Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Cobain

Sayfa: [1] 2
1
Kurgu İskelesi / Ynt: Kumarbaz - Son Bölüm
« : 23 Haziran 2016, 10:47:58 »


Yuvarlak bir masanın üzerinde açtım gözlerimi. Yüzüme doğru vuran keskin bir ışık demeti görüşüme engel olmuştu. Bu yüzden öncesinde etrafıma bakma fırsatı bulamadım. İki elimi yüzüme kapatıp ışıktan korunmaya ve kendime gelmeye çalıştım. Nerede olduğumu tam olarak idrak edemiyordum ama yanımda başkalarının da olduğunu, yalnız olmadığımı kulağıma gelen fısıltılar sayesinde anlayabiliyordum. Birkaç kişi benim hakkımda konuşuyordu.  Daha farklı birkaç kişi ise nasıl oynandığını bilmediğim bir oyun hakkında kimin kazanacağı üzerine tahmin yürütüyordu.

  Bir süre sonra çok daha iyi durumdaydım. Gözlerimi açtım ve etrafıma bakındım. Kumar masasını andıran yuvarlak bir masada tuhaf giyimli, tuhaf bakışlı adamlar oturuyordu.  Tam beş kişiydiler. Her biri masal kitabından fırlamış kahramanları andırıyordu: Kısa boylu, gür kızıl sakalları dizlerine kadar inen bir cüce vardı! Onun yanında güçlü, çevik ve pala bıyıklı bir yeniçeri, onun yanında şeytan bakışlı, korku masallarından fırlama bir kurtadam; benim yanımda ise başına yeşil kapüşon geçirmiş bir okçu, onun yanında da sivri kulaklı, yeşil gözlü, asıl bir elf. Bir günde ne kadar da çok tuhaflıklar görmüştüm böyle!

  Herhangi bir ahırda uyumanın o kadar masum bir şey olmadığını düşünmeye başlamıştım artık.  Küçük bir çocukken annemin bana anlattığı masal kahramanlarıyla yan yanaydım şimdi; üstelik bir kumar masasında! İnanılır gibi değildi.

  Artık her şeyin farkına varmıştım. Sarışın kadının ve takım elbiseli adamın bahsettiği oyun buydu, kumardı. Ben ve diğer beş kahraman, bir kumar oyunu oynayacaktık. Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Oturduğum yerde kaskastı kesilmişti adeta, ne diyeceğimi bilemiyordum. Önce bu kahramanların balmumundan yapıldığını sandım çünkü hiç hareket etmiyorlardı.  Hemen yanımda duran okçuya el-kol hareketi yaptım ama tepki vermedi. Eğer canlı olsaydı yayına bir ok takar  ve beni duvara asardı. Yeniçerinin pala bıyıklarını bir güzel çektim ama herhangi bir hareketini göremedim. Demek ki korkulacak bir şey yoktu. Bunlar korkuluktan farksızdı ne de olsa!

- Bay Şakacı da geç kaldı.

  Ne?! Bir ses mi duymuştum? Emin olmak için  masal kahramanlarının gözlerine ve dudaklarına baktım. Hareket yoktu.

- Her zamanki Bay Şakacı işte.

  İçinde bulunduğum durum sandığım kadar iyi değildi. Sonunda kafayı sıyırmıştım. Karım Sophia, eğer şehre inmem için beni zorlamasaydı bunların hiçbiri başıma gelmeyecekti. Lanet kadın! Çirkin olduğu kadar uğursuz da…

- Biri az önce bıyıklarımı çekti, kimdi o kâfir?

  Başımı öne eğdim. Hiçbir şeyden haberim yokmuş numarası yaptım. Ya iyice delirmiştim ya da bu kahramanlar gerçekten konuşuyor ve hissediyordu. Eğer gerçekten bir oyun varsa da onlarla oynamak zorundaydım.

- Ve işte geldi.

- Sonunda!

  Cüce, yeniçeri, okçu, elf ve kurtadam birden bire canlanıverdiler. Elleri ve yüzleri hareket ediyordu hepsinin. Bay Şakacı dedikleri lanet olası adamı alkışlamaya başladılar. Cüce birden bire baltasını ortaya çıkardı ve keskin ucunu bana doğrultarak;

-Alkışlamaya başla, diye emir verdi.
 
  Bir cüce tarafından öldürülmek oldukça gülünç duruma düşürürdü beni. Ondan katbekat  büyüktüm, güçlüydüm. Üstelik burada ölürsem bir mezarım bile olmayacaktı. En mantıklı olan şeyi yapmaya karar verdim ve gülücükler saçarak henüz ortalıklarda görünmeyen Bay Şakacı’yı alkışlamaya giriştim.

- Bravo…Bravo sana!
 
- Bravo Bay Şakacı, bravo!

O sırada yuvarlak masanın tam karşısından bir duman yükseldi ve her yere dağılarak bizi de içine aldı. Bir süre göz gözü görmez olmuştu.
 
- İşte oyun zamanı, diyerek ulumaya başladı kurtadam.
   
  Kalbim inanılmaz bir hızla kanat çırpıyordu sanki. Göğsümü delip uçacakmış gibi hissediyordum. Heyecan tavan yapmıştı. Ben kırk yaşında bir adamdım ve kalbim bunlara dayanabilir mi bilemiyordum.

  Bir anda, sanki sihirli bir güçle, dumanın içinden siyahlara bürünmüş bir adam çıkıverdi. Siyah pelerin ve siyah kapüşon giymişti. Gözleri görünmüyordu ama onun da yeniçeri gibi pala bıyıklı biri olduğunu fark etmiştim.

  Bay Şakacı dedikleri adam bizi selamladı ve gür bir sesle teşekkür etti. Yüksekçe bir platformdan sesleniyordu bize. Pala bıyıklı adamın eli kapüşonuna doğru gitti. Adam kapüşonunu çıkardığı anda yerimden fırlayıp sevinçle bağırdım.

- Simon! Hey dostum, buradayım!

  Masadakilerin bakışları benim üzerimde toplandı. Neler olup bittiğini anlayamıyorlardı. Tanrım, inanamıyorum. Bay Şakacı dedikleri adam benim eski dostum Simon’du. Pala bıyıklarını gördüğüm anda anlamalıydım çünkü şehirde ondan başka pala bıyık modasına uyan kimse yoktu.

- Bana Simon mu dedin sen?

- Simon, kurtar beni buradan. Bak, ben istemeyerek geldim buraya. Yardım et bana.

- Beni başkasıyla karıştıyorsun oyuncu. Benim adım Bay Şakacı.

  Neden ona böyle dediklerini şimdi anlıyordum. Sürekli şaka yapan ve bundan hoşlanan biriydi Simon. Bir araya geldiğimiz zamanlarda hep fıkra anlatır, komik şakalar yapardı bana.

- Hadi ama Simon, dedim gülerek, bırak şakayı şimdi. Tamam, tamam… Bayağı korktum. Bu bana yaptığın en korkunç şakaydı, oldu mu?

- Otur yerine, diye bağırdı Simon. Oyun başlayacak. Şu saçmalığı da kes artık! Simon her kimse selam söylerim ona, merak etme.

- Sabrım tükeniyor, dedi elf. Biz asıl elfler fazla bekletilmemeli.

- Hayır, diye karşı çıktı cüce. Asıl biz kuvvetli, gaddar cüceler fazla bekletilmemeli.

- Höst! Asıl şanlı Fatih’in askeri yeniçeri bekletilmez.

- Kesin artık! İzin verin de oyun kurallarını anlatayım, oyun başlasın.

- Ama, demiştim ki…

- Yetti artık, sen hiç Osmanlı tokadı yememişsin belli ki! deyiverdi yeniçeri.

  Yaramazlık yaptığında azarlanan çocuklar gibi eğdim başımı. Tuhaf bir oyunun içindeydim ve yapacak bir şey yoktu. Şu kazançlı dedikleri oyunu oynayacaktım. Kim bilir? Belki zengin olurum ve bir içki fabrikası kurarım. O zaman karım Sophia’yı boşar, şu sarışın güzelle evlenirim.

  Bay Şakacı dedikleri adam, bir parşömen çıkardı ve okumaya başladı. Oynadığımız oyunun kurallarından bahsediyordu bu parşömen. Farklı bir kumar oyunuydu bu. Adı da tesadüf eseri Sophia’nın Laneti! Bu adı duyduğumda pek şaşırmamıştım. Eğer bu oyuna bir isim vermem istenseydi ben de aynı şeyi söylerdim.
 
  Oyun kurallarınca herkes bir kağıt çekecek ve o kağıdın arkası tavana bakacak şekilde masaya bırakacaktı.  Ardından bir ile beş arasında bir sayı söylemesi istenecekti. Eğer söylediği sayı ile çektiği kâğıtta aynı sayı yazıyorsa ilk turu kazanmış olacaktı. Ancak oyunu oynamak için ortaya bir şey sunmak gerekiyordu.

- Size ait olan herhangi bir şeyi masaya sunacaksınız. Eğer kazanırsanız ortaya sunulan her şey sizin olur. Kaybettiğiniz taktirde ortaya sunduğunuz şey artık size ait olmayacaktır beyler.  Herkes kuralları kabul ediyor mu?

  Yanımda oturan ve uzun bir süredir gıkını çıkarmayan okçu elini kaldırdı.

- Ben kabul etmiyoru…

- Anlaşıldı. Herkes kuralları kabul ediyorsa oyuna geçelim.

İlk kartı çekecek kişi bendim. Elim karta doğru uzanırken titriyordu. İçimden bildiğim bütün duaları okudum ve kartı çektim. Ardından göremeyeceğim şekilde masanın üzerine bıraktım. Bu oyunu kazanırsam içki parasını bulabilecektim. Gerçek bir kumarbaz gibi düşünmeli ve o şekilde hareket etmeliydim. Kumarbazlar sinsi olurdu. Rakiplerinin davranışlarını dikkatli bir şekilde gözetlerdi. Ben de öyle oynayacaktım.

Yeniçeri de bir kart çekti ve sıra kurtadama geldi. Kurtadam kartı çekerken zorlandı çünkü ellerindeki sivri tırnakları kartları çekmesini olanaksız hale getiriyordu. Binbir güçlükten sonra kartı çekebildi. Ardından sırayı elf, okçu ve cüce takip etti. O ana kadar gözlemlediğim şey kimsenin benim kadar heyecanlı olmadığıydı. Yoksa daha önce de mi bu oyunu oynamışlardı?

- Şimdi sırayla size ait olan bir şeyi sunun. Düşünmek için fazla vaktiniz yok, aklınıza gelen ilk şeyi söyleyin.

- Ben bir lembas sunuyorum masaya, dedi elf.

- Ben de bir sorguç sunuyorum, dedi yeniçeri.

Okçu oklarından birini, kurtadam tırnaklarından birini ve cücede kızıl sakallarının yarısı sundu masaya. Sundukları şeyleri duyunca büyük hayal kırıklığına uğradım. Kimse para sunmuyordu. Hepsi değersiz şeylerdi. Diyelim ki kazandım (!) Bir oku ne yapacaktım? Lembas? Hayatımda gördüğüm en berbat yiyecek. Ya sakallar? Zaten serseriydim, o sakallarla iyice isyancılara dönüşürdüm.

