Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - subrose

Sayfa: [1]
1
İnce Damarlar.

Çakır için..

‘Öncelikle herkesin masasına bir ayna koymakla başlayacaksın’ dedi. Peki ya bir kedi koysak? Demek istedim. Vazgeçtim. ‘Ne ye başlayacağım’ dedim. ‘Kendilerini görmeye başlayacaklar’ dedi. ‘Ayna ile mi ?’ dedim. ‘Evet ‘ dedi. ‘Ayna sayesinde mimiklerindeki değişimi görecekler ve..’ diye devam etti. ‘Ve?’ dedim. ‘Ve çirkinleştikleri anda duracaklar’ dedi. ‘Diyalogun ortasında’ dedim. ‘Diyalogun ortasında’ dedi. ‘Hikaye başka türlü sonlanacak bu sayede’

‘İyi de bu kimin ne işine yarayacak’ diye devam edecektim. Vazgeçtim. Kalktım, hafifçe selam verip uzaklaştım. Yol boyunca aynayı düşündüm, aynanın içinde değişen yüzleri. Çatık kaşların yaylara dönüşmesini, köpüren ağızlardan fışkıran damlaların ayna yüzeyinde kurumaya fırsat bulamadan alelacele silinmesini düşündüm. Güzel görünme dürtüsüyle. Aynayı kandırmak için. İyi de bu çok ucuz bir oyun değil mi. Deniz karşısında ne olacak peki. Karşında kocaman bir deniz var, üstelik dalgalı. Nereye koyacağız aynayı? Ya da şu an bu yol. Ağaçlar sıralı, yaprakları sarı. Yapraklar her yerde, saçlarımın, adımlarımın, dalların arasında ve rüzgarın kulaklarında asılı. Hangisinin yüzeyinde yüzün saklı? Kahverengi perdeler ve sarı ince damarlar kaplı yüzeyleri yaprakların.

Bence herkesin karşısına birer yaprak koyacaksın. Ama yeşil yaprak. Sonra tik tak tik tak tik tak ve sararacak yaprak. Kuruyacak. Sonra bitecek. Bitecek.

Uzakta, mavi, serin bir ülkeden geliyor çığlık. Eğer dikkatli dinlerseniz onun genç bir prensese ait olduğunu anlarsınız. Aynalarla dolu bir odada kapalı prenses. Boş havuzlu eski bir sarayın üst katlarında, koridorun en sonunda. Her aynaya baktığında bir çığlık koparıyor. Kenar süslemelerinin hafif boyası dökülmüş yerde duran dev aynaların. Masanın üzerindekilerin kenarları paslanmış, bir tane de elinden biraz önce yatağın üzerine bıraktığı küçük ayna var. Duvarda ise kocaman bir tane, kenarına eski bir aile fotoğrafı sıkıştırılmış.

Yaprakların olduğu bir ülkede aynalara o kadar güvenmemek gerekiyor. Hiçbir ayna hikayenin sonunu değiştirecek güçte değil, ancak bir kedi ölürse belki değişir hikaye. Çünkü ayna gerçeği gösterir, ama gerçeğin ne olduğunu kimse bilemiyor ki, ancak bir kedi, o da belki.

Summertime sadness dinlenebilir Miley cyrus olabilir, Within Temptation da olabilir. Çakır için ağlamak yasak.

2
Duran Halı.

Ağ.

Sağ.

Bağ.

Bir çıkış noktası ihtiyacım olan. Nicedir dilimin ucunda kelimeler, ya da bana öyle geliyor. Ben öyle istediğimden. Dilimin ucunda, o kadar yakın aslında, masanın başına oturmama bakar. Değil. Dünya öyle değil. Benim anladığım dünya açığa çıkartan değil üzerini örten, tozlu bir halı gibi.  Bir çok sır saklıyor, sayısız ölüyü sakladığı gibi. Adları olan, olmayan, taşları olan, olmayan, yerleri bilinen bilinmeyen, gözyaşı damlayan üzerine, damlamayan. Sayısız ölüyü saklıyor yumuşak tüylerinin altında.

