1
Kurgu İskelesi / Ynt: Yabancı
« : 10 Aralık 2016, 15:28:44 »
Bu bölüm Riley'nin geçmişi ile ilgili bir flashbacktir.
Son sarsıntının üzerinden bir dakika geçtikten sonra,
"Çıkın çocuklar." diye seslendi Riley, ayaklarının yerini tahta masanın üzerinde değiştirirken, geniş salonun kapısına doğru.`Belinde sallanan yıpranmış kabzanın ucu, çiziklerle dolu parke zemine sürtünüyordu. "Bu gecelik bu kadardı."
Birkaç saniyelik kısa bir sessizlikten sonra "Bitirdiler mi!?" diye bağırarak sordu evin diğer odalarından birinden Drizzdel'e ait, tiz tonlar.
"Öyle umuyorum, dostum!" diye karşılık verdi, Riley, hafifçe sırıtarak. "Gerçi tahta bir dolabın top mermilerine karşı nasıl bir koruma sağlayacağını anlayamıyorum."
Cevap gelmedi ancak bir dolabın döşemesinin dört erişkin adamın altında acı çekerken çıkardığı ses, Riley için yeterli bir cevaptı. Birkaç saniye içinde bütün ekip salonun girişindeydi.
"En azından denemiş olarak ölmek isterim." diye cevap verdi Drizzdel, salona girerken. Toz rengi başlıklı bir pelerinin altında basit bir pantolon ve bir tişört giymişti. Üniforma. Peşinde, saçları eski tavandan dökülmüş sıva parçaları ile lekeli, aksi ve aceleci Grayson, kara derili yüzü bembeyaz kesilmiş Lafayette ve her zamanki gibi sakin ve zarif kahyaları Andre geliyordu.
Riley ve dördü, diğer elli gözcü ile beraber, güney cephesinin en uç noktası olan bu şehri, uzun menzilli silahları taşıyan birlik şehre bir hafta uzaklıkta bekleyen dört tümen askere yetişip şehre ulaşana ve güney çıkışının hemen dışında konuşlanmış mevzilere saldırmak için gelene kadar şehri tutmak için emir almışlardı. Emri veren adamın ne düşündüğünü kimse bilmiyordu. Mareşal Salvatore,elli yarı yarıya silahlı adamı, uzun menzilli top bataryalarına karşı bütün bir şehri savunmakla görevlendirmiş sonra da güney ordularının tamamının yönünü batıya çevirmişti. Bu da yetmezmiş gibi belirsiz günlerde ve gece saatleri, onların ateş gücünden yoksun olduğunu bilen düşman bataryaları şehre mermi yağdırıyordu. Geçen iki haftalık sürede gözcüler birkaç günde bir yerlerini değiştirerek atışlardan korunmayı başarmışlardı ancak atış zamanları belirsiz olduğu için risk hala çok yüksekti. Sadece Riley ikametgahını sabit tutmuş, şehir merkezinde daha evvel vurulmuş, kırmızı renkli eski bir binayı tercih etmişti.
"Bu, bu hafta üç etti." diye mırıldandı Lafayette, salondaki birkaç eski kanepeden birine uzanırken eski mobilya, adamın ağırlığı altında inledi. Tam camın altına konulmuş kanepe, bordo renkliydi ve örtüsünün uçları fırfırlıydı.
"İki." diye düzeltti, Grayson, kılıcının kabzası ile oynarken.Riley'nin karşısına, masanın öbür ucundaki tozlu,işlemesiz sandalyeye oturmuştu. "Pazar günü olan geçen haftaya sayılır."
"Siktir git, Grays." diye karşılık verdi Lafayette, yerinde döner ve başını koltuğa gömerken.
Andre hariç, grubun geri kalanı Lafayette'in tepkisine güldü.
"Bir hafta içinde dört saldırı. Hala zaiyat vermemiş olmamız oldukça şaşırtıcı." diye araya karıştı Drizzdel. Hala ayakta, kapı eşiğinde yaslanmış bir halde dikiliyordu.
"Kumandanlarınız sayesinde." dedi Riley. "Mina ve Rezz olmasa şimdiye çoktan talim hedefi olmuştuk."
