Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Mu

Sayfa: [1] 2
1
Kurgu İskelesi / Ynt: Hikayeler İndeksi
« : 20 Kasım 2017, 16:19:26 »
Belki de bu konuya sabit etiketi getirmek ve kurgu iskelesi sayfasının en başında kalmasını sağlamak doğru olacaktır. Ne dersiniz?

2
Kurgu İskelesi / Ynt: Diş Perisi Kimdir?
« : 01 Şubat 2016, 23:38:40 »
Doğru vallahi. Hemen yakalamışsınız. Yazmaya başladığımda niyetim ortaya masal tadında bir metin çıkarmak değildi. Aklımda bir plan yoktu ve açıkçası bir paragraf sonra ne olacağını bilmeden plansızca, doğaçlama yazdım. Ne yaptığımdan emin olmadığım için kurguyu iki defa değiştirdim ve sadece geceleri uyumadan önce kurgu hakkında düşündüm.

Sanırım dildeki masalsı havanın eksikliği bu plansızlık yüzünden kaynaklanıyor.

Yazdığınız paragraf çok hoş ancak ben bunu bir tuzak olarak görüyorum. Daha önce başka bir masal girişimimde bunu denemiştim ve kendimi devrik cümleler ile kafiyelerden oluşan bir labirentte bulmuştum. Bu şekilde yazmak beni kısırlaştırıyor. Bu şekilde uzun paragraflar oluşturamıyorum; kurduğum cümleler okuyucuya yapay ve zorlama gelecekmiş gibi hissediyorum. Bu yüzden bu tarzda yazmaktan uzak durmaya çalışıyorum.

Önerdiğiniz kitabı -eğer unutmazsam- edinmeye çalışacağım. Küçüklüğümde kırk öyküden oluşan masal kitabı setim vardı. En sevdiğim masal ise Uçan Sandık adında bir öyküydü. Ancak Keloğlan'ın maceraları haricinde yerli bir masal okumadım. Dede Korkut hikayeleri bu kategoriye girer mi bilmiyorum. Belki de ben çok cahilim.

Yorumunuz için teşekkür ederim.

3
Kurgu İskelesi / Ynt: Kıpkısa Kulübü
« : 31 Ocak 2016, 22:00:25 »
Uzak diyarlarda bir kral yaşarmış. Ancak kendisinin kral olduğunu bilmezmiş. Mutlu mesut yaşamış halkı.

4
Kurgu İskelesi / Diş Perisi Kimdir?
« : 31 Ocak 2016, 21:45:21 »
DİŞ PERİSİ KİMDİR?

Zaman zaman içinde; kalbur saman içinde. Handadır handa bir kara manda; üç yüz yaşındaydım evvel zamanda.  Odunun biri odun vurdu kafama. Kafam koptu; kalktı gitti sarımsak pazarında bir masal satmaya. Ey kafa, koca kafa... Bir olay görmüş susmaz bu kafa. Toplanın ahaliler, ötelerden gelip geçer bu sözler. Diş perisi nedir bilir misiniz?