Sırlar. Dünyanın sırları. Bir filmde geçiyor; eski çağlarda insanlar paylaşmak istedikleri sırları olduğunda, dağ başında bir ağaç buluyor, ağacın gövdesine küçük bir oyuk açıyor ve sırlarını bu oyuğun içine anlatıyorlar, sonunda da oyuğun üzerini çamurla kaplıyorlarmış. Rüzgar esiyor, çamur kuruyor, sırların üzeri sonsuza dek kapanıyor. Sırlar karanlık bir boşlukta rahatsız bekleşiyor, uykusuz.
Bir sır ne zaman rahata kavuşur. Sahibinin ruhu serbest kaldığında.
İnsanlık üzerini örtüyor, delirmediği sürece susuyor. Toprak yumuşak bir halı, öylece duruyor. Yapraklar rüzgârda savruluyor yeşil yeşil, ama biliyoruz ki toprak kökleri kurutuyor, bilinmez bir karanlıkta.  Yavaş yavaş.

En acısı insanın kendi sırlarını bilmemesi. İçindeki oyukta rahatsız bekleşmesi dilsiz sırların. Hiç kimse tarafından bilinmeyen sırlar.

Ağır bir halının altında bekleşmekteyiz. Sanki.

Ne işe yarar halı?
Üzerini örtmeye.
Ama neyin?

Halının uçanı makbuldür.

http://www.youtube.com/watch?v=DHtcliIvnHI

3
Düşler Limanı / Sandal
« : 29 Ağustos 2013, 17:58:01 »
Sinsi sinsi çıkacağız bu merdivenlerden.
Bir daha da dönmeyeceğiz geri.
Çıktık bir defa yola.
Güneşimiz karanlık.
Karanlık çünkü sırlarımız var.
Sırlarımızın karanlığı var.
Öyle bir susuşumuz var ki dibi görünmez bir kuyu.
Kuyudan bir kaçışımız var sinsice aydınlığa doğru.
Ama aydınlık uzaktaki sönük bir ışık, asla bir güneş değil.
Güneşi çok zaman önce arkamızda bıraktık ve bir daha da hiç karşılaşmadık.
Bulanık bir nehir kenarında evimiz.
Çok kardeşimiz.
Sayımız çok.
Bulanık nehirde yıkanıyoruz her akşam ya da sabah;
ayırt edemiyoruz.
Yatmadan önce puslu ışıkta soğuk nehrin bulanık sularında çırpınıyoruz.
Ne dibi görünüyor nehrin ne de içindeki biz.
Kayboluyor bedenlerimiz.
Kayboluyor ama temizlenmiyor,
Su biraz daha kirleniyor ama bedenlerimiz temizlenmiyor.
Dönmüyoruz yine de geri.
Her akşam ya da sabah, ayırt edemiyoruz,
sayımız artıyor.
Büyüdükçe geliyorlar.
Çocuklarımız yok.
Ama çoğalabiliyoruz.
Hepimizin yüzünde aynı donukluk.
Sırlarımız var.
Yalanlarımız var.
Hesaplarımız var.
Ayrı yatıyoruz genelde.
Aynı odada aynı yatakta ama ayrı yatıyoruz.
Soludukça daha da soğuyor evimiz.
Öyle bir soğuyor ki hava, ısıtmıyor hiçbir soba.
Ne kar var oysa ne rüzgar dışarıda.
Yalnızca nefesimiz yetiyor.
Titriyoruz ama dönmüyor yüzümüz birbirimize,
Sırt üstü yatıyor tavanda bir noktaya dikiyoruz gözümüzü öylece kalıyoruz.
Biliyoruz biz yalnızız,
Biliyoruz bunu biz seçtik.
Yalanları olanlar ve sırları olanlar
biliyoruz yalnızca tavanda bir nokta bulmayı umarlar,
Isınmak için.
Konuşmayız hiç,
Korkarız konuşmaktan.

Bir sandal var.
Bulanık nehirde puslu havaya rağmen biraz dikkatli bakıldığında görülebilen bir sandal.
Küçük, çok fazla kişiyi alabilecek gibi değil.
Buradan çıkmanın tek yolu.
Biniyorsun ve iki dağ arasında kaybolan nehirle birlikte kayboluyorsun.
Ne oluyor ileride bilemiyoruz.
Belki bir uçurum,
Beki bir bataklık, bilemiyoruz.
Güneşte olabilir yağmur da.
Bilen yok.
İşte bazen o sandala binip gitsem diyorum.
Aydınlığa kavuşmak için.

