önce bağırıp çağırdığı göletin yanındaydı yine. Şaşkınlığını gizleyemedi. Göletteki balık da kaybolmuştu. Sanki ona baktığını anlayan su birikintisi aniden siyah renge büründü. Kesik kesik çığlık sesleri çalındı kulağına. Sanki bir hayvan can çekişiyordu. Kafasını hızla sağa sola çevirdi. Eğer bir şeyler oluyorsa bu yakınlarda olmuyordu diye düşündü. Rahatlayacaktı ki, garip bir ses ile irkildi. Kara göletin içerisinden hafif kıkırtılar duyuruluyordu. Tania yaklaştı, kulağını uzattı. Kıkırtılar daha derinden gelmeye başlamıştı. Onu içine çekebileceği gerçeğini göz ardı ediyordu. Büyü gibi olağanüstü şeylere inanmıyordu, korkmuyordu. Ne zaman konusu açılsa bunların kulaktan dolma saçma sapan şeyler olduğunu söyleyip geçiyordu. Şimdi bu kıkırdamaların yanına bir takım cızırtılar eklenmişti. Tania merağına karşı koyamıyor, gittikçe daha da yaklaşıyordu bu katran göletine. "Yaklaş, çocuğum." dedi yansımasını güçlükle görebildiği bu iğrenç birikintiden bir ses. Genç kız attığı tiz çığlık ile geriye doğru sıçradı. Sırtını arkasındaki ağaca yaslayıp dizlerini iyice kendine çekti. Ellerini sadece gözlerini açıkta bırakacak şekilde yüzüne kapadı. Korkudan titriyor, garip iniltiler çıkarıyordu. Bunun bir ayı tarafından parçalanmaktan çok daha korku verici olduğunu düşündü. Göletin içinde ne olduğunu kestiremiyordu. Dahası, artık büyüye inanıyordu. Ömrünün son anlarında bunun bir anlamı yoktu belki de. O ses yine duyuluyordu. Bu sefer çok daha ciddi ve emir havasındaydı. "Yaklaş, çocuğum." Tania dehşeti iliklerinde hissettiğinden olsa gerek, kesik kesik çığlıklar atıyordu. Giderek koyulmuş olan katranımsı sıvı fokurdamaya başladı. İçinden gri renkte bir toz bulutu saldı. Tania başına gelecek kötü şeylerin farkına vardı. Kaçmalıydı. Ancak korkudan bacakları kitlenmişti. Değil koşmak, ayağa dahi kalkamıyordu. Bir yandan dizlerine yumruk indirip lanet okuyor, diğer yandan da yavaş yavaş ona doğru gelmekte olan toz bulutunu izliyordu. Bir ara gözlerini sıkıca kapattı. "Yok ol, şeytan!" dedi kendi kendine. Korkutucu hırıltıların kesildiğini fark edince korka korka da olsa gözlerini aralamaya başladı. Gitmişti. Büyülü toz bulutu kaybolmuştu. Etrafa bakındı ancak hiçbir iz bulamadı. Gölet de kendi rengine dönmüştü. Tam rahatlayacaktı ki tekrar bir ürperti hissetti. "Aç mısın, çocuğum?" Sesleri olabilecek en yakın yerden, kafasının içinden duyan kız, acı ve çaresizlik dolu bir çığlık attı. Kafayı sıyırdığını düşünüyordu. "Karnını doyur, çocuğum." Bu seferki ürkütücü gelmemişti. Belki de o alışıyordu. "Kalk, çocuğum." Ona söylenileni yaptı ve hemen ayağa dikildi. Şaşkınlığı çok hızlı biçimde kalkışından kaynaklanıyordu. Kemikleri normal bir insanınkinden daha güçsüzdü. Eğilip kalkmak konusunda pek iyi olduğu söylenemezdi. Kafatasının derinlerinden duymakta olduğu ses ona koşmasını söylüyordu şimdi de. Nereye doğru koşması gerektiğini bilmiyordu ama içgüdülerini takip edip evine doğru yöneldi.


Orman boyunca hayatında hiç koşmadığı kadar hızlı koştu ve birkaç dakika içinde evinin hafifçe tüten bacası görüş alanına girdi. Bahçedeki kırık taş yolda henüz iki adım atmıştı ki arkasından biri seslendi. "Tania, bu saatte nerden geliyosun böyle?" Bu gıcık ses tonunun sahibini kafasını çevirmeden tespit etmişti. Ahmak bir köylü olan Jenkins'ti bu. Üzerinden hiç çıkarmadığı solmuş bir maviye bürünmüş çiftçi tulumu, ayağına iki numara büyük eski ve çamurla kaplı çizmeleri, kırık ön dişleri ve çalı süpürgesini andıran kül sarısı saçları ile "ahmak" sıfatını layığıyla taşıyordu. Genç kızdan bir süre cevap alamayınca kızmaya başlayan köylü tekrar sordu "Sana diyom, nereden bööle gecenin bi vakti?" Tania tam ona küfür saydıracaktı ki midesinin düğümlendiğini hissetti. Sanki açlıktan kendi kendini yiyordu. İki büklüm kalıp acı çığlıkları attı. "Ye, çocuğum." dedi kafasındaki efendisi. Kızın gözleri bir anda kırmızıya döndü ve etrafına ışık saçtı. Diğer emirleri yerine getirmişti ancak bu sefer yapamıyordu. "Ye" de ne demek oluyordu. Bu çirkin herifi yemesini mi istiyordu bu ses? Tekrar "Ye, çocuğum." dedi büyülü varlık. Sesi kafatasının içerisinde yankı yapmış, kızın tam anlamıyla hedefe kitlenmesini sağlamıştı. Ağzından az miktarda köpük salak Tania bir anda iradesini kaybetti. Kendini Jenkins'in üzerine aç bir kurt gibi sıçrarken buldu. Nasıl oluyorsa içinden geri çekilmek gelmiyordu. Çıkık köpek dişlerini adamın elmacık kemiğine sertçe geçirdi ve derin bir yara açtı. Suratından kanlar aktığını çabucak kavrayan ahmak adam tepinmeye ve tiz çığlıklar atmaya başladı. Güçsüz kolları suratını yavaş yavaş parçalamakta ve bundan büyük bir haz duymakta olan genç kızı durdurmaya yetmiyordu maalesef. Kendini kaybedecek gibi olduğu anda kızın açlığını dindirmenin verdiği hazzı yaşayan yüzünün paramparça olmuş suratından çekildiğini hissetti. Kurtulduğunu düşündü. Yanıldı. Şeytani bir kahkaha basan Tania, dişlerini bu sefer adamın şah damarına kesti. "Yaşam sıvısının en baştan çıkarıcı şekilde aktığı yerdir burası, çocuğum." diye rehberlik etti ona içindeki ses. Adam çoktan can vermiş, eblek gözleri ardına dek açılmış biçimde sonsuzluğa uzanmıştı. Büyük iştahla adamın vücudundaki kanın çoğunu emdi. Bağırsaklarını da nazikçe midesine indirdikten sonra ayağa kalktı. Her yeri kan içindeydi. Yüzündeki gülümseme kan donduran cinsteydi. "Ben" dedi tanıdık ses "Yamyamlık Tanrısı Xeheon. Seni şampiyonum ilan ediyorum. Artık sonsuza dek bitmek bilmeyecek bir açlığa ve susuzluğa sahipsin. Aklını ve yeteneklerini kullanırsan, ölümsüzlüğünü ilan edebilirsin. Gafil avlayıp sindirdiğin her canlı, gücüne güç katacaktır. En güçlü kurbanlarını benim adıma katlet. Tanrını onurlandır ve sadakatini göster." Kız bu duydukları üzerine deliye döndü. Derhal yiyecek bir av bulmalıydı. Kafasını korkutucu hızda sağa sola çevirerek etrafını taradı. Zifiri karanlıkta bu izbe kulübenin yakınlarda hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Son bir kez "Koş" dedi tanrısı. Evine doğru koşmaya başladı. Küçük bir kız çocuğu gibi neşeli, bir o kadar da cani kahkahalar ile evine daldı.

