Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Mu

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Diş Perisi Kimdir?
« : 31 Ocak 2016, 21:45:21 »
DİŞ PERİSİ KİMDİR?

Zaman zaman içinde; kalbur saman içinde. Handadır handa bir kara manda; üç yüz yaşındaydım evvel zamanda.  Odunun biri odun vurdu kafama. Kafam koptu; kalktı gitti sarımsak pazarında bir masal satmaya. Ey kafa, koca kafa... Bir olay görmüş susmaz bu kafa. Toplanın ahaliler, ötelerden gelip geçer bu sözler. Diş perisi nedir bilir misiniz?


********

 
Evinin önünde kopan gürültüyle rüyadan uyandı Hüsniye. Ne çabuk sabah olmuştu böyle? Sanki hiç uyumamış gibi geliyordu. Gördüğü rüyaya tekrar dönebilme umuduyda yatakta kıvrıldı. Önce sağa sonra sola döndü. Yorganı başına çekti. Yastığını ters çevirdi ama nafile. Çabaları boşaydı. Uykusu kaçmıştı bir kere. Dışarıdan gelen gürültü bir türlü kesilmiyordu.
İstemeden de olsa gözlerini araladı. Nedense minik odası karanlığa gömülmüştü. Başını kaldırıp ayakucundaki yuvarlak penceresine doğru baktı. Yoksa güneş daha doğmamış mıydı?
Gürültü daha da yoğunlaşmaya başladı. Merak ve öfkeyle karışık duygular içinde yorganı üzerinden atıp ayağa kalktı. Minik kanatlarını gerip uyumaktan ağrıyan belini ovuşturdu. Gökyüzünden kopardığı bulutlardan yaptığı pofuduk terliklerini giyip yuvarlak penceresine doğru yürüdü minik peri.
Evi yaşlı bir meşenin kovuğundaydı. Gövdesi kalın olduğu için güçlü rüzgarlar estiğinde bükülmez, gıcırdamazdı. Kalın gövdesiyle perileri sıcak tutar, yapraklarıyla onlara şarkı söylerdi. Ağaçta yaşayan periler, evlerinde sessizce günlerini geçirir, peri tozuyla oynarlardı. Kendisi gibi pek çok peri yaşıyordu bu yaşlı meşenin gövdesinde.
“Gelin,” demişti ağaç bir ilkbahar günü. “Size verebilecek pek çok oyuğum var.” Onlar da teşekkür edip ağaca yerleşmiş, ağacın canını yakmamak için minik oyuklarına bir çivi bile çakmamışlardı.
Şimdi bu gürültü de ne oluyordu böyle? Yoksa ağaç kendilerine haber vermeden böcekleri de mi davet etmişti kovuklarına? Belki de tüm bu gürültünün nedeni bir ağaçkakandı. Cırtlak sesli, kendini beğenmiş ağaçkakanlara laf geçirmek mümkün değildi. Sabahtan akşama kadar boyalı gagalarıyla ağaçta oyuklar açar, devamlı dedikodu yaparlardı.
Dikkatlice, kanadını ovuşturdu. Kanadını kırmıştı ve sızlıyordu. İyileşmesi uzun zaman alacaktı. Bir gece çok fazla peri tozu içip uçmaya kalkışmıştı ve karşısındaki elmayı görmeyip hızla çarpmıştı. Bir perinin kanadının kırılması bu dünyada başına gelebilecek en kötü şeydi. Uçamıyordu.
Hızlı adımlarla pencereye doğru yürüdü Hüsniye. Hala üzerinde uyku mahmurluğu vardı. Gürültü daha da artmıştı. Minik evi gürültüyle titriyor, raflara dizdiği iksir şişeleri şıngır şıngır ses çıkarıyordu.
Perdeyi açmasıyla bir şaşkınlık nidası koyması bir oldu. Pencerenin camında sayamayacağı kadar çok ayak vardı. Yüzlerce belki de binlerce ayak, cama basa basa ağacın üst kısımlarına doğru tırmanıyordu. 
“Karıncalar,” dedi kendi kendine şaşkınlık içinde. “Karıncalar taşınıyor mu?”
Kalabalık bir karınca ailesi, evinin duvarlarına ve camlarına basa basa ağacın yukarılarına doğru tırmanıyordu. Kahverengi gövdeleri güneş ışığının eve girmesine engel oluyordu.
Ne olup bittiğini öğrenmek için camı aralamaya karar verdi ancak kolu çevirir çevirmez pencere, üzerindeki ağırlığa dayanamayıp hızla açıldı ve minik periyi kıç üstü düşmeye zorladı. Yanlış zamanda, yanlış yere basan bir karınca da gürültüyle evin içine yuvarlanıp Hüsniye'nin üzerine düştü.
Başını kaldırdığında yüzünün hemen dibinde bir çift kapkara dudak gören Hüsniye istemsizce çığlık attı. Karıncayı üzerinden atmak için biraz debelendi. Hızla ayağa kalktı; ufak kanatları öfkeyle vızıldadı.
Karınca ise çaresizce birbirine dolanan altı bacağını kurtarmaya çalışıyordu. Kolay değildi altı bacağı idare etmek. Kısa bir süre sonra o da, kendini toparlayıp düştüğü yerden kalkmayı başardı.
Hüsniye karıncaya dik dik bakıyordu. Karınca ise perinin güzelliği karşısında ezilmişti. Gözlerini kaçırıyordu. Utanmış ve sıkılmış gibi duruyordu. Ne de olsa karşısında masallardan çıkmış bir peri vardı. O ise kapkara, korkunç, çirkin bir karıncaydı.
Sessizliği ilk bozan Hüsniye oldu. “Ne yaptığını sanıyorsun sen!?”
“Evinize isteyerek düşmedim,” diyebildi karınca. “Pencereniz bir anda açılıverdi.”
“Penceremde ne işiniz vardı peki?”
Karınca başını usulca çevirip dışarıyı, geçip giden onlarca karıncayı işaret etti. Karınca ailesi hala yukarılara tırmanmaya devam ediyordu. “Bizim için aşağısı yukarısı yoktur.” Altı bacağını göstererek, “Bunlar yapışır her yere.”
Karınca göz ucuyla periye baktı. “Sizin duvar dediğiniz yerlerde biz yürüyebiliriz.”
Karıncanın utangaç ve ürkek tavırları Hüsniye'yi yumuşatmamıştı. Bu pis kokan, çirkin, kaba yaratıkları hiç sevmiyordu. Tiksindiği bu yaratıklardan birisi şimdi karşısında durmuş, ona bakıyordu. Bu nahoş sohbeti daha fazla uzatmamak için kısa kesmeye karar verdi. “Neden taşınıyorsunuz?”
“Meşe ağacımızın dibinde mantarlar büyüdü. Mantarlar bahar sinekleri gibidir hemen ölüverirler. Bu yaramaz mantarlar ölmeden önce eğlenmek istediler ve bütün kurtları partiye davet ettiler. Kurtlar sabaha kadar dans ediyor.”
Karınca Hüsniye'ye kısa bir bakış daha attı sonrasında hemen gözünü kaçırdı.
“Kurtlar mantar yiyip sarhoş oluyorlar ve kimseyi uyutmuyorlar. Şişko bedenleriyle bizi eziyor, herkesi öpmeye çalışıyor ve devamlı şarkı söylüyorlar.”
Karınca sözünü bitiremeden odada uçuşan peri tozu yüzünden gürültüyle hapşırdı. Hüsniye tiksintiyle bir kaç adım geri çekildi. Tam ağzını açıp ürkek karıncayı bir güzel haşlayacaktı ki karınca sözlerine devam etti. “Biz de hızlıca kelebeğe dönüşüp peşimizi bıraksınlar diye onlara yukarılardan yaprak getirmeye karar verdik -en tazelerinden.”
“Annemiz, ulu kraliçemiz kurtlar yaprak yerse kelebeğe dönüşürler dedi. Tek kurtuluşumuz buymuş.”
“Anlaşıldı,” dedi Hüsniye sabırsız bir şekilde. Pes etmişti. Binlerce karıncayı tek tek durdurup gürültü yapmamalarını söyleyemezdi. Tüm bu hengameye katlanmak zorundaydı. “Sanırım kurtlar kelebeğe dönüşene dek bu gürültüye alışmak zorundayım.”
Karınca, Hüsniye'nin yüzündeki ifadeden bu durumdan duyduğu memnuniyetsizliği anlamış olmalıydı. Belli ki, Hüsniye sessizlik ve huzur istiyordu.
“İsterseniz,” dedi karınca zar zor duyulur bir sesle. “Sizin için karıncalara söyleyebilirim.”
Hüsniye tek kaşını hafifçe kaldırdı. Doğru mu duymuştu? “Bunu gerçekten yapar mısın?”
Hüsniye'nin verdiği tepki karıncayı cesaretlendirmişti. Şimdi ufak, kara kafasını biraz daha kaldırmıştı. Ne zaman göz göze gelseler, ona güzel gözleriyle bakan bu minik perinin karşısında kendisinin ne kadar çirkin ve kaba olduğunun farkına varıyordu.
Ne kadar da güzel bir periydi. Ufak saydam kanatları harikulade bir kavisle arkasına doğru bükülüyordu. Etrafında uçuşan peri tozları kısa pembe eteğini dalgalandırıyor, minik bedeninden parlayan ışık karıncanın kalbine huzur veriyordu. Berrak kahverengi gözlerinde kendi yansımasını görebiliyor, ipeksi saçlarının kokusuyla mest oluyordu. Ancak karşısında ona güzel gözleriyle bakan perinin bir kanadı kırıktı.
“Hey, sana diyorum koca kafalı!”
Hüsniye'nin sesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı karınca. “Evet, elbette,” diyebildi.
Perinin etkilenmesini umarak ince bacaklarından biriyle kendini gösterip biraz göğsünü şişirdi. “Bu hafta çok çalışıp, çok yiyecek topladım. Bu yüzden ailem beni dinleyecektir. Onlara yollarını değiştirmelerini söyleyeceğim.”
“İyi tamam,” dedi Hüsniye aceleyle. Bu pis kokan karıncanın evini daha fazla kirletmesini istemiyordu. Yapışkan ayaklarının döşemede bıraktığı izleri bir güzel silmesi gerekecekti. “Hadi git de söyle o zaman.” Eliyle pencereyi gösterdi.
Karınca dünyalar güzeli bu periye hizmet etme düşüncesiyle mutlu olmuştu. Hala perinin yüzüne uzun süre bakamıyor, utanıyordu ama elinden geldiğince dudaklarını gerip gülümsemeye çalıştı. Başını hafifçe eğip, kibarca bir referans verdi ve arkasındaki pencereye doğru tıkır tıkır seğirtti.
Hüsniye tüm bunları tiksintiyle izliyor, öğürmemek için kendini zor tutuyordu.
Tam karınca pencereden çıkmak üzereydi ki, bir anlık bir duraksama geçirdi. Başını ürkekçe çevirip periye bir kez daha baktı. Hüsniye sabırsız gözlerle kendini izliyordu.
“Şey...” dedi karınca. “Adınız?”
“Hah?” Hüsniye karıncanın ne dediğini duymamıştı. Dışarıdaki gürültü karıncanın kısık sesini basıtırıyordu.
“İsminiz ne acaba?” dedi karınca tüm cesaretini toplayıp. Utancından yüzü kıpkırmızı kesilmişti ancak kara, sert kabuğu bunu gizliyordu.
“Adım Hüsniye,” dedi peri sinirli bir ses tonuyla. Bu kadar soytarılık yeterdi. Bütün gün bu pis yaratıkla konuşacak hali yoktu. Aniden ileriye doğru seğirtti. Pencereyi tutup sertçe kapattı. Kapanan cam karıncayı dışarıya itekledi. Pencereyi bir güzel kilitleyip, perdeyi de üstüne çekti.
“Ailem beni dinlermiş! Hah! Pis yaratık. İçinde yaşadığı sürüyü ailesi sanıyor. Basit bir işçi karınca olduğunun farkında değil galiba.”
Hüsniye söylene söylene yatağına geri döndü. Günü hiç de iyi başlamamıştı.


********


Sonraki birkaç gün sessizlik içinde geçti. Görünüşe göre karınca gerçekten sözünü tutmuştu. Karınca sürüsü artık evinin duvarlarında yürümüyordu. Yollarını değiştirmişlerdi. Hüsniye yeniden sessiz ve sakin günlerine geri dönmüştü.
Bir de her gün kapısına gelen hediyeler olmasa...
Karıncayla konuştuğu günden beri her sabah kapısının önünde bir hediye buluyordu. Yapraktan yapılmış şemsiyeler, topraktan yapılmış biblolar ve bardaklar, taze yağmur suyu, tohumlar, lezzetli böğürtlenler ve türlü türlü hediyeler...
Hediyeleri kimin bıraktığını biliyordu ve bu durum onu fena halde öfkelendiriyordu. Tüm bunların arkasında o aptal karınca vardı. Hediye almak güzeldi ama neden bir karıncadan gelmek zorundaydı ki? Bunu dostlarına nasıl açıklayabilirdi? Tüm kız arkadaşları yakışıklı ve havalı perilerle takılırken Hüsniye bula bula çirkin bir karınca bulmuştu. Karıncadan arkadaş olur muydu hiç? Bir peri ile karıncanın dost olduğu görülmemiş bir şeydi.
Bütün hediyeleri parçalayıp kapının önüne fırlatıyordu. Buna rağmen her sabah kapısında yeni bir hediye bulmaya devam ediyordu.
Umutsuzca yatağa çöktü. Bu minik kovuğa sıkışıp kalmıştı. Uçamıyordu. Kanadı bir türlü iyileşmiyordu. Kendine itiraf etmek istemese de, bir daha asla uçamamaktan korkuyordu.
“Kanadın hiçbir zaman iyileşmeyebilir,” demişti şişko peri doktoru. Ne zaman kırık kanadına baksa tüm umudunu yitiriyor, içini bir korku kaplıyordu. Gerçekten de bir daha hiç uçamayacak mıydı?
Sanki her şey yolundaymış gibi bir de bu budala karıncayla uğraşmak zorundaydı.
Karıncaya bir ders vermek istiyordu. Artık sabrının sınırlarına gelmişti. Ya arkadaşlarının kulağına giderse? Ya karıncayı görürlerse kapısına hediye bırakırken? İşte o zaman utancından yerin dibine girerdi Hüsniye. Karınca kendisinin ne kadar çirkin ve aptal göründüğünün, perinin ise ne kadar ihtişamlı ve güzel olduğunun farkına değil miydi yoksa?
Pembe çekmecesinden bir tutam kağıt ve bir şişe vişne suyu çıkardı. Çam yaprağını vişne suyuna batırıp yazmaya koyuldu. Karıncaya bir mektup yazacaktı. Hem de en okkalısından. Yazdığı mektubu okuduktan sonra karıncanın peşini bırakmasını umuyordu.
Karıncaya hakaretler savurup, kendisinin ne kadar güzel ve soylu göründüğünü yazdı Hüsniye. Onu bir daha asla görmek istemediğini, artık hediye istemediğini yazdı. Karıncayı her küçümseyişinde, kendisini yüceltiyordu. Sayfalar dolusu yazdı Hüsniye. Ta ki kibrinden ve kendini övmekten sıkılana dek.
Mektubu söğüt yaprağına güzelce sarıp kapısının önündeki paspasa sıkıştırıverdi. Karıncanın sabah olduğunda mektubu görmesini ve peşini bırakmasını umarak derin bir uykuya daldı.
Sabah olduğunda hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi. Acaba karınca mektubu okumuş muydu? Artık peşini bırakacak mıydı?
Hevesle açtı kapıyı.
Gördüğü manzara karşısında içinden bir perinin edebileceği kadar sert bir lanet okudu. Kapının önünde yine bir hediye vardı!
Tıpkı her sabah olduğu gibi karşısında yine aynı manzara duruyordu. Ancak diğerlerinin aksine bu sefer ki hediye şimdiye kadar aldığı en büyük hediyeydi. Karşısında kocaman pembe bir kutu duruyordu. Kutu o kadar büyüktü ki, neredeyse boyunu aşacaktı. Üstüne de şirin bir fiyonk kondurulmuştu.
Hemen paspasa göz attı. Mektup yerinde yoktu. “Güzel,” diye düşündü Hüsniye. “Aptal karınca umarım okuma yazma biliyordur.” 
Söylene söylene hediyeyi içeri çekti. Kapıyı sertçe kapatıp bıkkın gözlerle kutuya baktı.
Kutunun üzerine bir not iliştirilmişti. Umursamaz bakışlarla kağıt parçasını süzdü. Kendi adı yazıyordu.
Hüsniye.
Kağıdın arkasını çevirdi.
Boncuk.
Boncuk? Demek karıncanın ismi Boncuk'tu. İstemeden de olsa düşündü peri. Karıncaya adını sormayı hiç akıl etmemişti. Bugüne dek hep onu karınca olarak görmüştü. Ondan hep karınca diye bahsetmişti. Haksız da sayılmazdı. Onun gözünde birbirinin aynı görünen sayısız karıncadan birisiydi Boncuk. Karıncalar için isimlerin ne önemi vardı?
Alaylı bir şekilde gülümseyip kağıdı fırlattı.
Kutuyu yırtarak parçalamaya başladı. Nedense sağlamca paketlenmişti. “İçinde her ne varsa narin bir şey olmalı,” diye düşündü. Yine de umursamadan parçalamaya devam etti. Ne olabilirdi ki? Yapraktan yapılma bir elbise mi? Polenlerden örülmüş bir şapka mı? Elma kabuğundan bir şal mı?
Hiçbirini istemiyordu.
Son kağıt parçasını da yırttıktan sonra kutunun içindeki gizem ortaya çıktı. Peri gördüğü manzara karşısında titreyen bacaklarla bir kaç adım geri çekildi. Aldığı hediyenin ihtişamı karşısında soluksuz kalmıştı.
Karşısında bir çift kanat vardı.
Sanki gün batımından çıkıp gelmişcesine parlayan turuncu desenler, gecenin karanlığına sarılmış gibi derin bir lacivertle süslenmişti bu kanatlar. Turuncu benekler periye göz kırpıyor, Ay ışığı vurmuş gibi titreşen lacivert desenler tüm odada parlıyordu. Kanatlar bir ressamın elinden çıkmış gibi kusursuzca kavisleniyordu. Hüsniye hediyeden gözlerini alamıyordu. Bunlar bir çift kelebek kanadıydı; hem de bu güne dek gördüklerinin en güzeli, en ihtişamlısıydı.
Hayranlık dolu bir nidayla nefesini verdi. Titreyen ellerle kanatlara dokundu. Tıpkı bir örümcek ağı gibi pürüzsüz ve ipeksiydi.
Bu, bugüne dek aldığı en güzel hediyeydi. Minnetle kanatları okşamaya devam etti. Artık yeniden uçabilecekti.


********


Hüsniye bütün gün ve bütün gece uçtu.
Yağan yağmura aldırmadan uçtu. Çakan şimşeklere aldırmadan uçtu. Yorgunluktan parmağını bile kaldıramayacak hale gelene dek uçtu. Yaprakların arasından uçtu; onlarla beraber şarkılar söyledi. Rüzgarla yarıştı ve ona şiirler okudu. Bulutları ziyaret etti ve içlerinden geçerken onları ağzına doldurdu. Nehirlere uğradı ve onlardan uzak diyarların öyküsünü dinledi. Ağaçların etrafında dönüp homurdanmalarını dinledi. Çiçeklerin üzerine konup arıları korkuttu. Sincaplarla oyunlar oynayıp, farelerle gülüştü. Kelebeklerle yarışıp, kuşların dedikodusunu dinledi.
Hüsniye bütün gün ve bütün gece uçtu. Ta ki yorgunluk onu sarıp sarmalayana kadar.
Ertesi sabah heyecanla evinden fırladı. Yeni kelebek kanatları için karıncaya teşekkür etmek istiyordu. Neydi adı şu karıncanın? Boncuk muydu?
Kapıyı açtığında paspasın boş olduğunu gördü. Önceki günlerin aksine bir hediye yoktu. Karınca, mektubunu okuyunca anlamış olmalıydı onu rahatsız ettiğini. Yine de yeniden uçmasını sağladığı için bir teşekkürü haketmişti. 
Hızla uçarak meşe ağacının dibine indi. Karınca sürüsü toprakta dört yana yayılmış, kış ayları için yiyecek topluyordu.
Gördüğü ilk karıncayı durdurdu. “Pardon, Boncuk nerede biliyor musunuz?”
Karınca yorgun gözlerle başını kaldırıp Hüsniye'ye baktı. İnce bacaklarından biriyle uzaklarda yavaş yavaş yürüyen birini işaret etti. “Yaşlı karınca herkesi bilir,” dedi.
Hüsniye bir çırpıda gösterilen yere uçtu. Yaşlı karıncanın hemen önüne konuverdi. Bu gerçekten de gördüğü en yaşlı karıncaydı. Kahverengi, sert kabuğu buruş buruş olmuştu. Altı bacağının hepsi de yürürken titriyordu ve yüzünden fışkıran beyaz sakallar onu daha da çirkinleştiriyordu.
“Afedersiniz,” dedi Hüsniye. “Boncuk nerede biliyor musunuz?”
Yaşlı karınca kapkara gözleriyle sadece periye baktı. Hüsniye bakışlarından rahatsız olmuştu. Gözlerini kaçırmak zorunda kaldı.
“Demek ismini biliyorsun,” dedi yaşlı karınca. “Beni takip et.” Görünüşünün aksine karıncanın sesi gür ve net çıkıyordu.
Yavaş yavaş ilerlediler ormanın içinde. Bir önceki gün yağan yağmur toprağı nemlendirmişti.
Hüsniye içinde bulunduğu durumdan memnun değildi. Yaşlı karınca çok yavaş yürüyor, nemli toprak bulutlardan yaptığı pofuduk ayakkabılarını kirletiyordu.
“Belki de buraya gelmek kötü bir fikirdi,” diye düşündü Hüsniye. Ancak dönmek için artık çok geçti. Boncuk fazla uzakta olamazdı.
Bir süre ilerlediler ve en sonunda yol ikiliyi bir açıklığa doğru götürdü. Açıklığın ortasında sırt üstü dönmüş, bacakları birbirine dolanmış, kuruyup buruşmuş bir karınca hareketsiz yatıyordu.
Elinde olmadan irkildi Hüsniye. “Boncuk öldü mü?”
Yaşlı karınca derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Boncuk sürüden kovuldu. Yiyecek bulmaktansa bütün gününü etrafta boş boş dolaşıp süs eşyaları yapmakla harcıyordu.”
“Onlar benim hediyelerimdi,” dedi Hüsniye sadece kendisinin duyabileceği bir sesle.
“Kendine bir kurt bulmuştu. Her gün onu yaprakla besliyor kelebeğe dönüşmesini bekliyordu.”
“Neden?” diye sordu Hüsniye. Boncuk'un cansız bedenine bakamıyordu.
“Sürüden kovulduğundan beri çok yalnızdı. Bir karınca için yalnızlık, bir perinin uçamamasını gibidir. Etrafında senin gibi binlerce kardeşin varken, herkesin sana yabancı gelmesi ne korkunç bir acıdır.”
Boğazını temizleyip devam etti yaşlı karınca, “Bir peri arkadaşı vardı.” Hüsniye'ye dik dik bakarak ekledi, “Sanırım her gün hediye getirdiği dostu sendin.”
Hüsniye duyulur duyulmaz bir sesle evet manasında bir şeyler geveledi. Pek iyi bir dost sayılmazdı. Kalbi burulmuş, konuşamıyordu.
“Bence kelebeğin doğup onunla arkadaş olmasını bekliyordu. Kelebek sana benzeyecekti.”
Yaşlı karınca yüzünü Boncuk'a çevirdi. “Ne de olsa bir periye en yakın şey bir kelebeğin güzelliğidir.”
“Ancak kelebek dostu ölü doğdu. Geriye sen kalmıştın ama sen yok gibiydin. Yine de ölü dostunun kanatlarını sana verdi.” Kapkara gözleriyle Hüsniye'nin turuncu ve lacivert desenli kelebek kanatlarını süzdü.
“Bir gün çok mutlu döndü meşe ağacından. Çünkü sen de ona bir hediye vermiştin.”
Hüsniye elinde olmadan gözlerinin dolduğunu hissetti. Ağlamak istemiyordu ama kalbi acıyordu. Kendini tutmakta zorluk çekiyordu.
“Mektubumu okudu mu?”
Evet dercesine başını hafifçe salladı karınca. “Sen onun kalbinde kendini öldürdün. Verdiğin hediye buydu.”
“Sen gökyüzünde uçarken o, yağmurun altında seni izliyordu.”
Yaşlı karınca arkasını dönüp yürümeye başladı. “Belki de gelip onu da gökyüzüne çıkarmanı umut etti.”
“Sen gökyüzünde coşkuyla uçarken o, toprakta ıslanarak öldü.”
“Karınca ailesi onu reddetmişti. Kelebek ölmüştü, sen de mektubunla onun kalbinde kendini öldürdün. O da sizle beraber olabilmek için sizin peşinizden ölüler diyarına gitti.”


********


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, devler top oynarken eski hamam içinde... Memiş'in kızını, kör topalın bohçasını alıp geldik. Buyurduk sofraya masalı dinlemeye. Emme ne masal. Kafdağı'nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!
Derler ki, peri kızı Hüsniye bu duruma çok üzülmüş. Kırk gün kırk gece ağlamış. O ağladıkça yağmur yağmış. Yağan yağmur herkesi ıslatmış. Hüsniye'nin kalbinden gelirmiş göz yaşları. O ağladıkça suratı değişmiş. Tıpkı bir karıncaya benzemiş. Gökyüzünden toprağa düşmüş. Kapkara derili çirkin bir periye dönüşmüş.
Boncuk'a bir mezar yapmak istemiş. Lakin en güzelinden olması gerekirmiş. Dil anlatmaya varmasın, göz seyrine doymasın istermiş. Başlamış insan alemine uçmaya, çocukların düşen dişlerini toplamaya. Toplamış da toplamış. Ben diyeyim şu evden, siz diyin ötedeki köşkten. Bütün ahaliye uğramış. Dolaşmış da dolaşmış. Tıngır mıngır bütün dişleri bir araya getirmiş. Birazcık sihir, birazcık peri tozu demeye kalmadan dişler birbirine kaynamış. Ortaya dillere destan bir mezar saray çıkmış. İhtişamı sultanları bile kıskandırır, güzelliği körpeleri bile utandırır, beyazlığı Güneş'in gözlerini alırmış. Dişlerden yaptığı beyaz sarayın tam ortasına koymuş ufak karıncayı. Ay ne zaman Güneş'in üstüne battaniye örtse, çıkagelirmiş diş perisi düşen dişleri toplamaya. Her gece sarayını büyütmek için yeni dişler arayıp dururmuş.




SON


Yazıyı yapıştırınca paragraf başları yok oldu. Kusura bakmayın yapamadım.

2
Kurgu İskelesi / İki Köle
« : 19 Ekim 2011, 00:30:32 »
“ Bonanzalarımı getirin! “ Reisin emri salonda yankılanıyordu. “ Yavrularımı çok özledim. “

Dev salonun girişini neredeyse boydan boya kaplayan dev kapılar gürültüyle açıldı. Akşamın yaklaşmasıyla beraber yakılan meşalelerin ışığı kapıların açılmasıyla salona vurdu. İki yana dizilen muhafızlar sert hareketlerle yolu açarken, tüm bu manzarayla tezat oluşturan kısa boylu, ufak tefek bir adam, elinde kocaman bir saksıyla içeri girdi. Yanında ellerini önünde kavuşturmuş genç bir adam yürüyordu.

“ Ah, işte buradasınız küçük sevgililerim. “ Reis kollarını sanki eski bir dostu karşılıyormuş gibi iki yana açmış, saksıdaki sarı çiçeklere sevgiyle bakıyordu.

“ Bahçıvan! “

“ Buyurun efendimiz, “ ufak tefek adamın yüzü kucağındaki dev saksıdan ötürü gözükmüyordu.

“ Bonanzalarımdan birinin boynu bükülmüş, “

“ Bağışlayın efendimiz. Onlara özenle bakıyorum, sularını asla ihmal etmiyorum. Lakin… “

“ Lakin ne bahçıvan? Çiçeklerimden birine bir şey olursa, bil ki kellen gider. “

Reisin savurduğu tehdit ile yaşlı bahçıvanın beti benzi attı. Elinde tuttuğu saksının arkasından titrek bir sesle konuştu, “ Efendim, bonanzalarınız bu yörenin toprağında yaşayamıyor. “ Elindeki saksıyı göstererek, “ Kuzey Dağları’ndan bitkiniz için biraz toprak getirmemiz
gerek. “

Reis bahçıvanın sözlerini sanki bu bir ölüm kalım meselesiymiş gibi pür dikkat dinlemişti.
“ Bunu neden daha önce söylemedin? “ Bahçıvanın yanındaki genç adamı işaret edip, “ Sana ne diye çırak verdik be adam? Bu genç adamı derhal Kuzey Dağları’na toprak almak için yolla. “

İlk defa reis tarafından fark edilmiş olmanın verdiği heyecanla bahçıvanın yanında duran çırağın eli ayağı birbirine dolaştı. Neyse ki bahçıvan bu konularda tecrübeliydi, genç çırağını kurtarıp onun yerine söze girdi.    

“ Derhal efendim. Hemen yola çıkacak. “

Reis tatmin olmuş gibiydi, rahatça arkasına yaslandı. Salonun karanlık bir köşesinde gözlerden kaybolmuş olan köleye seslendi.

“ Yamaç’a vaktin geldiğini söyle. İkiniz bir an önce görevinizin başına geçin. “

Reisin huzurunda el pençe divan duran köle başıyla hafif bir referans yapıp kapıya doğru yöneldi. Tam kapıdan çıkmak üzereydi ki, reisin gür sesi yeniden duyuldu.

“ Köle, adın Gül’dü değil mi? “

Siyah saçlı zayıf kadın mahçup olmuş gibi başını öne eğip “ Evet, “ dedi. Reisle konuşurken başını öne eğmesini sıkı sıkıya tembihlemişlerdi. “ Özellikle de senin gibi çirkin kadınlar başını eğmeli, “ demişti başyaver. “ Efendimizin göz zevkini bozayım deme. “    

Şimdi de, tıpkı ona söylendiği gibi reisin önünde ellerini kavuşturmuş, usulca emirlerini bekliyordu. Batmakta olan Güneş’in son kızıl ışıkları salonun iki tarafındaki dev pencerelerden pırıl pırıl cilalı ahşap parkelere vuruyor, siyah saçlarının saklayamadığı yamuk burnunu ve lekeli yüzünü meydana çıkarıyordu.

“ Bugün sevgili Köz’üme bir yerine iki sığır verin. Aylardır hiç yaramazlık yapmadı. Bir ödülü hak etti. “

“ Elbette efendim. “ İyice eğilip reisi son defa selamladı. İki büklüm bir şekilde, yavaş adımlarla dışarı açılan dev kapılara yöneldi. Birkaç koridor ve bir düzine muhafızın yanından geçtikten sonra nihayet yalnız kalabilmişti.
 
“ Bir yerine iki sığır verinmiş! Hah! “ Bir yandan kendi kendine söyleniyor, bir yandan da hızlı adımlara müstakbel kocası Yamaç ile kendisine verilen küçük klübeye doğru ilerliyordu. “ Bizim açlıktan ağzımız kokuyor, o lanet ejderha ise göbek büyütüyor. “

Yanından geçmekte olan muhafızı görünce sözlerini yarıda kesti. Kölelerin kendi kendine söylenmesi yasaktı. Başını öne eğip hızla yoluna devam etti. Kadın bir kölenin, bir erkeğe izinsiz bakması bile büyük suçtu.

“ Köle olarak doğmak benim suçum mu? Reisin ejderha evcilleştirme hevesinden de, tüm bu büyü işlerinden de bıktım usandım. Burama geldi artık. Ah ben bir soylu olacaktım ki… “

Son bir köşeyi daha dönüp, saray bahçesinin uzak köşesindeki kırık dökük klübeye ulaştı. Kapı açıktı. Yamaç her zamanki gibi büyü kitaplarını karıştırıyordu. Müstakbel eşi yine saçma büyü deneylerinden birini yapıyor olmalıydı.

“ Yamaç! Hadi gidiyoruz; Köz’ün beslenme vakti geldi. “

“ Tamam canım geldim. Bitti sayılır. “ Kısa boylu kel bir adam olan Yamaç, tıpkı Gül gibi reisin kölelerinden birisiydi. Yıllar önce Gül ile kendisine reisin ejderhası Köz’ü besleyip, kontrol altında tutma görevi verilmiş, o günden beridir aynı işi yapar olmuşlardı.

Bir ejderhayı evcilleştirmek imkansızdı elbette. Köz’ü kontrol altında tutmak için büyü kullanılıyordu. Kraliyet büyücüsü çok meşgul bir adam olduğu için bu işlere yatkın olduklarını gösteren Gül ile Yamaç’a gerekli olan tüm bilgileri öğretmiş, sonra da çekip gitmişti. Reisin şahsi hobileri yüzünden tüm hayatını her gün tekrarlanması gereken bir büyüye harcayacak değildi. Köleler ne güne duruyordu?

Gül ile Yamaç ejderhayı uysallaştırmak için gerekli olan tüm büyü ritüellerini öğrenmiş, şimdiye dek reisin evcil hayvanı Köz’ü başarıyla kontrol altında tutmuşlardı. Her gün Köz’e verdikleri büyülü bir iksir ile onu bir çeşit hipnoz altına sokuyor, zavallı hayvanın zihnini uyuşturuyorlardı. Dev ejderha yıllardır bir tür büyülü uyku altındaydı. Yakalandığı günden beri, her gün özenle uygulanan büyü uygulamaları ile ona ayrılan dev salonda boş gözlerle etrafa bakıyordu.

Ejderhalar çok zeki ve tehlikeli yaratıklardı. İnsanlarla konuşabilirlerdi. Zaman zaman reis evcil hayvanı ile konuşmak istese de, ejherhanın üzerindeki büyüyü bu denli zayıflatmanın riskini almaya bir türlü cesaret edememişti.

“ Yine ne yapıyorsun Yamaç? “

“ Şu kraliyet büyücüsünü hatırladın mı? Hani bize büyüyü öğreten? “

“ Ne olmuş ona? “

“ Eh, “ dedi Yamaç suratında kocaman bir sırıtışla. “ Kitaplarından birisini unutmuş. “

“ Nereden buldun onu? “ dedi Gül, Yamaç’ın elindeki eski, kalın kitabı göstererek.

“  Bugün sarayın kullanılmayan tarafındaki odaları temizlemek için gönderildim. “

“ Dur tahmin edeyim. “ Gül’ün sesinde heyecandan eser yoktu. “ Büyücünün eski odasında kitabı buldun, tıpkı bundan önce sayısız kitabı bulduğun gibi. Sonra da doğruca buraya gelip gizlice okumaya başladın. Şimdi de bir büyü üzerinde çalışıyorsun. “

“ Bu harika bir şey olacak Gül! “

Gül derin bir iç geçirdi. “ Bize öğrettikleri sadece temel büyüydü. Ejderhaları uyutmaya yetecek kadar; hepsi bu. Bunca yıldır bu kaçıncı büyü girişimin Yamaç? Olmuyor, büyüyü anlayamıyoruz.  “ Sesinde hüzün vardı. “ Artık umut etmekten usandım. Bu lanet saraydan bir kaçış yok. “

“ Ama bu kitap farklı. İnanmayacaksın ama anlıyorum! Yazanları anlıyorum! “

Yamaç’ın sesindeki heyecan Gül’ü hepten öfkelendirdi. “ Bırak artık şu deneylerini aptal adam! Bugüne dek bir kez bile başarılı olamadık. Kaç tarif, kaç ritüel geçti elimizde. Şu eski kitap mı bizi özgürlüğümüze götürecek? “ Bir hışımla dışarı çıkıp, kapıyı sertçe arkasından çarptı.

Yamaç karmaşık duygular içerisindeydi. Gül’ü anlıyordu. Bunca sene beraber katlanmışlardı bu köle hayatına. Ama yine de, onun çoktan pes ettiğini görmek ona ağır gelmişti. Gerçekten de kaçış yok muydu bu saraydan?

“ Hayır Gül, “ dedi kendi kendine, ellerini eski kitabın üstüne kapatarak. “ Göreceksin. Bu sefer başaracağız. “

Köz’ü beslemek için Gül’ün arkasından seğirtirken, planını tekrar tekrar gözden geçiriyordu.  

Günler birbirini kovaladı, Güneş ile Ay gökyüzündeki dansına uzun bir süre devam etti. Zaman ilerledikçe zaten içine kapanık olan Gül artık hiç gülümsemez olmuştu. Saraydaki sefil yaşamını kabullenmiş gibiydi. Tek yaptığı her gün Köz’ü besleyip, ejderhanın üzerindeki büyüyü yenilemekten ibaretti. Artık söylenmeyi bile bırakmıştı.

Yamaç ise Gül’ün tam tersine, zaman geçtikçe daha da keyifleniyor gibiydi. Büyücünün odasında bulduğu eski kitabı dikkatlice incelemiş, saraydan kaçmak için nihai planını uygulamaya koymuştu. Gül çoktan umudunu yitirmiş olmasına rağmen o, yeni planının getirdiği şevk ile umut doluydu.  

Her şey kitaptan öğrendiği yeni büyünün işe yarayıp yaramayacağına bağlıydı. Tarifi dikkatlice okumuş, en ince ayrıntısına kadar özenle taramıştı. Defalarca üzerinden geçmişti; bu sefer başarısız olmayacağına emindi. Her şey yolunda giderse, kişiyi istediği yere yollayan bir tür iksir elde edeceklerdi.