Bana benzeyen biri vardı orada,
Belki onu bulabilirim,
Kendimi hatırlatırım.
Anlatırım,
Çok önceden tam bu eşikte bir yalan söyledik
Sonra bir nehir belirdi ve üzerinde bir sandal,
Ben sandala binip kaybolup gidenim
Ve dönemeyenim.
Şimdi aynı sandal ile sana döndüm desem.
Artık bir bütünüz desem,
Güneşe gözüm alışana dek elimden tutmasını istesem.
Diğer yanımdan.

4
Kimse bir salyangozu ezme niyetiyle çıkmaz evden ama salyangozlar yine de ezilir.
Yağmur sonrası sarmaşık kenarlarına dikkat..

5
Çok teşekkür ederim.

6
İstiklalin eski müzikleri yeniden gelsin...

7
Düşler Limanı / Ynt: Son Salı
« : 01 Ağustos 2013, 12:57:51 »
Çok güzel gerçekten.

8
https://vimeo.com/67333546

Biraz önce büyülü bir denizin kenarındaydım. Hiç bir yerime bulaştırmadan döndüm evime.
Yalnızca küçük bir resim kaldı beynimde. Çaydanlıkta kaynayan suyun buharında kaybolmasını umduğum bir resim.
Sinirliyim beni içine almadığı için, sinirliyim, beni bir poşet portakalla evime gönderdiği için.

Tüm yaptıklarının kaybolması. Silinmesi ve kimsenin bir çığlık koparmaması ardından.Kalpte sessiz bir krampla bırakıp yitip gitmesi. Ne acı.

Sen şarkını söyle Morrison çünkü bu dünyada insanlar ölüyor.
Çünkü yaşlı prensesler var.
Henüz yaşayamadılar gelecek günlerini.
Hep aynı günü yaşamaktan yoruldular.
Elleri nasırlı, belleri bükük yaşlı prensesler,
hep aynı günü taktılar boyunlarına.
Doldurup kavanozlara geleceklerini
camekanlı dolaba koydular
ve özenle çektiler perdesini.
Hiç vazgeçmediler, umutla sıkıştırdılar kapaklarını,
hava almasın diye,
bozulmasın,
öylece kalsın diye.
Öylece kaldı.
Hala bir prensesler.
Çok zaman önceydi, yaşlandılar.
Şimdi saçlarında beyazdan taçlar,
ellerinde reçel kavanozlarının arkasına
yıllar önce gizledikleri kavanozlarıyla
aramızdan ayrılıyorlar,
sessizce,
denize doğru.
Çatlamış ayakları hiç bir iz bırakmıyor kumda.
Yavaş yavaş yitip gidiyorlar.
Ama sen şarkını söyle Morrison.
Müzik sihirlidir, şefkattir.
Avuntudur,
kanattır.
Kanatır.
Bize de söyle,
benim topraklarıma da söyle.
Olduğun yerden söyle,
topraktan söyle.
Bize hissettir.
Arınıp müziğini duyalım.
Yaşlı prensesler düşleri çok taze, günleri yorgun.
Bu dünyada ölünüyor.
Bu da benim ağırıma gidiyor.

Ay ışığı vuruyor yüzüme. Soğuk. Kimse görmüyor üşüdüğümüzü. Gerekte yok. Sarılmaya ihtiyaç yok.
Sen şarkını söyle Morrison. Büyükler konuşurken sus ama. Büyükler konuşurken sen şarkının üstüne toprak serp, sönsün. Büyükler konuşurken, yalnızca büyükleri dinle.
Büyüklerin söyledikleri sessizce, sen uyurken, kulaklarından girecekler ve yarın olup uyandığında ağzından ilk olarak onlar dökülecekler. Şarkının sözlerini öldürecekler. Onlar hüküm sürecekler, sen gölgesinde çürüyeceksin.

Unutulduğum bu yerden çatlamış dudaklarım ve donmuş ellerimle anlatmak istiyorum. Zamanımız doluyor, çağımız kapanıyor, devrimiz kapanıyor ne dersen işte. Yok oluyoruz yani kendi odalarımızda, kumda hiç bir iz bırakmadan.

O bahçelerde küçük bir kız dolaşıyor, annesinin ördüğü kahverengi hırkası yapraklara sürünüyor. Kendi yaşamının tohumlarını bırakıyor her bir yaprağın altına. Unutmamak için kendisini. Çok zaman sonra, uzak yerlerden çağırmak için her birini.

Hadi sen orman çiz ben içinde kaybolayım. Tek başıma benim omuzlarıma yükleme hayatı, bu küçük omuzlar nasıl kaldırsın. Bütün söyledikleri büyüklerimin, aklımda! Onlar dururken beynimde, bu kadar zamanı omuzlarıma yükleme. İstemez!