Kırk beş dakika sonra tüm duvarları kan ve organ parçaları ile kaplı evden dışarıya adım attı. Gözleri adeta bir alev gibi etrafa ışık saçıyordu. Bakışları bir sonraki durağının bol nüfuslu köy olduğunu gösteriyordu. Açlığını dindirmeliydi.

Dindirecekti.

2
Düşler Limanı / Hapis
« : 03 Ağustos 2016, 16:01:52 »
Bir çocuk.

Doğuyor, büyümeye başlıyor. Henüz ufak yaşta onu çevreleyen kuralları, aşamadığı engelleri fark ediyor. İstediği şeyler yapılmıyor, alınmıyor. Ama o yanlış bir şey yapmıyor ki. Diğerleri gibi olsun istiyor. Olamıyor.

Farkına varıyor küçük bey. Kaçmanın imkansız olduğu bir hapiste sanki. Öyle de.

"Evet." diyor, "hapisteyim."

"Ama kaçabilir miyim?" sorusunu soruyor minik bünyesine.

"Hayır, zaten kaçıp ne yapacağım? Çocukluğumu yaşamalıyım. Derdim, tasam, sıkıntım yok ki. Hem bunlar büyüklere özel. Ben daha küçüğüm."

Öyle mi küçük bey?

Değil, küçük bey.

Başına gelmeyeceğini düşündüğü sorunlar ile bir bir karşılaşıyor. Minik yaşta üzülüyor. Bunalıyor. Kimseye söylemiyor.

"Kaçamam ki. Elimden gelen bir şey yok."

Boyun eğiyor küçük bey.

Yapabileceğinin en iyisi de bu.

Yıllar geçiyor. O küçük bey artık bir genç adam olmuş. Fakat aynı hapiste volta atıyor.

"Kaçarsam yanlış olur, yapamam."

Küçükken ona doğru gelenler artık yanlış gibi. Çıkıntılık yapmak hoş olmayacak diye geçiriyor
içinden.

Yoksa korkuyor mu?

Neyden korkuyor?


Söyle, neyden korkuyorsun genç adam?

"Ailem..."

Ailen? Sana gösterdikleri sevgi ve desteği kaybetmekten mi korkuyorsun?

"Evet."

Başka?

"Arkadaşlarım..."

Arkadaşların seni seçimlerine göre mi yargılıyor? Her insan kendince özeldir, bu yanlış!

"Öyleler ama..."

Söyle genç adam, dahası var mı?

"Var..."

"O."

Sevdiğin hanımefendi mi?

"Evet..." diyor içini çekerek.

Ne yani, onu da mı kaybedersin?

"Evet, buna şüphem yok."

Seni kendin gibi sevecek birileri yok mu? Düşündüklerine, görüşlerine, farklılıklarına aldırış etmeden?

"Vardır elbet... Vardır da, ben bilmiyorum sanırım. Hem ben, etrafımdakileri kaybetmek istemiyorum, değişmemeliyim."

Yanlış düşünüyorsun genç adam... Düşün.


Düşünüyor.


Düşünüyor...


Daha fazla düşünüyor.

Ve bir karar alıyor genç adam. İyi yapıyor. Yıllar boyu etrafına örülmüş bu duvarı, minik minik kırmaya başlıyor.

Yeter diyor.

Çok bile durdum.

Bu süreçte insanları umursamamaya başlıyor. Kendi doğrularını takip ediyor. Çekingenliğinden kurtuluyor. Bambaşka biri haline geliyor. Küçük bey, boyun eğmiyor artık.

Ufaktan kırmaya başladığı bu kabuğu bir gün tek hamle ile darmaduman edeceğine inancı tam.

Hadi genç adam, tam zamanı.

3
Kurgu İskelesi / Son Panda
« : 11 Temmuz 2016, 21:49:56 »
Bundan yaklaşık üç yıl önce, liseye başladığım dönemlerde böyle amatör bir öykü yazmışım. Aslında bir seri olmasını planlıyordum ama niye bırakmışım hiç hatırlamıyorum. Bu yazıdan sonra fazla deneme yapmadım fakat içime daha fazlasını yazmak isteği doğdu. Hiçbir zaman eleştiriye kapalı bir insan olmadım, sizlerden ne kadar kötü olursa olsun tüm eleştirileri almaya geldim. Okur ve değerlendirirseniz çok minnettar olurum.

Druid Ormanı, sıcak bir yaz günü.

Ha, ailesi için birkaç parça et ve yabanmersini toplamış evine dönmekteydi. Ağaç dallarında zıplarken babasının yemek için ateşi yakıp yakmadığını düşündü. Babası ateşi yakmak için onu beklerdi, ya bu sefer beklememişseydi? Kafasını sallayıp bu kötü düşüncelerden uzaklaştı. Yedi kişilik bir aile için küçük sayılabilecek bir mağarada yaşamaktaydılar. Anne babasına ek olarak, büyükanne ve büyükbabaları da onlarla kalıyordu. Geceleri sığamadıkları için Ha, her zaman ağaç tepesinde uyurdu. Bu durumdan oldukça memnundu.

Yaklaşmıştı. Bunu yüzüne yayılan gülümsemeden ve mırıldanmaya başladığı ezgiden anlayabiliyordunuz. Bir anda o gülümseme yerini ciddi bir ifadeye bıraktı. Sağ elini, az önce kıstığı gözlerinin hemen üstüne koydu. Bir terslik vardı. Mağaradan siyah bir sis yayılıyordu. Anlam veremedi. Kulaklarını dikti ve içeriden gelen iniltileri işitti. Dört ayak üzerine geçip son hızda mağaraya koştu. Gördükleri karşısında aklını yitirecek gibi oldu. Sendeledi ve yere oturdu. Tüm ailesi, boğazınlarından hançerlenip duvara mıhlanmıştı. Telaşla kalktı, ümitsiz biçimde hepsinin nabızlarını kontrol etti. Sonuç yoktu. Gözyaşları içinde yere yığıldı. Kalbinin sıkıştığını hissetti, gözleri ağır ağır kapandı.