"Melek" Wilhelmina Higgs ve "Taşduvar" Rezzan Moore, Riley ile beraber öncü kuvvetin kumandasındaki kaptanlardı. Savaş alanında kendilerini defalarca kanıtlamış askerler olarak, elli adamın liderliğine bir savaş alanı terfisi ile getirilmişlerdi. İntihar görevlerine alışkın Riley kendi dörtlüsü ile sabit kalır ve saldırıları üzerinde yoğunlaştırırken diğer ikisi de her gece saldırıya uğramış binaların haritasını çıkartarak bir sonraki saldırının yerini tahmin etmeye çalışıyor ve buna göre birlikleri güvenli olacağını düşündükleri noktalara dağıtıyorlardı. Sistem şimdiye kadar iyi işlemişti ve iki haftadır hiç ölen yoktu.
"Şans sayesinde." diye karşılık verdi Grayson, sandalyesinin üzerinden. Yere bakarken siyah botlarının uçları tahta zeminde o ayaklarını ileri geri salladıkça tıkırdıyordu. "Tek başına saldırıları üzerine çekmek için yeterli değilsin, Riley. En azından kim olduğunu bilmedikleri sürece."
Riley birkaç gecede bir, tek başına şehrin dışına çıkıp, karanlıktan faydalanarak kapılar ile mevziler arasındaki birkaç kilometrelik mesafeyi aşıyor ve nöbetçilere saldırıyordu. Yine de hazırda emir geldiği anda şehri ele geçirmek için bekleyen üç tabur askere çok zarar verebildiği söylenemezdi.
"Onları dışarıda tutan Melek ve Taşduvar'a duydukları korku. Ama bana duydukları nefret daha başka bir şey. Daha karanlık, daha...yakıcı. Pendragon'un şehirde kapana kısıldığını öğrenecek olsalar, kendi kumandanları bile o askerleri geride tutamaz." diye karşılık verdi Riley, ayaklarının yerini masanın üzerinde değiştirirken. "Ve yanımda adam götürüp onlara fazladan zaiyat verdirmeye çalışmak sadece uzun vadede sonuçlarından pişman olacağımız bir hamle olur. Zira bir gecede kaybettikleri adam sayısı tolere edebilecekleri düzeyi aşarsa bu sefer de dikkatlerini üzerimize ihtiyacımız olandan daha fazla çekeriz ki bu da şehre yürüme risklerini yükseltir. Yani Grays senin anlayacağın, bu yıkıntıların içinde saklanıp, arada bir ölen nöbetçilerin kanları ile yetinmek zorundayız."
Grayson karşılık vermek için ağzını açtığında tartışma belki daha da devam edebilirdi ancak dairenin kapısına savrulan vahşi yumruklar bir anda beş adamın birden susmasına sebep oldu. Duruşları dikleşir ve bedenleri harekete geçmeye hazırlanırken hepsinin yüzüne endişeli ifadeler yerleşmişti. Gecenin bu saatinde, hem de bir saldırının hemen ardından kapılarına dikilen birinin iyi haberler ile gelmediğini bilecek kadar uzun süredir savaşıyorlardı. Sadece Riley, gözlerinde umursamaz bakışlarla sandalyesinde geriye yaslanmış, pelerinin başlığını yüzüne doğru çekmişti.
"Andre, rica etsem." dedi Riley, kapının üzerindeki vuruşlar güçlenir ve hızlanırken. Eşiğin öbür ucunda dikilen her kimse sabrını kaybetmeye başladığı açıktı.
Andre cevap vermedi ancak başını sallayarak, hızlı adımlarla salondan çıkıp kızıl renkli tahta kapıya yöneldi. Vuruşların üçüncü serisi başlarken, pirinç kapı kolu hızlıca döndü ve kapı yağlanmamış menteşelerinin ucunda inleyerek açıldı.
Kapının dışında sarı saçları yüzünün keskin hatlarını açıkta bırakacak şekilde başının arkasında toplanmış, yeşil renkli gözleri sert bakışlarla etrafındaki dünyayı süzen bir kadın, kollarını göğsünde kavuşturmuş halde dikiliyordu. Belinde, yıpranmış işlemesi bir kabzanın içinde bir kılıç, nefes alış verişlerine uygun olarak hafifçe sallanıyordu.
"Wilhelmina, hanımım." diye kadını selamladı, Andre, sesini olması gerekenden biraz daha yüksek perdeden çıkartarak. İçerdekilere toparlanmaları için birkaç saniye kazandırmaya çalışıyordu.
"Riley içeride mi?" diye sordu kadın, selamlamayı görmezden gelerek. Sesinin tonları demir ve bronzdu ve bir kılıcın kenarları kadar keskindi.
