Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Akrin

Sayfa: [1] 2 3 4
1
Kurgu İskelesi / Ynt: Şato
« : 24 Haziran 2011, 23:37:57 »
1.Bölüm: İlk Gece


Isabelle tatil için yeni aldığı eflatun geceliğini giydikten sonra, şatonun zemin katındaki taş sütunları ve ısıtmayan bir ocağı olan mutfaktan bir fincan kahve aldı. Kahvesini yudumlarken odasına çıkmak için şatonun büyük salonunun sağında ve solunda olan hilal şeklindeki merdivenlerden, odasına yakın olan sol merdiveni seçti ve ağır adımlarla, terliklerinin taş merdivende bıraktığı ve yankılanarak büyüyen şapırtı sesleri eşliğinde yukarı çıktı.

Ağır adımlarını biraz olsun sıklaştırarak uzun, yalnızca tek bir meşale tarafından aydınlatılan koridorda bir yandan yürüyor bir yandan da kahvesinden büyük yudumlar alıyordu. Beş yıl önce alışmıştı bu lanet bağımlılığa. Her gece yatmadan önce bir fincan kahvesini içer, uykusunu biraz olsun ertelemiş olur ve kitabını açarak kocası Andrew'un horultuları eşliğinde okurdu. Aksi durumda yatamazdı Isabelle. İlla kitabını okuyacaktı. Bunu alışkanlık haline getirmiş, okuyamadığı zamanlarda büyük bir boşluk hisseder olmuştu.

Şatonun her koridorunda olduğu gibi bu koridorda da boylu boyunca asılmış, istisna kabul etmeksizin aynı çerçevelere sahip tabloları geçti. Sonra koridorun sağ tarafındaki açık kapıdan içeri göz attı. Kardeşi Luke ışığını henüz söndürmemiş, laptopunda, işi gereği, bazı yazışmalar yapıyordu. Luke, ses çıkarmamaya özen gösteren kardeşini hissetmiş ya da duymuş olacak ki aniden ona döndü ve ufak bir baş hareketiyle Isabelle'i selamladı. Daha sonra laptopunda yanan turuncu ışığa döndü ve Isabelle'in orada olduğunu umursamadan yazışmasına devam etti.

Isabelle kahvesinden son yudumu da aldıktan sonra yatak odasının ahşap kapısını açtı. Geriye doğru açılan kapı büyük bir gıcırtı çıkarmış, yatağa yeni uzanmış olan Andrew'u yerinden sıçratmıştı.

Isabelle pembe kapaklı kitabını da yanına alarak kocasının yanına uzandı. Andrew ani bir hareketle karısını kendine çekti ve kaslı kollarıyla kadını kucakladı. Artık kocasının nefes alıp verişlerini hissedebiliyordu Isabelle. Şehvet kokuyordu Andrew'un dokunuşları. Uzun uzun iç çekişlerinde ise haz duymuşluğun izleri vardı.

Eli yavaşça karısının baldırlarına giderken, kadının boynunu kokladı. Bir süre öylece kaldılar. Daha sonra Andrew yavaşça çekildi karısından. Yatağın ona ait olan sağ tarafına çekti kendini ve sessizce tavana baktı. Tavanın simsiyah taşındaki göze batan çatlağı inceledi. Sonra gözleri karısına kaydı. Karısı istekle ona bakıyordu. Ne çok seviyordu onu. Ona olan arzusu o kadar büyüktü ki... Sürpriz haberi tatile çıkmadan bir gün önce almasına rağmen henüz kocasına söylememişti. Kim bilir ne kadar mutlu olacaktı Andrew.

Isabelle'in elleri Andrew'un kıvırcık, kahverengi saçlarına kaydı. Yavaşça okşadı kocasının buklelerini. Daha sonra ruju çıkmamış dudaklarını kocasının kulaklarını yöneltti. Yavaşça eğildi ve:

-Andrew, dedi. Kocası ise hiç konuşmadı. Sadece karısının altın saçlarına odaklanmış bir şekilde yatıyordu.

Bir kez daha ama bu sefer daha güçlü bir sesle:

-Andrew, dedi. Beni duyuyor musun?

Andrew yavaşça kafasını salladı.

-Andrew iki gün önce doktora gittim, dedi. Andrew merakla karısını izliyor, karısının dudaklarından çıkacak sözcükleri yakalayabilmek için kırmızı dudaklara odaklanmaya çalışıyordu.

-Ben hamileyim Andrew, dedi Isabelle. Sonra kocasının tepkisini ölçmek için doğrulup, gözlerini kocasının suratına dikti. Önce karısının söylediklerini anlamadı Andrew. Daha sonra gözünde bir seğirme başladı. Başı dönüyor, elleri titriyordu.

-Nasıl yani, dedi kendi kendine. Emin olabilmek için karısına baktı. Karısı ise kafa sallamakla yetindi. Daha sonra karısını şefkat ve şehvetle kucakladı. Bin bir tane iltifat sözcüğü fısıldadı karısının kulağına. Ne kadar sevindiğini, olanları anlamadığı, hâlâ inanamadığını haykırdı seslice.

Yatağın iki tarafındaki komidinlerin üstündeki mumları kapattılar ve yavaşça yorganı üstlerine çektiler. Bundan sonrası şehvetli dakikalar... Buraları elbette anlatmayacağım sizlere ancak ondan sonra olacaklar, bebek haberi kadar şaşırtacaktı Andrew'u.

***
Saat gecenin ikisi ya da üçüydü. O şehirde hep olduğu gibi kulakları sağır edici şimşekler göğü deliyor, fırtınanın getirdiği yağmur havadaki yoğun toz bulutlarını dağıtıyordu.

Devasa pencerelere vuran yağmur, içeride yankılanıyor, uyumayı zorlaştırıyordu. Uykusu çok hafif olan Isabelle rahatsızlıkla yataktan kalktı. Sol komodinin mumunu, çekmecelerde bulduğu kibritlerle yaktı.  Bir süre yatakta amaçsızca oturdu. Sonra akşamın şehvetli dakikalarında unuttuğu kitabını eline alıp okumaya başladı. Tabi sözcükler, şimşeklerin sesiyle karışıyor ve kitabın anlaşılması zorlaşıyordu ama Isabelle bu seste uyuyamayacağını bildiğinden, tek bir mumla -azıcık- aydınlanan karanlık odada kitabına konsantre olmaya çalışıyordu.

Sonra garip bir şeyler olmaya başladı. Sarı saçlarının arasında sıcak bir ıslaklık hissetti. Ellerini saçına daldırdığında ise yapış yapış, yoğun bir sıvının eline bulaştığını gördü ama sıvıyı ayırt etmekte oldukça güçlük çekiyordu. Mumun karanlıkta kaybolan cılız ışığı sıvıyı algılamasını zorlaştırıyordu.

Tam elini muma yaklaştıracağı sırada tavandan geldiğini anladı şıp şıp seslerini duydu ve kitabına damlayan o korkunç şeyi gördü. Kitabı muma yakın olduğundan kan damlasını görmesi zor olmamıştı. Midesinde korkunç bir bulanma, göğsünün ortasında ise ağrılı bir sıkışma hissetti. Korkuyla çığlık attı. Korku beynine hükmediyor, sağlıklı düşünemiyordu.

Andrew çığlığı duyar duymaz şaşkınlıkla ayağa kalktı. Hızla ışıkları açtı ve büyük bir ilgiyle karısına baktı. İşte o zaman üzerinde birçok kan lekesi olan karısını gördü ve dudaklarından hırıltılı bir çığlığın çıkmasına karşı koyamadı. Ani bir refleks ile taştan odanın tavanına baktı. Korkuyla bir iki adım geriledi. Tavandaki çatlaktan aşağıya damla damla kan akıyordu.

-Olamaz! Nasıl bir kötülüktür bu böyle? Hemen yukarıya çıkıyorum. Sen burada bekle Isabelle. Hemen gelirim.

Isabelle bu odada yalnız kalmak istemiyordu. Ne kadar kocasıyla yukarı çıkmak istediğini söylese de fazla direnemedi.

Andrew üstünü giyinip karısına uzun bir öpücük verdikten sonra mumlardan birini alıp odadan çıktı. Koridorda Luke ile karşılaşmayı beklemiyordu.

-Isabelle'in çığlıklarını duydum ve neler oluyor diye bakmaya geliyordum, dedi Luke. Andrew kısaca olayı açıkladı. Luke'un yüzü de aynı Andrew'un ki gibi dehşetle gerildi.

-Ben de geliyorum, dedi Luke. Odasından gaz lambasını aldıktan sonra ikisi birlikte koridorun sonuna doğru yürümeye başladılar. Nihayet koridorun sonuna geldiler. Taştan, spiral merdiveni tereddütle, Andrew önde,  çıktılar.

İkinci kat korkutucu derecede karanlıktı. Gaz lambasının ve mumun ışığı bile handiyse yok denecek kadar zayıf kalıyordu. Etrafa bakındılar. Alt kattaki koridorun bir benzeri olan bu koridorda çıt çıkarmadan yürüyorlardı. Nefeslerini tutmuş, olacakları merek ediyorlar, kalpleri hızla çarpıyordu. Neredeyse bayılacaktı Luke. Korkuyordu. Birden aklına lanetli şatonun öyküsü geldi. Yoksa...

-Saçmalama Luke, diye düşündü sonra. Sessizce koridorda ilerlerken, yerde bir ıslaklık hissettiler. Kan diye tahmin ediyordu Andrew.

-Nasıl bir şeytanlığın ortasına düştük biz? Diye düşündü Andrew. Ardından Andrew ve Isabelle'in odalarının üstündeki odaya vardılar. Bu kattaki diğer kapılar kapalı olmasına rağmen devasa taş kapı sonuna kadar açıktı.

Luke ve Andrew korku ve tereddütle odaya girdiler.