Bir karışlık zihin bu kadar zamanı ne yapsın. Bir deniz çiz, küçükte bir sandal, ve daha güzel görünmesi için gün batımının, bir kaç şişe de şarap çiz. Sessizce uzaklaştır beni, yaşlı prenseslerin ardından.
Uzaklaşıp kaybolmaya başladığımda sil beni başka bir resim çiz.

Bazı bilgiler yok bende, hiç olmayacağını da görüyorum. Hep aynı şeyi biliyorum. Aynı şeyi söylüyorum. Hep aynı gerçek ortada duruyor her seferinde gelip gidip ona çarpıyor. Yok sayamıyorum.

Kavanozların içinde karanlık bir köşede söylenen şarkılar var, hiç kimsenin duymadığı..

9
Can çekişen diyaloglar!

Bu saatte kapalı olan mekânlar var. Her mekânın açılış ve kapanış saati var. Bu saatlere uymak zorundasın. Cümlenin de bir başı ve sonu var. Kelimeleri istediğin yere koyamazsın. Bir adabı var. Filmlerin bir başı ve sonu var. Sahneler dizili inci gibi. Saatlerin bir adabı var, 5’te uyunur, 9’da uyanık olmak makbüldür. Mümkünse. İnsan sevmiyorum örneğin. Ya da bu insanları sevmiyorum mümkünse. Sabah sabah votka istiyorum mümkünse. Deniz istiyorum. Kuma gerek yok. Rüzgar istiyorum, mümkünse yağmur. Yahu biliyoruz ki öleceğiz, öğle sıcağında cesedimiz konacak güneş sızan tahtaların içine, neden vermiyorsunuz bana bunları. Deniz diyorum çok mu uzak?

10
Düşler Limanı / Ynt: Vakit Tamam
« : 26 Temmuz 2013, 09:22:43 »
'Benim duygu ve düşüncelerim farklıdır. Hayatı insanlardan farklı görürüm. Herkesin düşündüğünü değil, herkesin düşünemediğini düşünmek hoşuma gider. O an ne düşünürsem onu yaparım ama her konuyu herkesten çabuk ve verimli düşünebilirim. Toplumun ya da benim doğrularımdan çok, hakiki doğruların peşinden giderim. Dobrayımdır. İnsanların arkasından değil önünden konuşacak kadar yürekliyim. Siz de öyle olunuz demiyorum. Herkes benim gibi olsa, Dünya kan ve vahşet çukuruna dönüşürdü.'

Burada bir sıkıntı var sanırım, insanın devamını okuyası gelmiyor, yoldan geçen biri olarak söylüyorum bunu. Yoldan geçen birinin duygu ve düşüncelerinin çok da bir ederi yok, onu da bilerek söylüyorum bunu. Çünkü bu tarz tespitleri insanın kendi kendine yapmasının çok anlamı olmuyor, 'başkaları' yaparsa ne ala.

Rom meselesi de (ne olduğunu bilmiyorum ama bunu bir ödül sistemi gibi algılıyorum, değilse dikkate almayın bu kısmı) neden bana rom verilmiyor madem öyle o zaman böyle tavrı da pek doğru olmayabilir. Ama adına ne denirse denilsin, bir ödül sistemi koyup sonra da bunu bu kadar önemsemeyin demek de doğru değil. İster rom olsun, ister sinek olsun, adının önemi yok, ama insanların o şeyin adaletli dağılmadığına dair bir kanısı varsa bir sıkıntı var demektedir. Bu geri bildirimleri doğru okumak gerek. Haklıdır ya da değil bu konu ile ilgili yorum yapmam imkansız.

Ben yıllardır çalışma hayatının içindeyim (gerçek ve sıkıcı dünyadan bahsediyorum), ve burada da koca koca insanlar yok niye bana teşekkür etmedin, niye onun maaşı daha fazla, niye bana yan baktın diye birbirimize giriyoruz. Adalet önemli. Hakkaniyet önemli. Bir kaç gündür inceliyorum siteyi, henüz çok fikrim yok, ama hakkaten bu büyüsüz dünyada mavi mantarlar kadar başımı döndürmeye yetti. Emeği geçen, giden kalan herkesin emeğine sağlık. Yeri gelmişken söyleyeyim dedim. Dbg. (dışardan bir göz)

11
Ah Bayan Köstebek yine sinirlendiğinizi görüyorum ki bunu görmem bile bir mucize. Bugün her şey gözüme mavi. Bayan mavi, süzüldü yine mavi gelinliği ile boyadı her şeyi maviye, parfüm kokusu geliyor mu size de? Birazdan dağılır evet, mavide parfümde.