“ Bir tutam balsam otu, biraz boynuz tozu, “ Ateşin üzerinde fokurdayan yeşil sıvıyı bir annenin çocuğuna duyduğu şevkatle karıştırıyor, gerekli malzemeleri yavaşça içine boşaltıyordu.

“ Birazcık gıcı, bir avuç fındık tomurcuğu… “

Saat neredeyse gece yarısını vurmuştu. Yamaç harap klübede, ocağın başında büyülü iksiri hazırlamakla uğraşıyordu.

“ Hıh, yeni bir hayal kırıklığı daha. “ Gül uzak bir köşede durmuş soğuk gözlerle Yamaç’ın kaynayan sıvıyı karıştırmasını izliyordu. Her ne kadar ilgisiz gözükmeye çalışsa da, bir gözü ondaydı.

“ Bu sefer olacak Gül. Her şey yolunda. Rengine bir bak. Tıpkı kitapta yazdığı gibi, zümrüt yeşili. “

“ Evet ama daha bitmedi. Değil mi? “

“ Son bir malzeme kaldı. “

“ Neymiş o? “

“ Bilmiyorum. “ Yamaç’ın cevabı klübede soğuk bir rüzgar estirdi. Gül sinirlenmemek için kendini zor tutuyordu. “ Demiştim, yeni bir hayal kırıklığı daha, “ belli belirsiz bir sesle konuştu. Buz gibi bir suratla kapının yolunu tuttu. Dışarı adım atmak üzereydi ki, omzunu sıkan bir el onu durdurdu.

“ Lütfen Gül. Bana yardım et. Ben de senin kadar buradan kurtulmak istiyorum. Birlikte başarabiliriz. Çok yaklaştık. “

Gül kendisine umutla bakan kel adamın minik yüzünü inceledi. Tüm şapşallığı ve sakarlığına  rağmen bu adamı seviyordu. Sonunda Yamaç’ın iri gözleri karşısında dayanamayıp, pes etti.

“ Seni budala, “ şakadan Yamaç’ın kel kafasına bir tane vurdu. “ Asla vazgeçmeyeceksin değil mi? “

“ Seni buradan kurtarana kadar asla. “

Birbirlerine sarılıp öylece durdular. Gül uzun zamandır hissetmediği bir şeyi yeniden hissediyordu. Yaşamı ne kadar sefil ve zorlu olsa da, Yamaç yanında olduğu sürece mutluydu.

“ Söyle bakalım kitap ne diyor? Son malzeme için bir ipucu olmalı. “

Yamaç yer yer yırtılmış, tozlu sayfaları yavaşça çevirip okumaya başladı.

“  Herkese açıktır bu yolculuk.
   Hayvan, ağaç ya da bir çocuk.
   Bir kayık olsun, tahtaları senden.
   Atıver nehrin içine, yolculuk benden.  
   Söyle, bileyim nereye süreceğimi.
   Adresim tam olsun, eksik etme yüreğini.
   Kuzey, güney, doğu, batı hepsini bilirim.
   Göster bakalım, seni nereye götüreyim?  “

Başını kitaptan kaldırıp Gül’e beklentiyle baktı. Gül kaşlarını hafifçe çatmış, sessizliğini koruyordu.

“ Bir tür bulmayacaya benziyor. “ dedi Yamaç. “ Tarifin geri kalanının aksine bu kısım ne gerektiğini açıkça söylemiyor. “

“ Hayır Yamaç tam tersine, “ Gül’ün yüzü bir anda andınlanmıştı. Kitabı Yamaç’ın elinden hızla kapıp yazıyı tekrar okudu. “ Her şey ortada! “

Yamaç boş gözlerle ona bakıyordu.

“ Anlamadın mı Yamaç, bu bir belirme büyüsü! “

“ Evet, “ diye gözlerini kırpıştırdı Yamaç. “ Bunu zaten biliyoruz. Doğru iksiri elde edebilirsek bizi istediğimiz yere götürebilir. “

“ Öyleyse iste! “

Yamaç’ın yüzündeki şaşkın ifadeyi gören Gül gözlerini devirip fokurdayan sıvıya saçından tek bir tel attı.

“ Tahtalar bizden, “ diye kendi kendine tekrar etti Yamaç. Gözleri umutla parladı. “ Gül sen bir dahisin! “

“ Hadi, bana kendinden bir şey ver. “

Yamaç’ın eli istemsiz olarak kel kafasına gitti. Hiç saçı yoktu. “ Ne verebilirim? “

“ Bilmiyorum, bul bir şeyler. “

Kısa bir an düşündükten sonra Gül’ün inanmaz bakışları altında burnundan kocaman bir parça sümük çıkarıp, fokurdayan yeşil sıvıya bıraktı.

“ Bu işe yarayacaktır. “ dedi tatmin olmuş bir ifadeyle.

“ Dua et, buradan kurtulmayı her şeyden çok istiyorum. Yoksa o iğrenç şeyi asla içmezdim. “

“ Az kaldı Gül. Başarmak üzereyiz. Şunun aldığı renge bir bak. İksir neredeyse hazır olmalı. “

“ Neredeyse, “ diye tekrar etti Gül.

“ Adresim tam olsun, “ Yamaç kitabı açmış, tarifin son kısmını okuyordu.
 
“ Şimdi de nereye gitmek istediğimizi söylememiz gerekiyor. “ Gül etrafına şöyle bir bakındıktan sonra yerden bir avuç toprak alıp sıvının içine attı. Bakır kap ufak bir titremeyle sarsıldı. Bir an sonra iksir harika bir yeşil renk almış, klübeyi güzel bir koku kaplamıştı.

Heyecan içinde, titreyen ellerle kaşıklarını daldırıp acı sıvıyı yuttular. Bir an için hiçbir şey olmadı; sonra aniden Gül gürültülü bir puf sesiyle ortadan kaybolup klübenin içinde yeniden belirdi. Hemen arkasından Yamaç yüksek bir puflamayla gözlerden silinip, Gül’ün hemen arkasında yeniden ortaya çıktı.

Başarmışlardı.


* * *


Sonraki üç gün Gül ile Yamaç’ın keyfi hiç olmadığı kadar yerindeydi. Öyle ki, iki kölenin bu mutlu hali saray çalışanlarının bile dikkatini çekmiş, kaşların çatılmasına neden olmuştu.

Nasıl mutlu olmasınlardı ki? Bir belirme iksiri yapmışlardı. Yıllardır giriştikleri çeşitli büyülerin arasında ilk kez bir tanesini tutturmuşlardı. Saraydan kurtulmanın yolunu bulmuşlardı. Artık özgür sayılırlardı. Gerekli olan anahtar klübede, ocağın üzerinde onu kullanmalarını bekliyordu.

Sadece geriye, gidermeleri gereken küçük bir pürüz kalmıştı. Gitmek istedikleri yerin adresini bulmak düşündüklerinden daha büyük bir sorun olmuştu. Bir toprak, bir ağaç dalı, hatta bir böcek… Gitmek istedikleri yerin sahip olduğu her hangi bir şey, tek gereken buydu.

Ne yazık ki ne kullanırlarsa kullansınlar, hep sarayın içinde bir yerlerde beliriyor, bir türlü yüksek duvarların arkasında gözlerini açamıyorlardı.

Sarayın dışındaki topraklardan, uzak diyarlardan gelen bir şeye ihtiyaçları vardı.

“ Reisin bonanzaları, “ demişti Yamaç. “ İhtiyacımız olan o. Bahçıvanın çırağı, bonanzalar için Kuzey Dağları’ndan toprak getirecekti. “

“ Bahçıvandan biraz isteyemez miyiz? “

“ O yaşlı adam bunun için fazlasıyla korkak. “

“ Peki ya çırak? “

“ Bilmiyorum. O genç adamda tekin olmayan bir şeyler var. Gözleri hırs ile yanıp tutuşuyor. Güç ve mevki için yapmayacağı şey yok. “

“ Bir planın vardır elbette, “ dedi Gül. Yamaç’ın sessiz sırıtışı haklı olduğunu gösteriyordu.

“ Eğer o topraktan biraz alabilirsek, “ diye devam etti.

“ Kendimizi Kuzey Dağları’nda buluruz. Özgür insanlar olarak yaşarız. “ diye tamamladı Yamaç. Sesindeki heyecana Gül de kendini bıraktı.

“ Ah Yamaç, öyle mutluyum ki… “

“ Ben de canım, ben de... “ Kolunu Gül’ün omzuna doladı. İkisi de klübede oturmuş yeni hayatlarının hayalini kuruyorlardı.

Bonanzalar reisin gözbebeğiydi. Onlarla dostuymuş gibi konuşur, her gün çiçekleriyle uzun uzun vakit geçirirdi. Muhafızlar çiçeklerin önünde nöbet tutar, bahçıvanın her hareketini rapor ederlerdi. Yoo, bir avuç toprak almak hiç de kolay olmayacaktı. Ancak buraya kadar gelmişlerdi. Geri dönüş yoktu. Sadece son bir adım kalmıştı.

Planlarını son kez gözden geçirdiler.


* * *


Köz’ün beslenme vakti gelmişti. İki köle her zamanki gibi ejderhayı uyuşturmaya yarayan iksiri hazırlamış, dev hayvanın tek lokmada midesine indirdiği koca et parçaları üzerine serpiyorlardı. Muhafızlar kölelerin işini doğru yapıp yapmadığı kontrol ediyor, bakışlarını üzerinlerinden ayırmıyorlardı.

Ancak muhafızların bilmediği bir şey vardı. O sabah Yamaç ile Gül her zamankine çok benzeyen sahte bir iksir yapmıştı. Bu akşam ejderha bilincini geri kazanacaktı. Bugün büyük gündü. Güneş doğduğu vakit, ikisi de yeni güne özgür insanlar olarak başlayacaktı.

Köz planlarının önemli bir parçasını oluşturuyordu. Saraydan kaçmak istiyorlarsa, ejderhaya ihtiyaçları vardı. Kuşkusuz ejderha kendisini bunca sene tutsak edenlere tüm öfkesini kusacaktı. Belki oracıkta ikisi de ölecekti. Ama bu riski almaya değerdi.

Ejderhanın tutulduğu dev salona girdiler. Her zamanki gibi muhafızlar onları yalnız bırakmıştı. Ejderhanın inine girmeye hiç de gönülleri yoktu. Üzeri tepeleme et dolu olan arabayı iterek yavaşça salonun uzak ucunda uyuklayan dev ejderhaya doğru ilerlediler.

Ejderha devasa boyutlardaydı ancak salon ondan da büyüktü. Reisin kişisel hobisi uğruna özel olarak inşa edilmişti. Dört bir yandan yükselen sütunlar dev kubbeyi ayakta tutuyordu. Tavan öylesine yüksekti ki, duvarlara asılan meşalelerin ışığı yetersiz kalıyor, yukarıya ulaşmıyordu. Sıra sıra camların dizilmesiyle oluşan tavan, ejderha için özel olarak yapılmıştı. Renk renk camdan yapılma tavan, gündüzleri gün ışığını tamamen içeri alıyor, akşamları ise Ay’ın mavi ışıkları ile dev salonu huşu verici bir ortama dönüştürüyordu.

Köz’ü yıllardır besleyip, görmelerine rağmen ne zaman salona adım atsalar ikisi de kalp atışlarının hızlanmasına engel olamıyordu. Karşılarında masallardan fırlama muhteşem bir yaratık uzanmış, uyukluyordu. Çatal dili dev dişlerinin arasından sarkmış, iri burun delikleri nefes aldıkça uğultuyla açılıp kapanıyordu. Yeşil pulları, neredeyse on adam boyundaki kanatları, bıçak gibi keskin pençeleri ile Köz, tüm heybetiyle karşılarındaydı.

Ejderha boynundan dev bir tasmayla yere zincirlenmişti. Nasıl olur da bir insan böylesine bir güzelliği kilit altına vurabilirdi? Yine de bu, dev ejderhanın baş edemeyeceği bir sorun değildi ve doğrusunu söylemek gerekirse hiç de güven vermeyen bir önlemdi.

Ejderhanın bilinci birazdan yerine gelecekti.

Bu tam anlamıyla delilikti. Planlarının üzerinden yüzlerce kez geçmelerine rağmen, tekrar düşünmekten kendilerini alamadılar. Kaçmak için ejderhayı kullanmak ha? Belki de bu, hiç de iyi bir fikir değildi.

Devam etmek için tüm iradelerini kullanmak zorunda kaldılar. Artık geri dönüş yoktu. Derin bir nefes alıp üzerine büyülü iksir dökülmemiş olan etleri usulca ejderhanın ağzına yaklaştırdılar.

Köz kokuyu almış olacaktı ki, hemen kıpırdadı. İki köle istemsizce birkaç adım geri çekildi.

Ejderha yarı uyuklar şekilde başını kaldırıp, yavaşça yemeğini yemeye koyuldu. Gözleri kapalıydı, bir önceki büyülü iksirin etkisi halen geçmemişti.

Zaman ilerliyor, ejderha yavaş yavaş etleri midesine indiriyordu.

Köz’ü etkisi altına alan büyü yenilenmediği için ejderhanın uyanması an meselesiydi. Bilinci yavaş yavaş yerine geliyordu.

Köz zihninde bulduğu ilk zayıflıkta, kendini büyülü uykusundan çekip kurtardı.

Gözlerini bir anda öfkeyle açtı. Başını kaldırıp etrafına baktı. Çatal dili ağzına girip çıkıyor, dev pençelerinin üzerinde doğruluyordu. Boynundaki tasmanın zincirleri her hareketinde gürültüyle şıkırdıyordu.

Karşısında tir tir titreyen iki minik sureti seçebildi. Başını eğip iki küçük insacığa yaklaştı.

Yamaç ile Gül, alev alev yanan iki yarık gözün önünde adeta taş kesilmiş, nefes almaya bile korkuyorlardı.

“ Söyleyin bana; neredeyim? “

Ejderhanın içten gelen kalın sesi, ikisini de baştan aşağı titretti. Sesindeki tekin olmayan tını, yaşamlarının verecekleri cevaba bağlı olduğu söyler gibiydi.  

“ Re…reisin ülkesindesiniz yüce ef…efendim… “ Yamaç’ın titrek sesi salonda uğursuzca yankılandı.

Gül ile ikisi dizlerinin üstüne çöküp tüm cesaretlerini toplayarak konuşmaya başladılar. İçlerindeki son umut ışığına tutunarak devam ettiler.

“ Reis sizi yıllar önce yakaladı haşmetli ejderha. Sizi kendi evcil hayvanı olarak gördü. Ülkesinin dört bir yanından çağırdığı büyücüler, her gün size yaptıkları çeşitli büyülerle uyumanızı sağladı. Reis sizi diğer ülkelerden gelen elçilere gösterip kendine ün ve güç sağladı. “

“ Lütfen sözlerimizi bağışlayın efendimiz ama gerçek bu. Sizi bu yaşamdan kurtarmak için kendimizi tehlikeye attık. “

Ejderhanın gözleri kısıldı. Bıçak gibi keskin bir sesle sordu. “ Neden? “

“ Sizin gibi asil bir varlığın bizim için aynı şeyi yapmasını umduğumuz için. “ Gül devam etmesi için Yamaç’a baktı. Yamaç derin bir nefes alıp söze devam etti. “ Reisin çiçeğini almamıza yardım etmenizi umduğumuz için. “

Kısa bir sessizlikten sonra Köz’ün yürekleri titreten sesi duyuldu. “ Reisin ülkesini yakıp yıkacağım. Bana yaptıkları için. “

Yamaç ve Gül sessiz yakarışlarla talih tanrısına dua ediyordu. “ Lakin size borçluyum. Yüz kalp atımı vaktiniz var. “  


* * *


İkisi de nefes nefese bahçıvanın klübesine doğru olabildiğince hızla koşuyordu. Yamaç’ın elinde büyük bir şişe belirme iksiri hazır duruyor, bir yandan Gül’e acele etmesi için bağırırken, bir yandan da tıkır tıkır işleyen planları yüzünden gülümsemesine engel olamıyordu. Arkalarında, zincirlerinden kurtulan Köz’ün cam tavanı yırtarcasına gökyüzüne yükseldiğini duyabiliyor, ejderhanın dev gölgesi sarayın üzerinde uğursuzca dolaşıyordu. Tüm saray halkı dehşete düşmüş bir vaziyette öylece durmuş, havada tur atan kanatlı ölüme bakıyordu.

“ İşte aradığımız fırsat Gül! Bu karmaşada kimse bizi durduramaz. “

İki köle ok gibi bahçeye daldı. “ İşte orada! “

Reis’in kıymetli bonanzaları hemen karşılarındaydı. Öngördükleri gibi karşılarına kimse çıkmamıştı. Tüm muhafızlar ve saray halkı çığlık çığlığa etrafa kaçışmış, ejderhanın öfkesinin ulaşamayacağı bir yer bulma ümidiyle deliler gibi koşturuyorlardı.

İnsanların yakarışları ve çığlıkları kulaklarına kadar geliyordu.

“ Felaket bu! “

“ Lanetlendik! “

Titreyen ellerle saksının içinden bir avuç toprak alıp belirme iksirinin içine kattılar.

Yüreklerinde tarif edemedikleri bir sevinç duyuyorlardı. Sonunda başarmışlardı. Bu hapishaneden kaçmak üzereydiler. Artık özgürdüler.

İkisi de korku ve mutluluğu bir arada yaşıyordu. Yamaç sessiz bir tebessümle iksiri Gül’e uzattı. “ Önce sen. “

Gül şişeden büyük bir yudum aldı. Ardından da Yamaç yeşil sıvıyı yuttu. İkisi de hiç konuşmadan birbirlerinin gözlerinin içine bakıyordu. Sonra yüksek bir puf sesiyle yok oldular.

Gözlerini açtıklarında gördükleri karşısında neredeyse düşüp bayılacaklardı. Gerçeğin korkunç görüntüsü bıçak gibi sırtlarına inerken gözyaşları içinde dizlerinin üstüne çöktüler.

Hala saraydalardı.

Ejderha gökyüzünde daireler çiziyor, iki köleye vaad ettiği yüz kalp atımının dolmasını bekliyordu.

“ Ama nasıl!? “ Yamaç inanmaz gözlerle bir iksire bir bonanzaya baktı. Anlamıyordu. Gül yanında çökmüş, korkunç gerçeği sindirmeye çalışıyordu.

Yamaç’ın görüşü bozulmuş, gözyaşlarıyla bulanmıştı ancak yine de, önünden hızla geçen figürü fark etti. Hayal kırıklığı ve öfkenin verdiği son bir güçle peşinden koşup, adamı tuttuğu gibi yere savurdu.

Bahçıvanın çırağı korku içinde dönmüş, tepesine dikilen kölenin, ejderhayı aratmayacak olan öfkesiyle baş başa kalmıştı.

“ Ustan nerede? “ Çırak tüm bu olan bitenden ötürü afallamıştı. Yamaç suratına okkalı bir yumruk savurdu.

“ Ustan nerede? “

“ Öldü! “

“ Nasıl? “

Çırağın burnundan kan sızıyordu. Ejderha gökyüzünde daha da alçalmış, öfkesini kusacağı anın gelmesini bekliyordu.

“ Onun yerine geçmek istedim! “ Genç adam olanlar karşısında kendini kaybetmek üzereydi. Konuşurken tükürükler saçıyordu. “ Saraydan aldığım toprağı Kuzey Dağları’ndan getirdiğimi söyleyip ona verdim. “

Çırağın yakasına yapışıp konuşması için sertçe tuttu. “ Devam et. “

“ Bonanzaları ölünce reis, bahçıvanın kellesini aldı. Yerine ben geçecektim! “

Duydukları karşısında Yamaç istemsizce bir kahkaha koparıverdi. Kahkahası giderek histerik bir hal aldı. Uzaklarda Gül bir köşeye çökmüş boş gözlerle bakıyordu.

Sonra ejderha onlarca yılın öfkesini tek seferde sarayın üstüne kustu.

Reisin ülkesinden yükselen alevler Kuzey Dağları’ndan bile görülebiliyordu.  
 

SON

3
Kurgu İskelesi / Gökkuşağı Avcıları
« : 09 Ekim 2011, 02:56:32 »

Güneş yavaş yavaş gözden kayboluyor, Devrik Tepe’nin asırlık çam ağaçları esen tatlı bir akşam rüzgarıyla oynaşıyordu. O gün de tıpkı diğer günler gibiydi. Her bacadan yükselen kara dumanlar ocaklarda pişen yemeklerin habercisiydi.  Tarlalardan yorgun argın eve dönenler köyü kaplayan yemek kokusunu uzun uzun içlerine çekiyor, çocuklarını eve çağıran annelerin sesleri kerpiç evlerin arasında yankılanıyordu . Gölgeler giderek uzuyor, sokak kandilleri yakılıyor, gecenin çökmesiyle  etraf giderek sessizleşiyordu.

Demiştim ya o gün de tıpkı diğer günler gibiydi diye; ben, Pıt ve Kıtır, Güneş’in batmasıyla her zamanki  gibi evin yolunu tutmuştuk bile. Bütün gün koşturup oynamıştık. Üstümüz başımız toz toprak içindeydi; hâlâ hatırlarım, o gün Kıtır’ın pantolon diye giydiği paçavra boydan boya yırtmıştı da bembeyaz bacakları meydana çıkmıştı. Pıt’la ben nasıl da dalga geçmiştik Kıtır’ın çöp gibi bacaklarıyla.

Kıtır’ın minik yüzü belli belirsiz de olsa hâla aklımda. Onun ne kadar da güzel bir kız olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Hey gidi günler… Pıt’la ben bitmek bilmez alaylarımızla nasıl da öfkelendirirdik onu. O günler aklıma geldikçe yüreğimi hüzün kaplar, bir hoş olurum.

Üç küçük arkadaş o gün kolkola yürüyorduk. Ben her zamanki gibi yine, köye çıkan bayırı aşarken kan ter içinde kalmıştım. Pıt ile Kıtır’ın koluna yapışmış, ağır ağır yürüyordum. Kilolu bir çocuktum. Koca göbeğim yüzünden köyün çocukları arasında zaman zaman alay konusu olurdum. Alaylara pek de kulak asmazdım işin aslı. İştahım biraz fazlaysa bunda benim suçum ne? Hem, iki dostum yanımda olduğu sürece mutsuz olmak neredeyse imkansızdı.
Köye yaklaşmıştık. Son kızıl ışıklar da gözden kaybolurken gölgeler giderek yoğunlaşıyordu. Çimenler sabah çiseleyen yağmur yüzünden hala nemliydi.

Midelerimiz boştu. Köyden burnumuza kadar gelen yemek kokuları ağzımızı sulandırmıştı doğrusu. Güneş yerini yavaşça Ay’a devrederken kulaklarımıza aşina bir ses ilişti.

“ Pıııııt! Nerede bu çocuk? Yemek hazır oğlum! “

Aradan birkaç saniye geçmemişti ki, başka bir ses köyün diğer tarafından yükseldi. “ Kıtır! Nerdesin kız!? “

Bir an sonra sıra annemdeydi. “ Buban geldi oğlum, içeri gir artık. “

Oyun saatinin bittiğini haber veren akşam yemeği her ne kadar sinir bozucu olsa da, tüm gün harmanda koşturup oynamak fena halde acıktırmıştı bizi. Hiçbirimiz dumanları tüten bir tas yemeğe hayır diyemezdik doğrusu. Acele etmezsek annelerimizden gelecek olan fırçayı ve kıçımıza yiyeceğimiz şaplağı saymıyorum bile.

“ Ben gidiyorum. Sabah görüşürüz, “ dedi Pıt.

“ Yarın hacının bahçesine tekrar girelim mi?  “

“ Girelim! Sabah orada buluşuruz. “

“ Ben gelemem, annem bana yarın dikiş öğretecekmiş. “ Kıtır’ın bahanesi hemen itiraz seslerinin yükselmesine neden olmuştu.

“ Hadi ama Kıtır, mızıkçılık yapma işte. “

“ Mızıkçı değilim! “

“ Mızıkçısın! “ Konuşma uzadıkça, yemeğe geciktiğimiz için azar işitme ihtimalimiz de giderek yükseliyordu. Annem kıçıma az vurmamıştı bu yüzden.

Şaplak korkusundan “ Tamam, sabah annenle konuşup izin isteriz. “ deyiverdim. Nasıl izin alacağımızı ben de bilmiyordum. Kıtır’ın annesi, hepimizin annesinden daha aksi bir kadındı öyle ki, köyde çocuklar arasında bu konuda küçük bir ün bile yapmıştı.

Pıt da bu durumu biliyor olmalıydı; gözlerini devirerek bana baktı.

“ Biraz daha oyalanırsak yine azar işiteceğiz. “

Her birimiz evlerimize dağılmak üzereydik ki, arkamızdan gelen bir kişnemeyle yerimizden sıçradık.O kadar korkmuştum ki, kendimi tutamayıp ağzımdan küçük bir çığlık koparıverdim.

Hemen arkamızda Deli Şükür’ün eşeği kendi halinde, başı boş, aheste aheste yürüyor, patikadan köye doğru ilerliyordu. Eyerinin iki yanına asılmış olan heybeler o yürüdükçe bir o yana bir bu yana sallanıyor, sanki bizi tanımış gibi üzerimize doğru geliyordu.

Eşek de tıpkı sahibi gibi bir acayipti doğrusu. Zavallı eşeğin belki de hayatında yaptığı en büyük hata Deli Şükür gibi bir sahibinin olmasıydı. Kürkü her daim kir, toz içindeydi. Kısa yelesi tutam tutam ayrılmış, kirden keçeleşmişti. Eşeğin tek gözü görmezdi. Gözbebeğine beyaz bir perde oturmuş, yüzüne hiç de tekin olmayan bir ifade kazandırmıştı.

Eyeri üzerindeydi ama Deli Şükür’ün kendisi neredeydi acaba?

“ Belli ki Deli Şükür yine kaybolmuş. “

“ Belki de eşekten düşmüştür. “ Bu fikir hepimizi kahkahalara boğdu.

“ Peki eşek ne olacak? “

“ Başıboş bırakırsak kurtlar yer bu hayvancağızı. “

“ Bizim ev köyün girişinde, “ dedim. “ Eşeği bizim eve bağlarım. Deli Şükür gelirse mutlaka görür. “

Tuttum eşeği getirdim bizi eve. Babam pencereden yanımda bir eşekle geldiğimi görmüş olmalı ki, kapıya çıktı. Bir eşeğe, bir bana baktı.

“ Deli Şükür’ün eşeği değil mi o? “

“ Evet, “ dedim. “ Yolda başıboş bulduk, buraya getirdim. “

Deli Şükür deliydi deli olmasına ama aynı zamanda köyün neşe kaynağıydı da. Anlamsız çıkışları, garip hareketleriyle herkesi kahkahaya boğardı. Babam çok severdi bu adamı. Evde yemek bol olduğu vakit Deli Şükür’ün kaldığı döküntüye bir tas çorba koyar, aşını eksik etmemeye çalışırdı.

“ İyi yapmışsın, “ dedi babam. “ Ötedeki ahıra koy. Gece ayaz çıkar. Sabah gelirse alır eşeğini.  “

 Eşek yeni evine şöyle bir bakış attı. Sanki kalacağı yeri tartıyor gibiydi. Beğenmiş olmalıydı ki, ben daha eyere dokunmadan ahırın sürgülü kapısına doğru ilerlemeye başladı.

Eşek kıçını bir o yana bir bu yana sallayarak yürürken arkadan babamın sesi yükseldi, “ Heybesinden sallanan o kağıt parçası da ne öyle? “

Babamın gösterdiği yere baktım. “ Deli Şükür’ün karalamalarıdır, ne olacak. “

Sararmış kağıt parçasını çekip aldım. Babam topak olmuş kağıdı dikkatlice açıp şöyle bir göz gezdirdi.

Birden kocaman bir kahkaha koparıverdi. Benim meraklı bakışlarım altında babam kağıdı okudukça gülmeye devam ediyordu.

“ Ne yazıyor baba, bana da söyle. “ Bir yandan da babamın elindeki kağıdı görebilmek için yerimde zıplıyordum.

“ İllahî deli. Sen çok yaşa emi. “

Merakım iyice artmıştı. “ Ne olmuş, ne olmuş? “

“ Ne olacak, bizim deli nihayet gökkuşağına tırmanmayı başarmış. “

“ Gökkuşağına mı tırmanmış? “ dedim hayretle. Neden bu daha önce bizim aklımıza gelmemişti?

“ Bizimkisi aylardır gökkuşağına tırmanıp, harikalar diyarına gideceğini söyleyip duruyordu. “ Anlatırken ara ara gülmeye devam ediyordu. “ Deli işte. “ Elindeki kağıdı göstererek “ Bir de köylülere veda mektubu yazmış. “

“Ama… Nasıl gitmiş? “ Harikalar diyarı ha? Gökkuşağı ha? Bu muhteşem bir şey olmalıydı.

“ Biz de gidelim mi baba? “

Babam yüzümdeki hayretle karışık heyecanı görünce kafama şakadan bir tane vurdu. “ Aptal olma. Elbette gitmedi. Harikalar diyarı diye bir yer yok. Eminim ormanda bir kovuğa büzülmüş, kendini harikalar diyarında sanıyordur. Birkaç güne kalmaz çıkar gelir. “

Ama Deli Şükür geri dönmedi.


***


Deli Şükür’ün ortadan kaybolmasının üstünden neredeyse bir ay geçmişti. Bir hafta önce arama grupları pes etmiş, Şükür için küçük bir cenaze töreni yapılmıştı.

“ Ormanda vahşi hayvanlara yem olmuştur, “ diyordu köylüler. Daha doğrusu ben, Pıt ve Kıtır hariç herkes.

İki küçük dostuma tüm hikayeyi anlattım. Şükür’ün veda mektubunu, gökkuşağına tırmanışını ve ötesindeki harikalar diyarı hakkında babamın okuduğu mektuptan öğrendiğim her şeyi bir bir aktardım. Bir an sonra kararımızı vermiştik bile.

“ Biz de gökkuşağına tırmanacağız! “

Her birimiz harikalar diyarı denen yeri görmeyi deliler gibi arzular olmuştuk. Bu inanılmaz bir macera olacaktı. Harikalar diyarı her dileğin gerçekleştiği bir yer olmalıydı. Türlü türlü hayaller kuruyorduk. Bazen masallardaki gibi kendimizi bir ejderhanın sırtına koyup güzel prensesi kurtarıyor, bazen de bir ozan olup bülbül gibi şakıyorduk. Hayallerimizde kılıktan kılığa giriyor, üzüntü ve kederin hiç olmadığı bir hayat düşlüyorduk.

Ne zaman bir araya gelsek kendimizi harikalar diyarını düşlemekten alıkoyamıyorduk. Orayı görmeyi her şeyden çok istiyorduk.

Ancak ortada bir sorun  vardı. Görünüşe göre oraya gidebilmenin tek yolu Deli Şükür’ün yaptığı gibi gökkuşağına tırmanmaktan geçiyordu. Kısa bir süre sonra anladık ki, gökkuşağı bulmak hiç de kolay bir iş değildi. Ancak yine de hiç birimizin pes etmeye niyeti yoktu.

Üç küçük gökkuşağı avcısı olup çıkmıştık. Ne zaman yağmur yağsa, Güneş’in ortaya çıkıp o büyülü yolu oluşturması için hevesle bulutların açılmasını beklerdik. Gözlerimiz hep gökyüzündeydi. Her yağmurda pencerenin önünde bekleşip, gökkuşağının çıkması için sessiz dualar ederdik.

Birkaç tane gökkuşağı görmüştük görmesine ama ya çok uzaktaydılar ya da kısa süre sonra gözden kaybolmuşlardı. Minik bacaklarımız bizi götürene kadar çoktan yitip gitmişlerdi.

Hayal kırıklığıyla geçen koca bir seneden sonra, harikalar diyarına gitme arzumuz sönmeye yüz tutmuştu. Artık eskisi gibi hevesle yağmuru beklemiyorduk. Düşlerimiz eskidikçe bizler de heyecanımızı kaybediyorduk. Sayısız hayal kırıklığından sonra herkeste yılgınlık baş göstermeye başlamıştı. 

Bir gün ansızın Pıt’ın haykırışıyla yatağımda irkildim. “ İşte orada! “ diye bağırıyordu Pıt. “ Gökkuşağı hemen aşağıda! “

Havada ıslak çimenlerin tanıdık kokusu vardı. Gece yağmur yağmış olmalıydı. Pıt’ın sesindeki heyecana bakılacak olursa gökkuşağı hiç olmadığı kadar yakında belirmiş olmalıydı.

Yorganı tek hareketle üstümden sıyırıp, annemin şaşkın bakışları altında evden ok gibi fırladım. Üzerimde pijamalarım, çıplak ayaklarla Pıt’ın peşinden var gücümde koşturdum.

Tombul göbeğim elverdiğince hızlı koşuyordum. Kıtır benden önce yetişmişti. Pıt’ın hemen arkasında çayırlardan aşağı, ormana doğru koşuyorlardı.

Bakışlarımı öteye uzattığım anda gökkuşağını gördüm. Ormanın hemen önünde o muhteşem büyülü yol tüm zarafetiyle uzanıyordu. Mavi, yeşil, sarı, mor, kırmızı ve turuncu… Renk renk yollar gökyüzüne doğru yükseliyor, bilinmeyene doğru gözden kayboluyordu.

Çayırdan aşağı hızla koşmaya devam ettim. Tombul bedenim yavaş yavaş isyan bayrağını çekmeye başlamıştı. Yüzümden terler boşalıyor, bacaklarım fena halde sızlıyordu. Harcadığım çaba yüzünden kıpkırmızı kesilmiştim. Pıt ile Kıtır arayı giderek açıyorlardı.

“ Hey! Beni de bekleyin! “

İki dostum gökkuşağına neredeyse varmışlardı. Onlara yetişmek için var gücümle koşuyordum.
Daha sonra gördüğüm manzarayı ömrüm boyunca unutamayacaktım.

Pıt koca bir adım atarak gökkuşağına zıplayıp harika renklerden birine tutunmayı başardı! Hemen arkasından Kıtır ona yetişti. Son bir çabayla ileri uzandı ve tam Pıt’ın yanına, gökkuşağının renkleri üzerine yerleşiverdi!
Gördüklerime inanamıyordum. Gerçekten de gökkuşağına tırmanmışlardı! Demek gerçekten de harikalar diyarı diye bir yer vardı!

Dostlarımı gökkuşağının üzerinde, bana el sallarken görünce içimi büyük bir sevinç kapladı. Başarmak üzeredeydik! Gökkuşağının ötesine, bilinmeye doğru büyük bir maceraya girişmiştik.

Bir an sonra ise gördüklerimin dehşeti tüm benliğime yayıldı; o sıcak heyecan yerini bir anda korkuya bıraktı. Gerçek suratıma tokat gibi çarparken, ağlamamak için kendimi zor tuttum.

Gökkuşağı yavaş yavaş kayboluyordu.

“ Çabuk! Daha hızlı! “

Dostlarım ile aramda hala elli adımdan fazlası vardı. Gökkuşağı ise sessiz yakarışlarıma aldırmadan gözlerden silinmeye devam ediyordu. Sanki beni görmezden geliyormuş gibi dünyadan ayaklarını her geçen saniye daha da çekiyordu.

Gökkuşağıyla beraber dostlarım da giderek gözlerden kaybolmaya başlamıştı.

Önce onları kaybettim. Bir an sonra ise beni çağıran seslerini. Oraya vardığımda ise artık çok geçti.

Gökkuşağı Pıt ve Kıtır’la beraber kaybolmuştu.

Oracıkta çöktüm. Gökkuşağından geriye kalan tek şey sessizlikti. Yüreğim burkuldu; gözlerimden yaşlar boşandı. Ne kadar ağladığımı ya da ne kadar gökyüzüne baktığımı hatırlamıyorum. Ne ormana girişimi, ne de saatlerce gökkuşağını arayışımı hatırlıyorum. Tek hatırladığım gözyaşlarımın sıcak dokunuşu, rüzgarın serin esintisi ve dostlarımın kulaklarımda yankılanan sesleri.

Şimdi yetmiş yaşındayım. O zaman kimse bana inanmamıştı ama belki şimdi, yaşlı bir adamın son sözlerine inanırlar.

Köylülerin tek gördüğü üçümüzün çayırdan aşağı, ormana doğru koşuşumuzdu. Geriye dönen sadece ben oldum. Onlara söyledim. Hepsini gözyaşları içinde anlattım; Pıt ve Kıtır’ın gökkuşağına tırmandıklarını, harikalar diyarını, gökkuşağının ben ona yetişemeden kaybolmasını ve dostlarımı yitirişimi. Ağzımdan çıkan tek şey gerçekti.
 
Kimse bana inanmadı. Beni sıkıştırdılar, vurdular, azarladılar. Tek yaptığım gerçeği söylemek olmasına rağmen duymak istedikleri şeyi söylemem için sıkıştırdılar. Tüm bunlar on yaşında bir çocuğun dayanabileceğinden çok daha fazlaydı.

Sonunda pes ettim. Onlara istediklerini verdim. “ Onları ormanda kurt kaptı. Ben de korkup kaçtım, “ dedim. Herkes anlayışla başını salladı. Bir tür travma geçirdiğimi, tüm bu gökkuşağı saçmalığını uydurduğumu düşündüler. Keşke içlerindeki çocuk hiç ölmemiş olsaydı. Belki o zaman, kim bilir belki o zaman doğruyu söylediğimi bilebilirlerdi.
 
Artık yaşlı bir adamım. Ömrümün sonuna yaklaştım. Aldığım her nefeste bunu hissedebiliyorum.

Uzun yaşamım boyunca ne zaman yağmur yağsa, umutla dostlarımın beni almak için geri dönmesini bekleyip durdum. Ama geri dönmediler.

