Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Esvollar Mannelig

Sayfa: [1]
1
Liman Kütüphanesi / Ynt: Beğendiğiniz Alıntılar
« : 13 Mayıs 2015, 08:54:53 »
"Şans daha çok gerçek savaşçının doğru hareketleri yapmasıyla elde ettiği avantajdır."

Drizzt Do'Urden, Wulfgar'ın Ingeloakastimizilian'ı öldürürken yaptığı hamleye ithafen - Buçukluğun Mücevheri

2
Kurgu İskelesi / Ynt: Fantastik Resimler Üzerine Öyküler
« : 12 Mayıs 2015, 17:54:06 »
Spoiler: Göster
Hureeey, gördüm. Ben de katılayım dedim müsaadenizle.



Mavi göğe tutunmuş seyrek bulutların secde ettiği güneş sarı ışınlarıyla yeryüzünü cümbüşe boğmuştu. Gök kubbeden boşalan ışıklar likenlerin ve yosunların üzerinde sekiyor, sonra daha iri olan bitkilerin yapraklarını  süsleyip tekrardan engin mavilerine kavuşuyorlardı.

Birkaç mil gerideki arazi, bir diyar boyu ilerleyen yağmur ormanlarının sınırını teşkil ederdi. Ve bu sınırın alt tarafındaki tepelerde hüküm süren tiran Eoghan, uzak akrabaları sayılan kar barbarlarının adetlerini, adeta dalgalı bir deniz misali ufkun ötesindeki ufka karışan yağmur ormanlarında devam ettirmek niyetindeydi. Ne var ki bu tiranın istekleri oldukça acımasız ve yöre halkına zarar verecek nitelikteydi. Binaenaleyh yağmur ormanlarının kraliçesi, Migdaly Morkere, en maharetli savaşçısını -ki kraliçeyle adaştı- Eoghan'ı öldürüp, sınır bölgesindeki barışı sağlamak üzere tiranın arazisine yollamıştı.

"Bu yağmur ormanlarındaki huzur ortamını bozduğun ve hükümdarımız, Kraliçe Morkere'ye baş kaldırdığın için seni ölüme mahkum ediyorum Barbar Eoghan," diye ilan etti az önce kazanmış olduğu bir dövüşün ardından. Savaşçı Migdaly, soğukkanlı bir aşinalıkla taşıdığı kırbacı ile Eoghan'ın dev gürzüne meydan okumuş ve galip gelmişti. Kırbacıyla dev adamı öbür tarafa yollamasının zor olacağını bildiğinden ötürü, yerden bir taş alarak elinde şöyle bir tarttı. Sonra da kolunu havaya kaldırıp, taşı birdenbire Eoghan'ın alnının çatına geçirdi. "Yaşasın Morkere!"




3
Oyunlar / Ynt: Hearthstone
« : 12 Mayıs 2015, 16:38:11 »
Ben de bir Hearthstone oyuncusuyum! Keşfettiğim günden bu yana düzenli olarak oynuyorum. Priest ve Druid geliştirmeye özen göstermekteyim. Ama Priest'e olan ilgim daha önce başladığı için -30 level olmuştur kendisi-destesi daha iyi. Yine bir turnuva düzenleyecek olursanız beni de yazın. Esvollar#2869 battle tag'im  :D

4
Kurgu İskelesi / Valonlahde'nin Kolcuları -Hikaye-
« : 10 Mayıs 2015, 23:42:09 »
Selam olsun Rıhtım'ın muteber halkına! Ben Esvollar -ya da bazı hikayelerimde Flingor- Mannelig. Dün Laki'nin paylaşmış olduğu şiirin hikayesini sizlere sunmaya karar verdik. Sert mizaçlı buz tanrılarının arasından sıyrılmış, kolcuların gözdesi olan Valonlahde'ye hizmet eden bir grup kahramanı ve bu kahramanların başını çeken, başlarından musibet ve macera hiç eksik olmayan kardeşlerin hikayesiyle sizi baş başa bırakıyorum. Okumaya başlamadan evvel bir kupa bira temin etmeniz önerilir!  :fight:




Al Geyik Kolcularının iki mensubu, serüvenler dizilerine bir başka macerayı daha eklemişlerdi. Bineklerinin sırtlarında İki Ay Hanı’nın güvenli çehresine adım atmışlar, burunlarına ilişen dostane yemek kokularıyla mest olmuşlardı. Hanın içinden çıkan derbeder kılıklı bir kahya, kahramanların atlarını alıp ahıra yerleştirmek üzere onlara doğru  yürüdü. “Hoş geldiniz efendiler!” diye selamını verdikten sonra hayvanların yularlarını kavradı. Bunun üzerine kahramanlar da vakar bir edayla başlarını oynatarak teşekkürlerini kahyaya sunduktan sonra atlarından indiler. Ayak tabanlarıyla toprağı hissetlikleri için derin birer nefesle ciğerlerini doldurup esnediler. Saatlerdir at sırtında yolculuk etmekteydiler, kasıkları ve sırtları katlanılmaz bir acıyla kasılmaktan hissizleşmişti. Birbirlerine bakıp, nihayet rahata kavuştuklarının sevincini gözlerinde okuduktan sonra  hana doğru yürümeye koyuldular.

