Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Buzmavisi

Sayfa: [1] 2 3 ... 9
1
Duyurular / Ynt: 32. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı Buluşması
« : 10 Kasım 2013, 11:07:18 »
Arkadaşlar şimdi Hakan ile konuştuk. En temiz şekilde metrobüs ile gitmeyi düşünüyoruz. Saat 11'de ben ve Hakan Cevizlibağ'da buluşacak ve Tüyap metrobüsüne bineceğiz. Anadolu yakasından başka gelecek varsa bana veya Hakan'a telefonunu özel mesajla atabilir. Saat 14:30'da, bildiğinizi sandığımız üzere Barış Müstecaplıoğlu, Gülşah Elikbank ve Yiğit Değer Bengi'nin katılacağı bir panel var ve panel öncesinde mümkün olduğu kadar gezmek istiyoruz. Mesajlarınızı bekleriz :)

Bu Yayınevi standına uğramayı unutmayın, ben de orada olacağım :)

2
Duyurular / Ynt: 32. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı Buluşması
« : 01 Kasım 2013, 16:21:05 »
Yeni adıyla Anatolya Günlükleri : Yazgı Tacı kitabımla, BU Yayınevi 3. Salon 202 A Nolu standında 9 Kasım Cumartesi saat 12:00'de İstanbul Tüyap Kitap Fuarı'nda imzadayım. Kalın sağlıcakla...

3
Teşekkürler, İhsan Bey. Hoşunuza gitmesine sevindim. Öykü bir çeşit kurgu tamamlayıcıydı zaten. Biliyorsun ki Bilge Hatun her şeyi bilen biri değildir. Sonuçta burnunun dibinde uzun yıllardır yaşayan birinin aslında dostu olmadığını da fark edememişti.

Zaten kendine has bir öykü gibi oldu bu. Ay Kadın gibi :)

burak: İkinci kitabım inşallah yılbaşından sonraki aylarda çıkacak.

4
Kurgu İskelesi / Ynt: Silahlar Var Olduğu Sürece
« : 04 Aralık 2012, 17:01:29 »
Çok güzel olmuş eline sağlık. Baştan sona zevkle okudum. :)

'Sürgünlemiş' fiilini ilk defa görüyorum. Belki yerine başka bir fiil gelebilir ama onun dışında çok iyi olmuş :)

İlk defa görüyorsunuz doğrudur zira öyle bir fiil yok. Sürgün etmiş olacak...

5
Bugün geliyorum kitabı almaya :) Orada görüşemezsek diye hayırlı olsun tekrar.

6
Hayır, o zaman niye Zülfiyar arasın bunu? Gidip kendisi söyleyebilir, işte iş başarıyla tamamlandı falan. Zaten kitabın ilerisinde de patronunun yanında görüyoruz Zülfiyar’ı. Öyle bir şey bile olsa bunu belirtmesi gerekirdi yazarın. Okuyucu nereden bilsin nedir ne değildir. Bir de ölümüne koruyor madeni parayı adam. Sadece mesaj vermek için olamaz. Kurguda atlanmış bir şey sanki. Bilen var mı? ben mi okurken atladım bunları?

7
Ben valla 6 kitabı da aldım. Puslu Kıtalar Atlası'nı okudum. Çok beğendim de sürekli sözlüğe bakmak zorunda kaldım. İnsan dipnot yazar ya ayıptır :) Sözlüğe bakmaktan kitabı okuyamadım neredeyse :)

Açıkçası kitabın kurgusu güzel olsa da bir gediğe rast geldim: Şimdi Uzun İhsan Efendi'nin oğlu bir lağımcı olarak bir orduyla birlikte kaleyi kuşatmaya gidiyor ve orada kaleden Zülfiyar adlı bir casusu kurtarıyorlar. Zülfiyar yakalanacaklarını sandığı için madeni bir parayı çocuğa veriyor, bunun çok önemli olduğunu ve mutlaka birilerine ulaştırması gerektiğini söylüyor. Neyse çocuk parayla kaçarken bir düşmanın saldırısına uğruyor ve savaşırken yüzü çok kötü yaralanıyor ve tanınmayacak hale geliyor. Neyse Osmanlılar bunu bulup iyileştirmeye çabalıyorlar falan. Çocuk da bir süre sonra uyanıyor ve kendisini aradıklarını görüyor, Zülfiyar onlara madeni parayı kime verdiğini tarif etmiş falan. Hatta çocuğun eşkalini de vermiş, her yerde onu arıyorlar. Üstelik çocuğu suçlu olarak göstermişler, parayı alıp kaçtı hain falan. Çocuğun da yüzü tanınmayacak halde olduğu için parayı alanın bu çocuk olduğunu anlayamıyorlar.