Şimdi her nerede iseler çok mutlu olduklarına eminim.

Bu satırları yazarken içimden yükselen heyecana engel olamıyorum. Çünkü biliyorum; kısa bir zaman sonra, başka bir yolla da olsa, harikalar diyarında dostlarımda buluşacağım.

Biliyorum, çünkü her gün yavaş yavaş ölüyorum.

Son mektubumu Devrik Tepe’nin tüm çocukları için yazıyorum. Onlar sözlerimin gerçek olduğunu yüreklerinde hissedeceklerdir.

Harikalar diyarında görüşmek üzere.


4
Şişedeki Mısralar / Yeni Dünya'nın Öyküsü
« : 01 Ekim 2011, 02:04:49 »
Yıllar yıllar önce,

Yıldızlar delikanlı, evren minicikken,

Dünya denen bir yer varmış, tek başına bir bilye.
 
Ne bir Güneş’i varmış ne de bir uydusu,
Karanlıkta tek başına dururmuş, çok yalnızmış doğrusu.
 
Kendi ışığına sahipmiş, masmavi parlarmış engin karanlıkta,
“ Nasıl parlıyorsun Dünya, Güneş’in mi var arkanda? “
 
Işığı kendi içinden gelirmiş ve üzerindeki çocuklarından,
Ağaçlar mavi mavi parlarmış, ışık saçarmış her yanından.
 
Her biri kendi ışığına sahipmiş, tıpkı masmavi bir orman.
Gelen geçen mest olurmuş, gözlerini alamazmış Dünya’dan.
 
Mavi mavi yanarmış toprak olmasa bile Güneş,
Dünya’nın çocukları kendi ışığını saçarmış, masmavi bir ateş.
 
İki kardeş yaşarmış bu fantastik Dünya’da,
Bir kız ve bir oğlan, ikisi de aynı yaşta.
 
Bir yaşlı kadın varmış çok sevdikleri,
Hikmet Ana derlermiş ona, olmasa bile anneleri.
 
Hikmet Ana’nın yüzü kırış kırış, dalgalı bir deniz.
Uzun yılların izleri, yaşlılığın getirdikleri.
 
Kendilerinden başka kimse yaşamazmış bu Dünya’da,
Ağaçlar, hayvanlar, cinler ve periler dışında.
 
Çok hastaymış Hikmet Ana, kalkamazmış yerinden.
Nefesi hırıltılı çıkarmış, konuşamazmış öksürükten.
 
Arayıp durmuşlar bu hastalığa bir çare,
Ne hayvanlar ne periler şifa bulamamış bu derde.
 
“ Lütfen Hikmet Ana bizi bırakma, “
“ Yapayalnız koyma göçüp de uzaklara. “
 
İki kardeş telaşlı; aramışlar tüm ormanları,
Her yere bakmışlar bulmak için doğru ilacı.
 
Kimsecikleri yok, yapayalnızlar bu Dünya’da.
Kim akıl verebilir onlara büyük cinden başka?
 
“ Söyle büyük cin var mıdır bu hastalığa bir çare? “
“ Hikmet Ana ölüyor, ne yaptıysak nafile. “
 
Cin süzmüş iki kardeşi kocaman gözleriyle,
Mavi ve yeşil, ikisi de ayrı renkte.
 
Tüm cinlerden daha yaşlı büyük cin, çok bilge.
Pek çok dostu göçmüş öteye, o ise kafa tutarmış ölüme.
 
“  Söylediklerimi iyi dinleyin, bilmez başkası. “
“ Hayat Ağacı'na gidin,  o ağaçların en yaşlısı. “
 
“ Boyu yüz kulaç, kökleri nehirler kadar, “
“ Gökyüzünü kaplar çatısı, yıldızları elinde tutar. “
 
“ Usulca girin kovuğuna, o sizi sınayacak. “
“ Bakalım ne der size, bu ilacı o verebilir ancak. “  
 
“ Dikkat edin insancıklar, Hayat Ağacı kurnazdır. “
“ Kalbinde kötülük olduğu kadar iyilik de vardır. “
 
İki kardeş hoplaya zıplaya varmışlar Hayat Ağacı’na,
Sevinçten ağızları kulaklarında, usulca girmişler kovuğuna,  
 
Hayat Ağacı silkinmiş, sevmezmiş uyandırılmayı.
Kalın sesiyle korkutmuş iki maceracıyı.
 
“ Söyleyin bakalım ne ister yürekleriniz? “
“ İşte size bir sınav geçin, sizindir dilekleriniz. “
 
Birden önlerinde masmavi bir ateş belirmiş, ötesinde bir kapı.
Kovuğun girişi kapanmış, seslenmiş Hayat Ağacı,
 
“ Girin kapıdan içeri ama önce ateşten geçmeli. “
“ Büyüm engin ve sınırsızdır, görelim yüreğinizi. “
 
İki kardeş tereddüt etmiş, ateş çok sıcak.
Dönüş yok geriye, bir iki adım atabilmişler ancak.
 
Uzaklarda Hikmet Ana son nefesini vermiş.
Hayat Ağacı bilir ama iki kardeş bilmezmiş.
 
Kalın sesi yankılanmış büyük kovukta,
Gövdesi sarsılmış, yer titremiş rüzgarıyla.
 
“ Hikmet Ana öldü, çabanız nafile. “
“ Ben bile geri getiremem ölüyü, dönün geriye. “
 
İki kardeş üzüntüyle çökmüş toprağa
Gözleri yaşlı, yürekleri ise bin parça.
 

Her biri perişan, seslenmişler ağaca.
“ Madem bu kadar bilgesin cevap ver şu soruya: “

“ Söyle bize annemiz neden öldü? “
“ Niçin iyileşemedi bir türlü? “

Hayat Ağacı hüzünlü, belli ki yüreği sızlar.
Onun da bir derdi vardır, bilemez ki insancıklar.

“ Annenizi öldüren karanlıktı. “
“ Ne bir Güneş’i ne de bir Ay’ı vardı. “

“ Ben Hayat Ağacı’yım, yaşamı yaratan, “
“ Ancak gücüm yetmez, yoksunum ışıktan. “

“ Bu Dünya’nın ne Güneş’i ne de bir Ay’ı var. “
“ Kendi saçtığımız ışık yetmez, karanlık her yeri kaplar. “

İki kardeş o an karar vermişler.
Ağaca seslenip dileklerini söylemişler.

“ Ey bilge ağaç işte sana bir dilek, “
“ Ben Güneş olayım o da Ay. “

“ Dilekleriniz gerçek olur ama önce ateşten geçmeli, “
“ Ne güzel bir istek, karanlık artık çekip gitmeli. “

İki kardeş tereddütsüz; geçmişler mavi ateşten,
İkisi de cesur, korkmazlarmış ölümden.

İki kardeş yaşardı bu fantastik Dünya’da,
Biri kız, biri oğlandı; ikisi de aynı yaşta.

Kız Ay, oğlan ise Güneş oldu.
Karanlık kimseyi öldürmesin, dilekleri gerçek oldu.

Güneş ısıtır Dünya’yı, kucaklaması çok sıcak.
“ Işığım büyütsün sizi, karanlık gece gelebilir ancak. “

Ay aydınlatır geceyi, sanki bir fener,
Beyaz ışıkları bir kızın elleri, karanlığı çözer.

İki kardeş de ışık saçar, dönerler Dünya’nın etrafında.
Yeni Dünya’nın yaratıcılarıdır onlar Hayat Ağacı’yla.

Dünya şimdi capcanlı, üzerinde canlılar.
Merak etmeyin, onlar bizi hep aydınlatırlar.

5
Düşler Limanı / Aşk, Sevgi, Sevgili Üzerine
« : 29 Eylül 2011, 21:08:34 »
İlahi aşk; sen yok musun sen...

Gerçekten de yoksun.

Aşk modern insanın zihninde ne de çok yer kaplıyor böyle. Sinema filmlerimiz var biraz aşk izlemek için para verdiğimiz, sayfalar dolusu şiirlerimiz var konusu sevgili, kitaplarımız var aşkın insana neler yaptığını yüzlerce sayfaya anca sığdırabilen, dizilerimiz ve oyunlarımız var, halk söylencelerimiz var, şarkılarımız ve ağıtlarımız var.

Hepsi de aşka adanmış, her biri şu aşk denen şeyin insanı nasıl vurduğunu anlatır durur.

Medya, sosyal medya, yazılı ebebiyat bas bas aşk diye bağırırken, günlük yaşantımız ve etkileşim içinde bulunduğumuz her türlü materyalde aşk teması bulunabilirken, bu aşk denen duyguyu nedense bir tek kendi içimizde bulamıyoruz.

Bulduğunu düşünenler de var elbette. Onların sayesinde insanlığın hiç eskimeden modası aşk, halen popüler, halen çok canlı.

Aşk bir duygu mudur yoksa mantık ve zekayla ilgili bir olgu mudur? Aşk kalbi mi vurur yoksa zihni mi?

Bizi hayvanlardan ayıran fark bilincimiz olduğuna göre ve hayvanlar arasında insanoğlunun yaşadığı cinsten bir aşk yaşanmadığına göre, aşk sadece entellüktüel bir seviyede mi mümkün olabilir? Düşünce gerçek midir? Öyleyse aşk yapay bir şey midir? İnsan zihninin yarattığı bir yanılsama mıdır?

İnsanoğlu ne zaman çok eşliliği savunsa her defasında doğadan örnek vermekten geri durmaz. Doğada tek eşlilik yoktur der tüm bilmişler, dolayısıyla bizim bildiğimiz manasıyla aşk doğada yer almaz. Zekamız ile hayvanlardan ayrılıyorsak, aşkın zekanın bir ürünü olduğunu söyleyebilir miyiz?

Zeka doğuştan gelen hazır bir birikim midir? Eğer öyleyse, tarihin bilinen her döneminde aşka rastlamamız lazım.

Zeka, çevre ile zamanla yoğruluyorsa o zaman, bu aşk denen şeyi daha iyi anlayabilmek için onu yaratmış olan toplum değerlerine bakmalıyız.

Aşk bir duygu değildir ve insan olarak aşk denen bir hisse sahip olduğumuzu sanmıyorum. Ne anlama gelir karşı cinse seni seviyorum demek? Bunu söylemek başkalarını sevmiyorum anlamına mı gelir? Herkesi seviyorum ama seni daha çok seviyorum mudur söylemek istediğimiz?

Bir duyguyu nasıl bölebilirsiniz? " Senden az nefret ediyorum; senden ise çok nefret ediyorum, " diyebilir miyiz? Sevgi sevgidir, huzur huzurdur, mutluluk mutluluktur. Bir insan az huzurlu ya da biraz sevgi dolu olabilir mi?  Sevgi bölünebilir mi? Vatan sevgisi, Tanrı sevgisi, kendine karşı duyduğun sevgi, ailene duyguğun sevgi, işine duyduğun sevgi...

Hissedilen sevgiler birbirinden farklı mıdır? Sevgi çeşitlere ayrılabilir mi?

Duyguları ifade eden kelimelere duygunun kendisiymiş gibi davranıyoruz. Ancak kelimeler değiştirilebilir, manipüle edilebilir ve kontrol edilebilir; dolayısıyla sevgimiz de -kelimelere bu denli sıkı sıkı bağlı kaldığımız sürece- yönlendirilmeye açıktır.

Topyekün yapılan bir düşünce diktatörlüğü ile aşk denen bir şeyin varlığına inandırıldık. Duygulardan duygu beğendik bu bilinmeyen şey için ve sevginin, aşk denen belirsiz şeye en yakın duygu olduğunu gördük. Tamamen masumduk, herkes bu aşk denen şeyden bahsedip duruyordu; kitaplar, şiirler, filmler ve diğerleri. Toplum kafayı bozmuştu bu konuyla; aşk nasıl çarpar, aşık olan insan ne hisseder, bulutların üzerinde mi yürür, içinde kelebekler mi uçuşur, her şey toz pembe mi gelir ve niceleri. Kimisini fırlatıp atarken, kimisini de dünyanın en mutlu insanı yapıyorsa çok güçlü bir şey olmalıydı aşk. Öyleyse aşk denen şey her neyse, içimizde bir yerlerde olması gerekirdi ki; kutsal olsun, ona atfedilen tüm sıfatları haketsin, yapay ve suni olmasın.

Aşkın gerçekten var olduğuna inandığımız anda bizim için aşk bir gerçeklik oluverdi. Ve bu kesinlikle kötü bir şey değil. Bu sadece insanoğlu olarak zihnimizin ne denli güçlü olduğunu gösterir. Düşüncelerimiz realitemizi yaratır. Bizler düşündüğümüz kadarız.

Aşıksan karşındaki kişiye karşı sevgin çok yoğundur. Ancak söz konusu olan gerçekten sevgi midir? Sevgi nedir? Karşındakinin özgürlüğünü elinden almak, yaptıklarını yargılamak, onu kendi doğruların rehberliğinde yönlendirmek midir? Eğer öyleyse ne yazık ki hissettiğimiz sevgi değil; eğer öyleyse sevgimizin çokluğu bir takım koşullara bağlı ve bu çokluğu belirleyen en büyük koşul ise memnuniyetimiz.
" Beni memnun ettiğin sürece seni seviyorum. "
" Bir başkasına bakarsan kafanı kırarım. "
" Beni mutsuz edersen sevgim biter, senden ayrılırım. “ Sevgi böylesine kırılgan mıdır? Koşullu bir sevgi, gerçek bir sevgi midir? Günümüz birlikteliklerinin, hatta platonik aşıkların kalbindeki duygu gerçekten saf mıdır?

Sevgi en yüksek tanımıyla sınırsız hoşgörüdür. Karşımızdaki ne yaparsa yapsın yargısız gözlerle bakabilmektir. Sevgide korku yoktur. Sevgi insana değişmesini emretmez, plan yaptırmaz. Sevgide sorumluluk yoktur çünkü yapılan her eylemin yakıtı sevgidir. Kişi, olduğu kişi olduğu için değil, sadece varolduğu için duyulan bir mutluluktur.

Seven insan kıskanır. Ne kadar büyük bir aldatmaca. İnsan kıskanıyorsa korkuyor demektir. Sevgi ve korku yan yana gelebilir mi? Ancak biz yine de kıskanmaya devam ederiz. Günümüzde çiftler arasında öylesine dejenere bir sevgi yaşanıyor ki, bu tamamen sahiplenmeye ve bencilliğe yönelmiş bir tür takıntı.

Ve modern zamanlardaki aşkın tanımı da tam olarak bu. Üzerine sevgi serpiştirilmiş, tatmin soslu, korku ve feragat dolu, fedakarlık kremalı bir pasta.

Sevgi bir insana acı çektiriyorsa bilmeliyiz ki, kişinin aradığı sevgi değil sahiplenme ve tatmin duygusudur.

Toplumun yargıları duygu dünyamıza sızmış. Uzun yıllardır süregelen, maruz kaldığımız masallar ve senaryolar ile had safhaya çıkan aşk bombardımanı ister istemez duygu dünyamızda karışıklığa sebep oluyor. " Herkesin dilinden düşürmediği bu şey belki de gerçekten vardır, " gerçekten var mı? Şartlandırılmış ve manipüle edilmiş olabilir miyiz?

Duygu dünyamızı sorgulama konusunda son derece başarısız olduğumuz için gözlem ve mantık neye inanmamız gerektiğini söylemeye başlıyor. İnandığımız an, inandığımız şey bizim realitemizi oluşturuyor. Aşkı bulmayı bekleyip duruyoruz. Sevgiyi deliler gibi, tıpkı tüm hikayelerde kahramanların yaşadığı gibi çılgınca tatmak istiyoruz.

" O kapıdan birisi girse ve o kişi hayatımın aşkı olsa... "

Ah ne kadar da şekeriz.

" O kapıdan birisi girse ve beni mutlu etse, beni tamamlasa... Ruh eşimi, hayatımın aşkını bir gün bulacağıma inanıyorum. "

Ah, ne kadar da asiliz.

" Ona aşığım ama o beni sevmiyor! "

Ah, ne kadar da masumuz.

Önce kendi kendimizi mutlu edebilmeyi öğrenmeliyiz. Bizler henüz bunu yapamazken başkasından bizi mutlu etmesini nasıl bekleyebiliriz? Aşk hikayeleri bize aşık olduğumuzda dünyanın en mutlu insanı olacağımızı söyler. Karşılık göremeyince ise aşk yerini depresyona ve mutsuzluğa bırakır. Bozulmuşsa ve sadece sevgiden ibaret değilse sevmek, insanı mutsuz eder. O kişiyi bulduğumuzda çok mutlu olacağımızı düşünüyorsak bizler sevginin değil, basit bir tatminin peşindeyizdir demektir.

Kimi insanlar vardır ki, depresif takılmayı severler. Bundan gizli bir zevk duyarlar. Kendilerine karşı bir tür sempati duyulmasını arzu ederler. Çünkü kendilerinin bir çeşit kurban olduğuna inanmışlardır. Bu durumdan kurtulmak istemezler ama kurtulmaya çalışıyormuş gibi yaparlar. Buna kendilerini dahi inandırırlar.  Tüm o aşk hikayelerinde gördüğümüz terkedilmiş, karşılık bulamamış insanların berbat hali bir bakıma özendiricidir. İnsan kendisi için büyük bir gizemdir ve her türlü duyguyu tatmak ister. Ruh iyi duygu, kötü duygu ayrımı yapmaz; tek istediği deneyimdir. Ayrılığı yaratan zihindir ve olumsuz duygular içerisinde bulunabilmek için aşk harika bir kılıftır. " Aşık insan ne yaptığını bilmez, " gibi bir gerekçe çok güzel bir kurtarıcıdır. Toplum aşık bir insanı yargılayamaz. Yargısızlıkta korku yoktur ve aşk acısı çeken bir insan, depresyonunu gerçek bir özgürlük içinde yaşar. Ve bunu yapmak, günümüzde sevgili kalabilmek için harcanan çabanın yanında çocuk oyuncağıdır.

Bu yüzden aşk acısı çeken bir insan asla teselli edilmemelidir. Çünkü bu kişi hem sevgiyi fena halde yanlış yorumlamıştır, hem de mutluluk bir düşünce uzağındadır ama bunun farkında değildir. İnsanlar değişme gücüne her zaman sahiptir; öyle ya böyle. Hiç bir acı sonsuza kadar sürmez. Tatmin olmak insana değişme vaktinin geldiğini haber veren çalar saattir.

Sevdiğimiz bir kişi öldüğünde neden ağlarız? Ağladığımız şey onun ölümü müdür? Ölüm hakkında herkesten fazla şey bildiğimiz için mi ağlıyoruz? Yoksa sevdiğimiz kişinin ölümden sonraki yazgısına mı ağlıyoruz? Bizler sevgi ve bencilliği bir arada yaşıyoruz. Bizler kendimize ağlıyoruz. Kendi yalnızlığımıza ağlıyoruz. Karşılıklı çıkar ve memnuniyet üzerine kurduğumuz ilişkinin yıkılmasına ağlıyoruz.

Saf bir sevgide bencillik, tatmin, sahiplenme, korku, memnuniyet veya koşul yoktur. Bu yüzden sevmeyi bilen insanların hikayelerini asla okumayız çünkü kimse onları yazmaz. Ortada yazabilecek bir şey yoktur. Sevgi karşılık beklemez, koşul istemez, gerçek bir sevgi azalıp çoğalmaz. Sevgi asla acı vermez, asla korku hissettirmez, asla kıskandırmaz. Sevgi sahiplenme değildir. Sevgi bağımlılık ve takıntı değildir. Sevgi fedakarlık gerektirmez, fedakarlık değişimdir; sevgi değişmeyi emretmez. Görev yoktur, sorumluluk yoktur sevgi her şeyin, her ne ise o olmasına izin vermektir. Sevgi her zaman oradadır, insanın içinden akıp geçer ve tek istediği şey 'olmak' tır.

Böylesine saf bir duyguyu öyle bir değiştirip, çeşitli kılıflara soktuk ki, sonunda kendi illüzyonlarımızın ve şartlanmalarımızın altında ezilip kaldık. Günümüzde sevgi ile sahiplenme aynı anlama geliyor; aşk ise takıntılı insanlar yaratmaktan öteye geçemiyor.
 
Bizler sevgi kılıfı giydirilmiş ihtirasların, kurnazlıkların ve savaşların peşindeyiz. Bizler sevgi değil, macera arıyoruz.

6
Düşler Limanı / Sana Geliyorum Orhan Baba
« : 29 Temmuz 2011, 04:04:12 »
Eski zamanlardan bir gün. Ankara.

Her şey Ahmet Abi ile başladı. Biz zamanında Ahmet Abi'yle her pazar kafaları çekerdik. Pazarları, Esenboğa Havalimanı yolunda hemen sağda görünen Mamak Çöplüğü'nün karşısındaki düzlüğe arabamızı çekip içerdik. Bir yandan Orhan Baba, bir yandan rakı, biraz da meze, sormayın keyfimizi. Mezeyi paramız olursa alabilirdik ama rakı neredeyse hiç eksik olmazdı bagajda. Siyah poşetin içinde nasıl da masumca bakardı bize için beni diye. Ender de olsa kimi zaman rakı almaya bile paramız olmazdı; o zaman da bira içerdik. Fakirin içkisi biradır diye bir söz vardır. Yoksa fakirin piyanosu gitardır mıydı o söz? Her neyse, sizin anlayacağınız derdimiz rakı keyfi değil, kafayı bulmaktı.  

Ankara'nın bütün pisliği döner dolaşır Mamak Çöplüğü'ne gelir. Çöplük diyorum ama aslında oralar cennet bahçesi gibidir. Çöplüğün etrafı düzlükler, çayırlar, çeşit çeşit ağaçların serin gölgeleriyle doludur. Çöplükten midir bilinmez kimsecikler olmaz Mamak Çöplüğü'nün çevresinde. Eh pek de haksız sayılmazlar. Çöplüğün kokusu insanı alkol almadan sarhoş eder bir süre sonra.

Neyse, bizim Ahmet Abi'yle o düzlüklerde çöplüğün kokusundan uzakta, şirin bir kara çamın gölgesinde gizli bir yerimiz vardı. Öyle sorumsuz da değildik ha; kafamız güzel de olsa, sallana sallana da olsa çöpümüzü toplar bagaja atardık işimiz bitince. Pırıl pırıl tutardık mekanımızı.

Günlerden bir gün ben yine Ahmet Abi’yle mekandayım, içiyoruz. Güneş batmak üzere, manzara çok güzel. Arabanın kapıları açık, takmışız yıllanmış Orhan Baba kasetlerinden birini, bir yandan koca bir dilim kavun atıyorum ağzıma bir yandan boşaltıyorum kadehi. Araba benim. Ayıptır söylemesi Doğan SLX’im var. Doğan’ların en güçlü motora sahip olanından. Öyle basmayan Doğancılardan değiliz yani. Öyle olunca da daha çok yakıyor meret. Zaten paranın çoğunu rakıya vermişiz, kalan parayı da benzine vereceğim; kafam bozuk. İçiyorum ama keyfim yerine gelmiyor bir türlü. Rakı işlemiyor dertlerime.

“ Yok, bu böyle olmaz hacı. Bu hayat böyle sürmez. “ dedim Ahmet Abi’ye.

Ahmet Abi kafayı hemen bulmuş, gözleri kan çanağı olmuş. Rakıya bakıyorum dibinde iki gıdım bir şey kalmış.

“ Ulan ne adisin be, kardeşine bir şey bırakmamışsın. “

Ahmet Abi kafayı sallıyor. Dediğimi anlamadı. Anlamaz tabi, kafası olmuş bir milyon. Benim başım hafif dönüyor ama ayığım. Kıskanıyorum koca öküzü, ne de güzel kafayı bulmuş. Bir de ben bulabilseydim kafayı, toz pembe oluverseydi herşey.

Ahmet Abi’nin dediklerimi anlayıp anlamadığı bilinmez, ben yine de konuşmaya devam ediyorum.

“ Yok yok. Bu böyle sürmez. Cebimizde metelik yok oğlum. Beş parasız dolaşıyoruz etrafta, “ biraz durup düşünüyorum. “ Yarın iş bakacağım. “

Ahmet Abi nasıl olduysa oldu onca konuşmanın arasında “ iş bakacağım “ kısmını anladı.

“ Sahi mi diyon la? “

“ Hee, “ dedim. “ İş bulacağım. “

“ Bak, “ dedi. Bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki, kucağıma doğru düşüp horlaması bir oldu.

Ertesi gün Ahmet Abi uyandığında saat dörde geliyordu. 12 saat uyudu bebe. Dünkü meseleyi hatırlattım. Bana uzun uzun anlattı nasıl iş bulabileceğimi. Ahmet Abi’nin bir yakınının kocasının arkadaşı mıymış neymiş; bunun bir işyeri varmış. Muhasebeci arıyormuş.

“ Ben onu tanırım. Biraz enayi bir tiptir. Bol maaş verir, “ dedi Ahmet Abi.

“ Ben ne anlarım muhasebeden, “ dedim.

“ Oğlum, bak. Sen şimdi matematik biliyon mu? Biliyon dimi? Bilgisayar biliyon mu? Biliyon dimi? İşte bak! Sen muhasebecisin ama farkında değilsin. “

“ Abi, “ dedim. “ Benim matematik liseden kalma. İnternet kafede Kantır falan oynuyoruz mahalleden arkadaşlarla. Bilgisayarım da bundan ibaret. Ha, bir de Pes oynamayı bilirim. “

“ Ohhh, yeter de artar bile, “ dedi Ahmet Abi elini omzuma atarak. “ Senden iyisi mi bulacaklar oğlum? “

Ne yalan söyleyeyim o an kanmıştım Ahmet Abi’ye. Bende de bir heves doğmuştu. Belki de kalkabilirdim bu işin altından.

“ İyi de, ya beni değil de başkasını alırlarsa işe? “

“ Orası kolay “ Ahmet Abi’nin suratında kuşkudan eser yoktu. “ Bizim alt kattaki dilberin oğlu da muhasebeci. Bu çocuk zamanında uğraştı didindi sivi diye bir şey hazırladı. Bu sivi denen şeyi iş yerlerine gönderince, millet bu çocuğu havada kaptı. “

Ahmet Abi’nin mantığında yanlış olan bir şeyler vardı ama o an anlamamıştım. “ Abi, kaparlar tabi çocuk üniversite mezunu falandır. Allah bilir bir de birincikle bitirmiştir. Ben liseyi zor bitirdim. “

“ Ben sana onu mu diyom oğlum. Yap bir sivi şansın artar diyom. “

“ İyi, biz de yapalım bir siiifii verelim bu adama. “

“ Sifi değil la, sivi. CV diye yazılıyor, kara cahil. “

“ Neyse ne; nasıl yapacaz bu şeyi? Hem ne koyacağız içine? Benim karnelerim hep zayıftı. Attım onları. “

“ Yapmayacağız. “ O an Ahmet Abi’nin gözlerinde şeytanı tüm çıplaklığıyla gördüm. “ O çocuğunkini kullanacağız. “

Aradan bir gün geçti, iki gün geçti Ahmet Abi yok. Kontörüm de yok ki arayayım. Bekle babam bekle ortalıkta görünmez herif. Sonunda bir akşamüstü geldi kahveye. Suratında kocaman bir sırıtışla oturdu karşıma. Ahmet Abi’nin gömleği tertemiz, yakaları düzgün. Traşını olmuş, saçları taranmış. Bir de yumuşak yumuşak tatlı bir parfüm kokusu yayıyor ki sormayın. Belli ki kadın eli değmiş buna.

“ Nerelerdesin yahu? Kaç gündür haber alamadım senden. Hacı Muhittin’e soruyorum görmedim diyor, Hüsrev Amca da bilmiyor nerede olduğunu; merak ettim seni. “

“ Anlatacağım, anlatacağım. Hepsini anlatacağım. “ Elini aşağıya götürdü. Pantolonunun bir köşesinden bir deste kağıt çekip pat diye masaya vurdu.

“ Bu ne? “ dedim.

“ Siviyi aldım. “

Şaşkın şaşkın elime aldım kağıtları. Üzerinde kocaman harflerle Cevat Tezcan yazıyor. Benim bakışlarımı görmüş olmalı ki, “ Sana bahsettiğim çocuğun ismi, “ dedi. “ O sayfayı atarız. Al sana gıcır gıcır sivi. Şu koca Ankara’da seni işe almayacak patronun alnını karışlarım ben. “

Ne diyeceğimi bilemedim. Her şey mükemmel görünüyordu. Madem artık bu siifi midir nedir ondan isteniyor işe girerken, biz de verelim bari diye düşündüm.

Şu kağıt parçası başıma ne işler açtı dostlar bir bilseniz. Zaten başıma ne geldiyse şu cahil kafamdan geldi. Kendime cahil diyorum da, güya fiyakalı geçinen Ahmet Abi benden beter. Neyse, en iyisi devam edeyim ben:

Ahmet Abi bana hevesle bakıyor. Yüzünde mahrur bir ifade var. Sanki banka soydu da Miami’ye taşınıyor. Öyle bir bakış.

“ Nasıl aldın bunu? “ dedim.

“ Bizim alt kattaki dilberden. “

“ Tamam da nasıl aldın? “

“ Dilber dediğime bakma. Senin benim kadar bir karı işte. Kadın gelmiş kırkına ama mal yerinde. Görmen lazım hatunu. Kocası öleli on sene olmuş. Bizim ki de neyi var neyi yoksa oğlunun eğitimi için vermiş. Kadının oğlu Cevat mezun olup da şu önündeki sivi denen mucizeyle bir işe girince, kadın yapayalnız kalmış ortada. “

“ Bunu sana kadın mı verdi? “

Ahmet Abi en masum gülümsemesiyle göz kırptı bana. “ Ne sandın. “

Gülümsemesi bulaşıcıydı. O gülünce ben de kendimi tutamayıp sırıtmaya başladım. Sonra sessiz sırıtışlarımız kahkahaya dönüştü. Her şey yolundaydı. Çok yakında eşek yüküyle para kazanmaya başlayacaktm. Kahkahaların arasında sertçe vurdum bizim yaşlı kurtun sırtına. “ Çakal, yine yaptın yapacağını dimi. Demek o yüzden kaç gündür yoksun ortada. “

“ Bana ne yemekler yaptığını bir görsen… “

Ahmet Abi akşama kadar anlattı durdu.

Ertesi gün işyerinin adresine vardım. Bulmak kolay oldu. İşyeri bizim mahalledeymiş. Merdivenleri çıkarken kendi kendime ne kadar şanslı olduğumu söyleyip duruyordum. Evden çıkıp işe yürümem 15 dakika ya surer ya sürmezdi. Benzin parasından yırtmıştım. Tabi önce patronun beni işe almayı kabul etmesi lazımdı. Ama kendimden emindim. Şimdiden işe girmiş gibi hissediyordum kendimi.

Kapıya varıp zile bastım. Zırrrrrrrrr! Zil değil mübarek siren. Boş bulunduğunda insanı yerinden hoplatır. Yine aynı ses. Zrrrrrr! Bu seferki daha hafif. Kapı otomatiğine basmışlar içeriden. Usulca açıldı kapı. Girmeden şöyle bir üstümü başımı düzelttim. Üzerimde Ahmet Abi’nin alt komşusunun ölen kocasının takım elbisesi var. Belli ki kadın bizimkine abayı yakmış. Ne dese yapıyor. Pantolonun beli sıksa da üzerime tam oldu rahmetlinin takım elbisesi. Zavallı, şimdi burada olsa da fingirdek karısının yaptıklarını duysa, bir dakika durmaz boşardı kadını. Tabi bir güzel dövdükten sonra.

Pantolonu iyice çekiştiriyorum. Rahmetli çok zayıf bir adam olmalı; pantolonun beli fena halde sıkıyor. Düğme koptu kopacak. Göbeğimi içime çekip kapıdan içeri giriyorum.

İçerisi aydınlık. Duvarlarda manzara resimleri olan çerçeveler, kenarda köşede duran saksılarda çeşit çeşit bitkiler, yerlerde gıcır gıcır parkeler. Duvarlarda raflar tepeleme kitap dolu. Etraf lüks döşenmiş. Şöyle alıcı gözüyle bakıyorum etrafa. Ne de olsa artık burada çalışacağım. Keyifle içime çekiyorum gördüğüm her şeyi.

Tam karşımda büyükçe ahşap bir masanın arkasında bir kadın oturuyor. Sekreter olmalı. Siyah uzun saçlar omuzlarına kadar geliyor, parfüm kokusu kaplamış her yeri. Masanın altından bacak bacak üstüne atmış, güneş ışığı vuruyor bacaklarına. Durduğum yerden manzara güzel sizin anlayacağınız. Koca memeli taş gibi bir kadın. “ Allah’ım, “ diyorum kendi kendime “ ben ne yaptım da beni böyle ödülere boğuyorsun? “  

“ İyi günler. İş görüşmesi için gelmiştim. Randevu alınmıştı. “

“ Evet, buyrun. “ Fıstık kibarca gülümsüyor bana. Patronun ofisi olması gereken yere kadar eşlik ediyor. Beyaz gömleğinin ilk iki düğmesi açık, yanında yürürken açıklıktan bir şey görme umuduyla yan gözle bakıyorum ama nafile. Lanet gömlek içe doğru kıvrılmış. Gözükmüyor bir şey.

“ Buyrun,
Kadın kapıyı açıp, bana son bir kez gülümsedikten sonra geri dönüyor. Yürürken arkasından bakıyorum. Kalçası bir o yana bir bu yana hoplayıp duruyor. Hop, hop, hop, hop. Dans bile edilir o kalçaların ritmiyle.

Öylece ayakta durmuş kadına ağzım açık bakarken patronun içeride beni beklediğini hatırlıyorum. Hemen dönüp başımla kibarca selam veriyorum. Neyseki bir şey anlamamış. Daha ilk dakikadan sekreteri kestiğimi görmesi iyi olmaz. Dikkatimi önüme veriyorum. Ne de olsa bundan böyle o ince iş için çok zamanım olacak.

Patronun odası havadar. Bol bol güneş alıyor. Bir de duvara kocaman bir klima koymuş. İçerisi bir serin ki… Sanki cehennemden çıkıp cennete gelmişsin gibi. Zenginlik bambaşka bir şey arkadaş. Kocaman ahşap masasının arkasındaki dev koltuğuna gömülmüş yüzünde kibar bir tebessümle bana bakıyor.

Patronun tipini ise sormayın . Sokakta görseniz kasap sanırsınız. Üzerine mavi bir gömlek çekmiş. Ama öyle bir giymiş ki; gömleğin dili olsa imdat diye bağırır. Koca göbeği kumaşı öyle bir geriyor ki, gömlek düğmeleri koptu kopacak. Kravatı zaten yok. Böyle bir adam kravat taksa herhalde boğularak ölür. Açtığı yaka düğmesinden atletinin ucu gözüküyor. Boyun olması gereken yerde gıdığı var sadece. Özenle taranmış saçlar, terli bir surat ve kapkara, gür bir bıyık. Mahalledeki kasap Süleyman’ın bir kopyası karşımda duruyordu.  

“ Merhaba, buyrun oturun, “ kocaman ahşap masasının önündeki koltuklardan birini gösterdi.

Teşekkür edip oturdum. “ İyi günler, ben Osman Ebegümeci. “

“ Murat. Memnun oldum Osman Bey. “

“ Ben de. “

“İş görüşmesi için gelmiştiniz değil mi? “

“ Evet. Bir muhasebeci arıyormuşsunuz. Bilgisayarım ve matematiğim var. Beni alır mısınız işe? “

Ben böyle pat diye sorunca adam biraz afalladı. Ben nereden bileyim bu işler nasıl yürür, nasıl konuşmak gerekir? Çöp kokan, yağmur yağdı mı sel gibi sular akan kenar mahallelerde insan nezaketten ne kadar nasibini alabiliyorsa bende o kadar almışım işte.

“ Buyrun, “ diyip masanın üzerine sivimi bırakıyorum.

Memnun olmuş bir ifadeyle siviyi alıyor. Sayfaları birer birer çeviriyor. Çevirdikçe “ vay vay “ diyip duruyor. Ben bu takdir nidalarını duydukça havalara uçuyorum. Yarabbim şu sivi ne büyük icat.  

Ben halimden memnun bir vaziyette patronun tamam seni işe aldım demesini beklerken, adam bir anda ayaklandı.

“ Bu da ne demek oluyor? “

Neye uğradığımı şaşırdım. Adam belli ki çok sinirlenmiş, öfkeden bıyığı titriyor.

“ Ne oluyor hocam? Neye kızdın böyle? “

“ Beyefendi beyefendi! Siz kimi kandırıyorsunuz. “ diye böğürdü eliyle kağıda vurarak.

Hala ne olduğunu anlamamıştım. Mis gibi siviyi verdik işte daha ne yapalım? Bir yandan pantolon sıkıyor bir yandan bu… Ben de sinirlenip ayağa kalktım.

“ Sakin ol, adam gibi anlat derdini beyim. “

Kağıdı masaya atıp eliyle işaret ediyor. “ Benim üçkağıtçılarla işim olmaz. “

Eliyle gösterdiği yere bakıyorum. Sayfanın altında, bir köşede Cevat Tezcan yazıyor. Sayfayı çeviriyorum yine aynı imza, bir daha çeviriyorum yine aynı imza. İçimden okkalı bir küfür savuruyorum. Ne Ahmet Abi, ne de ben sivinin içindeki sayfaları incelemeyi akıl edemedik. Şu Cevat denen bızdık piç yaptığı her sayfaya imza atmış anlaşılan. Yine de henüz umutsuzluğa yer yok. Durumu kurtarabilirim belki.