Altın kaplamalı kapı tokmağının üzerine, vücudu kıvrılan bir ejderhayı arkadaki iki ayağıyla tekmeleyen bir geyik çizilmişti. Boynunda uzun kıllar olan, heybetli boynuzlara sahip bir geyik değildi bu. Ancak narin duruşu ve cesur mizacı ile, yelesi alev alan aslanlarla bile aşık atabilecek kadar çevik gözüküyordu. Flingor Mannelig, deri eldivenini parmaklarından sıyırarak kapı tokmağına dokundu. İşlemeleri kısa bir süreliğine okşadıktan sonra eve geldiği için epey müsterih hissettiğini farkına vardı. Kapıyı itti. Yüzüne çarpan sıcaklık ve yoğun hava, suratını gıdıklayarak dışarıya doğru esti. Şöminede çatırdayan ağaçların pürüzlü dokularında sıkışmış reçinelerin eridiğinde oluşturduğu acı aroma salona egemen olmuştu. İki Ay Hanı’nı çevrelemiş olan ormanda yayılan tevatürler, bu reçinelerde ağaçların ruhlarının saklı olduğunu, yakıldıklarında ise ruhların özgür kalıp bulundukları alanı koruduklarını söylerdi. Haksız da değillerdi hani. Zira İki Ay, şimdiye kadar kem varlıkların sıfatını hiç görmemiş bir handı. Bunun sebebinin işte bu ağaç ruhları olduğuna inanılırdı.

“Evimize hoş geldik Lavin,” diye seslendi arkasından gelen dik başlı, cesur mizaçlı adama. Bu kahraman, Flingor Mannelig’in ağabeyi ve yoldaşıydı. İki Ay Hanı’nın iki kurucusundan biri olan Lavin Laki Mannelig idi.

Hanın bir köşesinde, başlarındaki bantlara tuğlar yapıştırılmış, püsküllü giysiler giyen siyah saçlı adamlar bulunuyordu. Sandalyelerinin kenarlarına astıkları deri çantalarından dokümanlar saçılıyor, masayı kemikten yapılmış mızraklar ve envai çeşit bitki beziyordu. Bunun yanı sıra, elden örneksiz çizilmiş birkaç harita da göze çarpmaktaydı. Başka bir köşede ise çalgılarına sarılmış bir bay, bir de bayan ozan neşeli bir şarkı söylüyordu. Gecenin kenarından damlayan mehtabın şavkıyla ilgili birkaç satır hanın duvarlarında yankılandıktan sonra, Flingor’un gözü önünden geçen bir hizmetçiye takıldı; kadının maharetli ellerinde hiç sarsmadan taşıdığı bütün bir tavuk dumanlarını sala sala bir masaya doğru ilerliyordu. Derken hemen yanlarındaki taburede bir hareketlilik sezdiler. Zıpır bir buçukluk oturağının tepesine çıkmış, elindeki kızıl renkli iksirin etkilerini yanındakilere anlatmaya çalışıyordu. Öte yandan duvarlarda asılı olan türlü yabani hayvan başlarının yanına ancak bir hafta önce hayatını yitirmiş bir buz ejderhasının kafatası, sakalları yeni terlemiş iki kahya aracılığı ile özenle tutturuluyordu. Alelade karşılaşılan kır hanlarından birisi değildi İki Ay. Bu hana kahramanlar ve görüp görülebilecek en çılgın misafirler uğrardı.

Her zaman oturdukları masada yerini almak üzere adımlarını sağa çevirdi. Merdivenin hemen köşesinde duran ladin bir masaydı bu. İki kişilikti. Flingor yerini alınca, Lavin de müsterih bir gülümseme ile boş olan sandalyeye yaslandı. Derken, oradan oraya koşuşturan bir ev hanımı elindeki gümüş tepsiden aldığı iki adet birer litrelik maşrapalara doldurulmuş biraları masanın üzerine koyuverdi. “Afiyet olsun baylar!”