- Ya siz, Bay Nico?

Şimdi bir şey sunma sırası bendeydi. Fazla vaktim yoktu, hızlı olmalıydım. Aklıma masaya sunabileceğim hiçbir şey gelmiyordu. Sahip olduğum doğru düzgün bir şey yoktu ki.

- Biraz acele et gardaşım.

- Seni parçalara ayırmamak için zor tutuyorum kendimi.

Yeniçeri ve kurtadam beni öylesine büyük bir strese sürüklemişti ki, düşündüğüm şeyle ağzımdan çıkan şey bir olmadı.

- Karım Sophia'yı sunuyorum masaya.

Masadakilerin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ben de şaşkındım. Bir anda çıkıvermişti ağzımdan. Böyle bir şeyi hiç düşünmemiştim bile. Aklımdan evimizdeki köpeği geçiriyorken ağzımdan çıkan şeye bakın hele! Karımı kumar masasına sundum. Gerçi o da diğerlerinin sunduğu şeyler gibi değersiz. Üstelik başıma gelen bütün bu tuhaflıkların tek sebebi. Yine de o olmadan ev işlerine tek başıma nasıl yetişirdim.

- Ne desem bilemedim, diyerek şaşkınlığını dile getirdi okçu.

Ardından diğerleri...

- Ne güzel, ne güzel...

- Buradaki herkesin sahip olmak isteyeceği şey budur herhalde.

Büyük bir çoşkuyla beni alkışlamaya başladılar. Sevinmişti aptallar. Karımın nasıl biri olduğunu bilseydiler bu kadar çoşkuya kapılmazlardı hiç.

- Yatağımı ısıtacak bir kadına hayır demem, dedi cüce. Çok hoş, Bay Nico. Oyuna renk katıyorsunuz gerçekten!

İyice galeyana gelmiştik. Herkes büyük bir heyecanla tahmin ettiği rakamları söylemeye başladı. Okçu bir demişti ama kartında iki yazıyordu. Cüce ve yeniçeri üç dediler; cücenin kartında beş, yeniçerinin kartında ise yedi yazıyordu. Elf bir süre düşündü, sihir yapıp kartında yazan rakamı tutturacağını beklemiştim ama tam zıttı oldu. Demek ki irfan gücü bu oyunda işe yaramıyordu.

Sıra bendeydi. Şimdi heyecana kapılan, panikleyen bendim. Üstelik çaresiz durumdaydım. Karımın kaderi benim ağzımdan çıkacak sayıyla belirlenecekti. Ondan nasıl nefret ettiğimi hatırlattım kendime. Aklımdan ' Umarım bilemem ve seni kurtadam kazanır da parçalara ayırır; o zaman görürsün daha güzel hayatı.' diye geçirdim.

Ellerim ve ayaklarım ter içinde kalmıştı. Her yerim ateş gibi yanıyordu. Derin bir nefes aldım ve aklıma gelen ilk sayıyı, yanlış olmasını umut ederek söyledim.

- Sekiz.

Bay Şakacı benim çektiğim kağıdı açtı ve gülümseyerek;

- Yanlış. Karınız kurtadama gider, dedi.

Bir anda ayağa kalkıp sevinçle çığlık attım. Dünyanın en mutlu adamı bendim. Sophia gibi çirkin bir kadınla uyanmayacaktım güne. Onun berbat dışkı kokulu yemekleriyle midemi bozmayacaktım.

- Hiç vakit kaybetmeden diğer oyuna geçelim, dedi elf.

Biraz bozulmuştu anlaşılan. Hemen diğer ele geçmek ve gerçekten değerli bir şey kazanmak için hırslandığı belliydi. Bay Şakacı ikinci el için yeni kartları masaya dizdi. Önceki elde kartlar sarı renkteyken, yenileri mavi renkteydi; bu, oyuna bir farklılığın geldiğini gösteriyordu.

- Mavi kartlar çift haneli sayılardan oluşur, diye açıkladı Bay Şakacı. Tahmin etmesi en zor sayılardır bunlar. Bu yüzden değerli şeyler sunmayın.

Yeniçeri büyük bir cesaretle gümüş zincirlerini sundu masaya. Okçu kapüşonunu, cüce miğferini, kurtadam sivri dişlerinden birkaçını, elf de yüce ustalara yaptırdığını ve çok değerli olduğunu söylediği çelikten miğferini...

En sona yine ben kalmıştım ve herkes bana dönmüştü. Yine büyük bir şey sunmamı bekliyorlardı. Bu sefer çok rahattım çünkü aklıma gelen şey büyük bir şey değildi. Diğer el sunamadığım köpeğimi bu el sunacak ve onları hayal kırıklığına uğratacaktım.

- Evimi sunuyorum.

Ne!? Hayır, olamaz! Ama nasıl olabilir?

- Bay Nico'dan ardı ardına büyük sunuşlar geliyor. Önce karısı, şimdi de evi!

- Bir dakika, diye karşı çıktım. Ben bunu söylemek istememiştim. Lütfen, yalvarırım.

- Erkek adamın ağzından laf bir kere çıkar, dedi yeniçeri.

- Kırk yılın başı yeniçeriye katılıyorum, diye destekledi cüce.

Bu sefer fena kayaya toslamıştım. Böyle bir şey mümkün değildi. Biri bana sihir yapıyor olmalıydı. Aklımdan geçenle ağzımdan çıkan şeyler bir olmuyordu. Daha kötüsü en değerli şeylerimi sunuyordum. Çatısı dağılmak üzere olan ama yine de beni soğuktan koruyan bir evim vardı. Bu eli kazanmak zorundaydım. Başka şansım kalmamıştı hiç. Güvenebileceğim tek şey kartların çift haneli olmasıydı. Belki bu sayede tahmin etmeleri zorlaşırdı, ev de bana kalmış olurdu.

- Vazgeçme hakkım yok mu? Lütfen, lütfen, diye yalvardım son kez ama fayda etmedi.

'Demek öyle... Görürsünüz siz şimdi.' diyerek kendimi kamçıladım.

Oyunun başına kendime ettiğim bütün sözleri unutmuştum. Kumarbaz gibi oynamak mı, boşverin. Tam bir kaçık gibi oynayacaktım artık. Herkes sırayla tahmin ettiği sayıyı söylemeye başladı. İki elimi kulaklarıma götürüp kapadım. Ne dediklerini duymak istemiyordum.

Benim kulaklarımı kapattığımı gören cüce, çok daha gür bir sesle;

- Yirmi iki, dedi.

Ancak yanlıştı. Kartında otuz iki yazıyordu. Eğer evimi kazanırsa orayı avcı kulübesine dönüştüreceğini söyleyen okçu elli bir dedi. Kartında gerçekten elli bir yazıyordu ama daha kazanmamıştı; sırada bekleyenler vardı. Yine de güzelim evimin elimden gittiğini anlamıştım. Moralim iyice bozulmuştu. Diğerleri de kulaklarımı kapattığım için duyamadığım sayılar söylediler. Sıra bana geldiğinde okçu dışında kimsenin bilemediğini anladım. Ellerimi açtım ve içtenlikle dua ettim tanrıya. Hatta yalvardım. Eğer görünen bir varlık olsaydı ayaklarına da kapanırdım.

- Doksan iki, dedim korkarak.

Bay Şakacı kartımı açtı. Kalbim dayanmıyordu. 'Okuyamasın, dili tutulsun.' diye umut ettim ama böyle bir şey mümkün değildi. Tam şu an zamanın durmasını istiyordum.

- Doksan iki doğru, diye bağırdı Şakacı. Okçu ve Bay Nico tekrar yarışacak!

Mutluluktan göz yaşlarım sel oldu desem yeridir. Hayatımda ağlamadığım kadar çok ağladım; tabii ki mutluluktan. Herkesin çoşkulu alkışı eşliğinde bir kağıt daha çektim. Ardından okçu da bir kağıt çekti. İkimiz için de son şanstı bu. Hiç vakit kaybetmeden;

- On beş, dedim.

Doğru sayının bu olduğunu hissediyordum. Evimi kurtaracaktım. Okçu bir müddet düşündü, kafasını kaşıdı ve sonunda;

- Ben de on beş demek istiyorum, deyiverdi.

- İşte ben buna kumar derim! dedi çoşkuyla cüce.

Kurtadam uzun uzun uludu. Eğer on beş doğru çıkar da ben kazanırsam adımı efsanelere yazdıracaktım.

Bay Şakacı önce benim kağıdımı aldı eline. Artık kalbimin ritmi bozuk davullar gibi atmasına alışmıştım. Heyecandan yerimde duramıyordum. Farkında olmadan ayağa kalkmış, sağa sola zıplıyordum.

- Veee...Veee...

- Hadi artık oku şu lanet şeyi, diye bağırdım.

- Vee ne yazık ki ev okçuya gider. Kartınızda on altı yazıyor.

Olduğum yerde donakaldım.

- Sen hangi saçmalıktan bahsediyorsun böyle, diye çıkıştım. Kartlar hileli. Ya da ortada şike var. Böyle bir şey mümkün değil.

- Yerinize oturun ve sakin olun, Bay Nico.

İyice heyheylenmiştim. Sinirden ne yaptığımı bilmiyordum artık. İçki içemediğim zamanlardakinden bile çok daha fena sıyırmıştım kafayı. Ben, ben olmaktan çıkmıştım artık. Aniden kumar masanının üzerine çıktım.

- Son bir oyun, diye bağırdım. Ortaya kendimi sunuyorum. Eğer kazanırsanız bedenim ve ruhum size ait olur ama kaybederseniz hepinizin ruhunu ve bedenini alırım.

İlk kez ne söylediğimin farkındaydım. Bu sefer aklımdan geçen ile ağzımdan çıkan şey bir olmuştu.

- Yenilen pehlivan güreşe doymazmış derler, dedi yeniçeri.

- Kapa çeneni! Hadi? Sustunuz, kaldınız öyle. Korkaklar sizi!

- Bay Nico, dedi Şakacı. Daha önce böyle bir şey sunan olmadı. Kaybettiğiniz taktirde doğacak sonuçlardan biz ve loncamız sorumlu değildir.

-Anlaştık, dedim.

- Bir insan ruhuna sahip olmak benim hayatımını kurtarır. Ben varım, dedi kurtadam.

Ardından diğerleri de ellerini kaldırdı. Son ve adına yarışır şekilde en önemli oyun olacaktı bu. Artık kafayı sıyırmanın verdiği aptallıkla yeni gelen yeşil renkli kartlardan birini çektim. Bunlar da üç haneli sayılardan oluşan kartlardı. Kazanacağıma adım gibi emindim. Güvenim yerine gelmişti ama kaçırdığım aklım ortalıklarda görünmüyordu. Herkes sessiz ve tedirgindi.

Elf kısık bir sesle;

- Dört yüz, dedi.