“ Ha, bu mu? Cevat benim göbek adım. “

Ben böyle der demez adamın üzerinden bir öfke dalgası geçti. Dev gövdesiyle kağıtları devirerek masanın çevresinden dolaşıp üzerime yürüdü. Ben korkudan ne yaptığımı biliyor muyum? Adamın gulyabani gibi üzerime gelmesini izlerken siviyi elime almışım. Herif teriyle bile boğabilir beni istese. Attığı her adımda koca göbeği aşağı yukarı oynuyor. Benim elimde duran siviyi görmüş olmalı ki aklına bir şey gelmiş gibi bir anda duruverdi.

Son anda yumruğu yemekten kurtulduğum için içimden büyük bir oh çektim.  

Kısık gözlerle bir bana, bir elimdeki siviye baktı.

“ Onu nasıl aldın? “ diye sordu usulca. Sesinde bir annenin çocuğuna duyduğu şefkat vardı sanki.  

“ Nasıl aldıysam aldım. Ne önemi var? “

“ Ulan şerefsiz! Cevat Tezcan benim yeğenim be! “

İşte şimdi her şey yerli yerine oturuyor. Bendeki şans eşek şansı, eşek. Koca Ankara’da gele gele bizim Cevat’ın amcasına denk gelmişiz. Bizim patrona kendi yeğeninin sivisini vermeme mi yanayım yoksa muhtemelen dayak yiyeceğime mi yanayım bilmiyorum.

Tombul elleri birden ileri uzanıp elimdeki siviye kapandı. İnat değil mi ben de sıkı sıkı tutuyorum siviyi. Korkudan, heyecandan ne yaptığımı biliyor muyum? Adam kendi yeğeninin sivisi istiyor, peki sana ne oluyor? Bir patron çekiyor siviyi, bir ben. Koca kağıt destesi bir o yana, bir bu yana gidip duruyor.

“ Ver ulan! “

“ Vermem! “

Patronun yüzü çabasından dolayı ter içinde. Adam kıpkırmızı kesildi. Dudaklarını büzmüş tüm gücüyle siviyi çekiştiriyor. Ben hiç arkada kalır mıyım? O çekiştirdikçe ben de çekiştiriyorum. Kollarım koptu kopacak. Ellerimle pençe gibi kavramışım siviyi, inadına bırakmam.

“ Bıraksana lan! “

“ Vallahi bırakmam. “

Biz böyle siviyi çekiştirip dururken benim zaten belden sıkan pantolon tüm bu hengameye dayanamayıp pıt diye düğmesini atıvermesin mi? Zaten geldi mi hep üst üste gelir; aksi gibi bir de gergin duran fermuar cııırt diye açılmasın mı? Siviyi mi bırakayım, pantolonu mu çekeyim? Pantolon yavaş yavaş aşağı iniyor, benim beyaz slip don gözler önüne seriliyor. Hani derler ya insan ölürken hayatı film gibi gözünün önünden geçermiş. Benim aklıma ise donum geldi. Ne zaman giydiğimi hatırlamıyorum, umarım temizdir diye düşünürken buldum kendimi. Oğlum Osman dedim bu mesele onur meselesi boşver donu, boşver pantolonu siviye asıl.

Pantolon bacaklara kadar indi. Ne ben, ne de patron siviyi bırakmaya kararlı. İkimizin de yüzü harcadığımız çabadan kıpkırmızı olmuş, konuşacak halimiz kalmamış. Son bir defa güçlüce asılıp çektim siviyi. Çekmemle koca kağıt tomarının caaaaart diye yırtılması bir oldu.

Patron da, ben de elimizden kurtulan kağıtla beraber geriye uçtuk. Ben zar zor tutunacak bir yer bulup ayağa kalkmaya çalışırken, bacaklarımda bir el hissettim.

“ Gel buraya adi herif! “

Aha dedim bu sefer kaçış yok işte. Adam tutmuş pantolonu bir yandan küfürler ediyor, bir yandan ayağa kalkmaya çalışıyor. Kolay mı o koca götün yerden kalkması?

Ayağa kalkarsa kesin hastanelik olacağım. Can korkusuyla pantolonu sıyırdım bacaklarımdan. Pantolonu geride bırakıp ok gibi fırladım kapıdan dışarı. Patron yerden kalkmış, arkamdan koca koca adımlarla geliyor. Ben kaçtıkça, o kovalıyor. Sekreter küçük bir şaşkınlık nidası kopardı; zavallıcık öylece kalakaldı.

Merdivenlerden inip fırladım sokağa. Ben önde don gömlek kaçıyorum, patron arkada elinde bir pantolonla beni kovalıyor.

Sonra ne mi oldu? Merak etmeyin, dayak yemedim. Ama tüm mahallenin meraklı bakışları altında, arkamda küfürler ede ede beni kovalayan izbandut, önde ben, üzerimde gömlek, altımda kirli bir don kaçarken dayak yemiş kadar oldum.

O günden sonra kahveye bir daha giremez oldum. Değil kahvehane, mahalleye bile adım atamaz oldum utancımdan.

Bu sivi olayının üzerinden çok geçmedi, bizim patron Ahmet Abi’yi alt komşuyla iş üstünde basmış. Evleneceksiniz yoksa kan akar demiş. Evlilik diyince Ahmet Abi için akan sular durur. Ölesiye korkar o işten. Şimdi Ahmet Abi de firari. Nerelerdedir, ne yapar bilmem.

İşte böyle dostlar, mahalleden de kovulduk sizin anlayacağınız. Görünen o ki, bize rakı ve Orhan Baba’dan başka kucak açan da olmayacak. Sana geliyorum Orhan Baba.

SON

Aziz Nesin'in eserlerinden esinlenerek... İyi vakit geçirdiyseniz ne mutlu bana.

7
Kurgu İskelesi / Kuşburnu ile Elma Ağacının Hikayesi
« : 28 Şubat 2011, 11:20:30 »
Güneşin hiç batmadığı bir ülkede, uçsuz bucaksız ovaların sarmaladığı bulutlu bir köyde yaşarmış elma ağacı. Yemyeşil dallarının arasından göz kırparmış elmaları. Boyu pek uzun değilmiş bizimkinin, dalları da yarışamazmış arkadaşlarıyla. Yine de mutluymuş elma ağacı, kökleri sımsıkı sarılırmış toprağa.
      
Sessiz bir kuşburnu yaşarmış, bizimkinin tam yanında. İncecik gövdesi ile boynu bükük görünürmüş hep dostuna. Dikenleri yüzünden yaklaştırmazmış yanına kimsecikleri. Bizim elma ağacı bu sessiz dostunu çok severmiş, eğilirmiş üstüne görsünler diye kırmızı beneklerini. Dallarıyla onu işaret edermiş insanlara, kızarmış gövdesini büken rüzgara.
      
İki dost kökleriyle sarılmışlar birbirlerine, konuşmuşlar uzun yıllar boyunca. Kuşburnu hep onun gibi büyük bir gövdeye sahip olmak istermiş, kaçmak istermiş bu çalı hayatından. Yeşil elmalarına gizli bir kıskançlıkla bakarmış, hiç de memnun değilmiş yaşamından.
      
Bir sene hiç yağmur yağmamış, güçsüz düşmüş bizim kafadarlar. En çok da kuşburnu hastalanmış, boğazı kurumuş susuzluktan. Elma ağacı uzatmış köklerini, ulaşmış toprağın derinlerine. Kuşburnu hiç konuşmaz olmuş, ölmek üzereymiş garibim. Ama bizimkisi pes etmemiş, kurtarabilirmiş belki küçüğü. Dikkatle bakmış toprağa, altındaki karanlık odalara. Bir gözü hep dostunun üzerindeymiş, dallarıyla saçlarını okşarmış. Umudunu yitirmemiş, karıştırmış toprağı. Doğa ananın sıcak gözyaşlarıyla ıslanmış kökleri, içmiş kana kana. Avucunu açmış, doldurmuş toprak ellerini. Uzatmış bizim kuşburnuya, yüreğinde küçük bir korkuyla. “ Ölme, “ demiş dostuna. “ Bırakma beni! “
      
Kuşburnu uzatmış köklerini, halsizce tutmuş bizimkinin ellerini. İçtikçe yaşamla dolmuş dikenleri, yeniden doğrulmuş gövdesi. Elma ağacı sevincinden boy atmış, ezmiş gölgesi her şeyi.
      
Lakin kuşburnu hiç de memnun değilmiş bu durumdan, kuru bir çalı olarak ölmeyi yeğlermiş. Kıskançlığından ölmek üzereymiş. Kurtulmak istermiş elmanın gölgesinden. Teşekkür bile etmemiş. Geri çekmiş köklerini, umursamazca eklemiş “ Beni yalnız bırak! Sevmiyorum seni. “
      
Elma anlamış, öteden beri bilirmiş bu durumu. “ Sana bir tane elma veriyim, bana benze, “ demiş. Kuşburnu doğrulmuş. Hep onun kadar büyük meyveleri olsun istermiş, açmış kucağını. Bizimkisi bir tane elma düşürmüş, tutmak istemiş ufaklık. Elma ağır gelmiş ince kollarına çat diye kırılıvermiş gövdesi. Acıyla bağırmış zavallıcık, nefret etmiş dostundan. “ Defol git! “ demiş, göstermiş dikenlerini.
      
Elma tüm bu olanlara çok üzülmüş sadece onu mutlu görmek istermiş. Defalarca özür dilemiş, kökleriyle teselli etmek istemiş. Geri çekilmiş kuşburnu, yüzüne bile bakmamış. Öteden beri kendini sevmezmiş, kırık gövdesi ile artık kimseciklerin yüzüne bakamaz olmuş. Yemeden içmeden kesilmiş, dökmüş dikenlerini. Unutmuş meyve vermeyi, hissetmiyormuş artık köklerini. Bir gece son nefesini vermiş, öylece kalmış kırık gövdesi.
Elma haykırmış, kaldırmış toprağı, dallarıyla kesmiş rüzgarın önünü. Öfkesi enginmiş, doğa korkuyla geri çekilmiş. “ Benim suçum! “ diye bağırmış gökyüzüne. “ Onu ben öldürdüm! “
      
Yalnızlık korkunçmuş, dostunun hatırası gitmemiş olmayan gözlerinden. Dayanamamış acıya, ekşimiş elmaları, delinmiş yaprakları, yılanlar yuva yapmış oyuklarına. Artık çok yaşlanmış, gücü de kalmamış ağlamaya. Hep onun gibi olmak istermiş kuşburnu, yıllarca onu düşünüp durmuş. Bir gün aklına bir fikir gelmiş.
      
Bir sonbahar, atılmış ileri, sıkmış dişini. Kararını vermiş, bir yol olabilirmiş. O sene bizim koca elma ağacı tek bir meyve vermiş. Kendi özünü katmış elmasına, tüm benliğini. Dev gibi yeşil elma çok albenili gözüküyormuş doğrusu; kokusu da cabası. Korkmuş insanlar onu benden alır diye, acele etmeliymiş. Bu son umuduymuş, kalbindeymiş dostunun anısı. Kendini sallamış, gövdesi gıcırdamış. Dökülmüş taze yaprakları, acıya aldırmamış. Devam etmiş sallanmaya, her tarafı ağrıyormuş ama umudu tammış. Sonunda düşürmüş elmasını tam kuşburnunun kalbine.
      
Meyve çürümüş dostunun mezarında. Kendi özünün toprakla kaplanmasını izlemiş huşu içinde. Aradan aylar geçmiş, bir sabah mucizeyi görmüş uykulu gözleriyle. Dostu tohumun kaybolduğu yerde mahçup mahçup ona bakıyormuş. Bir tane yaprağı varmış, tıpkı kendisine benzeyen.
      
Usulca uzanmış bizimkisi sevinç içinde. Dokunmuş tüy gibi ince köklerine, sormuş “ Beni hatırladın mı? “ diye.
Kuşburnu olmuş bir elma ağacı, uzun uzun sarılmış dostuna. Gözyaşları toprağı yeşertmiş etraflarında. Sevgililer isimlerini kazımış bir olmuş gövdelerine. Doğa bile nazarla bakarmış bizim iki kafadarın şimdiki hallerine.




SON

8
Kurgu İskelesi / Aldım, Verdim
« : 25 Şubat 2011, 17:49:33 »
Elindeki telli çalgısını tıngırdatarak söylediği şarkının son sözlerini okuyup gözlerini yavaşça açtı.

Bir erkek için nadiren rastlanan billur gibi duru sesi yemyeşil dağlardan yankılanıp geri geldi. Kızsini köyünün sakinleri şarkısını söylediği ağacın çevresinde toplanmış huşu içinde onu dinliyordu. Kimisi böylesine güzel bir sesin bir insana nasıl bahşedildiğini anlamaya çalışıyor, kimisi de kolunun yenine gözyaşlarını siliyordu. Çocuklar sessizleşmiş, anneler başlarını eğmiş, babalar ağlamayı güçsüzlük olarak saydıkları için dolu gözlerini saklamaya çalışıyordu.

Ozan Boğaç’ın Kızsini köyüne gelmesi büyük bir olay olmuştu. Hele ki fakir ve nispeten dünyadan soyutlanmış bir şekilde yaşayan Kızsini halkı için bir ozanın köylerine gelip şarkı söylemesi bulunmaz bir nimetti. Bir de tüm bunların üstüne ozanın sahip olduğu billur sesi eklenince tadından yenmez olmuştu.

Yavaşça şarkının duygusal havasından sıyrılıp kalabalığa baktı Boğaç. Bir ozan olarak dünyanın pek çok yerine gitmesine rağmen şimdiye dek bu köylüler kadar sadık hayranları olmamıştı. İnsanlar genelde onu yarım kulakla dinler vermek istediği duygusal özü almaya yanaşmazlardı.

“ Ama bu köylüler... “ diye düşündü keyifle “ beni gerçekten dinliyorlar. “

Yaslandığı yaşlı ağaçtan destek alıp ayağa kalktı. Mavi pantolonundaki otları temizleyip telli çalgısını eline aldı.
“ Gerçekten gitmek zorunda mısın Boğaç? “ diye sordu köyün yaşlısı Hikmet Ana buruk bir sesle. Hemen arkasından kalabalıktan onu onaylayan mırıltılar yükseldi.

“ Neden gidiyor ki? “
“ Anne... gitmek mi zorunda? “
“ Burada kalabilir. “
“ Belli ki bizden sıkıldı. “

Boğaç sessizce gülümsemekle yetindi. “ Sizleri çok sevdim dostlarım bu bir gerçek. Ancak çalgımı ve herşeyden öte sesimi de çok seviyorum. “ billur sesi usulca bir yükselip bir alçalıyor konuşmasına bir şarkı edası katıyordu. “ Ben bir ozanım. Ben bir gezginim. Sesimi duyurmak, şarkımı söylemek istediğim daha çok yer var. Orada, “ dedi dağları göstererek “ beni dinleyecek başkaları olduğunu biliyorum. “

“ Hoşçakalın dostlarım! Misafirperverliğiniz için teşekkürler. “ telli çalgısını omzuna vurup yürümeye başladı. O yürüdükçe kalabalık yol vermek için açılıyordu. Derken omzunda bir el hissetti. Hikmet Ana buruş buruş elini hafifçe omzuna koymuş, garip bir edayla ona bakıyordu. Kulağına yaklaşıp zorlukla duyulan bir sesle konuşmaya başladı. “ Yalnız kalplerimizi o güzel sesinle yeniden titreştirdin. Minnettarız. Burada sana her zaman yer var.“

Boğaç teşekkür etmek için ağzını açacaktı ki yaşlı kadın onu susturup devam etti. “ Ozanlar bu topraklarda son görüldüğünde ben oluktan su taşırdım eve. Gençtim, diriydim. Çok uzun yıllar geçti. “ kadın haifçe iç geçirdi.
“ Biz gönül insanına değer veririz. “ titrek eli omzunu hafifçe sıktı. Kimsenin duymamasından emin olmak için daha da yaklaştı. Boğaç kadının sesini zorlukla duyabiliyordu. “ Ballı Dağ’a giden yolda, Cörmeren deresininin kıyısından ayrılma. Karşına bir ağaç çıkacak. “

Boğaç anlamamıştı. “ Ağaç mı? “ diye sordu usulca doğru duyduğuna emin olabilmek için.

“ Sıradan bir ağaç değil. Orada bir dostum ile karşılacaksın. Sana dünyaları verebilir. Bunu bir teşekkür olarak al. Tek bir hakkın var ozan. Bu sözlerimi unutma. Ağaçta saklanmıştır. Aldım, verdim, ebegümeciye sattım demeden çıkmaz ortaya. “   

Boğaç’ın kadının ne hakkında konuştuğuna dair hiçbir fikri yoktu. Belki de bunamıştır diye düşündü bir an. En iyisi bozuntuya vermemekti. Kibarlığını bozmadan, sesini olabildiğince ilgi dolu tutmaya çalışarak sordu “ Hangi ağaç olduğunu nasıl bileceğim? “ Doğru ya; her yer ağaç doluydu. Kim bilir yaşlı kadının bu ‘dostu’ hangisindeydi?

Bir an sesinin alaycı çıkmış olabileceğinden korktu. Kendisine bu kadar hürmet göstermiş köy ahalisinin yaşlısına saygısızlık etmek isteyeceği en son şey olurdu.

Kadının yüzünde Boğaç’ı şaşırtan bir bilmişlik dolaştı. Yaşlı kişinin buruşuk, lekeli yüzünde yılların yıpratamadığı bir zekanın pırıltılarını görür gibi oldu.

“ O ağacı gördüğünde anlarsın, “ dedi kadın yüzünde hafif tebessümle. Ozanın omzunu bir daha sıkıp elindeki bastonundan destek alarak attığı titrek adımlarla kalabalığa karıştı.
Boğaç öylece kadının arkasından bakarak kalabalığın ortasında kalakaldı.   


* * *


   
Ballı Dağ’a olan yolculuğu olaysız geçmişti. Cörmeren deresi, tuttuğu yolun yanında mutlulukla şıkırdıyor, dere yatağının zengin toprağında boy atmış uzun ağaçlar şakırdayıp, şarkı söyleyen kuşlara ev sahipliği yapıyordu. Köy halkı azığını bol tutmuş, kumanyasını eksik etmemişti. İyi dilekler ve dualar eşliğinde ayrılmıştı köyden.

Yolculuk uzundur, zorludur diye bir de eşek vermişlerdi altına. Mağmur eşeğin sırtına binmiş bir o yana bir bu yana sallana sallana, yavaş adımlarla dağdan aşağı iniyordu.

Çörek, peynir, tereyağı ve tütsülenmiş etten oluşan erzak keseleri eşeğe büyük gelen eyerin iki yanından sallanıyor, sırtında çalgısı, dilinde tatlı bir yolculuk ezgisi, bir yandan elinde küçük sopası ile arada bir eşeğin kıçına vururken, bir yandan da yemyeşil manzaranın keyfini çıkarıyordu.

Eşek dostu, başta kendisini taşımak bir yana, eyeri dahi sırtına koydurmaya izin vermemişti. Neyse ki kısa sürede mızıkçılığı geçmişti. Zavallı şey bütün ömrünü köyün dümdüz çayırlarında geçirmiş olmalıydı. Belli ki bu macera ona iyi gelmişti. Yürürken bir o yana bir bu yana bakıyor, arada bir kıçına inen sopayı görmezden gelerek yol kenarındaki otların tadına bakmak için duruyor, sırtındaki sahibini deli ediyordu.
   
“ Vardığımız ilk kasabada satacağım seni eşek efendi! “ Boğaç’ın çıkışına karşılık eşeğin verdiği cevap alaycı bir kişneme olmuştu.

Rahat eyerden aşağı kayıp eşeğin yularından çekmeye başladı.  “ Ağzı benden çok laf yapıyor. Bazen hangimizin ozan olduğunu bilemiyorum,” dedi yulara asılarak. “ Seni inatçı domuz. Gel buraya. “

Daha birkaç adım atmışlardı ki gördüğü şey karşısında birden durdu Boğaç. Eşek yanında durmuş, devamlı yürümek isteyen sahibinin şimdi neden yan çizdiğini anlamaya çalışırcasına uzun kirpiklerinin ardından ona bakıyordu.

Tam karşısında çok garip bir ağaç vardı. Boğaç şaşkınlıkla bir kaç adım atarak derenin hemen kenarında sanki büyümek istemiyormuş gibi diğerlerine göre kısa kalmış ağacın yanına yaklaştı. Ağacı diğerlerinden ayıran tek özelliği kısa olması değildi. Boğaç’ı ilk gördüğünde duraksatan şey garip dalları olmuştu.

“ Bu... “ diyebildi tuttuğu nefesi arasından “ nasıl bir şeytanlıktır? “

Boğaç şoke olmuş bir şekilde ağacın dallarına baktı. Evet yanlış görmüyordu. Ağacın her dalı sanki farklı bir ağaçtan koparılmış gibi gövdeye bağlanmıştı. Bir dalında söğüt ağacının bildik açık yeşil uzun yaprakları varken, bir dalında ise karaçamın bodur iğneleri duruyordu. Bir diğerinde kestane ağacının minik, kibar yaprakları sallanırken başka bir dalda ise elmalar ona göz kırpıyordu.

Konuşamıyordu. Şaşkınlık içinde ağaca bakmaya devam etti. Sanki pek çok ağaç bir araya gelmiş bir melez oluşturmuş gibiydi. Köyün yaşlısının sözleri aklına geldi. “ Sıradan bir ağaç değil, “ demişti Hikmet Ana. Gördüğünde anlayacağını söylemişti. Ama böyle çılgınca bir şey görmek aklının ucundan bile geçmemişti doğrusu.

Bir iki adım gerileyip ağaca şaşkınlık dolu bir hayranlıkla bakarken kadının ona söylediği şeyleri hatırlamaya çalıştı. Yaşlı kişinin bahsettiği bu ağaç olmalıydı.

Ne demişti kadın? Hatırlamak için bir gözlerini kapattı.

“ Aldım, verdim, ebegümeciye sattım. “ sözleri sadece mırıldanmıştı ama son kelime ağzından çıkar çıkmaz duyduğu bir bağırışla yerinden sıçradı.

“ AHA! “

Tiz ses kulaklarında çınlarken ne olduğunu anlamak için etrafına bakındı. Eşek gürültüden rahatsız olarak afiyetle midesine indirdiği otlardan başını kaldırıp öfkeyle kişnemiş, böyle deli bir sahip verdikleri için köy halkına lanet okumuştu.

Boğaç gördüğü şey karşısında neredeyse düşüp bayılacaktı. Bacakları kuvvetini yitirdi, korkuyla dizleri üstüne çöküp öylece kalakaldı. Karşısında rengarenk giysilere bürünmüş, ucu kıvrık sivri ayakkabıları, uçlarından çıngırakların sallandığı yamalı şapkası, kocaman burnu ve kısacık boyu ile bir cin duruyordu. Gözlerinin biri mavi diğeri yeşil renkte hınzırca parlıyordu. İri gözlerini ona dikmiş bakıyordu. Çenesindeki sivri sakalını keyifle sıvazlayıp minik elini ona doğru uzattı. “ İyi günler! “ dedi kulak tırmalayan tiz bir ses. “ Ben Ebegümeci. “

Boğaç o anda bayılıp yere kapaklandı.


* * *



“ Tamam, anlaşıldı bu adam uyanmayacak. “ dedi cin sıkılmış bir edayla. “ Bu kadar heyecanlanacak ne vardı bilmiyorum. Hem gizli çağrıyı biliyor, hem de beni görünce korkudan bayılıyor. “ ellerini beline koyup kendi kendine başını salladı. “ Bu insalar hiç değişmiyor. “

Cin, bir köşeye yuvarlanmış telli çalgısından bir ozan olduğundan şüphelendiği adamı iki kere ayıltmayı başarmış ama gözlerini açan adam birkaç santim önünde başında dikilmiş olan cini görünce yeniden bayılmıştı.

Ebegümeci hafifçe iç geçirdi. “ İyi ki savaşçı olmamış senin bu çıt kırıldım, “ dedi eşeğe.
Eşek tüm bu olan biteni umursamıyormuş gibi ona baktı.

“ Bir de sen denesen? “
Karnı doyan eşek sahibinin aceleci tavırlarını, eyere rağmen sırtına batan kemikli kıçını hatırlayarak bir an tereddüt etti.
“ Hadi ama o senin sahibin, “ dedi cin eşeği cesaretlendirircesine.

Eşek yenilgiyi kabul ederek baygın adamın yanına gitti. Adama arkasını dönüp uzun kuyruğuyla suratına bir tane geçirdi. Adam hala baygın yatıyor, öylece duruyordu. Bu iş eşeğin hoşuna gitmişti doğrusu. Sahibinin kıçına sopayla indirdiği darbeleri hatırlayarak daha sert vurmaya başladı. Kuyruğunu her sallayışında ozanın kafasına bir tane saplak indiriyor, ölü gibi yatan adamın kafası bir o yana bir bu yana oynuyordu. Tam sahibinin böğrüne sağlam bir çifte indirmek üzereydi ki, duyduğu mırıldanma üzerine durdu. Sahibi kendine geliyordu.

Boğaç yavaşça gözlerini açtı. Nedense başı ağrıyordu. Elini istemsizce kafasına görürüp hızla geri çekti. Dokunur dokunmaz ağrısı artmıştı. Ne olmuştu böyle?

Hemen önünde eşek durmuş sırıtan bir suratla ona bakıyordu. Onun arkasında da...

“ Yo! “ diye atıldı cin. “ Lütfen yine bayılma. “
“ Sen... “ diyebildi ozan hatırlamanın verdiği korku yerini giderek heyecana bırakırken.
“ Evet, ben! “ Cin kollarını mutlulukla iki yana açarak. “ Adımın Ebegümeci olduğunu söylemiş miydim? “
“ Nesin sen? “
“ Bunu daha kaç kere söylemeliyim? Ben cinim. Ahanda, “ yakınlardaki melez ağacı gösterek “ orada yaşıyorum. “

Cin bir anda gözden kaybolp tam Boğaç’ın önünde belirdi. “ Söyle bakalım, “ dedi parmağını adamın aldığı her nefesle inip çıkan göğsüne bastırarak “ Nasıl oluyor da gizli çağrıyı bilebiliyorsun? “
Farklı renkteki gözleri adamın önünde ışıl ışıl parlıyordu.

Boğaç boğazını temizledi. “ Ben, bana, bunu yani şey... Hikmet Ana söyledi. “
“ Hah! “ dedi cin tiz sesiyle. Başını salladı. Şapkasındaki çıngıraklarin sesi kulakları doldurdu. “ İşin içinde o yaramaz ufaklığın olduğunu tahmin etmeliydim. “
“ Ufaklık mı? Hikmet Ana, Kızsini köyünün yaşlı kişisi. “
“ Evet, elbette. “ dedi cin hızla. O kadar hızlı konuşmuştu ki Boğaç ufak yaratığın ne dediğini zorlukla anlamıştı. “ Siz insanlar yaşlanırsınız doğru ya. “

Ebegümeci bir anda gözden kaybolup Boğaç’ın tepesindeki ağacın dallarından birinde tekrar belirdi. “ Şimdi söyle ozan. Ne istersin? “ dedi bacaklarını sallayarak “ Ve ne verebilirsin? “

İstemek mi? Hikmet Ana’nın ona söylediklerini yeniden hatırladı. “ Dünyalar senin olabilir. “ demişti kadın ona. Belki de bu cin onun dileğini yerine getirebilirdi.

Ozanın kafasının karıştığını gören cin bıkkın bir sesle söylendi “ Ah şu insanlar... Keşke bu  kadar ahmak olmasaydınız. “
“ Hey! “ diye bağırdı aşağıdaki adama. “ Beni çağırdın. Seninle bir takas yapabiliriz. Ne istiyorsun söyle. “ Artık iyice sabırsızlanmaya başlamıştı. Belli ki adamın aklı geç işliyordu.

Boğaç yavaş yavaş olan biteni idrak etmeye başlıyordu. Demek ki bir dilek hakkı vardı. İçinde zorlukla zapt ettiği bir sevinç hissetti. Ne istediğini çok iyi biliyordu.

Kızsini köyünde birazcık da olsa hissettiği şeyi istiyordu. Yukarıda, ağacın dalına tünemiş olan cine bakıp kararlı bir sesle cevap verdi.

“ Ün. “ dedi Boğaç cine. “ Ün istiyorum. “
Cin yine bir anda önünde belirmişti. Gözlerini kısarak ona baktı. “ Ve karşılığında ne verebilirsin? “

Boğaç soru karşısında tökezledi. Belli ki bu karşılıksız bir alışveriş olmayacaktı.

“ Bilmiyorum. Sahip olduğum herşey ortada. “ dedi ellerini açarak.
“ Bak istersen eşeği verebilirim ya da çalgımı hatta yiyeceklerimi? “
Ebegümeci başını öyle bir hızla salladı ki şapkası neredeyse başından uçup düşecekti. “ Hayır istemem. “ Sonra hızla eşeğe dönüp ekledi. “ Lütfen alınma canım. “
Eşek cevap olarak uzun kirpiklerinin ardından onlara bakmakla yetindi.

“ Ebegümeci, “ dedi cinin ismini doğru söylemiş olmayı umut ederek. “ Bana ün ver. Karşılığında ne istersen alabilirsin. Sahip olduğum herşey bu. “
Cin hevesle atıldı. “ Ne istersem mi? “

Boğaç küçük yaratığın sesindeki garip tınıdan rahatsız olmuştu.
“ Evet. Ne istersen. “
Ebegümeci keyifle parmağını şıklattı.
“ Ve öyle olsun. “   

Sonra birden ortadan yok oldu.


* * *



Eşeğinin sırtında heyecan içinde girmişti Boğaç büyük kasabaya. Cin bir anda ortadan kaybolmuş onu ağacın karşısında öylece bırakıp gitmişti. Hiçbir şey anlamamıştı bu işten. Cin dileğini gerçekleştirdi mi yoksa onunla dalga mı geçti bilmiyordu. Ebegümeci’yi defalarca çağırmış ama bir daha ortaya çıkartamamıştı. Bütün bu olanların tek şahidi ise eşeğiydi.

Bir takas demişti Ebegümeci. İstediği üne karşılık cinin ne aldığını bir türlü anlamamıştı. Bütün ceplerine bakmış, heybelerini kontrol etmiş hiçbir eksik eşyaya rastlamamıştı. Görünüşte herşey yerli yerindeydi.

Belki de tüm bunlar aptalca bir şakaydı. Ama yine de gerçeği öğrenmeye kararlıydı. Yolunu bu topraklardaki en büyük kasabalardan birine çevirmişti. Dileğinin gerçekleşip gerçekleşmediğini öğrenmek için daha iyi bir yol gelmiyordu aklına.

Henüz kasabanın dışındaki tarlalara yeni adım atmıştı ki genç bir çiftçi koşarak yanına gelmiş önünde havalı bir selamla eğilmişti.

“ Hoşgeldiniz beyim. Ozan Boğaç’ı topraklarımızda görmek büyük şeref. Lütfen benim evimde ishirahat buyurun. Bir koşu kasabaya koşup gelişinizi haber vereyim. Sizin için hazırlık yapsınlar. “

Boğaç şaşkınlıktan ağzını bile açamamıştı. Bu adam, sıradan bir çiftçi onun adını bilmekle kalmamış bir de evine buyur etmişti.

Sonrasında olanlar ise Boğaç için hiç uyanmak istemediği bir rüya gibiydi. Resmi görünüşlü yaverlerin çektiği at arabası kapıya kadar gelip onu almış, kasaba valisiyle bizzat görüştürülmüş, ardından o civardaki en lüks otele yerleştirilmişti.

“ Birkaç gün içinde veliaht Kumru Han kasabamıza teşrif edecekler. Ulağın gönderdiği habere bakılacak olursa sizin billur sesinizi dinlemek için majesteleri yolunu değiştirmiş. Lütfen rahatınıza bakın beyim. Bir arzunuz olursa yavere seslenmeniz yeter, “ diyip arkasından kapıyı örterek, hala tüm bunların gerçek olamayacağını düşünen Boğaç’ı öylece bırakıp gitmişti.

Zaman çabucak geçmişti. Yeni hayatına alışmak kolay olmuştu. Nasıl olmasındı ki? Tek bir emriyle hizmetliler hazır nizam karşısına dikiliyor, vali ona kendi eşitiymiş gibi davranıyor, insanlar ona hayranlıkla bakıyor, ismi tüm ülkede biliniyor gibi görünüyordu. Bir ozan daha başka ne isteyebilirdi?

Sabah erkenden uyandı. Hayatı boyunca yataktan bu kadar istekle kalktığını hatırlamıyordu. Keyifle ıslık çalarak uşakların yatağının ucuna bıraktıkları suyla yüzünü yıkadı. Odanın bir köşesinde güzelce dürülmüş olarak bulduğu yeni giysilerini giydi. Bugün büyük gündü. Veliaht prensin karşısına çıkacak, şarkılar söyleyecek ve büyük ihtimalle altına boğulacaktı.

Uşakların getirdiği zengin kahvaltıyı yedikten sonra vali başını usulca kapıdan uzattı.

“ Hazırsanız çıkalım beyim. Kumru Han sizin methinizi çok duymuş. Sizi canlı olarak dinlemeyi dört gözle bekliyor. “

At arabasının kalın perdelerinin ardında bir soylu edasıyla valilik binasına gittiler. Muhafızlardan bir kısmı atları tutarken bir kısmı da kapıyı açıp merdiveni indirdi. Ozan rahat insin diye kollarıyla destek oldular.

Bir düzine muhafızla birlikte koca binanın kabul salonuna, Kumru Han’ın onu beklediği yere çıktılar. Boğaç elinde olmadan titrediğini hissetti. Her ne kadar tüm bu şaşaaya kısa sürede alıştıysa da karşısına çıkacağı kişi bir kraliyet mensubuydu.

Dev, oymalı kapılar yavaşça açıldı. Muhafızlar iki sıra halinde dizilerek geçmesi için kendisine yol açtı. Boğaç ağır adımlarla kabul salonuna girdi.

Burası küçük bir yer sayılırdı. Belli ki salon veliahtın ziyareti üzerine yeniden elden geçmişti. Yerler cilalanmış, duvarlar yeniden boyanmış, yüksek duvarlardaki dev pencerelerin kadife perdeleri yeni dikilmişti. Tam karşısındaki mütevazi koltukta ise prens olması gereken bir adam oturuyordu.

Gülmemek için dişlerini sıktı. Kumru Han hiç de beklediği gibi çıkmamıştı doğrusu.

Boğaç’ın şaşkın bakışları altında şişko prens önündeki pastayı bitirmiş, yüzündeki kremaları parmağıyla sıyırmaya başlamıştı. Koca göbeği yüzünden tepsiyi kucağına alamadığı için iki hizmetçi tepsiyi prensin önünde tutmakla görevliydi. Pastanın bitmesi üzerine salonda bir telaştır koptu. Hizmetliler salona girip çıkıyor, etrafta koşuşturuyordu.

Prens bir süre konuşmadan bekledi. Yüzündeki ifadeden zorlukla sabrettiği belli oluyordu. Belli ki hiddetlenmişti. Pastası bitmişti ve hala yerine yenisi gelmemişti.

Salonun kapısı hızla açıldı. Göğsü nişanlarla kaplı, üniformalar içinde, uzun bıyıklı, sert görünüşlü bir adam içeri girdi. Elinde üstü kapalı bir tabak tutuyordu. Hızlı adımlarla prensin önüne gelip hafifçe eğildikten sonra elinde tuttuğu tabağı bir garson edasıyla açtı.

Belli ki prens gelen yemekten memnun olmuştu. Takdirle başını salladı. “ İyi iş General. Çekilebilirsiniz. “
Gölgeler içinden iki hizmetli fırlayıp tabağı prensin önünde tutmak için atıldı. General tabağı görevlilere resmi bir edayla teslim edip bir kez daha selam verdikten sonra geri çekildi.

Bir başka görevli Kumru Han’a yaklaşıp yüzündeki kremaları ve yemek artıklarını silmeye başladı.
Prensin koca göbeği giydiği iyi kalite ipek ceketin altından fırlamıştı.

Bir süre salonda kimse konuşmadı. Tek duyulan prensin şapırtıları ve porselene değen çatalın sesiydi.       
Sonunda bir köşeden olan biteni izleyen general duruma el attı.
“ Efendim. Ünlü ozan Boğaç size şarkısını söylemek için hazır. “

Prens belli ki yemeğin lezzetinden oldukça memnundu. Keyfi yerine gelmiş gibiydi. Ağzı tepeleme dolu bir şekilde başını salladı. “ Soolee lıtfen, “  dedi. Yutmaya çalıştığı dev lokmadan söyledikleri zorlukla anlaşılmıştı. Konuşurken ağzından tabağa düşen kırıntıları bir daha yedi.
Şimdi herkes Boğaç’a bakıyor, ozanın şarkısını söylemesini bekliyordu. Prens bile daha iyi duyabilmek için ağzındaki lokmaları yavaşça çiğnemeye başlamıştı.

Ozan içinden Ebegümeci’ye tüm bu ün ve ihtişam için bir kez daha teşekkür ettikten sonra derin bir nefes alıp şarkısını söylemeye başladı.
Daha doğrusu öyle olacağını umuyordu ama şarkı diye ağzından çıkan tek ses bir sürü homurtu olmuştu.

Gergin bir şekilde boğazını temizleyip baştan aldı. Yine o kadife sesi bir anda yok olmuştu. Domuz gibi sesler çıkartıyor, söylemeye çalıştığı her kelimede ağzından tükürükler saçıyordu.

Yüreğine bir korku düştü. “ Ben üzgünüm. Biraz hastayım galiba. “ diyebildi. Konuşmuştu işte. Garip sesler çıkarmamıştı. Neden şarkı söylerken sesi birden gidiyordu?

Tekrar denedi. Ağzından şarkının sözleri yerine yine aynı iğrenç homurdanma çıktı. Şarkı söylemeye çalıştıkça çıkardığı sesler daha da kötüleşiyor, domuz homurtusu salonu inletiyordu.