Neyse uzun uzun yazdım da, burada çok saçma bir şey var: Çocuk, "Para işte bende," demiyor. Onun suçlu ve hain olduğunu sanmalarına izin veriyor, nedensiz yere. Sonuçta yaralandığı belli, bir yere kaçmamış, kim ona kızacaktı ki söylese? Üstelik bu yüzden babası İhsan Efendi'nin başına bir sürü iş geliyor. Yeniçeriler adamın gözlerini oyuyorlar, burnunu kesiyorlar vs... vs...

Ayrıca kitabı bitirdim ama bu madeni paranın ne işe yaradığını da bir türlü öğrenemedim.

8
Duyurular / Ynt: 31. İstanbul Kitap Fuarı 2012
« : 24 Kasım 2012, 10:20:02 »
Arkadaşlar bugün fuara bir ön tura gittim. Mercan (Abla :D ) ile tanıştım. Kendisi çok iyi bir insan arkadaşlarım çekiştirmese stand önünde uzun saatler harcardım ki yarın harcayacağım :)

İthaki standı HARİKA! Orada bildiğin tüm kitaplardan 1 er tane alıp kaçmak istedim :D

Altın Kitapların indirimi süperdi Stephen King e bayağı doyacağım yarın :D

Son olarak İletişim yayınlarından nefret ettim. Bu nedir İhsan Oktay Anar'ın 6 kitabı var sözde fuar indirimi ile 86 oluyor!!! Hayır kitapta çevirmen olayıda yok yazar bizden biri. 6 kitaba 86 lira verilir mi ya???

Başka yerlere çok bakamadım. Yarın uzun uzun gezeriz umarım :)

Ben valla 6 kitabı da aldım. Puslu Kıtalar Atlası'nı okudum. Çok beğendim de sürekli sözlüğe bakmak zorunda kaldım. İnsan dipnot yazar ya ayıptır :) Sözlüğe bakmaktan kitabı okuyamadım neredeyse :)

9
Kurgu İskelesi / Ynt: Gemileri Yakmak
« : 13 Kasım 2012, 11:14:14 »
"“Şimdi benim uzmanlık alanımda olduğumuza göre lütfen herkes söylediklerimi itiraz etmeden yapsın. Güneş saatinin sona ermesine çok vaktimiz yok.” Etrafındakilerin kendisine itiraz etmediğine emin olan Hekim, sözlerine devam etti, “Öncelikle siz ikinizi cesedin yakınlarında görmek istemiyorum.”"

Şimdi buradaki karakter konuşmaları da bana modern geliyor. Öykü hala güzel de böyle pürüzler -en azından bana göre- havasını kaçırıyor.

"Şimdi benim irfanıma sığındığınıza göre... lütfedin de dediklerimi itiraz etmeden yapın...

Mesela ceset sözcüğü yerine mevta-naaş denebilir. Ceset sözcüğü hani bu seri katil filmlerinde, dizilerinde çok kullanıldığından bana modern gibi geliyor oysaki eski bir kelime. Ama dilde yabancı bir tat bırakıyor bu hikayeye göre.

Daha bu ilk sayfayı bitiremedim ama şahane gidiyor şimdilik. Devam... devam... devam...

10
Duyurular / Ynt: 31. İstanbul Kitap Fuarı 2012
« : 12 Kasım 2012, 20:58:41 »
Kısaca anlatayım ulaşımı zira ben Beylikdüzü'nde oturuyorum. Tüyap iki durak ilerde bana. Metrobüs'e her nereden binerseniz binip Avcılar'a gelin. Avcılar'dan Avcılar-Beylikdüzü'ne binin, son durak Tüyap'tır veya Cevizlibağ'dan Cevizlibağ-Beylikdüzü'ne binin, yine son durak Tüyap'tır. Yalnız Cevizlibağ-Beylikdüzü metrobüsü pek sık kalkmıyor, o yüzden en sağlamı önce Avcılar'a gelip Avcılar-Beylikdüzü yapmak. Zaten on dakika falan sürüyor, metrobüs kalabalık olsa bile pek sıkıntılı olmaz. Kısa sürüyor.