Onu diğerleri takip etti. Ben sakindim çünkü kaybedecek bir şeyim yoktu. Onlar ise korkudan altlarına yapmak üzereydiler büyük ihtimal. Tahminler yapıldı ve şimdi büyük ana geldi sıra. Bay Şakacı oldukça heyecanlıydı ve zevkten etekleri zil çalıyordu. Kartları eline alıp platforma çıktı.

Okçu kaybetmişti. Onun ruhuna ve bedenine sahiptim neredeyse. Cüce ve elf de bilemediler. Şeytani bir kahkaha atıp önlerinde göbek attım. Kurtadam hayal kırıklığına uğradı. Sonsuza dek bir kurtadam olarak kalacaktı.

Ardından benim kartımda yazan sayı söylendi. Ben de bilememiştim ama yine de gülüyordum. Nasıl olsa yeniçeri de bilemeyecekti! Üç haneli bir sayıyı bilmek için mucize gerekiyordu ne de olsa.

- Yeniçerinin söylediği rakam dokuz yüz altıydı. Kartında yazan sayı ise d-o-k-u-z  y-ü-z  a-l-t-ı. Yanı bildi. Tanrım, yeniçeri bildi!

Başımdan aşağıya kaynar sular boşaldı. Her şey bir oyundu. Rüyaydı. Karımı ve evimi kaybetmemiştim. Kendimi tokatladığımda eve dönecektim. Buradaki herkes masal kahramanıydı sadece. Lütfen bir rüya olsun diye umut ediyorumdum ama nafile. Ruhumun bedenimi terk ettiğini hissediyorum. O saçma sapan masal kahramanları bana gülüp dalga geçiyorlar. Elf göbek atıyor. Kurtadam uzun uzun uluyor. Cüce şarkı söylüyor. Okçu ne yaptığını bilmez bir halde. Karım Sophia'a beliriyor karşımda birden ve şöyle diyor; oh olsun!

Son gördüğüm şey yeniçerinin bana iyice yaklaşması. Son duyduğum şey ise yeniçerinin söylediği su sözler;

- Benim bıyıklarımı çeken kafir sendin değil mi?


Bir garip son...

2
Kurgu İskelesi / Ynt: Kumarbaz
« : 20 Haziran 2016, 12:14:29 »
Bu kısa öyküyü daha önce başka bir yerde yayınlamıştım. Toplamda dört bölümden oluşuyor öykü.
Yukarıda birinci ve ikinci bölümü birleştirdim. Yani bir sonraki bölüm son bölüm olacak. İyi okumalar :)

3
Kurgu İskelesi / Kumarbaz
« : 20 Haziran 2016, 12:13:04 »
KUMARBAZ

Son iki aydır evimi geçindirmek için herhangi bir çaba içerisinde değildim. Çalışmıyor ve elime geçen az miktarda parayı içkiye yatırıyordum. Hayatım boyunca bir kere bile ağzıma sürmediğim içkiye karşı son iki aydır, tuhaf bir şekilde, bağımlıydım. Onsuz bir hayat hiçbir anlam ifade etmiyordu benim için. Yorgun olduğumda, kendimi iyi hissetmediğimde, karımla kavga ettiğimde ve son iki ayın her gecesinde mutlaka içiyordum şu illeti. Artık öyle bir durumdaydım ki; hangi içkinin daha kaliteli olduğunu, koklamaya cesaret edemeyeceğiniz o mide bulandırıcı kokusundan rahatlıkla anlayabilir hale gelmiştim.

  Çoğu gece beş parasız gittiğim barda, edindiğim birkaç arkadaşımdan borç para alarak içiyordum. Gel zaman git zaman borçlarım kabarmaya başladı. Zaten sefilin tekiydim ve borçlarımı ödeyebileceğim tek kuruşum yoktu. Artık kimse borç para vermeye yanaşmıyordu. Hatta bardan içeriye girer girmez, sanki oraya geleceğimi biliyormuş gibi, beni öldürmeye yemin etmişçesine hemen üzerime üşüşürlerdi. ‘Borçlarını ödeme vakti geldi, Nico’ diyorlardı bana. Oysa birçoğu benden çok daha iyi durumdaydı.

  Giderek artan borçlarım yüzünden bara gidecek cesareti bulamıyordum. İçki içemez olmuştum ve bu, kötü hissetmeme neden olmuştu. Eve geç saatlerde dönüyordum; bu yüzden karımla sürekli kavga etmeye başlamıştık. Ailesinin artık bize yardım parası yollamayacağını, bir işe girip çalışmam gerektiğini geveleyip duruyordu. Karım Sophia mızmızın tekiydi. Çenesi bir kere açıldı mı kapanmak bilmezdi. Bir ay boyunca aynı şeyi söyleyip durdu. Evinde yemek dumanın tütmesini istediğini ve benimle beraber çok daha mutlu bir hayat yaşamayı arzuladığıyla ilgili birkaç saçmalıktan bahsetti. Bense onun söylediklerine aldırış etmiyordum. Sabrediyordu ama ben, sabrının bir gün tükeneceğini anlamıştım.

  Yine bir sabah yatağıma uzanmış, içki parasını nereden bulabileceğimi düşünürken bana seslendi.

- Seni tembel herif! Nereden buldum senin gibi ayyaş ve züğürt bir adamı bilmiyorum.

  Her zamanki gibi saçma sapan konuşuyordu işte. Şehirde benden başka onunla evlenecek aptal bir erkek yoktu. Oldukça çirkin bir kadındı ve iyi yemek yapmazdı. Alnından gözlerine ve oradan da ağzına doğru inen keskin bir yarası vardı. Evde kalmadığı için bana dua edeceği yerde azarlıyordu.

- Kapa çeneni kadın! Karnım açıktı, yemek yap bana.

- Eğer yemek istiyorsan, diye bağırdı Sophia, çalışmak zorundasın. Evde hiçbir şey kalmadı. Bütün paramızı aç domuzlar gibi yedin bitirdin.
 
- Düğün çeyizini sat o zaman! diye karşılık verdim ben de.

  Duyamadığım birkaç kelimede daha sarf ettikten sonra odama geldi. Hışımla kolumu tuttu ve beni yataktan yere doğru çekti. Her şey çok ani gerçekleşmişti; hiçbir şey yapamadım ve olduğu gibi yere serildim. Afallamış bir halde Sophia'ya baktım. Gözleri ateş saçıyordu.

- Çeyizimi asla satmam, anladın mı ? Onlara elini sürdüğünü görürsem gebertirim seni!

- Aptal kadın! diye bağırdım kendimi tutamayarak. Çeyizini satmazsan açlıktan öleceğiz. Kışın yağan yağmur çatıdan içeriye giriyor, yakında ev de başımıza yıkılır. O zaman anlarsın...

- Önce kendine bak ayyaş seni! Sabahtan akşama kadar evde pinekleyip duruyorsun. Ayağa kalkacaksın ve şehre inip iş bulacaksın. Eğer iş bulmazsan ailemin yanına giderim, sen de burada açlık ve pislik içinde geberip gidersin.

- Beni tehdit mi ediyorsun?

- Evet, seni tehdit ediyorum. Yeter artık, yeter! Anlamıyor musun? Bıktım usandım senden ve bu boktan hayatımdan.

  Bir an Sophia’nin gözlerinden yaşlar geldi. Ağlamak istemediğini ama buna engel olamadığını biliyordum. İnsan zor durumdayken ağlamak istemez; bunun bir kabullenme ya da pes etme göstergesi olduğunu düşünür. Ama Sophia’nın buğulanan sesi, gizlemeye çalıştığı pes etmişliğin kanıtıydı. Her şey anlaşılıyordu. Karım, tükenmişti. Yolun sonuna yaklaşmıştı. Ona baktığımda yürüyen bir ruh görüyordum artık. Ama bundan bana ne! Tanrım, benim tek derdim içki. Damarlarımda hissetmek istediğim tek şey o!

  Sophia, iki eliyle yüzünü kapadı. Kendini toparlamış göründükten sonra:

- Sana her gün kalk ve iş bul demekten sıkıldım. Başkalarının evinde hizmetçilik yapmaktan, hayvanlarının dışkılarını temizlemekten de… Şimdi ayağa kalkacak ve derhal şehre ineceksin, anladın mı? Bulacağın iş ne olursa olsun çalışacak ve evine para getireceksin. İşte o zaman yemeğini de yersin.

  Karım Sophia’nın söyledikleri normal birini kamçılayabilirdi ama bana pek bir anlam ifade etmemişti. Ben içki içmek istiyordum. Çalışmamak istiyordum. Oturduğum yerden para kazanmaktı tek arzum. Eski Nico değildim artık. Değişmiştim.

  Ancak öte yandan, eğer bir iş bulup çalışırsam içki için gereken parayı da bulabileceğimi biliyordum. Ne yazık ki tükenmiştim. Çalışamayacak kadar yorgun ve güçsüzdüm. Karımın beni kolumdan tutup yere savuruşunu tekrar düşündüğümde aslında ondan ne kadar da aciz bir halde olduğumu fark ettim. Karım bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Bu inanılacak gibi değil !

- Madem öyle diyorsun şehre ineceğim ve iş bakacağım, dedim yalan söyleyerek.

- İş bulmadan evin yanına bile yaklaşayım deme sakın.

  Paçaları ve dizleri yamalı pantolonumu ve eski gömleğimi giyip dışarıya çıktım. Kara bulutlar gökyüzünü kaplamıştı, anlaşılan yağmur yaklaşıyordu. Şansıma havada ılık bir rüzgar vardı. Zira hava soğuk olsaydı üstümdekilerle fazla yaşayamazdım. Kış ayına yeni girmiştik ve ben, yazın gelmesi için defalarca dua ediyordum tanrıya. Gerçi benim gibi işe yaramaz, dinden anlamayan cahil bir adamın duasını neden kabul etsin ki tanrı?

  Derin düşünceler içerisinde şehre giden ağaçlık yola girdim. Evet, şehre iniyordum ama iş bulmak için değil. Çalışmayacaktım. Başıma silah dayasalar bile bunu yapmazdım. Bu zamana kadar çalışmıştım da ne olmuştu sanki? Öğlen sıcağında biçtiğim buğdaylar ne fayda getirmişti?

  Şehrin girişindeki köprüye vardığımda bir korku kapladı tüm benliğimi. Borçlu olduğum insanlar bir hayli fazlaydı. Belki şehrin yarıdan fazlasına borçluydum. Buradakiler içmeyi sever, bu yüzden tıpkı benim gibi sürekli barlarda vakit geçirirlerdi. Şehre girdiğim anda başıma üşüşecekleri kesindi. İyisi mi yolu biraz dolandırayım da batı yakasından gireyim diye düşündüm.

  Ne yazık ki işler pek umduğum gibi gitmedi. Aniden bastıran sağanak yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştum. Üzerimde beni yağmurdan koruyabilecek hiçbir şey yoktu. Üşütüp hasta olacaktım. Keşke içebileceğim bir içkim olsaydı; o zaman içim ısınacaktı. Ah, ah!