DEVAM EDECEK

Lütfen Word dosyasından bir şey kopyaladığınız zaman " , ' , ... gibi noktalama işaretlerini yeniden düzenleyiniz. Aksi takdirde bu durum bahsi geçen işaretlerin soru işareti şeklinde çıkmasına sebep olur. Buraya DİKKAT!

-Editör

2
Kurgu İskelesi / Şato
« : 23 Haziran 2011, 21:55:09 »
ŞATO

Giriş



Ölü adam sonsuz gibi görünen o koridorlarda yürüdü. Güneşten kopup gelen ışıklar, pencerenin kristal camlarında parçalanıyor, bir renk havuzu oluşturarak tenine değiyordu. Yanıyordu ölü adamın güneş gören elleri. Solgun, sararmış, irinle kaplı elleri kör edici ateşlere sokulmuştu sanki. Gözlerine mil çekiliyordu adeta. Kavurucuydu bu renk cümbüşü. Ama insanlar... Onlar için yaşamdı. Hayat veren nadide güzelliklerden biriydi.

Sisle, rutubetle hatta küfle kaplı bu odalarda dolaştı ölü adam. Şatonun her yerini biliyordu. En gizli geçitleri... Lağımlara çıkan, oradan da şatonun uzaklarında karanlık ormanlardaki patikalara açılan gizli kapıları biliyordu ölü adam. Kurbanları acı acı ölmüştü bu yüzden. Nefret ediyordu insanlardan. İğrençtiler. En önemlisi de ondan alınana sahiptiler. Nefes alabiliyorlardı. Konuşabiliyorlardı. Ölüler gibi çığlık atmıyorlardı onlar. Saftılar. El değmemiş...

Çok kişi gelmiyordu ölü adamın şatosuna. Bazen tatilciler kiralıyordu bu şatoyu. Ama son birkaç yıldır gelen giden olmamıştı. Civar kasabalarda bazı dedikodular dolanıyordu. Şatonun lanetli olduğuna dair... Bazıları inanmak istemiyordu. Bazıları ise son birkaç yılda olan nedensiz ölümleri şatonun gizemine bağlıyor, lanetli şatoya giden insanları uyarıyorlardı.

Şatonun ölü adamı ise her zamanki yerindeydi. En gizli geçitlerde dolaşır, en gizli çukurlarda yemeğini arar... Bazen lağımlara açılan geçitlerdeki farelerden yer. Bazen de dolunay zamanı gökyüzüne yükselen yarasalardan yakalardı. Yerdi canlı canlı onları. Kanlarını su niyetine içer, gözlerini tatlı diye yerdi. Ama hiçbiri insan eti gibi olmuyordu elbet. İnsan etinin tatlı kokusu... Ve enfes tadı... Kana susamıştı ölü adam. İnsan etine... Karanlıkta saklanmaya çalışıyordu ama bazen gizli geçitlerden kasabaya inmek aklına gelmiyor değildi. Tehlikeli... Çok tehlikeli diyordu kendi kendine.

Sonra bir yaz şatonun gizemli kapıları açıldı. Üç kişiydiler. Genç... Taş çatlasa otuzlu yaşlarında... Hepsi de macera dolu bir tatil yapmak için gelmişlerdi bu kasabaya.  Hepsinde gençliğin bitmek tükenmez enerjisi vardı. Eğlence arıyorlardı. İyi bir tatil bekliyorlardı. Oysa çok uyarmıştı kasaba halkı onları. Lanetli şatonun bin bir hikâyesini anlatmışlardı onlara ama onlar önemsemediler bu hikâyeleri. Koca karı masalıdır bunlar. Hurafedir dediler. Gençliğin verdiği o ateşle daldılar Şatonun karanlık odalarına.

Misafir oldular şatoya. Ve... Ölü adamda misafirlerini bekliyordu sabırsızlıkla.


-Şöyle Gotik bir şeyler yazayım dedim. Bilmiyorum olacak mı?-

3
Tartışma Platformu / Ynt: Sizce Anlatım Tarzı?
« : 01 Nisan 2011, 17:08:02 »
Yüzüklerin Efendisi derim ben.

4
Kurgu İskelesi / Ynt: Morthus Efsanesi
« : 26 Mart 2011, 21:36:52 »
***
Herfes gözlerini açtığında gökyüzünün kızıllığı yerini koyu karanlığa bırakıyordu. Nerede olduğunu anlamak için ayağa kalkmaya çalıştı ama sağ ve sol yanına bir iğne gibi saplanan acı yüzünden yağmurdan nasibini almış nemli çimenlere yığıldı.

Sırtındaki acıya rağmen olduğu yerde doğruldu. Etrafa baktı. Sık ağaçları güneşi görebilmek için uzamış olan bir ormandaydı. Karma ağaçların etrafında kümelenmiş sık çalılar, ağaçların köklerinin çevresindeki böğürtlen ve kırmızı meyveler, yaban asmaları, sazlıklar ve kayalarla çevrilmiş olan ağır kokulu bir bataklık…

Bataklık yaz aylarının inanılmaz sıcaklığıyla kaynamış, ağır kokusu ağaçlara ve nemli toprağa sinmişti. Havadaki nemin kokusu ile bataklığın ağır, ölü saz ve kamış gibi kokan kokusu, nereden geldiği bilinmeyen garip bir tütün kokusuyla karışmış, ağaç diplerinde ve uzun çalılar arasında yaşayan böcekleri bile rahatsız eder olmuştu.

Ölü sazlar ve kamışlardan dolayı balçık kıvamındaki bataklık suyunun yüzeyi neredeyse görünmüyordu. Devasa iğne yapraklı ağaçların kolları bataklığa doğru uzanmış, dallarının üzerine tüneyen bataklık kırlangıçları şakıyordu.

Bataklığın birkaç metre ilerisinde, etrafı ağaçlarla örülü patika başlıyor, daha ileride patikanın önü eski uygarlıklardan kalma yapay bir taraça ile kesiliyordu. Buradan geçmek sabır isterdi çünkü taraçanın iki yanı insan derisini rahatlıkla delebilecek otlar ve dikenlerle kaplıydı. Buradan geçmek isteyen insanlar dikenlerin arasından dikkatlice geçmeyi tercih etmezler, onun yerine alçak taraçanın üzerinden atlayıp, yollarına üstü cilalanmış kadar düz olan yumuşak toprak yoldan devam ederlerdi.

Herfes biraz daha doğrulmaya çalıştı ama sırtındaki acıya daha fazla dayanamayacağını anlayıp pes etti. O yumuşak toprağın üzerinde uzanırken, sol taraftan kızıl bir ateşin ilk dumanları halka halka göğe yükseliyordu. Dumanın kokusu ile tütün kokusu birbirine karışmış, bataklığın ölü kokusuyla savaşmaya çalışıyordu. Fakat ağır bataklık kokusu, duman kokusuna baskın geliyor, duman kokusunu bataklığın kahverengi sularına gömüyordu.

Sonra birden Herfes’in üzerine bir kadın eğildi. Herfes kadına dikkatlice bakınca onun Siona olduğunu anladı. Siona boynundaki kelt hacının başındaki küçük kapağı açtı. Hacın gizli bölmesinden, elinde tuttuğu koyu yeşil yaprağa turuncu bir sıvı damlattı. Yaprakla temas eden su köpürdü. Köpükler minik balonlar gibi patlamaya başlayıp, turuncu sıvı yaprağın içinde kayboldu. Yaprağın rengi bir anda değişmiş, turuncu olmuştu. Siona yaprağı elinde tutmakta zorlanıyor, sanki yaprak pürüzsüz eline fazla sıcak geliyordu.

Siona, Herfes’i ani bir hareketle yüzüstü çevirdi. Kısa süreli şoku atlatan Herfes sağ ve sol yanındaki o dayanılmaz acıyı yeniden hissetti. Gözleri beline kayınca, belinin gri bir bezle sarıldığını gördü. Siona kusursuz ellerinin yumuşak dokunuşlarıyla bezi çözüyor, bezin altında kalmış morluk ve şişliğe turuncu yaprağı sürüyordu.

Yaprağın, Herfes’in cildinde bıraktığı his çok garipti. Önce sıcak daha sonra serin, pürüzsüz bir dokunuş… Belinde hissettiği o acı yerini serin bir ferahlığa bırakmıştı.

Herfes kirpikleri arasından Siona’ya baktı. İlk gördüğü kadar güzeldi. Yüzünün kıvrımlarına perçem perçem dökülmüş karamel rengi saçları, karanlık akşamda alev alev parlıyordu.

Herfes’in uyandığını gören Siona’nın yüzüne büyük bir gülümseme yayıldı. Herfes’e duyduğu endişe yerini yoğun bir sevgi seline bırakmıştı. Birlikte fazla zaman geçirmeseler de aralarında gerip bir bağ oluşmuştu. Bu bağ şimdi açığa çıkmış, Siona içten bir şekilde Herfes’e sarılmıştı. Tabi sonra utanarak vücudunu geri çekmiş, yanakları al al olmuştu.

“Sonunda uyandın. Senin için çok endişelendik. Thor’un öfkesine karşı koyduğun için bütün enerjini harcadın. Atından çok sert düştün ve kaburga kemiklerin kırıldı. Bedeninde ciddi ezikler ve morluklar oluştu. Elf şifacılarından öğrendiğim bazı büyüler bile işe yaramadı. Ben de kutsal suyu kullanarak yaralarını iyileştirdim. Kutsal su ile tedavi bile uzun sürdü. Ama sonuçta buradasın. Yanımızda… Birkaç haftaya hiçbir şeyin kalmaz.” Dedi Siona. Konuşmaları duyan Palaz, içmekte olduğu purosunu yere bırakıp koşar adım Herfes’in başucuna geldi. Yavaşça dizlerinin üzerine çöktü ve Herfes’in ellerini tuttu. Ama konuşmadı. Konuşamadı…

Herfes yoğun sevgi gösterisinden kurtulur kurtulmaz ağzını açıp, sanki günlerdir tek kelime etmemiş gibi boğazından gelen hırıltılı bir sesle,

“Tedavi uzun mu sürdü? Kaç gündür yatıyorum ben? Neredeyiz?” diye sordu.