"İçeri gel, Melek!" diye seslendi Riley, salondan. "Çaya ve alevler içindeki bir şehrin muhteşem manzarasına sahibiz."
Kadının yüzü Melek ismi karşısında hafifçe asılsa da, Riley'e yanıt vermeden eşikten atlayıp içeri daldı. Andre kenara çekilmeye çalışırken o çoktan birkaç uzun adımda salona ulaşmıştı bile. Kahya kapıyı kapayıp kadının arkasından salona girerken botlarını tahta masanın üzerine uzatmış Riley hariç herkes ifadesiz yüzlerle ayakta bekliyordu.
"Rahatlayın çocuklar." diye karşılık verdi kadın, Grayson, Lafayette ve Drizzdel'in taştan oyulmuş yüz ifadelerine bakarken, Grayson'dan boşalan eski sandalyeye oturmuştu. "Ve bana çay getirin.Boğazım eski bir kemik kadar kuru."
Andre emri yerine getirmek için salondan çıkarken, hazırda bekleyen üçlü de boş koltuklara kendilerini bıraktı. Şimdi ifadesiz yüzler gitmiş onun yerine suratlarına meraklı ifadeler yerleşmişti.
"Ne zamandır astlarıma emir verebiliyorsun, Mina?" diye sordu Riley.Yüzü başlığının altında tamamen gizlenmiş sadece, yeşil renkli gözleri görünüyordu. Göstermese de kadının gelişi Riley'nin hoşuna gitmemişti.
"Çayı teklif eden sendin, değil mi?" diye karşılık verdi kadın, Riley'nin gözlerinin tam içine bakarak. Onun gözleri gülüyordu. Riley'nin bela aradığını bilecek kadar uzun süredir tanıyordu onu. Hatta belki de daha uzun süredir.
Koltuklardaki üçlü yerlerinde gerildiklerini gösterircesine rahatsızca yer değiştirirken masadaki ikili onları umursamadan birbirlerine bakmaya devam etti. Riley başlığının karanlığının altından ve Wilhelmina yüzünde muzaffer bir gülümsemeyle.
"Neden geldin?" diye sordu sonunda Riley, göz temasını bozarak.
"İş için, tabii." diye karşılık verdi kadın. "Şehir merkezindeki büyük binalardan birinde saklanan birileri olduğundan şüpheleniyoruz."
"Ve benden ne istiyorsun?" dedi Riley.
"Gidip bakmanı." diye yanıtladı kadın. O sırada Andre odaya elinde dumanı tüten ince, işlemesiz bir fincanla geri dönmüştü. İki uzun adımda kapı ile ikilinin oturduğu masa arasındaki mesafeyi aşıp fincanı Wilhelmina'nın önüne bıraktı ve tekrar geriye çekildi.
O önüne konulan fincanı eline alırken Riley, "Mümkün değil. Bölge an için bir cehennemden farksız ve tuzaklarla dolu." diyerek kadının isteğine karşı çıktı. Biraz önce ayrılan gözleri tekrar buluşurken, Riley ayaklarını masadan indirip sandalyesinde dikleşti. "Ayrıca, yanlış hatırlamıyorsam orayı tutmaktan sorumlu olan da sendin. Beceremediğin işleri üzerime yıkıp, pisliğini toplamamı bekleme."
"Bu bir emirdir Riley." dedi Wilhelmina, fincanını masanın çizikli yüzeyinin üzerine bırakırken. Oturağının üzerinde gerilmişti zira Riley'nin gözlerindeki kıvılcımlar, belanın ayak sesleriydi.
Riley bir an için sandalyesinin üzerindeydi...bir an sonra ise kılıcının keskin yüzü Wilhelmina'nın nazik boynuna dayanmış halde, kadının önünde dikiliyordu. Başlığı, hareket dizisinin hızı yüzünden geriye savrulmuş ve yüzünü açıkta bırakmıştı. Saçları omuzlarına dökülürken, gözlerinin yeşili parıldamaya başlamıştı.
"Kiminle konuştuğunu unutma, Wilhelmina." diye fısıldaı Riley, kadının kulağına doğru. Kılıcı kadının boğazını kesmeyecek kadar hafif ancak çeliğin keskinliğini hissedebileceği kadar sıkı bastırıyordu.