"Ha, uyan!" dedi tanıdık bir ses, pandayı hafifçe sarsarak.

"Lütfen, Ha. Ne olursun uyan." diye yakardı aynı ses.
Bunun bir faydası olmadığını anlayınca ellerini pandanın göğsünde birleştirdi. Gökyüzünden aşağıya inen ışık hüzmesi, Ha'nın bedeninde bir şok etkisi yarattı. Önce titredi, daha sonra tiz bir çığlık ile açtı gözlerini. Üç gün önce gördüğü o dehşetten bu yana hiçbir şey değişmemişti o boncuk gözlerde.

Boğazını temizlese de pek fayda etmedi. Oldukça boğuk bir şekilde,
"Gittiler Urmir, onları öldürdüler! Nasıl yaparlar? Kim bunlar? Söyle!"

Etrafı kolaçan eden uzun saçlı druid, "Siyah Yemin" dedi. Gözlerinde boyun eğmişlik vardı.
 
"Kim bunlar? Benim biricik ailemden ne istediler? Amaçları ne?" gibi sorularla karşısındaki daha da yıktı Ha.

"Kendi zevkleri için kafalarına eseni yapan bir çeşit lonca." açıklamasının hemen ardından lafa girdi Ha.

"Lonca mı? Bunlar bir lonca olamaz. Loncalar imparatorlukların iyilikleri için çalışır. Masumları katleden biri, lonca üyesi olamaz. Anladın mı beni?" diye isyan etti panda.

"Ha, sakin ol. Toparlan. Artık hayatta kalan son pandasın sen."
Son cümleden sonra gelen hiçbir şeyi duymamıştı. Kulakları sanki işlevini yitirmişti.

"Hayatta kalan son pandasın."
"Hayatta kalan."
"Son."
"Son panda."

Henüz yetişkinliğe ermemiş bir dişi panda için ne ağır bir yüktü bu. Kalbi tekrar sıkışır gibi oldu, fenalaşacağını düşündü. Yüzü ekşidi, elini göğsüne götürdü.

Babacan bir ifade takınan Urmir,
"Emin ol bana, başarabilirsin."

Ümit ve kafa karışıklığını aynı anda yansıtan gözler ile baktı dostuna panda. Boğazı düğümlenmişti. Minik gözleri tekrar yaşlandı. Ağlamasını istemeyen Urmir, onu bağrına bastı. Faydası yoktu. İki dost saatlerce ağladılar. Hava çoktan kararmıştı.

"Dinle. Sen güçlü ve zeki bir pandasın. Zor olduğunu biliyorum ama kesinnikle üstesinden gelebilirsin."
Druid elini cebine attı ve som altından yapılma bir totemi pandanın avuçlarına bıraktı.

"Yola çık, güneye doğru, hiç sapmadan ilerle. Yaklaşık iki gün kadar yürümen gerekebilir. Gördüğün ilk hana gireceksin ve sahibine bu totemi verip, seni Urmir'in yolladığını söyleyeceksin. Orada istediğin kadar kalmana izin verecektir. Sana edebileceğim en büyük yardım budur."

"Teşekkürler... Gerçekten çok teşekkürler Urmir... Senin gibi bir dostum olduğu için çok şanslıyım."
Ha, dostunu geçirdi. Uyuyamayacağını bildiği halde son bir kez başını yatağa koydu o evde. Küçükken hiç ayrılmadığı yere, annesinin yatağına.

Sabahın ilk ışıkları ile yatağından fırladı, zaten hiç uyuyamamıştı. Babasına ait geniş sırt çantasını aldı ve içine yiyecek, çelikten bir hançer, harita ve bazı aile yadigarlarını koydu. Hazırdı. Mağarasından çıktı ve alçak taş girişe bir öpücük bıraktı. Bir daha dönüp arkasına bakmayacağına kendine söz verdi ve batıya doğru yola çıktı. Evet, batıya.


--------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ertesi günü neredeyse sadece yürüyerek geçirdi. Hava karardığında yorulduğuna, uyuması gerektiğine karar verdi. Gözüne kestirdiği ilk ağaca tırmanmaya başladı. Cesareti yerinde olsa da ailesini kaybetmenin verdiği hüzün ve onu bekleyen dertler aklını sürekli meşgul ediyordu. Bindiği ağacın sağlam olup olmadığını bile kontrol etmedi. Başını kuru gövdeye yaslar yaslamaz uykuya daldı. Artık her bir karesi ayrı ıstıraba dönüşmüş geçmişinden bir kesit gördü rüyasında. Tüyleri diken diken oldu, titremeye başladı. Gözlerini daha da sıktı, açmamaya yemin etmiş gibiydi. Berbat bir gece geçireceği her halinden belliydi...

Sıcaklık, ortalama bir yaz gününün neredeyse iki katı seviyesindeydi. Güneş tepe noktasına ulaşmış, yeryüzünü adeta kavurmaktaydı. Uyurken minik horultular çıkaran Ha, sıçrayarak uyandı. Ağaçtan aşağı doğru düşmek üzereyken geceyi geçirdiği ince dala tek eliyle tutundu ve kendini yukarı çekti. Normalde heyecandan kalbinin durmasına sebep olacak bu olay karşısında yüzündeki tek bir kas bile oynamamıştı. Bezmiş ve halsiz duruyordu. Ayılabilmek için birkaç dakika uzakları seyretti. Kendini hazır hissettiğinde yavaşça ağaçtan indi ve az ilerideki su birikintisine yaklaştı. Bu darmadağın halini suda görünce derin bir iç çekti. Avuçlarına aldığı az miktarda suyu yüzüne hızla çarptı. Kafasını gökyüzüne kaldırdı. Tekrar iç çekti ve yola koyuldu.

Birkaç saat kadar yürüdü. Ancak daha fazla devam edemeyecekti. Çok acıkmıştı. Muhabbet etmek dışında karşı koyamadığı tek şey açlıktı. Dev bir sekoyanın gövdesine yaslandı. Deri çantadan çıkarttığı bir parça ekmeği ve bambu suyunu hızlıca bitirdi. Yetmemişti. Fakat yolculuğa devam etmeliydi. Fazla vakit kaybedemezdi. Yine eski zamanlar geldi aklına. Ailesi ile antika ancak oldukça kullanışlı ve geniş bir masada yedikleri akşam yemeklerini anımsadı. Bu yemeklerin asıl güzel yanı sonrasında edilen muhabbetlerdi. Dedesinin anılarını ve anlattığı masalları dinlemek onu mest ederdi. Ama bunların arasında en çok sevdiği, -ve ailesinden gizli dinlediği- ikinci çağ sonunda Elflerin anavatanlarını Kızıl Cübbeler denilen antik öğreti ve yaratıklara hükmetmiş topluluktan geri alma destanıydı. Wyvernlar onu hep etkilemişti, hep bir tanesini görmek istemişti. Bu anılar ona belki de günler sonra ilk defa bir gülümseme verdi. Pek uzun sürmedi.