“Tam tamına altı gündür uyuyorsun. Yolculuğumuz pek güzel geçti. Tarlalarda, vadilerde, bazen de uçsuz bucaksız çorak arazilerde mola verip kampımızı kurduk. Önümüze hiçbir engel çıkmadı. Mirugıuyar vadisinden sonra kuzeye yöneldik ve buradayız işte. Urâdh’ta. Seni taşımak zor oldu tabi. O yüzden epey bir yavaşladık. Seni atının üzerine bağladık ve bir yandan senin atını çekiyor diğer yandan ilerlemeye çalışıyorduk. Lâkin Yggdrasil’e çok yaklaştık. Urâdh’tan Yggdrasil eni boyu olmayan devasa, kahverengi bir dağ gibi gözüküyor.” Diye cevapladı onu Palaz.

Herfes kıpırdamaya çalıştı. Daha demin hissettiği acıdan eser kalmamıştı. Rahatça ayağa kalktı. Siona’nın bakışları ise endişeliydi. Herfes’i uyardı.

“Kutsal suyun etkisi geçince acıların, azalmış bir şekilde geri dönecektir. O yüzden dikkatli olmalısın. Birkaç saate kalmadan suyun etkisi geçer, ben de tedaviyi yenilemek zorunda kalırım.”

Herfes Siona’ya fazla aldırmadı. Uzun zamandır görmediği Dünya Ağacına bakıyordu. Yggdrasil… Eni boyu olmayan ağaç, gerçekten de kahverengi bir dağ gibi gözüküyordu. Ağacın tepesi gökyüzünü delmiş, beyaz bulutlar arasında kaybolmuştu.

***
O geceyi bataklığın yanında geçirdiler. Yaktıkları ateşten ötürü etrafta sıcak bir hava akımı dolanıyor, bataklığın ağır kokusu ve ölü saz kokusunu daha da ağırlaştırıp daha çekilmez yapıyordu.

Yiyecek ihtiyaçları onlar için çok sorun teşkil etmiyordu. Yggdrasil’e varana kadar yetecek kurabiyeleri vardı. Bazen otlar ve meyveler topluyor, zehirli olmayanları Nibel usulü ateşte kızartıp yiyorlardı. Siona her iki saatte bir topladığı yeşil yapraklara kutsal su damlatıyor, Herfes’in tedavisini elinden geldiğince yapıyordu. Gece olup, ay ışığı uzun ağaçların arasından, artık kurumuş olan toprağı aydınlatınca uykuya daldılar. Rüyalarında her biri farklı şeylerle uğraşıyordu. Farklı maceralar atlatıyor, farklı yerler geziyorlardı.

Ertesi sabah, günün ilk ışıkları ile beraber kalktılar. Yere serdikleri, uyumak için kullanılan, geyik dersini katlayıp çantalarına soktular. Ormanı tahrip etmek istemezlerdi. Ateşi söndürüp, üzerine bataklıktan aldıkları balçık kıvamındaki sudan döktüler. Daha sonra yola koyuldular. Bataklığı geçmek zor oldu. Bir iki kalın ağaç dalını kamışlarla bağlayıp bataklığın diğer köşesine uzattılar. Daha sonra teker teker karşı kıyıya geçtiler. Yapay taraçadan atlamak zor olmadı. Belki Siona biraz zorlanmıştı ama Herfes’in yardımı sayesinde taraçayı geçmeyi başardı. Atları da kolayca taraçanın üzerinden atlattılar.

Taraçanın ötesinde toprak düzleşiyordu. Ormandan çıkışa yaklaşmışlardı. Düz ve yumuşak toprakta atlarını sürdüler.

Ormandan sonra, sağ ve sol yanları dağlarla çevrilmiş geniş bir vadi başlıyordu. Buradan bakınca üzerinde yer yer kar birikmiş olan dağlar devasa gözüküyor, sonra ufka bakınca, Yggdrasil’in sonu gelmez büyüklüğü karşısında küçülüyordu. İki dağ arasında pırıl pırıl, taşkın bir akarsu akıyor, ileride sağa sapıp yamaçların birinden dev kazanına dökülüyordu. Eğimli vadi, akarsu yakınlarında biraz da olsa düzleşiyordu.

Etraftaki dağların tepeleri kayalıktı. Kayalıklardan sonra, dağların ortalarına doğru, iğne yapraklı, küçük çam ağaçları başlıyor, dağın eğimine karşı koyup toprağa tutunmaya çalışıyorlardı. Dağın bazı yamaçları ise güneşe dönük olduğundan bu yerlerde kısa, sarı otlardan başka bir şey bitmemişti. Çam ağaçlarının altından, eteklere kadar bodur defne ve zakkum ağaçları başlıyordu. Eteklere yakın kesimlerde ise köylülerin diktiği kiraz ağaçları bütün endamlarıyla duruyordu.

Kiraz ağaçlarının bittiği yerde tarlalar, bağlar ve bahçeler vardı. Hasat zamanı gelmiş başaklar sararmış, köylüler tarafından toplanıyordu. Diğer bir yanda, akarsuya yakın yerlerde, köylülerin tek tük ahşap evleri gözüküyordu. Evlerinin önüne çamaşır asan bu kadınlar, öğle vaktinde akarsuda çamaşır ve kap kaçak yıkardı. Akarsuyu öğle vakitlerinde kullanmalarının nedeni bu saatlerde güneşin tam tepede olup berrak suyu ısıtmasıydı.

Çalışmaktan elleri nasır tutmuş bu kadınların kocaları ise iş bulabilmek umuduyla güneye gitmiş, çocuklarını ve eşlerini Urâdh’ta bırakmışlardı. Köylü kadınlar misafirperverdi. Güneyden gelen gezginlerin geldiğini gören bu kadınlar, yolcuları evlerine davet etmişler, hiç olmazsa köyün ünlü sebze çorbasından ikram etmek istemişlerdi.

Herfes, Palaz ve Siona akarsuya yakın evlerden birinde güzel bir çorba içtiler. Çorbanın tadı daha önce içtiklerine benzemiyordu. Siona çorbaya ne katıldığını sorsa da köylü kadın bunun bir sır olduğunu söyleyip, çorbanın formülünü vermedi.

Çorbalarını bitirdikten sonra köylü kadının masalarından birine gizlice üç adet altın bıraktılar. Gizlice yapmışlardı çünkü kadının para kabul etmeyeceğini çok iyi biliyorlardı.

Köylülerle vedalaştıktan sonra yolculuklarına devam ettiler. İki dağ arasında yol almak klostrofobisi olan insanlar için çekilmez olabilirdi. Dağların gölgesi sabahları vadiye düşüyordu. Ortalık ancak güneş tepede olduğunda aydınlanabiliyordu.

Vadiden çıktıklarında sanki sonsuzluğa uzayan büyük bir araziyle karşılaştılar. Burada yemyeşil çimlerden başka ne bir ağaç ne de bir çiçek vardı. Sadece çimenler… Çimenlerin bittiği yerde ise Yggdrasil’in devasa gövdesi…

Bu geniş araziyi atlarıyla geçmek fazla sürmedi. Yarım saatte Yggdrasil’in eteklerine varmışlardı. İşte şimdi ulu Dünya Ağacı önlerinde… Göğe yükseliyordu.

DEVAM EDECEK

5
Bir Çift Yürek- Marlo Morgan

Aborjinlerle bilgeliğe yolculuk etmek istiyorsanız bu eşsiz kitabı kaçırmayın.

6
Kurgu İskelesi / Ynt: Morthus Efsanesi
« : 23 Mart 2011, 17:28:16 »
Şaşkınlık, öfke, hüzün, çaresizlik… Sanki bütün duygular birbirine karışmış, en adi formlarına bürünüp, dört bir yandan Herfes ve Palaz’a baskı yapıyorlardı. Odin’in tapınağı yıkılmış mıydı? Tek umutları… Tek gerçekleri… Böyle bir durum bütün kapıları kapardı işte. Eğer Morthus Efsanesi hakkında bilgi edinemezlerse Lorth karanlık emellerini gerçekleştirecekti.

“Ben Odin Tapınağının Yüksek Rahibesi Siona. Doğru duydunuz. Tapınak yıkıldı. Benim bile adlandıramadığım bir güç tarafından yıkıldı. Morthus ile ilgili bilgilerin silinmesini isteyen bir güç… Asgard’da yani tanrılar diyarında işler hiç de normal değil. Büyük Tanrı Odin, tanrıların Lorth’u durdurmasını yasakladı. Hatta tanrıları Midgard’a yollamıyor. Daha da garibi kendi tapınağının yıkılmasına bile öfkelenmedi. Tahminlerime göre, neden ve nasıl yaptığı bilinmeyen bir güç tarafından, Odin’in beyni zehirlenip kontrol altına alındı. Çok korkunç bir durum…

Beni Odin’in eşi Büyük Tanrıça Frigg yolladı. Lorth’un durdurulması gerektiğini bütün tanrılar biliyor ancak ellerinden bir şey gelmiyor. Midgard üzerinde Morthus Efsanesi hakkındaki tek kaynak Odin’in tapınağındaki tabletti. Lâkin tablet, tapınak ile birlikte yok oldu. Ama merak etmeyin, Yüksek Rahibe olduğumdan tabletin hepsi ezberimde.” Dedi yüksek rahibe Siona.