11
Yorumunuz için çok teşekkür ederim.

Sualinize yanıt bulmaya çalışayım:

Bana göre yaratıcılık her zaman çok önemlidir: mitolojiyi kendi hayal gücünüzle harmanlamak... Bu sizin yaratıcı olduğunuzu gösterir. Herkes gidip belli bir basmakalıp hakkında bir şeyler yazabilir ama bunu yeniden ele alıp kendinden yeni bir şeyler katmak zordur ve dediğiniz gibi cesaret ister. (Mesela Elf meselesi)
Belki bu, bazısının hoşuna gitmeyebilir ki bana hiç böyle bir şikayet gelmedi şimdiye kadar. Benim öykülerimde, kitaplarımdaki neredeyse bütün unsurların eski Türk efsanelerinde adı geçer ama ben birçoğunun sadece adını alıp arka planını, efsanesini yeniden yazdım, tabii ki kendi oluşturduğum atmosfere uyum sağlamasına da dikkat ederek. Yukarıdaki karakura ve albastılar gibi.

Ayrıca sorduğunuz ikinci soruya cevaben bu öykü zaten benim ilk kitabımın öncesinde geçen kısa bir olayı anlatıyor. Yani zaten öykünün devamı Anatolya Efsaneleri kitabımda geçiyor: http://www.kayiprihtim.org/forum/anatolya-efsaneleri-serhan-vural-t13778.0.html

12
Diğer Fantastik Eserler / Ynt: Percy Jackson ve Olimposlular
« : 09 Kasım 2012, 22:25:18 »
Spoiler: Göster
Haklısınız kitabı pek bilmiyorum ben ama o sırada annesini ölü sanıyor. Burada her ne kadar olağandışı biri de olsa en ufak bir ağlama belirtisi yok, bir isyan, bir duygu fırtınası, on iki yaşındaki bir çocukta. Robot gibi biri olsa gerek, tanrı oğlu olunca öyle olunuyor herhalde. Neyse açıkçası böyle şeyleri nasıl düşünmezler anlamıyorum. Hadi yazar düşünmedi, editör mü yok memleketlerinde.


Ben bir keresinde bir kitap okuyordum. Kitap böyle bir çeşit gerilim-korku tarzında, hatta bir Türk yazarındı. Kitap güzel gidiyordu, ortalıkta milleti öldüren bir kiralık katil falan var vs... Adam bara gidiyor, neyse bir bakıyor ki gölgesi yok. Tabii biraz şaşırıyor kendince. Sonra garson çocuk gelip diyor ki "Aaa abin senin gölgen yok. Bak şurada oturan adamın da gölgesi yok. Git onunla bir konuş istersen." :))

Ben bunu okuyunca kitabı okumayı direk bıraktım. Bu kadar saçma bir diyalog olamaz. Biraz karşısındaki insanın kafayı sıyırmasını bekliyor. Ne bu böyle, sanki "Abi cep telefonum çalındı da," der gibi. "Gölgem yok."

13
Veis'in Arayışı
4. Bölüm

"Oğlum," diye düşündü kızıl saçlı kadın. "Şimdi ne yapıyor acaba?"

Yüzünde taze bir fidan misali yeşeren bir tebessüm belirdi.

Hayatındaki tek mühim olan şeydi oğlu, tabii bir de küçük kızı vardı, Nehir'i. Melis artık çocukları için yaşıyordu ama oğlu yalnızca onun için değil, herkes için önemli olacaktı. Birçok kişinin kaderi ona merbuttu.

Henüz on yedi yaşındaydı güzel oğlu. Bir cadının oğlu olduğunu iki sene önce öğrenmiş ve bunu hiç yadırgamamıştı. Bilge Hatun aralarındaki bağı hiç kimse anlamasın diye senelerdir oğlundan uzakta yaşamıştı fakat onu yetiştirmesi için emanet edebileceği en iyi kişiye bırakmıştı.

"Muhtemelen Serkis şimdi amcasını deli ediyordur," diye düşündü. Medrese yeni kapandığından oğlu yaz tatili için Merki'ye geri dönmüştü.

Bilge Hatun Efsun Konseyi'nin dağılmasını bekledi. Melike Tomris az evvel ona tuhaf tuhaf sorular sorup durmuştu. Melis kuzeyde neler olduğunu iyi biliyordu. Kocası ölmeden önce ona olacakları anlatmıştı. Tabii vasiyetin gerçekleşmemesini ummaktan başka çaresi yoktu. Böylece oğlu da tehlikeye girmezdi.

Bu nedenle Medrece'de vuku bulan olayları çok iyi takip ediyordu. Kuzeyde türeyen Alacakaranlık Kardeşliği isimli grup onun uykularını bölen şeylerden birisi hâline gelmişti.