  Neyse ki dalları uzun, yaprakları gür bir ağaç buldum ve onun altına sığındım. Yağmur akşamüstüne kadar devam ettiğinden şehre geç varmıştım, ki bu vakitte iş yerleri kapalı olur. Sevinsem mi üzülsem bilemedim. İş bulma imkanım olanaksızdı artık. Tüccarların ve insanların evlerine kazançlı dönmek için son kez pazarlık yapmaya çalıştıkları pazar yerinden geçip ıssız sokaklara karıştım. Buralar oldukça iyi tanıdığım yerlerdi. Sadece fenerler yardımıyla aydınlanan ürkütücü sokak, başından sonuna kadar bar ve türevi mekânlarla doluydu. Hangisine isterseniz girebilirdiniz.

  Gözüme sarı renkli tabelası rüzgarda savrulan Çekirge barını kestirdim. Orası fazla kalabalık olmazdı. Belki bir şekilde içki içebilirdim. Bir iki adım atmıştım ki, barlardan birinden borçlu olduğum bir adam çıkıverdi. Ardından bir başkası… Aniden korkuya kapılmıştım. Elim ayağım birbirine dolanmıştı. Ne yapsam ne etsem diye düşünürken, yere yatmayı akıl ettim. O sırada aklıma gelen tek mantıklı şey buydu. Sokak zaten karanlıktı, bu iki adam da kör kütük sarhoş olmuşa benziyordu. Kalp atışlarım inanılmazdı. Daha önce kalbimin bu kadar hızlı attığına şahit olmamıştım hiç. Sakin olmaya çalışarak bekledim.

- Nico eğer şehre inerse, dedi adamlardan biri aniden. Öldür onu. Cesedini de köprüden aşağıya at gitsin. Balıklara akşam ziyafeti olur.

  Diğer adamın gülerek cevap verdiğini duydum.

- Onun eti kemiği balıkları doyurmaya yetmez ki (!)

  Yanımdan geçip giderlerken tekrar birincisi konuştu.

- Paramızı getireceği yok. Borçlu olduğu çok fazla adam var ve hepsi öfkeli. Bir araya gelip bize borçlanmanın ne demek olduğunu göstermeliyiz ona.

- Gebertelim o eşşek suratlı herifi!

  Bir süre sonra sesleri boğuklaştı. Ardından da kesildi. Benden uzaklaşmışlardı. Rahatlamış bir şekilde ayağa kalktım. Başım çok fena beladaydı. Eve dönsem karım almazdı içeriye ve sokakta çakallara yem olurdum; şehirde kalsam borçularım beni kim bilir ne hale getirirdi. Bir çıkar yolu düşünürken aklıma eski dostum Simon geldi. Uzun süredir onu görmemiştim. Kendisi şehrin öbür yakasında yaşıyordu ve bana mutlaka yardım ederdi. Yetersiz ışıktan dolayı karanlığa hapis olmuş sokaklardan, şehrin karşı yakasına geçtim. Burada yoğun bir sis vardı ve evlerin çoğu birbirine benziyordu. Kaybolduğumu anlamam uzun sürmedi. İçkinin olmayışı beni iyice zıvanadan çıkartmıştı. Bağırmak, küfür etmek istiyordum zifiri karanlık sokağın ortasında.

  Neyse ki kendimi toparlamayı başardım. Başka çaremin olmadığını anlayarak, ay ışığı altında boyaları dökülmüş, pencereleri kırılmış bakımsız ve tekinsiz görünen bir evin ahırına saklandım. Geceyi saman yığınlarının arasında uyuyarak geçirecektim.


Gözlerimi açtığımda şaşkınlıktan donakalmıştım. Geceyi ahırda geçirdiğime adım gibi emindim ama şimdi uyandığım yer bir ahırı andırmaktan çok uzaktı. Temiz ve mis gibi gül kokan konforlu bir yatakta uyanmıştım. Tavanı kalp, kapıları ve camları daire şeklinde olan, sade düzenlenmiş bir odaydı burası. O hayvan dışkısının iğrenç kokusundan geçilmeyen rutubetli ve karanlık ahırda uykuya dalıp sonra ferah ve havadar bir yerde uyanmak çok tuhaftı.

  Tedirgindim çünkü buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Üstümü başımı kokladım, içki kokmuyordum. Kafam yerindeydi. Acaba biri benim zavallı halimi görmüş ve bana acıyıp buraya mı getirmişti? Gerçi o pis ahıra benden başka girmek isteyecek hiç kimsenin olmadığına bir içki şişesi parasına bahse girerdim.

  Benliğimi saran şaşkınlıktan kurtulur kurtulmaz odayı incelemeye başladım. Düzenli olarak temizlendiği apaçık ortadaydı. Duvarlarda, yerlerde, tavan aralarında ve odanın diğer bütün köşelerinde tek bir toz yoktu. Her yer mis gibi kokuyordu. Oda, duvarlara asılan her biri farklı renkteki meşalelerin yardımıyla aydınlanıyordu. Sanki gökkuşağının içindeymişim gibi hissediyordum. Kırk yıl düşünsem böyle bir yerde uyanacağım akılımın ucundan bile geçmezdi. Tek umut ettiğim şey bu büyüleyici anın bir rüyadan ibaret olmamasıydı.

  Odadaki küçük koltuklardan birine oturdum, ayaklarımı da gayet rahat bir şekilde masaya uzattım. Bu anın keyfini çıkarıyordum. Keşke elimde bir içkim olsaydı diye düşünmekten de alıkoyamadım kendimi. Arkadaşım Simon'un zorlamasıyla başladığım içki hayatımın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti; en ufak bir keyif anımda yanımda istediğim tek şeydi artık. Ama yine de beni sarhoş eden başka bir şey vardı; büyüleyici odanın içime doldurduğu o muhteşem his. Mutluluk mu, yoksa tüm günahlardan arınıp huzura ermek midir bunun adı bilemiyorum. Garip bir şekilde mutlu olduğumu ve bunun beni sarhoşmuşum gibi sersemlettiğini hissetmiştim.
Beni buraya getiren yardımsever her kimse, onunla konuşacaktım. Ona minnettar olduğumu, elimden gelen herhangi bir işi de yapabileceğimi söyleyecektim. Belki bana yapabileceğim, parası bol bir iş verirdi. O zaman karımı da bin pişman ederdim beni azarladığı için.

  Odada yalnız başıma kalmaya alıştığım bir esnada kapı çaldı ve ben aniden heyecana kapıldım. Ayaklarımı masadan çektim, üzerimi başımı topladıktan sonra ayağa kalktım. Kalp şeklindeki kapı gıcırdayarak açıldı ve içeriye sarışın, melek gibi bir kadın girdi. Üzerinde vücut kıvrımlarını belirgin bir şekilde gözler önüne seren kırmızı satenden bir elbise vardı. Dalgalı saçları hoş bir ahenk ile omuzlarına dökülüyordu. Aklımdan 'Tanrım nasıl bir yere yolladın beni' diye geçirmeden edemedim. Heyecandan elim ayağım titremeye başlamıştı.

  Güzeller güzeli kadın iyice yanıma yaklaştığında, dolgun göğüslerine bakmaktan kendimi alamadım. Uzun süredir Sophia gibi çirkin bir kadınla beraber yaşadıktan sonra bu gördüğüm şey tarif edilemezdi.

- İyi uyuyabildiniz mi efendim? dedi kadın, oldukça nazik bir sesle.

  Dilim tutulmuştu. Ağzımdan zorlukla şu kelimenin çıktığını duyunca kendim de şaşırdım:

- Evet.

  Başka diyecek bir şeyim yoktu. Rüya âleminin tam ortasına düşmüştüm. Acaba kendimi tokatlasam, çirkin surat Sophia'nın yanında mı uyanırdım?

- Sizin için birkaç kıyafet getireceğim. Banyo odanızın hemen sağ tarafında...Temizlendikten ve üzerinizi değiştirdikten sonra aşağıya inin. Bay Şakacı ve oyun arkadaşlarınız sizi bekliyor.

- Anlamadım, oyun arkadaşlarım mı?
 
- Evet. Oldukça kazançlı bir oyunu oynamak için geldiniz buraya. Size bol şanslar dilerim efendim.

  Bütün bunların bir rüyadan ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yüzümü birkaç kere tokatladım, gözlerimi kapayıp açtım ama değişen hiçbir şey olmadı. Hala bu odadaydım. Sarışın güzel de yanımdaydı.

- Bakın, beni biriyle karıştırıyorsunuz. Ben oyun oynamak için gelmedim. Hatta kendi isteğimle bile gelmedim. Yüce Tanrım, neler oluyor burada?

Kadın, elbisesinden üzerine kırmızı mühür damgalanmış bir parşömen çıkardı.

- Bakın, efendim. Bu kağıt sizin adınıza mühürlenmiş. Bize her yıl düzenlediğimiz oyuna katılmak için başvuru formu yollamışsınız.

- Bana bunun bir rüya olduğunu söyle, lütfen!

- Söylediğim gibi, dedi kadın, bu oldukça kazançlı bir oyun. Sizi dünyanın en zengin adamı edebilir.

- Beni buraya nasıl getirdiniz? Kimsiniz siz?

  Kadın bana doğru yaklaştı. Sanki başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyordu. Ona daha fazla bakamayacaktım. Gözlerimi kuvvetlice yumdum  ve sonra şöyle bir cümlenin kulağıma fısıldandığını işittim:

- Sadece oyunun keyfini çıkarın, Bay Nico.

  Gözlerimi tekrar açtığımda kadın ortalıkta görünmüyordu. En başında hissettiğim mutluluk ve huzur yerini korkuya bırakmıştı. Yoksa bütün bunlar borçlu olduğum insanların bana oynadığı korkunç bir oyun muydu?  Bay Şakacı. Kimdi o ? Oyun arkadaşlarım. Ya onlar? Ben böyle bir yere gelmek istememiştim ki!

  Kaçabileceğim herhangi bir yer var mı diye etrafıma bakındım. Pencerelerdeki demir parmaklıklar büyük bir sorundu. Normal bir şekilde odadan çıkıp elimi kolumu sallaya sallaya dışarı çıkabilir miyim diye düşündüm. En azından şansımı deneyecektim.

  Parmak uçlarımda yürüyerek, çıt çıkarmadan kapıya ulaştım. Başımı yavaşça sağa çevirdiğimde kaçışımın olanaksız olduğunu anlayıp fikrimi değiştirdim. Düzgün giyinmiş kuşanmış bir düzine adam kapımın hemen önünde bekliyordu. Odamın tam karşısından ormanlık bir alan görünüyordu. Eğer yüksekçe duvarlardan atlayabilirsem...

- Bay Nico siz misiniz?

  Son planımda böylece altüst oldu.

- Evet, benim, diye karşılık vermek zorunda kaldım.  

  Diğerleri gibi iyi giyinmiş kuşanmış bir adamdı. Fazla yaşlı değildi. Kahverengi gözleri, seyrek kaşları ve küçük bir burnu vardı. Boyu da benden hallice kısaydı. Güneylileri oldukça fazla andırıyordu.