Flingor maşrapanın pirinç sapından tutup salona doğru hızla savurdu ve “İçelim!” diye nara attıktan sonra birayı dudaklarının arasından boşalttı. Ağzına girmesini ümit ettiği sıvının yarısı sakallarına aksa da buna aldırış etmeden içmeye devam etti. İçkinin tamamı nihayet tüm tazeliği ile midesine iner inmez maşrapayı masaya sertçe vurdu ve derin bir nefes verdi. “Ah, taştan saraylarındaki cüceler bile böylesine kaliteli biralar imal edemiyordur bahse varım,” diye belirtti Lavin’e bakarak. Ağabeyi, Flingor’a göre daha yavaş ve sessiz sakin içkisini yudumluyordu. Buna rağmen onun da sakalına birkaç damla içki tutunmayı başarmıştı.

Dostlar, bir süre için maceralarındaki masrafları ve kazandıkları para ile bunu nasıl dengeleyebileceklerini tartıştılar. Ne var ki böylesine huzurlu ve omuzlarından yorgunluğun ağır yüklerini attıkları bir anda, mali meselelerin üzerinde pek durmamayı yeğ tutup, kıydıkları canlar üzerinde konuştular. Bir trol, bir ejderha, hatta bir hayalet… Türlü türlü tehlikeyle doluydu, iki kardeşin kılıçlarından geçenlerin listesi.

Flingor, çizmesinin tabanındaki kabarayı parkeye sürterek kardeşinin anlattığı bir sahneyi merakla dinlerken, ladin masaya yönelen bir başka ev hanımı gözlerine ilişti. Etekleri yeri süpüren bol elbisesi ve dantelli önlüğü ile pek nazik gözüküyordu. Korsesinden fışkıran göğüslerinin hemen üzerini gösterişli bir kolye süslemişti. “Yemekleriniz, baylar!” diye ilan etti bir Lavin’e, bir de Flingor’a bakarak. Sonra da tepsisinden iki güveç, birer kadeh baharatlı şarabı masaya yerleştirdi. “Afiyet olsun,” diye gülücükler saçtıktan sonra başka masalara hizmet etmek üzere salına salına uzaklaştı. İki Ay Hanı’nın kadınları pek hoş olurdu. Omuzlarından dökülen saçlarının eşsiz bukleleri, onlar adım attıkça dans ederek güneşin güzelliğini kıskandıracak bir görüntü oluştururdu.

Pürüzsüz bir sema altında coşkulu şarkılarla kahkahalara boğulan han, pürüzsüz bir gecede gelen iki kolcu ile şenlenmişti…

Yükseldikçe enleşerek ve dağılarak havaya karışan halkaları seyrederken son birkaç haftanın olaylarını geçiriyordu aklından Lavin. Kaşlarını çatmış çatırdamakta ve harlanmakta olan ateşi izlerken ağzının kenarından sarkan gül ağacından yapılma piposunu tüttürüyordu bir yandan da. Evlerine, yıllar önce temellerini birlikte attıkları ve nice zorluklara göğüs gererek yükselttikleri; namını Diyar'ın dört bir yanındaki maceraperest ve ozanlara yaydıkları hanlarına dönmüşlerdi işte. Günlerdir bunun hayalini kurmuyor muydu zaten? Birkaç maceraperestin kuytu köşelerde demlendiği, bir ozanın uzaktaki tundralara yahut ormanın içlerindeki adı sanı duyulmamış kadim ruhları konu edinen baladlarını söyledikleri, istenmeyen küçük hırsızların - genelde buçukluklara mensup olan ve yankesicilerin sarhoş birkaç iri kıyım yolcuyu soymaya niyetlendikleri hanlarında genişçe şöminenin karşısında kurulup ayaklarını ısıtmayı ve uyuklamayı hayal etmemiş miydi? Muhakkak etmişti ve hâlâ bu hayaline kavuşamamış gibi hissedip heyecanlanıyordu da ama zihnini kurcalayan birkaç konu vardı. Üzerinde durmaktan hem çekindiği hem de geceler boyu kafa yorması gerektiğini düşündüğü, bir an önce halledilmesi elzem olan birkaç husus...