********

 
Evinin önünde kopan gürültüyle rüyadan uyandı Hüsniye. Ne çabuk sabah olmuştu böyle? Sanki hiç uyumamış gibi geliyordu. Gördüğü rüyaya tekrar dönebilme umuduyda yatakta kıvrıldı. Önce sağa sonra sola döndü. Yorganı başına çekti. Yastığını ters çevirdi ama nafile. Çabaları boşaydı. Uykusu kaçmıştı bir kere. Dışarıdan gelen gürültü bir türlü kesilmiyordu.
İstemeden de olsa gözlerini araladı. Nedense minik odası karanlığa gömülmüştü. Başını kaldırıp ayakucundaki yuvarlak penceresine doğru baktı. Yoksa güneş daha doğmamış mıydı?
Gürültü daha da yoğunlaşmaya başladı. Merak ve öfkeyle karışık duygular içinde yorganı üzerinden atıp ayağa kalktı. Minik kanatlarını gerip uyumaktan ağrıyan belini ovuşturdu. Gökyüzünden kopardığı bulutlardan yaptığı pofuduk terliklerini giyip yuvarlak penceresine doğru yürüdü minik peri.
Evi yaşlı bir meşenin kovuğundaydı. Gövdesi kalın olduğu için güçlü rüzgarlar estiğinde bükülmez, gıcırdamazdı. Kalın gövdesiyle perileri sıcak tutar, yapraklarıyla onlara şarkı söylerdi. Ağaçta yaşayan periler, evlerinde sessizce günlerini geçirir, peri tozuyla oynarlardı. Kendisi gibi pek çok peri yaşıyordu bu yaşlı meşenin gövdesinde.
“Gelin,” demişti ağaç bir ilkbahar günü. “Size verebilecek pek çok oyuğum var.” Onlar da teşekkür edip ağaca yerleşmiş, ağacın canını yakmamak için minik oyuklarına bir çivi bile çakmamışlardı.
Şimdi bu gürültü de ne oluyordu böyle? Yoksa ağaç kendilerine haber vermeden böcekleri de mi davet etmişti kovuklarına? Belki de tüm bu gürültünün nedeni bir ağaçkakandı. Cırtlak sesli, kendini beğenmiş ağaçkakanlara laf geçirmek mümkün değildi. Sabahtan akşama kadar boyalı gagalarıyla ağaçta oyuklar açar, devamlı dedikodu yaparlardı.
Dikkatlice, kanadını ovuşturdu. Kanadını kırmıştı ve sızlıyordu. İyileşmesi uzun zaman alacaktı. Bir gece çok fazla peri tozu içip uçmaya kalkışmıştı ve karşısındaki elmayı görmeyip hızla çarpmıştı. Bir perinin kanadının kırılması bu dünyada başına gelebilecek en kötü şeydi. Uçamıyordu.
Hızlı adımlarla pencereye doğru yürüdü Hüsniye. Hala üzerinde uyku mahmurluğu vardı. Gürültü daha da artmıştı. Minik evi gürültüyle titriyor, raflara dizdiği iksir şişeleri şıngır şıngır ses çıkarıyordu.
Perdeyi açmasıyla bir şaşkınlık nidası koyması bir oldu. Pencerenin camında sayamayacağı kadar çok ayak vardı. Yüzlerce belki de binlerce ayak, cama basa basa ağacın üst kısımlarına doğru tırmanıyordu. 
“Karıncalar,” dedi kendi kendine şaşkınlık içinde. “Karıncalar taşınıyor mu?”
Kalabalık bir karınca ailesi, evinin duvarlarına ve camlarına basa basa ağacın yukarılarına doğru tırmanıyordu. Kahverengi gövdeleri güneş ışığının eve girmesine engel oluyordu.
Ne olup bittiğini öğrenmek için camı aralamaya karar verdi ancak kolu çevirir çevirmez pencere, üzerindeki ağırlığa dayanamayıp hızla açıldı ve minik periyi kıç üstü düşmeye zorladı. Yanlış zamanda, yanlış yere basan bir karınca da gürültüyle evin içine yuvarlanıp Hüsniye'nin üzerine düştü.
Başını kaldırdığında yüzünün hemen dibinde bir çift kapkara dudak gören Hüsniye istemsizce çığlık attı. Karıncayı üzerinden atmak için biraz debelendi. Hızla ayağa kalktı; ufak kanatları öfkeyle vızıldadı.
Karınca ise çaresizce birbirine dolanan altı bacağını kurtarmaya çalışıyordu. Kolay değildi altı bacağı idare etmek. Kısa bir süre sonra o da, kendini toparlayıp düştüğü yerden kalkmayı başardı.
Hüsniye karıncaya dik dik bakıyordu. Karınca ise perinin güzelliği karşısında ezilmişti. Gözlerini kaçırıyordu. Utanmış ve sıkılmış gibi duruyordu. Ne de olsa karşısında masallardan çıkmış bir peri vardı. O ise kapkara, korkunç, çirkin bir karıncaydı.
Sessizliği ilk bozan Hüsniye oldu. “Ne yaptığını sanıyorsun sen!?”
“Evinize isteyerek düşmedim,” diyebildi karınca. “Pencereniz bir anda açılıverdi.”
“Penceremde ne işiniz vardı peki?”
Karınca başını usulca çevirip dışarıyı, geçip giden onlarca karıncayı işaret etti. Karınca ailesi hala yukarılara tırmanmaya devam ediyordu. “Bizim için aşağısı yukarısı yoktur.” Altı bacağını göstererek, “Bunlar yapışır her yere.”
Karınca göz ucuyla periye baktı. “Sizin duvar dediğiniz yerlerde biz yürüyebiliriz.”
Karıncanın utangaç ve ürkek tavırları Hüsniye'yi yumuşatmamıştı. Bu pis kokan, çirkin, kaba yaratıkları hiç sevmiyordu. Tiksindiği bu yaratıklardan birisi şimdi karşısında durmuş, ona bakıyordu. Bu nahoş sohbeti daha fazla uzatmamak için kısa kesmeye karar verdi. “Neden taşınıyorsunuz?”
“Meşe ağacımızın dibinde mantarlar büyüdü. Mantarlar bahar sinekleri gibidir hemen ölüverirler. Bu yaramaz mantarlar ölmeden önce eğlenmek istediler ve bütün kurtları partiye davet ettiler. Kurtlar sabaha kadar dans ediyor.”
Karınca Hüsniye'ye kısa bir bakış daha attı sonrasında hemen gözünü kaçırdı.
“Kurtlar mantar yiyip sarhoş oluyorlar ve kimseyi uyutmuyorlar. Şişko bedenleriyle bizi eziyor, herkesi öpmeye çalışıyor ve devamlı şarkı söylüyorlar.”
Karınca sözünü bitiremeden odada uçuşan peri tozu yüzünden gürültüyle hapşırdı. Hüsniye tiksintiyle bir kaç adım geri çekildi. Tam ağzını açıp ürkek karıncayı bir güzel haşlayacaktı ki karınca sözlerine devam etti. “Biz de hızlıca kelebeğe dönüşüp peşimizi bıraksınlar diye onlara yukarılardan yaprak getirmeye karar verdik -en tazelerinden.”
“Annemiz, ulu kraliçemiz kurtlar yaprak yerse kelebeğe dönüşürler dedi. Tek kurtuluşumuz buymuş.”
“Anlaşıldı,” dedi Hüsniye sabırsız bir şekilde. Pes etmişti. Binlerce karıncayı tek tek durdurup gürültü yapmamalarını söyleyemezdi. Tüm bu hengameye katlanmak zorundaydı. “Sanırım kurtlar kelebeğe dönüşene dek bu gürültüye alışmak zorundayım.”
Karınca, Hüsniye'nin yüzündeki ifadeden bu durumdan duyduğu memnuniyetsizliği anlamış olmalıydı. Belli ki, Hüsniye sessizlik ve huzur istiyordu.
“İsterseniz,” dedi karınca zar zor duyulur bir sesle. “Sizin için karıncalara söyleyebilirim.”
Hüsniye tek kaşını hafifçe kaldırdı. Doğru mu duymuştu? “Bunu gerçekten yapar mısın?”
Hüsniye'nin verdiği tepki karıncayı cesaretlendirmişti. Şimdi ufak, kara kafasını biraz daha kaldırmıştı. Ne zaman göz göze gelseler, ona güzel gözleriyle bakan bu minik perinin karşısında kendisinin ne kadar çirkin ve kaba olduğunun farkına varıyordu.
Ne kadar da güzel bir periydi. Ufak saydam kanatları harikulade bir kavisle arkasına doğru bükülüyordu. Etrafında uçuşan peri tozları kısa pembe eteğini dalgalandırıyor, minik bedeninden parlayan ışık karıncanın kalbine huzur veriyordu. Berrak kahverengi gözlerinde kendi yansımasını görebiliyor, ipeksi saçlarının kokusuyla mest oluyordu. Ancak karşısında ona güzel gözleriyle bakan perinin bir kanadı kırıktı.
“Hey, sana diyorum koca kafalı!”
Hüsniye'nin sesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı karınca. “Evet, elbette,” diyebildi.
Perinin etkilenmesini umarak ince bacaklarından biriyle kendini gösterip biraz göğsünü şişirdi. “Bu hafta çok çalışıp, çok yiyecek topladım. Bu yüzden ailem beni dinleyecektir. Onlara yollarını değiştirmelerini söyleyeceğim.”
“İyi tamam,” dedi Hüsniye aceleyle. Bu pis kokan karıncanın evini daha fazla kirletmesini istemiyordu. Yapışkan ayaklarının döşemede bıraktığı izleri bir güzel silmesi gerekecekti. “Hadi git de söyle o zaman.” Eliyle pencereyi gösterdi.
Karınca dünyalar güzeli bu periye hizmet etme düşüncesiyle mutlu olmuştu. Hala perinin yüzüne uzun süre bakamıyor, utanıyordu ama elinden geldiğince dudaklarını gerip gülümsemeye çalıştı. Başını hafifçe eğip, kibarca bir referans verdi ve arkasındaki pencereye doğru tıkır tıkır seğirtti.
Hüsniye tüm bunları tiksintiyle izliyor, öğürmemek için kendini zor tutuyordu.
Tam karınca pencereden çıkmak üzereydi ki, bir anlık bir duraksama geçirdi. Başını ürkekçe çevirip periye bir kez daha baktı. Hüsniye sabırsız gözlerle kendini izliyordu.
“Şey...” dedi karınca. “Adınız?”
“Hah?” Hüsniye karıncanın ne dediğini duymamıştı. Dışarıdaki gürültü karıncanın kısık sesini basıtırıyordu.
“İsminiz ne acaba?” dedi karınca tüm cesaretini toplayıp. Utancından yüzü kıpkırmızı kesilmişti ancak kara, sert kabuğu bunu gizliyordu.
“Adım Hüsniye,” dedi peri sinirli bir ses tonuyla. Bu kadar soytarılık yeterdi. Bütün gün bu pis yaratıkla konuşacak hali yoktu. Aniden ileriye doğru seğirtti. Pencereyi tutup sertçe kapattı. Kapanan cam karıncayı dışarıya itekledi. Pencereyi bir güzel kilitleyip, perdeyi de üstüne çekti.
“Ailem beni dinlermiş! Hah! Pis yaratık. İçinde yaşadığı sürüyü ailesi sanıyor. Basit bir işçi karınca olduğunun farkında değil galiba.”
Hüsniye söylene söylene yatağına geri döndü. Günü hiç de iyi başlamamıştı.