Kadının yüz ifadesi Riley'nin ani tepkisi karşısında sakinliğini korusa da, ağzının kenarının bir an için hafifçe titremiş olması bile aslında korktuğunu gösteriyordu. Yanlarına gelirken bir risk aldığını bilmesinde rağmen genç adamın ona bu kadar sert bir şekilde karşı çıkabileceğini düşünmemişti. İsteyeceği şey tehlikeli ve zordu, Riley de emirlere uymamakla ün yapmış bir adamdı. Tabii, atışmalar, tehditler ve karşılıklı bağırışmalar olacaktı, ama gırtlağına dayanmış bir bıçağı hayal bile etmemişti. Riley, zeki güçlüydü, ancak mantıklı bulmadığı hiçbir emri yerine getirmeme konusundaki inatçılığı ve eylemlerinin tahmin edilemezliği onu herkes için bir tehdit haline getiriyordu.
"Üstüne kılıç çekmek, ciddi bir suçtur Riley." dedi kadın, gırtlağını kılıca fazlaca bastırmamaya özen göstererek hafifçe yutkunduktan sonra. Riley'nin savaş alanındaki gücü ve düşmanlarına saldığı korku sayesinde elde ettiği dokunulmaz konumunu görmezden gelerek konuşmuştu zira sadece zaman kazanmaya çalışıyordu.
Kullandığı isme karşılık, Wilhelmina konuştuğu adamın artık Riley olmadığının farkındaydı. O sandalyeden kalktığı anda, Riley düşünmeyi bırakmış ve sadece içgüdüleri ile hareket etmeye başlamıştı. Bu durumdayken Riley gözün izleyebileceğinden daha hızlı hareket edebilir, anlama ve tepki verme süresi doğal olamayacak kadar kısalırdı. Onu savaş alanında bu yükselmiş farkındalık içinde gören adamlar Pendragon ismini takmışlardı. Anlaşması ya da müzakere etmesi mümkün değildi. Ya yolundan çekilirdin ya da seni ikiye kesip yolunu kendi açardı.
"Angaryalarla uğraşmaktan zevk alan iki salak olmanız ne seni ne de Rezzan'ı benim üstüm yapmaz, Wilhelmina." diye karşılık verdi Riley. Son kelimeyi dudaklarının arasından bir zehiri tükürür gibi söylemişti. "Ve sırf daha önce canlı çıkmayı becerdim diye tekrar bir cehennemin içine isteyerek yürüyeceğimi sanıyorsan, sandığımdan da büyük bir salaksındır."
"Riley, lütfen." diye karşılık verdi Wilhelmina, gözlerindeki sertliğin yerini yumuşak bir ışık alırken. Bu eski günlerde, savaş yaşamını parçalara ayırmadan ve Penragon'u doğurmadan önce Riley'nin görmeye alıştığı bir ifadeydi.
Bir an için Riley'nin yüz ifadesi titredi.
Riley'i korkulacak bir güce dönüştürse de Pendragon'un da yaşayan diğer her varlık gibi bir zayıf noktası, bir aşil topuğu vardı. Anılar, mutlu olanları, Riley bu haldeyken onu saran öfkenin alevlerini söndürerek kendini kontrol edebilmesini sağlıyordu. Kadının yüz ifadesine bakarken Riley'nin gözlerindeki kıvılcımlar zayıflamaya başladı. Eski günlerden kesitler film kareleri gibi önünden geçerken kılıcının kabzasının üzerindeki tutuşu gevşedi ve ışıklar sonsuzluk gibi geçen bir dakikanın sonunda tamamen kayboldu. Her ne kadar, yüzündeki taştan ifade yumuşamamış olsa da Wilhelmina, artık karşısındaki adamın tekrar Riley olduğunu biliyordu.
"Senden başka oradan canlı çıkabilecek hiç kimse yok, Riley." dedi Wilhelmina.
Taştan yüz ifadesini birkaç saniye daha korudu Riley. Pendragon gitmiş olsa bile öfke hala orada, yeşil gözlerin içindeydi. Birkaç saniye daha sarışın kadına baktıktan sonra hızlıca geriye çekildi. Wilhelmina rahatlayarak bir süredir tuttuğu nefesini geri verirken, Riley açılmış başlığını tekrar örttü ve yüzünün kumaşın karanlık kıvrımları içinde kaybolmasına izin verdi.
"Bir kez daha, tek bir kez daha, karşıma dikilirsen Melek." diye söze başladı Riley, yüzeyi çentiklerle dolu kılıcı kınına kaydırırken. "Tanrı şahidim olsun, bir daha hiç kimsenin karşısına dikilemeyeceğinden emin olurum."