Herfes ile Palaz rahatlasalar mı yoksa daha çok mu endişelenseler bilemediler. Bir yanda aradıkları ayaklarına gelmişti, diğer bir yanda tanrıların kudreti Midgard’ın üzerinden çekilmişti.

“Peki ya tabletler? Tablette ne yazıyor?” Diye sordu Palaz.

“Tahminlerime göre toplamda üç tablet var. Ve Odin’in tapınağındaki ikinci tabletti. Yani efsanenin bildiğimiz kısmı. Tanrılar ile Morthus arasındaki kavga ile başlayıp, Morthus’un kılcı saklamasıyla bitiyor. İlk tablet tanrılar arasındaki kavganın neden başladığını, son tablet ise kılıcın nereye saklandığını anlatıyor olmalı ama diğer iki tablet kayıp.”

“İyi de ikinci tableti zaten biliyoruz. Ne işimize yarar ki?” diye sordu Herfes. Endişesi yüzünden okunuyordu. Genç ve berrak cildi, sanki bir anda yirmi yıl yaşlanmıştı.

“Tabletin sonunda, ilk tableti nasıl bulacağımız ile ilgili önemli bir ipucu var. Sanırım ilk tabletin sonunda da, son tablet ile ilgili bir ipucu olmalı. İkinci tablet şöyle bitiyor:

Işık aydınlatsın ilk tableti, okuyabilesiniz diye.
Işıktan yarattığım bir varlık koruyor onu tüm gücüyle.
Ölümsüz ırkın arasında bir yerlerde,
Saklanıyor en korkunç haliyle.


İpucunu çözmek pek zor değil. Ölümsüz ırk ve ışığı birleştirince akla ilk Alflheim yani elflerin yurdu geliyor. Ama emin olamıyoruz. Tabi tableti kutsal sularla yıkadığımızda ortaya çıkan yazılar olmasa…

Işık elflerinin diyarında belki de…

Olay böyle anlayacağınız. İlk görevimiz Alflheim’deki ilk tableti bulmak. Oraya gideceğimizi öğrendik ama tableti nerede aramamız gerektiğini zaman gösterecek.”

“Peki ya ilk tablet bulunmasın diye tapınak yıkıldıysa diğer tabletler de güvende değil ki.” Dedi Palaz.

“Morthus’un kılıcını şu zamana kadar çok kişi aradı ama bulmadı. Kılıcın yerini kimse bilmiyor. Dolayısıyla tabletleri de kimse bilmiyor. O yüzden güvende.” Diye karşılık verdi Siona. Palaz, Siona her konuştuğunda, kadının nefesinin nane aromalı kokusunun tadına bakıyordu.

“Odin’i zehirleyen güç ya Lorth ya da başka bir karanlık güç öyle değil mi? O hâlde bize de bir şey yapabilir, Bizi de zehirleyebilir.” Herfes araya girdi ve endişeli endişeli Siona’dan bir cevap bekledi.

“Boynumda gördüğünüz, sadece Yüksek Rahibelere verilen, tüm tanrılar tarafından takdis edilmiş olan Kelt hacıdır. Haç bende ve siz yanımda olduğunuz sürece beynimiz ve ruhumuz güvende.”

Uzun dakikalar geçti. Herfes, Palaz ve yeni yol arkadaşları Siona, meşe kaplamalı masanın etrafına kümelenmiş sandalyelere oturdular. Herfes ile Palaz gidişatı beyinlerinde tartıyor, bir açık uç arıyorlardı. Çıkmaza sürüklenmişlerdi. Bu yolculuğa çıkmak zorundaydılar. Siona denilen bu kadına güvenebilecekler miydi? Başka çareleri var mıydı? Kafalarının içini küf tutmuş düşünceler kuşatmış ve bu kara düşünceler beyinlerine baskı yapıyordu. Kendi iç çatışmalarını veriyorlardı adeta.

Siona ise yolculuklarını düşünüyordu. Alflheim’i… Orada daha önce de bulunmuştu. Hatta Işık elflerinin diyarında bir sene kadar kalmış. Işık büyülerini öğrenmişti. Işığın muskaları ve tılsımları…

Alflheim büyük bir diyardı. Tableti koca diyarda aramak, samanlıkta iğne aramaya benziyordu. Bir ipucu olmalıydı. İlk tabletin yolunu gösterecek bir ipucu…

“Ne zaman yola çıkıyoruz?” diyerek ayağa kalktı Herfes. Daha kardeşi kendi iç çatışmasını verirken, o sonuca ulaşmıştı. Başka çareleri var mıydı? Düşünmek bile anlamsızlaşıyordu Lorth karşısında. Onun enerjisini hissedebiliyordu Herfes. Vanir’den öğrenmişti bunu.

***

Üç at… Bembeyaz olan Kuzeyin atı, Hordaland atına Siona binmişti. Kahverengi olanlardan, kuzeydoğudan -Dunkelhald’dan- gelene Herfes binmişti. Diğerlerinden daha iri olana ise- bu da güneyin sıcak ikliminden Aspenland’dan gelmişti- Palaz binmişti.

Dört yolcu batıya doğru ilerliyorlardı. Yggdrasil’e, dünya Ağacına doğru…

Handan çıktıklarında yağmur çiselemeye başlamıştı. Bu kötüye işaretti. Yağmur hızlanırsa bir yerlerde mola vermek zorundaydılar ama zamanları kısıtlıydı. Yarım saate kalmadı…


Şimşekler göğü yırtarcasına gürledi. Çiseleyen yağmur, bir sağanağa dönüşüp yemyeşil çimlerle kaplı toprağı dövmeye başladı. Masmavi gökyüzü bir anda mora dönmüş, kara bulutlardan kurtulmayı başaran yıldırımlar, bir çekiç gibi yeryüzüne iniyordu. Ufuktan kulakları sağır edecek patlama sesleri yükseliyordu. Karanlığın boğucu üstünlüğüne karşı gelememişti güneş. Dünya’yı terk edip bulutların arkasına sığınmıştı. Rüzgârın uğultusu, şimşeklerin acı dolu kahkahaları arasında yok olup gitti.

Altın sarısı başakların, yağmurdan saklanmak için başlarını büktükleri tarlaların yanından geçtiler. Tepesi karla kaplı dağlar başlarını göğe kaldırmış, kara kara bulut kümelerini delerek, göğe yükseliyorlardı. İğne dikenli ağaçlar topraklarına sıkı sıkı tutunuyor, kökü en sağlam ağaçları bile toprağından ayıran fırtınaya direnmeye çalışıyorlardı. Vinlad’ın gümüş denizinden ayrılmış olan akarsuların biri sağanak halinde yağan yağmur suyuyla dolup taşmış, küçük bir sel oluşturup toprak ile birlikte görünmeyene doğru kayıyordu.

Üç yolcu, nefeslerinin soğuk tadına ve pelerinlerinin üzerindeki ıslaklığa rağmen atlarını sürüyorlardı. Dünkü sıcaktan eser yoktu şimdi. Sanki Kış tanrıçası Skadi kışı yeniden getirmişti Vinlad’a. Ya da bu felaket, Thor’un öfkesinden başka bir şey değildi.

Herfes’in fötr şapkası fazla direnememiş, gözeneklerinden su almaya başlamıştı. Tuzlu su Herfes’in sarı saçları üzerinde kayıyor, bazen de yanağından süzülüyordu. Yanağından süzülen tuzlu su damlaları Herfes’in ağız kıvrımlarından içeri girip, zaten susamış olan büyücüyü daha da susatıyordu.

Gökyüzünün mor tonu yağmur damlalarına yansımıştı. Yağmur damlaları mor mor düşüyor, toprağın kahverengisiyle karışıyordu.

Şimşek ve yıldırım seslerinin duyulmadığı nadir dakikalarda, mor damlacıkların, akarsu kayalıklarında çıkardıkları lap lap sesleri etrafı sarıyor, göğün tekrar patlamasıyla belirsizliğe karışıyordu.

Nefes nefese kaldıkları o acı dakikalardı. Biri onlara engel olmaya çalışıyordu ama kim? Hani Kelt hacı yanlarında olduğu sürece kimse onlara zarar veremezdi? Sonra Herfes hatırladı.

“Haç bende ve siz yanımda olduğunuz sürece beynimiz ve ruhumuz güvende.” Demişti Siona. Ruhları ve beyinleri güvendeydi. Peki ya bedenleri?

Yağmurdan kaçmaya çalışan kuşları gördüler. Sürü sürü Vinlad’dan uzaklaşıyor, daha sıcak olan iklimlere doğru uçuyorlardı.

Bu kadarı fazlaydı. Morthus’un kılıcını bulacaklardı. Bu yolda önlerine kim çıkarsa haddini bildireceklerdi.

Herfes, ıslanmış asasını gökyüzüne uzattı. Sanki asanın karanlığın içinde kaybolmasını bekliyordu. Ama öyle olmadı. Söğüt ağacından yapılmış asanın, kancaya benzer ucundan kızıl bir ışık çıktı. Işık gökyüzünün karanlığına karışıp yok oldu. Sonra bir daha denedi Herfes. Sonra bir daha…

En sonunda asasını sıkı sıkı tutup gökyüzüne doğrulturken, şu sözleri söyledi:

“Karanlığı kovuyorum buradan. Geceyi kovduğum gibi. Gece ile birlikte yok olsun. Karışsın gündüzlere.”

Asadan çıkan kızıl ışık, gökyüzünde patladı. Sonra kara bulutlar dağılmaya başladı. O korkunç morluk bir anda yerini koyu kızıla bıraktı. Akarsudan taşan sel yatışıp, toprağın içinde kayboldu. Rüzgâr bir anda durgunlaştı. Her şey normale dönmüştü. Hayat eski akışında devam ediyordu.

Güneş bulutların arkasından görünüyor, yağmur damlaları ile toprağın kokusu birbirine karışıp soğuğun yerini alan sıcak havanın etkisiyle daha da belirginleşiyor, ağırlaşıyordu.