********


Sonraki birkaç gün sessizlik içinde geçti. Görünüşe göre karınca gerçekten sözünü tutmuştu. Karınca sürüsü artık evinin duvarlarında yürümüyordu. Yollarını değiştirmişlerdi. Hüsniye yeniden sessiz ve sakin günlerine geri dönmüştü.
Bir de her gün kapısına gelen hediyeler olmasa...
Karıncayla konuştuğu günden beri her sabah kapısının önünde bir hediye buluyordu. Yapraktan yapılmış şemsiyeler, topraktan yapılmış biblolar ve bardaklar, taze yağmur suyu, tohumlar, lezzetli böğürtlenler ve türlü türlü hediyeler...
Hediyeleri kimin bıraktığını biliyordu ve bu durum onu fena halde öfkelendiriyordu. Tüm bunların arkasında o aptal karınca vardı. Hediye almak güzeldi ama neden bir karıncadan gelmek zorundaydı ki? Bunu dostlarına nasıl açıklayabilirdi? Tüm kız arkadaşları yakışıklı ve havalı perilerle takılırken Hüsniye bula bula çirkin bir karınca bulmuştu. Karıncadan arkadaş olur muydu hiç? Bir peri ile karıncanın dost olduğu görülmemiş bir şeydi.
Bütün hediyeleri parçalayıp kapının önüne fırlatıyordu. Buna rağmen her sabah kapısında yeni bir hediye bulmaya devam ediyordu.
Umutsuzca yatağa çöktü. Bu minik kovuğa sıkışıp kalmıştı. Uçamıyordu. Kanadı bir türlü iyileşmiyordu. Kendine itiraf etmek istemese de, bir daha asla uçamamaktan korkuyordu.
“Kanadın hiçbir zaman iyileşmeyebilir,” demişti şişko peri doktoru. Ne zaman kırık kanadına baksa tüm umudunu yitiriyor, içini bir korku kaplıyordu. Gerçekten de bir daha hiç uçamayacak mıydı?
Sanki her şey yolundaymış gibi bir de bu budala karıncayla uğraşmak zorundaydı.
Karıncaya bir ders vermek istiyordu. Artık sabrının sınırlarına gelmişti. Ya arkadaşlarının kulağına giderse? Ya karıncayı görürlerse kapısına hediye bırakırken? İşte o zaman utancından yerin dibine girerdi Hüsniye. Karınca kendisinin ne kadar çirkin ve aptal göründüğünün, perinin ise ne kadar ihtişamlı ve güzel olduğunun farkına değil miydi yoksa?
Pembe çekmecesinden bir tutam kağıt ve bir şişe vişne suyu çıkardı. Çam yaprağını vişne suyuna batırıp yazmaya koyuldu. Karıncaya bir mektup yazacaktı. Hem de en okkalısından. Yazdığı mektubu okuduktan sonra karıncanın peşini bırakmasını umuyordu.
Karıncaya hakaretler savurup, kendisinin ne kadar güzel ve soylu göründüğünü yazdı Hüsniye. Onu bir daha asla görmek istemediğini, artık hediye istemediğini yazdı. Karıncayı her küçümseyişinde, kendisini yüceltiyordu. Sayfalar dolusu yazdı Hüsniye. Ta ki kibrinden ve kendini övmekten sıkılana dek.
Mektubu söğüt yaprağına güzelce sarıp kapısının önündeki paspasa sıkıştırıverdi. Karıncanın sabah olduğunda mektubu görmesini ve peşini bırakmasını umarak derin bir uykuya daldı.
Sabah olduğunda hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi. Acaba karınca mektubu okumuş muydu? Artık peşini bırakacak mıydı?
Hevesle açtı kapıyı.
Gördüğü manzara karşısında içinden bir perinin edebileceği kadar sert bir lanet okudu. Kapının önünde yine bir hediye vardı!
Tıpkı her sabah olduğu gibi karşısında yine aynı manzara duruyordu. Ancak diğerlerinin aksine bu sefer ki hediye şimdiye kadar aldığı en büyük hediyeydi. Karşısında kocaman pembe bir kutu duruyordu. Kutu o kadar büyüktü ki, neredeyse boyunu aşacaktı. Üstüne de şirin bir fiyonk kondurulmuştu.
Hemen paspasa göz attı. Mektup yerinde yoktu. “Güzel,” diye düşündü Hüsniye. “Aptal karınca umarım okuma yazma biliyordur.” 
Söylene söylene hediyeyi içeri çekti. Kapıyı sertçe kapatıp bıkkın gözlerle kutuya baktı.
Kutunun üzerine bir not iliştirilmişti. Umursamaz bakışlarla kağıt parçasını süzdü. Kendi adı yazıyordu.
Hüsniye.
Kağıdın arkasını çevirdi.
Boncuk.
Boncuk? Demek karıncanın ismi Boncuk'tu. İstemeden de olsa düşündü peri. Karıncaya adını sormayı hiç akıl etmemişti. Bugüne dek hep onu karınca olarak görmüştü. Ondan hep karınca diye bahsetmişti. Haksız da sayılmazdı. Onun gözünde birbirinin aynı görünen sayısız karıncadan birisiydi Boncuk. Karıncalar için isimlerin ne önemi vardı?
Alaylı bir şekilde gülümseyip kağıdı fırlattı.
Kutuyu yırtarak parçalamaya başladı. Nedense sağlamca paketlenmişti. “İçinde her ne varsa narin bir şey olmalı,” diye düşündü. Yine de umursamadan parçalamaya devam etti. Ne olabilirdi ki? Yapraktan yapılma bir elbise mi? Polenlerden örülmüş bir şapka mı? Elma kabuğundan bir şal mı?
Hiçbirini istemiyordu.
Son kağıt parçasını da yırttıktan sonra kutunun içindeki gizem ortaya çıktı. Peri gördüğü manzara karşısında titreyen bacaklarla bir kaç adım geri çekildi. Aldığı hediyenin ihtişamı karşısında soluksuz kalmıştı.
Karşısında bir çift kanat vardı.
Sanki gün batımından çıkıp gelmişcesine parlayan turuncu desenler, gecenin karanlığına sarılmış gibi derin bir lacivertle süslenmişti bu kanatlar. Turuncu benekler periye göz kırpıyor, Ay ışığı vurmuş gibi titreşen lacivert desenler tüm odada parlıyordu. Kanatlar bir ressamın elinden çıkmış gibi kusursuzca kavisleniyordu. Hüsniye hediyeden gözlerini alamıyordu. Bunlar bir çift kelebek kanadıydı; hem de bu güne dek gördüklerinin en güzeli, en ihtişamlısıydı.
Hayranlık dolu bir nidayla nefesini verdi. Titreyen ellerle kanatlara dokundu. Tıpkı bir örümcek ağı gibi pürüzsüz ve ipeksiydi.
Bu, bugüne dek aldığı en güzel hediyeydi. Minnetle kanatları okşamaya devam etti. Artık yeniden uçabilecekti.