Melike diğerlerine dağılmasını söyledikten sonra oturduğu masanın üstünden Kızıl Cadı'ya döndü. Ay gibi parlak ak elbiselerinin içindeydi. Özel kumaş su altında hareket ediyormuşçasına dalgalanıyordu. "Şu an ne düşünüyorsun Melis?"

Bilge Hatun öyle dalmıştı ki kendisine hitap edildiğini neden sonra anlayabildi. Yıllanmış çizgileriyle sırlarını belli etmezdi cadının güzel sureti, gene de biraz hazırlıksız yakalanmıştı. Oğlu hakkında konuşamazdı. Bu sırra yalnızca iki insan vakıftı ve başka hiç kimseye güvenemezdi.

Cadı cevap vermekte gecikince Melike, "Sende de annemde olan o ifade var," dedi. "Ne zaman beni düşünüyor olsa yüzü aydınlanırdı."

"Nehirimi düşünüyorum," diye mırıldandı kadın isteksizce. Bu kısmen doğruydu elbette.

"Senin evlatlığındı, değil mi?" Melike bunu üstelemedi. "Gel hadi, seninle biraz dolaşalım. Öğütlerine ihtiyacım var."

"Tolya Ana izin verirse yardımcı olayım," diye gülümsedi Melis vakur bir üslupla. Kızıl saçlarını parmaklarıyla tarayıp geriye attı. Ak Ana'ya kısa bir dua etti.

Konsey bahçesi kırlangıç şarkılarının, rüzgârın silkelediği ağaçların inlemesinin keşmekeşiyle dolmuştu. Sarsılan budanmış çalıların tepesinde uçuşan ateş böcekleri hava akşam karanlığına yaklaşırken çevreye mahzun bir aydınlık saçmıştı. Balçık koyusu bulutların arkasındaki mehtap, iffetini korumaya çalışan utangaç bir kız misali bir görünüp bir saklanıyordu.

Melike Bilge Hatun'u bahçedeki altın çardağa yöneltti. Buradaki duvarlar bel hizasında olduğu için ateş kuşlarıyla parlayan Nebil Saray Kenti'ni tepeden görebiliyorlardı.

Oturdukları zaman yüzlerce küçük bukleyle süslü ak saçları olan Melike suskunluğu bozdu. "Anlat bana Melis. Kuzeydeki olaylar hakkında ne düşünüyorsun? Onlar konusunda ne yapmalıyız sence?"

Melis kısa bir sürede düşüncelerini toparladı. "Bu Kardeşliği topraklarımıza kesinlikle sokmamalıyız Melikem. Bu insanlar vebayı kendileri yayıyorlar. Sonra mucize ilaçla ortaya çıkıp biz sizi kurtardık diyerek insanları kendi tanrılarına iman etmeye zorluyorlar."

Bilge Hatun daha evvelden Melike'ye vasiyetle ilgili tüm bilgileri aktarmıştı. Bu sırları bilen kadının ela gözlerinde kaygı mahfuz olmuştu. "En iyisi dediğin gibi temkinli olalım. Sınırlara gözcüler yerleştirmek iyi bir fikir olabilir. Ama ne kadar süreyle bu insanlar..."

Melis onun sözünü bitirmesine fırsat vermeksizin ayaklandı. İçgüdüsel bir davranıştı ama sezinlediği, yakındaki bir tehlikeydi. Eli gayriihtiyarî beline gitti lakin kılıcını bulamadı. Kızıl Cadı kıyafeti üzerindeyken normalde silahsız dolaşmasa da bugün toplantı yüzünden onu geride bırakmak durumunda kalmıştı.

Neyse ki iki saray hafizi bahçe kapısında bekliyordu. Onlara işaret edince adamlar koşarak yanlarına geldiler. "Bana kılıcını ver asker." Muhafızlar, şaşkınlıkla ayağa kalkan Melike'nin önünde eğildiler.

"Hünkârımızı ivedilikle içeriye götürüp konsey binasından uzaklaştırın. Hayatı tehlikede. Hümeyra, Belen Cadı ve diğer kimi bulursanız söyleyin çabuk buraya gelsinler. Yolda bulduğunuz askerleri de buraya gönderin," dedi Melis.

"Neler oluyor Bilge Hatun?" diye sordu Melike Tomris. Ak saçları etrafa şevk verici nurunu saçıyordu.

Melis askerin uzattığı kılıcı alıp kadına döndü. "Böyle davrandığım için beni affedin Melikem fakat can güvenliğiniz muhatara altındadır. Lütfen askerlerle gidin."

"Ben anlamıyorum, burada kim bana saldırmaya cüret..."