“ Ne oluyor bana! “ dedi korkuyla. “ Sesime ne oldu? Neden şarkı söyleyemiyorum? “
Bir daha denedi.  Homurtudan başka ses çıkaramadı.

“ Hayır, bu sadece şarkı söylerken oluyor. “ dedi kendi kendine sakin olmaya çalışarak. Ama amansız bir paniğin tüm benliği yavaşça kapladığını hissebiliyordu. Konuşmasına konuşuyordu. O billur sesini kulaklarında duyabiliyordu ama ne zaman şarkı söylemek istese işte o zaman sesi bambaşka bir hal alıyordu.

Tekrar şarkı söylemeyi denedi. Kelimeler çatlayıp homurtuya dönüştü. Önündeki ahşap parke tükürük içinde kalmıştı.

Midesinde korkunun tanıdık dokunuşunu hissetti.

“ Ebegümeci! “ dedi gerçeği anlamanın verdiği şokta iki büklüm olarak. “ Ne istersen alabilirsin, “ demişti cine.
“ Ne isterse... “ diye tekrar etti. Kendi aptallığına lanet okuyordu.
“ Sesim! Küçük şeytan sesimi almış! “

Kumru Han dahil salondaki herkes karşılarındaki bu iğrenç gösteriyi çatık kaşlarla izlemişti.   

Prens yemek yemeyi kesmiş hiddetle ona bakıyordu. “ Bir sahtekar! “ dedi. “ Ünlü ozanın yerine geçmeye çalışan bir taklitçi! “
Salondaki herkes prensin buz gibi keşfi karşısında başlarını sallayıp kendi aralarında fısıldamaya başladı.

“ Sahtekar! “
“ Bu tam bir rezillik. “
“ Kraliyet mensubu birini küçük düşürmeye cüret etti. “
“ Pis dolandırıcı! “   

Boğaç salondaki konuşmalardan dehşete düşerek dizlerinin üstüne kapaklandı.
“ Hayır! Lütfen, ben gerçek Boğaç’ım. Bir ozanım! Cin beni kandırdı. Onun suçu! Oyuna getirdi. Lütfen! “ Ozanın gözlerinden yaşlar akıyor prense yalvarıyordu.

“ Lütfen efendimiz. Ben sahtekar değilim. “

Prens yağlı ağzıyla ozana baktı. Ağzındaki lokmasını yavaşça çiğniyor, ona tepeden bakıyordu. Yüzü merhametten yoksundu. Boğaç’ın kulaklarında defalarca yankılanan net bir sesle emir verdi.

“ Vurun kellesini! “

Boğaç oracıkta düşüp bayılıverdi.

Uzaklarda, gölgeler içinde durmuş olan biteni izleyen Ebegümeci sivri sakalını sıvazladı.
“ Eh, en azından uykusunda ölecek. “

Salondaki herkesi yerinden sıçratan bir kahkaha attıktan sonra insanlar sesin nereden geldiği anlamadan ortadan kayboldu. Ağacına, evine doğru yürürken keyifle bir şarkı mırıldanıyordu. Yeni sesi çok güzeldi doğrusu.
     
Tüm bu olanların tek şahidi olan eşek ise uzun bir ömür sürdü. Kimse gerçeği kendisine sormadığı için o da konuşma gereği duymadı. Otu bol, eyeri rahattı. Kendisine bulduğu yeni sahibiyle sonsuza dek mutlu yaşadı.




SON

9
Kurgu İskelesi / Müdür Bey
« : 22 Şubat 2011, 16:18:50 »
“ Afedersiniz, ben ölmek istiyordum. “
“ Ah evet. Buradan dümdüz ilerleyip sağa dönün. Orada size yardımcı olacaklardır. “
“ Teşekkürler, “ uzun beyaz entariler içindeki adama başıyla kibarca bir hareket yapıp gösterdiği tarafa doğru yürümeye başladı.

Bembeyaz koridor boyunca ilerledi. Bir tür rüyada olduğunu biliyordu. Ama garip bir şekilde rüya aynı zamanda ona sahiciymiş gibi geliyordu.

Buraya nasıl geldiği hakkında pek bir fikri yoktu. Dünya’dayken son hatırladığı bir arabanın içinde ölmeyi bekliyor olduğuydu. Uzun zamandır planlıyordu intihar etmeyi ama bir türlü harekete geçemiyordu. İçinde küçük bir parçası hep erteliyordu mutlak sonu. Belki yaşamı düzelir, belki anlam kazanır, belki sabah gözlerini mutlulukla açabilmesi için bir nedeni olur diye umutla beklemişti.

Ancak tam tersine yaşamı gün geçtikçe katlanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Herşeyi vardı. Ailesi varlıklıydı, bir dolu akrabası vardı.Yakışıklı olmasa da pek de tipsiz sayılmazdı. Dışarıdan bakıldığında şanslı doğmuş bir velet bile denebilirdi. Ama içi bambaşkaydı; alev alevdi. Kurduğu binalar çoktan çatlayıp yıkılmaya başlamıştı. Artık dayanamıyordu bu anlamsız koşuşturmaya, sahte maskelere, kibarlık seremonilerine. Hayatta bir anlam göremiyordu. Nedenlerini kaybettiğinden beri ne kadar geçmişti aradan? Uzun, çok uzun bir zamandır depresyondaydı. İçine kapanıktı. Arkadaşlarına açılmaya hep korkmuştu. Yargılanmaktan korkmuştu. Hepsi de yarattıkları illüzyonlara öylesine dalmıştı ki... Bunca zamandır yüreğinin isten kapkara olmuş odalarını saklayabilmek, hep içine atabilmek belki de hayattaki en büyük başarısıydı.

Çok yalnızdı. Arkadaşları formalite icabı onun dostlarıydı. Derslerde tanışmıştı onlarla. Zorunlu arkadaşlık yani. İhtiyaçtan doğan uçucu tipler. Gerçek dostu yoktu. Onu yargılamadan dinleyecek, ne yaparsa yapsın sevecek kimsesi yoktu.

Uzun beyaz koridorda yürümeye devam etti. Cebindeki son parayla bir hortum aldığını hatırlıyordu. Ailesi okula rahat gidip gelebilsin diye bir de araba almıştı ona.

Kendi kendine gülümsedi. Gerçekten şanslı bir çocuktu.

Uzun zamandır planlıyordu intiharını. Kimi zaman evden derse gidiyorum diye çıkıp arabayla turlamıştı gri betondan şehri. Issız bir yer bulabilmek için oluk oluk benzin yakmıştı. Sonunda kenar köylerin birinde bir çeşme kenarı bulmuştu. İlk gördüğü zaman anlamıştı. Burasıydı. Issız, kervan geçmez...

“ Alo? Anne akşam arkadaşın evinde kalacağım. Hıhı tamam. Merak etme param var. Tamam hoşçakal. “

Son yalanı buydu. Son sözleri. O gün akşama kadar çarşılarda gezip tozduğunu hatırlıyordu. Öleceğini bilen insanlar son günlerinde ne yapar, nasıl hisseder diye merak ederdi hep. Eh pek de ilginç değilmiş diye düşündü. Bir internet kafeye oturup saatlerce oyun oynamıştı. Oradan çıkıp kocaman bir hamburgeri mideye indirmiş sonra da elleri ceplerinde boş boş dolanıp durmuştu.

Çarşının tam göbeğinde bir rock bar vardı. Şehirde bu tarz yerler pek bulunmazdı. Büyük bir nimetti. Tarzı olan bir mekandı. Hep orada takılmak, oranın müdavimi olmak isterdi ama yalnız olduğu için kapıdan girmeye cesaret edemezdi. Tek başına oturup birasını yudumlamayı istemezdi. Eğer içinde bir özlem kalacaksa o da buydu işte.

Sarhoşluk ve kahkaha içinde zamanı burada unutmayı istemişti hep. Olmayan dostlarıyla oturduğunu hayal etmişti. Hayali bayan dostlarıyla dev bira bardakları arasından bakışmayı hayal etmişti. Yakaladığı tek bir bakışla deliler gibi sevinip benden hoşlanıyor diye kendini kandırmayı hayal etmişti. Kadınların şen kahkahası, erkek dostlarının müstehcen fıkraları ile kendini kaybetmeyi hayal etmişti. Yoldan geçip giden zavallılara nasıl umursamaz olduğunu bakışlarıyla göstermeyi, mutluluğunu gözlerine sokmayı istemişti.

Hiçbiri olmamıştı. Yine aynı yerdeydi. Karşı kaldırımda ifadesiz bir yüzle barın kapısına bakıyordu. Yine yalnızdı. Her zamanki gibi dönüp gitmişti. Üzgün değildi. Sadece küçük bir burukluk vardı içinde. Hep orada olan bir şeye ulaşamamanın verdiği bir huzursuzluk.

Zaman hızlı geçmişti. Akşam olmuştu. İşten çıkanlar evlerine dönüyor, çiftler günün stresini atmak için sağa sola bakınıp oturacak güzel bir mekan arıyordu.

Bulduğu ıssız çeşmeye kadar sessizce sürmüştü arabasını. Arabasını çeşmenin kenarına çekip uzun uzun bakmıştı karanlığa. Yavaş hareketlerle inip önce yüzünü yıkamıştı. Kalın hortumun ucunu eline alıp egzosa yerleştirdiğini hatırlıyordu. Diğer ucunu ise arka cama sıkıştırmıştı.

Şoför koltuğuna oturup kontağı çevirmişti. Dizel motorun tanıdık sesi kulaklarına dolarken koltuğunu yatırıp müzik çalarını kulağına takmıştı. Uzun uzun araştırmıştı internetten bu işi. Son uykusuna dalmadan önce yaklaşık yarım saati vardı. Bu da altı şarkı ederdi. Ölürken dinlediği son altı şarkı. Garip bir şekilde korku hissetmiyordu. Tam tersine hafif bir heyecan sarmıştı içini.

Burnuna egzosun tanıdık kokusunun dolduğunu hatırlıyordu. İlk nefesinde zorlansa da yavaş yavaş ağır dumana alışmaya başlamıştı. Vücudu giderek uyuşuyor, gözleri asla uyanamayacağı bir uykuya doğru kapanıyordu. Uyumak gibi demişlerdi bu yönteme. Acısız, huzurlu...

Dinlediği son şarkı kulağında bangır bangır çalıyordu.

No one but me can save myself, but it's too late
Now I can't think, think why I should even try
Yesterday seems as though it never existed
Death greets me warm, now I will just say goodbye,
Goodbye


Sonra gözünü açtığında kendini bu uzun beyaz koridorda bulmuştu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama bir şekilde henüz ölmediğini hissediyordu. Bu işi bir an önce çözse iyi olacaktı. Ne kadar zor bir şeydi insanın bedeninden ayrılması böyle?

Pencerelerden sızan soğuk, beyaz ışık sade koridorun her bir köşesini aydınlatıyor beyaz mermer duvarları daha da soğuk gösteriyordu.

Havada tanıdık bir koku vardı. Dünya’dayken bildiği bir koku. Toz ve küf kokusu burnunu doldurdu. Burası aynı devlet dairelerinin eski koridorları gibi kokuyordu.

Karşısındaki dönemeçten sağa yöneldi. Koridor hiç değişmeden devam ediyordu. Duvarlarda ne bir tablo ne de bir yazı vardı. Bembeyaz mermer duvarları sıra sıra dizilmiş büyük ahşap pencerelerden başka hiçbir şey süslemiyordu.
İleriden insan sesleri geliyordu. Doğru yol üzerinde olmalıydı. Adımlarını hızlandırdı.

Koridor giderek genişleyip büyük bir salona açıldı. İçerisi ana baba günüydü. İnsanlar öbek öbek dizilmiş birbirleriyle sohbet ediyor, gülüşmeler ve kahkahalar havayı dolduruyordu. Her tarafa cömertce döşenmiş beyaz mermer, pencerelerden sızan soğuk ışıkla birlikte insanın gözlerini kamaştırıyordu. Salonda bekleşen insanların hepsi aynı renk giyinmişti. Beyaz renkli tek parça entariler göz kamaştırıcı manzaraya bakmayı daha da zorlaştırıyordu.

Önündeki ışıltıdan dolayı gözlerini kısıp salonu inceledi. Burası da tıpkı geçtiği koridorlar gibiydi. Soğuk ve süssüz. İki büyük ahşap kapıdan başka hiçbir şey yoktu. Koyu renkli ahşap kapılar salonun ışıltısıyla büyük bir tezat oluştururcasına karşılıklı iki duvarda yükseliyordu. İnsanlar kapılardan birinin önünde uzun bir kuyruk oluşturmuş içeri girmek için sabırsızca bekleşirken gülüşme ve kahkahalar birbirine karışıyordu.

Kalabalığın arasından kendine yol açarak kapılara doğru yöneldi. Tam o sırada bir el omzundan tutup onu durdurdu.
“ Lütfen sıranıza geçiniz. Biliyoruz Dünya’ya doğmak için sabırsızlanıyorsunuz ama rica ederim siz de herkes gibi sıranızı bekleyiniz. “
“ Ne...? “ diye şaşkınca kekeledi. Bembeyaz entariler içindeki kel adamın tatlı sesinden iki kelimeyi yakalamıştı. “ Dünya’ya doğmak mı? “

Adam şaşırmış gibi kaşlarını kaldırdı. “ Evet biz hepimiz bir beden sahibi olmak için bekliyoruz. Siz ne için gelmiştiniz? “
“ Ben ölmek istiyorum. “

Kel adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. “ Ölmek mi? “ dedi şaşkınlıkla.
“ Evet intihar etmiştim. Ama henüz tam olarak ölmedim “ ellerine bakarak ekledi “ yani öyle olduğunu hissediyorum. Bu işi bitirmek için buraya geldim. “

Bir an tüm bu insanların ne kadar saf olduklarını geçirdi aklından. Hepsi kapının önünde dizilmiş doğmak için sıralarını bekliyordu. Dünya’da bunca merak ve isteği hak edecek ne vardı ki?

“ Ama neden ölmek istiyorsunuz? “ diye sordu adam şaşkınlık içinde. “ Yani orası eğlenceli değil mi? “
“ Eğlenceli mi? “ tüm bu salondakiler gerçekten saf olmalı diye düşündü. “ Size böyle mi söylendi? Eğlenceli? “

Konuşmalarına kulak misafiri olmuş birkaç kişi daha yanlarına yaklaşıp dinlemeye başladı.
“ Dünya dediğiniz yer tam bir işkence! “ Kel adama dönüp sordu. “ Senin adın ne? “
“ Ben huzurum. “
“ Hıh! Huzurmuş. Dünya’da borcunu ödemen için kapına dayandıklarında görürsün huzuru, “ yanında durmakta olan başka bir adama dönerek “ Senin adın ne? “
“ Ben bağışlamayım, “ dedi adam usulca.
“ Bağışlama mı? Dünya’da canını o kadar çok acıtacak insanlar olacak ki kısa sürede bağışlamayı unutacaksın, “ bir diğerine dönerek “ Ya sen kimsin? “
“ Ben keyifim. “
“ Peh! Dünya’da omzuna yüklenen sorumluluklar altında ezilirken tek düşünebildiğin ay sonunu getirebilmek olacak. Keyifmiş! “
Şimdi etrafında küçük bir kalabalık vardı. Herkes meraklı bakışlarla kendisini dinliyor, kimse konuşmuyordu.
“ Bize oranın güzel olduğunu söylemişlerdi. “
“ Eh, belli ki herşeyi anlatmamışlar. Bana bir bakın. Kim olduğumu dahi bilmiyorum. Ne olduğumu çoktan unuttum! Ve siz böyle bir yere gitmek istiyorsunuz. “   

Kel adam şaşkınlıktan konuşamıyor gibiydi. Kendini toparlamak için kısa bir an durdu. Elini kaldırıp ona salondaki diğer kapıyı işaret etti. “ Ölmek istiyordun. Ölüm İşleri Müdürlüğü orası. “ diyebildi.     

Teşekkür edip hızla salonun uzak ucunda duran ıssız kapıya doğru yürüdü. Diğer kapının aksine bu kapının önünde kimse yoktu. Salonun bu tarafı bomboştu. Diğerlerinin kahkahakarı kesilmişti. Meraklı bakışlarla onu inceliyorlar kendi aralarında fısıltıyla konuşuyorlardı.

Dev ahşap kapının önünde durdu. Derin bir nefes alıp hafifçe tıkladı. Kapı kendiliğinden bir gıcırtıyla açıldı. Kararlı adımlarla içeri girdi.

Salonun soğuk parlaklığından sonra girdiği küçük oda cennet gibi gelmişti ona. Odadaki tek pencerenin önüne kalınca bir perde çekilmişti. Perde soğuk ışığı kesiyor, odanın içini loş bir ışıkla aydınlatıyordu. Duvarlara sıra sıra raflar dizilmiş, kalın siyah kapaklı kitaplar ahşap rafları ağırlıkları altında eğiyordu. Küçük odanın ortasında duran çalışma masasının üstü tepeleme kağıt ve dosya doluydu. Yerler eski, yer yer yırtılmış koyu renk bir halı ile kaplıydı. Etrafta bir kargaşa hissi hakimdi. Yine de arkasındaki salonun tekdüzeliğine karşı burası bir cennetti. Masadaki dosyaların arasında bir kıpırtı farketti.

“ Ah, hoşgeldin. Şöyle geç lütfen. “ dedi kalın bir ses. Kağıtların arasından bir el masanın önündeki sandalyeyi işaret etti.

Usulca sandalyeye oturdu. Şimdi karşısındaki adamı görebiliyordu. Başta gülmemek için kendini zor tuttu. Adamı gördüğünde bir kez daha bir devlet dairesinde olduğuna dair ciddi bir şüpheye kapılmıştı. Önünde elli yaşlarında şişko bir adam duruyordu. Özenle taranmış saçları yer yer dökülmüş, başının tepesini açık bırakmıştı. Tombul yanakları ve kırışık alnı terle ıslanmıştı. Etli çenesi boynunu gözlerden gizliyordu. Giydiği mavi gömleğin düğmeleri göbeği yüzünden gerilmiş, gevşettiği kravatının ve gömlek yakasının arkasından beyaz atleti görülüyordu.
Adam konuşmasını bekler gibi ona baktı. Gözlerinde bir memurun bıkmışlığı ve aceleciliği vardı.

“ Evet buyrun? “
“ İyi günler. Ben intihar ettim ama sanırım tam olarak ölemedim. Neler olduğunu bilmiyorum. Kendimi bir anda burada buldum. “ dedi elini hızlıca sallayarak “ Beni size yönlendirdiler. “
“ Anlıyorum. “ adam başını eğip önündeki kağıtları karıştırmaya başladı. “ Hmm, bir bakalım... “ dedi önüne çektiği kalın bir dosyayı inceleyerek

“ Evet tahmin ettiğim gibi “ dedi elindeki bir kağıda göz gezdirerek. “ Bir karışıklık olmuş. Sizin intihar edeceğiniz beklenmiyordu. “
“ Nasıl yani? “
“ Burada yazana göre, “ dedi eliyle kağıdı işaret ederek. “ Sizin daha kırk altı yıl ömrünüz var. “
Şişko adam cebinden bir peçete çıkarıp terini sildi. “ Evet sanırım sorununuz halloldu. Şimdi lütfen işime dönmeliyim. “
“ Hayır bir saniye lütfen, “ dedi saldalyesinde doğrularak Hala anlamıyordu. “ Ne demek istiyorsunuz? Henüz ölemez miyim? “
“ Üzgünüm. “ dedi şişman memur ellerini açarak. “ Prosedür böyle. “

Adamın arkasında bir şey farketmişti. Gördüğü şeyden emin olabilmek için hafifçe öne doğru eğildi. Evet yanlış görmüyordu. Şişko adamın arkasında bir çift kanat vardı!

“ Siz! “ dedi nefesini tutarak. Tam o sırada çalışma odasının bir köşesinde rafların arasında asılı duran küçük bir saat usulca çaldı.

Adamın yüzü ifadesizdi ama gözlerinden bezginlik okunuyordu. Mesaisinin bitip eve gitmeyi dört gözle bekleyen bir memurun gözleriydi bunlar.
“ Siz bir meleksiniz. “

Adam sanki bu anı defalarca yaşamış gibi tekdüze bir sesle cevap verdi. “ Evet ben bir meleğim. Şimdi lütfen sorununuz hallolduğuna göre Dünya’ya inip işe koyulmalıyım. “

Büyük deri koltuğundan zorlukla kalkıp koca göbeğiyle birkaç dosyayı devirerek kapıya doğru yöneldi. Arkasında sallanan, adamın cüssesi altında küçücük gözüken kanatları komik bir tezatlık oluşturuyordu.

Meleğin yolunu kesmeye cesaret edip karşısına dikildi.

“ Beni öldürmeden hiçbir yere gidemezsiniz, “ sesini yükseltmişti. Öbür dünyada bile işlerin bir devlet dairesinin özeniyle yürüyor olduğuna inanamıyordu.

Adam yorgunlukla başını eğdi. Omuzları çökmüştü. Hafifçe iç çekti.
“ Lütfen bana biraz hak verin. Dünya’da her saniye kaç kişinin öldüğünü biliyor musunuz? Hepsine nasıl yetişmem beklenebilir ki? Belli ki sizi gözden kaçırmışım. “ karşısındaki adamın şaşkın ifadesine bakıp ekledi “ Evet benim hatam. Sizi uygun şekilde öldürmediğim için üzgünüm. Ama bu devirde işler hiç olmadığı kadar yoğun. Durmadan çocuk yapıp duruyorsunuz. Bir kişinin tüm bu karmaşaya yetişmesi nasıl beklenebilir ki? Artık emekli olmak istiyorum. “ son cümlesini yukarı bakarak sanki birilerinin onu duymasını bekliyormuş gibi yüksek sesle söylemişti.

Bir kaç saniye küçük odada kimse konuşmadı. Şişko meleğin karşısında durmuş söylediklerini anlamaya çalışıyordu.
“ Siz Azrail misiniz yoksa? “
Adam başını hafifçe salladı. “ Evet Dünya’da böyle tanınıyorum. “

Melek onu kenara çekerek kapıya doğru yürümeye başladı. Attığı her adımda göbeği sallanıyordu. Kapı eşiğinde durup arkaya baktı.
“ Hadi ama bu kadar şaşkın olma. Daha çok uzun bir ömrün var. Ama yok ben illa yaşamak istemiyorum dersen bir daha intihar et. Aynı hatayı iki kere yapmam. “ diyerek yüksek bir pof sesiyle bir anda ortadan yok oldu.

Meleğin yok olmasının ardından arkalarında bembeyaz kanatları olan iki kişi odaya girdi. İki adam da sertçe koluna girip onu sürüklemeye başladı.
“ Durun! Ne yapıyorsunuz? “
“ Müdür Bey’den emir aldık. Buraya ait değilsin. “

İtiraz dolu çırpınmalarına aldırmadan onu tutup yaka paça küçük odadan salona sürüklediler. Birisi onu sıkı sıkı tutarken diğeri de pencerelerden birini açtı. Yüzüne esen soğuk rüzgarı hissedebiliyordu.
“ Hayır! Durun! “

Salondaki insanların sessiz bakışları altında iki melek onu tuttukları gibi kaldırıp pencereden aşağıya attılar.
Deliler gibi çırpınıp çığlık atarak beyaz boşluğa doğru düşerken yavaş yavaş bilincini kaybetti.




* * *



Gözlerini açtığında bir arabanın içinde oturuyordu. Kulaklarında bildik bir şarkının ezgisi vardı.

No one but me can save myself, but it's too late
Now I can't think, think why I should even try


Nefes alamıyordu. Arabanın içi yoğun egzos dumanıyla kaplanmıştı. Aniden herşey, başından geçen tüm olaylar gözlerinin önünden geçti. Hatırlıyordu.

Hızla kapıdan fırlayıp çeşmenin taşan suları yüzünden çamur içinde kalmış toprağa uzanıp temiz havayı uzun uzun içine çekti.

Belki de ölmek için biraz daha bekleyebilirdi.





SON

10
Kurgu İskelesi / Soytarının Sınavı
« : 15 Şubat 2011, 12:49:09 »
“ Çoban Gulu! “ diye bağırdı kapı muhafızı.
Sırası gelmişti işte. Titreyen bacaklarla yerinden kalktı. İster istemez arkasındaki uzun koridora bir göz attı. Hala bu işten vazgeçip geri dönme şansı vardı. Cesaretini toplamak için gözlerini yumdu.

“ Hayır, “ dedi kendi kendine. “ Prenses için her şeyi göze almaya hazırım, “ Görmeyen gözlerle kralın karşısına çıkacağı kapıda durdu.

Muhafızın yüzü çobanın cesareti ve kendine güveni karşısında sempatiyle yumuşamıştı. Dostça omzuna vurup başını salladı. “ Cesur ol. “
Zırhlara bürünmüş kapı muhafızı tek bir hareketle üzerine kraliyet arması işlenmiş, gümüş oymalı dev kapıyı açtı.

İçeriden süzülen ışık Gulu’nun gözlerini kamaştırdı. Salonun genişliği ve ihtişamı o daha kapıdan girmeden gözlerini kör etti. Öylece kapıda durmuş içeri bakıyordu.

Muhafız çobanın tereddütünü görüp hızlıca sırtını dürttü. “ Hadi ne duruyorsun! Kralı bekletme. “
Gulu gözlerini kırpıştırdı. “ Kral... evet. “ dedi belli belirsiz bir sesle. Duyduğu korku ve heyecandan vücudu istemsizce kasılıyordu. Midesi bulanıyor, böyle bir çılgınlığa kalkışmış olduğu için kendini suçluyordu. Sıradan bir çoban, yüce kralın karşısında ha? Olacak iş değildi. Yavaş adımlarla büyük kabul salonuna doğru yürümeye başladı.

Kapıdan gördüğü ihtişam, içeri girdiğinde gördüğü manzara karşısında sönük kalıyordu. Huşu dolu bakışlarla dev salonu inceledi. Sıra sıra sütünlar sanki Tanrılara el açmışçasına yerden yükseliyor dev kubbeyi destekliyordu. Gümüş ve altın desenlerle süslü sütunların üzerinde yükselen kubbeye dev bir harita resmedilmişti. Duvarlardaki gözalıcı resimler ve heykeller sanatın duru ışığıyla aydınlanmıştı. Parlak mermerin saf beyazlığı üzerindeki mavi damarlarla yumuşuyordu. Salonun iki yanına dizilmiş dev pencerelerin renkli camlarından giren güneş ışığı tüm bu ihtişamı insanın içini ısıtan bir ışıkla dolduruyordu. Tam karşısında ise altın işlemeli dev tahtına oturmuş kral oturuyordu.

Kısa bir an için orada neden bulunduğunu unutmuştu. Gözlerini dev kabul salonundan zorlukla ayırıp başını önüne eğerek yürümek için kendini zorladı. Nefesi heyecanla kesik kesik çıkıyordu. Kralın huzurundaydı.

Tam o sırada kahkahalar atıp dans eden bir gölge yanından şimşek hızıyla geçti. Ne olduğunu anlamak için gözlerini yerden kaldırmaya cesaret etti. Kral tam karşısındaydı. Dev tahtına oturmuş, ipek giysileri içinde çok yüksek ve erişilmez görünüyordu. Pencerelerden sızan öğlen güneşi değerli taşlarla dolu altın tacından acımasızca yansıyıp kendisinin sadece bir çoban olduğunu kulağına haykırıyordu.

Sonra gözleri yanından geçen şeyin ne olduğunu gördü. Bu gürültücü bir soytarıydı. Üzerinde her renkten kumaş olan komik bir giysi giyiyordu. Kralı eğlendirmek için oradan oraya taklalar atarak koşuyor, komik olduğunu düşündüğü anlamsız bir şeyler geveleyip kendi kendine kahkahalar atıyordu.

Elleri üzerinde kalkarak krala doğru ilerleyip tahtın önüne geldi. Amuda kalkmış bir vaziyette konuşmaya başladı.

“ Kralımız bugün nasıllar? “  dedi soytarı poposunu aşağı yukarı sallayarak. Soytarının tiz, alaycı sesi salonda yankılandı. Gulu olan biteni yüzündeki dehşet ifadesiyle izliyordu. Görünüşte soytarının sorusu masum gibi gözükse krala soru soran kişi poposuymuş gibi davranıyordu!

Soytarı cevap almayı bekleyerek poposunu sabırsızca oynattı. Gulu korku içinde malum emrin gelmesi için bekledi. Krala yapılan böyle bir saygısızlık büyük ihtimalle ölümle cezalandırılırdı.

Üzerindeki gergin hava duyduğu kahkahayla paramparça oldu. Gözlerine inanamayarak krala baktı. Kudretli tahtında kral kahkahalarla gülüyor, vücudu sarsılıyordu.

“ Teşekkürler Gakguk, iyiyim“ dedi kral kahakahası arasından.
Soytarı halinden son derece memnun görünüyordu. Ceplerinden çıkardığı elmaları büyük bir ustalıkla elinde çevirmeye başladı.

Kral bir süre karşısındaki gösteriyi izledi. Daha önce orada durduğunu farketmediği kralın tahtının yanında duran bir adam öne çıktı. Krala bu kadar yakın olduğuna göre bir vezir olmalı diye düşündü Gulu. “ Tamam Gakguk. Bu kadar yeter. Çekilibilirsin. “

Gakguk alaycı ve abartılı bir selamla yere kapaklanıp sürünerek geri çekildi. Yanından geçen soytarının fırıl fırıl dönen gözlerle kendisine baktığını görebiliyordu.

Vezir derinden gelen kalın sesiyle elinde tuttuğu kağıdı okumaya başladı. “ Prensesi eline düştüğü acımasız ve korkunç yaratıktan kurtarmaya geldiğini söyleyen Çoban Gulu, “ okumasını bitirip Gulu’ya onu sorgular gibi kısa bir bakış attıktan sonra kralına döndü.

Kral vezirin okuduğu ismi duyar duymaz yerinde hafifçe kıpırdandı. Kralın kendisine bakmakta olduğu görüp hızla yere çevirdi bakışlarını. Kısa bir an için de olsa kral ile gözleri birleşmiş Gulu anlam veremediği bir sıcaklık ve sevgi hissetmişti o gözlerde.

“ Çoban Gulu, “ dedi kral gür sesiyle. “ Bir adım öne çık. “

Bacaklarının titremesine bir türlü mani olamıyordu. Usulca bir adım attı.

“ Bu şehirden misin? “
“ Evet, efendim, “ dedi ürkek bir sesle.
“ Prensesi kurtarmak için gerçekten gönüllü müsün? “
Gulu sorunun tam olarak ne anlama geldiğini anlamadı. Acaba kral onun basit bir çoban olmasına mı dokundurmak istemişti yoksa ürkek görünüşüne mi?

Üzerindeki baskıdan dolayı deri tüniğinin altında terlediğini hissetti.

“ Ben... şehir meydanında çığırtkanların halka yaydığı haberi dinledim. Prensesimizin zalim bir ork tarafından alıkonması çok korkunç bir durum. “
“ Haber doğru çoban. Kızım kötü kalpli ork tarafından alıkondu. Senden önce sayısız cesur savaşçı kızımı kurtarmak için o korkunç Karadağ’a doğru yolculuğa çıktı. “ Kral hafifçe iç geçirdi. “ Hiçbiri başarılı olamadı. “
“ Duydum ki... duydum ki prensesi kurtarmayı başaran kişi onunla evlenmeye hak kazanacakmış.“ dedi Gulu titrek sesiyle.

Kralın bakışları çoban üzerinde bir an sevgiyle dolaştı. “ Evet, bu da doğru çoban. “
Kral tahtında hafifçe kıpırdandı. “  Neden kızımı kurtarmak için hayatını tehlikeye atmak istiyorsun? Soylular ve savaşçılar dahi başarılı olamamışken? “
“ Ben... prenses... “ Gulu korku ve heyecandan kekelemeye başlamıştı.     
Salondan çıt çıkmıyor, soytarı bile zırıldamayı kesmiş, konuşmayı dinliyordu.
“ Ben... prensesi hasat günü yapılan büyük şenlikte görmüştüm. “ daha fazla konuşamayarak sustu.
Kral yumuşak bir sesle onun yerine devam etti. “ Ve ilk görüşte aşık oldun. “
Gulu’nun üzerinde hissettiği baskı ve heyecana bir de utanma duygusu eklenmişti şimdi.

Tiz bir ses konuşmayı böldü. Soytarı Gulu’nun yanına gelmiş ona inanmaz gözlerle bakıyordu. “ Hıh, basit bir çoban parçası işte! Daha orku görür görmez kaçacağına eminim.“
Kral kaşlarını kaldırmıştı. “ İsteyen herkes prensesi kurtarmak için Karadağ’a yolculuğa çıkabilir Gakguk bunu biliyorsun. “

“ Evet evet elbette biliyorum, “ dedi soytarı hızlıca tiz sesiyle. “ Ama bu adama bir şans tanımaya emin misin? O bir çoban! “ 

Gulu vezirler hariç kimsenin yüce bir kralla böyle konuşabileceğini sanmazdı. Soytarı ile kral arasında kendisinin
anladığı özel bir ilişki olmalıydı.

“ Bu adama da kızımı kurtarmak için Karadağ’a yollanan tüm soylular ve savaşçılara tanıdığım aynı hakkı tanıyorum. “ Kralın sesinde hafif bir hiddet seziliyordu. “ Ve sen Gakguk, “ eliyle onu göstererek “ bu adamın yolculuğunda onun yanında olacaksın. “

Gakguk inanmazlık dolu bakışlarla bir çobana, bir krala bakıyordu.

* * *



Dev gibi leyleğin gagasında taşıdığı sepet sert zemine çarparak hafifçe sarsıldı.

“ Hey çoban, uyan! “ dedi soytarı onu pek de kibar olmayan bir şekilde dürtüyordu.
Gulu yavaşça gözlerini açtı. Uyuyakalmış olduğu için kendini sessizce azarladı.

“ Geldik sanırım, “ dedi Gakguk. İkisi de yavaşça sepetten çıkıp sert kayalık zemine adım attı.

Gulu etrafına bakındı. Karadağ isminin buraya çok uygun olduğunu düşündü. Görünürde ne bir bitki ne de bir canlı vardı. Etrafta rengi siyaha çalan kayalardan başka bir şey yoktu.

“ Sen burada bekle, “ dedi Gakguk leyleğe. Yan gözle yanında durmuş etrafı inceleyen çobana bakarak, “ kısa süre sonra panik içinde kaçarak geri döneceğimize eminim, “
Dev leylek yolculuk etmek için kullandıkları sepetin yanında somurtarak onlara baktı.

Gulu’nun gözleri kayalık arazinin tepesinde puslar içinden zor farkedilen bir mağara girişini farketti.
“ Soytarı! Orkun ini orası olmalı. “ dedi parmağıyla uzaklardaki girişi göstererek.

Kısa bir süre sonra ikisi de mağara girişinin sert duvarına yaslanmış karanlık deliğe bakıyordu. İçeride hafif bir ışık vardı ve anlam veremedikleri homurtular yükseliyordu.

“ Bu ork, “ dedi homurtuları dinleyen Gulu tuttuğu nefesi arasından.
Soytarı sanki tüm bu olanlardan çok sıkılmış gibi rahatça esnedi. “ Eee? Ne zaman gidip onu öldürmek için saldıracaksın? “
“ Öldürmek mi? “ Çoban’ın gözleri kısılmıştı. “ Ben kimseyi öldürmem, “ mağaranın karanlık girişine kısa bir bakış atıp ekledi “ Ayrıca prensesi kurtarmak için o orku öldürmek zorunda olduğumuzu sanmıyorum. “
Mağaradan gelen homurtular devam ediyordu. “ Ben gidip bir göz atacağım burada bekle, “ diyip karanlık mağaraya sessizce süzüldü Gulu.

Soytarı arkasında durmuş düşünceli gözlerle ona bakıyordu.

Karanlık girişi hızlıca adımlayıp ilerledi. İleriden gelen loş ışık mağaranın nemli duvarlarından yansıyor, gizlenebileceği uzun gölgeler oluşturuyordu. Bir kayanın ardına doğru sessizce kayıp ışığın geldiği odaya doğru başını uzattı.

Odanın tam ortasında küçük bir ateş yanıyor ateşin yanında duran bir masanın üzerinde ise büyük bir sepet duruyordu. Daha iyi görebilmek için başını biraz daha uzattı.

Kocaman, yeşil derili bir ork masaya oturmuş şapırtılar arasında sepetten aldığı şeyi ağzına götürüyordu. Orkun gözleri loş ışıkta kırmızı kırmızı parlıyordu. Tel tel saçları, pislikten yol yol olmuş giysisi ve koca burnu ile tüm haşmetiyle orada durmuş elma yiyordu.

“ Elma? “ dedi Gulu kendi kendine. Masada duran sepet elma dolu olmalıydı. Dev ork kocaman ağzıyla elmaları büyük bir zevkle ısırıyor, ağzından damlayan sular giydiği paçavraya damlıyordu. Tam arkasında ise...

“ Prenses! “ dedi tuttuğu nefesini bırakarak. Prenses arkasında bir yatağa iplerle bağlanmıştı. Yaralanmamış gibi görünüyordu. Gulu kızın inip kalkan göğsünü görebiliyordu. İçinden tanrılara bir minnet duası gönderdi. Kızın bir heykel inceliğinde oyulmuş yüzü ve güzelliği onu ilk gördüğü günde olduğu gibi Gulu’yu soluksuz bırakmıştı. Onu büyük şenlikte, sarayın balkonunda gördüğünden beri kızı rüyalarında görüyordu. Tutulmuştu.

Hızla çıkışa doğru koşup soytarının yanına geldi.