Ve kimsenin cevap vermesine fırsat bırakmadan arkasını dönüp, peşinde Drizzdel ile harekete geçti.
Son sarsıntının üzerinden bir dakika geçtikten sonra,
"Çıkın çocuklar." diye seslendi Riley, ayaklarının yerini tahta masanın üzerinde değiştirirken, geniş salonun kapısına doğru.`Belinde sallanan yıpranmış kabzanın ucu, çiziklerle dolu parke zemine sürtünüyordu. "Bu gecelik bu kadardı."
Birkaç saniyelik kısa bir sessizlikten sonra "Bitirdiler mi!?" diye bağırarak sordu evin diğer odalarından birinden Drizzdel'e ait, tiz tonlar.
"Öyle umuyorum, dostum!" diye karşılık verdi, Riley, hafifçe sırıtarak. "Gerçi tahta bir dolabın top mermilerine karşı nasıl bir koruma sağlayacağını anlayamıyorum."
Cevap gelmedi ancak bir dolabın döşemesinin dört erişkin adamın altında acı çekerken çıkardığı ses, Riley için yeterli bir cevaptı. Birkaç saniye içinde bütün ekip salonun girişindeydi.
"En azından denemiş olarak ölmek isterim." diye cevap verdi Drizzdel, salona girerken. Toz rengi başlıklı bir pelerinin altında basit bir pantolon ve bir tişört giymişti. Üniforma. Peşinde, saçları eski tavandan dökülmüş sıva parçaları ile lekeli, aksi ve aceleci Grayson, kara derili yüzü bembeyaz kesilmiş Lafayette ve her zamanki gibi sakin ve zarif kahyaları Andre geliyordu.
Riley ve dördü, diğer elli gözcü ile beraber, güney cephesinin en uç noktası olan bu şehri, uzun menzilli silahları taşıyan birlik şehre bir hafta uzaklıkta bekleyen dört tümen askere yetişip şehre ulaşana ve güney çıkışının hemen dışında konuşlanmış mevzilere saldırmak için gelene kadar şehri tutmak için emir almışlardı. Emri veren adamın ne düşündüğünü kimse bilmiyordu. Mareşal Salvatore,elli yarı yarıya silahlı adamı, uzun menzilli top bataryalarına karşı bütün bir şehri savunmakla görevlendirmiş sonra da güney ordularının tamamının yönünü batıya çevirmişti. Bu da yetmezmiş gibi belirsiz günlerde ve gece saatleri, onların ateş gücünden yoksun olduğunu bilen düşman bataryaları şehre mermi yağdırıyordu. Geçen iki haftalık sürede gözcüler birkaç günde bir yerlerini değiştirerek atışlardan korunmayı başarmışlardı ancak atış zamanları belirsiz olduğu için risk hala çok yüksekti. Sadece Riley ikametgahını sabit tutmuş, şehir merkezinde daha evvel vurulmuş, kırmızı renkli eski bir binayı tercih etmişti.
"Bu, bu hafta üç etti." diye mırıldandı Lafayette, salondaki birkaç eski kanepeden birine uzanırken eski mobilya, adamın ağırlığı altında inledi. Tam camın altına konulmuş kanepe, bordo renkliydi ve örtüsünün uçları fırfırlıydı.
"İki." diye düzeltti, Grayson, kılıcının kabzası ile oynarken.Riley'nin karşısına, masanın öbür ucundaki tozlu,işlemesiz sandalyeye oturmuştu. "Pazar günü olan geçen haftaya sayılır."
"Siktir git, Grays." diye karşılık verdi Lafayette, yerinde döner ve başını koltuğa gömerken.
Andre hariç, grubun geri kalanı Lafayette'in tepkisine güldü.
"Bir hafta içinde dört saldırı. Hala zaiyat vermemiş olmamız oldukça şaşırtıcı." diye araya karıştı Drizzdel. Hala ayakta, kapı eşiğinde yaslanmış bir halde dikiliyordu.
"Kumandanlarınız sayesinde." dedi Riley. "Mina ve Rezz olmasa şimdiye çoktan talim hedefi olmuştuk."