"Lütfen Melikem benim odaklanmam, güçlerimi toparlamam gerekiyor. Lütfen hafizlerle gidin."

Orta yaşlı kadın danışmanının çehresindeki ciddiyeti gördüğünde onun bu arzusuna boyun eğerek askerlerle birlikte bahçe kapısından binaya girdi.

Melis bahçenin ortasına geçerek bağdaş kurdu ve gözleri kapalı halde tek elinde kılıcı, diğer eli çimlerin üstünde varlığının kuytularına indi. Orada bulduğu oyuklarda saklanan güçle bağlı toprağın ruhunu kendi benliğine kundak şeklinde sardı. Biraz sonra toprağın ani uyarısıyla ayağa fırlayıp hızla dönerek kılıcını savurdu. Boynuna savrulmak üzere olan pençeli el kara kanlar fışkırtarak uçarken bir ciyaklama husul buldu.

Melis'in karşısındaki neredeyse insanı andıran yüzüyle, kapkara ve tüysüz incecik teninden kemikleri sayılabilen münfesih suratlı bir yaratıktı. Karakura kopuk eline aldırış etmeksizin tekrar saldırmaya kalktığında Melis bu defa Zemberek Dansı'yla tek ayağını geriye atarak çevresinde süratle döndü. Onun diğer bileğini de kolundan kopardı. Bu defa Melis'in tahmin etmediği bir şey oldu, yaratık olduğu yerde acıyla zıplamaya başladı. Bir çocuk gibi ağlayıp veryansın ediyordu. Karakuralar zihinleri olmayan kara büyüyle yaratılan canavarlardı. Benliklerini kaybetmişlerdi. Bu şekilde davrandıkları hiç görülmemişti.

Melis ona o denli odaklanmıştı ki arkasındaki adamı fark etmesi geç olmuştu lakin buna rağmen Keskin Kasırga adlı kılıç sanatıyla kendisini fevri geriye çekerek hasmıyla arasına mesafe koyarken karakuranın tek bacağını dizlerinin arkasından kesiverdi. Canavar yere devrilerek ıstıraplarla çırpınmaya koyuldu.

Karşısında tüm heybetiyle duran insan kılıklı yaratık ustura misali kanlı dişlerini gösteren tebessümüyle iki kulaç boyundaki bir devdi. Öne doğru attığı tek adımıyla toprak sarsıldı. Muhtelif darbelerle yırtıldığı aşikâr olan simsiyah gömleğinde ve kel başında kurumuş kan izleri mevcuttu. Gözleri makber karanlığına tutsak olmuş, pantolonu ise kısım kısım hırpanileşmişti. Pos bıyıkları yaralı yüzünün tamamını örtmüştü. Kolları normal bir insanın bacağının iki katı kalınlığındaydı, geniş omuzları içeri çökmüş gibiydi.

"Sen de kimsin?" diye sordu Bilge Hatun.

"Ben Baş Veis'im. Yedi Tanrılar'ın Ulu Dünya'daki yargıcı, celladı ve elçisiyim," dedi dev hiç beklemeksizin.

"Hayır, değilsin," dedi Melis onu dikkatlice inceledikten sonra. "Bütün veisler yarı layetlerden seçilir." Layetler Latenahi adlı Buğulu Diyar'da yaşayan ölümsüzlerdi. En belirgin özelliklerinden birisi gözlerinin renk değiştirmesiydi.

"Yanılıyorsun cadı," dedi Veis. Gülümsemesi daha canice bir hâl aldı. Bembeyaz parlayan teninde insanı huşuya düşüren bir hüsün olmasına karşın aynı zamanda iblislere yaraşır bir dehhaşlık kendisine mesken bulmuştu.

"Buraya neden geldin?" diye sordu Melis kılıcını önüne kaldırarak.

Veis karşısındaki ufacık görünen kadına karşı bir kahkaha attı. "Sual sorma kısmı bana ait cadı. Burada hayatı tehlikede olan sensin."

Bu sefer gülen Bilge Hatun oldu. "Nereye geldiğini biliyor musun veis?" diye sordu. Bilge Hatun benliğinin derinliklerindeki toprağın ruhuna dokundu. "Burada bana saldırmanı hiç tavsiye etmem."

Baş Veis onun ne demek istediğini idrak edememişti. Bu cadı, canını sıkmaya başlamıştı. Tek adımda onun karşısına dikilip gırtlağını sıkınca bakalım bu denli cesur olabilecek miydi? Lakin veis ayağını yerden kaldıramadı. Akabinde ellerine de hâkim olamadığını fark etti. Kıpırdayamıyordu.