- Oyun sırası sizdeymiş. Bol şanslar dilerim, dedi adam omzuma dokunarak.

- Teşekkür ederim ama ben neyi ima etmeye çalıştığını gerçekten bilmiyorum. Ne tür bir oyundan bahsediyorsunuz?

- Kazançlı bir oyundan… Sıra sizde, tanrım büyük şans!

- Bakın, dedim adama yaklaşarak, bana yardım etmelisiniz. İsteğim dışı getirildiğim buraya. Eve dönmeliyim.

- Oyun bittiğinde zaten eve dönmüş olacaksınız, dedi adam gülerek. Tekrardan bol şanslar, umarım siz kazanırsınız.

  Sinirlerim bozulmuştu. Bu insanların arasında ne işim vardı? Hayatımda ilk kez eve dönmeyi çok istiyordum. O güzeller güzeli sarışın da umrumda değildi artık. Bu lanet olası oyunu da oynamak istemiyordum. Canıma tak etmişti artık. Hiç kimsenin bana engel olmaya hakkı yoktu. Kalabalığa aldırış etmeden merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Şaşkın bakışlar arasında çıkış merdivenlerinden inmeye başlamıştım. Tahmin ettiğimden daha kolay olacaktı. Merdivenlerden inmiş, çıkışı andıran kırmızı bir kapıya yaklaşmıştım ki keskin bir ağrı tam kafamın arkasından saplandı. Yere doğru eğildim. Kafamı hareket ettirecek halim olmadığından arkama dönüp bakamadım. Gözlerim kararırken iki kişinin beni kollarımdan tutup sürüklediğini hissettim. Hatırladığım son şey buydu.

4
Bunca zaman sonra okuyup yorum yaptığınız için teşekkür ederim öncelikle. Normalde başka bir bedenle geri dönüyor. Hikaye burada bitmedi, benim bilgisayarımda yaklaşık 15 bölüm var. Ancak onları yayınlamayı düşünmüyorum. En azından şimdilik.

5
Kurgu İskelesi / Ynt: Ejder Kanı - Ruhların Yolculuğu
« : 30 Ağustos 2014, 12:09:24 »

"Demek düğün sürprizini görmeden rahat edemedin."

"Aynen öyle," diye cevap verdi Folwin. "Senin kim olduğunu biliyorum solucan, biliyorum!"

Folwin hışımla kemerindeki kılıcı çekti ve saldırı pozisyonu aldı. Kılıcını sımsıkı kavramıştı, gözlerini düşmanından ayırmıyordu. Her adımını, her bakışını vakur dolu gözleriyle takip etti. Karşısında çok sevdiği dostunun bedenine hükmeden zeki bir yaratık vardı. Bu yüzden çok daha temkinli davranıyordu. Arkadaşının bedenine zarar vermek isteyeceği son şeydi zira.

"İnsan olma hayaliyle yaşadım yıllar boyu," dedi solucan. "Şimdi bu fırsatı elime geçirmişken,asla kaybetmem sana." Tehditkar bir bakış attı, yaratık. Birbirlerinin etrafında döndüler. Onların az sonra başlayacak savaşı kimseyi ilgilendirmiyor olacaktı ki, orman hiç olmadığı kadar sessiz, rüzgar hiç olmadığı kadar isteksizdi.Sadece ayak bastıkları yaprakların hışırtısı, arada sırada kaçışan böceklerin tuhaf kıkırdamaları ve Folwin'in bu heyecan karşısında kayıtsız kalamayan kalbinin kanat çırpınışları işitiliyordu.

Solucan ani bir hareketle Folwin'in üzerine hücum etti. Folwin kılıcı rakibinin bacağına doğru savurdu, solucan büyük bir ustalıkla yana kaydı ve Folwin'in bacağında ufak kesikler belirdi. Sonra da kesikten akan oluk oluk kan. Bacağına çok keskin bir darbe alan Folwin, kayalıklara doğru sendelediyse de çabuk toparlandı. Üzerine doğru köpürükler saçarak saldıran rakibini tekmeyle uzaklaştırdı. Sonra bir tekme daha indirdi ve bir tekme daha...

Solucan, Folwin'in ayağını yakaladı ve onu yere serdi. Kılıcını havaya kaldırdı ve büyük bir hızla kelleye doğru indirdi. Folwin kellesini son anda korumayı başardı. Yaratığın hamlesine, keskin bir blokla karşı koydu.  Fazlasıyla terliyor ve yoruluyordu. Üstelik hala solucanı o bedenden nasıl çıkaracağını bilmiyordu. Artık ufacık bir kırıntısını hissettiği gücüyle bir tekme daha attı. Bir daha, ve sonra çok sert bir darbe daha. Solucan art arda aldığı darbeler karşısında serseme döndü. Ayağı bir taşa takıldı ve tepeden aşağıya yuvarlanmaya başladı. Hemen peşinden Folwin indi. Solucan sarmaşıklara tutunmuştu, eli kayar da düşerse, derenin kaynar sularında haşlanacaktı.

"Beni kurtar, yalvarırım sana." dedi Solucan. Sonra o öfkeli ve saldırgan haline döndü." Kurtar ahmak, yoksa arkadaşının ruhuna, bir sıçan bedeni bulursun!"

Solucan'ın düşünceleri, tavırları ve sesi sürekli değişiyordu. Bu hala Carnarel'den ufak bir parçanın bedende kalmış olduğuna işaretti. "Lütfen, yardım et. Ne duruyorsun, düşeceğim!"

Folwin kolundan tuttu ve kaldırdı. Hiç beklemeden bir dirsek darbesiyle solucanı yere serdi. Yaratığın ağzından kan boşaldı. Alnı da açılmıştı. "Seni timsahlara yem edeceğim, duydun mu beni, timsahlara!"

Solucan inanılması güç bir çeviklikle, Folwin'in bacaklarının arasından kaydı. Hemen arkasından kılıcını Folwin'in sırtına sapladı. Folwin önce donup kaldı, ağzından bir avuç kan boşaldı. Diz çöktü. Zaman durmuştu; ve doğanın canlı rengi solmuş, neşeli sesi kesilmişti Folwin için. Son nefesini vermeden önce, Eloren belirdi gözlerinin önünde. Siyahlara bürünmüştü ve gözyaşı döküyordu onun için. Yas tutuyordu belli ki. Folwin elini uzatmaya çalıştığında bir kelebeğe dönüştü ve uçtu gitti.

Sonra bir anda yer gök sarsılmaya başladı ve büyük bir çukur açıldı. Folwin çukurun içine doğru çekiliyordu. Direndi, ama sonunda gücü tükenmişti. İçi boş çukur bir anda yılanların yuvasına dönüştü. Tıslıyor, dillerini çıkarıyorlardı. Folwin'i istiyorlardı. Onun saf ve berrak bedenini. Kendini tam çukura bırakmıştı ki, bir kelebek tuttu onu ve havaya kaldırdı. Kara kanatlı, kırmızı benekli bir kelebek. "Ufak bir değiş tokuş olacak, buna hazır mısın?"

6
Kurgu İskelesi / Ynt: Ejder Kanı - Kayıp Ruhlar Sandığı
« : 29 Ağustos 2014, 15:08:08 »
Yorumunuz için teşekkür ederim :) Aslında hızlı yazmamıştım ama, kendimi kaptırınca hızlanmış olabilirim. Artık daha uzun ve ayrıntılı bölümler yazmaya çalışıyorum. Tabii ne kadar başarılı olabilirim orası siz okurların görüşleri neticesinde belli olur.

7
Kurgu İskelesi / Ynt: Ejder Kanı - Kayıp Ruhlar Sandığı
« : 25 Ağustos 2014, 08:30:32 »
Yorumunuz için teşekkür ederim, mutlu ettiniz beni.

8
Kurgu İskelesi / Ynt: Ejder Kanı - Kayıp Ruhlar Sandığı
« : 24 Ağustos 2014, 14:51:43 »
Sabah güneşi parlak ve keskin ışınlarını ormanın üstüne doğrultmuştu. Yatağında adeta kavrulan Folwin'in her yeri ter içindeydi. Özellikle gölgelik ağaçların arasına yapılmıştı evi. Ama buna rağmen güneş ışınları büyük bir kurnazlıkla, ağaç dallarının arasından bir yılan gibi kıvrılarak sıyrılmayı başarıyordu. Bu sıcakta ne yatılır, ne bir iş yapılırdı doğrusu. Ama Folwin, dün yorucu bir gün geçirmişti ve uyumaya çok ihtiyacı vardı. Gözlerini kapadı ve güzel şeyler hayal etti. Bugün düğün provaları yapılacaktı ya! Eloren'i hayal etti önce. Güzel, mavi bir elbisenin içinde, bir ay gibi parıldıyordu. Burgu modeli örülmüş uzun sarı saçları, yeni doğmuş bir bebeğin masumiyetini yansıtan mavi gözleri. Elini uzatıyordu Folwin'e; "Benimle dans eder misin, bulutların arasında?" diye soruyordu, melodik sesiyle. O sırada Carnarel giriyor araya; "Babamı bulmama yardım eder misin, karanlığın arasında?" diye soruyordu, hüzünlü sesiyle. Folwin arada kalmıştı. İkisi de sevdiği ve değer verdiği kişilerdi. Carnarel ve Eloren üstüne üstüne gelmeye başladı. Aynı şeyi tekrarlıyorlardı, bağırarak; "Bana gel Folwin, bana...

Sonra Carnarel yere eğiliyordu. Toprağı eşeliyor ve bir sandık çıkarıyordu. "İşte," diyordu, "sana düğün sürprizim." Üzerinde etrafa parlak ışık hüzmeleri saçan bir bir yazı yazıyordu. Yazıyı okumak için iyice yaklaştığı sırada, Eloren onu kolundan tutup kendine çekiyordu. İyice yaklaşıyor, dudaklarını onunkiyle buluşturuyordu. "Senin için çok daha büyük sürprizlerim var," diyordu sonra, sırıtarak.


Kan ter içinde yatağından fırladı Folwin. Bir hayli ilginç bir rüya görmüştü. Kalbi kuşun kanatlarını çırpışı gibi atıyordu. Göğsüne feci bir ağrı girmişti. Çizmelerini ayağına geçirdi ve biraz hava almak için dere kenarına indi. Elleri hala titriyordu. Bugüne kadar gördüğü en ilginç rüyalardan biriydi bu. Nasıl bir anlam çıkarmalıydı bundan? Ellerini saçlarının arasına götürüp öfkeyle bağırmaya başladı. "Yeter artık, yeter! Düğünümü hiçbir şey mahvedemez, hiçbir şey! Buna izin vermeyeceğim, hayır asla. Ne kötü rüyalar, ne şüpheci dostlar. Hiçbiri bozamaz moralimi."