********


Hüsniye bütün gün ve bütün gece uçtu.
Yağan yağmura aldırmadan uçtu. Çakan şimşeklere aldırmadan uçtu. Yorgunluktan parmağını bile kaldıramayacak hale gelene dek uçtu. Yaprakların arasından uçtu; onlarla beraber şarkılar söyledi. Rüzgarla yarıştı ve ona şiirler okudu. Bulutları ziyaret etti ve içlerinden geçerken onları ağzına doldurdu. Nehirlere uğradı ve onlardan uzak diyarların öyküsünü dinledi. Ağaçların etrafında dönüp homurdanmalarını dinledi. Çiçeklerin üzerine konup arıları korkuttu. Sincaplarla oyunlar oynayıp, farelerle gülüştü. Kelebeklerle yarışıp, kuşların dedikodusunu dinledi.
Hüsniye bütün gün ve bütün gece uçtu. Ta ki yorgunluk onu sarıp sarmalayana kadar.
Ertesi sabah heyecanla evinden fırladı. Yeni kelebek kanatları için karıncaya teşekkür etmek istiyordu. Neydi adı şu karıncanın? Boncuk muydu?
Kapıyı açtığında paspasın boş olduğunu gördü. Önceki günlerin aksine bir hediye yoktu. Karınca, mektubunu okuyunca anlamış olmalıydı onu rahatsız ettiğini. Yine de yeniden uçmasını sağladığı için bir teşekkürü haketmişti. 
Hızla uçarak meşe ağacının dibine indi. Karınca sürüsü toprakta dört yana yayılmış, kış ayları için yiyecek topluyordu.
Gördüğü ilk karıncayı durdurdu. “Pardon, Boncuk nerede biliyor musunuz?”
Karınca yorgun gözlerle başını kaldırıp Hüsniye'ye baktı. İnce bacaklarından biriyle uzaklarda yavaş yavaş yürüyen birini işaret etti. “Yaşlı karınca herkesi bilir,” dedi.
Hüsniye bir çırpıda gösterilen yere uçtu. Yaşlı karıncanın hemen önüne konuverdi. Bu gerçekten de gördüğü en yaşlı karıncaydı. Kahverengi, sert kabuğu buruş buruş olmuştu. Altı bacağının hepsi de yürürken titriyordu ve yüzünden fışkıran beyaz sakallar onu daha da çirkinleştiriyordu.
“Afedersiniz,” dedi Hüsniye. “Boncuk nerede biliyor musunuz?”
Yaşlı karınca kapkara gözleriyle sadece periye baktı. Hüsniye bakışlarından rahatsız olmuştu. Gözlerini kaçırmak zorunda kaldı.
“Demek ismini biliyorsun,” dedi yaşlı karınca. “Beni takip et.” Görünüşünün aksine karıncanın sesi gür ve net çıkıyordu.
Yavaş yavaş ilerlediler ormanın içinde. Bir önceki gün yağan yağmur toprağı nemlendirmişti.
Hüsniye içinde bulunduğu durumdan memnun değildi. Yaşlı karınca çok yavaş yürüyor, nemli toprak bulutlardan yaptığı pofuduk ayakkabılarını kirletiyordu.
“Belki de buraya gelmek kötü bir fikirdi,” diye düşündü Hüsniye. Ancak dönmek için artık çok geçti. Boncuk fazla uzakta olamazdı.
Bir süre ilerlediler ve en sonunda yol ikiliyi bir açıklığa doğru götürdü. Açıklığın ortasında sırt üstü dönmüş, bacakları birbirine dolanmış, kuruyup buruşmuş bir karınca hareketsiz yatıyordu.
Elinde olmadan irkildi Hüsniye. “Boncuk öldü mü?”
Yaşlı karınca derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Boncuk sürüden kovuldu. Yiyecek bulmaktansa bütün gününü etrafta boş boş dolaşıp süs eşyaları yapmakla harcıyordu.”
“Onlar benim hediyelerimdi,” dedi Hüsniye sadece kendisinin duyabileceği bir sesle.
“Kendine bir kurt bulmuştu. Her gün onu yaprakla besliyor kelebeğe dönüşmesini bekliyordu.”
“Neden?” diye sordu Hüsniye. Boncuk'un cansız bedenine bakamıyordu.
“Sürüden kovulduğundan beri çok yalnızdı. Bir karınca için yalnızlık, bir perinin uçamamasını gibidir. Etrafında senin gibi binlerce kardeşin varken, herkesin sana yabancı gelmesi ne korkunç bir acıdır.”
Boğazını temizleyip devam etti yaşlı karınca, “Bir peri arkadaşı vardı.” Hüsniye'ye dik dik bakarak ekledi, “Sanırım her gün hediye getirdiği dostu sendin.”
Hüsniye duyulur duyulmaz bir sesle evet manasında bir şeyler geveledi. Pek iyi bir dost sayılmazdı. Kalbi burulmuş, konuşamıyordu.
“Bence kelebeğin doğup onunla arkadaş olmasını bekliyordu. Kelebek sana benzeyecekti.”
Yaşlı karınca yüzünü Boncuk'a çevirdi. “Ne de olsa bir periye en yakın şey bir kelebeğin güzelliğidir.”
“Ancak kelebek dostu ölü doğdu. Geriye sen kalmıştın ama sen yok gibiydin. Yine de ölü dostunun kanatlarını sana verdi.” Kapkara gözleriyle Hüsniye'nin turuncu ve lacivert desenli kelebek kanatlarını süzdü.
“Bir gün çok mutlu döndü meşe ağacından. Çünkü sen de ona bir hediye vermiştin.”
Hüsniye elinde olmadan gözlerinin dolduğunu hissetti. Ağlamak istemiyordu ama kalbi acıyordu. Kendini tutmakta zorluk çekiyordu.
“Mektubumu okudu mu?”
Evet dercesine başını hafifçe salladı karınca. “Sen onun kalbinde kendini öldürdün. Verdiğin hediye buydu.”
“Sen gökyüzünde uçarken o, yağmurun altında seni izliyordu.”
Yaşlı karınca arkasını dönüp yürümeye başladı. “Belki de gelip onu da gökyüzüne çıkarmanı umut etti.”
“Sen gökyüzünde coşkuyla uçarken o, toprakta ıslanarak öldü.”
“Karınca ailesi onu reddetmişti. Kelebek ölmüştü, sen de mektubunla onun kalbinde kendini öldürdün. O da sizle beraber olabilmek için sizin peşinizden ölüler diyarına gitti.”


********


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, devler top oynarken eski hamam içinde... Memiş'in kızını, kör topalın bohçasını alıp geldik. Buyurduk sofraya masalı dinlemeye. Emme ne masal. Kafdağı'nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!
Derler ki, peri kızı Hüsniye bu duruma çok üzülmüş. Kırk gün kırk gece ağlamış. O ağladıkça yağmur yağmış. Yağan yağmur herkesi ıslatmış. Hüsniye'nin kalbinden gelirmiş göz yaşları. O ağladıkça suratı değişmiş. Tıpkı bir karıncaya benzemiş. Gökyüzünden toprağa düşmüş. Kapkara derili çirkin bir periye dönüşmüş.
Boncuk'a bir mezar yapmak istemiş. Lakin en güzelinden olması gerekirmiş. Dil anlatmaya varmasın, göz seyrine doymasın istermiş. Başlamış insan alemine uçmaya, çocukların düşen dişlerini toplamaya. Toplamış da toplamış. Ben diyeyim şu evden, siz diyin ötedeki köşkten. Bütün ahaliye uğramış. Dolaşmış da dolaşmış. Tıngır mıngır bütün dişleri bir araya getirmiş. Birazcık sihir, birazcık peri tozu demeye kalmadan dişler birbirine kaynamış. Ortaya dillere destan bir mezar saray çıkmış. İhtişamı sultanları bile kıskandırır, güzelliği körpeleri bile utandırır, beyazlığı Güneş'in gözlerini alırmış. Dişlerden yaptığı beyaz sarayın tam ortasına koymuş ufak karıncayı. Ay ne zaman Güneş'in üstüne battaniye örtse, çıkagelirmiş diş perisi düşen dişleri toplamaya. Her gece sarayını büyütmek için yeni dişler arayıp dururmuş.




SON


Yazıyı yapıştırınca paragraf başları yok oldu. Kusura bakmayın yapamadım.

5
Kurgu İskelesi / İki Köle
« : 19 Ekim 2011, 00:30:32 »
“ Bonanzalarımı getirin! “ Reisin emri salonda yankılanıyordu. “ Yavrularımı çok özledim. “

Dev salonun girişini neredeyse boydan boya kaplayan dev kapılar gürültüyle açıldı. Akşamın yaklaşmasıyla beraber yakılan meşalelerin ışığı kapıların açılmasıyla salona vurdu. İki yana dizilen muhafızlar sert hareketlerle yolu açarken, tüm bu manzarayla tezat oluşturan kısa boylu, ufak tefek bir adam, elinde kocaman bir saksıyla içeri girdi. Yanında ellerini önünde kavuşturmuş genç bir adam yürüyordu.

“ Ah, işte buradasınız küçük sevgililerim. “ Reis kollarını sanki eski bir dostu karşılıyormuş gibi iki yana açmış, saksıdaki sarı çiçeklere sevgiyle bakıyordu.

“ Bahçıvan! “

“ Buyurun efendimiz, “ ufak tefek adamın yüzü kucağındaki dev saksıdan ötürü gözükmüyordu.