Herfes, Thor’un gazabından korunmak için çok fazla enerji harcamıştı. Gözleri yuvalarında dönüyor, yeşil çimlerin renkleriyle, kızıl gökyüzünün ateş saçan rengi birbirine karışıp gözlerinin önünde dans ediyordu.

Sonra… Son sürat gitmekte olan atından düştü. Bayıldı…

7
Müzik / Ynt: Fransızlardan Nefret Ediyorum, Bunlar Hariç!
« : 19 Mart 2011, 23:56:39 »
mit galiba Fransızlardan ve korkunç müziklerinden nefret ediyorum dedin dimi? :)

Ekleme yapmam gerekirse özellikle tek bir şarkı var aklımda.

Noir Désir - Le Vent Nous Portera

Fevkalade bir şarkıdır o.

8
Müzik / Ynt: Fransızlardan Nefret Ediyorum, Bunlar Hariç!
« : 19 Mart 2011, 12:34:34 »
Zaz- Je Veux'yu bende çok severim ama.

Peki ya Charles Aznavour?

Ya da Lara Fabian? (Belçikalıdır ama olsun fransızca şarkılar söylüyor sonuçta)

Onlar da mükemmeldir bence.

Bir de Patricia Kaas var tabi.

Durun durun! Bir de Noir Desir...  :)

9
Kurgu İskelesi / Ynt: Morthus Efsanesi
« : 18 Mart 2011, 16:46:43 »
Onlar küçük ağaç topluluğunu arkada bıraktıklarında, gökyüzünün mavisi kızıla dönmüş, güneş ise uzaktaki dağların arkasından acı acı gülümsüyordu. Ağaçlardan sonraki bu vadi alüvyonlu olacak ki köyün dışına yerleşmiş olan çiftçiler buralarda tarım yapmış, verimli vadide pek çok bitki yetişmişti. Renk renk bu bitkilerin yaprakları, kavurucu sıcağa rağmen nemlenmiş, inci inci çiğ taneleri, gökyüzünün yansıyan kızılı yüzünden al al olmuştu.

İki kardeş kırmızı, sarı lalelerin yanından geçerken, güçlü bir rüzgâr karşıdaki yalçın kayalıklara çarpıp uğulduyordu.  Vadide rüzgâr hızlanıyor, sağır edici sesiyle yaprakları uçuşturuyordu.

Kuvvetli rüzgâr, vadiyi bir ağ gibi çevrelemiş uzak dağlar ile vadi arasında mekik dokuyor, kasıtlı yapıyormuş gibi misafirlerine çarpıcı darbeler veriyordu. Vadinin bittiği yerde başlayan tepeliklerin eteklerinden kalkan tozlar, kuvvetli vadi meltemiyle, içlere kadar taşınıyordu. Burada çöken tozlar, bitkileri bozuyor ve verimli arazinin iç kısımlarının çoraklaşmasına neden oluyordu.  Havada yönünü bulmaya çalışan kum tanelerinden korunmak isteyen Herfes, yüzünü fört şapkasıyla kapatmaya çalışıyordu ancak küçük tanecikler, fört şapkanın yanlarından giriyordu. Ve Herfes ile şapkası arasında minik bir kum fırtınasına yol açıyordu.

Palaz, vadi melteminin şiddetli darbeleri yüzünden bir çölde yürümeye çalıştığını düşünüyordu. Pelerinin şapkası sayesinde kum taneciklerinden korunsa da rüzgârın kopardığı ve havada sürüklediği bitki yaprakları, Palaz’ın ipek gömleğine yapışıyor, Yapışan yaprakların bulaştırdığı nem ise gömleğinin beyazında yağ lekesi gibi duruyordu.

Uzun uğraşlar sonunda nihayet vadinin bitimine ulaştılar. Burada toz bulutları daha yoğun olsa da tepeye tırmanmaya başladıklarında tozdan eser kalmadı.

Yalçın kayalıklara tırmanmak tehlikeli olduğundan, daha uzun sürecek olan tepe yolunu kullandılar. Otsu bitkilerin şerit şerit kümelendiği bu dar patikadan aşağı indiler ve nihayet hana yaklaştıklarını belirten müzik seslerini duydular. Pek uzun yolları kalmamıştı. Zaten havada kararmaya başlamış, güneşin canlılığı topraktan çekilmişti.

Han ile tepeleri ayıran geniş bir akarsu vardı. Akarsu ilerleyen boğucu karanlıktan kurtulmaya çalışarak onları selamlıyordu. Güneşin kızılı, suyun üzerinde kan gibi duruyordu.

“Köprü yok!” dedi Herfes endişeyle.

“Altınoluk ile han arasındaki yol, kullanılmayan bir yol değil. Akarsuyun üzerine mutlaka köprü yapılmıştır ancak köprüyü bulmak sorun yaratabilir.”

Onlar akarsuyun hizasında doğuya doğru giderken, Ufuktan yükselen ay karanlık ile rekabete giriyor, ve karanlığın boğuculuğuna baskın gelip, suyun yüzeyinin pırlanta gibi parlamasına neden oluyordu. Yer yer çevredeki ağaçların gölgeleri akarsuyun üzerine yansımış, gümüşi suyu karartmıştı. Bu yerlerde yürümek zordu çünkü ağaçların gölgesinde, su ile toprak ayırt edilemiyordu.

Uzun bir arayıştan sonra doğuda dar, eski bir meşe köprü buldular. Köprünün eski vidaları iki kişinin yürümesini tehlikeli kılıyordu. Bu nedenle Herfes ile Palaz köprüden teker teker geçtiler.

Akarsuyun öteki yakasında verimli, geniş bir arazi uzanıyordu. İleride ise handan gelen ışıklar koyu gecede ilaç etkisi yapıyordu.

***

Saat dokuza geliyordu ki ahşap hanın büyük kapısının önüne vardılar. Herfes asasının ucuyla kapıyı tıklattı. Ancak büyük kapı birkaç dakika sonra açılabildi. Kapıyı açan yeşil elbiseli, yaşlı adam fısıldayarak,

“Kalacak yer mi istiyorsunuz beyler?” diye sordu. Ağzındaki pek çok diş dökülmüştü ve ön dişleri sayesinde az buçuk konuşabiliyordu.

“Evet bir gecelik dinlenmek ve güzel bir banyo istiyoruz. Paramız var.” Palaz elindeki para kesesini adama doğru salladı. “Yarında şafağın ilk ışıklarında buradan ayrılacağız ancak iki tane ata ihtiyacımız var.”

Yaşlı hancı bir süre düşündü daha sonra,

“İçeriye gelin.” Dedi. Büyük bahçe kapısından içeri girdiklerinde gördükleri ilk şey Odin adına dikilmiş mermer bir heykeldi. Mermer Odin heykeli, hanın büyük avlusunun meydanına konulmuştu.

Odin heykelinin çaprazında ahır vardı. Ahırın içinden gelen kişneme sesleri, handan gelen müziklere karışıyor, gecenin karanlığına gömülüyordu.

“Pek çok atımız var beyler. İstediğinizi alabilirsiniz. Yemeğimiz, odamız, sıcak bir banyomuz da mevcut. Çekinmeden kullanın lütfen.” Dedi yaşlı adam. Sonra hanın kapısını açıp içeri girdiler.

Ay ışığı, büyük kelt hacı şeklindeki pencerelerden süzülüyor ve meşe kaplamalı hanın salonunu aydınlatıyordu. Onun dışında pencereler arasına yerleştirilmiş mumlar ile masalara konulmuş büyük kandillerde salonun aydınlatılmasını sağlıyordu. Söğüt ağacından yapılmış masalar, salona düzenlice yerleştirilmişti. Her bir masaya düşen beş tane sandalye ise masaların etrafında kümelenmişti.

Meşe kaplamalı salonun ortasında bar bölümü bulunuyor ve pek çok kişi buradan Vinlad’a özgü Ayıbirası alıyordu. Sarhoş olan bu insanların anlattığı anılar ise salonda büyük yankı uyandırıyor, diğer insanlar pür dikkat öykücüleri dinliyordu.

Salona hakim olan tütsü kokusu, nereden geldiği bilinmeyen egzotik elf müzikleriyle uyumlu bir şekilde raks ediyor, salonda müthiş bir ambiyans oluşuyordu.

Han diğerleri gibi kavga, gürültülerin olduğu, ayyaş yuvası bir yer değildi. Midgard’ın pek çok yerinden gelmiş bu gezginler, kendilerini müziğin insanı büyüleyen doğasına kaptırmaktan ve birbirleriyle anılarını paylaşmaktan mutluluk duyuyordu.

Salonun sağ ve sol tarafında merdivenler vardı. Bir yılan gibi kıvrılan bu merdivenler, misafir odalarının olduğu koridora açılıyordu. Herfes ile Palaz epey yol yürümüşlerdi. Ve bu nedenle yorgun bedenlerini bir an önce yatağa bırakmak niyetindeydiler.

Palaz odasına girince kapıyı sıkı sıkı kapattı. Boğazı düğümlenmiş, bacakları ağarlaşmış ve gözlerinin altında torbalar oluşmuştu. Yutkundu. Güzel bir banyoya ihtiyacı vardı. Ruhunu dinlendirmek ve yıllardan sonra hissettiği bu yorgunluk ve kirlilikten arınmak istiyordu.

Odasında bulunan mini banyoya girdi. Burada temiz bir tuvalet ve küçük bir küvetten başka hiçbir şey yoktu. Acaba havlular neredeydi? Diye düşündü. Daha sonra odasına ilk girdiğinde gördüğü dolap aklına geldi. Dolabın içinde olabileceğine ihtimal verip, küvetin pirinç musluğunu açtı. Vinlad’da akarsular berrak ve temizdi. Pirinç musluktan akan su, küveti doldurmuştu. Palaz küvetin üzerinde duran sabunu suya daldırdı. Berrak su iyice köpürdükten sonra, ipek gömleğini ve kırmızı pelerinini çıkarıp yatağının üzerine attı.