“ Soytarı bana elmalarını ver! “ dedi heyecanla.
“ Ne? Elmalarım mı asla olmaz. Onlar benim cambazlık gereçlerim. Yemek için değil! Ayrıca nasıl böyle bir durumda karnını düşünebilirsin anlamıyorum. “
“ Prensesi kurtarmak için bir planım var. Çabuk ol. “

Soytarı istemeden de olsa cebinde taşıdığı elmaları çobana uzattı. “ Al, hepsi bu. “

Dört tane. Dört elma ihtiyacı olan zamanı kazanmaya yeter miydi? Yetmez zorundaydı. Aklına başka fikir gelmiyordu.

“ Hey baksana, neden bir kılıç alıp yaratığa saldırmıyorsun? “
“ Sana söylemiştim. Bu bir işe yaramaz. Ork çok güçlü. Aptal gibi görünebilir ama yetenekli bir dövüşçü olduğuna eminim. Prensesi kurtarmak için bütün savaşçıların kaba kuvvet kullandığına eminim. Belli ki işe yaramamış.“

Soytarı sessizce onu dinliyordu. Yüzündeki ifadeyi anlamak imkansızdı. “ Şimdi yaklaş Gakguk. Bir planım var. Sanırım orkun elmalara karşı zaafı var. Ama hızlı olmalıyız. “


* * *



Keyifle sepetteki son elmayı da ağzına götürdü. Ağzını şapırdatarak son ısırığı da yutup hayal kırıklığıyla sepete baktı. Elmalar bitmişti. Tam o sırada kırmızı gözleri loş mağarada yerde yuvarlanan bir nesneye takıldı.

“ Bir elma! “ diye böğürdü. Gürültüyle oturduğu sandalyeden kalkıp yuvarlanan elmayı almak için ileri atıldı. Tam eli lezzetli meyvenin üstüne kapanmıştı ki, gözüne uzaklarda mağara girişinin parlak ışığında duran yuvarlak bir nesne daha takıldı. “ Bir elma daha! “ diye zevkle homurdanıp iri adımlarla mağaranın girişine ilerledi. Parlak gökyüzünün altında, mağaradan uzakta bir elma daha gördü. Sanki rahatça görülebilsin diye bir kayanın üzerine özenle koyulmuştu. Bu harika bir şey diye düşündü. Gökten elma yağıyordu!

İki arkadaş mağaranın karanlık köşelerinden birine sinmiş dev orkun yemi yutmasını izliyorlardı. Ork hantal adımlarla mağaradan elmaların peşine düşmüştü.
“ Hadi Gakguk işte aradığımız fırsat! “

İkisi birlikte saklandıkları köşeden prensesin yattığı yatağa doğru fırladı. Gulu kızı ilk defa bu kadar yakından görüyordu. Kız ya baygındı ya da uyuyordu. Yüreğinde bir şeylerin kopmakta olduğunu hissetti. Kızın güzelliği karşısında yeniden büyülenmişti.

Soytarıyla birlikte hızla ipleri çözmeye başladı.

“ İşte oldu. “ Kızı kollarıyla kaldırıp mağaranın dışına olabildiğince hızlı taşımaya başladı. Soytarı yanında sessizce onu takip ediyordu.

Gulu, soytarının “ Kimse bu kadar ileri gidememişti, “ dediğini duydu. Soru sormak için kaydecek zaman yoktu. Hızla mağaranın dışına adımları attılar.

Tam o sırada ork gökten yağan elmalar bittiği için asık bir suratla mağaraya geri dönüyordu. Kırmızı gözlerini kaldırdığında iki adamı ve kollarındaki prensesi gördü.

Öfkeyle haykırdı ork. İkiside orkun hiddeti karşısında ellerinde olmadan sindi.

Kızı soytarının ellerine verdi Gulu. Ork belindeki kemerden sivri dikenleri soluk ışıkta parlayan bir topuz çıkardı. İri adımlarda iki adama doğru ilerliyordu.

Gulu soytarıya döndü. Sesi titrek çıksa da yüzü huzurluydu. Mutlu bile denebilirdi.
“ Kaç Gakguk. Onu da al ve kaç. Leylek sizi bekliyor. “

Soytarı çobana baktı. Yüzünde sessiz bir gülümseme vardı.

Büyü bozuldu.

Kayalık arazi paramparça oldu. Gulu’nun içini bir düşme hissi kapladı. Zemin yerini giderek beyaz mermere bırakırken karşısında ona öfkeyle yaklaşan ork yavaş yavaş gözden siliniyordu. Bir an sonra ise Gulu tanıdık bir salonda ayakta duruyordu.

Korkuyla etrafına bakındı. “ Ben... neredeyim? Ne oldu? “ Sonra korkunç bir şeyi hatırlamış gibi ekledi “ Prenses? “

“ Korkma çoban. “

Gulu gözlerini kırpıştırdı. Sersemliği hala geçmemişti. Tanıdık sütünlara, insanın nefesini kesen yüksek kubbeye baktı. Kabul salonundaydı. Kral tam karşısında tahtında, durmuş onu izliyordu. Nasıl gelmişti buraya? Neler oluyordu?
“ Ya da prens mi demeliyim? “

Konuşanın kim olduğunu görmek döndü. Soytarı tam karşısında durmuş yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kendisine bakıyordu.
“ Gakguk, “ diyebildi. Kafası hala karışıktı. “ Neler oluyor? “
“ Gakguk mu? “ soytarı hafifçe kıkırdadı. “ Kralım demek istedin sanırım. “

Gulu’nun inanmazlık dolu bakışlarının arasında soytarının bedeni dalgalandı. Yamalı paçavra yerini en iyi kalite ipekten cübbelere bırakırken soytarının yüzü de giderek değişti. Bir an sonra karşısında kral duruyordu.
Gulu bakışlarını hızla tahtında oturan adama çevirdi. Aklını kaybediyor olmalıydı. Birbirinin aynı iki kral görüyordu!
Soytarı –daha doğrusu kral- tahtda oturan adama hafifçe başını salladı. Adam yerinden kalktı. Yüzü giderek değişirken tıpkı soytarıda olduğu gibi vücudu dalgalandı, görüntüsü birbirine karıştı. Gulu kalbinin yerinden çıkacakmış gibi hızlı çarptığını hissetti. Bir an sonra prenses karşısında durmuş ona sevgiyle bakıyordu.

“ Anlamıyorum, “ dedi tuttuğu nefesi arasından.
“ Prens Gulu, “ dedi kral kalın sesiyle. “ Sen testi başarıyla geçtin. “
“ Test mi? “

Kral başını salladı “ Kızıma uygun bir aday bulabilmek için yaptığım test. Tabi değerlimin izniyle “  dedi prensesi göstererek. Prenses kibarca gülümsedi. Hala Gulu’ya bakıyordu.
“ Gördüğün ve yaşadığın her şey birer illüzyondu. Bir büyüydü, “

Gulu olan biteni az da olsa idrak etmeye başlamıştı. “ Siz bir soytarıya dönüşerek benim her hareketimi izlediniz. Karadağ denen yere -eğer öyle bir yer varsa benimle gelmeniz önceden planlanmıştı. “

“ Senden önce pek çok damat adayını ağırladık Gulu, “ dedi kral hüzünle.

Bir süre sessizlik oldu.

“ Testi... geçtiğimi söylediniz. Onlardan farklı ne yaptım ki? “
Kralın tebessümü arttı. “ Senin de söylediğin gibi herkes çözümü kaba kuvvette aradı. Ama sen zekanı kullandın. Zekanın vicdanını karartmasına izin vermeyecek kadar erdemli olduğunu düşünüyordum ama bundan emin değildim. Ork bize saldırdığında bizi kurtarmak için kendini feda ettin, orada ölmeye hazırdın “ kral duraksayarak ona gülümsedi. “ Artık eminim. “

“ Pek çok soylu ve savaşçı ağırladık Gulu. Hepsi de Karadağ’a kızımı kurtarmak için gittiklerini söylerken gözlerinde zenginlik ve ihtişam için yanıp tutuşan arzuyu görebiliyordum. Biliyorum çünkü yanlarındaydım. Ben soytarıyım. Sen farklıydın Gulu. Bunu rütbe ve para için değil kızım için yapıyordun. Başta kabul etmek istemesem de gerçek buydu. “
Kral hafifçe boğazını temizleyip devam etti. “ Kızım bunu benden önce farketti ve sana -yani bir çobana şans verdi.“
“ Tabi tüm bunları mümkün kılan güçlü büyücümü de unutmamak lazım. “ Arkalarda gruptan uzakta olan biteni sessizce izleyen vezir başını hafifçe eğerek takdiri kabul etti.

“ Şimdi Gulu, söyle bakalım. Prens olmaya hazır mısın?
Gulu prensesin gözlerinin içinde çoktan kaybolmuştu.


SON

11
Kurgu İskelesi / Tüccar'ın Altın Sikkeleri
« : 13 Şubat 2011, 00:33:58 »
“ Koca bir aptalsın sen Unu! “ Yumruklarını sıkmış yanında yürümekte olan adamın suratına bir tane geçirmemek için kendini zor tutuyordu.
“ Çocuk gibisin. Kapı kulbu kadar aklın yok! “

Unu yanında köpüren adamın zaten gergin olan sinirlerini daha da arttırmamaya özen göstererek sözlerini dikkatle seçti. “ Haksızlık ediyorsun Mel. Bu harita gerçek ve gerçek bir hazinenin yerini gösteriyor. “
Mel kontrolünü kaybetmemeye çalışarak gözlerini kapadı. Bir yandan dar patikada yürüyor bir yandan da neden bu adama katlanmak zorunda olduğunu düşünüyordu.

“ Gerçek mi? Peki bunu nereden biliyorsun? “ dedi sıktığı dişlerinin arasından.

Unu bir an duraksadı. Arkadaşının tepkisinden çekinerek kısık sesle cevap verdi. “ Haritayı satan adam öyle söyledi, “ arkadaşının cevap vermesini bekleyerek sessizce yürümeye devam etti. Bir yandan da ne kadar karlı bir alışveriş yaptığını kendine söyleyip duruyordu. Ama Mel’in karşı konulmaz mantığı her ne kadar kabul etmek istemese de galip gelmeye başlamıştı. Tüm parasını hazine haritası sattığını söyleyen bir tüccara bayılmıştı ve zengin olacakları konusundaki tek güvenceleri ise tüccarın sözleriyli.

“ Unu sen yıllardır biriktirdiğimiz paranın hepsini hazine haritası sattığını iddia eden bir adama verdiğini söylüyorsun. O parayı kazanmak için yıllarımızı verdik. Yapmadığımız iş kalmadı. Ama sen... “ Mel öfkesinden kekelemeye başlamıştı. “ Sen... tüm paramızı bir anda fırlatıverdin, “ Unu’nun elindeki eskimiş, sararmış parşomen parçasına bakarak “ Bu kağıt parçası için! “     

Kısa bir süre ikisi de konuşmadı. Duyulan tek ses deri çizmelerin sert toprağa bastığında çıkardıkları seslerdi.
Unu içini çekerek pes etti. “ Tamam Mel, üzgünüm. Düşüncesizlik ettim. Ama tüccarın anlattığı şeyler o kadar güzeldi ki... Krallardan daha zengin olabileceğimi söyledi. “

Mel’in sesi öfkeli çıksa da kontrolünü tekrar sağlamış gibi duruyordu. “ Düşüncesizlik bu yaptığının yanında çok kibar bir sözcük Unu. “ Yan gözle dostuna baktı. “ Aptal koca adam, “ diye iç geçirdi. Eski dostunu iyi tanıyordu ve süslü hikayelere ne kadar çabuk kandığını biliyordu. Kim bilir o kurnaz tüccar bu eskimiş parşomen parçasının gerçek bir hazine haritası olduğuna inanması için nasıl öyküler anlatmıştı. Ama yine de bu yaptığı...

“ Tamam Unu. Sana göz kulak olmadığım için kendime kızıyorum sadece. “
“ Beni suçlamıyor musun? “
“ Sen koca bir ahmaksın, ama suçladığım kişi sen değil haritayı satan o sahtekar tüccar. O adamı bulursam saf insanları kandırmak neymiş göstereceğim, “ dedi yumruk yaptığı elini havaya sallayarak.

İki arkadaş dar patikada yürüyor, güneş en tepede sıcak ışınlarını cömertçe yeşil topraklara vururken deri tüniklerinin içinde terliyorlardı.

Unu usulca arkadaşına döndü “ Şimdi ne yapacağız Mel? “

Bilmiyordu. Yıllardır biriktirmek için uğraşıp didindikleri para uçup gitmişti. İkisinin de hayali kuzeydeki kendi yurtlarında, uçsuz bucaksız gür ormanlarının eteklerini kapladığı küçük bir kasaba olan Kuzey Meltemi’nin tozlu sokaklarında küçük bir han açmaktı. Ama şimdi o sahtekar tüccarın ahmak dostunu kandırmasıyla beraber tüm para uçup gitmişti. Yola ilk koyuldukları günkü gibi beş parasızdılar ve şimdi hayallerinden başka ellerinde bir şey yoktu.

Mel bir şey farketmiş gibi aniden durdu. Yürüdükleri dar patikanın kenarındaki çalılara ve ötesindeki tekinsiz ormana baktı. Arkalarında giderek uzaklaşan kasabanın bacalarından yükselen dumanları görebiliyorlardı. Konuşmaya dalmıştı. “ Söyler misin Unu nereye gidiyoruz biz böyle? “

Unu’nun sesi eski dostunun yatışan sinirlerini yeniden ayağa kaldırmak istemiyormuş gibi usulca çıkıyordu. Gözlerini Mel’den kaçırdı. “ Sen konuşmaya dalmıştın Mel. Daha doğrusu... “ boğazını temizleyip devam etti, “ bana o kadar dalmıştın ki nereye gittiğimizi sana söyleme fırsatım olmadı. “

Mel gelecek cevabı biliyordu. “ Beni peşinden o kağıt parçasında yazan hazinenin yerine sürüklüyorsun değil mi? “ diye sordu. Sesinden şaşırmadığı anlaşılıyordu.
Dostunun tepkisini gören Unu daha rahat konuşmaya başladı. “ Şey... kasabada konaklamak için paramız kalmadı. Ben de düşündüm ki... “ Mel’in iç geçirmesi üzerine biraz duraksadı. “ En azından şu haritanın gerçek olup olmadığını öğrenmeye çalışabiliriz. “

Mel’in yüzü ifadesizdi. Yenilgiyi kabul etmişti. “ En yakın dostun kuş beyinlinin biriyse böyle olur işte, “ diye mırıldandı kendi kendine.
Dostunun ağzının kıpırdadığını gören Unu yaklaştı. “ Bir şey mi dedin Mel? “
“ Yıllar önce yola çıktığımız günkü gibi meteliksiz birer zavallıyız. “ Arkasında dağların yüksek tepelerinin arasından usulca yükselmekte olan kasaba dumanlarına baktı. “Ben yeniden oraya gidip ayak işlerinde çalışmak istemiyorum.“

Unu elini dostunun omzuna attı. “ Beni bırakmayacağını biliyordum Mel, “ yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.
“ Bırakmak mı?  Bensiz bu yollarda bir gün dahi dayanamazsın sen koca adam. “

Unu gizlice tebessüm etti. Eski dostu kendine gelmişti.
Mel’in elleri hızlıca eski parşomen parçasını kaptı. “ Şimdi, bu çürümüş kağıt parçası nereyi gösteriyormuş bir bakalım. “
İki arkadaş da dar patikada durmuş dikkatle haritaya bakıyordu.

“ Bu haritaya göre hazine şurada, “ parmağıyla beceriksiz bir çizer tarafından yapılmış gibi duran ucuz mağara resmini gösterdi. “ Yani aradığımız şey bir mağara. “ Mel gözlerini kısarak  dikkatle haritayı incelemeye devam etti. “ Burası Kuzey Yolu’ndaki Devrikdiken kasabasının hemen yanında. “
“ Devrikdiken mi? “
“ Buradan 3 günlük mesafede. “

Tam o sırada patikanın ötesindeki sık ağaçların arasından bir hışırtı duyuldu. Hazırlıksız yakalanan iki dost irkilerek birbirine sokuldu. Güneş ışığı gür orman zeminini yeterince aydınlatmaya yetmiyor, gökyüzünü kapatan kalın dallar öğlen vakti olmasına rağmen etrafta uzun gölgeler oluşturuyordu.

“ Patikadan ayrılmayalım Unu, “ dedi Mel sessizce.
Unu’nun keskin gözleri uzakta ağaçların arasından hızla geçen bir şekil yakaladı. Siyah şekil bir an için gözükmüş sonra göründüğü gibi hızla kaybolmuştu.
“ Mel, sanırım izleniyoruz. “
“ Saçmalama, bunu da nereden çıkardın? Üzerimizde para edecek hiçbir şey yok. Elimizde kalan tek şey bu lanet kağıt parçası. Ona da kimse senin yaptığın gibi bir servet bayılmaz. “
Unu bir hareket yakalayabilmek umuduyla dikkatle sık ormanı tarıyordu.

“ Hadi gel, “ dedi Mel dostunun omzunu sıvazlayarak. “ Büyük ihtimalle bir yaban domuzudur. Patikadan ayrılmayalım. Bu lanet ormanda nasıl şeytanlıkların gizli olduğunu kim bilebilir? “
Han’da insan yiyen vahşi yaratıklarla ilgili anlatılan hikayeleri hatırlayan Unu elinde olmadan ürperdi.


* * *



Devrikdiken’e olan yolculukları olaysız geçmişti. Ellerinden geldiğince ormanın içinden geçen patikadan ayrılmamışlar, avlanmak ve kamp kurmak dışında oyalanmadan yürümüşlerdi. Kimi zaman ormandan gelen hışırtılar, vahşi hayvan sesleri karşısında huzursuzlanmış olsalar da Unu izlendikleri hissini bir türlü üzerinden atamamıştı. Yolculuk boyunca gözleri sık sık ağaçları tarayıp durmuş, dostunun gergin hali Mel’in de sinirini bozmuştu.

Devrikdiken kendi halinde küçük bir kasabaydı. Kasabanın dışındaki sazdan evler ilerledikçe yerini daha zengin kesimin oturduğu ahşap binalara bırakıyordu. Tozlu sokaklarda çocuklar oyunlarına dalmış, sıska köpekler yiyecek bir şeyler bulma umuduyla çöpleri karıştırıyordu. Sokaktan geçenleri içeri veya karanlık bir köşeye çağıran hayat kadınlarının ebepsiz çağrılarına kulak vermemek için demirden bir iradeye sahip olmak gerekiyordu.   
Kasabanın göbeğindeki meydanda sıra sıra dükkanlar dizilmiş, tüccarlar renkli tezgahlarını kurmuş komşu kasabalardan getirdikleri mallarını satıyordu. İnsanlar küçük meydanı doldurmuş oradan oraya koşuşturuyor, hırsızlar günü kârlı kapatmanın peşinde el çabukluğuyla sanatlarını konuşturuyordu, nalburlardan yükselen demir ve çekiç sesleri handan yükselen kahkaha ve gürültüyü bastırıyor,  cüzdanının yerinde olmadığı farkedenlerin bağırışları satıcıların ve çığırtkanların gürültüsü arasında kayboluyordu.

“ Şimdi ne yapıyoruz? “ dedi Unu tüm bu hengame arasında sesini duyurmak için yüksek sesle.
“ Haritaya göre mağara kasabanın hemen dışında, “ dedi Mel. Dostuna yan gözle bakıp “ tabi bu kağıt parçası gerçek bir haritaysa, “ diye ekledi.
Eski tartışmaların yeniden alevlenmesini istemeyen Unu konuyu çabucak değiştirdi. “ Şu gelene baksana. “

Unu’nun gösterdiği tarafa bakan Mel geleni gördü. Kocaman bir beygirin üstüne tüm ihtişamı ve parlak zırhlarıyla tünemiş soylu görünüşlü bir adam yavaş yavaş meydandan geçiyordu. Etrafındaki korumalar o geçerken sertçe yol açmaları için halkı ittirip bağırıyorlardı. “ Yol açın! Amir Russo’ya yol açın! “

Manzara karşısında Mel hafifçe iç geçirdi. Yanında Unu’nun da adama özlemle baktığını görebiliyordu.
“ Tek istediğim böyle bir hayat, “ dedi Mel. “ Tanrılardan çok şey mi istiyorum? “
“ Annem hep hayallerimizi gerçekleştirebilmek için hayatın sonsuz fırsatlar sunduğu söylerdi. “
“ Annen kaçığın tekiydi Unu bunu biliyorsun, “ dedi Mel. Unu elinde olmadan kıkırdadı.
Mel devam etti “ Ona inanmak istiyorum ama, “ elinde tuttuğu özenle katlanmış haritaya baktı “ yoldan geçen bir adamdan satın aldığın bir kağıt parçasının bizi zengin edeceğine bir türlü inanamıyorum. “     
“ O zaman neden benimle birlikte Devrikdiken’e kadar geldin? “ Unu dostuna bakıyordu.
Mel duymamazlıktan geldi. “ Hadi gel. Gidip daha şu mağarayı bulacağız,” yürümeye başladı. Unu yüzündeki belli belirsiz bir tebessümle onu takip ediyordu.


* * *



“ Yok. “

Soluklanmak için durmuş çaresizce haritaya bakıyorlardı. Bulutların arasından süzülen öğlen güneşi Devrikdiken’in dış kesimindeki sazdan evlerden yansıyordu.

“ Yok işte. Burada mağara falan yok. “ elinde tuttuğu haritaya sertçe vurdu. “ Bu lanet haritanın gerçek olmadığını başından beri biliyordum zaten. Buralara kadar boşuna geldik. “ Umutsuzca çöktü. Unu düşüncelere dalmış, konuşmuyordu. İkisi de sessizce oturmuş soluklanıyordu. Bütün sabah boyunca kasabanın çevresindeki dağlık araziyi didik didik etmişler bir tane bile mağara bulamamışlardı.

“ Mel, ben üzgünüm... “ Unu konuşmasını yolun ilerisinden gelen seslerle yarıda kesti. Hızlıca yakınlardaki çalıların arkasına saklandılar. İkisi de yabancıların kasabanın bu bölümünde ne yaptığına dair sorguya çekilmek istemiyordu. Sessizce bekleyip seslerin yaklaşmasını izlediler. Yolda üç küçük silüet belirdi.
Mel sessizce nefesini bıraktı. “ Bunlar sadece çocuk. “

Üç çocuk saklandıkları yerin önünden geçerken gizlice dalların arasından gözetlediler. İki erkek ve bir de kız çocuğu vardı. Hararetli bir şekilde konuşuyor, etraflarında olan bitene aldırmadan yürüyorlardı.

“ Annemiz bu günlerde çok dalgın değil mi? “
“ Her zamanki hali. “
“ Onun için endişeleniyorum. “
“ O soğuk mağara onu hasta ediyor. Çok yaşlı. Zaten gözleri görmüyor onu hayata bağlayan tek şey biziz. “

Çalıların arasında iki dost şaşkınlıkla birbirine baktı.

“ O mağara bizim evimiz. Hem başka bir yere gidersek başının belaya girmesinden korkuyorum.“

Çocuklar önlerinden geçip giderken onlar sessizce nefeslerini tutmuş konuşmaları dinliyordu. Üç küçük arkadaş köşeyi dönüp gözden kaybolurken çalıların arasından fırladılar.

“ Duydun mu Mel? Mağaradan söz ediyorlar. Onları izlemeliyiz. “

Mel düşünceli görünüyordu. “ Bilmiyorum. Sonuçta onlar çocuk. Mağara dedikleri bambaşka bir şey de olabilir, “ çocukların döndüğü dönemece bir süre baktı. “ Yine de takip edip şu mağaranın ne olduğunu öğrenmekten zarar gelmez. “

Sessiz adımlarla izlemeye başladılar. Geniş toprak yol saklanmaya elverişli değildi. Yol kenarındaki ağaçların arasında gölgeler içinde saklanıyor, ellerinden geldiğince az ses çıkarmaya özen göstererek üç küçük çocuğu takip ediyorlardı. Unu arkasına baktı. Yine aynı izlenme hissine kapılmıştı. Hazinenin peşinden yola çıktıklarından beri bu duyguyu üzerinden atamamıştı. Mel’in ne tepki vereceğini bildiğinden bu konuyu açmamanın en iyisi olacağını düşündü. Omuz silkip dikkatini yeniden takibe verdi.   

Yol bir süre sonra daralmış, sık ağaçlar yerlerini kayalara ve dağlık araziye bırakmaya başlamıştı. Kasaba pek uzakta sayılmazdı. İkisi de bu bölgeyi daha önce araştırmış, küçük oyuklardan başka bir şey bulamamışlardı. Mel takibi bırakıp geri dönmek üzereydi. Ne yapıyordu böyle? Üç aptal çocuğu takip edip hazine bulmayı umuyordu. Kendi kendine acı acı güldü. Arkasından sessizce takip eden Unu’ya döndü.

“ Dönüyoruz. Zaten başından beri belliydi...” Mel cümlesini tamamlayamadı. Dostunun yüzündeki hayret ifadesi cümlesini yarıda kesmesine neden olmuştu. Hızla Unu’nun gözlerini diktiği yere baktı.

“ Ne oldu Unu? “ diye fısıldadı.
“ Çocuklar... “
“ Ne olmuş? “ şaşırma sırası Mel’deydi. Yol bomboştu. “ Çocuklar nerede? “
“ Bir anda kayboluverdiler. “ Unu tuttuğu nefesini salıverdi. Parmağıyla bir köşeyi işaret ediyordu. “ Şuraya doğru gittiler. “   

Saklandıkları kayanın arkasından dikkatlice yola çıktılar. Sessiz adımlarla yürüyüp çocukların kaybolmadan önce bulundukları yere geldiler. İkisinin de heyecandan kalp atışları hızlanmıştı.

“ Nereye doğru gittiler Unu? “
Unu titrek adımlarla yolun kenarında bulunan sık çalılıklara doğru yürüdü. Elleriyle dalları aralayıp kendine yol açmaya çalıştığı sırada hızla nefesini tuttu. Mel arkasından yetişti.
“ Ne oldu? Ne var orada? “
“ Mel, sanırım bir mağara buldum. “  Parmağıyla ileride bir karaltıyı gösteriyordu.

Mel sessizce okkalı bir küfür savurdu. Buraya defalarca bakmalarına rağmen karşılarındaki dev mağarayı gözden kaçırmaları akıl almaz bir şeydi. Sık çalılar ve ağaçlar mağara girişini kapatıyor, girişi yoldan geçip giden gözlerden harika bir şekilde gizliyordu. Sessizce çalıların arasından geçip dev girişin duvarına yaslandılar. Çocuklar buraya girmişti.

İkisi de hızlı hızlı nefes alıyor heyecanla birbirlerine bakıyordu.
“ Unu mağarayı bulduk! Haritadaki mağara burası olmalı. Kasabanın hemen yanında!“ Zenginlik hayalleri kurmak için henüz çok erkendi ama yinede ikisinin de gözleri ışıl ışıldı. Haritaya göre hazine içerideydi - eğer gerçekten bir hazine varsa – ama başkaları tarafından çoktan bulunmuş olabilirdi belki de bu küçük yaramazlar hazineyi alıp götürmüştü. Ortada bir hazine bile olmayabilirdi. Öğrenmenin tek bir yolu vardı.

“ İçeri giriyoruz. “

Karanlık mağaraya adımlarını attılar. Ellerinde olmadan birbirlerine sokuldular. Mağaranın aydınlık girişi arkalarında kalırken karanlık da giderek yoğunlaşıyordu.

Unu korkuyla girişe doğru baktı. “ Mel bir meşale yapıp öyle mi girsek? “ Mel’i tutan eli ter içindeydi.

“ Sakın bana karanlıktan korktuğunu söyleme. “ şaşkınlıkta karanlıkta arkadaşına bakmaya çalışarak. “ O küçük piçler bile senden daha cesur. “

Attıkları her adımla birlikte karanlık daha da yoğunlaşıyordu. Belli belirsiz bir köşeyi döndüler. Girişin ferahlatıcı görüntüsü kaybolmuştu. Önlerini zar zor görüyorlardı. Sessizce karanlıkta ilerlerken el yordamıyla bir köşeyi daha döndüler. Küçük bir ışık dikkatlerini çekti. İleride mağara duvarlarından bir ateşin ışığı yansıyordu.

“ Orada olmalılar. Hadi “ dedi Mel Unu’yu kolundan hızlıca çekecek. Adımlarını hızlandırıp daha iyi görebilmek için yaklaştılar. Mağara burada geniş bir oda oluşturmuştu. Girişten başlarını usulca uzattılar. Manzara karşısında neredeyse düşüp bayılacaklardı.

İlk konuşabilen Mel oldu. “ Unu... orada... hazine, “ heyecandan sesi kesik kesik çıkıyordu. Geniş odanın tam ortasında yanan ateş büyük bir sandığı andınlatıyordu. Kapağı açıktı. İçi ise hayallerinin ötesinde, ateşin ışığında güneşten daha parlak parlayan altın sikkeler ile doluydu. Mel sanki uzanıp alabilecekmiş gibi olduğu yerden hevesle elini uzattı.

“ Başardık Unu. Sen bir harikasın. Harita gerçek! “ sesi titrekti. Dostunu yanına çekerek alnına kocaman bir öpücük kondurdu. Unu’nun manzara karşısında gözleri dolmuş konuşamıyordu.
Birden sevinçleri duydukları belli belirsiz seslerle kesildi.

“ Bunlar çocuklar. “
“ Ne yapacağız? “ diye sordu Unu fısıltıyla.
“ Üç küçük çocukla başa çıkabiliriz. “ dedi Mel umursamazca elini sallayarak. Gözlerini hazine sandığından ayıramıyordu. “ Onlar daha ne oldup bittiğini anlamadan sandığı alıp kasabadan çok uzaklara kaçmış oluruz. “
Unu başıyla onayladı. Vücudu gerilmişti. İleri atılmak için arkadaşının onayını beklerken kulağına bir ses çalındı. Başta bir anlam veremedi. Duyduğu ses üç çocuğun sesinden farklıydı ve derinden geliyordu. Sanki tarih öncesinden sesleniyormuş gibiydi. İnsanın yüreğine işliyordu. Elinde olmadan ürperdiğini hissetti.
“ Duydun mu Mel? Orada biri daha olmalı. “

Mel yabancı sesi duymamış gibiydi. Gözü ışıkta güneş gibi parlayan hazineden başka bir şey görmüyordu. Unu daha onu durduramadan Mel mağaranın kadim huzurunu kaçırarak bağırdı. “ Şimdi Unu! “
Mel ileri, dosdoğru hazineye doğru fırlamıştı. Unu da kısa bir tereddütten sonra arkadaşının peşinden saklandığı yerden fırladı. Kısa sürede hazinenin yanına vardılar. Gözleri hırsla büyümüştü. Mağaranın uzak bir köşesinden çocukların korku dolu bağırışlarını duyabiliyorlardı. Umursamadan sandığın kapağını kapattılar. Çok kolay olacaktı. Bu aptal çocuklar daha ne olduğunu anlamadan sandığı kucaklayıp kaçmış olacaklardı. İkisinin de elleri titriyordu. Önlerindeki sandıkta tüm hayatları boyunca çalışsalar bile elde edemeyecekleri kadar çok altın vardı. Sandığın birer ucundan tutup kaldırdılar. Tam doğrulup adım atmışlardı ki sadece en korkunç kabuslarında duyabilecekleri bir sesle donup kaldılar.

“ Çocuklarımı rahatsız etmeye cüret eden de kim? “

Derinden gelen ses yüreklerinde alev alev yandı. Çelik gibi tınısındaki saklı tehdit sandığı ellerinden düşürmelerine yol açtı. Nefes almaya dahi cesaret edemeden öylece durup yavaşça sesin geldiği tarafa doğru baktılar. Vücutları kontrolsüzce tir tir titriyordu.
     
“ Bu ses... “

Bakışları önce mağaranın karanlık köşesindeki üç küçük silüete sonra da üç minik bedenin arkasında duran şeye takıldı. Ateşin soluk ışığında parlayan kılıçtan daha keskin dişler, kocaman pullu bir burun.

“ Çocuklarımın rızkını bırakın! “

Çığlık atarak mağara girişine doğru koştular. Korkudan kendilerini kaybetmişlerdi. Karanlıkta taş duvarlara çarptılar, keskin kayalar kollarında kesikler açtı, birbirlerinin üzerine düştüler. Hiçbirine aldırmadan sadece deliler gibi mağara girişinin ışığına doğru koştular. Akıllarında tek bir düşünce vardı. “ Kaç! “ Ciğerleri patlayana, kasları feryat edene kadar koştular.

Sonunda kendilerine geldiklerinde kasaba meydanına gelmişlerdi. Unu’nun yüzü korkuyla taşlaşmıştı. Kesik kesik nefesi arasından aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu.
“ Ej... ejderha! “

* * *



“ İşte bu mağara Amir Russo “ iki arkadaş elleriyle çalıların kapattığı belli belirsiz bir karaltıyı işaret ediyordu.
Amir Russo kaşlarını çattı. Arkasındaki bir müfreze adama eliyle işaret etti. Onlarca savaşçı ellerindeki kılıç ve baltalarla çalıları biçerek mağara girişini gözler önüne serdi.

“ Burada böyle bir mağara olduğunu bilmiyordum, “ dedi Amir yanındaki kumandana şaşkınlıkla.
Arkasına baktı. Amir’in tek bir bakışıyla beyazlar içindeki büyücülerden ikisi hışırdayan cüppeleri içinde yavaşça ilerleyip mağaraya girdiler.

Devrikdiken’in hemen yanındaki bir mağarada bulunan ejderha haberi kasabaya çığ gibi düşmüştü. Ellerindeki bilgilere göre kötü kalpli ejderha büyüleriyle bağladığı kimsesiz küçük çocukları kendi işleri için kullanıyordu. Kasabaya gelen iki gezgin şans eseri buldukları mağarada ejderhadan canlarını zor kurtarmıştı. Haber öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki, krallık ejderhanın yok edilmesi için bir bölük askeri ve krallık büyücülerini derhal Amir’in emrine vermişti. Kral’ın emri kesindi. Halkın güvenliğini tehdit eden bu ejderha ortadan kaldırılmak zorundaydı. Çocuklar güvende değildi. Herkes bu kara kalpli yaratık için birer yem gibiydi.

Havadaki gerginlik elle tutulabilecek kadar yoğundu. Mel ve Unu askerlerin arkasında yerlerini almış sessizce olacakları bekliyordu. İkisinin de keyfi yerindeydi. Çığlıklar atarak kasabaya koşup ejderha haberini götürdükleri zaman kimse onlara o mağarada ne yaptıklarını sormamıştı. Amir’in adamları ejderhayla uğraşırken onlar gizlice mağaranın içine sıvışıp sandığı kucaklayıp kaçacaktı. Ya da öyle olmasını umuyorlardı.

Herkes mağara girişinin önünde toplanmış ejderhanın çıkmasını bekliyordu. İçeri giren iki büyücü ejderhayı rahatsız edip ininden çıkarmakla sorumluydu. Yaratık bir kez mağara girişinde göründüğü zaman kaçmasına fırsat vermeden ellerindeki her şeyle saldıracaklardı. Savaşççılar mağara duvarının iki yanına dizilmiş, gözlerini karanlığa dikmiş bekliyordu. Amir’in önündeki okçular sadaklarından çektikleri oklarını yerleştirmiş kısık gözlerle girişe bakıyordu. Büyücüler kendi içlerine dönmüş, büyülerini yapmak için doğru zamanı bekliyordu. Neredeyse kasabanın tamamı gelmiş askerler tarafından belirlenen güvenli bir mesafeden olacakları izleyebilmek için birbirlerinin üzerinden başlarını uzatmış huşu içinde mağara girişini görmeye çalışıyordu.

Kimse konuşmuyordu. Sessizliği ve gergin havayı bozan tek ses üç çocuğun ağlayan ve zırıldayan sesiydi.
“ Lütfen yapmayın! Durun! “ küçük kızın yüzü göz yaşlarından yol yol olmuş hıçkırıklarla sarsılıyordu. Kalabalıktan birisi kıza ağlamayı kesmesi için sertçe vurdu.

“ Yeter artık zırıldama! Ejderha seni midesine indirmediği için kendini şanslı saymalısın. Eğer o iki gezgin sizi o mağara bulmasalardı belki de çoktan yem olmuş olurdun!“ Yanında bulunan insanlar anlayışla üç evsizi kollarıyla koruma altına aldılar. Bu üç kimsesiz ejderha tarafından büyülendiği için neden bahsettiklerinin farkında değillerdi. Yani en azından Amir öyle söylüyordu.

“ O bizi büyülemedi! Kötü birisi değil o! “
“ O çok yaşlı, size bir şey yapmaz! “ diye bağırdı bir erkek çocuk hıçkırıklar arasından.
“ Annemizden uzak durun! “

Amir gürültüden rahatsız olmuştu. Elini sabırsızca sallayıp orada bulunan askerlere çocukları susturmasını söyledi.
Tam o sırada dev mağaranın bulunduğu kaya şiddetle sarsıldı. Dökülen küçük taş parçaları askerlerin üzerine yağdı. İçeri giren iki büyücü mağara girişinde göründü. İkisi de ter içinde kalmıştı. Amir’in önünde durup herkesin duyabileceği bir sesle raporlarını verdiler.

“ Onu rahatsız etmeyi başardık. Çok kolay oldu. Ejderha çok yaşlı ve iki gözü de kör.“ Büyücü bir an duraksayıp ekledi. “ Ejderhanın aklı da yaşıyla beraber uçmuş. Bunak yaratık çocuklarım diye inleyip duruyor. Sanırım o üç çocuğu kendi çocukları sanıyor. “

Amir başını sallayıp herkese hazır olmalarını emretti. Ejderha geliyordu.