Ah Bayan Köstebek elinizde yine altın iğne, başka türlüsü olamaz değil mi, tabi ki altın. Dünyanın en güzel nakışları işleniyor elinizde. Ah Bayan Köstebek, biliyorum sevmiyorsunuz mızmızlanmamı ama, tüm gülüşlerimi aldınız, tüm reflekslerim elinizde, cümlelerim evet tüm ilk cümlelerimi nereye işlediniz. Çok uğraştım sizden kaçmak için Bayan Köstebek, tüm kapılar kapalıydı biliyor musunuz? Tahta, metal, boyası dökülmüş, demiri paslanmış, güllerle süslenmiş ne kadar kapı varsa kapandı yüzüme, sevimsiz. Tüm karanlıkları takip ettim, yorgunluktan titrerken dizlerim, düşmeden yere kendimi ikna ettim, bu defa olacak dedim, dayan biraz, bu defa kurtulacağız ondan ve koşmaya başladım yeniden. Gülüyorsunuz değil mi. Gözlerinizi ayırmadan, gülüyorsunuz, hafif başınız sallayarak. Son koşmam oldu evet. İlk cümlelerimi verin en azından Bayan Köstebek. Çok yavaş yürüyorum artık, yolda yürüyüşümü görseniz, bir adımdan sonra günler geçiyor diğer bir adım için. Çok dikkatli olmam gerekiyor, aynen söylediğiniz gibi, çok düşünüyorum, uzun uzun hiç yorulmadan, sonra atıyorum adımımı. Her yere geç kalıyorum Bayan Köstebek, zamanında gidemiyorum hiçbir yere. Ama siz geç kalmaya da karşısınız, beni kapıda ilk siz karşılıyor, gözlüklerinizin üzerinden bakarak, aşağılıyorsunuz beni. Ah o bakış, o fena bakış.

Altın teraziniz dışında hiçbir şey göremez oldum artık Bayan Köstebek. Dün fark ettim tüm şarap şişelerini kırıyor, bira şişelerinden lamba yapıyordunuz. Sizden kurtulmak için bulduğum tek yolu da elimden almak üzeresiniz.

İlk olarak hayatıma ne zaman girdiniz, onu düşünmeye çalışıyorum Bayan Köstebek, ama sonu hep aynı yere çıkan yollar kazmışsınız, her yolu bir birine bağlamış ve hepsini beyaz bir boşluğa çıkarmışsınız. Yüzlerce, binlerce belki daha fazla yol. Yolun sonunda başka bir yol, sonra başkası, sonra bir başkası ve sonra beyaz bir boşluk, birkaç adım attığında beyazlığın içinde başka bir yol, ne renk, ne kara, başka bir yol var sadece. Sonra yine yol, sonra bir başkası. Gülüyorsunuz değil mi. En baştan düşünmüşsünüz her şeyi, kurtulmama izin vermeyeceksiniz öyle değil mi. Elinizde altın işlemeli bir cetvel, göz bebeğimin hareketine kadar her şeyi tartıp, gümüş kaplı defterinize yazacaksınız değil mi? Ve nedense hiç olmayacak. Bu zamana kadar her şeyin yanlış, eksik, fazla, çirkin olmasında sizce de bir gariplik yok mu. O deftere hiç güzel bir kelime yazmamış olmanız sizce de acayip değil mi. O halde neden terk etmiyorsunuz beni Bayan Köstebek, neden bırakıp gitmiyorsunuz. Neden her gün yeni bir yol kazmaya, her şeyi daha bulunmaz, içinden çıkılmaz hale getiriyorsunuz. Sinirlendiniz mi yoksa Bayan Köstebek, ne yüzünüzün beyazlığına hafif bir pembelik geliyor ne sesinizin tonunda hafif bir titreşim. Hiçbir belirti yok, başınız dik, gözlerimin içine bakıyorsunuz, hiçbir zaaf yok. Evet, bunları öyle mi çağırıyordunuz, hayır tabi ki, siz çağırmazsınız öyle değil mi, z tartılmaya başladı ve şimdi a, diğer a, son olarak f, olmadı değil mi yine.