Folwin'e bu denli öfke kusturan şeylerden biri Carnarel'di. O ve onun bir anda gerçekleşen ani değişimi. İnsanların topraklarında duyduğu konuşmalar, o karanlık varlığın kurnazlık dökülen sesi. Hepsi onu delirtiyordu. Konuşmalar, bu rüya, düğün. Her şey. Ne yapması gerektiğini kafasında tasarladı Folwin. Bugün düğün provası vardı, yarın da düğünü. Moralsiz ve düşünceli görünmek istemiyordu. Özellikle gördüğü son rüya kafasını allak bullak etmişti. İlk kez kendini sorguladı bu yüzden. "Acaba onlara yeterli değeri veremiyor muyum?"
 
Cevabı dün başından geçenler arasında buldu. Carnarel ondan gizli bir şeyler çeviriyordu ve bu Eloren ile alakalıydı. Emin olamıyordu. Sadece tahmindi sonuçta. Bir anda aklına gelivermişti bu düşünce. Yanılmayı payı yüksekti. Ama onu korkutuyordu. Dostuna, sevdiği insana bir günde ne olmuştu? İnsan çok değer verdiği birindeki ufak bir değişimi bile fark edemiyorsa, nasıl dostu olabilirdi o insanın?

Zehirli mantarların bittiği bir tepeyi çıktıktan sonra, Carnarel'in sırrını gömdüğü yaprakları dikenli ağacın dibindeydi. Toprakta herhangi bir değişiklik yok gibiydi. Yani en azından öyle görünüyordu, normal biri gelse buraya bir şey gömüldüğünü anlamazdı. Folwin uzun parmaklarını bir kedi patisi gibi kullanarak toprağı eşelemeye başladı. O eşeledikçe büyük bir çukur açılıyordu ve toprağın altındaki gizli yaşamları ifşa olan kara böcekler etrafa kaçışıyordu. Sonunda parmakları sert bir şeye rastladı. Bir kaya kadar sert bir şeye.
Eşelemeye devam etti. Sonunda tıpkı rüyasında gördüğü gibi bir sandıkla karşılaştı. Ama üstünde bir yazı yoktu. Folwin sandığı eline alıp tarttı. İçi boş gibiydi. Sandığı açmak için kilit aradı. Ama sandıkta bir kilit yoktu. Çok garip bir sandıktı doğrusu.

Sandığın üstündeki tozları silerken, bir ışık patlaması oldu ve Folwin'in gözleri bundan rahatsız olarak karıncalandı. Gözlerini açabildiğinde bir kelebek sandığın üzerinde duruyordu. Kara kanatları ve kırmızı benekleri vardı. Bir kelebekti ama, serçe kadar da büyüktü aynı zamanda. "Sholer'in Gizli Ruhlar Sandığı hizmetinizde efendim," dedi bir ses. Folwin korkuyla etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu oysa. Peki bu ses nereden geliyordu?

Aynı ses, "Sandığın üstündeyim, büyük şey. Bak sandığın üstünde, seni korkuttum galiba?" Folwin büyük bir panikle ayağa fırladı. Bir kelebek onunla konuşuyordu. Yutkundu.

"Se...sen, ama nasıl?"

"Söylesem bile, senin beynin anlamaz bunu büyük şey. Neyse, Sholer'in Gizli Ruhlar Sandığını hizmetinizde. Sanırım bunu söylemiştim, öyle değil mi? Evet, söylemiştim. Aaa, acaba teslim etmek istediğiniz bir ruh mu var? Yoksa ruh mu yakaladınız? Olabilir tabi, bazı ruhlar bedenden kaçabiliyor. Olmayacak şey değil. Evet?"

Folwin bir şeyler söyleme çalıştıysa da pek başarılı olamadı.

"Ben, şey... Aslında bu sandığın ne işe yaradığını merak ediyordum."

Kelebek kaşlarını çattı. "Bu sizin sandığı nereden bulduğunuza bağlı."

Folwin hemen bir şeyler uyduruverdi. "Toprağın altında yaşayan böcekleri avlıyordum."

Bu kelebeği tatmin etmedi. "Böceği ne yapacaksın büyük şey?"

Folwin ellerinin terlediğini hissetti. Bir kelebek onu sorguluyordu. Buna inanmalı mıydı gerçekten?

"Böcekleri severim," diyerek cevap verdi, "böcek yemeyi daha doğrusu."

Kelebekte bir böcekti. Şimdi paniğe kapılma ve terleme sırası kelebekteydi. Sesi titrek çıkıyordu.

"Şey kelebek yemiyorsunuz değil mi?"

Bu mükemmel bir kozdu. Birden yüz ifadesi değişti. Karnı çok açıkmış bir insan gibi kelebeği koklamaya başladı."

"Hımm, kekikle çok güzel bir böcek yemeği olabilir. Aslında kanatlardan da çok güzel kızartma olur."

"Hayır olmaz,"diye çığlık attı, korkan kelebek. "Olmaz, benden daha lezzetli kelebekler var. Yemin ederim, istersen senin için sipariş verebilirim."

"Benim için başka bir şey yap," diyen Folwin, asıl merak ettiği şeye yaklaştığını hissediyordu şimdi. "Bu sandık ne işe yarar, çabuk söyle yoksa kanatlarını kızartır bir güzel ham yaparım."

Gözü korkan kelebek, gayet açık bir dille anlatmaya başladı.

"Bu sandıkta ruhlar gizlenir, büyük şey. İnsan ruhu. Birileri gelir ruhunu bize teslim eder veya yakaladığı herhangi bir ruhu bize satar. Bizde onları odalarına yerleştiririz. Sandığın boyutlarına bakma. Göründüğünden daha büyüktür ve hayaldünyası denilen şey bunun içindedir. Sandığın sahibi kim bilmiyorum, ama gördüğün gibi bekçisi benim."

"Peki ruh nasıl yakalanır?" diye sordu Folwin.

"Ejderhalar yapar bunu, sana öyle diyeyim. En büyük avcılardır onlar. Kurnazdırlar. İnsanı kandırır, ruhunu ister. Karşılık olarak bir şey vermez. Doğrusu çok iyi avcılar, bize baya para kazandırıyorlar, büyük şey."

"Para mı?" Folwin irkilmişti.

"Ruhları satıyoruz. Her çeşit ruh var, ister misin sende?"

Folwin dehşete kapılmıştı. Carnarel ve o karanlık varlık? Yoksa...?

"Ejderha ruhunu avladığı insanın bedenine girebilir mi?"

Kelebek bir an tereddüt etti. Folwin kaşlarını çatınca;

"Girebilir, yani...sanırım. Tamam, tamam, girebilir elbette. Kimi ejderhalar insan olmak için can atar."

Folwin bir şey daha söylemek üzere ağzını açmıştı ki, bir yaprak hışırtısı duydu. Sonra bir küfür... Biri yaklaşıyordu. Kelebeğe hemen sandığa dönmesini söyledi. Ama kelebek dönmüyordu. "Sandığı okşa!"

Folwin sandığı okşamaya başladı ve kelebek ufak bir toz bulutu halini aldı. Sandığı tekrar çukura yerleştirdi ama geç kalmıştı. Çok gecikmişti. Carnarel kılıcını çekmiş, saldırı pozisyonu almıştı bile.


9
Kurgu İskelesi / Ynt: Ejder Kanı- Amatör Öykü
« : 19 Ağustos 2014, 08:34:35 »
Okuyup yorum yaptığınız için size teşekkür ediyorum. Üç bölümü birden kimse okumaz diyordum. Aslında benim yaratmak istediğim elfler, biraz insana benzemiş durumda. Zaten hemen karşı topraklarda insanlar yaşıyor. Ama yaratmak istediğim "insan gibi hırslı, çıkarcı ve hileci" efler daha tam olarak oturmadı.

Diğer kısımda haklısınız. Aslında inanmıyor. Ama ben onu orada tam olarak anlatamamış, hemen geçmişim. Birkaç kelime ve diyalog daha lazım gibi.

Yine diğer kısımda da haklısınız. Aralarındaki aşkın ne kadar güçlü olduğunu düğün bölümünde anlatmayı amaçlıyorum. Yorumunuz için teşekkürler.

10
Kurgu İskelesi / Ynt: Ejder Kanı- Amatör Öykü
« : 18 Ağustos 2014, 19:48:57 »
Arkadaşlar amatör bir yazarım ve öykümde tıpkı benim gibi amatör. Yazdığım 3 bölümü birden attım. Tamamını veya sadece birinci bölümünü okuyanlar yorum yaparsa, kendimi geliştireceğime inanıyorum.

Tamamen kendimi geliştirmeye yönelik yazdığım bir öykü. İyi forumlar.

11
Kurgu İskelesi / Ynt: Ejder Kanı- Amatör Öykü
« : 18 Ağustos 2014, 19:47:38 »
Çığlık derenin diğer tarafından, elflerin gitmekten kaçındığı ağaçlık alandan geliyordu. Folwin, her zaman yanında taşıdığı, ama kullanmak konusunda tereddüt ettiği kılıcını, yavaşça çekti kınından. Dizleri ve elleri titriyordu. İstem dışı yutkundu. Bu çığlık bir haylı ürkütmüştü onu.

Şimdi ne yapması gerektiğini tarttı zihninde. Etrafına bakındı, ama hareket eden bir gölge, bir yaprak dahi yoktu. Zaman durmuş gibiydi. Folwin, hiç olmadığı kadar yalnızdı şimdi. Ama her ne olursa olsun, yalnız veya değil; o çığlığın geldiği yere gitmeliydi. Bir kaç adım atmıştı ki, bir bağırış daha duyuldu: "Uzak dur benden!"

Folwin delirme noktasına gelmişti. Korkusu ve cesareti, büyük bir savaş veriyordu. Ne yapacaktı? Gitmeli miydi gerçekten? Cesaretine ne olmuştu öyle, niye susuyordu şimdi? O tereddüt yaşarken, bacakları da geri geri yürüyordu. Geriye dön, geriye... Aslında sadece bacakları değil, tüm vücudu ve uzuvları geriye yürüyordu. Saçları geriye savruluyor, elleri geriye düşüyordu. İmkan olsa o çığlığı duyan kulakları dahi geriye dönecekti.

Ama Folwin, kılıcının kabzasını sıkıca kavradı ve derenin öte tarafına doğru ilerledi. Akşamüzeri hafif ve durgun akan derenin üzerindeki kayaları, dans etmeye benzeyen hareketlerle geçti. Artık toprağın bile rengi değişmişti. Derenin öbür tarafı, insanların yaşadığı yerdi; orası elflerin çok uzak olduğu hırsın ve öfkenin toprağıydı aynı zamanda.

İnsanı ürperten bir rüzgar uğulduyordu, bu gece. İlk kez girdiği topraklarda yönünü bulmakta zorlanıyordu, Folwin. Çünkü bağırışlar ve çığlık kesilmiş, yerini tehditkar bir sükunete bırakmıştı. Geç mi kalmıştı yoksa? Belki de hiç kimse çığlık falan atmamıştı.