Yavaşça suya girdi. Suyun dinlendirici etkisini hemen hissetmişti. Kirden arındığını, temizlendiğini hissedebiliyordu. Bir süre hareket etmeden, serin küvette yattı. Sudaki renk renk köpükleri izledi. Bazılarını eline aldı ve renklerin büyülü atmosferine kapılıp uzak diyarlara yolculuk yaptı. Sonra kalkacak oldu ama suyun üzerindeki etkisi o kadar büyüktü ki tekrar uzanıp mavi gözlerini kafasının içindeki renkli evrene çevirdi. Hayali evreninden kurtulduğunda renkli düşleri, beynini saran kara bulutlara döndü.

Gerçek hayat, renkli bir evrenden çok farklıydı. Midgard korkunç bir kaosun eşiğindeydi. Kavurucu alevler diyarından gelen iğrenç bir zebani vardı. Tek istediği Midgard’ı ele geçirip, gücüne güç katmaktı. Lorth, Palaz ile Herfes oyalandığı müddetçe gücüne güç katıyor, karanlık emellerine bir adım daha yaklaşıyordu.

Her ne kadar kafasının içindeki kara bulutları dağıtmaya çalışsa da başarılı olamadı. Banyodan çıkıp, çıplak bedenini odasına yöneltti. Meşe kaplamalı dolaptan ipek bir havlu alıp kurulandı.

Su onu mayıştırmıştı. Çarşafları yeni değiştirilmiş olan, misk kokulu yatağına uzandı ve hareket etmekten aciz bedenini uykunun sıcak kollarına bıraktı.

Ertesi sabah Herfes, günün soluk ışıkları yeni yeni, dağların arkasından görünmeye başladığında uyandı. Bugün, önceki günün kavurucu sıcağından eser yoktu. Hatta yaklaşan kara bulutlar yağmurun habercisiydi. Esnedi… Yeni bir güne canlı başlamak niyetindeydi. Fakat gece, kötü düşünceler zihnini ele geçirmiş, rahat bir uyku çekememesine neden olmuştu.

Doğruldu. Küçük han odasına şöyle bir göz attı. Kapının yanındaki dolaptan gelen ahşap kokusu, buram buram odayı sarıyor, yatağın misk kokulu çarşaflarına siniyordu. Uzun bir soluk aldı ve ayağa kalktı. Ahşap dolaba doğru yöneldi. Önceki gece, yatağın yanındaki banyoda güzelce yıkanmış, kıyafetlerini de dolaba tıkıştırmıştı.

Gri uykuluğunu çıkardı ve her zamanki kahverengi, yer yer iplikleri sökülmüş olan cübbesini üstüne geçirdi. Sonra asasını, dayadığı duvardan alıp koridora çıktı.

Palaz hâlâ uyuyor olacak ki kapısı kilitliydi. Usul usul merdivenlere gitti. Adımlarını, bir kedinin avına yaklaşırkenki adımları kadar sessiz tutarak, yılan gibi kıvrılan merdivenden aşağı indi. Aslında sessiz olmasına gerek yoktu. Diğer gezginler şafağı beklemeden kalkmış, salonda kahvaltı etmeye başlamışlardı.

Bar bölümünde duran adamdan kurabiye istedi ve salonun karanlık bir köşesinde olan masalardan birine oturdu. O kurabiyesini yiyip yeni söylediği kahvesini içerken, Palaz merdivenlerden sükunla indi ve salonda göz gezdirdi.

Herfes’i köşedeki masada bulunca, bir sandalye çekip o da oturdu.

“Uyuyamadın mı?” diye sordu Palaz.

“Maalesef. Lorth ve diğer karanlık güçler tarafından sanki hapis olmuştum. Uyuyamıyor, beynimin bir köşesinde olacakları düşünüp, diğer bir köşesinde de yapabileceklerimizi düşünüyordum.”

“Sanırım bir an önce yola koyulsak iyi olur. Geç bile kaldık. Ama önce iki tane at almalıyız.” Sonra Palaz yaşlı hancıyı yanına çağırdı. Adam sendeleye sendeleye yanlarına geldikten sonra Palaz kibarca sordu.

“Dün iki tane ata ihtiyacımız olduğunu söylemiştik. Acaba bunları temin edebilecek misiniz?”

Yaşlı adam etrafı gözetledi ve korka korka,

“Sizinle görüşmek isteyen biri var beyler.” Daha sonra eliyle havada, belirsiz birine işaret etti.

Çok geçmeden hanın diğer köşesindeki masalardan birinden bir kadın kalktı. Onlara doğru her attığı adım, salonu büyülüyor, kadının güzelliği karşısında herkes ağızları açık bir şekilde bakınıyorlardı. Üstüne geçirdiği lapis rengi pelerinin kapşonu saçlarından, duru bir suda kayan yaprak misali kaydı.

Dudaklarına yerleştirdiği hafif gülümseme, karamel rengi saçları ve ela gözleriyle mükemmel görünüyordu. Lapis rengi pelerinine uyan, yeşil bir elbise giymişti. Elbisesinin şatafatı, ince boynuna taktığı altın kelt hacıyla tamamlanıyor. Mükemmel bir uyum gösterisine dönüşüyordu.

İnce topuklu ayakkabılarından çıkan sesler, Herfes’in önünde son buldu.

“Merhaba” dedi duru sesli kadın. “Benim adım Siona.” Kadın konuşmasaydı, Herfes ile Palaz’ın üzerindeki etkisi kaybolmayabilirdi ancak dudaklarından dökülenler, iki kardeşi çok şaşırttı.

“Odin tapınağına gittiğinizi biliyorum. Ama ne yazık ki Odin’in tapınağı yıkıldı.”

10
Kurgu İskelesi / Ynt: Morthus Efsanesi
« : 17 Mart 2011, 18:37:38 »
Zaman ayırdığın için çok teşekkürler :)

Güçlü bir anlatıma ulaşmak için elimden geleni yapıyorum ama sanırım daha tam olarak başaramadım.

11
Düşler Limanı / Gölge
« : 15 Mart 2011, 16:58:04 »
GÖLGE


Karanlıkta bir adam görüyorum. Karşımda… Nefesini hissediyorum. Soğuk ve sıcak… Kurbanını öldürmek için bekleyen bir katil gibi… Bakıyor gözlerime, hissediyor beni.

Ve sonra yavaşça yaklaşıyor çelimsiz bedenime. Beni içine çekiyor gibi. Nefretiyle boğuyor sanki. Korkunç gücünü hissediyorum damarlarımda. Dolaşıyor beni saran korkumda. Oynuyor benimle, dalga geçiyor halimle, haince.

Korkunç biri o. Alın onu benden. Beni takip ediyor karanlık sokaklarımda. Üzerime çöküyor en soluk rüyalarımda. Beni buluyor en ağlamaklı zamanlarımda.

Korkunç çok korkunç… Kötülükler yapıyor etrafa. Haykırıyor insanlara. Bağırıyor korku dolu dünyaya.

Bazı geceler ağladığını duyar gibiyim. Hüzünleniyor sonbahar geceleri. Ölmek istiyor eminim. Ağlıyor içten bir bebek gibi.

Neden sonra büyüyor bedenimde. O küçük bebek yok beşiğinde. Devasa bir canavarın sesleri üzüyor beni, mahvediyor derinlerimde. Neden böyle yapıyor? Neden insanlara kin güdüyor? Yoksa dünyadan mı nefret ediyor? Bilmiyorum… Belki de sadece birini özlüyor.

Ben söyleyemiyorum derdimi. O anlatıyor halimi. Ben susarım, konuşamam. Dilim bağlanır gibi, o yine açıklar nedenini.

Neden nefret ettiğimi anladım ondan. Benim yanlışlarımı yüzüme vuruyor açıktan. Ona bakıyorlar gerçek beni görmek için. Onu seviyorlar dürüst olduğu için.

Şimdilerde ders çıkarmayı öğrendim kendinden. Beni rezil de etse düzeliyorum gerçekten. Ona baktıkça öğreniyorum pek çok şeyi aniden. Benim öğretmenim oldu, öğretiyor hemen.

Nefretinden eser yok şimdi. Beraber yaşamayı öğrendik sanki. Ben susarım, o konuşur. Bazen de o susuyor ben konuşuyorum. Birbirimizi açıklayan iki insan gibi… Benle o tek beden olduk, seviyoruz güneşli günleri.

Kendimi eleştiremem, korkarım. Ama o alınmaz, eleştiririm en yanlış davranışlarını. Nedenini bulurum onun karanlık taraflarını.

Herkes gitse de o var benim peşimde. Sıkıyor bedenimi. Bırakmaz tenimi. O benim her şeyim. En açıklayıcı tarafım. Nefretimi anlatır bazen de sevgimin büyüklüğünü. Ben sustuğumda konuşuyor, o anlatıyor beni bana. O bir gölgedir. Can dostu adeta…

SON

12
Kurgu İskelesi / Ynt: Morthus Efsanesi
« : 14 Mart 2011, 21:34:30 »
BÖLÜM 2- YOLCULUK


Herfes soğuk ve alkol kokan hava akımıyla uyandı. Güneş ışıkları meşe kaplamalı pencerelerden içeri sızıyor, küçük yatak odasını aydınlatıyordu. Beş tane sandalyenin birbirine yaslandığı bir alanda küçük bir masa vardı. Masanın üzerindeki sürahi geçen geceden kalmıştı. Palaz düşünceli biriydi ve suyu Herfes için bırakmıştı. Oysaki kardeşini pek tanımıyordu. Herfes geceleri pek nadir kalkardı. Onda da su içmez, mesanesine baskı yapan idrarını boşaltmak için tuvalete koşardı.