Başım ağrıyor Bayan Köstebek, çatlıyor hatta, alerjiniz var sizinde biliyorum, parfüm kokusuna, ama hastalığınız size bir elmas tanesi gibi yakışıyor bende göz kızarıklığı yapıyor, size bu da acayip gelmiyor öyle değil mi?

Dinlerken; Storm warrior – heading northe
(* yazıyoruz öyle mırmırmır ama inşallah rahatsızlık vermiyoruz dur*)

12
Peki koştur koştur geldik diyelim şimdi Mecidiyeköye ..ee sonrası? Ne güzel atlattık trafiği, kimsenin akıl edemediği ıslak çamaşır sarkan, kırmızı plastik toplar yuvarlanan, balkonlarından yemek kokuları fışkıran , kaşık tıkırtıları olan sokaklardan tıngır mıngır geldik sonunda Mecidiyeköye, evet sonrası? Sonrası yok işte. Aferin trafiği atlattın, kimsenin gelemeyeceği zaman diliminde ulaştın amacına. Aferin! Şimdi gidip uyuyabilirsin. Padavan! Sonra tekrar buluşuruz.
Ben şu an mavi koltuğumda mavi renkli portakal likörümü içeceğim ve bu esnada rahatsız edilmekten hiç hoşlanmam.


13
Şu an kadife ve çok mavi koltuğuma gömüldüğüm için çok birşey söyleyemeyeceğim. Şimdilik ben Bayan Köstebek, yorgunum, uyumak üzereyim. Kovulmazsam buralardan zzzzzzzzzzzzzzzzz

14
Düşler Limanı / Yağmur'un Kızı.
« : 23 Temmuz 2013, 11:48:36 »
Cep telefonuma gelen bilgi mesajı;

-ABD nin predator denilen insansız hava uçağı İranlı bir insan tarafından düşürüldü-

Hazırlandım aslında tam çıkacaktım sonra boş ver dedim. Nasıl bir boş ver ise o! Yığıldım kadım kanepeye. Biraz oturdum, sonra hafif uzandım, direndim biraz ama zorlamadım fazla, boylu boyuna uzandım, hırkam vardı yakınlarda, onu da üzerime attım.

Rüyamda, çıkmış sana doğru geliyordum. Yağmur yağıyordu, ayaklarım ıslanmasın diye yüksek yerlere zıplayarak ilerlemeye çalışıyordum. Şemsiyem yoktu. Saçlarım, üzerimde ne var ne yok ıslanmıştı aslında ama neyse derdim ayaklarımı kuru tutmaya çalışıyordum. Hafifte bir esinti vardı ama üşümüyordum. Yol Paşa sahiline doğru gidiyordu. Evin o yönde değil aslında. Yol kenarlarında, kaldırım diplerinde mantarlar fark ediyorum, beyaz, hafif sarı irili ufaklı mantarlar. Mantarlara biraz yakından baktığımda mavi ışıklar sızdığını fark ettim.

Boğuluyor gibi oluyorum, mavi mantarlar düşlüyorum hep böyle zamanlarda. Tesadüf değil elbette. Buradaki mantarlar mavi değil ama ışığı mavi. Işık bir sızıntı şeklinde, daha doğrusu ışıltılı bir duman küçücük mantarlar üzerinden yükseliyordu. Yükselmeye çalışıyor da diyebiliriz, yağmurun izin verdiği ölçüde. Yağmur demişken; son zamanlarda hiç böylesini görmemiştim. Sanki yağmur ormanlarının orasındayım ya da Karadeniz’in sisli dağlarında, değil işte şehrin ortasındayım. Şehir İstanbul, yol paşa sahiline giden yol aslında. Bir süre sonra öyle arttı ki yağmur suları, taş bırakmıyor, çakıl bırakmıyor ne varsa katıp önüne denize doğru hızla çoğalarak akmaya başladı. Bende peşinden daha doğrusu içinden yürümeye başladım sahile doğru. Biraz ilerledikten sonra arkamı dönüp baktığımda yürüyen birkaç ıslak ayakkabı, salınan birkaç ekmek poşeti arasından küçük mavi sızıntıların yükseldiğini gördüm. Nefes aldıklarını düşündüm, mavi mavi nefes alıp veren yağmur sularına direnen ya da bilemiyorum, belki de sevinen, onları anlamak zor, küçük mantarlar. Orada bırakıp soluyuşlarını, hızla yürümeye başladım yedinden Paşa sahiline doğru.