"Melek" Wilhelmina Higgs ve "Taşduvar" Rezzan Moore, Riley ile beraber öncü kuvvetin kumandasındaki kaptanlardı. Savaş alanında kendilerini defalarca kanıtlamış askerler olarak, elli adamın liderliğine bir savaş alanı terfisi ile getirilmişlerdi. İntihar görevlerine alışkın Riley kendi dörtlüsü ile sabit kalır ve saldırıları üzerinde yoğunlaştırırken diğer ikisi de her gece saldırıya uğramış binaların haritasını çıkartarak bir sonraki saldırının yerini tahmin etmeye çalışıyor ve buna göre birlikleri güvenli olacağını düşündükleri noktalara dağıtıyorlardı. Sistem şimdiye kadar iyi işlemişti ve iki haftadır hiç ölen yoktu.
"Şans sayesinde." diye karşılık verdi Grayson, sandalyesinin üzerinden. Yere bakarken siyah botlarının uçları tahta zeminde o ayaklarını ileri geri salladıkça tıkırdıyordu. "Tek başına saldırıları üzerine çekmek için yeterli değilsin, Riley. En azından kim olduğunu bilmedikleri sürece."
Riley birkaç gecede bir, tek başına şehrin dışına çıkıp, karanlıktan faydalanarak kapılar ile mevziler arasındaki birkaç kilometrelik mesafeyi aşıyor ve nöbetçilere saldırıyordu. Yine de hazırda emir geldiği anda şehri ele geçirmek için bekleyen üç tabur askere çok zarar verebildiği söylenemezdi.
"Onları dışarıda tutan Melek ve Taşduvar'a duydukları korku. Ama bana duydukları nefret daha başka bir şey. Daha karanlık, daha...yakıcı. Pendragon'un şehirde kapana kısıldığını öğrenecek olsalar, kendi kumandanları bile o askerleri geride tutamaz." diye karşılık verdi Riley, ayaklarının yerini masanın üzerinde değiştirirken. "Ve yanımda adam götürüp onlara fazladan zaiyat verdirmeye çalışmak sadece uzun vadede sonuçlarından pişman olacağımız bir hamle olur. Zira bir gecede kaybettikleri adam sayısı tolere edebilecekleri düzeyi aşarsa bu sefer de dikkatlerini üzerimize ihtiyacımız olandan daha fazla çekeriz ki bu da şehre yürüme risklerini yükseltir. Yani Grays senin anlayacağın, bu yıkıntıların içinde saklanıp, arada bir ölen nöbetçilerin kanları ile yetinmek zorundayız."
Grayson karşılık vermek için ağzını açtığında tartışma belki daha da devam edebilirdi ancak dairenin kapısına savrulan vahşi yumruklar bir anda beş adamın birden susmasına sebep oldu. Duruşları dikleşir ve bedenleri harekete geçmeye hazırlanırken hepsinin yüzüne endişeli ifadeler yerleşmişti. Gecenin bu saatinde, hem de bir saldırının hemen ardından kapılarına dikilen birinin iyi haberler ile gelmediğini bilecek kadar uzun süredir savaşıyorlardı. Sadece Riley, gözlerinde umursamaz bakışlarla sandalyesinde geriye yaslanmış, pelerinin başlığını yüzüne doğru çekmişti.
"Andre, rica etsem." dedi Riley, kapının üzerindeki vuruşlar güçlenir ve hızlanırken. Eşiğin öbür ucunda dikilen her kimse sabrını kaybetmeye başladığı açıktı.
Andre cevap vermedi ancak başını sallayarak, hızlı adımlarla salondan çıkıp kızıl renkli tahta kapıya yöneldi. Vuruşların üçüncü serisi başlarken, pirinç kapı kolu hızlıca döndü ve kapı yağlanmamış menteşelerinin ucunda inleyerek açıldı.
Kapının dışında sarı saçları yüzünün keskin hatlarını açıkta bırakacak şekilde başının arkasında toplanmış, yeşil renkli gözleri sert bakışlarla etrafındaki dünyayı süzen bir kadın, kollarını göğsünde kavuşturmuş halde dikiliyordu. Belinde, yıpranmış işlemesi bir kabzanın içinde bir kılıç, nefes alış verişlerine uygun olarak hafifçe sallanıyordu.
"Wilhelmina, hanımım." diye kadını selamladı, Andre, sesini olması gerekenden biraz daha yüksek perdeden çıkartarak. İçerdekilere toparlanmaları için birkaç saniye kazandırmaya çalışıyordu.
"Riley içeride mi?" diye sordu kadın, selamlamayı görmezden gelerek. Sesinin tonları demir ve bronzdu ve bir kılıcın kenarları kadar keskindi.
"İçeri gel, Melek!" diye seslendi Riley, salondan. "Çaya ve alevler içindeki bir şehrin muhteşem manzarasına sahibiz."