Herfes’in gözleri aydınlığa yeni alışmıştı ki odanın dışından gelen belli belirsiz bir sesle irkildi. Palaz’ın kapıyı çaldığını idrak etmesi ise fazla zaman almadı. Uykudan uyanmanın vermiş olduğu hırıltıyla “Gir!” dedi. Palaz dikkatlice kapıyı açtı. Kardeşini hâlâ yatakta görünce ise sinirlerine hâkim olabilmek için derin bir nefes aldı. Daha sonra uğuldarcasına:

“Hâlâ yatakta olduğuna inanamıyorum Herfes. Bugün yolculuğa çıkıyoruz lâkin görüyorum ki hazırlanmamışsın.” Dedi.

Herfes bugün yola çıkacaklarını unutmuştu. Hızla yataktan kalkıp sandalyelerden birinin üzerindeki cübbesini aldı ve üzerine geçirdi. Palaz’ın sinirli göz hapsinden kaçabilmek için oturma odasına yöneldi.

Altı gündür bu evdeydi ama hâlâ eşyaların yerlerini tam olarak ezberlemiş değildi. Palaz’ın kendisi için ayırdığı çantayı bulması epey zaman aldı. Altı gün boyunca hazırlıkları tamamlamaya çalışmışlardı. Her şeyi kontrol etmeye başladılar. Palaz ciddiyetle çantasındaki eşyaları sayarken Herfes şömine ateşinin yanındaki koltuğa oturup bir yandan çantasındaki eşyaları kontrol ediyor bir yandan da anılarını tozlu raflardan indiriyordu.

Işık elflerinin diyarında geçirdikleri zamanı hatırladı. Alflheim’de dokuz ay kalmışlardı ve pek çok arkadaş edinmişlerdi. Kim bilir belki de yolları yine oraya düşerdi. Eski arkadaşlarını görürdü Herfes. Işık Elfleri kralı Thoron’u düşündü. Kralın, iki kardeşi sarayında ağırladığı zamanlarda gerçekleşen bütün olaylar Herfes’in gözlerinin önünden geçiyordu.

Sonra büyücülük yıllarını düşündü. Kardeşinin devler diyarında araştırma yaptığı zamanlardı. Herfes de kendine bir meşgale edinmek amacıyla Vanheim’e gitmişti. Burada pek çok büyücüyle tanışmış, iki yıl boyunca büyücülük sanatını öğrenmişti. İki yılda o kadar çok şey öğrenmişti ki büyücülüğe yeni adım atmış çömezler onu kıskanıyordu.

“Çantanı neden kontrol etmediğini sorabilir miyim?” Palaz ayakta dikilmiş, ciddi ifadesini suratına oturtmuş bir şekilde Herfes’e bakıyordu. Herfes anılarının arasında kaybolurken dalmıştı ve çantayı tamamen unutmuştu. Herfes özür dileyen bir bakış attıktan sonra Palaz’ın sinir bozucu bakışları eşliğinde, çantasındaki eşyaları kontrol etti. Palaz’ın göz hapsi fazla uzun sürmedi. Söylene söylene evden çıktı.

Herfes’in İşi bittiğinde Palaz’ı, bahçesindeki gülleri sularken buldu. Usulca yaklaşıp,

“Altı gündür yolculuğumuza hangi diyardan başlayacağımızı tartışıyoruz ama yolculuk günü bile bu konuya çözüm üretmiş değiliz. Yeni bir fikrin var mı acaba?” diye sordu.

“Aslında var. Dün gece eski yolculuklarımızı düşünüyordum ki aklıma beş yıl önce Vinlad’ın kuzeyindeki Krranda şehrinde gördüğüm bir tapınak geldi. Odin’in tapınağı… Midgard’ta görmüş olduğum en büyük ikinci tapınak. Birincisi bildiğin gibi Roskilde’deki Thor’un tapınağı. Odin’İn tapınağının alt katlarında arşivler var. Bu arşivler eski efsaneleri ve krallıkları barındırıyor. Arşivlerden Morthus hakkında detaylı bilgilere ulaşabiliriz. Krranda Vinlad’a atla bir hafta uzaklıkta. Ama dinlenme ve molalarla on ile on beş gün arasında sürer. Belki Thor’un tapınağında daha çok bilgi bulabilirdik ama orası Vinlad’a aylar uzaklıkta.”

“Hmm… Oraya uğrayabiliriz elbette ama oraya uğramak Dünya ağacında bulunan Altın kapıya ulaşmamızı geciktirecektir öyle değil mi?” diye sordu Herfes.

“Evet. Üç hafta kadar kaybımız olacaktır ama Odin’in tapınağında Morthus Efsanesi hakkında bir bilgiye ulaşırsak en azından belli bir planla yola çıkmış olacağız.”

“Peki o hâlde. Lâkin bu köyde at yetişir mi? Krranda’ya ulaşmak atla bir hafta sürer dedin. Atsız gidemeyiz oraya. Öyle değil mi?”

“Gidemeyiz. Altınoluk’ta at yetişmez ama köyden çıkınca bir han var. Handan at satın alabiliriz.”

“İyi o zaman hemen çıkalım. Yolumuz uzun. Gün geçtikçe Lorth güç kazanıyor. Elimizi çabuk tutmalıyız. Umarım Odhrain Krallığı Lorth’un adamlarıyla biz dönene kadar başa çıkabilir aksi hâlde tüm çabalarımız boşa gider. İşte o zaman bizi Morthus’un kılıcı bile kurtaramaz.”

Herfes bir elinde onun ve Palaz’ın çantası, diğer elinde asasıyla ahşap evden çıktı. Palaz’ın ricası üzerine yeşil kapıyı efsunlayıp, koruyucu bir büyü yaptı.

Palaz çantasını kardeşinden alıp sırtına geçirdi ve evinin bahçe kapısını da kapattıktan sonra yolculukları başlamış oldu.

İlk olarak Altınoluk’un dışındaki Hana uğramalı ve iki adet at almalıydılar. Daha sonra Odin’in tapınağına gidecekler ve Morhus Efsanesi üzerine detaylı bir araştırma yapacaklardı.

***

Herfes ile Palaz köyün çıkışına inen tepede durdular. Buradan, tepesi karla kaplı Vinlad dağlarına kadar her şey gözüküyordu. Vinlad dağlarının tepesindeki kar birikintileri buradan bakınca ufuktaki beyaz bir noktadan başka bir şey değildi. Karların hemen altından eteklere kadar inen iğne uçlu ağaçlar başlıyordu. Dağların kuzey yamaçları ise berrak bir göle bakıyordu. Rüzgârlı hava gölü azdırıyor, gölün sert dalgaları dağların eteklerine çarptıkça köpürüyordu.

Keskin, ince güneş ışıkları köpüren suya vurdukça, renkli renkli ışık huzmeleri havada dans ediyordu. Gölün öbür ucu ise çakıl taşlı bir kumsal ile başlıyor, içlere doğru sık çalılıklarla devam ediyordu. Köyün kurulduğu alan civar köylere göre en ideal olanıydı. Sırtını dağlara veren Altınoluk, güneş ışıklarından fazlaca yararlanıyor, böylece köyün güney ucundaki tarlalarda başaklar hemencecik bitiveriyordu.

Köyün çıkışına açılan bu tepeden inmek zor değildi. Altınoluk köylüleri tepelikten aşağıya inen türlü türlü taşlarla bezenmiş gri bir patika yapmışlardı. Patika yeşil çalılıklar arasından kıvrılarak iniyor, kaynağını Vinlad dağlarından alan, yüzeyi güneşte pırıl pırıl yanan durgun akarsuyun yanında bitiyordu. Akarsu durgun olduğundan üzerinde taşımacılık yapılabilirdi ancak civar köylerle olan husumet, Altınoluk’un akarsu ticaretini engelliyor, köyde çokça yetişen başağın köylülerin ellerinde kalmasına neden oluyordu.

İki kardeş gri ve dar patikadan aşağı inerken, bülbüllerin tatlı seslerini duyuyorlardı. Bülbül sesleri ile hafif esen rüzgârın ağaçların yaprakları üzerinde bıraktığı hışırtı ahenkli bir melodiye dönüşüyordu.

Nihayet patikadan aşağı indiklerinde, önlerinde uzanan durgun akarsuyun muhteşemliği karşısında kala kaldılar. Akarsu o kadar berraktı ki içindeki altın sarısı balıkların cilveleştiği net bir biçimde gözlenebiliyordu. Herfes’in dişi olduklarını anladığı koyu, kızıl balıklar ise akarsu dibindeki çakılların aralarını araştırıyor, yiyebilecekleri bir plankton ya da deniz canlısı arıyorlardı.

Patikanın bittiği yerde ise farklı türde ağaçların oluşturduğu küçük bir ağaç topluluğu başlıyordu. Ağaç topluluğunun arkasında, çıplak tepeler gözüküyor, tepeler arasındaki boşlukları ise yalçın kayalıklar dolduruyordu. Kayalıkların arkasından, göz alabildiğince uzaklarda, derin bir vadi ile Vinlad’ın gümüş denizinden ayrılmış başka bir akarsu gözüküyordu.

Ağaç topluluklarının arasına girdiklerinde, bulutların farklı türdeki ağaçların üzerinde top top kümelendiğini gördüler. Dünya’da gördüğü onca şeyden sonra Herfes’in hayal gücü çok gelişmişti. Zihninde gökyüzünü kümeleyen bu bulutları bazen ejderhaya bazen de aslandan kaçmaya çalışan bir kız olarak düşünüyordu.