Sağımdan solumdan, aşağı yukarı, gelip geçiyordu insanlar ama pek şemsiye yoktu ortalıkta nedense. Islanıyorduk. Aslında başlarda iyi gelen ıslaklık yavaş yavaş üşütmeye başlamıştı. Üşüdükçe adımlarım hızlandı. Yol boyunca gözüme takılan ve bugün biraz tuhaf görünen binalarla ilgilenmeyi bırakıp hızla yürümeye başladım. Biraz genişçe bir meydana ulaştığımda zınk diye durdum. Nereye gittiğimi unuttum. Nerdeydim. Nerde olduğumu biliyorum, dümdüz devam edersem denize ulaşırdım, tersi yöne gidersem eve. Ne kadar zamandır yürüdüğümü kestiremiyorum ama evle deniz ortasında bir yerlerde olmalıydım. Bu yol bildiğim bir yoldu aslında ama bugün binalar, bu meydan, tuhaf. Yani aslında burada bir meydan olduğunu hatırlamıyorum ama bir yandan da her şey tanıdık. En önemlisi üşüyordum ve yağmur hala devam ediyordu. Sağ tarafta bir pastane fark ediyorum, burayı da hatırlamıyorum ama burası da bir yerlerden tanıdık. Çok düşünmeden kapıya doğru yürüyorum.

Kapıyı aralarken mantarlardan sızan mavi duman gözlerimin önüne geliyor. Duman değil gibi buhar sanki, ışıltılı buhar. Derin bir iç çekiyor mantarlardan bir tanesi. Ahşap bir kapısı var pastanenin ve açar açmaz kapıyı, sıcak havası yüzüme çarpıyor. Birkaç adım ilerlediğimde sağ tarafta içi pastalar ve kurabiyelerle dolu cam bir tezgâh görüyorum. Genç bir kız duruyor tezgâhın arkasında, birde erkek var, o da genç. Büyük bir yer değil burası, altı ve ya yedi masa var en fazla. Masalardan üç tanesi dolu, diğerleri boş. İşin güzel tarafı hatta en güzel tarafı solda duvar kenarında bir soba var, odun sobası. Sobaya en yakın boş masaya yerleşiyorum.

Sıcak bir kahve ve yanında kek istiyorum. Çok bekletmiyor kız beni, üzerinde buharı ile geliyor yanındaki keki ile kahvem. Yavaşça bırakıyor, üzerinde küçük oyuklar ve çizgi çizgi bıçak izleri bulunan koyu renkli ahşap masanın üzerine. Saçları yumuşak sarı, iki yanda örgüsü var. Hiç gitmedim Hollandaya, ama onlar gibi sanki, nedenini bilmiyorum. Yüzü beyaz, küçük çiçekli bir önlüğü var, gülümsüyor, başka bir isteğiniz var mı? diyor. Yok diyorum, teşekkürler..

Bana en yakın olan masada yaşlı bir adam ve karşısında beyaz saçlı hoş bir bayan oturuyor. Kadının saçları beline kadar uzun, örgülü. Üzerinde koyu yeşil bir elbise, bordo bir kaşkol var. Montunu sandalyeye asmış. Adamın üzerinde koyu renkli bir ceket ve başında siyah bir şapka. Elinde küçük bir kutu tutuyor adam, ikisi de dikkatli ona bakarak konuşuyorlar, ama duyamıyorum ne konuştuklarını. Çapraz masamızda orta yaşlı bir kadın oturuyor, tek başına. Bacaklarını masanın altına doğru iyice uzatmış, ayaklarını birbirinin üzerine koymuş, dirseklerini masaya dayamış, başını eğmiş, ince, sarı yapraklı bir kitap okuyor. Kareli uzun pardösüsü üzerinde, çıkarmamış.
Sobaya uzak ama tezgâha yakın olan masada genç bir kız oturuyor, daha doğrusu genç olduğunu düşüyorum, arkası dönük, yüzünü göremiyorum. Saçları mavi. Ne içtiğini göremiyorum ama elindeki metal kaşığı uzun aralıklarla masaya vuruyor.