“ Bonanzalarımdan birinin boynu bükülmüş, “

“ Bağışlayın efendimiz. Onlara özenle bakıyorum, sularını asla ihmal etmiyorum. Lakin… “

“ Lakin ne bahçıvan? Çiçeklerimden birine bir şey olursa, bil ki kellen gider. “

Reisin savurduğu tehdit ile yaşlı bahçıvanın beti benzi attı. Elinde tuttuğu saksının arkasından titrek bir sesle konuştu, “ Efendim, bonanzalarınız bu yörenin toprağında yaşayamıyor. “ Elindeki saksıyı göstererek, “ Kuzey Dağları’ndan bitkiniz için biraz toprak getirmemiz
gerek. “

Reis bahçıvanın sözlerini sanki bu bir ölüm kalım meselesiymiş gibi pür dikkat dinlemişti.
“ Bunu neden daha önce söylemedin? “ Bahçıvanın yanındaki genç adamı işaret edip, “ Sana ne diye çırak verdik be adam? Bu genç adamı derhal Kuzey Dağları’na toprak almak için yolla. “

İlk defa reis tarafından fark edilmiş olmanın verdiği heyecanla bahçıvanın yanında duran çırağın eli ayağı birbirine dolaştı. Neyse ki bahçıvan bu konularda tecrübeliydi, genç çırağını kurtarıp onun yerine söze girdi.    

“ Derhal efendim. Hemen yola çıkacak. “

Reis tatmin olmuş gibiydi, rahatça arkasına yaslandı. Salonun karanlık bir köşesinde gözlerden kaybolmuş olan köleye seslendi.

“ Yamaç’a vaktin geldiğini söyle. İkiniz bir an önce görevinizin başına geçin. “

Reisin huzurunda el pençe divan duran köle başıyla hafif bir referans yapıp kapıya doğru yöneldi. Tam kapıdan çıkmak üzereydi ki, reisin gür sesi yeniden duyuldu.

“ Köle, adın Gül’dü değil mi? “

Siyah saçlı zayıf kadın mahçup olmuş gibi başını öne eğip “ Evet, “ dedi. Reisle konuşurken başını öne eğmesini sıkı sıkıya tembihlemişlerdi. “ Özellikle de senin gibi çirkin kadınlar başını eğmeli, “ demişti başyaver. “ Efendimizin göz zevkini bozayım deme. “    

Şimdi de, tıpkı ona söylendiği gibi reisin önünde ellerini kavuşturmuş, usulca emirlerini bekliyordu. Batmakta olan Güneş’in son kızıl ışıkları salonun iki tarafındaki dev pencerelerden pırıl pırıl cilalı ahşap parkelere vuruyor, siyah saçlarının saklayamadığı yamuk burnunu ve lekeli yüzünü meydana çıkarıyordu.

“ Bugün sevgili Köz’üme bir yerine iki sığır verin. Aylardır hiç yaramazlık yapmadı. Bir ödülü hak etti. “

“ Elbette efendim. “ İyice eğilip reisi son defa selamladı. İki büklüm bir şekilde, yavaş adımlarla dışarı açılan dev kapılara yöneldi. Birkaç koridor ve bir düzine muhafızın yanından geçtikten sonra nihayet yalnız kalabilmişti.
 
“ Bir yerine iki sığır verinmiş! Hah! “ Bir yandan kendi kendine söyleniyor, bir yandan da hızlı adımlara müstakbel kocası Yamaç ile kendisine verilen küçük klübeye doğru ilerliyordu. “ Bizim açlıktan ağzımız kokuyor, o lanet ejderha ise göbek büyütüyor. “

Yanından geçmekte olan muhafızı görünce sözlerini yarıda kesti. Kölelerin kendi kendine söylenmesi yasaktı. Başını öne eğip hızla yoluna devam etti. Kadın bir kölenin, bir erkeğe izinsiz bakması bile büyük suçtu.

“ Köle olarak doğmak benim suçum mu? Reisin ejderha evcilleştirme hevesinden de, tüm bu büyü işlerinden de bıktım usandım. Burama geldi artık. Ah ben bir soylu olacaktım ki… “

Son bir köşeyi daha dönüp, saray bahçesinin uzak köşesindeki kırık dökük klübeye ulaştı. Kapı açıktı. Yamaç her zamanki gibi büyü kitaplarını karıştırıyordu. Müstakbel eşi yine saçma büyü deneylerinden birini yapıyor olmalıydı.

“ Yamaç! Hadi gidiyoruz; Köz’ün beslenme vakti geldi. “

“ Tamam canım geldim. Bitti sayılır. “ Kısa boylu kel bir adam olan Yamaç, tıpkı Gül gibi reisin kölelerinden birisiydi. Yıllar önce Gül ile kendisine reisin ejderhası Köz’ü besleyip, kontrol altında tutma görevi verilmiş, o günden beridir aynı işi yapar olmuşlardı.

Bir ejderhayı evcilleştirmek imkansızdı elbette. Köz’ü kontrol altında tutmak için büyü kullanılıyordu. Kraliyet büyücüsü çok meşgul bir adam olduğu için bu işlere yatkın olduklarını gösteren Gül ile Yamaç’a gerekli olan tüm bilgileri öğretmiş, sonra da çekip gitmişti. Reisin şahsi hobileri yüzünden tüm hayatını her gün tekrarlanması gereken bir büyüye harcayacak değildi. Köleler ne güne duruyordu?

Gül ile Yamaç ejderhayı uysallaştırmak için gerekli olan tüm büyü ritüellerini öğrenmiş, şimdiye dek reisin evcil hayvanı Köz’ü başarıyla kontrol altında tutmuşlardı. Her gün Köz’e verdikleri büyülü bir iksir ile onu bir çeşit hipnoz altına sokuyor, zavallı hayvanın zihnini uyuşturuyorlardı. Dev ejderha yıllardır bir tür büyülü uyku altındaydı. Yakalandığı günden beri, her gün özenle uygulanan büyü uygulamaları ile ona ayrılan dev salonda boş gözlerle etrafa bakıyordu.

Ejderhalar çok zeki ve tehlikeli yaratıklardı. İnsanlarla konuşabilirlerdi. Zaman zaman reis evcil hayvanı ile konuşmak istese de, ejherhanın üzerindeki büyüyü bu denli zayıflatmanın riskini almaya bir türlü cesaret edememişti.

“ Yine ne yapıyorsun Yamaç? “

“ Şu kraliyet büyücüsünü hatırladın mı? Hani bize büyüyü öğreten? “

“ Ne olmuş ona? “

“ Eh, “ dedi Yamaç suratında kocaman bir sırıtışla. “ Kitaplarından birisini unutmuş. “

“ Nereden buldun onu? “ dedi Gül, Yamaç’ın elindeki eski, kalın kitabı göstererek.

“  Bugün sarayın kullanılmayan tarafındaki odaları temizlemek için gönderildim. “

“ Dur tahmin edeyim. “ Gül’ün sesinde heyecandan eser yoktu. “ Büyücünün eski odasında kitabı buldun, tıpkı bundan önce sayısız kitabı bulduğun gibi. Sonra da doğruca buraya gelip gizlice okumaya başladın. Şimdi de bir büyü üzerinde çalışıyorsun. “

“ Bu harika bir şey olacak Gül! “

Gül derin bir iç geçirdi. “ Bize öğrettikleri sadece temel büyüydü. Ejderhaları uyutmaya yetecek kadar; hepsi bu. Bunca yıldır bu kaçıncı büyü girişimin Yamaç? Olmuyor, büyüyü anlayamıyoruz.  “ Sesinde hüzün vardı. “ Artık umut etmekten usandım. Bu lanet saraydan bir kaçış yok. “

“ Ama bu kitap farklı. İnanmayacaksın ama anlıyorum! Yazanları anlıyorum! “

Yamaç’ın sesindeki heyecan Gül’ü hepten öfkelendirdi. “ Bırak artık şu deneylerini aptal adam! Bugüne dek bir kez bile başarılı olamadık. Kaç tarif, kaç ritüel geçti elimizde. Şu eski kitap mı bizi özgürlüğümüze götürecek? “ Bir hışımla dışarı çıkıp, kapıyı sertçe arkasından çarptı.