Kadının yüzü Melek ismi karşısında hafifçe asılsa da, Riley'e yanıt vermeden eşikten atlayıp içeri daldı. Andre kenara çekilmeye çalışırken o çoktan birkaç uzun adımda salona ulaşmıştı bile. Kahya kapıyı kapayıp kadının arkasından salona girerken botlarını tahta masanın üzerine uzatmış Riley hariç herkes ifadesiz yüzlerle ayakta bekliyordu.
"Rahatlayın çocuklar." diye karşılık verdi kadın, Grayson, Lafayette ve Drizzdel'in taştan oyulmuş yüz ifadelerine bakarken, Grayson'dan boşalan eski sandalyeye oturmuştu. "Ve bana çay getirin.Boğazım eski bir kemik kadar kuru."
Andre emri yerine getirmek için salondan çıkarken, hazırda bekleyen üçlü de boş koltuklara kendilerini bıraktı. Şimdi ifadesiz yüzler gitmiş onun yerine suratlarına meraklı ifadeler yerleşmişti.
"Ne zamandır astlarıma emir verebiliyorsun, Mina?" diye sordu Riley.Yüzü başlığının altında tamamen gizlenmiş sadece, yeşil renkli gözleri görünüyordu. Göstermese de kadının gelişi Riley'nin hoşuna gitmemişti.
"Çayı teklif eden sendin, değil mi?" diye karşılık verdi kadın, Riley'nin gözlerinin tam içine bakarak. Onun gözleri gülüyordu. Riley'nin bela aradığını bilecek kadar uzun süredir tanıyordu onu. Hatta belki de daha uzun süredir.
Koltuklardaki üçlü yerlerinde gerildiklerini gösterircesine rahatsızca yer değiştirirken masadaki ikili onları umursamadan birbirlerine bakmaya devam etti. Riley başlığının karanlığının altından ve Wilhelmina yüzünde muzaffer bir gülümsemeyle.
"Neden geldin?" diye sordu sonunda Riley, göz temasını bozarak.
"İş için, tabii." diye karşılık verdi kadın. "Şehir merkezindeki büyük binalardan birinde saklanan birileri olduğundan şüpheleniyoruz."
"Ve benden ne istiyorsun?" dedi Riley.
"Gidip bakmanı." diye yanıtladı kadın. O sırada Andre odaya elinde dumanı tüten ince, işlemesiz bir fincanla geri dönmüştü. İki uzun adımda kapı ile ikilinin oturduğu masa arasındaki mesafeyi aşıp fincanı Wilhelmina'nın önüne bıraktı ve tekrar geriye çekildi.
O önüne konulan fincanı eline alırken Riley, "Mümkün değil. Bölge an için bir cehennemden farksız ve tuzaklarla dolu." diyerek kadının isteğine karşı çıktı. Biraz önce ayrılan gözleri tekrar buluşurken, Riley ayaklarını masadan indirip sandalyesinde dikleşti. "Ayrıca, yanlış hatırlamıyorsam orayı tutmaktan sorumlu olan da sendin. Beceremediğin işleri üzerime yıkıp, pisliğini toplamamı bekleme."
"Bu bir emirdir Riley." dedi Wilhelmina, fincanını masanın çizikli yüzeyinin üzerine bırakırken. Oturağının üzerinde gerilmişti zira Riley'nin gözlerindeki kıvılcımlar, belanın ayak sesleriydi.
Riley bir an için sandalyesinin üzerindeydi...bir an sonra ise kılıcının keskin yüzü Wilhelmina'nın nazik boynuna dayanmış halde, kadının önünde dikiliyordu. Başlığı, hareket dizisinin hızı yüzünden geriye savrulmuş ve yüzünü açıkta bırakmıştı. Saçları omuzlarına dökülürken, gözlerinin yeşili parıldamaya başlamıştı.
"Kiminle konuştuğunu unutma, Wilhelmina." diye fısıldaı Riley, kadının kulağına doğru. Kılıcı kadının boğazını kesmeyecek kadar hafif ancak çeliğin keskinliğini hissedebileceği kadar sıkı bastırıyordu.