Bir taraftan kendilerine servis edilen enfes güveçlerini yerken, bir taraftan da tadını özledikleri mekanlarına özgü baharatlı şaraplarından kana kana içerken İki Ay Hanı'nın masrafları hakkında konuşmuştu kardeşi Flingor'la. Bir maceradan dönmüşlerdi ve keseleri altın doluydu. İnlerine girip kötücül ruhlarını bedenlerinden 'azat ettikleri' trollerden ve ork çetelerinden topladıkları birkaç parça değerli mücevher de ilaveydi yanında. Hanın bir aylık yiyecek stoğunu rahatça karşılamaya yetecek altınları, eksikliklerini tamamlamalarını sağlayacak - satıldığında masraflardan arta kalıp da hizmetlilere bahşiş olacak dağıtacakları mücevherlerden payları vardı. Bu meseleyi halletmişlerdi bile. Çakırkeyif olup arkasına yaslanarak tatlı tatlı uyuklamak varken huzurunu kaçıran bir şey daha vardı. Kaşlarını iyice çatarak düşündü bunun üzerine. Zihnindeki tortuları kazıdı, kazıdı ve nihayetinde buldu. Onu rahatsız eden, bu gecenin neşesine katılmaktan alıkoyan fikir, uykularına çöreklenen bir karabasan misâli dimağına çöreklenmiş olan günün birinde bu hanın toprağa karışacağı, hikayelerinin artık dillendirilmeyeceği, hatta ve hatta birbirlerini bir gün bırakacakları ve davalarını hor görecekleri sanrısıydı. Huzursuz edici bu deli saçmalarını kovmak için başını usulca iki yana salladı ve salonun orta yerinde güney diyarlarına ait destansı bir aşk hikayesini anlatan ozana ilerleyip tek kelime etmeden elindeki arpi kaptı.Şarkısını böldüğü için özür dileyecekti ama onun öncesinde söyleyeceği birkaç kelamı vardı, parmaklarını arpin tellerinin üzerinde gezdirirken içten gelen bir sesle söylemeye başladı, ozana ithafen söylüyordu ama asıl kast ettiği kişi Flingor'du, yoldaşı ve hanın diğer müdavimleri.


Dostum,
Geçmiş çağların sesini taşıyorsun,
elindeki arp sana yabancı,
ve ruhunda hissettiğin sancı:
Çökmüş krallığın son umudu,
Vahim bir kralın kuruntusu...

Valonlahde'nin bahçesinde gezinmektesin
Saçları yıldız tozu kaplı naif ecenin.
Buzdan bıçaklarla deşerken ciğerini, kuzey yelleri;
Bedenin sarp yolları aşıp da ruhun bekler hep eşini.
Sert rüzgar götürürken bir okşayışın izini yanağından
Karanlığı seçersin nerede olursan ol, gün doğumundan.
Mest etmektedir cesur destanın, şanı yücelmiş ozanları
Gün olur başlar senin de hikayen, dillenirken şarkıları.


Gecenin zifri, zehir gibi sürülürken ayın bıçağına
Nihayetsiz bir dostluğun temennisi yansır her şavkında.
Göz yaşına bulanmış ellerim itse de krallığın namını,
Çekmek için hazırdır dostlarım benim yerime gâmını
Mahzun ve kederli - bitâp kaldık mukaddes topraklarda
Döneceğiz krallığımız için elbet aydınlık şafaklarda
Yatağanlar en tiz ıslığıyla yırtarken derin sessizliği
Cesaret alacak o en müphem korkuların yerini
İnancın saf tözüyle; buz, metal ve kanla yoğrulan biz
Evvelden gökte yüzen sancaklarımızla geleceğiz.

Semper fidelis - Semper fidelis - Semper fidelis
Karışırken birbirine kanımız ve nefesimiz
Aidenn yahut Valhalla'yı görmeden hiçbirimiz
Kutlu yolumuzdan sapmayacağız - dönmeyeceğiz
Yakılmış tahtları altında ezilmedik yenik tiranların.

Dehşeti diyarlara asırlarca nam salmış gaddarların-
Korkusu sinmedi en parlak metalden zırhlarımıza
Kof tehditleri yetmedi dimağımızı bulandımaya.
Dillendirirlerken kaba bir üslupla ince alaylarını
Unutulmasın: Bozuk akortlar lekelemez hoş sedaları.
Gafil olan kimseler anlayamaz hayallerin değerini
Zafer arzu ederlerken tadacaklardır hep yenilgiyi
Uzun bir müddet yer altında yaşasak da bir hâlde - hissiz
Kanlı bir şafak ufukta sökerken, gün doğumuna yetişeceğiz.


Semper fidelis - Semper fidelis - Semper fidelis
Karışırken birbirine kanımız ve nefesimiz
Aidenn yahut Valhalla'yı görmeden hiçbirimiz
Kutlu yolumuzdan sapmayacağız - dönmeyeceğiz


Derin bir nefes alıp yaşarmış gözlerini elinin tersiyle sildi. Buruk bir tebessüm takınıp kendisini pür dikkat dinleyenleri de inceledikten sonra yanında donakalmış gibi kendisine bakan ev hanımının tepsisinden bir kupa elf likörü kaptı ve havaya kaldırdı:

''Hiçbir zaman bitmeyecek olan destanımıza. İki Ay Hanı'na, Manneliglere ve dahasına!''







Sayfa: [1]