Yamaç karmaşık duygular içerisindeydi. Gül’ü anlıyordu. Bunca sene beraber katlanmışlardı bu köle hayatına. Ama yine de, onun çoktan pes ettiğini görmek ona ağır gelmişti. Gerçekten de kaçış yok muydu bu saraydan?

“ Hayır Gül, “ dedi kendi kendine, ellerini eski kitabın üstüne kapatarak. “ Göreceksin. Bu sefer başaracağız. “

Köz’ü beslemek için Gül’ün arkasından seğirtirken, planını tekrar tekrar gözden geçiriyordu.  

Günler birbirini kovaladı, Güneş ile Ay gökyüzündeki dansına uzun bir süre devam etti. Zaman ilerledikçe zaten içine kapanık olan Gül artık hiç gülümsemez olmuştu. Saraydaki sefil yaşamını kabullenmiş gibiydi. Tek yaptığı her gün Köz’ü besleyip, ejderhanın üzerindeki büyüyü yenilemekten ibaretti. Artık söylenmeyi bile bırakmıştı.

Yamaç ise Gül’ün tam tersine, zaman geçtikçe daha da keyifleniyor gibiydi. Büyücünün odasında bulduğu eski kitabı dikkatlice incelemiş, saraydan kaçmak için nihai planını uygulamaya koymuştu. Gül çoktan umudunu yitirmiş olmasına rağmen o, yeni planının getirdiği şevk ile umut doluydu.  

Her şey kitaptan öğrendiği yeni büyünün işe yarayıp yaramayacağına bağlıydı. Tarifi dikkatlice okumuş, en ince ayrıntısına kadar özenle taramıştı. Defalarca üzerinden geçmişti; bu sefer başarısız olmayacağına emindi. Her şey yolunda giderse, kişiyi istediği yere yollayan bir tür iksir elde edeceklerdi.

“ Bir tutam balsam otu, biraz boynuz tozu, “ Ateşin üzerinde fokurdayan yeşil sıvıyı bir annenin çocuğuna duyduğu şevkatle karıştırıyor, gerekli malzemeleri yavaşça içine boşaltıyordu.

“ Birazcık gıcı, bir avuç fındık tomurcuğu… “

Saat neredeyse gece yarısını vurmuştu. Yamaç harap klübede, ocağın başında büyülü iksiri hazırlamakla uğraşıyordu.

“ Hıh, yeni bir hayal kırıklığı daha. “ Gül uzak bir köşede durmuş soğuk gözlerle Yamaç’ın kaynayan sıvıyı karıştırmasını izliyordu. Her ne kadar ilgisiz gözükmeye çalışsa da, bir gözü ondaydı.

“ Bu sefer olacak Gül. Her şey yolunda. Rengine bir bak. Tıpkı kitapta yazdığı gibi, zümrüt yeşili. “

“ Evet ama daha bitmedi. Değil mi? “

“ Son bir malzeme kaldı. “

“ Neymiş o? “

“ Bilmiyorum. “ Yamaç’ın cevabı klübede soğuk bir rüzgar estirdi. Gül sinirlenmemek için kendini zor tutuyordu. “ Demiştim, yeni bir hayal kırıklığı daha, “ belli belirsiz bir sesle konuştu. Buz gibi bir suratla kapının yolunu tuttu. Dışarı adım atmak üzereydi ki, omzunu sıkan bir el onu durdurdu.

“ Lütfen Gül. Bana yardım et. Ben de senin kadar buradan kurtulmak istiyorum. Birlikte başarabiliriz. Çok yaklaştık. “

Gül kendisine umutla bakan kel adamın minik yüzünü inceledi. Tüm şapşallığı ve sakarlığına  rağmen bu adamı seviyordu. Sonunda Yamaç’ın iri gözleri karşısında dayanamayıp, pes etti.

“ Seni budala, “ şakadan Yamaç’ın kel kafasına bir tane vurdu. “ Asla vazgeçmeyeceksin değil mi? “

“ Seni buradan kurtarana kadar asla. “

Birbirlerine sarılıp öylece durdular. Gül uzun zamandır hissetmediği bir şeyi yeniden hissediyordu. Yaşamı ne kadar sefil ve zorlu olsa da, Yamaç yanında olduğu sürece mutluydu.

“ Söyle bakalım kitap ne diyor? Son malzeme için bir ipucu olmalı. “

Yamaç yer yer yırtılmış, tozlu sayfaları yavaşça çevirip okumaya başladı.

“  Herkese açıktır bu yolculuk.
   Hayvan, ağaç ya da bir çocuk.
   Bir kayık olsun, tahtaları senden.
   Atıver nehrin içine, yolculuk benden.  
   Söyle, bileyim nereye süreceğimi.
   Adresim tam olsun, eksik etme yüreğini.
   Kuzey, güney, doğu, batı hepsini bilirim.
   Göster bakalım, seni nereye götüreyim?  “

Başını kitaptan kaldırıp Gül’e beklentiyle baktı. Gül kaşlarını hafifçe çatmış, sessizliğini koruyordu.

“ Bir tür bulmayacaya benziyor. “ dedi Yamaç. “ Tarifin geri kalanının aksine bu kısım ne gerektiğini açıkça söylemiyor. “

“ Hayır Yamaç tam tersine, “ Gül’ün yüzü bir anda andınlanmıştı. Kitabı Yamaç’ın elinden hızla kapıp yazıyı tekrar okudu. “ Her şey ortada! “

Yamaç boş gözlerle ona bakıyordu.

“ Anlamadın mı Yamaç, bu bir belirme büyüsü! “

“ Evet, “ diye gözlerini kırpıştırdı Yamaç. “ Bunu zaten biliyoruz. Doğru iksiri elde edebilirsek bizi istediğimiz yere götürebilir. “

“ Öyleyse iste! “

Yamaç’ın yüzündeki şaşkın ifadeyi gören Gül gözlerini devirip fokurdayan sıvıya saçından tek bir tel attı.

“ Tahtalar bizden, “ diye kendi kendine tekrar etti Yamaç. Gözleri umutla parladı. “ Gül sen bir dahisin! “

“ Hadi, bana kendinden bir şey ver. “

Yamaç’ın eli istemsiz olarak kel kafasına gitti. Hiç saçı yoktu. “ Ne verebilirim? “

“ Bilmiyorum, bul bir şeyler. “

Kısa bir an düşündükten sonra Gül’ün inanmaz bakışları altında burnundan kocaman bir parça sümük çıkarıp, fokurdayan yeşil sıvıya bıraktı.

“ Bu işe yarayacaktır. “ dedi tatmin olmuş bir ifadeyle.

“ Dua et, buradan kurtulmayı her şeyden çok istiyorum. Yoksa o iğrenç şeyi asla içmezdim. “

“ Az kaldı Gül. Başarmak üzereyiz. Şunun aldığı renge bir bak. İksir neredeyse hazır olmalı. “

“ Neredeyse, “ diye tekrar etti Gül.

“ Adresim tam olsun, “ Yamaç kitabı açmış, tarifin son kısmını okuyordu.
 
“ Şimdi de nereye gitmek istediğimizi söylememiz gerekiyor. “ Gül etrafına şöyle bir bakındıktan sonra yerden bir avuç toprak alıp sıvının içine attı. Bakır kap ufak bir titremeyle sarsıldı. Bir an sonra iksir harika bir yeşil renk almış, klübeyi güzel bir koku kaplamıştı.

Heyecan içinde, titreyen ellerle kaşıklarını daldırıp acı sıvıyı yuttular. Bir an için hiçbir şey olmadı; sonra aniden Gül gürültülü bir puf sesiyle ortadan kaybolup klübenin içinde yeniden belirdi. Hemen arkasından Yamaç yüksek bir puflamayla gözlerden silinip, Gül’ün hemen arkasında yeniden ortaya çıktı.

Başarmışlardı.