Güneş batmak için harekete geçmişti. Panda hâlâ yorulmamış ve yılmamıştı, yürümeye devam ediyordu. Sabahtan beri elinde sallayıp durduğu hançerin ucunda kan izleri vardı. Son zamanlarda ormandaki vebalı hayvan sayısı artmıştı. Tek bir ısırıkları bile ölümcül olduğu için, Ha onlara acımıyordu. Çantasındaki haritaya tekrar baktı. Yürüdüğü süreyi hesapladı. Varmasına yaklaşık beş altı saat kalmıştı. Kısa bir uyku çekmeye karar verdi. Yoluna gecenin zifiri karanlığında devam edip, gündüzün ilk ışıkları ile şehre kavuşmayı umuyordu.

Burnuna gelen yanık kokuları ile uyandı. Tepesinde uyuduğu aç, kökten tutuşmaya başlamıştı. Panikledi. Ne yapacağını şaşırmış bir şekilde etrafa hızla bakındı. Karşısındaki ağaca atlamak tek çözüm gibi duruyordu. Duman görüşünü ve nefesini tıkıyordu. Gerildi ve ileri doğru var gücüyle atıldı. Vücuduyla ağaca sertçe çarptı, ardından tutundu. Sürüne sürüne yere indi. Yangının körüklenmesi için rüzgar gerekliydi ancak hava o gece çok sakindi, yaprak dahi kıpırdamıyordu. Gel gelelim, alevler bitki örtüsünün çok sık olduğu bu ormanda kolayca sıçrayıp her yeri kül edebilirdi. Yangın git gide büyüyordu. Ha, sanki zihnini kontrol etme yetisini kaybetmişti. Panikten hareket edemiyor, ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu. Isı ve dumanlar nefes almasına engel oluyordu. Anlık bir içgüdü ile eliyle ağzını kapadı ve var gücüyle koşmaya başladı. Az bir mesafe kat ettikten sonra dört ayak üstüne geçti, daha da hızlandı. O ilerlerken ormanın koruyucuları olan druidler yangının kaynağına doğru hareket ediyorlardı. Hepsinin yanında veya altında birer hayvan vardı. Yangını kısa sürede kontrol altına alacaklarını düşününce bir miktar rahatladı dişi panda.


Fazla yüksek olmayan bir şelaleye varınca durdu, soluklandı. Su ihtiyacını giderirken, hızlıca duş almanın hiç fena olmayacağını düşündü. Akıntının altına girdi. Su, bunatıcı havaya rağmen buz gibiydi. Aklındakilerden bir süreliğine uzaklaşmış, zihnini boşaltmıştı. Az daha, arkasından ona yaklaşan gölgeyi fark edemeyecekti. Tehlikeli bir gölgeye benziyordu.

Kan akacaktı.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------

Acemi bir suikastçiydi. Siyah Yemin'e iki ay kadar önce katılmıştı. Antrenmanlarını ve derslerini aksatmayı hiç sevmezdi. Her günü başarısızlık, acı ve gurur kırıcı sözler işitmek ile geçiyordu. Fakat o yılmıyordu, daha iyisi için çabalıyordu. Yine de bu yaptıkları, ruhsuz eğitmenlerini etkilemeye yetmiyordu. Artık ondan kurtulmak istiyorlardı. "Bu kadın asla bir suikastçi olamaz" kanısına varmışlardı. Druid ormanına yanında ondan daha rütbeli olan üç suikastçi ile birlikte gelmişti. Ailede hâlâ sağ olan bir panda daha olduğunu biliyorlardı. Onu izleyip öldürmesi için kendisini burada bırakmışlardı. Avlayacağı pandanın onu fark edip pençeleri ile gebertmesi için tanrılara dua etmişlerdi.

Kara çelikten dövülmüş kısa hançeri şelalenin arasından salladı ve elbette ıskaladı. Ha, aşırı bir tepki ile sola doğru var gücüyle fırladı ve yuvarlandı. Ayağa kalkıp dövüş pozisyonu aldı. Çantası ve dedesinin dövdüğü çelik hançeri yakınlarındaydı. Ama önce rakibi görmeliydi. Zira bir sonraki hamlesini ona göre planlayacaktı. Şelalenin altından ellerini yana açmış, avuçları ileri bakar şekilde, yüzünde sinsi bir gülümseme ile ona doğru yürüyen drow nihayet ortaya çıktı. Cılızdı. Ha'nın gözleri daha önce hiç bu kadar açık ve parlak bir sarı görmemişti. Kapüşonunun ucundan sarkan bir parça saçı bile insanın aklını başından almaya yetecek güzellikteydi.

"Ailemi öldürenlerden birisin değil mi?" sorusunu ondan beklenenin aksine sakince yöneltmişti panda. Geri dönüş olarak minik bir göz kırpma ve kıkırdama alması öfkesinin artmasına neden oldu. Vakit kaybetmeden deri çantasını bıraktığı çiçek yığınının arasına doğru koştu. Her şey yerindeydi fakat hançerini bulamıyordu. Farkına vardı ve kafasını yavaşça çevirdi. Drow, çelik hançeri pandaya doğru sallayıp, "Bir şey mi kaybettiniz küçük hanım?" dedi. Ha, yükselen sinir ve nefreti damarlarında hissetmeye başlıyordu. "Bak panda, aptal değilim. Direnmeye falan da kalkma, uslu uslu bana gel. Söz, ölümün acısız olacak." Bu kibirli cümlelerden etkilenmeyen Ha, rakibine doğru koşmaya başladı. Mesafeyi kapamışken sağ yumruğunu drowun suratını parçalamak için hazırladı. Drow, kara hançerini saldırıyı engellemek için yüz hizasına kadar kaldırdı. Evet, yüzünü kurtarmıştı ama yumruğun sertliği muazzamdı. Kolundaki bazı kemiklerin çatırdadığını hissedince yüzüne korku dolu bir ifade oturdu. Ha, dişlerini ortaya çıkarıp rakibine hırladı. Resmen bir yumruk yağmuru başlatmıştı. Acemi suikastçi her yumrukla daha fazla uyum sağlıyor, hamlelerden kaçmak git gide çocuk oyuncağı haline geliyordu. Risk alıp bir karşı saldırı denedi ve başarılı oldu. Pandanın sol koluna uzunca bir çizik bıraktı. Ancak Ha'nın buna aldırış etmeyeceğini hesaba katmamıştı. Midesine yediği yumruk ile geriye fırladı. Birkaç saniye nefes almak için çırpındıktan sonra yüzünü yere gömdü. Yerin titremesinden rakibinin ona yaklaştığını anladı ve ona öğretilen temel sis büyüsünü kullandı. Şelalenin çevresi adeta siyaha bürünmüştü. Ha, soğukluğunu hissettiği hançerin etkisiyle işinin bittiğini düşündü. "Buna ne dersiniz küçük hanım? Sence de boşuna çabalamadın mı? Eh, karşında bir Siyah Yemin suikastçisi duruyor. Çok doğal." konuşmasını bitiren drow tiz sesiyle bir kahkaha patlattı. O esnada panda kendine gelmiş, harekete geçmişti bile. Arkasına rastgele salladığı dirsek sisin içinde neredeyse gözükmeyen kadının göğüs kafesine denk geldi. Kaburgalarının çatladığı anlayan suikastçinin gözleri karardı. Fakat tekrar yere düşerse işinin biteceğini biliyordu. İki büklüm iken son bir hamle ile bileğinden çıkardığı minik fakat keskin iğneyi arkasına dönmekte olan pandanın sırtına sapladı. Ha, acı ile inledi. İğnenin battığı yer alev gibi yanmıştı. Çığlığı bu sık bitki örtüsüne sahip ormanda yayılıp, diğer sakinlerin kulaklarına kadar gitti. Drowun suratına defalarca vurduğu dizi kanlar içindeydi. Suikastçinin yüzünde kırılmadık kemik bırakmamıştı. Düşmanını usulca yere koydu. Yüzüne baktı. Artık hiçbir şeye benzemiyordu. Gözlerini yavaşça kapatıp sertçe açtı. Pençeleri adeta parıldırıyordu. Yerde yatan yarı baygın drowa var gücüyle girişti. Kadın paramparça olmuştu, adeta bir vahşete imza atmıştı panda. Her yerini kana buladıktan sonra başını gökyüzüne dikip uludu. Tekrar duş alması gerecekti.