Yarım saatten fazla oturuyorum pastanede. Ayaklarım ısınıyor, üzerim birazda olsa kuruyor. Yağmur duruyor. Çok güzel pasta ve kahve kokuları ve yanan sobanın sıcak çıtırtılarının sesi arasında bırakıp pastane sakinlerini çıkmaya karar veriyorum. Kahvenin ve kekin parasını tezgâhta ödüyorum, gülümsüyor yine, tekrar bekleriz diyor. Çıkarken mavi saçlı kızın yüzüne bakıyorum, çok güzel bir yüzü var.
Sahile doğru yürürken yüzü bir süre daha kaldı gözlerimin önünde, pırıl pırıl güneşin atında yavaşça silikleşti ve sonunda kayboldu.

Masmaviydi deniz ve maviyi bölen hiç leke yoktu üzerinde, ufka kadar koyu mavi devam ediyor, sonra gökyüzünün açık mavisiyle birleşiyordu. Oturdum kayalıklara uyuya kalmış kediyi ürkütmeden, beklemeye başladım, nedensiz.

Tam olarak ne kadar bekledim bilemiyorum ama sol tarafımda kayalıkların üzerinde bir kıpırtı fark ettim. Masmavi saçlar! Ne yapacağımı bilemedim birkaç saniye ama hızla kalktım sonra, şaşkın ve kızgın yüzüme baktı kedi ve yandaki kayanın üzerine zıpladı, bende maviliğe doğru ilerledim.

Ben güneşin kızı değilim yağmurun kızıyım dedi, solgun mavimsi yüzü çok hafif pembeleşerek.
Tam şuradan geldim! Dedi, kuzey yönündeki gri bulutları göstererek.

-Ben güneşin kızı değilim, yağmur benim annem. Ama karıştıran ilk siz değilsiniz.


Bir süre hiç şey söylemeden bekledim ayakta, dayanamayıp oturdum sonra yanına. Açık mavi gözleri elbisesinin rengi ile aynı, çok açık pembe yanakları, bordo renkli bir taç takmış, açıklı koyulu mavi karışık saçları arasına. Sessizce bana bakıyor.
-Uçman gerekmez mi yağmurun kızı? Diye soruyorum alaylı, kayalıklar arasına hiç çekinmeden sere serpe oturuşuna şaşırarak.
-Neden? Diyor. Neden uçmam gereksin? Nereye uçacağım… Aslında uçabilseydim eğer, şu beyaz yaratığın peşine takılmaktan daha öteye gidemezdim..Diyor, griliğin ortasında tek başına süzülen martıyı göstererek.

Sigarasından derin bir nefes çekerek devam ediyor;
-Bu yaratık kadar uzun kanat çırpamazdım muhtemelen, birkaç bulut geçtikten sonra soluk soluğa gelir yanına konardım ve her şey aynı olurdu.
-‘Her şey aynı olurdu’ diye tekrarladım, hiç böyle düşünmemiştim.
-Nasıl düşünmüştün?
Martı kaybolmuştu görünürden. Dizlerini karnına doğru çekti, ince kollarıyla bacaklarını sardı ve başını dizlerinin üzerine koydu, kafasıyla birlikte mavi saçları da bıraktı kendini, ama rüzgâr rahat bırakmadı onları. Gözlerini kapadı, düzenli nefes alış verişiyle omuzları inip kalkıyordu. O esnada sırtında, dalgalanan saçları arasında iki çıkıntıya takıldı gözlerim, iki narin çıkıntı. Tıpkı saçları gibi, açıklı, koyulu mavili bir çift kanat.
-Ama senin kanatların var! Umursamadan omuz silkti, başını dizlerinin üzerinden kaldırmayarak.
-O halde yakında yağmur yağacak? Diye takıldım..Kafasını hafif kaldırarak kısa süre gökyüzüne baktı;
-‘Sanmam’ dedi.
-Neden? Sen yağmurun kızı değil misin?
-Evet, yağmur benim annem olur bende kızı olurum. Ama ortada bulut yok. Nasıl yağabilir yağmur?
Yavaş yavaş kabaran mavi dalgalar arasına daldı bakışları, benimde dalgalanan mavi saçlarına. Evet ortada bulut yok, nasıl yağsın yağmur..diye tekrarladım içimden.
-İster misin? Diye sordu sigara paketini bana uzatarak. Bembeyaz çıplak koluna ve avucu arasında buruşmuş sigara paketine bakarken ağlamamak için zor tuttum kendimi. Yok diyebildim Kullanmıyorum..
Omuz silkti derin bir nefes çekti sigarasından o sırada UYANDIM!

(Loreena Mckennit – Kecharitomene)
(Apocalyptica – Faraway)

Sayfa: [1]