* * *


Sonraki üç gün Gül ile Yamaç’ın keyfi hiç olmadığı kadar yerindeydi. Öyle ki, iki kölenin bu mutlu hali saray çalışanlarının bile dikkatini çekmiş, kaşların çatılmasına neden olmuştu.

Nasıl mutlu olmasınlardı ki? Bir belirme iksiri yapmışlardı. Yıllardır giriştikleri çeşitli büyülerin arasında ilk kez bir tanesini tutturmuşlardı. Saraydan kurtulmanın yolunu bulmuşlardı. Artık özgür sayılırlardı. Gerekli olan anahtar klübede, ocağın üzerinde onu kullanmalarını bekliyordu.

Sadece geriye, gidermeleri gereken küçük bir pürüz kalmıştı. Gitmek istedikleri yerin adresini bulmak düşündüklerinden daha büyük bir sorun olmuştu. Bir toprak, bir ağaç dalı, hatta bir böcek… Gitmek istedikleri yerin sahip olduğu her hangi bir şey, tek gereken buydu.

Ne yazık ki ne kullanırlarsa kullansınlar, hep sarayın içinde bir yerlerde beliriyor, bir türlü yüksek duvarların arkasında gözlerini açamıyorlardı.

Sarayın dışındaki topraklardan, uzak diyarlardan gelen bir şeye ihtiyaçları vardı.

“ Reisin bonanzaları, “ demişti Yamaç. “ İhtiyacımız olan o. Bahçıvanın çırağı, bonanzalar için Kuzey Dağları’ndan toprak getirecekti. “

“ Bahçıvandan biraz isteyemez miyiz? “

“ O yaşlı adam bunun için fazlasıyla korkak. “

“ Peki ya çırak? “

“ Bilmiyorum. O genç adamda tekin olmayan bir şeyler var. Gözleri hırs ile yanıp tutuşuyor. Güç ve mevki için yapmayacağı şey yok. “

“ Bir planın vardır elbette, “ dedi Gül. Yamaç’ın sessiz sırıtışı haklı olduğunu gösteriyordu.

“ Eğer o topraktan biraz alabilirsek, “ diye devam etti.

“ Kendimizi Kuzey Dağları’nda buluruz. Özgür insanlar olarak yaşarız. “ diye tamamladı Yamaç. Sesindeki heyecana Gül de kendini bıraktı.

“ Ah Yamaç, öyle mutluyum ki… “

“ Ben de canım, ben de... “ Kolunu Gül’ün omzuna doladı. İkisi de klübede oturmuş yeni hayatlarının hayalini kuruyorlardı.

Bonanzalar reisin gözbebeğiydi. Onlarla dostuymuş gibi konuşur, her gün çiçekleriyle uzun uzun vakit geçirirdi. Muhafızlar çiçeklerin önünde nöbet tutar, bahçıvanın her hareketini rapor ederlerdi. Yoo, bir avuç toprak almak hiç de kolay olmayacaktı. Ancak buraya kadar gelmişlerdi. Geri dönüş yoktu. Sadece son bir adım kalmıştı.

Planlarını son kez gözden geçirdiler.


* * *


Köz’ün beslenme vakti gelmişti. İki köle her zamanki gibi ejderhayı uyuşturmaya yarayan iksiri hazırlamış, dev hayvanın tek lokmada midesine indirdiği koca et parçaları üzerine serpiyorlardı. Muhafızlar kölelerin işini doğru yapıp yapmadığı kontrol ediyor, bakışlarını üzerinlerinden ayırmıyorlardı.

Ancak muhafızların bilmediği bir şey vardı. O sabah Yamaç ile Gül her zamankine çok benzeyen sahte bir iksir yapmıştı. Bu akşam ejderha bilincini geri kazanacaktı. Bugün büyük gündü. Güneş doğduğu vakit, ikisi de yeni güne özgür insanlar olarak başlayacaktı.

Köz planlarının önemli bir parçasını oluşturuyordu. Saraydan kaçmak istiyorlarsa, ejderhaya ihtiyaçları vardı. Kuşkusuz ejderha kendisini bunca sene tutsak edenlere tüm öfkesini kusacaktı. Belki oracıkta ikisi de ölecekti. Ama bu riski almaya değerdi.

Ejderhanın tutulduğu dev salona girdiler. Her zamanki gibi muhafızlar onları yalnız bırakmıştı. Ejderhanın inine girmeye hiç de gönülleri yoktu. Üzeri tepeleme et dolu olan arabayı iterek yavaşça salonun uzak ucunda uyuklayan dev ejderhaya doğru ilerlediler.

Ejderha devasa boyutlardaydı ancak salon ondan da büyüktü. Reisin kişisel hobisi uğruna özel olarak inşa edilmişti. Dört bir yandan yükselen sütunlar dev kubbeyi ayakta tutuyordu. Tavan öylesine yüksekti ki, duvarlara asılan meşalelerin ışığı yetersiz kalıyor, yukarıya ulaşmıyordu. Sıra sıra camların dizilmesiyle oluşan tavan, ejderha için özel olarak yapılmıştı. Renk renk camdan yapılma tavan, gündüzleri gün ışığını tamamen içeri alıyor, akşamları ise Ay’ın mavi ışıkları ile dev salonu huşu verici bir ortama dönüştürüyordu.

Köz’ü yıllardır besleyip, görmelerine rağmen ne zaman salona adım atsalar ikisi de kalp atışlarının hızlanmasına engel olamıyordu. Karşılarında masallardan fırlama muhteşem bir yaratık uzanmış, uyukluyordu. Çatal dili dev dişlerinin arasından sarkmış, iri burun delikleri nefes aldıkça uğultuyla açılıp kapanıyordu. Yeşil pulları, neredeyse on adam boyundaki kanatları, bıçak gibi keskin pençeleri ile Köz, tüm heybetiyle karşılarındaydı.

Ejderha boynundan dev bir tasmayla yere zincirlenmişti. Nasıl olur da bir insan böylesine bir güzelliği kilit altına vurabilirdi? Yine de bu, dev ejderhanın baş edemeyeceği bir sorun değildi ve doğrusunu söylemek gerekirse hiç de güven vermeyen bir önlemdi.

Ejderhanın bilinci birazdan yerine gelecekti.

Bu tam anlamıyla delilikti. Planlarının üzerinden yüzlerce kez geçmelerine rağmen, tekrar düşünmekten kendilerini alamadılar. Kaçmak için ejderhayı kullanmak ha? Belki de bu, hiç de iyi bir fikir değildi.

Devam etmek için tüm iradelerini kullanmak zorunda kaldılar. Artık geri dönüş yoktu. Derin bir nefes alıp üzerine büyülü iksir dökülmemiş olan etleri usulca ejderhanın ağzına yaklaştırdılar.

Köz kokuyu almış olacaktı ki, hemen kıpırdadı. İki köle istemsizce birkaç adım geri çekildi.

Ejderha yarı uyuklar şekilde başını kaldırıp, yavaşça yemeğini yemeye koyuldu. Gözleri kapalıydı, bir önceki büyülü iksirin etkisi halen geçmemişti.

Zaman ilerliyor, ejderha yavaş yavaş etleri midesine indiriyordu.

Köz’ü etkisi altına alan büyü yenilenmediği için ejderhanın uyanması an meselesiydi. Bilinci yavaş yavaş yerine geliyordu.

Köz zihninde bulduğu ilk zayıflıkta, kendini büyülü uykusundan çekip kurtardı.

Gözlerini bir anda öfkeyle açtı. Başını kaldırıp etrafına baktı. Çatal dili ağzına girip çıkıyor, dev pençelerinin üzerinde doğruluyordu. Boynundaki tasmanın zincirleri her hareketinde gürültüyle şıkırdıyordu.

Karşısında tir tir titreyen iki minik sureti seçebildi. Başını eğip iki küçük insacığa yaklaştı.

Yamaç ile Gül, alev alev yanan iki yarık gözün önünde adeta taş kesilmiş, nefes almaya bile korkuyorlardı.