Birkaç tepeyi daha aştıktan sonra başkent şehri görüş alanına girmişti. Yüzüne yansıyamayan mutluluğu, içine dağıldı. İlk işi bir hekim görmek olacaktı. Dakikalar sonrasında çizilmiş koluna pansuman, incinen dizine de sargılarını yaptırmış şekilde Kalkan Loncasının yolunu tuttu. Şehirde kimse onu yadırgamamıştı. Buna rağmen oldukça çekingen bir tavır sergiliyordu. Sanki az önce bir drowu kendi elleriyle paramparça etmiş olan panda o değildi. Bunların bir önemi yoktu, zira hedefine ulaşmıştı. Kalkan Loncası ana binasının beş yüz yıldır ayakta olan taş girişinin önüne geldi. "Artık hiçbir şey beni engelleyemez." dedi kendi kendine.

------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kalp atışları inanılmaz seviyeye yükselmişti. Şu sefil hayatındaki tek hedefini gerçekleştirmek üzereydi. Heyecan ve sevinç doruktaydı. Bu yüzden omzuna dokunan soğuk eli bir süreliğine hissetmemişti. Kafasını çevirdiğinde karşısında izbandut gibi bir adam gördü. Saçsız başına rağmen oldukça gür bir sakalı vardı. Henüz parlatılmış boyalı çelik zırhı güneşi tıpkı bir ayna gibi yansıtıyordu. Yüzünde ise keskin bir ifade vardı. "Nereye böyle?" Sesi dış görünüşünü tamamlar biçimde kalın ve baritondu. "E-efendim, loncaya katılmak için geldim. Adım Ha."
"Ya, demek öyle! Son baktığımda bu kapıdan içeriye sadece insanları alıyorduk. Seni buraya kabul edileceğine inandıran şey nedir?" Ha, tüm yol boyunca -eğer ulaşırsa- artık her şeyi göze alacağını, gerekirse hüngür hüngür ağlayıp bacaklarına kapanacağını, milyon kere ısrar edeceğini söylemişti kendine. Ancak adamın kendinden emin görünüşü ve tavırları bunu yapmaya izin vermiyordu. Çaresizliği ve hayal kırıklığını bir arada yaşıyordu. "B-B-Bilmiyorum... Mutlaka bir yolu vardır ama değil mi? Annem hep öyle söylerdi."
"Annenin ne söylediği ya da ne bildiği umrumda değil genç bayan. Seni bu loncaya alamayız, ne olursa olsun. Şimdi buradan uzaklaşmanı isteyeceğim." Bu olamazdı, olmamalıydı. Hayata tutunma amacı buydu, onu bundan koparamazlardı.
Urmir'in karşısında aldığı o kararlı tavırı tekrar takındı ve yığıldığı yerden ayağa fırladı. "Efendim, lütfen. Bakın bu benim için çok önemli, ne olurusunuz. Ailem birkaç gün önce suikaste kurban gitti. Soyumdan tek kalan olarak buralara kadar yalnız başıma yolculuk ettim. Kendimi koruyabilmek için güçlenmeliyim, anlamalısınız!" Şaşılır ki sesi titrememişti. Karşısındaki komutanı etkilediği bile söylenebilirdi. Birden gözüne babacan gözüken bu dev adam söze girdi,
"Bak yavrum. Bunların ne kadar zor olduğunu anlayabiliyorum. Anlayabiliyorum çünkü ben de ailemi genç yaşta kaybettim. Ve bana kucağını açan tek yer burası, Kalkan Loncası idi. İsterim ki üçüncü bölüğün komutanı olarak bizzat alıp yetiştireyim. Fakat çiğnenmesi söz konusu dahi olamayacak Kalkan Kurallarında dediği gibi, 'Loncaya 1B nin yarattığı ırklar harici bir canlı almak katiyen yasaktır.' Şimdi, beni ağlatmadan uzaklaş buradan. Yoksa kötü olur." Şansı tükenmişti. Son bir cümle için büzdüğü dudaklarını araladı. "Peki ya ne yapacağım?" Zırhtan gelen tıngırtı sesleri bir an kesildi, adam arkasına döndü. "Şatoya git ve durumu izah et. Sana onlar harici hiç kimse yardım etmez. Tanrılar yardımcın olsun."