Koca kaya bir kez daha sarsıldı. Önce kılıç gibi keskin dişler sonra pullu bir burun mağara girişinde göründü. Ejderhanın başı yavaş yavaş güneş ışığına doğru çıkarken orada bulunan kalabalıktan bir korku nidası yükseldi. Askerler istemsizce bir kaç adım geri çekildi.   Yaratığın gözleri beyaz birer çukurdu. Ejderha kör demişti büyücü. Amir keyifle gülümsedi. Bu harika bir av olacaktı. Keskin pençeler tehditkar bir şekilde açılıp kapanıyordu. Dev bedeni mağara girişinin duvarlarına sürtünerek zorlukla çıktı. Narin kanatları yılların getirdiği zorluklarla birlikte yol yol çatlamış ve yırtılmıştı. Dev yeşil ejderha tüm haşmetiyle önlerine duruyordu.

“ Çocuklarım nerede? Onlara bir şey yapmayın, “

Dev yaratığın hüzünlü sesi askerlerin yüreklerini burktu. Amir yüzünden kanın çekildiğini hissetti. Kendini olabildiğince toparlayıp titrek bir sesle emir verdi.

“ Saldırın! “

Aynı anda ejderhanın üzerine büyü ve ok yağdı. Girişin iki yanındaki askerler haykırarak ellerindeki kılıçları yaşlı ejderhanın pullu bedenine saplamaya başladılar.

Ejderha acı dolu bir haykırış kopardı. Kuyruğunu şimşek gibi sallayıp üzerine çullanan savaşçılara doğru savurdu.
Tüm bunlar olurken Mel ve Unu sırtlarını taş duvara verip sessizce savaş çığlıklarıyla ejderhaya saldıran savaşçıların arasından süzülerek mağaranın içine sızdılar. Mağaranın içi girişin hemen önünde acıyla haykıran ejderhanın gölgesiyle normalden daha karanlıktı. Bir kaç adım atmışlardı ki Mel başında şiddetli bir acı hissetti. Görüşü bulanıklaşmıştı. Dengesini sağlamak için umutsuzca mağara duvarına tutunmaya çalışarak yere kapaklandı. Başının kenarından boynuna doğru sıcak birşeyin aktığını hissetti. Loş ışıkta yerde tanıdık bir silüet gördü. Unu’nun da kendisinden farkı yoktu. Koca adam yere serilmişti.  Kaşından oluk oluk kan akıyordu.

“ Sen! “ dedi Unu titrek bir sesle. Loş ışıkta tepelerinde dikilen adama şaşkınlıkla bakarak. Mel Unu’nun baktığı karaltıyı acıdan yaşarmış gözleriyle görmeye çalıştı.

“ Sen, “ diyordu arkadaşı. “ Bizi takip eden sendin! “

“ Evet, “ dedi yabancı ses. “ Açıkçası benim için yaptıklarınızdan dolayı size minnettarım, “ dedi adam yerde sürüklediği bir sandığa vurarak. “ O haritanın gerçek olduğunu biliyordum. Hoşçakalın dostlarım. Herşey için teşekkürler. “ Uzun boylu karaltı loş ışıkta belli belirsiz bir referans yapıp, kargaşanın devam ettiği mağara girişine doğru uzaklaşmaya başladı.

“ O kimdi? “ diyebildi Mel sıktığı dişlerinin arasından. Görüşü giderek bulanıklaşıyordu. Bilincini kaybetmek üzereydi.   

“ Tüccar. Haritayı aldığım tüccar. “

Dışarıdan ejderhanın haykıran sesini duyabiliyorlardı. “ Çocuklarımı bırakın! “
Sonra herşey karardı.


* * *



Gözlerini açtığında kendini tanımadığı bir odada yatakta yatarken buldu. Korkuyla etrafına bakıp nerede olduğunu çıkarmaya çalıştı. Sağındaki yatakta tanıdık bir yüz görerek rahatladı. Adamın gözleri açıktı.
“ Unu, “ dedi Mel usulca.

Arkadaşı cevap vermemişti ama onu duyduğunu biliyordu. Başı hala aldığı darbe yüzünden zonkluyordu. Unu’nun alnı da beyaz bir sargıyla sarılmıştı.

“ O adam yani sana haritayı satan tüccar... hazineyi alıp kaçtı değil mi? “

Unu sessizce başını sallamakla yetindi. Mel’in aslında soruyu sormasına gerek yoktu, cevabı zaten biliyordu. Sadece inanmak istemiyordu. Hayallerinin, kralların zenginliğinin bu kadar yaklaşmışken ellerinden yitip gitmesi... Kabul edemiyordu. Gözyaşları aşağı süzülürken  kapı hızlıca açıldı.
Geleni görebilmek için başını yavaşça kaldırdı Unu. Gelen Amir Russo’ydu.

“ Savaş kahramanlarımız bugün nasıl bakalım? “
“ Savaş kahramanı mı? “ diyebildi Unu kısık bir sesle. Ağzını açtığı her seferinde başı çatlayacakmış gibi zonkluyordu.
“ Elbette! “ Amir keyifle yatağın kenarına oturdu. “sizi mağaranın içinde baygın halde bulduk. Neyse ki yaralarınız ciddi değildi.“ yüzüne bir tebessüm koyup dostça ekledi. “Devrikdiken’i ejderha tehlikesinden haberdar eden, savaş sırasında cesurca ejderhanın arkasına dolanıp askerlerimize yardım eden iki gezgin bir törenle ödüllendirilecek tabi siz sıhhatinize kavuştuktan sonra. “
“ Ödül mü? “
“ Peki ne oldu? Yani ejderhaya? “
“ Malesef elimizden kaçtı. O dev kanatlarıyla gökyüzünde kayboldu. Ama ona büyük yaralar verdik. Bir daha bu topraklara adım atmaya cesaret edebileceğini sanmıyorum. Yaraları çok derin. Lanet yaratık büyük ihtimalle bir çöplükte son nefesini verecek. Neyse, siz dinlenmenize bakın. “ Göz kırparak ekledi, “ Kahramanlar. “   
Amir Russo kapıyı arkasından kapatırken iki dost şanslarına hayret ederek sessizce durdular.

“ Şimdi de savaş kahramanı olduk. “


Kısa bir süre içinde ölen ejderha yüzünden duydukları vicdan azabı yerini ödül töreninde altınlar ve kadınlarla dolu fantazilere bırakırken fantastik diyarların uzak bir köşesinde tek bir feryat duyuluyordu.
“ Çocuklarım... “     



SON



Uzun zamandır öykü yazmıyordum. Böyle bir şey mümkünse gerçekten hamlamışım. Cümleleri yazarken sık sık tıkandığımı söylemeliyim. Zaten cılız betimlemeler ve zayıf cümleler ortada. Daha çoook yol almam gerektiğinin farkındayım. Kurgunun ana hatları yazmaya başlamadan önce aklımda belli belirsiz şekillenmişti. Ancak iş yazmaya geldiğinde kurgu oldukça değişti. Planlamadığım pek çok şeyi yazarken buldum kendimi. Kurgunun zayıf olduğunu düşünüyorum. Yine de yazmak güzeldi. Güzel vakit geçirdiyseniz ne mutlu bana.

12
Kurgu İskelesi / Reis'in Askerleri
« : 16 Ocak 2011, 17:44:34 »
“ Ne zaman yemek yiyeceğiz anne? Çok acıktım. “
“ Tamam kızım, şimdi yiyiyoruz. Biraz daha pişmesi lazım. “
Sabırsızlıkla minik ellerini çenesine dayadı Pıtır . Açlıktan midesi kazınıyordu. Ocakta pişen haşlanmış mantarın mis kokusu minik odanın her tarafını doldurmuştu.

Sandalyesinden yere kondu. Minik adımlarla gidip tezgahta duran tastan kendisine bir bardak süt koydu.
Tasa bakarak, “ Yaşlı Domdom’un verdiği süt bu kadar mı anne? “ diye sordu.
Annesi hafif bir iç geçirdi, “ Bugünlerde hep böyle az süt vermeye başladı. Hasta galiba, bilmiyorum. Samanlıkta üşüyor tabi geceleri hayvan. “

Domdom belki de sahip oldukları ender değerli şeylerden biriydi. O yaşlı huysuz inek yıllarca onlara hizmet etmişti.

“ Akşam ona güzel bir yemek yaparım. Üşümesin. “ dedi Pıtır. Bulduğu fikir hoşuna gitmişti. Kendi kendine başını salladı.

Annesi küçük kızının hayallerini bölmek istemedi. Göz ucuyla baktı. Başının tepesinde topladığı fıskiye gibi saçları ve tombul yanaklarıyla çok güzel görünüyordu. Bardağına sütünü koymuş, ona büyük gelen sandalyesinde ayaklarını sallaya sallaya yemeği bekliyordu.

Ocaktaki bakır tenceredeki haşlamayı karıştırırken “ Pire! “ diye bağırdı.

“ Pıtır, abin nerede? “
“ Dışarıda tahtadan kılıç yapmaya çalışıyor. “
Tekrar “ Pire! “ diye seslendi.

Kapının önünden tahta döşemeye basan ayakların gümbür gümbür sesleri geldi. İçeri üzeri talaş dolu, saçları karman çorman bir çocuk girdi.

“ Ah oğlum, bu ne hal. Gel buraya. “
Pire usulca annesinin yanına gitti.
“ Her taraf mis gibi kokmuş. Ne pişiriyorsun anne? “
“ Haşlanmış mantar yaptım. Biraz da süt var, “ bir yandan da pasaklı oğlunun üstünü başını temizliyor, çeki düzen vermeye çalışıyordu.

Ona gösterilen ilgiden memnun bir şekilde masaya oturdu Pire. Kız kardeşi gibi sabırsızca ocaktaki yemeğin pişmesini beklemeye başladı.

“ Kılıç bitti mi abi? “
“ Bitmek üzere. Ama ucunu bir türlü sivriltemedim. Bıçakla kesemiyorum. Annem de odunluktaki baltayı kullanmaya izin vermiyor, “ göz ucuyla sitemini duyup duymadığını kontrol etmek için annesine baktı. “ Yemekten sonra köye inip yaşlı oduncu dedeye ucunu yaptırırız. “

O sırada annesi üzerinden dumanlar tüten tenceredeki yemeği tabaklarına koymaya başlamıştı bile.

Yemek çok lezzetliydi. Tıka basa doymuşlardı. Masadan kalkıp dolu ağızlarıyla annelerine bir şeyler geveleyip dışarı fırladılar.

Pire kardeşine yaptığı kılıcı gösterdi. Kılıçtan çok bir mızrağa benzemiş olsa da küçük hayal güçleri o tahta parçasının mükemmel bir kılıç olduğunu söylüyordu.

“ Tamam, hadi köye gidip yaşlı oduncuya bakalım, “
“ Ben de silahımı alıyım mı abi? “
“ Al tabi, yolda düşmanlar çıkarsa savaşırız. “
“ Belki bir ejderha çıkar karşımıza, “ diye hevesle atıldı Pıtır.
“ Olabilir. Geçenlerde huysuz terzi Rudok’u konuşurken duydum. Bazı iz sürücüler köyün etrafında garip ayak izlerine rastlamış. “
“ Sana demiştim. Kesinlikle ejderhalar burada olmalı. “ dedi Pıtır. Hızla içeri koştu. Bir süre sonra elinde düz bir tahta parçasıyla geri döndü.
“ Ben kalkanımla seni korurum. Sen de kılıcınla ejderhaya vurursun. Hadi gidelim. “

Köy meydanı pek uzak değildi. Kısa bir yürüyüşten sonra tanıdık evlerin arasından geçmeye başlamışlardı bile. Umut ettiklerinin aksine yolda hiç bir yaratığın saldırısa uğramadılar.

Köy meydanı aslında yakınlardaki nehirden gelen leziz suyun aktığı bir çeşmeden oluşan büyükçe bir açıklıktı. Açıklığın etrafında manavlar, demirciler, büyükçe bir han ve çeşit çeşit el yapımı tahta oymalar satan çeşitli dükkanlar vardı. İnsanlar oradan oraya koşturuyor, çocuklar oyunlar oynayıp etrafı toz duman yapıyorlardı. Çeşmeden su dolduran kadınlar ağır yüklerini dökmemeye çalışarak evlerinin yolunu tutuyor, işi gücü olmayan kimi erkekler gündüz vakti kendilerini hanın soğuk gölgelerine ve biranın getirdiği hayallere bırakıyordu.

Ama bugün köyde sanki ayrı bir heyecan, ayrı bir gürültü vardı. Pire ve Pıtır bile bunu daha meydana adım atmadan anlamışlardı.
Yanlarından hızlı adımlarla geçen insanlar hızla meydana doğru gidiyordu. Evler boşalmış gibiydi.

Sokak aralarından birinde arkadaşlarını gördüler.
“ Hey çocuklar! “ diye bağırdı Pire.

Gürültü ve kahkahalar arasından Pire’nin sesini ilk duyan şişman dostları Tosum oldu.
“ Pire, Pıtır! “ Hızla iki kardeşin yanına doğru koştu. Koşarken koca göbeği hop hop sallanıyor, tombul yanakları bir aşağı bir yukarı oynuyordu. Koca göbeği ve kızıl saçlarıyla Tosum köy kadınlarının mıncıklamayı en sevdiği çocuklardan biriydi.
“ Selam, “ dedi. Nefes nefese kalmıştı. “ Gelsenize teyzem çarşıya gitti diye bir oynuyoruz. “
“ Yok ben o oyunu sevmem, “ dedi Pire.
“ Yaşlı oduncu dedeye kılıç yaptıracağız, “ dedi Pıtır. Konuşurken kafasının tepesindeki fıskiye saçları oynuyordu.
“ Bugün meydanda bir gösteri falan mı var? “ dedi Pire.
“ Evet, büyük reisin askerleri geri dönmüş. Ormanın en uzak köşesine kadar gitmişler. Orada bir sürü canavarla savaşmışlar. Bir tane canavarı da esir almışlar, “ durup biraz düşündü “ Gork ya da ork gibi bir ismi vardı sanırım canavarın. Ben gördüm çok çirkin bir şey. Komik bir yaratık. “

Duydukları iki kardeşi de heyecanlandırmaya yetmişti. “ Ork mu dedin? “ İkisi de birbirine baktı. Bu yaşlı oduncu dedenin kimi zaman onlara anlattığı canavarlardan olmalıydı.

“ Askerler daha ne kadar burada duracakmış? “ diye hevesle sordu Pıtır. Capcanlı bir ork görmeyi kaçırmak istemiyordu.
“ Bilmiyorum. Sanırım sadece dinlenmek için gelmişler. “
Tosum oyuna geri dönerken iki kardeş meydana doğru koşmaya başlamıştı.

Köy meydanı oldukça kalabalıktı. Herkes meydanın bir köşesine toplanmış, önünde huşu verici parlak zırhlara bürünmüş bir adamın durduğu tahtadan bir kafese bakıyordu. Kadınlar korkuyla karışık bir merakla kafesteki yaratığı izlerken kimisi çocuklarının gözlerini kapatıyor, kimisi de canavara daha yakından bakmak isteyen çocuklarını zapt etmeye çalışıyordu. Erkekler daha uzak bir köşeden olan biteni izleyip bilmiş bilmiş bakıyor, kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı.

Kısa boyları yüzünden ne Pire ne de Pıtır kafesteki şeyi görememişti. El ele tutuşarak kalabalığın arkasından içeri daldılar. Kısa boylarının verdiği avantajla kalabalığı rahatça yararak en öne ulaştılar.
Son sırayı da geçtikten sonra kafese bakakaldılar. Uzun süre hiçbiri konuşmadı.

“ Canavar bu mu? “
“ Bu bir canavar değil ki... “
Tahta kafesin içinde bir köşeye korkuyla sinmiş, kimi zaman kısacık bir an için göz ucuyla kalabalığa bakmaya cesaret eden, üstü başı paçavralar içinde yeşil derili, bazı yerlerinde kocaman benekleri olan, tel tel saçlı, titrek bir yaratık vardı.

Bir süre öylece izlemeye devam ettiler.

Yaratık bir köşeye çökmüş, başını kollarının arasına almıştı. Kısa bir an için göz ucuyla kalabalığa baktığında bakışları iki kardeş ile birleşti.
“ Ağlıyor, “ dedi Pıtır. Gözleri dolmuştu. Kız kardeşine hep sert görünmek isteyen Pire de kendine kızarak gizlice kolunun tersiyle gözlerini sildi.

Daha önce hiç canavar görmemişlerdi. Şimdi karşılarında gördükleri sefil yaratığın bir ork olduğunu kabul edemiyorlardı. Büyükler onlara hep başka türlü anlatmıştı. Çocuk katili, kana susamış, duygusuz, öldürmekten keyif alan korkunç yaratıklar olarak bahsetmişlerdi hep. Şimdi karşılarında gördükleri şeyin böyle bir yaratık olduğuna ihtimal veremiyorlardı.

O sırada kafesin önündeki parlak zırhlara bürünmüş adam konuşmaya başladı.
“ Büyük reisin cesur askerleri olarak Kuzay Yolu Ormanı’nın en uzak köşelerine korkusuzca yürüdük. Sadece bu korkunç yaratıklardan avlamak ve halkımızı güvenliğe kavuşturmak için, “ boğazını temizleyip devam etti. “ Günler süren yolculuktan sonra sonunda izler bulmayı başardık, “ kalabalık huşu içinde zırhlara bürünmüş askerin tiyatrovari hareketlerle süslediği konuşmasını izliyordu.

“ Bu şeytanlar o kadar sinsi yaratıklar ki üç gün boyunca bizden kaçmayı başardılar ama bilmedikleri bir şey vardı, “ susup kalabalığa göz gezdirdi.

“ O da reisin cesur askerlerinin asla pes etmeyecekleriydi! “ Kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Herkes zırhlı askerin ağzından çıkacak sözlere odaklanmıştı.

“ Sonunda bir mağarada koca bir kabileyi kıstırmayı başardık. Şanlı ve onurlu reisin savaşçıları olarak tüm şeytanları ortadan kalkırdık! “ O anda deli gibi bir alkış koptu. Kalabalıktan bir kaç kişi büyük reis adına övgüyle haykırmaya başladı. Kısa sürede tezahürat yayıldı. Kalabalık hep bir ağızdan bağırmaya başladı. Asker haykırış ve alkışlar arasından sesini duyurabilmek bağırarak devam etti.

“ Bu ork köpeğini esir aldık. Reis’in askerlerinin gücünü ve cesaretini yol boyunca tüm halka göstermek için. “
Kalabalıktaki coşku en üst seviyeye ulaştı. Herkes hep bir ağızdan “ Çok yaşa Reis! “ diye bağırırken kalabalık arasından yalnızca iki kişi bu coşkuyu paylaşmıyordu. İkisi de hiç konuşmuyordu.


                                                                                 
***



“ Sence annem bize çok kızar mı abi? “
“ Merak etme zaten o uyanmadan dönmüş oluruz. Ayrıldığımızı anlamaz bile. “
Ses çıkarmamaya çalışarak evlerin arasından meydana doğru yürüdüler.
“ Ben biraz korkuyorum, “ dedi Pıtır. Aslında Pire de korkuyordu. Karanlık ağır, gece tekinsizdi ama kafesteki o orkla konuşmayı çok istiyordu. Kararlarını vermişlerdi.
“ Bunu yapmak isteyen sendin. Geri dönmemizi ister misin? “ diye sordu Pire cevabı zaten bilerek.
“ Hayır, o zavallı şeyi orada bırakamayız. “ dedi Pıtır. Kaşlarını çattı. Adımları şimdi daha kararlıydı.

Meydana ulaştıklarında sırtlarını bir evin duvarına verip etrafı gözlediler. Meydanda kimse yoktu. Dükkanlar kapanmış, evlerde ışıklar sönmüştü., çeşmeden damlayan suyun sesi ve handan gelen gülüşmeler sessizliği bozan tek şeydi.

“ Handa insanlar var, “ dedi Pıtır fısıltıyla.
“ Bizi duyamazlar. Hadi gel, “ kardeşinin elinden tutarak koşar adımlarla meydana fırladı. Hızla tahtadan kafese doğru koştu. İçindeki karaltıyı zor da olsa görebiliyordu. Bir adım daha atmak üzereydi ki sertçe durdu.

Pıtır abisinin ani hareketi karşısında dikkat kesilmiş ne olduğunu soran gözlerle ona bakıyordu.

Pire eliyle ileride bir şeyi işaret etti.

Küçük kız daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Sonra o da yerdeki karaltıyı yavaş yavaş fark etti. Yere uzanmış bir silüetti bu. Askerin göbeği aldığı her nefesle yavaşça inip kalkıyor, kimi zaman da mırıldanıp bir şeyler geveliyordu. Elindeki yarısı içilmiş, yarısı dökülmüş biraya bakılırsa bu gece handa fazla kaçırmış olmalıydı.

“ Bu o nöbetçi asker, “ dedi Pıtır sessizce.
“ Hadi gel, sarhoş olmalı. “

İki kardeş yavaşça kafesin önüne gelip durdular. İçindeki karaltı sabah gördükleri gibi aynı köşeye büzüşmüş duruyordu.

“ Sence uyanık mı? “ diye fısıldadı Pire.
“ Bilmiyorum, “

Pıtır biraz daha yaklaştı. Parmaklıkların tam önüne gelmişti.
“ Şşşt oradaki. “ diye seslendi karaltıya. İkisi de sessizce bekledi.
“ Hey! “ Pire sesini biraz yükseltmişti. “ Korkma sana bir şey yapmayacağız. “

Kafesin içinden hışırtılar duyuldu. Bir kaç dakika sonra ürkekçe bir baş iki kardeşin önünde belirdi.
Yaratık gerçekten çok çirkindi. Yakından bakılınca yüzündeki dev sivilceleri ve kıllı burnunu görebiliyorlardı. Ama karşılarında duran bu zavallının kesinlikle kana susamış bir katil olmadığına emindiler.

“ Ee...merhaba, “ dedi Pire ne diyeceğini bilemeden.
Pire’nin ağzının oynamasıyla ork korkarak hemen geri çekildi. İki kardeş umutsuzca birbirine baktı. Bir kaç dakika sonra aynı ürkek baş yine belirdi. Bu sefer ork iki kardeşin olduğu yere biraz daha yaklaşmıştı. Korkusu biraz azalmış gibiydi. En azından artık gözlerini kaçırmadan bir kaç saniye boyunca onlara bakabiliyordu.

“ Adın ne? “ diye sordu Pıtır. Ork boş boş küçük kıza bakmaya devam etti.
“ Galiba bizi anlamıyor, “ dedi Pire.
Bunun üzerine Pıtır eliyle kendini göstermeye çeşitli hareketlerle orka bir şeyler göstermeye başladı. Bir yandan da sık sık kendini gösterip “ Pıtır, “ diyip duruyodu. Küçük kızın çabası takdire değerli doğrusu. Pire’ye çok uzunmuş gibi gelen bir süre sonunda orkun yüzü anlayış ve zaferle aydınlandı.

İki kardeşin şaşkın bakışları altında kocaman elini kaldırıp kendini gösterdi ve “ Gump! “ diye böğürdü.
Orkun meydanda inleyen böğürmesi ile iki kardeş korkuyla etrafına bakındı. Uzun dakikalar boyunca sessizce etrafı dinlediler. Sarhoş asker bir köşede horlamaya devam ediyor, handan her zamanki gülüşler ve gürültü sesleri geliyordu.

İki kardeş de tuttukları nefesi rahatça bıraktılar.

“ En iyisi ona başka bir şey sormamak, “ dedi Pire.
Ork şimdi de Pıtır’ı eliyle gösteriyordu. Ne olacağını bilmelerine rağmen orku durdurmaya fırsat kalmadan koca yaratık ciğerlerine derin bir nefes çekti. İki kardeşin sessiz haykırışlarına aldırmadan “ Pııııdıırr! “ diye böğürdü dev ork.
Bu sefer başlarının belaya gireceğinden emindiler. Korkuyla oradan uzaklaştılar. Yakınlardaki bir evin duvarına dayanıp meydanı gözlediler. İki kardeşin korku dolu bakışları altında sarhoş asker rahatsızça yattığı yerde döndü. Han kapısı hafifçe aralandı. Pembe yanaklı bir yüz dışarıya uzanıp meydana hızlıca bir göz gezdirdikten sonra omuz silkip içeri girdi.

İkisi de şansları için meleklere tekrar tekrar teşekkür etti. Ama üçüncü bir seferde bu kadar şanslı olamayacaklarını biliyorlardı.“ Tamam, artık ona soru sormak yok. “

İki kardeş kafesin önüne geldiğinde ork yeniden umutla yaklaştı.
Pire kafesin kapısına baktı. “ Anahtar gerekiyor, “ dedi. Gözü yerde horlayan askere takıldı. “ Nerede bulacağımı biliyorum galiba, “

Pıtır elini parmaklıkların arasından yavaşça orkun yüzüne doğru uzattı. Koca yaratık kaçıp kaçmamak arasında tereddütte kalarak öylece bekledi. Pıtır’ın minik parmağı orkun koca burnuna yavaşça dokundu. Sessiz bir sevinçle elini geri çekti.

“ Burnun sümük dolu, “ dedi elinde olmadan kıkırdayarak.
Ork anlamamıştı ama kızın kıkırdaması hoşuna gitmiş olmalıydı. O da koca parmağıyla burnuna dokundu.
O sırada Pire elinde Ay ışığında parlayan bir cisimle geri döndü. Son kez kardeşine bakıp onay aldı. Kapıya doğru yönelip mümkün olduğunda sessiz bir şekilde anahtarı eski kilide sokup çevirdi. Hafif bir klik sesi duyuldu.

Kardeşinden yardım alıp ağır kapıyı yavaşça sonuna kadar açtı.

Ork şaşkın bakışlarla olan biteni izliyordu.

İkisi de son kez Gump’a baktılar. Yeni dostlarına erken veda ettikleri için içlerinde küçük bir burukluk vardı ama bir yandan da zavallı yaratığı esaretten kurtardıkları için mutluydular.
“ Hadi, “ dedi Pire. “ O artık özgür. “

İki minik beden koşarak karanlığa karışırken hala tahta kafesin içinde duran Gump’a son kez el salladılar.


                                                                               
***


“ İşte orada! “
“ Hazır olun! “ Küçük birlik hemen savaş pozisyonu aldı. Bir hafta önce köy meydanındaki kafesinden kaçan pis yaratığın peşine düşmüşlerdi. Yaratığı Kuzey Yolu Ormanı’nın içlerine kadar takip etmeyi başarmışlardı. Nöbetçinin dediğine göre sinsi yaratık onu gafil avlayıp yaraladıktan sonra anahtarları almış, kilidi açıp kaçmayı başarmıştı.

“ Okları hazırlayın, “  savaşçıların deri kayışlarla sağlamca sırtlarına taktığı kuburlardan çektikleri ok sesleri gergin havayı kapladı.

Kimse ses çıkarmıyordu. Yayları geren kollar kasılmış, savaşçılar dikkatle her yaprağı inceliyordu. Derken ileriden küçük bir hışırtı duyuldu. İlk yaprak kımıldar kımıldamaz tüm oklar aynı anda bırakıldı. Koca yaratık acı bir haykırışla kükredi. Çalıların arkasından çıkıp dizlerinin üstüne çöktü.

“ Bulduk seni pis şeytan, “ Reis adamlarına bakıp sertçe emretti, “ Oklar hazır! “

Dizleri üstüne çökmüş, kanlı gözlerle karşısında durmuş anlamadığı bir nedenden ötürü onu öldürmeye çalışan insanlara öylece baktı Gump. Artık kaçacak gücü kalmamıştı. Vücuduna saplanan ve ona dayanılmaz bir acı veren oklara baktı. Kardeşleri de bu garip ucu sivri şeylerle ölmüştü. Ölmenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu ama kardeşlerini yeniden görebileceği düşüncesi içini hafif bir sıcaklıkla kapladı.

Aklına ona yardım eden iki küçük insan geldi. Sıcaklık tüm bedenini kapladı.

“ Ne yapıyor? “ diye sordu askerlerden birisi. Karşılarındaki iğrenç yaratık koca parmağıyla yavaşça burnuna dokundu.

Reis de dikkat kesilmişti. Kısılmış gözlerle yaralı orku izledi.

Koca ork ağzını açtı. “ Gump! “ diye bir haykırış havayı doldurdu. Askerler şaşkınlık ve merakla izlemeye devam etti.

Ork son bir derin nefes çekti. Ağzından kanlar gelerek “ Pıııdııır! “ diye böğürdü.

“ Bu bir büyü olmalı, “ dedi Reis. Reis’in korkunç tespiti bütün birlik arasında hemen yayıldı. Bir kısmı kalkanlarıyla Reis’in etrafını sararken diğerleri de korku ve öfkeyle yaylarını gerdiler.

“ Pis şeytan bize kara büyü yapıyor, öldürün! “

Reis’in haykırışı ile oklar havada zıvıldayarak çirkin yaratığa doğru uçtu.
Oklar iç gıdıklayıcı bir sesle orkun vücuduna saplandı. Dev beden yavaşça yere düştü. Giderek kararan gözlerini yaşlarla kapatırken Gump, iki minik dostundan öğrendiği gibi son kez dünyaya el salladı.

13
Kurgu İskelesi / Dilek Ustası
« : 02 Eylül 2009, 23:39:13 »
DİLEK USTASI

Batan güneşin son ışıkları, küçük bir liman kasabası olan Demirkazık’a vuruyor; kasabanın küçük şirin evlerinde uzun gölgeler bırakarak, sokaklarda hala yorulmak bilmeksizin kahkaha dolu oyunlarını oynayan çocuklara eve gitme vakti olduğunu hatırlatıyordu.

Odun toplamak için ormana gitmiş olan erkekler, yorgun ayaklarıyla kestikleri odunları taşıyorlardı.Çiftçiler özenle ektikleri tarlalarına son kez göz gezdirdikten sonra tatminkar bir şekilde evin yolunu tutmuşlardı.Evlerden leziz yemek kokuları geliyordu.Pencerelerden görülen loş ışık, mumların yakıldığını belli ediyordu.Birkaç görevli sokak lambalarını yakmak için ellerinde meşalerle işe koyulmuştu.Demirkazık kasabası geceye hazır görünüyordu.
Kasabaya hakim olan bu huzurlu havaya ters olan tek birşey vardı.Erjerha Nefesi Han’ında her zamanki kahkaha ve gürültü bu gece de eksik değildi.Handan gelen neşeli sesler kasabanın sakinliğine karşı koymak istercesine yükseliyordu.

İçerisi her zamanki gibi kalabalıktı.Masalar birleştirilmiş, kupaları dolu olan insanlar birbirlerine bu dünyanın en çılgın hikayelerini anlatıyorlardı.Özenle cilalanmış masaları, dönerek yükselen tahta merdivenleri, üzerinde kabartmalar olan barı ve arkasındaki tepeleme içki dolu rafları ile Ejderha Nefesi kasabanın göz bebeğiydi.Uzun bir günün ardından işlerini bırakıp biraz sohbet ve eğlence arayan herkesin ilk durağıydı.

Han sahibi Polim tombul, geçmişte yaptığı bir kavganın izini taşırcasına aksayan bir bacağı olan babacan bir adamdı.Hanının üstüne özenle eğilirdi.Masaların ve barın cilasını hiç eksik etmez, handa geçen istenmeyen tartışmaların eseri kırılan eşyaları derhal onarırdı.Uzunca bir süre uğraştıktan sonra bu eski binayı adam etmeyi başarıp, kasabaya bir han hediye eden kendisiydi.

Polim mutfağa girip çıkıyor, müşterilerin siparişlerini hazırlamak için tombul göbeğini sallanarak durmaksızın koşturuyordu.

“Joang! Nerde bu çocuk?” yüzü terle kaplı bir şekilde biten çorbanın yenisini kaynattığı tencereyi karıştırıyordu.Tekrar bağırdı.”Joang!”
Mutfağın kapısı açılıp, içeri genç bir çocuk girdi.
“Nerdesin seni tembel, çorbalar soğuyacak,” eliyle tepsiyi işaret ederek “Git siparişleri getir,” dedi.Şişman adamın tencerenin kapağını açmasıyla buhar bulutunun içinde kalması bir olmuştu.
“Tamam geldim işte, sanki bana bu gece müşteriler her zamankinden daha aç gibi geliyor, sen ne dersin Polim?” Aklına birşey gelmişcesine başını kaşıdı “Bu arada bira bitmek üzere son fıçıyı açtım.”
“Senin için depodan biraz çıkardım.Arkada duvarın dibinde.” Bir yandan da çorbanın tuzunu tatmak için kaşığı ağzına götürmüştü.Memnun olmuş bir şekilde başını salladı.”Harika.”
Joang koca fıcıyı, yuvarlayarak mutfaktan geçirip, barın arkasında diğerlerinin yanına yerleştirdi.
“Hey, çocuk!”
Ona sesleneni görmeye çalıştı.Pipo ve tütünden Han’ın içini beyaz bir bulut kaplamıştı.Ona doğru el işareti yapan uzun saçlı adamı gördü.Masalarına doğru seğirtti.

Adam biraz sarhoştu.Konuşurken sandalyede sallanıyor, gözlerini Joang’ta tutmak için çaba sarfediyor gibi görünüyordu.Yanındaki diğer iki adam ondan daha kötüydü.Çevrelerinden tamamen kopmuş bir şekilde kadınlar ve goblinlerin aynı soydan geldiğine dair çılgınca birşeyler geveliyorlardı.
“Hey Ivan, Rothar bişeyler daha içermiyiz ha? Gece daha yeni başlıyor,” masada oturan Rothar cevap olarak gürültülü bir şekilde geğirdi.

Uzun saçlı adam aldırmamış gibi duruyordu.”Sanırım bu evet demek.Bize üç koca bira getir bakalım çocuk.Hadi git.”
Joang belli belirsiz bir referans yapıp uzaklaşırken, hanın kapısındaki çan yeni bir müşteriyi haber edercesine çıngırdadı.İçeriye Ejderha Nefesi’nin daha önce hiç görmediği bir misafir girdi.
İçeri giren yaşlı adam, handaki onu inceleyen onlarca göze karşılık verdi.Yaşlılıktan yüzü buruş buruş olmuş yüzü, göğsüne kadar gelen uzun beyaz sakalı, mavi üzeri altın desenli tek parça cübbesinin kemerine astığı bir sürü torbayla şıngırdayarak ilerledi.Handaki müşteriler ilgisini yavaş yavaş kaybedip sohbetlerine dönmeye başlamışlardı.Ancak herkesin dilinde aynı fısıltı dolaşmıştı.

“Şu yeni geleni gördün mü? Beş altına iddiaya girerim ki o bir büyücü.”
Joang yaşlı adamın kendisine bir masa bulmasını bekledi.Onun da içinde bir merak uyanmıştı.Daha önce Ejderha Nefesi’nde hiç büyücü görmemişti.Aslında ömründe hiç büyücü görmediğini söylemek daha doğru olurdu.Yaşlı adam handaki şöminenin başına doğru yöneldi.Polim şömineyi yeni canlandırmıştı, alevler kibarca dans ediyordu.
Joang yaşlı adama bir sandalye çekmek için atıldı.Şöminenin başında masa yada sandalye yoktu.Daha birkaç adım atmamıştı ki yaşlı adamın boşluğa doğru oturduğunu gördü.

Adam bir bunak olmalı diye düşündü.Zavallı adamı düşmeden önce tutabilmek için son birkaç adımı koşarak geçti.Tam elini uzatıp adamı tutmak üzereydi ki; elleri birden bir cisim tarafından durduruldu.Dehşet içinde birkaç adım geriledi, arkasındaki masaya çarptı.Masadaki sarhoşlar olan bitenden habersiz ona birkaç küfür savurdular.Yaşlı adam şimdi pofuduk bir koltukta rahatça oturuyordu.Koltuğun yoktan belirdiğine yemin edebilirdi Joang.
“Ama nasıl... vay canına,” Joang tuttuğu nefesini salıverdi.”Gerçek bir büyücü.”
Yaşlı büyücü hiçbir şey olmamış gibi rahatça oturmuş, şöminenin ateşinde üşüyen vücudunu ısıtıyordu.
Ancak az önceki garip olaya Joang’dan başka birkaç müşteri de şahit olmuştu.Şimdi arkadaşlarına harıl harıl az öce gördüklerini anlatıyor, yaşlı adamı ilgiyle inceleyen kişi sayısı giderek artıyordu.
Heyecanını bastırarak büyücünün yanına gitti, nasıl davranması gerektiğini tam olarak kestiremiyordu.En kibar halini takınarak, pofuduk koltuğunda uyuklamaya başlamış adama yumuşak bir sesle sordu.
“Efendim, birşey arzu eder miydiniz?” Yaşlı adam yerinden hafifçe sıçradı.Simsiyah gözleri Joang’ı gördü.
“Aaah evet, hmm bir bakalım.Yalnızca bir oda istiyorum kibar beyefendi.Yaşlı bacaklarım oldukça yorgun,” adam muzipçe gülümsedi.