Kadının yüz ifadesi Riley'nin ani tepkisi karşısında sakinliğini korusa da, ağzının kenarının bir an için hafifçe titremiş olması bile aslında korktuğunu gösteriyordu. Yanlarına gelirken bir risk aldığını bilmesinde rağmen genç adamın ona bu kadar sert bir şekilde karşı çıkabileceğini düşünmemişti. İsteyeceği şey tehlikeli ve zordu, Riley de emirlere uymamakla ün yapmış bir adamdı. Tabii, atışmalar, tehditler ve karşılıklı bağırışmalar olacaktı, ama gırtlağına dayanmış bir bıçağı hayal bile etmemişti. Riley, zeki güçlüydü, ancak mantıklı bulmadığı hiçbir emri yerine getirmeme konusundaki inatçılığı ve eylemlerinin tahmin edilemezliği onu herkes için bir tehdit haline getiriyordu.
"Üstüne kılıç çekmek, ciddi bir suçtur Riley." dedi kadın, gırtlağını kılıca fazlaca bastırmamaya özen göstererek hafifçe yutkunduktan sonra. Riley'nin savaş alanındaki gücü ve düşmanlarına saldığı korku sayesinde elde ettiği dokunulmaz konumunu görmezden gelerek konuşmuştu zira sadece zaman kazanmaya çalışıyordu.
Kullandığı isme karşılık, Wilhelmina konuştuğu adamın artık Riley olmadığının farkındaydı. O sandalyeden kalktığı anda, Riley düşünmeyi bırakmış ve sadece içgüdüleri ile hareket etmeye başlamıştı. Bu durumdayken Riley gözün izleyebileceğinden daha hızlı hareket edebilir, anlama ve tepki verme süresi doğal olamayacak kadar kısalırdı. Onu savaş alanında bu yükselmiş farkındalık içinde gören adamlar Pendragon ismini takmışlardı. Anlaşması ya da müzakere etmesi mümkün değildi. Ya yolundan çekilirdin ya da seni ikiye kesip yolunu kendi açardı.
"Angaryalarla uğraşmaktan zevk alan iki salak olmanız ne seni ne de Rezzan'ı benim üstüm yapmaz, Wilhelmina." diye karşılık verdi Riley. Son kelimeyi dudaklarının arasından bir zehiri tükürür gibi söylemişti. "Ve sırf daha önce canlı çıkmayı becerdim diye tekrar bir cehennemin içine isteyerek yürüyeceğimi sanıyorsan, sandığımdan da büyük bir salaksındır."
"Riley, lütfen." diye karşılık verdi Wilhelmina, gözlerindeki sertliğin yerini yumuşak bir ışık alırken. Bu eski günlerde, savaş yaşamını parçalara ayırmadan ve Penragon'u doğurmadan önce Riley'nin görmeye alıştığı bir ifadeydi.
Bir an için Riley'nin yüz ifadesi titredi.
Riley'i korkulacak bir güce dönüştürse de Pendragon'un da yaşayan diğer her varlık gibi bir zayıf noktası, bir aşil topuğu vardı. Anılar, mutlu olanları, Riley bu haldeyken onu saran öfkenin alevlerini söndürerek kendini kontrol edebilmesini sağlıyordu. Kadının yüz ifadesine bakarken Riley'nin gözlerindeki kıvılcımlar zayıflamaya başladı. Eski günlerden kesitler film kareleri gibi önünden geçerken kılıcının kabzasının üzerindeki tutuşu gevşedi ve ışıklar sonsuzluk gibi geçen bir dakikanın sonunda tamamen kayboldu. Her ne kadar, yüzündeki taştan ifade yumuşamamış olsa da Wilhelmina, artık karşısındaki adamın tekrar Riley olduğunu biliyordu.
"Senden başka oradan canlı çıkabilecek hiç kimse yok, Riley." dedi Wilhelmina.
Taştan yüz ifadesini birkaç saniye daha korudu Riley. Pendragon gitmiş olsa bile öfke hala orada, yeşil gözlerin içindeydi. Birkaç saniye daha sarışın kadına baktıktan sonra hızlıca geriye çekildi. Wilhelmina rahatlayarak bir süredir tuttuğu nefesini geri verirken, Riley açılmış başlığını tekrar örttü ve yüzünün kumaşın karanlık kıvrımları içinde kaybolmasına izin verdi.
"Bir kez daha, tek bir kez daha, karşıma dikilirsen Melek." diye söze başladı Riley, yüzeyi çentiklerle dolu kılıcı kınına kaydırırken. "Tanrı şahidim olsun, bir daha hiç kimsenin karşısına dikilemeyeceğinden emin olurum."
Ve kimsenin cevap vermesine fırsat bırakmadan arkasını dönüp, peşinde Drizzdel ile harekete geçti.