Ayaklarının altındaki topraktan sırnaşan görünmez kızıl ağlar veisin bedenini muhasara etmişti. Bu iplikçikler onu boynuna kadar kuşatınca Bilge Hatun, adamın çevresinde yavaş adımlarla dönmeye başladı. Bu esnada yerde can çekişen karakuranın da boynunu uçurdu. Yaratık hareketsiz kalınca kirli kanı yeşil toprağın üstündeki çimleri kararttı.

"Bana... Bana ne yaptın?" diye sorabildi Baş Veis. Dudaklarını kıpırdatmakta bile zorlanıyordu. "Hiçbir büyü bana bir şey..."

"Ben bu toprakların koruyucusuyum," dedi Bilge Hatun tekrar onun karşısına geçerek. "Burada hiç kimse benim gücüme karşı koyamaz."

Hâlâ kurtulmak için çırpınıyordu ama nafileydi. Kızıl ağlar, sarmaşıklara dönüşmüştü; onun boynunu da sıkıyor, nefes almasını güçleştiriyorlardı. "Ama ben bir veisim, benim..."

"Sen veis falan değilsin," diye araya girdi Melis. "Veis olsan bile fark etmezdi, onların gücü de özlerinden gelir. Bir veisle daha evvel de karşılaşmıştım. Ama senin gücünde tuhaf bir şeyler var. Sen veis değilsin, senin gücün aynı bir büyücü gibi sana ödünç verilmiş. Şimdi söyle bakalım. Seni buraya kim yolladı?"

Baş Veis öfkeden köpürmüştü lakin hayatının elinden yavaş yavaş çalındığını anlayabiliyordu. En iyisi cadıyı konuşturup bundan kurtulmanın bir yolunu bulmaya çalışmaktı. "Buraya Yedi Tanrılar tarafından yollandım."

Melis hiddetle ona baktı, sanki onu oracıkta buharlaştıracaktı. Tamahkâr kızıl ışığı bütün bahçeyi doldurmuş, duvarların kenarlarında korkunç karartılar peydahlamıştı, bu gölgeler gitgide uzayarak adamı çepeçevre saran keskin pençeler halini aldı. Veis hayatında ilk defa korktuğunu anladı.

"Amacın neydi? Burada ne arıyorsun?"

"Onuncu Ak Cadı'yı bulup ona tanrıların adaletini sunmam gerekiyor," diye cevap verdi adam, soluğu gırtlağında kalmıştı.

"Neden?" diye sordu Kızıl Cadı. "Neden tanrılar onu öldürmek istesin ki?"

"Öldürmekten bahsetmediler," dedi Baş Veis dürüstçe. "Sadece adalet..."

"Ne biçim bir veissin sen? Yedi Tanrılar'ın adaleti yalnızca kanla olur, bunu bilmiyor musun? Hadi veislerin itaatkâr birer köle oldukları bellidir de kafası hiç çalışmayanını da ilk defa duyuyorum."

"Ben..."

"Demek buraya Ak Cadı'yı öldürmeye geldin," diye mırıldandı Bilge Hatun ondan çok kendine. "Neden acaba? Neden tanrılar Melike'nin ölmesini istesin ki?"

Melis bu sırada kızıl ağları gevşetti. Veis ise derin bir soluk alarak ciğerlerine bayram ettirdi.

"Neyse artık," dedi Bilge Cadı bu düşünceyi eliyle silkelercesine. "Seni hapsetmemiz lazım."

Melis birkaç dakika içinde özünden vücudunda kalan son parçasını toprakla yeniden bütünleyerek rüzgâra kapılan bir meşe yaprağının yalnızlığına büründü. "Dehak!"

Kadının avuçlarından toprağa uzanan kızıl buhar anında kayboldu. "Kıpırdamanı tavsiye etmem veis."

Adamın bedenini saran bağlar bir anda yok olunca bacakları ağırlığını taşıyamadığından yere devrildi ancak öfkesi hâlâ göğsünde yanıp tutuşuyordu. Bir hışımla ayağa kalktığında Bilge Hatun kılıcını onun yanağına savurdu.

Veis suratına inen darbeyle yeniden yere düştü. Elleri yerdeyken kalkmaya hamle ettiğinde toprağın kızıl ağları onu bileklerinden yere çiviledi.

Baş Veis buna inanamıyordu. Güçlerine kavuştuğundan bu yana hiçbir büyü onun bedenine işlememiş, hiçbir çelik onu kesememişti. Hiç yaralanmamıştı. Bu imkânsızdı. O, tanrıların eti ve kemiğiyle kutsanmıştı. Fakat şimdi suratında kılıcın açtığı yaradan akan kan yavaş yavaş yere damlıyordu. Uzun zamandır beridir ilk defa kendi kanını görmüştü, ilk defa acı duyuyordu.