... (Zaman geçiyor işte)

Esas son şansı buydu. Şatodakilerden, yöneticilerden yardım dilenecekti. Belki birileri onu gözetirdi. Taştan dahi olsa bir yatak vermeyi uygun görürlerdi belki. Fazla yemezdi, onlara yük olmazdı. Günlük işleri de yapardı. Her şeye hazırdı. Yeter ki ailesine mezar olmuş o mağaraya dönmesindi. Yüzüne vuran rüzgar şiddetiğini arttırdığı için garipsedi ve etrafına bakındı. Garipti. Köy meydanında yaprak dahi kıpırdamıyordu ama şiddetli bir esinti hissediyordu. Anlam veremedi, üzerine kafa yormadı. Nihayet hava kırmızı renginin en koyu tonlarında iken şato girişine varmıştı Ha. Muhafızların onu fark etmesini bekledi. Birkaç dakika sadece dikildi. "Hey, panda. Ne vardı?"
"Ben hayatta kalan son pandayım. Şatodakilerden bana yardım etmelerini istemeye gelmiştim."
"Boşuna gelmişsin öyleyse. Kimsenin seninle uğraşacağını sanmam." Pandanın tepesi atmıştı. Kraliyet ailesi zalim değildi, aksine yardımseverdi. En azından onların büyük bir hayranı olan ninesi öyle söylemişti. "Ne olursunuz, birileriyle konuşmama izin verin. Gidecek hiçbir yerim yok." Muhafızlar daha fazla dayanamadılar ve onu içeri aldılar. Şato büyücülerinden biri ile karşılaştı ve koşarak yanına gitti. Nefes nefese başına gelenleri anlatacaktı ki henüz ilk saniyelerden itibaren adamın yüz ifadesinden onu umursamadığını anladı ve susmak zorunda kaldı. Büyücü de söylenerek, hızlı adımlarla yoluna devam etti. Mavi ağırlıklı tonda döşenmiş göz alıcı giriş kısmındaki sessizliği yırtarcasına bir bağırma duyuldu. Bu tiz çığlığın ardından çıngırtı sesleri yankılandı. Kısa süre sonra da sayısız patlama oldu. Merağı iyice uyanan panda iniltileri de duyunca dört ayak üzerinde gürültünün kaynağına doğru koştu. Girdiği oda dumanlar içindeydi. Görmek çok zordu. Dumanı eliyle yelleye yelleye ilerlemeye başladı. Ayağı ile yumuşak bir şeye çarptı. İniltilere bakılırsa bu bir insandı. Yerde kanlar içinde yatan yaşlı ve cübbe giymiş bir adama vurmuştu. "Ah, özür dilerim! Efendim, yaralanmışsınız. Yardım çağıracağım." diyerek geldiği yoldan geri dönecekti ki yaşlı adamın şu cümlesi ile karar değiştirdi. "Dur, ben ve buradakiler için artık çok geç. Az önce buradan kırmızı cübbeli biri çıkmış olmalı, sen onun peşinde düş." Duyduklarının üzerine derhal harekete geçti. Daha dumandan kurtulamamıştı ki kapıdan çıkarken Elf çeliği olduğunu düşündüğü sert bir şeye kafasını çarptı. Çünkü Elfler tüm diyarların en sert ve dayanıklı çeliklerini üretirdi. Çarpmanın etkisiyle metrelerce geri sürüklendi, devrilmiş bir masanın ayağına çarparak durdu. Alnının ortasından oluk oluk kan akıyordu. "Yakalayın!" diye bir ses geldi az önce alnını yardığı yerden. Çelik şıngırtılarına karışık ayak sesleri ona doğru yaklaşıyordu. Durumun farkına varmıştı fakat canının acısı her şeyi unutturacak cinstendi. Kollarına yapıştılar ve hızla yerde sürüklediler. "Durun, ben bir şey yapmadım. Suçsuzum ben! Dursanıza be!" çığlıkları ile Araştırma Salonu'ndan karga tulumba çıkarıldı. Girişteki uzun merdivenlerden aşağıya imparator iniyordu. Adamcağız adımını son merdivenden aşağı atar atmaz Ha muhafızların elinde kurtuldu ve koşarak imparatorun ayaklarına kapandı, merhamet diledi. "Efendim, beni sadece siz anlayabilirsiniz. Bakın, ailem Siyah Yemin tarafından öldürüldü. Soyumdan sadece ben kaldım, ne olur yardım edin. Gidecek yerim yok. Kalkan Lon-" henüz lafını tamamlayamamıştı ki imparator ayağını ileri doğru ittirerek Ha'yı yuvarladı ve başından savdı. "Şunu alıp doyurun ve ormandaki eski mahzenin anahtarını verin." Yenilgiyi kabullenmiş bir suratla ayağa kalktı ve muhafızların rehberliği eşliğinde mutfağa yürüdü. Menüde tavşan çorbası, baykuş yahnisi ve dağ çileği vardı. İştahı olmasa da tıka basa doyana kadar yedi. Ona yapılanlardan sonra görgüsüzlük olmayacağını düşündüğü için koca bir somun ekmeği deri çantasına tıkıştırdı. Midesini bulandıran bu ihtişamlı yapıda daha fazla misafir kalamazdı. Gitmeden önce muhafız sığınağına uğrayıp eve nasıl ulaşabileceği konusunda bilgi alması tembih edilmişti. Ona denileni son defa yapıyordu zira o kulübeye gittikten sonra ölse de medeniyete dönmeyecekti. Kendine böyle söz veriyordu. Kapısını yarım yamalak tıklattığı bakımsız ve rutubet kokan yapıya girdi. İçeride sadece bir masa, dört sandalye ve kitaplık olmasına rağmen oldukça boğucu duruyordu. Nefes daraltıcı bir havası vardı. "E-hem şey, ben imparatorun verdiği eski mahzene gidiyorum. Rica etsem yolu tarif edebilir misiniz?" dedi ürkek bir sesle. "Şehir meydanına git, Gena'nın heykelinin sağ eliyle işaret ettiği bir tepe var, o tepeyi aşacaksın. Beyaz sekoya ağacını görene kadar durmadan yürü. Zaten ağacı bulursan mahzeni de bulursun, iyi şanslar" diyerek uğurladılar Ha'yı. Yolculuklara alışmıştı zaten. Varsın yürüsündü. Geçen şu bir haftada fiziksel ve zihinsel açıdan çöktüğü gözlemlenebiliyordu. Şehre sağ salim varabilmek haricinde hiçbir işi yolunda gitmiyor gibiydi. Pes etmemeliydi. Bahsettikleri heykelin önüne geldi. Yüzyıllarca yıl önce yaşamış Gena isimli yiğit savaşçının som altından yapılma heykeli sırıtıyor, sağ eli ile uzakları gösteriyordu. Diğer eli de kılıcının kabzasındaydı. Efsaneye göre bu genç, yanındaki yoldaşları ile Kamuchi adındaki inanılmaz tehlikeli, nereden geldiği bilinmez insanüstü bir varlığı yenmiş. Bunun için de 120 