“Odanızı hazırlarken birşey içmek ister miydiniz?” Joang saygılı bir tonla konuşuyordu.Hayallerinde güçlü bir büyücü olup, masum insanları ve güzel kızları canavarların elinden kurtarmak vardı.Belki bir mucize gerçekleşir bu adam onu çırağı olarak kabul ederdi.
“Aslında bu tür gevşetici şeyler içmek bizim için uygun görülmüyor, özellikle de bana, anlarsın ya,” adam küçük bir sırrı paylaşıyormuşcasına göz kırptı.Ama Joang anlamamıştı.O da karşılık verip anlamış gibi başını salladı.Hatta yüzüne küçük bir tebessüm bile yerleştirdi.Kendini aptal gibi hissediyordu.
“Evet sanırım bir tanecik biradan birşey olmaz,” dedi.Koltuğuna rahatça gömüldü.
“Hemen getiriyorum efendim.,” diyip garip duygular içinde bara yöneldi Joang.Cüppesinde taşıdığı altın desenleri aç gözle süzen insanlara bakılacak olursa çok kudretli bir büyücünün güvenine sahip olmalıydı.
Yaşlı adamın birasını hazırlarken bara biri geldi.Tanıdık bir ses ile başını kaldırdı.
“Hey çocuk,” bu ondan bira isteyen hafif sarhoş adamdı.Siparişlerini unutmuştu.
“Özür dilerim siparişlerinizi hemen getiriyorum efendim,” diyip üç bardak daha çıkardı.
Neil yavaşça genç adamın elini durdurdu.”Acelesi yok çocuk; bu arada adım Neil,” arkadaşları masada sızmışlardı.”Şuradaki adamı görüyor musun?” Joang adamın işaret ettiği yere baktı.Yaşlı büyücüyü gösteriyordu.
Bir sır verirmiş gibi Joang’a yaklaştı.”O bir dilek ustası.”
Joang anlamamıştı.”Dilek ustası mı?”
“Evet seni aptal bir dilek ustası!Giydiği cüppeyi görmüyor musun? Yıllar önce çocukluğumda bir dilek ustası görmüştüm.Kasabaya en güzel gününü yaşatmıştı.Hediyeler, oyuncaklar, şekerler,” gözlerini Joang’ınkilere dikti.
“Ve tüm bunların olması için sadece dilemesi yeterli oluyordu.Tek yaptığı dilemekti.Dilek ustalarından bu dünyada çok az kaldı,” Eliyle yaşlı adamı işaret edip “Bugün bu handa bir dilek ustasıyla karşılaşmamız kutsal meleklerin bize verdiği bir şans! Ondan çok param olmasını dileyeceğim!”
Joang adamın anlattıklarından çok heyecanlanmıştı.”Beni de büyük bir kahramana çevirebilir mi ne dersin?”
“Çevirir tabi neden olmasın!” diyerek Neil bir kahkaha attı.
Sonra birden birşey hatırlamış gibi omuzları çöktü.”Yalnız bir sorunumuz var.Dilek ustaları dileklerinde çok seçicidirler.”

Joang da hayallerinden kurtulmuştu.Ne olurdu sanki biri onu bir halk kahramanına çevirse?
Gözleri Joang’ın elinde tuttuğu bardağa takıldı.Aklına harika bir fikir gelmişti.
“O yaşlı büyücü ne istedi?”
“Bir tane bira,” adam Joang’ın ödünü patlatarak hah! diye bir ses çıkardı.
“En güçlü içkini hazırla çocuk.Yeterince içersen bu meret en katı adamı bile yumuşatır.
Bu fikir Joang’ın aklına yattı.Bir süredir handa Polim’e yardım ediyordu.Pek çok eğilmez savaşçının alkolün etkisiyle nasıl da şeker bir adama dönüştüğüne şahit olmuştu.Sarhoş bir adamdan hesabı istemek her zaman kolay olurdu.Sarhoş adam, cömert adam demekti.Herkese ısmarlanan sayısız içki yüzünden çoğu kez paraları yetmezdi gerçi, o zaman da üzerlerindeki değerli bir eşyayı alırlardı.
“Tamam, yapacağım,” Joang’ın yüzüne bir gülümseme gelmişti.
“Acaba kahraman değil de, kudretli bir kral mı olmak istesem?” diye kendi kendine düşündü.Düşünceler içinde gidip gelirken, bir sanat eseri olduğunu düşündüğü eşsiz bir karışım hazırladı.Polim bu tarifi kilere dadanan hayvanları uyutmak için kullanırdı.Bardağı alıp, Neil’in bakışları altında dilek ustasının masanına doğru gitti.
“İşte siparişiniz efendim.”
“Aah teşekkür ederim, nazik delikanlı.,” yaşlı adam Joang’ın şaşkın bakışları altında bardağın içine bile bakmadan bütün içkiyi dikiverdi.

Joang başını çevirip Neil’e baktı.Neil’in yüzünde istekli bir ifade vardı.Karışımın ne kadar güçlü olduğunu bilmediği kesindi.
Yaşlı adam bir süre öylece durdu.Takıldı demek daha doğru olurdu.Gözünü bile kırpmıyordu.Joang kısa bir an adamın öldüğünü sandı.Korku içinde büyücünün omzunu dürttü.

“Efendim... iyi misiniz?”
“Aaa merhaba Martha.” Joang şaşkınlık dolu bir ifadeyle geri çekildi.Yaşlı adam gözlerini genç adama odaklayamıyormuş gibiydi.Bir süre gözleri çılgınca döndü.Sonunda net bir görüntü elde ettiğini düşünmüş olmalıydı çünkü bakışları sabitlenmişti.Tek sorun aslında Joang’a bakmıyor oluşuydu.
“Bir şeye ihtiyacınız var mı efendim?” diye usulca sordu Joang.Adamın yüzü hemen kızarmıştı.Yaptığı şeyden pişmanlık duymaya başladı.Artık neden içkinin özellikle adama uygun görülmediğini anlamıştı.Yaşlı büyücü hemencecik kafayı buluyordu!

“Gel Martha otur şöyle,” dedi.Adamın karşısında Joang’ın hayret dolu nidaları arasında bir koltuk daha belirdi.”Biliyor musun... güneye yaptığım yolculuk ile ilgili sana anlatmak istediğim bir sürü çılgınca şey var.Gördüklerimi bir bilsen eminim benimle gelmiş olmayı dilerdin.”
Joang ürkekçe adama kendisinin Martha olmadığı söylemeye çalıştı ama yaşlı büyücü onu duymuyordu bile.Çaresizlikle Neil’e baktı.

Neil olaya müdahale etme zamanının geldiği anlamıştı.Yaşlı adama doğru seğirtti.Joang’ı rahatlatarak ikinci pofuduk koltuğa, Martha’nın yerine oturdu.İki sarhoş karşı karşıya geldi işte diye düşündü Joang.Sessizce uzaklaşıp izlemeye başladı.Acaba bu adam gerçekten de dilek ustasının, hayallerini gerçekleştirmesini sağlayacak mıydı?

Yaşlı büyücü karşısında oturan kişinin Martha olduğuna emin gibi görünüyordu.Hiç susmuyor, anlattığı anlaşılmaz hikayelerine devam ettikçe kendini daha da kaptırıyordu.Sanki olayları yaşıyor, anlattığı yerleri görüyor gibi davranıyordu.Neil beklemenin en iyisi olacağına karar verdi.Elbet bir süre sonra adam susacaktı.İyice kıvama geldiğine emin olunca Neil ondan krallardan bile daha çok zengin olmayı dileyecekti.Neşeyle arkasına yaslandı, koltuk çok rahattı.Arada adamı dinliyormuş gibi başını sallıyor, kısa sorular sorup adamı cesaretlendiriyordu.
“Hey, baksana!Kupalarımız boşaldı,” uzak masaların birinden gelen ses Joang’a işinin başına dönmesi gerektiğini hatırlattı.Pek birşey anlamasa da Neil şimdilik iyi gidiyor gibi duruyordu.Yaşlı adam hala birşeyler anlatıyor, hikayesini o anı yaşıyormuşcasına tiyatrovari hareketlerle süslüyordu.

Joang müşterilerin kupalarını doldurmak için hanın uzak ucuna doğru yöneldi.Birkaç adım atmıştı ki, gördükleri karşısında az kalsın düşüp bayılıyordu.Önünden bir nehir geçiyordu!Korkuyla geri çekildi, handa çalışmanın doğal bir sonucu olarak öğrendiği birkaç küfürü sıraladı.

“Kutsal Işık, sen bizleri koru!”
Evet gözleri yanlış görmüyordu.Hanın içinden küçük bir nehir geçiyordu!Nehir sanki ormandan sökülüp alınmışcasına hanın içine yapıştırılmış gibi duruyordu.Nehrin çevresindeki otlar bir süre devam ediyor, sonra Joang’ın ayaklarının altında Ejderha Nefesi’nin eski tahtalarına karışıyordu.
Han bir anda karıştı.Masalar devrildi, Joang’a bir şairin ağzından çıkmış gibi düşündüren küfürler savruldu.Aklı başında insanlar, büyülü nehirden temkinlice uzak dururken, sarhoşlar Tanrılar tarafından lanetlendiklerini haykırıp, birbirlerine sarıldılar.

“Lanet olsun bu da ne böyle!” Ejderha Nefesi hiç olmadığı kadar karışık görünüyordu.Herkes bağırıyor, anlamsız şeyler söylüyor, birbirlerini suçluyordu.
Tüm bağırış ve karmaşa içinde Joang’a aşina gelen bir ses herkesin dikkatini çekti.Şaşkın kalabalık giderek susmaya ve sesin sahibine doğru dönmeye başladı.
Dilek ustası kalabalığı yara yara, hanın bir duvarında belirginleşip, boydan boya içinden geçen ve diğer duvarda silikleşen, büyülü nehre doğru geldi.Neil’in elinden tutmuş onu nehre doğru sürüklüyordu.
“İşte böyle Martha, ormanda bir iz bulmaya çalışırken karşıma birden bir nehir çıkıverdi.O yaramazların su içmek için mutlaka buraya geleceklerinden emindim.”

Neil’in durumu herkesten daha komikti.Suratındaki şaşkın ifade Joang’ın kıkırdamasına sebep oldu.Neler oluyordu böyle?

Yaşlı büyücü hanın tahtalarına oturmak için eğilirken etrafındaki şaşkın ve acınası kalabalığı farketmiş gibi onlara baktı.Bir süre handa çıt çıkmadı.Herkes olacakları merak ediyor, bir yandan da korku içinde yaşlı adamı süzüyordu.Sonunda sarhoşun biri büyücünün önüne yığılıp sızlanmaya başladı.
“Lütfen kudretli büyücü, bana zarar verme, büyücülere küfür etmek istememiştim.” Kanlı gözlerini dilek ustasının yüzüne dikti.Kalabalıktan ayakta zor duran bir adamı işaret ederek “Ama Roland büyücülere etmediği lafı bırakmadı.Onu cezalandırabilirsiniz.” Roland masa arkadaşının ispiyonuna bozulmamış gibi görünüyordu.Aslında Joang onun olan biteni anladığından bile emin değildi.Kendisi de anlamıyordu zaten.

Birden yaşlı büyücünün suratında zafer dolu bir ifade belirdi.Etrafındaki insanların suratına her birini tanıyormuş gibi teker teker baktı.“Gelebildiğinize çok sevindim dostlarım, ben de Martha’ya Gümüş Vadi’de yaşadıklarımı anlatıyordum.”
“Evet nerede kalmıştık?Hah! Hatırladım sonra birden o uçan yaratıklar geldi.”
Birden havada gri renkli, ince kanatlı, ağızlarında kocaman sivri dişleri olan yarasa benzeri kuşlar belirdi.
Han sakinleri korku içinde kaçıştılar.Hala sarhoş olmayıp düşünebilen birkaç kişi kapıya yöneldi.Önce biri denedi, sonra diğeri, olmuyor kapı bir türlü açılmıyordu.Uzaklardan dilek ustasının çılgın sesi duyuldu.

“Ildos, Richa nereye gidiyorsunuz? Bunu dinlemelisiniz dostlarım, en güzel yeri henüz anlatmadım!” Kapıdan ümidi kesen adamlar korku dolu gözlerle yaratıklarla yüzleşmek için döndüler.İğrenç kuşlar pençelerini panik içinde ordan oraya kaçışan insanlara geçirmeye çalışıyor, giysilerini parçalıyordu.
“Hayır bir dakika, kuş değildi.Sanırım bir ayıydı.Evet bir ayı olmalı.” Yaşlı adamın kafası karışmıştı.Hanın ortasında birden beliren ayı etrafı yıkıp dökmeye başladı.Sadece yanlış zamanda yanlış yerde bulunma hatasını yapmış zavallı han sakinleri panik içinde oradan oraya kaçışıyorlardı.

Adamlardan birisi kılıcını çekti.Ayı etraftaki masaları devirip, böğürürken arkasından tüm gücüyle öldürücü darbeyi indirmek için atıldı.
Kılıç ayının içinden geçip gitti.

Dengesini kaybeden adam şaşkınlık içinde yere kapaklandı.Deli büyücünün yarattığı şeyler ölmüyor muydu yoksa?
Koca hayvan yerde şok içinde yatan insanı farketti.Dev pençesini kaldırıp vurmak için hamle yaptı. Adam kılıcı atıp son anda geriye çekildi.Ancak geç kalmıştı.Handakilerin korku dolu bakışları altında adamın bacağı kulak tırmalayan bir sesle kırıldı.Zavallı savaşçıdan feryat dolu bir çığlık çıktı.
Sonra birden çığlık kesildi.Adamın yüzünden şaşkınlık okunuyordu.
“Hey, bu...bu hiç acımadı,” bacağı yerde iğrenç bir biçimde şekilsizce duruyordu ama adamın yüzünde acının en ufak bir belirtisi yoktu.

Yaşlı büyücünün sesi yine duyuldu.”Neydi, neydi, ah evet ayı değil bir sürü geyik vardı sanırım!”
Han bir anda hiç olmadığı kadar karıştı.Küçük bir geyik sürüsü Ejderha Nefesi’ni doldurmuştu.İnsanlar öbek öbek etrafa dağılmış, birbirlerine sokulmuşlardı.Ayı kaybolunca bacağı kırılan zavallı savaşçı mucizevi bir şekilde yavaşça ayağa kalktı.Pantolonun paçasını çekiştirip bacağına baktı.Yepyeni görünüyordu.Hiçbir kırık belirtisi yoktu.Sanki az önce ayının pençesiyle parçaladığı bacak adamın değilmiş gibi şaşkınlık içinde yürüyerek arkadaşlarının arasına girdi.Suratında hem rahatlamış hem de korkmuş bir ifade vardı.
Mutfağın kapısı aniden açıldı.İçeriden üzeri yağ lekesi dolu bir önlük ve elinde bir kaşıkla şişman Pomil çıktı.
“Ne oluyor bura...,” cümlesini tamamlayamadan, önünden yürüyerek geçen küçük bir geyik grubu Pomil’i susmaya zorladı.Şişman han sahibi bir süre geyiklere boş boş baktı.Bir ara boğulacakmış gibi oldu.Sonra yavaşça arkasına doğru düştü.Zavallı adam bayılmıştı.

Tüm bu hengamede kırılmadan durmayı başaran birkaç masadan birinin altına saklanmış olan Joang olan biteni keyifle izliyordu.Bu inanılmaz birşeydi.En çılgın hayallerinde bile hergün çalıştığı hanın bir sirke dönüşmesi yoktu.Düşünceleri yanına gelen bir silüetle aniden kesildi.Neil nefes nefese Joang’ın saklandığı masanın altına sokuldu.

“Adama ne içirdin böyle?Tüm bu olan bitene inanabiliyor musun? Planımız fena halde ters tepti.” Neil- daha doğrusu dilek ustasının sevgili Martha’sı- bir süreliğe büyücüden kurtulmuş gibi görünüyordu.
“Bu nasıl oluyor!? Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim!” Joang konuşurken bir yandan da yaşlı adam hikayesine devam ediyordu.Şimdi hanın eski tahtaları yerine yemyeşil çimenlerin üzerinde uzanıyorlardı.
“Sana söylemiştim, o bir dilek ustası ve fena halde sarhoş! Arzu ettiği herşey gerçekleşiyor! Deli büyücüyü ejderhalarla ilgili bir anısını anlatmaktan son anda vazgeçirdim.” Neil gürültünün içinde sesini duyurabilmek için yüksek sesle konuşuyordu.Çünkü biraz önce Joang’ın hayranlık dolu takdirlerini alarak tepelerine yağmur yağmaya başlamıştı.Hanın tavanı artık kara bulutlardan oluşmuş fantastik bir gökyüzüydü.Çarpan şimşekler herkesin yüreğini hoplatıyordu.

“Bunu durdurmamız gerek Joang.Bir süre beni belki gerçekten dinler diye umut ettim ama anladığını bile sanmıyorum,” yerde kırılmış bir şekilde yatan bir sandalyenin kopan bacağını eline alıp kontrol etti.”Bu işe yarayacaktır.”
Tüm bu eğlencenin biteceğine üzülen Joang yağmurun altında, çimenlere basarak Neil’in peşinden gitti.Az önce hanın yarısı uçuruma dönüşmüş, orda bulunan onlarca şanssız adam çığlık atarak aşağı düşmüştü.Joang onlarında tıpkı ayı tarafından yaralanan adam gibi acı hissetmeyeceklerini ve hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkacaklarını biliyordu.

“Vay canına keşke ben de düşseydim,” diye içinden geçirdi.Önünde duran Neil’e az kalsın çarpıyordu.
Joang’ın üzgün bakışları altında handaki herşey yavaş yavaş normale döndü.Önce yağmur kesildi.Ayaklarının altındaki çimen yerini giderek tanıdık eski tahtalara bırakıyordu.Uçurum yavaş yavaş gözlerden silinirken, aşağıya yuvarlanmış şanssız adamlar uçuruma düşmeden önce en son bulundukları yerde tekrar belirip, bir tüy kadar hafif bir şekilde yere oturuverdiler.Geyikler gözden kaybolurken son defa han sakinlerine mamur bir edayla baktılar.Kısa bir süre sonra Ejderha Nefesi geri gelmişti.

“Ona vurdun mu?” diye sordu Joang.Dilek ustası yerde yatıyordu.Şöminenin başındaki pofuduk koltuklar yok olmuştu.
“Hayır, tam vurmak için hazırlanıyordum ki, kaçık ihtiyar sızdı.”
Joang etrafına baktı.Kırılan tüm masa ve sandalyeler yeniden sağlam ve yerinde görünüyordu.Ejherha Nefesi tıpkı en son hatırladığı gibiydi.

Bir anda öyle bir gürültü oldu ki, Joang’la Neil, dilek ustasının yeniden uyandığını sandılar.Bir han dolusu adam panik içinde çıkışa doğru atılmıştı.Bu sefer kapı rahatça açıldı.Göz açıp kapayana kadar handa kimse kalmadı.
Bir süre pencereden panik ve şok içinde kasabaya doğru koşan adamları izlediler.
Arkalarından gelen bir sesle irkildiler.Neil’in sızmış iki arkadaşı Ivan ve Rothar uyanmışlardı.
”Hey Neil, biramız nerde kaldı ha?”



Umarım beğenirsiniz ve değerli yorumlarınızı eksik etmezsiniz arkadaşlar.

14
Kurgu İskelesi / Sende Olmayan Hiçbir Yerde Yoktur
« : 31 Ağustos 2009, 14:59:00 »
Merhaba arkadaşlar.Bu benim ilk fantastik öykü denemem.Yorumlarınız benim için gerçekten çok önemli.Umarım beğenirsiniz ve birkaç dakikalığına da olsa sizi hayal alemine çekip götürebilir.




SENDE OLMAYAN HİÇBİR YERDE YOKTUR*



Bölüm 1-Yaşlı Adam

“Kutsal ışık bizimle olsun,” dedi Orphan unutulmuş bir büyüye hayat vermek için Morlif’in yanında kardeşleriyle birlikte yerini alarak.

Orphan ritüelin başlayıp, kutsal tesirlerin çağrılması için ilk büyülü emri verdi.Kardeşleri hep bir ağızdan tekrar ettiler.Karşısındaki zayıf ve acınası kalabalığın onu ilgiyle izleyen umut dolu bakışlarını görmezlikten gelerek; yaşlı adam büyüsünü yapmak için konsatre olmaya çalıştı.


***

Titreyen elleri dökülmüş saçları ve buruş buruş derisi ile klasik bir büyücüydü.Bu garip ülkede pek çok insanın ona gözü kapalı güvenebileceği bir büyücüydü -belki de bu karanlık günlerde tek umut kaynakları karşılarında duruyordu..

O bir gök büyücüsüydü.Orphan’a takılan isim buydu.Tanrısal töz ile iletişim kurmakla sorumluydu.Yıllarını verip uzmanlaştığı büyü dalı, göklerin gücünü kullanmasına imkan veriyordu.İlahi ışığı bu korkunç dünyada dengeyi sağlayabilmek için indirmekle görevlendirilmişti.Karşısındaki soğuktan birbirlerine sıkıca sarılmış, hapsoldukları bu iblis şehrinden kurtulmak için beklentiyle bakan yüzlerce gözü gördü.

Bu zavallı kasabanın başına bu felaket nasıl gelebilmişti?Eskiden yemyeşil olan topraklar artık kurumuştu.Tekinsiz otlar baş salmıştı.Çevre sanki her geçen gün değişiyor gibiydi.Hava daha da boğucu oluyor, orman sanki kasabadan uzaklaşıyordu.Havadaki bu uğursuzluk onu eziyordu.Buraya geldiğinden beri güneş ışığını görememişti.Karanlık bulutlar hiç eksik olmamıştı.Orphan bu felakete neden olan büyücüyü düşündü.Kendi kardeşleri, Gök Büyücüleri duruma müdahale etmekte başarısız olmuşlardı.Yakaladıkları; herşeye neden olan kara büyücünün ölmeden önceki sözleri aklına geldi.”Sadece O’na hizmet ederiz, O’nun için yaşarız!Hepiniz lanetlendiniz!” Demişti iblis siğilini açan kara büyücü.Adamın yalnızca bir uşak olduğu anlaşılmıştı.O diye bahsettiği ama asla kim olduğunu açıkça söylemediği varlığın hapsolmuş bir uşağıydı sadece.Gök Büyücüleri için onunla ilgilenmek fazla zor olmamıştı.


Dünyadaki dengeyi, herkesten iyi gören Orphan değişim rüzgarlarını hissetmişti ama bir anlam verememişti.Açıkçası bu kadar büyük bir saldırıyı beklemiyordu.İblislerin bu dünyaya geçme arzuları aşikardı ancak kasabada gördüğü manzara durumun ciddiyetini gözler önüne sermişti.Kara büyücünün dediği gibi kasaba lanetlenmişti.Orphan ve diğerleri kasabaya ulaştığında büyücü iblisin siğilini çoktan açmıştı.Karanlık ve dünya arasındaki bağlantı kurulmuştu.Şimdi de bu ilk bağlantının etkileri tüm kasabada görülüyordu.


Önce yiyecekler kurumuştu.İnsanların eline aldığı tüm yiyecekler birden küfleniyor, kurtlarla doluveriyordu.Ardından nehir akmamaya başladı.Tüm nehir vadisi kurumuştu.Toprak sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi insanın tüm neşesini çekiyordu.Orda burda kalmış tek tük kuru ağaç halktan intikam almak istermişçesine dallarını kasabaya doğru uzatmışlardı.


Ardından Gök Büyücüleri geldi.Halk kalbinde kalan son neşesiyle bir avuç büyücüye sarıldı.


Orphan kara büyücünün büyüsünü yaptığı mağaraya girdiğinde gördüğü manzara karşısında ürpermeden edemedi.Mağaranın girişi kasabanın yanındaki bir dağın tepesinde bulunan küçücük bir yarıktı.Giriş rutubet ve küf kokuyordu.Bir süre iki büklüm yola devam ettikten sonra Orphan, mağaranın içlerine doğru ilerledikçe havanın değiştiğini hissetti.Kayalar giderek vahşileşiyor sanki ona saldırmak istiyor gibi derisini kesiyordu.Duvarlara sürtünen kollarını ısırıyor onu tutmak için uğraşıyor gibi geçişine izin vermiyorlardı.Dar tünel bitince mağara Orphan’ın nefesini kesen bambaşka bir sunağa açıldı.Sunağın içi oldukça genişti.Karanlığın içinde tüm heybetiyle yükselen duvarlar tavanı gözlerden saklayacak kadar yukarılara çıkıyordu.Orphan ileri doğru daha fazla gidemedi.


O kaçık büyücü tüm mağara tabanına tekin olmayan kırmızı bir renkle parlayan devasa bir şekil çizmişti.Garip şekiller ve yaşlı Orphan için bile anlaması imkansız bir dille yazılmış garip yazılar tüm tabanı kaplıyordu.

“İblis siğili,” dedi kendi kendine.Geç kalmışlardı.”Bağlantı çoktan kurulmuş.”


Orphan daha fazla zaman kaybedemezdi.Karanlıktaki iblisler her an bu dünyaya geçiş yapabilirdi.Tüm hayatını dünyadaki dengeyi korumaya adamıştı.Böyle bir şeyin olmasına izin veremezdi.Sunağa son defa baktı.Devasa siğilin bazı köşelerinde ölü bedenler yatıyordu.Kurbanlar çoktan verilmişti.


“Baş melek Uskif adına umarım çok geç kalmamışızdır.” Adımlarını hızlandırıp yaşlı bedeninin ona izin verdiği ölçüde aceleyle kasabaya, kardeşlerinin yanına geri dönmek için tepeden aşağı indi.Kasaba sanki her gördüğünde biraz daha karanlığa gömülüyor biraz daha tekinsizleşiyor gibiydi.Havadaki kara bulutlar, gün ışığının yere vurmasını engelliyor, kasabayı uğursuz bir gölgenin altında bırakıyordu.

Karşı büyüyü kendi başına yapamazdı hayır.O siğilde hissettiği şey her ne ise çok büyük bir güçtü ve kendisi işe yaramaz küçük bir toz zerreciği gibi hissetmesine neden olmuştu.


Hızla yürürken Orphan’ın dikkatini birşey çekti.Ayaklarına bakınca uzun tek parça entarisinin eteklerinin çamur içinde olduğunu gördü.Etrafına baktı.Gözünün görebildiği her yerde çamur vardı.Toprak ıslaktı.O mağaradayken yağmur yağdığını sanmıyordu.
Ayaklarını kuşatan çamura bir daha baktı.Bunda ters birşeyler vardı.Çamur fazla yumuşak fazla suluydu.Parmağının ucunu küçücük bir parçaya dokundurup ağzına götürdü.Birden tüm gerçek şimşek çakar gibi belirdi aklında.

“Bu çamur değil.Bu... kan.” Her tarafta kan vardı.Topraktan kan geliyordu.Mağaradaki o uğursuz dev siğille çağrılan iblis her kimse etkileri artık kendini iyiden iyiye gösteriyordu.Eğitimine ve deneyimine hiç uymayan bir şekilde Orphan korktuğunu hissetti.


Çabucak kendini toparlayıp yola devam etti.Kasabaya geri döndüğünde kardeşlerinin halkı bir araya topladıklarını gördü.
“Yaşlı gözlerin bize neler getirdi Orphan?” Morlif umutlu ve neşeli görünmeye çalışıyordu.Orphan’ı gören diğer kardeşler de ona doğru seğirttiler
“Mağaranın içinde dev bir iblis siğili var,” dedi nefes nefese.Yaşlı bedeni artık onu çok zorluyordu.
“Peki aktif mi? Nasıl bir siğil?” diye sordu kardeşlerden biri.
“O kara büyücüyü hafife almışız.Çağırdığı şey her ise çok güçlü ve her an bu dünyaya gelebilir.Siğil aktif.Görünüşe bakılırsa bir süredir aktifmiş.Geç kalmışız,” dedi üzgün bir şekilde.Gözleri ne konuştuklarını merak edip onları ilgiyle süzen halkın üzerinde dolaştı.
”İblis giderek güçleniyor.Nasıl oldu da fark edemedik? Bunca zamandır orada bu dünyaya geçiş için yeterince güç toplamış ve biz kılımızı bile kıpırdatmadık.”
Dostça bir el omzuna dokundu.”Biz yapabileceğimizi yaptık Orphan.Dengedeki huzursuzluğu hepimiz biliyorduk ama bir kapı olduğunu bulmak uzun zaman aldı biliyorsun.O gelen her ne ise uşağına işini iyi yaptırmış,” dedi Morlif.Başını tepeye doğru çevirdi.”Bir an önce siğili kapatmak için işe koyulmazsak herşey için çok geç olabilir.”
“Acele etmeliyiz,” dedi Orphan.Herkes değişimin karanlık pençelerini görmüştü.İblis yaklaşıyordu.”Hepimize ihtiyaç var.”

***

Düşüncelerini bir kenara attı.Konsatre olması lazımdı.Kardeşleri büyüye eşlik etmek için uygun zamanı belkiyordu.Karşısındaki acınası halka son defa baktı.Bunu onlar için yapacaktı.Gözlerini tekrar açtığında iblisin kovulmuş olması ümidiyle, büyüye başladı.

Zihninin derinliklerinde bir zamanlar ustasının ona öğretmiş olduğu kelimeleri arıyordu.Ununtulmuş büyü aklının derinliklerinden yüzeye doğru çıktıkça kelimeler zihninde yankılanmaya başladı.Yüksek sesle kelimeleri eski lisanda haykırdı.Kardeşleri hep bir ağızdan tekrar etti.
“Güneş onun babasıdır, Ay annesidir. Rüzgar onu karnında taşımıştır, Toprak beslemiştir. Dünyanın bütün gücünün babası budur. Onun gücü eğer toprağa dönerse her şeye yeter .”

“Topraktan gökyüzüne çıkacak ve yeniden toprağa inecek , ve yukarıda ve aşağıda olanın gücünü alacak . Bununla bütün dünyanın zaferi senin olacak ; bunun için bütün karanlık senden uzaklaşacak.**”


Büyüsünü yaptıkça vücudunu bir çoşku seli kaplıyordu.Kardeşlerinden gelen enerjiyi hissedebiliyordu.Büyü onları sanki gençleştiriyor, tek vücut yapıyordu.Gök Büyücüleri ahenk içinde büyülerini devam ettirdiler.Hepsinin dünya ile bağlantıları kopmuş, büyünün gizemli derinliklerinde tek bir amaç için birleşmiş zihinleri, mucizeyi gerçekleştirmek kutsal ışığın dokunuşunu arıyordu.Orphan bir an için başarabileceklerini, mağaraya çizilmiş dev siğili -her kimi çağırıyorsa mühürleyebileceklerini düşündü.
Umudu sonbaharda kuruyan yapraklar gibi bir anda uçup gitti.
Dünya dalgalandı.O buradaydı...


Bölüm 2- Hayat Alevi



Büyüsü bir anda paramparça olmuştu.Tüm benliğini adadığı büyüsünün milyonlarca parçaya bölünüp solduğunu hissetti.Gözlerini açmaya korkuyordu.Gök Büyücüleri başarısız olmuştu.Karanlıklardan gelen bir iblis dünyaya geçmişti.Umutsuzluk Orphan’ın içini kapladı.İblis’in varlığını tüm benliğiyle hissedebiliyordu.Üzerinde durduğu toprak, soluduğu hava herşey iblisin lanetiyle çığlıklar atıyordu.Korkuyla gözlerini araladı.


Kimse, hiç kimse yoktu ne korku içindeki halk ne de büyü sırasında yanında duran kardeşleri.İblisin varlığından başka kimseyi hissemiyordu.Başını çevirip etrafına bakmak için cesaretini topladı.Gördüğü manzara kanını dondurdu.Evler sanki zamanın tüm çürümüşlüğü üzerlerine çökmüş gibi deforme olmuştu.Duvarların kimi yerlerinden kan sızıyordu.Tüm kasaba yamulmuş, pencereler lanetlenmiş gibi eğrilmişti.Orphan evlerin kemiklerden yapıldığı gördü.Kulağına onu deli edercesine binlerce ses geliyordu.Topraktan çıkan bebek suratları ona gülümsüyor, havadaki kan kokusu midesini bulandırıyordu.Esen rüzgar yüzünü kesti.Soğuktan titrediğini farketti.Aynı anda tepesinde güneş belirdi.Gözleri yukarı dönerken, güneş bir anda değişti.Simsiyah bir renk aldı.Artık ışıkları aydınlatmıyor tam tersine değdiği her şeyi karanlıklara sürüklüyordu.Dünya dalgalandı.Orphan ruhunun ezildiğini hissetti.Gözlerinin önünde çılgınca imgeler çaktı, korkunç sahneler, ölümler gördü.


Elinde olmadan bir çığlık attı.Benliğinin maruz kaldığı ıstırap onu deli etmek üzereydi.Yaşlı kalbi daha fazla dayanamayacaktı.Zor nefes alıyordu.İblis’in varlığı iyice keskinleşti.İsmi kulağına binlerce acı çeken ruh tarafından aynı anda haykırıldı.Yaşlı adam dişlerinin zangır zangır birbirine vurduğunu hissetti.
“Azmıç.***”
Orphan’a isim kendi ağzından çıkmış gibi geldi.Umursamıyordu, hiçbirşey önemli değildi.Sadece bu ıstıraptan kurtulmak istiyordu.

Sonra aniden herşey kesildi.Güneş normale döndü.Dondurucu rüzgar yavaşladı.Çığlık atıp ona gülümseyen binlerce bebek toprağa geri döndü.Orphan öylece bekledi.Kalbi yavaş yavaş düzeliyordu.Derin nefesler alarak iradesinin geri gelmesini bekledi.Yıllarca, dünyalar arasındaki dengeyi sağlamakla görevlendirilmişti.Dünyaya izinsiz gelen pek çok iblisi kovmuş aynı şekilde iletişim kuran ve dengeyi olumsuz yönde etkilenyen pek çok meleğide geri göndermişti.Ama bu gelen... Azmıç.Karanlıkların baş kötüsü, kader nasıl olur da onu tek başına yenmesini isteyebilirdi? Azmıç’ın varlığı bile ruhunun sonsuz ızdırap ile yanmasına yeterken nasıl olurdu da onunla yüzleşebilirdi?
“Orphan!” Gelen sesle iblisi görmüş gibi irkildi.
“Orphan!”
Ama bu... Usta’sının sesiydi.
Havadaki kan kokusu ciğerlerini isyan ettirdi.Gözlerinin önünde tekrar ölüm dolu binlerce imge çaktı.Görüntülerin arasından bir ses tekrar benliğini huzura kavuşturdu.
“Orphan anlaman gerekli.Hatırla se...,” ustasının sesi tekrar uzaklaştı.Dondurucu rüzgar yeniden canlandı.Rüzgar derisini kesti, sanki camdan yapılmış gibi kırdı attı.Tanıdık ses yeniden netlik kazandı.
“Sende olmayan hiçbir yerde yoktur.”
Orphan anlamaya başladı.Denge işte buydu.Kara büyücü dengeyi iblislerin lehine bozmuştu.Evrensel kural bir kez daha işlemiş, dengenin yeniden kurulması için Orphan’a yardım gelmişti.Şimdi dengeyi yeniden sağlamak O’nun elindeydi.

Orphan kutsal ışığa ve bildiği tüm Tanrılara şükranlarını sundu..İki taraf da hamlesini yapmıştı.Şimdi sonucu belirleyecek olan kendisiydi.Aniden her şey yeniden karanlığa gömüldü.


Önünde patlayan alev Orphan’ın gözlerini dağladı onu kör etti.Topraktan çıkan bebek kafaları ayakları ısırdı, etlerini kopardı.
Bu güne dek hiç duymadığı kadar soğuk bir kahkaha benliğini doldurdu.Konuşması binlerce ruhun yardım çığlığı ile doluydu.
“Aptal insan.” Azmıç, lanetli ruhlardan yaptığı gözleriyle Orphan’ı deldi geçti.
Yaşlı büyücü korkuyla bir çığlık attı.Görmeyen gözlerle iblisi savmak istercesine ellerini savurdu.Kafasındaki binlerce sesi susturabilmek için çırpındı.
Topraktaki bebek kafaları taze etin heyecanıyla kahkaha atmaya başladılar.

Sonra bir şey farketti.Küçücük bir şey ama oradaydı işte.İçinde yanan küçücük alevi gördü.Aynı alev Azmıç’ta da vardı, yerdeki bebeklerde, herşeyde aynı alevin olduğunu gördü.Aslında iblislerin, insanların, tüm canlıların birbirlerinden hiç de farklı olmadıklarını gördü.


Bu ona komik geldi.Elinde olmadan kıkırdadı.İçindeki alev titreşti, ruhunu gıdıkladı.Orphan gülmeye başladı.Güldükçe içindeki alev büyüdü, büyüdü.Azmıç ve diğer iblisler öfkeyle haykırdı.Orphan’ı parçalara ayırmak için atıldılar.Alev artık boğazına kadar geliyordu.Alevin dumanı iblisleri acıyla inletti, çarpılmış ellerini yaktı.Dumanlar, Azmıç’ın olmayan gözlerini kemirdi, öfkeyle haykırmasına neden oldu.Orphan artık kahkaha atıyordu.Vücudu alevlerin arasından görünmez olmuştu.Yakıcı alev Azmıç’ın lanetli ruhuna işledi, dumanlar ruhlardan yaptığı ciğerlerine doldu.
İblis son defa acıyla haykırdı.

Denge yeniden işledi.İblis’in bu dünyadaki varlığının silinmesine karşılık Orphan kendi ruhunu verdi.Uzaklarda mağaranın içindeki siğil son defa çirkince parlayıp söndü.
Morlif ve diğer Gök Büyücüleri yavaşça kendilerine gelirken, güneşin ilk ışıkları kasabaya vuruyordu.



*Agarta adındaki anonim bir yazıdan

**Zümrüt Tabletten

***Azmıçın adı, 'az' köküyle bağlantılı olup, Yol Azdıran şeklinde anlamlanır. Karaçay - Balkarların inançlarına göre Şeytani bir ruh. Belli bir görüntüsü yoktur. İnsanlara düşmandır, kurbanları tek başına yola çıkan insanlardır. Azmıç bu insanları onu tanıyan birisinin sesiyle çağırır. İnsan dönüp cevap verirse Azmıç'ın buyruğu altına girer. Azmıç da bu insanı kayalıklardan aşağı atar.

Sayfa: [1]