"Senin güçlerin de kendi özünden geliyor," diye yanıtladı Bilge Hatun havada asılı kalan soruyu. "Bir cadı senin vücuduna bağlamalar yapmış. Seni bir veise benzetmeye çalışmış. Şimdi ise benim toprağımın azabı seni tekrar bir ölümlü hâline getirdi."

Bu esnada yirmi kadar hafiz silahlarını kuşanmış halde bahçe kapısında belirdi. Bilge Hatun'un emriyle veise fazla yaklaşmadan kapının önünde beklediler.

Kızıl Cadı veisi yerde bırakıp hafizlerle konuşmaya gitti. Adamın üzerindeki bağlamayı kaldırmamıştı. Veis hâlâ kımıldayamıyordu. Bilekleri toprağın özüne bağlıydı. Bilge Cadı istese bu adamı anında öldürebilirdi ama veisle ilgili cevaplanması gereken sorular vardı. Bir kere onu gerçekte kim göndermişti? Ak Cadı ile ne alıp veremedikleri vardı? Ona bu güçleri kim sağlamıştı? Ayrıca buraya kadar Bilge Hatun dahil, hiç kimseye görünmeden nasıl gelebilmişti?

Melis Hatun büyülü zindanı hazırlamaya giderken hafizlere adamı iyi izlemelerini, hareket ederse veya kaçmaya kalkarsa anında öldürmelerini söylemişti. Onlara adamın çok tehlikeli biri olduğunu ve mümkünse ona yaklaşmamaları gerektiğini de anlattıktan sonra hafizler yaylarını çıkararak hazır vaziyette beklemeye başladılar.

Hümeyra Hatun bahçenin duvarından olanları izliyordu. Başörtülü kadının üzerindeki koyu kahverengi elbise desensiz ve sadeydi. Bir cadı gibi görünmüyordu. Melike'nin kişisel danışmanlarından birisi olan ihtiyar Hümeyra Hatun'un gözleri bahçe kapısının önünde sıralanmış askerleri taradı ve en son yere çökmüş durumdaki adamın önünde kaldı.

'Beceremedi salak,' diye düşündü yaşlı kadın. Onca yıl Baş Veis diye etrafta dolanıp durmuş ama yine de kadının ona verdiği basit bir görevi başaramamıştı. Onu Melike'ye bu kadar yaklaştırmışken her şey berbat olmuştu.

Hümeyra yıllar önce veisi Mücevher Adaları'nda bulmuş, onu Kadimler'in bahşettiği güçlerle yenilmez bir savaşçı hâline getirmişti. Kimse şüphelenmesin diye ona Yedi Tanrılar'a hizmet edeceğini anlatmıştı. Veisi Aziler adına kullanarak yıllarca düşmanlarını yok eden Hümeyra, Ak Cadı'yı da ortadan kaldırmak istemişti. Hümeyra'ya göre çok da iyi bir plandı. Hiç kimse Kadimler'den şüphelenmeyecekti lakin Bilge Hatun'u pek hesaba katmamıştı.

Yine de bütün yaptığı planlarının boşa gitmediğini görmek onu sevindirdi. Bilge Hatun'un nasıl bir kudrete hükmettiğine kendi gözleriyle şahit olmuştu. Şimdiye kadar onun nelere kadir olduğunu bilmiyordu. Kızıl Cadı'nın karşısında bundan sonra daha temkinli davranması gerekecekti.

"Amus!" Özüne dokunarak büyülü sözleri söyler söylemez, bahçenin etrafındaki meşaleler aniden bastıran karabasanın karşısında hezimete uğradılar. Askerler ve veis zifiri karanlıklara mahkûm oldular.

Hümeyra arkasında iz bırakmayı sevmezdi. "Hess Patra!" diye tısladı. Parmaklarının ucundan fırlayan kara duman zincirler, perişan halde dört ayak üstünde duran veisin bedenini ansızın çevirdi, dev adamı anında iki büklüm etti. Biraz sonra boynundan gelen bir kemik çatırtısıyla birlikte Baş Veis yere yığılmıştı. Karanlık gözlerindeki ufak ışıltı da solmuş, terk edilmiş bir evin koyu camlarına dönüşmüştü.

Nasıl olsa hiç kimse bunu kimin yaptığını asla bulamayacaktı. Asıl adı Zerrin Cadı olan Hümeyra'nın başka planlar yapması gerekiyordu. Hedeflerine vasıl olmasına çok az kalmıştı.