katlı bir kuleyi tırmanmış, çeşitli tehlikeler atlatmışlar. Ha, böyle hikayeleri pek seviyordu. Giderken Gena'nın heykeline tekrar baktı. Hafiften vuran gün ışıkları onu çok karizmatik gösteriyordu. Bu aydınlık, sol omzuna bir kuşun pislediğini de ortaya çıkarıyordu ayrıca. Panda yola koyuldu. O tuhaf esinti hâlâ devam etmekteydi. Sekoya ağacını bulması yaklaşık 5 saatini aldı. Buradan sonrası nasıl olsa kolay diyerek ağacın gövdesine yaslandı. Şatodan aldığı somun ekmeği çıkarıp yaklaşık dörtte birini yedi. Etrafta uçuşan kelebekleri ifadesiz bir suratla izledi. Toparlanıp kalktı. Kısa bir arayıştan sonra sarmaşıklarla kaplı bir yapıya denk geldi. Aradığı yerin burası olmaması için dua etti fakat tableadaki silinmiş "Mahzn" yazısını görünce suratı asıldı. Aniden bir gürültü bastırdı, rüzgar şiddetini arttırdı. Sanki toprağın arasından bir çeşit enerji sızıyordu. Ayaklarının altı titremeye başladı, korktu. Derken inanılmaz kuvvette bir rüzgar mahzenin dört bir yanından eserek yapıyı sarmaşıklardan arındırdı. Elleri ile kulaklarını kapattı, canı yanıyordu. Nihayet rüzgar durulmuştu, bir süre etrafını kolaçan eder etmez mahzenin hafif aralı kapısından içeri girdi. Gıcırdayan tahtalara aldırış etmeden ilerledi. Sağında kalan ilk odaya daldı. Burada garip bir şeylerin döndüğü kesindi. Çünkü bu küçük odada bir masa, masanın üzerinde henüz fırından yeni çıkmış bir tabak yemek, yanmakta olan mumlar ve bir şişe şarap duruyordu. Panda afalladı. Kafası, olup biteni düşünemeyecek kadar karışmıştı. Kendini sandalyeye attı. Canı yemek yemek istemiyordu bu nedenle daha önce hiç denemediği bir lezzet olan şarabı içmeye karar verdi. Tıpayı rahatlıkla açtı ve gözlerini sıkı sıkı kapatarak ağız dolusu şarabı mideye indirdi. Farklı hissediyordu. Demek şarap böyle bir şeydi. Midesinde çok derin kıpırtılar hissedince kusacağını düşündü. Sendeleyerek ayağa kalktı. Dışarı çıkma niyetindeydi, temiz hava onu açardı. Ana koridora çıkmış, kapıya yaklaşmıştı ki aniden yere yığıldı. Gerçeklik ya da rüya olarak adlandıramayacağı bir hissiyat içerisindeydi. Yaşıyordu, hareket ediyordu ve nefes alıyordu. Bunları hissedebilmesi gerçekti. Fakat karşısında gördüğü şey, gerçeklikten çok uzaktı. Dev, gri renkte, kıpkırmızı gözlere sahip bir surat birkaç metre ötesinde durmuş ona bakıyordu. Ayaklarının altına zemin yoktu, sadece karanlık vardı. Bu mekanın duvarları da yoktu, ufukta yukarılardan bir yerlerden akan lavları gördü. Bu iğrenç suratı aydınlatan bu sıcak lavlar onu çok huzursuz ediyordu. Bakmaya tahammül edemediği bu çirkin yaratık ona tatmadığı bir korkuyu tattırıyordu adeta.
"Aferin." dedi dev gri surat.
"Sen de kimsin" diyebildi panda. Ürktüğünü anlayan yaratık gülümsedi.
"Ben Eagis Nun. Binlerce yıldır bu şarap şişesine tıkılı kalmış bir tanrıyım. Henüz bu evren yokken yaratıldım, altı büyük tanrıya her şeyimi ortaya koyarak hizmet ettim. Fakat karşılığında ne aldım? Unutulmuş bir mahzenin en ulaşılamayacak köşesinde bir şarap şişesine tıkılmak! Son yüzyılda etrafa yayılan büyü gücünü emdim de o masaya kadar hareket edebildim. Tabii özgürlüğüme kavuşmam seksen yıldan fazlasını aldı."
Cesaretini toplayan Ha, "Peki bana ne yapacaksın? Bırak gideyim." dedi.
"Dur bakalım genç panda, bu kadar aceleci olma."
Yüzünde tiksinmiş bir ifade bulunan panda durmadı, "Suratına bakmak midemi bulandırıyor iğrenç yaratık. Ne olduğun umrumda değil. Bırak gideyim."
"Vay canına. Bu kokuşmuş dünyanın yaratıkları arasından böyle cesur bir yüreğin türeyebilmiş olması gerçekten şaşırtıcı. Bana ettiğin hakaretlerin karşılığını alacak olman ne üzücü." Lavdan duvarlar son sürat pandaya yaklaştı, nihayetinde onu kıstırdı ve canını yaktı. Her yer karardı. Sağır edecek gürültüde bir çınlama sesi işitti. Tüm karanlık, ışık tarafından yok ediliyordu. Bulutarın üstündeydi bu sefer. İçgüdülerinin ona ilahi olduğunu söyleyen bir ses ile irkildi.
"Ayağa kalk panda. Son umudum, ayağa kalk."
Hareket yoktu.
"Vakti geldi panda. Kalk."
Hareket yoktu.
"Hadi, kalk benim cesur pandam. Uyan, değerli varlığım."
Ha'nın gözleri şimşek hızında açıldı. Derhal ayağa dikildi. Sanki ne yapacağını biliyor ve ona göre hareket ediyormuşcasına pozisyon aldı. Kendine geldi.
"Neler oluyor?" diye sordu kafasını kaldırıp. Son zamanlarda daha önce duymadığı, görmediği o kadar çok şey yaşamıştı ki artık bunlar normal geliyordu. Özellikle de o çirkin gri surattan sonra.
"Tanrın Tzarhen seni seçti evladım. Kurtarıcım, şampiyonum, hizmetkarım, sadığım olacaksın. Bu konuda güvenebileceğim tek varlıksın."
Panda bu sefer korkmuştu işte. Tanrısı onunla konuşuyordu. Vaat ettikleri karşısında aklını yitirecek gibi oldu. Ona neden güvenmesi gerektiğini bile bilmiyordu. Tanrılarına layık mıydı. Derhal diz çöktü. "Efendim, emrinize amadeyim. Ne yapmamı istiyorsanız onu yapar, uğrunuzda seve seve canımı veririm." diyerek bağlılığını belirtmek istedi.
"Eagis Nun, üç yıldır pek çok canlıyı gafil avladı, kendi arzularına köle etti. Onu ortaya sen çıkardın, sonunu da sen getireceksin."
Panda kendini çok kötü hissetti. Üç yıldır neredeydi, ne yapıyordu, zaman nasıl geçmişti bilmiyordu. Soracak cesareti de yoktu. Madem Eagis bu denli kötüydü, tanrı Tzarhen onu yok etmiyordu? Onu kudreti her şeye yeterdi.
"Kafandan geçenleri anlayabiliyorum yavrum." dedi tepesindeki ses. Çok korkmuştu.