Ağaçların devasa boyutlarına ulaşan kökleri vardı. Yaprakları parlak, küçük ve yıldız şeklindeydi. Folwin insanların yaşadığı yeri hiç böyle hayal etmemişti. Onun hayal ettiği yer kanlı, çamurlu ve bakımsızdı. Ağaç denen bir şey yoktu, meyvesi olan ağaçlar da yoktu. Ama burası farklıydı. İnsanların en güzel yönlerini yansıtan bir yerdi. Belki de tek yerdi. Burayı gündüz gözüyle görmeyi tasarladı. Ertesi sabah veya bir sonraki sabah. Mutlaka gelecekti buraya.

Folwin yürürken dikkat ediyordu. Ama devasa boyutlara ulaşan ağaç köklerine takılıp düşmemek elde değildi. Sürekli kıvrımlı köklerden birine takılıp düşüyordu. Karanlığa doğru bir adım daha atmıştı ki, ayağının uğursuz bir şey tarafından sarıldığını hissetti. Ayakta duramadı ve yüksekçe bir yerden aşağıya doğru yuvarlanmaya başladı. İrili ufaklı taşlar, çok sert bir biçimde çarpıyordu yüzüne. Sonunda bir ağaca tutunarak durabildi, Folwin. Ağzı yüzü kan içinde kalmıştı. Dirsekleri ve dizleri de yara bere içindeydi. Üstünü başını temizledi, yuvarlandığı sırada elinden kayıp giden kılıcına bakınmaya başladı. Ama bir ses, isteğini böldü ve ona durduğu yerde kalmasını emretti.

"Seninle iş birliği yapmak istemiyorum," dedi birinci ses.

"Bu karşılıklı bir iş birliği, hoşuna gidecek," dedi ikinci ve hırıltılı bir ses.

Birinci ses birkaç şey daha söyledi, ama bunları kısık bir tonla söylemişti.

"Yo, buna sadece iş birliği gibi bakmamalısın. Ayrıca bu, bir yardımlaşma. Birbiriyle dost olan iki kişinin yardımlaşması normal bir şeydir."

"Ben senin dostun değilim," diye çıkıştı, birinci ses.

Folwin neler olup bittiğini anlamıyordu. Ama bir şeyi iyi biliyordu. Birinci ses, Carnarel' e aitti. Onun gür ve hüzünlü sesine.

İkinci ses alaycı bir tonla;

"Öyleyse, sen babanı sevmiyorsun."

Folwin ikinci sesin kime ait olabileceğini tahmin etmeye çalıştı. Ama tanıdık değildi. Daha kötüsü karanlık bir varlığa aitmiş gibiydi.
Zeka ve hile dökülüyordu ağzından. O her konuştuğunda tuhaf bir his doluyordu yüreğine, Folwin'in.

"Senin oyunlarına gelmeyeceğim, pis solucan!" diye bağırdı Carnarel." O karanlık gözlerin gibi, sözlerin de karanlık."

İkinci sesten kısa ve alaycı bir kahkaha duyuldu.

"Vah zavallıcık, vah! Babanın nerede olduğunu biliyorum ben. İster inan, ister inanma. Şimdiki halini görsen, acırsın. Kafeste bir kuş gibi yem yiyor. Sürekli "gak, gak" diye ötüp duruyor." Tekrar güldü. "İnsanların maskarası oldu. Onu bu halinden kurtarmak istemiyorsun galiba."

"İstiyorum, hayır, çok istiyorum hem de," dedi bir anda Carnarel. Karanlık varlık yavaş yavaş etkisi altına alıyordu onu. Folwin bir anlığına yerinden çıkmak istedi. Ama kılıcı yoktu ve neyle karşı karşıya olduğunu kestiremiyordu.

"Öyleyse, bana yardım et. Ben de sana edeyim."

"Ama nasıl?" diye sordu Carnarel. "Ne yapabilirim senin için?"

Folwin iyice kulak kabarttığı sırada, keskin bir ağrı girdi kulaklarına. Büyülü bir şey kulaklarını tıkamıştı. Artık kendi nefesini bile duyamıyordu. Kulakları tekrar açıldığında, konuşmaları duymak için bir kaç adım daha yaklaştı. Ama şimdi kesilmişti sesler. Kılıcını umursamayıp saklandığı yerden çıktı. Ama şimdi ne Carnarel, ne de o konuştuğu uğursuz yoktu ortalıklarda.


Folwin tekrar ormana döndüğünde, Carnarel'i tek başına toprağı eşelerken gördü. Ona bilerek sessiz yaklaştı ve sırtına dokundu. Carnarel bir anda irkildi ve şaşırdı. Aynı zamanda öfkelenmişti.

"Kasıtlı mı korkutmak istedin beni? Eğer öyleyse, ben seni korkutmasını bilirim!

Folwin, ses tonunu hiç beğenmedi. Hele bakışları! İçine şeytan kaçmıştı sanki, Carnarel'in.

"Hayır, yanlış anladın dostum," dedi Folwin. Aslında kasıtlıydı. Ama bunu dile getirmek istemedi." Sadece senden özür dilemek istiyorum."

"Ha, öyle mi? Affettim gitti o zaman."

Folwin şaştı kaldı. Bu kadar çabuk mu?

"Yani bana hiç kızmadın? Sorun yok aramızda değil mi?"

"Tabii ki yok, biz dostuz. Hadi gidelim."

Folwin, Carnarel'in açtığı küçük çukura baktı.

"Sen ne yapıyordun burada?"

Carnarel kem küm etti, eli ayağı birbirine dolaştı.

"Sürpriz, düğün sürprizi," diyerek geçiştirdi. "Gel, biraz gezelim."

Carnarel, bir kolunu Folwin'in boynuna attı. Aslında bunu hiç yapmazdı. İkisi birlikte derenin yanına indiler ve o geceyi sadece muhabbet ederek geçirdiler. Carnarel o gece hiç yapmadığı bir şeyi daha yaptı; Folwin'e fıkra anlattı.

12
Kurgu İskelesi / Ynt: Ejder Kanı- Amatör Öykü
« : 18 Ağustos 2014, 19:47:19 »
Sabah erkenden uyandı Folwin. Dün halletmesi gereken işleri ertelediği için kendisine kızgındı. Üstelik tek dostu diyebileceği Carnarel'i de üzmüştü. Belki bugün işlerini hallettikten sonra onunla konuşabilir, tekrar barışabilirlerdi. Carnarel biraz inatçı biriydi aslında. Öyle kolay kolay yüz vermezdi. Ama Folwin, dostunu çok iyi tanıyordu. Onun asla hayır diyemeyeceği şey aklına geldiğinde, kendini gülmekten alamadı.

Önce çeşmenin yanına indi, elini yüzünü yıkadı. Sonra düğün davetiyelerinin dağıtımıyla ilgilenen Thelren'in yanına uğramaya karar verdi. Thelren'in çiçeklere karşı özel bir ilgisi vardı ve dükkanı da çiçeklerden yapılan süslemelerle ilgiliydi. O marifetli parmaklarıyla yaptığı muazzam çiçek süsleri, bu düğünün vazgeçilmez bir parçası olacaktı. Aynı şekilde davetiyelerde onun işiydi. Yonca yapraklarından yapılmış, güzel kokulu davetiyeler.

Folwin ağaç kavuğunun içine yapılmış, dört bir tarafı çeşitli sarmaşıklarla süslü dükkana girdiğinde Thelren, başka bir köşede yonca yapraklarını süslemekle uğraşıyordu. 

"Günaydınlar sana, Uzunparmak," dedi Folwin.

Onun geldiğini fark edemeyen Thelren, önce irkildi, sonra ona dönerek aynı şekilde selam verdi.

"Davetiyelerle ilgili bir sorun olup olmadığını kontrol etmeye geldim," diye geliş sebebini açıkladı, Folwin.

Thelren uzun parmaklarıyla davetiyeleri gösterdi. Gerçekten uzun ve pürüzsüz parmaklara sahipti ve bu parmaklar ona "Uzunparmak" adının verilmesinin tek sebebiydi.

"Gördüğün gibi dostum, hiç bir sorun yok. Sana daha önce de dediğim gibi, benim yaptığım işte sorun olması imkansızdır."

"Bunu düğünde göreceğiz," dedi Folwin. "Kesinlikle göreceğiz. Ama sana başka bir şey sormak istiyorum, eğer zamanın varsa."

Thelren başıyla onayladı. "Tabii ki var."

"Dün biraz Carnarel ile tartıştık. Babasını tamamen unutmuş gibiydi. Onun asla geri dönmeyeceği söyledi, ben de 'Yeşil Büyücü onun geri döneceğini söylemişti, ona güvenmelisin', dedim. Yardımcı olmak istemiştim. Ama o, dostunun, ona değer veren bir arkadaşının sözlerini önemsemedi ve çekip gitti."

"Evet," diye homurdandı Thelren. "Hali benim de hoşuma gitmiyor. Ne yazık ki yapılabilecek bir şey kalmadı. Babası geri dönebilse bile eskisi gibi olamaz. Hayır. Oğlunu bile hatırlayamayacaktır."

Folwin, Uzunparmağın yanına diz çöktü.

"Bir yolu olmalı, öyle değil mi?"

Thelren, Carnarel'in babasını en yakından tanıyanlardan biriydi. Gençliğinde onunla birlikte insanların yaşadığı toprakları ziyaret etmiş, nice zorlukları aşmış, önlerine çıkan düşmanları bertaraf etmişlerdi. Ama şimdilerde, Thelren bile, o adamın ne ismini, ne yüzünü ne de delici bakışlarını hatırlayabiliyordu.

"Maalesef," dedi Thelren, üzgün bir biçimde." Geri dönmesi çok zor. Onun ejderhalar tarafından, demir bir kafesin içinde kuş hayatı yaşadığını duymuştum. Belki gerçek, belki de değil. Ama geri dönse bile hatıraları bir kuşun yaşamı gibi olacak. Ne acı!"

Folwin başka bir şey söylemedi ve dükkandan ayrıldı. Düğün arifesinde, böyle acı verici bir şeyin kafasını kurcalaması onu rahatsız ediyordu. Yeşil büyücüyle tekrar konuşmalıydı. Tam yeşil büyücünün mağarasına doğru yönelmişti ki, melodik ve huzur verici bir ses duydu. "Sevgilim!"

Arkasını döndü. Güzeller güzeli Eloren, sevgilisi, karısı Eloren tam karşısında dikiliyordu. Uzun ve taranmış altın sarışı saçları irice göğüslerini örtüyor, yeşil gözleri pırıltılar saçıyordu. Düzgün ve oturaklı fiziği ise dudak ısırtan cinstendi.

"Sevgilim," dedi Eloren, yaramaz çocukların edasıyla." Benimle hiç ilgilenmiyorsun, kaç gecedir seni bekliyorum, ay ışığının altında."

Folwin gülümseyerek sevgilisine sarıldı. Sonra onu dudağından öptü.

"Düğünümüzün bütün Elf ahalisine yakışır şekilde olması için çabalıyordum, Eloren'im. Kusuruma bakma, yanında olamıyorum. Ancak aklım ve yüreğim senin kölen olmuş, sensiz edemiyor." Folwin delici bir bakışla, Prensesi kavradı ve onu bir kez daha dudağından öptü.