SON...

14
Diğer Fantastik Eserler / Ynt: Percy Jackson ve Olimposlular
« : 09 Kasım 2012, 20:45:12 »
Merak edip kitaba göz gezdirdim. Şimşek Hırsız’ına. Filmini daha once izleyip sevmemiştim. Kitap tamamen genel izleyici kitlesine göre yazılmış. Aslında Harry Potter’a çok benziyor. Tabii ondaki derinlikten eser yok maalesef.

Ayrıca daha kitabın başlarında ana karakter annesini yitiriyor, bir parça gözyaşı, bağırma, çağırma, isyan etme yok. Hiç inandırıcı gelmedi. Hadi diyorsun ki kitapta o kadar fantastik şey var, bu mu inandırıcı değil yani? Ne kadar fantastik olursa olsun anne olgusu hep aynıdır. Bir çocuk bir parça gözyaşı dökmez mi annesi ölünce, öyle şey mi olur? Valla yeni bir HP gibi seri buldum diye seviniyordum ama böyle ayrıntıları nasıl atlıyor yazarlar aklım almıyor.

15
Kurgu İskelesi / Ynt: Gemileri Yakmak
« : 08 Kasım 2012, 22:31:59 »
Evet, yazılanlara ben de katılıyorum. Kendisini okutturan bir anlatımınız var, ufak tefek aksaklıklar olsa da oldukça güzel. Henüz hepsini bitiremedim. Viking'den sonrası kaldı şimdilik. Gerçekten çok başarılı diyebilirim. Burada okuduğum en iyi, en orijinal hikayelerden birisi. Çok güzel bir konsept üzerine kurulmuş.

Birkaç şey gözüme çarptı, onları dile getireyim dedim: Mesela: "sırtında asılı haç biçimindeki devasa kılıcın sapı omzunun üzerinden görülüyordu." Burada kılıcın sapı yerine kabzası denebilirdi. Bana sırıtmış gibi geldi.

"Ağzında bazı kelimeler mırıldandıktan sonra peçesini aşağı sıyırıp, bu avcundaki(avucundaki) toprağı kapıya doğru üfledi."

Burada "ağzında" kelimesini kullanmanıza gerek yok.

"İşlemin tamam olduğunu bir baş hareketiyle diğerlerine haber verince, kılıçlarını çoktan çekmiş olan iki kişi yere bıraktıkları muhafızları, uyanıp tehlike arz etmemeleri için, bağladılar."
Şimdi burada, işlem kelimesi çok modern kaçmış öyküye. Bilmiyorum belki kelime modern değildir ama bana öyle geldi. Başka bir kelime de aklıma gelmedi şimdi :)

"Kalabalıkta, yüzlerini açmış olanların hayreti sürerken, bir yandan da henüz yüzünü açmamış olan gizemli okçuya kaçamak meraklı bakışlar atılıyordu." Burada galiba bir hata olmuş: Kalabalığın, yüzlerini açmış olanlara karşı hayreti sürerken mi olacaktı?

"Zira bu kez karşılarında 20 yaşlarında bir kız durmaktaydı." Böyle öykülerde elimden geldiğince dikkat ederim ben, sayıları rakamla değil de yazıyla yazmak daha hoş duruyor. Tabii bu tamamen şahsıma ait bir fikirdir.

“Görüyorsunuz ki silah doğrulttuğunuz bu toplulukta kimsenin ne silahı vardır ne de size karşı koymaya niyeti. Muhafızlarımızı katletmediğinize göre niyetiniz can almak değil. Eğer getirdiğiniz dostunuz yaralıysa, buradakilerin hepsi hekimdir. Bırakın onunla ilgilenelim.”

Yaşlı adamın sözleri işe yaramıştı. Topluluk kılıçlarını kınına, oklarını sadağına koydu."


Buradaki olay şu: İki defa topluluk kelimesini kullanmışsınız bir üstte bir altta. Ancak ikisinde de farklı gruba topluluk diyorsunuz, ilk okuduğumda kafam karıştı. Talebeler de mi silahlıydı dedim kendi kendime.

Neyse bunu sabah okumuştum, birkaç şey daha gözüme çarptı. Bu yazdıklarım tamamen kişisel tecrübemden kaynaklanan yorumlarımdır, lütfen alınmayın. Yazınızı çok beğendim, o yüzden bu kadar yazdım zaten, iyi bir düzeltiyle çok daha iyi olacağına inanıyorum.

Sayfa: [1] 2 3 ... 9