Yolda geçirmiş oldukları iki saat boyunca ne dinlenmişler ne de yemek yemişlerdi. Palaz akarsuyun kayalıkları aşındırıp, yosunlaştırdığı bir alan buldu. İki kardeş düzleşmiş olan kayaların üzerinden yosunları çektiler. Daha sonra iki saatin yorgunluğunu üzerlerinden atmak için ayaklarını suya daldırdılar ve bitkin düşmüş bedenlerini kayanın soğuk, mermerimsi yüzeyine bıraktılar.

Güneşin ince ışıkları kayalıkların üzerini aydınlatıyordu ama iki kayayı birbirine bağlayan tümsek, güneşin kaya üzerinde hareli bir gölge bırakmasına neden oluyordu.

Yürümekten uyuşmuş ayakları akarsuyun serin masajları sayesinde rahatlamıştı. Güneş ise kurumuş ciltlerine canlılık katmış, yüzlerini yıkadıkları su ciltlerini nemlendirmişti.

Yarım saat kadar dinlendikten sonra Palaz çimlerin üzerinde bıraktığı çantasından iki tane kurabiye çıkardı.  Üstü çikolata damlacıklarıyla süslenmiş kurabiyelerini afiyetle midelerine indirdikten sonra, öğle vaktinin çoktan gelmiş olduğunu gördüler. Çok oyalanmışlardı. Palaz kafasının içindeki bulutlu düşüncelerden kurtulur kurtulmaz ayağa kalktı. Havadaki nem burnunun akmasına neden olmuştu. Burnunu ipek gömleğinin yenine sildikten sonra çantasını yeniden sırtına geçirdi ve hâlâ dinlenmekte olan Herfes’e dönerek,

“Yolculuğumuz uzun kardeşim. Bir an önce yola koyulmalı ve gece çökmeden hana varmalıyız.” Dedi.

Böylelikle yeniden yola koyuldular.

13
Kurgu İskelesi / Ynt: Ruh Kırıkları
« : 14 Mart 2011, 18:56:45 »
İlk öyküye göre güzel. Duygu yoğunluğunu iyi işlemişsin. Düzeltmelerine rağmen noktalama ve yazım hataları göze batıyor. Paragraflar arasında boşluk bırakırsan okunabilirliği artar.

Kısaca ilk öyküye göre başarılı.
Devamına daha çok yorum yapmayı planlıyorum.
Eline sağlık.

14
Kurgu İskelesi / Ynt: Ruh Kırıkları
« : 14 Mart 2011, 00:08:24 »
Okumaya çalıştım ama yazım ve noktalama yanlışlıkları okunmayı son derece engelliyor. Düzeltip koyarsan sevinirim.

15
Kurgu İskelesi / Ynt: Morthus Efsanesi
« : 12 Mart 2011, 16:52:35 »
BÖLÜM 1- UZAKLARDAN GELEN YABANCI


Güneşin altın sarısı ışıkları Vinlad dağlarının arkasından Altınoluk köyüne vuruyordu. Ormanın içindeki bu köyün sakinleri her sabah olduğu gibi rutin işleriyle meşguldüler. Kimse tozlu dağların arkasından, kuzeyden gelen yabancıyı fark etmemişti.

Elindeki söğüt ağacından yapılma iki metre boyundaki asasına yaslanarak gelen adam, köyün alışılmış sarı saçlı insanları arasında dikkat çekmiyordu. Üzerine giydiği kahverengi cübbesi adamın savaşlar diyarından geldiğini çok belli ediyordu oysaki. Yırtık pırtık olmuş cübbesinin içinden sarı bir bez parçasına sarılmış olan yaralı eli gözüküyordu.

Adamın yüzü giymiş olduğu şapkadan dolayı görünmüyordu. Usulca köyün batı ucuna doğru ilerlemeye başladı.  Ayağı da yaralı olacak ki asasından kuvvet alarak yürüyor, her üç adımda bir sendeliyordu.

Fötr şapkalı adam, köyün batı ucunda bulunan diğer evlerden biraz daha büyük olan ahşap bir evin önünde durdu. İçeride birinin olup olmadığını anlamak için pencerelerden içeriye bakmayı denedi. Ama pembe perdeler sonuna kadar çekilmişti.

Adam asasının ucuyla yeşil renkli kapıya dokundu. Ses yok… Bir kez daha ama bu sefer şiddetle kapıya vurdu. İçeriden belli belirsiz bir homurdanma yükseldi. Daha sonra yeşil kapı tereddütle açıldı.

Kapının ucunda orta yaşlarına yeni girmiş olmasına rağmen siyah saçları arasında akların gözükmeye başlamış olduğu, mavi gözlü bir adam duruyordu. Üzerindeki kırmızı elbiseyi silkeledi ve gelenin kim olduğunu görmek için kapıyı biraz daha araladı. Daha sonra yüzüne büyük bir gülümseme yayıldı.

“Herfes! Buralarda seni görmeyeli ne kadar da uzun zaman oldu. Hangi rüzgâr attı seni Vinlad’a?” dedi adam şaşkınlıkla.

Yabancı adam, fötr şapkasını kafasının arkasına itti ve ilahi suratı gözüktü. Yüzündeki tek kusuru savaş yarasıydı ki savaş yaraları Midgard’ta onur sembolüydü. Herfes nazikçe bir hareket yaptı ve içeri girmek istediğini belirtti.

Ev sahibi yapmış olduğu kabalıktan ötürü üç kez özür diledikten sonra Herfes’i yeşil koltukların olduğu oturma odasına buyur etti.

Herfes hiç çekinmeden yumuşacık koltuklardan birine gömüldü. Boğazını temizledi ve konuşmasına gizemli bir ton katarak,

“Sevgili kardeşim Palaz. Buraya en son ne zaman geldim? İki yıl oldu mu? Eğer Odhrain’de her şey yolunda gitseydi. İnzivaya çekildiğin bu topraklara uğramayı henüz düşünmüyordum ama sonra çok korkunç şeyler oldu. Kavurucu Alevlerin Diyarı Muspelheim’den kötücül bir yaratık insanların diyarı Midgard’a geldi. Hem de çok korkunç bir yaratık kardeşim. Biz ona Lorth dedik. Alevlerin efendisi yalnız gelmedi tabi. Yanında pek çok zebani getirdi. Ve Midgard’ın güneyindeki Kızıl Topraklara yerleştiler. Lorth’un tek bir isteği var o da Midgard’ı da Muspelheim’e katmak”

Herfes hikâyesini bitirdiğinde Palaz’ın korkudan yaşlanmış olan gözlerine baktı. Midgard çok büyük bir kaosun eşiğindeydi ve eğer Lorth durdurulmazsa Evren büyük bir karanlığa sürüklenecekti.

“Bunu bana neden söylediğini sorabilir miyim Herfes? Tanrılar katından yardım isteyebilirdin.” Dedi Palaz. Herfes bu sözlerin kaosun karşısında çok kifayetsiz kalacağını biliyordu. Tanrılar çoktan Midgard’ı unutmuş, kendi şanları ve şöhretleri içinde yüzüyorlardı.

“Tanrılar mı? Tanrılar Lorth’u durdurmak isteyecekler mi ki? Onlar kendi servet havuzlarında yüzerken Midgard’ı düşünüyorlar mı? Ama bilmiyorlar ki Lorth güçlenirse Asgard’ı da ele geçirmeye çalışacak. Neden inzivaya çekildiğini biliyorum Palaz. En son maceramızda Midgard’ın aşağılarındaki denizin canavarı Jormungand ile savaşmaya kalkışmış ama başarısız olmuştuk. Bu başarısızlık seni çok yıpratmıştı ve bu nedenle Vinlad’a gelip, bütün güçlerini unutmaya çalıştın.” Herfes oturmakta olduğu yeşil koltuktan kalkıp odanın içinde olta atmaya başladı. Kafasında cümlelerini toparlamaya çalıştıktan sonra Palaz’ın elini tutup gözlerinin içine baktı ve konuşmaya başladı.

“Morthus’un kılıcını biliyorsun öyle değil mi Palaz. Her ne kadar bir efsane gözüyle bakılsa da Morthus efsanesi bence gerçek. Dokuz diyar yaratılmadan önce Morthus adındaki yarı tanrı, yüce tanrılarla kavga etti ve yenildi. Tanrılar onu cezalandırmak için Bedenini parçalara ayırıp Jormungand’a yedirdiler. Ama Morthus ölmeden önce ilahi ışıkla yaratılmış olan kılıcını dokuz diyar yaratılırken birine sakladı. Ve kehanete göre Morthus kılıcını bulan ilahi güce sahip olacak. Yeni bir maceraya atılmalıyız Palaz. Bu seferki Midgard’ı kurtarmak için olacak. Tek başıma başaramam bu yolculuğu ama senin yardımın ile Morthus kılıcını bulacağız.”

Palaz’ın tereddütleri yeni atılacakları bu maceraya karar vermesini engelliyordu. Yaşadıklarından sonra nasıl yeni bir macerayı göze alabilirdi ki? Büyük deniz yılanı Jormungand’ı görmüştü. Onun nefesinin tadına bakmıştı ve yaşadığı deneyim bir daha yaşamak istemediği bir kâbustan başka bir şey değildi.

Ama kendileri için atılacakları bir macera değildi bu. Midgard’ı yani İnsanların yaşadığı diyarı korumak zorundaydılar. Peki ya Morthus efsanesi ya gerçek değilse? Ya Herfes’in yaşlı kadınlardan duymuş olduğu hurafelerden biriyse? Peki ya başka çareleri var mıydı? Denemekten zarar çıkar mıydı? Lorth Midgard’ı ele geçirmeden önce onu durdurmalıydılar. Palaz kararını vermişti. Uzun bir zamandan sonra yeni bir maceraya atılacaklardı.

Palaz büyücü olan kardeşine baktı ve gülümsedi.

DEVAM EDECEK

Sayfa: [1] 2 3 4