Büyülenmiş bir şekilde sersemleyen Prenses, Folwin'in elini sıkıca tuttu ve şunları söyledi;

"Kendine dikkat et, Folwin. Lütfen, bizim için."

O zaman Folwin, şöyle cevap verdi;

"Siz de dikkat edin, ay parçam."

Bu romantik anlardan sonra ikisi de farklı yönlere saptı. Folwin'in aklı başından gitmişti. Yeşil Büyücünün mağarasını geçmiş, nereye gittiğini bilmeden, dalgın dalgın yürüyordu. O sırada ayağı bir taşa takıldı ve düşmekten kıl payı kurtuldu. Tekrar orman yoluna saptığında Carnarel' i  tek başına, düşünceli bir şekilde otururken buldu. Onun yanına gidip gitmemekte kararsız kaldı. Ama sonra dostunun yanına gitmekten vazgeçti ve onu yalnız başına, meşenin serin gölgesinde bıraktı. Kendi işlerini halletmeliydi.

Oradan terziye uğradı. Gelinliği ve damatlığını kontrol etti. Damatlık neredeyse hazırdı, ama gelinliğin üzerinde yapılan ufak bir dikiş hatası pahalıya mal olmuştu. Düğüne bir gece kalmıştı, ama gelinliğin hazır olması için iki gece gerekiyordu. Folwin burada uzun bir süre terziyle tartıştı. Sonunda daha fazla altın karşılığında, sihir kullanmaları konusunda onları ikna etti. Elflerin sihir bilgisi yüksekti. Ama onlar emek gerektiren işlerde sihir kullanılmasının uğursuzluk getireceğine inanıyordu. Ne yazık ki gelinliğin hazır olması için sihir şarttı.

Folwin'in sonraki durağı aşhane oldu. Düğün için hazırlanan pastayı tattı. Pastanın tadı mükemmeldi. Sonra şarapların- çilek, erik gibi meyvelerden yapılan şarap- tadına baktı. Gelinin çok sevdiği çilek şarabı dışındaki şaraplar muazzamdı. Ama çilek şarabı acıydi ve su tadı veriyordu. Folwin burada da biraz aşçıyla tartıştı. Sorunu bu sefer altınla değil, zekasıyla çözdü.

En son durağı düğünde şarkı söylecek elflerdi. Burada bir sorun yoktu. Zira Folwin şarkı söylemek konusunda, diğer elflere nazaran zayıf biriydi. Bilgisizdi. Bu yüzden şarkılarda bir kusur bulamadı. Gerçi bulsa, şaşılırdı doğrusu.

Koşuşturmanın verdiği yorgunlukla büyükçe bir ağaca sırtını dayadı ve ayaklarını uzatıp gözlerini yumdu. Tam uykuya dalacakken, bir adamın korku dolu çığlıklarını işitti. Öyle bir çığlıktı ki bu, yer gök inlemişti.

13
Kurgu İskelesi / Ejder Kanı - Ruhların Yolculuğu Yayında!
« : 18 Ağustos 2014, 19:46:58 »

Çok uzun zaman önce sona eren yaz, yapılacak düğünün arifesinde tekrar canlanmıştı. Dağların eteklerindeki karlar eriyor, yaz çiçekleri kocaman açıp insanın tekrar tekrar içine çekerek huzur bulduğu kokularıyla şölen ortamı yaratıyordu. Kışın ağaç kavuklarında uyuklayan kuşlarda cıvıl cıvıldı şimdi. Hele kelebekler! Kışın bir tane dahi göremeyeceğiniz altın rengi kelebekler bir anda üremiş, tüm ormanı kaplamıştı.

Genç elf Folwin, bu yaz için özellikle heyecanlıydı. Çocukluğundan beri sevdalısı olduğu Prenses Eloren ile, biricik aşkı ile düğünü vardı bu yaz. Binlerce şarkı, şiir yazmıştı sevgilisine. Her akşam gizli saklı derenin kenarında buluşurlar, hasret giderirlerdi. Artık gizlisi saklısı yoktu. Elf kral Gethmert uzun uğraşlar sonucu da olsa, aşklarını özgürce yaşayabilmeleri için izni vermiş, düğün hazırlıklarını başlatmıştı.

Bugün Folwin'in yapması gereken çok işi vardı. Bir aksilik olmaması gerekiyordu. Bu düğün öyle büyük ve görkemli olmalıydı ki, komşu elfler düğünün zarafeti altında ezilmeliydi. İlk önce dostu Carnarel'e uğradı. Carnarel genç, kaslı ve epeyce de yakışıklı bir gençti. Maalesef ki bir bacağı topaldı. Folwin dostuna sabah selamını verdi ve sarmaşıkların birbirine geçirilmesiyle yapılan koltuğa oturdu.

"Ne hoş bir sabah, öyle değil mi? " dedi Folwin.

Carnarel yazı masasından kaldırdı başını. Pek keyfi yok gibiydi.

"Öyle, öyle ama, bu hoş sabahta yalnız bıraktı beni ilham perilerim," dedi Carnarel, sıkıntılı bir geçirerek.

"Üzülme dostum," dedi Folwin, "ilham perileri geri geldiğinde çok daha iyilerini yazacağına eminim."

"Beni de korkutan bu, "diye cevap verdi Carnarel." Ya ilham perilerim geri gelmezse, o zaman ne olacak?"

Folwin cevap veremedi. Dostunu, can yoldaşını hiç bu kadar çaresiz ve karamsar görmemişti. Oysa Carnarel, çok neşeli ve şiir yazma konusunda çok yetenekli bir elfti. Folwin'in ricası üzerine onlarca şiir yazmıştı. Hepsi de mükemmeldi. Ancak Carnarel şiirlerini tekrar tekrar okuyor, sonra onların değersiz ve basit olduklarını düşünüp bir kenara atıyordu. Folwin ne kadar uğraşırsa uğraşsın, şiirlerin harika yazıldığını kanıtlayamamıştı.

"Hiç böyle olmazdım, Folwin," dedi sonunda Carnarel." Hiç. Aklıma fena şeyler geliyor hep, kafamı karıştırıp kayboluyorlar. Geceleri rüyalarıma giriyor kan revan içinde kalmış cesetlerin görüntüsü. Bilirsin takmam kafama böyle şeyleri, ama olmuyor işte. Yazmak istemiyorum, çünkü her kalemi oynattığımda mürekkepten siyah değil, kızıl akıyor."

Folwin oturduğu yerden ağaya kalktı ve arkadaşının sırtını sıvazladı.

"Beni korkutuyorsun dostum, gel biraz seninle dolaşalım. İyi gelir."

"Bana hiç bir şey iyi gelmez bundan sonra," dedi Carnarel. "Ama seni kırmayacağım, gezelim öyleyse."

Böylece beyaz çiçeklerin pırıltılar saçtığı yolu takip ederek derenin kenarına indiler. Kayalıkların üstüne oturdular. Algorther derlerdi bu dereye. Doğunun soğuk dağlarından, ısınarak gelir. Yavaş akar ama güçlü ve berraktır, gürdür. Önüne çıkanı sürükler durur. Elfler kayalıkların üstünde oturup muhabbet etmeyi, şarkılar söylemeyi pek severler. Hele ki derenin hararetlendiği günlerde kayalıkları döve döve, sıcacık suyunu sıçrata sıçrata akıp gittiği anı daha da severler.

"Ne zamandır yazamıyorsun?" diye sordu Folwin.

Carnarel başını kaldırdı, alev alev tutuşan yeşil gözleriyle Folwin' e döndü.

"Babam kaybolduğundan beri."

"Rüyalarına giriyor mu?"

"Hayır," diye cevapladı Carnarel." Hayır, çehresini bile unuttum babamın. Ne rüyalarıma, ne hayallerime ne de hatıralarıma uğrar oldu." Sesi belli belirsiz bir hüznün, öfkenin kıvılcımı gibiydi." Saçını, bakışını unuttum. O muhteşem sesini unuttum ya, kendimi daha da rezil hissediyorum, Folwin!"

Folwin bir kez daha arkadaşının sırtını sıvazladı, onun yanında olduğunu, her zaman da yanında olacağını söyledi. Onların bağları daha çocukluktan geliyordu. Carnarel'in babası gür ve kahverengi saçlarını tarardı hep. Folwin bunu hatırlıyordu. Dostuna anlattı. Zihninde babasını kaybeden dostuna tekrar hatırlatmaya çalıştı babasını. Ama Carnerel, öfkeyle elini salladı ve daha fazla dinlemek istemediğini söyledi Folwin' e.

"Sus dostum, sus. Babamı hatırlayıp kahrolmak istemiyorum."

"Babanı unutursan daha da kahrolacaksın!" diye bağırdı Folwin. "Babanın hayatta olduğunu ve elbet bir gün geri döneceğini söylemedi mi sana Yeşil Büyücü?"

Carnarel hışımla ayağa kalktı. "Yeşil Büyücü? O sadece Yeşil Büyücü. Ağaçlarla konuşur, onların nefesini dinler, gerekirse duygularına hükmeder. Ama babam hakkında hiç bir şeyi bilemez!"

"Büyücüler irfan sahibidir," diye hatırlattı Folwin. "Yeşil, Beyaz veya Gri, farketmez. O büyücü. Yapraklar, ağaçlar, ormanlar ona söyleyebilir babanın dönüp dönmeyeceğini."

Carnarel susup kaldı. Ama içinde kimbilir ne fırtınalar kopuyordu. Daha fazla arkadaşını üzmeden arkasını döndü ve gitti. Folwin'in  başından aşağıya doğru buz gibi sular boşalmıştı sanki. Hem suçlu hem de haklı olduğunu düşünüyordu. O da daha fazla kalmadı derenin kıyısında. Rüzgarın uğultusuyla sallanan soluk fenerlerin ışığı altında, çimenlerin üstüne uzandı ve derin bir uykuya daldı.

14
Tartışma Platformu / Yazarların İsimleri
« : 12 Nisan 2014, 17:36:52 »
Fantastik türde özellikle yabancı yazarların kitapları ülkemizde çok okunuyor. Acaba Fantastik türde yazan bir Türk yazar, kendi ismini kullanmak yerine yabancı bir isim kullansa ne kadar başarılı olur?  "A bu yabancıymış, kesin iyi yazmıştır bunu alalım," mı der okurlarımız?

Bu konu hakkında fikirlerinizi, yorumlarınızı bekliyorum.

15
Tartışma Platformu / Ynt: Yeni Bir Dünya Yaratmak
« : 26 Mart 2014, 21:47:24 »
Kesinlikle farklı şeyler olacak. Üstelik ben Taht Oyunlarının ilk kitabını okudum sadece. Diğer kitaplarını okumadım. Sadece, acaba bir kıta, diyar yaratsam, üstüne iki üç krallık gibi bir şey eklesem nasıl olur diye düşündüm.

Sayfa: [1] 2