"Onu ve onun gibileri biz tanrılar yarattık ve evet, bizim kudretimizin sınırları yoktur. Fakat biz tanrılar kendi yarattığımız bir ilahi varlığın canını alamayız. Bu, ölümlülerin işidir. Onu yenebilmen için tüm kolaylıkları sağlayacağım. İyi şanslar evladım." dedi ve ışıklar söndü. Kısa süre sonra panda kendini bambaşka bir yerde buldu. Görünüşe bakılırsa burası bir dövüş arenasıydı. Oldukça genişti. İmparatorlara ayrılmış kısımda bembeyaz elbiseler içerisinde vücudunun hiçbir kısmı görünmeyen bir varlık oturuyordu. Bunun tanrı Tzarhen olacabileceğini düşündü. Üstüne başına baktı. Koyu mavi ışıklar saçan, yanıp sönen bir zırhı vardı. Tek elinde tek parça zümrütten bir kılıç, diğerinde ise "Tanrı Madeni" isimli büyülü maddeden yapılma karo bir kalkan vardı. Ortasındaki beyaz inci muazzam bir ışık yayıyordu. Yaklaşık yirmi metre ötesinde gri tenli, simsiyah zırhlara büyünmüş bir herif dikiliyordu. Bu Eagis Nun olmalıydı. Ellerini aşağı salmış, ona sırıtıyordu. Dövüşün ne zaman başlayacağını merak ederken karşıdan yaklaşmakta olan şimşek okunu fark etti ve can havliyle kalkanını kaldırdı. Ok sekmiş, yukarılara doğru yol alıyordu. Büyü onu fazlasıyla sarsmıştı, birkaç saniye içerisinde alacağı herhangi bir saldırıdan korunamayacaktı. Korktuğu olmadı. Gri yaratık ona doğru hareketlenmeye başladı. Panda korkmaması gerektiğini kendine tekrarlayarak hareket etmeye başladı. Aralarındaki mesafe beş metreye kadar düşmüştü. Ha rakibinin her hareketini süzüyor, tereddütlü biçimde ona bakıyor. Eagis Nun çok rahattı, o sinir bozan gülümsemesi hiç bozulmamıştı. Ellerini şaklattı ve dişi pandanın hemen arkasına hiçlikten açtığı geçitten devasa bir ejderha var ediverdi. Ha sola doğru çevik biçimde sıçradı, takla atıp ayağa kalktı. Ölümden kıl payı kurtulmuştu. İçinden bu yaratığın kalbini kılıcı ile ikiye ayırmak geçiyordu. Bunu yapabilmesinin tek yolu ona saldırmaktı. Rakibine doğru koşmaya başladı. Önüne tuttuğu kalkan başı haricinde her yerini koruyor gibi görünüyordu. Yere yakın bir savuruş ile rakibinin ayağını hedef aldı. Gri yaratık yukarı doğru sıçrayarak bu ilk saldırıyı rahatlıkla savuşturdu. Hız kesmeden sağ çaprazına bir çizik attı. Siyah, ağır çizmenin ucuna değen kılıç, yön değiştirdi ve pandanın dengesini bozdu. Sendeleyip geri adım atan Ha, yeni bir hamle için ileri atıldı. Doğrudan göğsünü hedef aldı. Kılıç zırha değmeden önce bir engele takılmış gibi duruyordu. Eagis sırıtışını korumaktaydı. Etrafında büyüden bir kalkan olduğu belliydi. Panda yılmadan kılıcı var gücüyle ittirmeye devam etti. Bir an rakibinin gülümsemesi yerini ciddiyete bıraktı. İnanılmaz bir hız ile geri fırlayan ilahi varlık düşerken pandanın kalkanına bir tekme savurdu ancak isabet ettiremedi. Geri doğru takla attı ve dizlerinin üstünde doğruldu. Yüzünde tiksinme ifadesi vardı. Panda başarmıştı, zırhında minik bir delik açmıştı. Ancak rakibinin ona bakışı sevinmesine olanak tanımıyor, yüreğine korku salıyordu. Büyücü olduğunu düşündüğü rakibi ellerini kavuşturdu, bir şeyler mırıldandı. Etrafa siyah sisler yayıldı. Panda Siyah Yemin suikastçisi ile yaptığı dövüşü hatırladı. Bu seferki biraz daha farklıydı. Kör olmuş gibiydi, hiçbir şey göremiyordu. Eagis'in attığı kahkahalardan duyma yetisini kaybetmediğini anladı. Bu ona yeterdi. Bacaklarıyla dövüş pozisyonu aldı. Omuzlarına hakim olduğunu hissettiği an sağına doğru savurduğu kılıcı ile beraber döndü. İsabet alamamıştı ama ortaya çıkan rüzgarın yakınlarda bir şeye çarptığını anlayınca kulakları dikildi ve aniden sola salladığı kılıç ile rakibine sağlam bir darbe indirdi. İnildeyen Eagis karşılık vermedi. Pandayı ikileme düşüren de buydu. Eagis karşılık veremeyecek kadar güçsüz müydü yoksa onunla oyun mu oynuyordu bilmiyordu. Ancak kazanabilmesi için onu öldürmesi gerekliydi, buna göre hareket edecekti. Kalkanının kafasını üstüne tuttu ve tepesinden inen keskin buz parçalarını savuşturdu. Hisleri ona yol gösteriyordu. İki ateş topundan da yuvarlanarak kaçınca kendine olan güveni tavan yaptı. Savuşturduğu her hamle, indirdiği her darbe görüşünü bir miktar daha açıyordu. Bir süre sonra kafasına dank etti. Bu yaptığı sis büyüsü değildi. Büyünün amacı önceden yaşadığı korkuya benzer bir ortam hazırlayarak onu zihinsel açıdan zayıflatmak, kolay lokma haline getirmekti. Plan başarısız olmuştu. Panda rakibi Eagis'i kılıcıyla eziyordu adeta. Gri tenli büyücü zayıflamış, elini kaldıramayacak hale gelmişti. Ha, zafer naraları attı. Son darbeyi yüzünün tam ortasına indirecekti. Kılıcı olabildiğince kaldırdı ve son hız aşağı indirmeye başladı. O anda Eagis ağzından fırlattığı ağ ile pandanın görmesini engelledi ve güç bela saldırıdan kaçtı. Ayağa kalkarken sağa sola sallanan kılıçtan ensesine darbe aldı ve yığıldı. Fazlasıyla kanıyordu. İlahi güçleri ile iyileşmeyi planladı ancak bir şey onu engelliyordu. Dövüşün tek izleyicisi yanına gelmiş elini kıpırdatmasına izin vermiyordu. Çabuk bir hareketle kolunu geri kıvırdı ve Eagis'in yüzünü yere gömdü. "Yara aldın, bitti." dedi sakin bir sesle Tzarhen. Gri varlık yenilgisine boyun eğmiş biçimde ses çıkarmadı. Tanrının onu küle çevirmesine de çıkarmadı, çıkaramadı. Panda gözlerini açtığında mahzenin yatağında yatıyordu. "Ödülünü alma vaktin geldi panda." dedi aynı ilahi ses.
"Ödül vaktin geldi."

Sayfa: [1]