“ Söyleyin bana; neredeyim? “

Ejderhanın içten gelen kalın sesi, ikisini de baştan aşağı titretti. Sesindeki tekin olmayan tını, yaşamlarının verecekleri cevaba bağlı olduğu söyler gibiydi.  

“ Re…reisin ülkesindesiniz yüce ef…efendim… “ Yamaç’ın titrek sesi salonda uğursuzca yankılandı.

Gül ile ikisi dizlerinin üstüne çöküp tüm cesaretlerini toplayarak konuşmaya başladılar. İçlerindeki son umut ışığına tutunarak devam ettiler.

“ Reis sizi yıllar önce yakaladı haşmetli ejderha. Sizi kendi evcil hayvanı olarak gördü. Ülkesinin dört bir yanından çağırdığı büyücüler, her gün size yaptıkları çeşitli büyülerle uyumanızı sağladı. Reis sizi diğer ülkelerden gelen elçilere gösterip kendine ün ve güç sağladı. “

“ Lütfen sözlerimizi bağışlayın efendimiz ama gerçek bu. Sizi bu yaşamdan kurtarmak için kendimizi tehlikeye attık. “

Ejderhanın gözleri kısıldı. Bıçak gibi keskin bir sesle sordu. “ Neden? “

“ Sizin gibi asil bir varlığın bizim için aynı şeyi yapmasını umduğumuz için. “ Gül devam etmesi için Yamaç’a baktı. Yamaç derin bir nefes alıp söze devam etti. “ Reisin çiçeğini almamıza yardım etmenizi umduğumuz için. “

Kısa bir sessizlikten sonra Köz’ün yürekleri titreten sesi duyuldu. “ Reisin ülkesini yakıp yıkacağım. Bana yaptıkları için. “

Yamaç ve Gül sessiz yakarışlarla talih tanrısına dua ediyordu. “ Lakin size borçluyum. Yüz kalp atımı vaktiniz var. “  


* * *


İkisi de nefes nefese bahçıvanın klübesine doğru olabildiğince hızla koşuyordu. Yamaç’ın elinde büyük bir şişe belirme iksiri hazır duruyor, bir yandan Gül’e acele etmesi için bağırırken, bir yandan da tıkır tıkır işleyen planları yüzünden gülümsemesine engel olamıyordu. Arkalarında, zincirlerinden kurtulan Köz’ün cam tavanı yırtarcasına gökyüzüne yükseldiğini duyabiliyor, ejderhanın dev gölgesi sarayın üzerinde uğursuzca dolaşıyordu. Tüm saray halkı dehşete düşmüş bir vaziyette öylece durmuş, havada tur atan kanatlı ölüme bakıyordu.

“ İşte aradığımız fırsat Gül! Bu karmaşada kimse bizi durduramaz. “

İki köle ok gibi bahçeye daldı. “ İşte orada! “

Reis’in kıymetli bonanzaları hemen karşılarındaydı. Öngördükleri gibi karşılarına kimse çıkmamıştı. Tüm muhafızlar ve saray halkı çığlık çığlığa etrafa kaçışmış, ejderhanın öfkesinin ulaşamayacağı bir yer bulma ümidiyle deliler gibi koşturuyorlardı.

İnsanların yakarışları ve çığlıkları kulaklarına kadar geliyordu.

“ Felaket bu! “

“ Lanetlendik! “

Titreyen ellerle saksının içinden bir avuç toprak alıp belirme iksirinin içine kattılar.

Yüreklerinde tarif edemedikleri bir sevinç duyuyorlardı. Sonunda başarmışlardı. Bu hapishaneden kaçmak üzereydiler. Artık özgürdüler.

İkisi de korku ve mutluluğu bir arada yaşıyordu. Yamaç sessiz bir tebessümle iksiri Gül’e uzattı. “ Önce sen. “

Gül şişeden büyük bir yudum aldı. Ardından da Yamaç yeşil sıvıyı yuttu. İkisi de hiç konuşmadan birbirlerinin gözlerinin içine bakıyordu. Sonra yüksek bir puf sesiyle yok oldular.

Gözlerini açtıklarında gördükleri karşısında neredeyse düşüp bayılacaklardı. Gerçeğin korkunç görüntüsü bıçak gibi sırtlarına inerken gözyaşları içinde dizlerinin üstüne çöktüler.

Hala saraydalardı.

Ejderha gökyüzünde daireler çiziyor, iki köleye vaad ettiği yüz kalp atımının dolmasını bekliyordu.

“ Ama nasıl!? “ Yamaç inanmaz gözlerle bir iksire bir bonanzaya baktı. Anlamıyordu. Gül yanında çökmüş, korkunç gerçeği sindirmeye çalışıyordu.

Yamaç’ın görüşü bozulmuş, gözyaşlarıyla bulanmıştı ancak yine de, önünden hızla geçen figürü fark etti. Hayal kırıklığı ve öfkenin verdiği son bir güçle peşinden koşup, adamı tuttuğu gibi yere savurdu.

Bahçıvanın çırağı korku içinde dönmüş, tepesine dikilen kölenin, ejderhayı aratmayacak olan öfkesiyle baş başa kalmıştı.

“ Ustan nerede? “ Çırak tüm bu olan bitenden ötürü afallamıştı. Yamaç suratına okkalı bir yumruk savurdu.

“ Ustan nerede? “

“ Öldü! “

“ Nasıl? “

Çırağın burnundan kan sızıyordu. Ejderha gökyüzünde daha da alçalmış, öfkesini kusacağı anın gelmesini bekliyordu.

“ Onun yerine geçmek istedim! “ Genç adam olanlar karşısında kendini kaybetmek üzereydi. Konuşurken tükürükler saçıyordu. “ Saraydan aldığım toprağı Kuzey Dağları’ndan getirdiğimi söyleyip ona verdim. “

Çırağın yakasına yapışıp konuşması için sertçe tuttu. “ Devam et. “

“ Bonanzaları ölünce reis, bahçıvanın kellesini aldı. Yerine ben geçecektim! “

Duydukları karşısında Yamaç istemsizce bir kahkaha koparıverdi. Kahkahası giderek histerik bir hal aldı. Uzaklarda Gül bir köşeye çökmüş boş gözlerle bakıyordu.

Sonra ejderha onlarca yılın öfkesini tek seferde sarayın üstüne kustu.

Reisin ülkesinden yükselen alevler Kuzey Dağları’ndan bile görülebiliyordu.  
 

SON

6
Kurgu İskelesi / Gökkuşağı Avcıları
« : 09 Ekim 2011, 02:56:32 »

Güneş yavaş yavaş gözden kayboluyor, Devrik Tepe’nin asırlık çam ağaçları esen tatlı bir akşam rüzgarıyla oynaşıyordu. O gün de tıpkı diğer günler gibiydi. Her bacadan yükselen kara dumanlar ocaklarda pişen yemeklerin habercisiydi.  Tarlalardan yorgun argın eve dönenler köyü kaplayan yemek kokusunu uzun uzun içlerine çekiyor, çocuklarını eve çağıran annelerin sesleri kerpiç evlerin arasında yankılanıyordu . Gölgeler giderek uzuyor, sokak kandilleri yakılıyor, gecenin çökmesiyle  etraf giderek sessizleşiyordu.

Demiştim ya o gün de tıpkı diğer günler gibiydi diye; ben, Pıt ve Kıtır, Güneş’in batmasıyla her zamanki  gibi evin yolunu tutmuştuk bile. Bütün gün koşturup oynamıştık. Üstümüz başımız toz toprak içindeydi; hâlâ hatırlarım, o gün Kıtır’ın pantolon diye giydiği paçavra boydan boya yırtmıştı da bembeyaz bacakları meydana çıkmıştı. Pıt’la ben nasıl da dalga geçmiştik Kıtır’ın çöp gibi bacaklarıyla.

Kıtır’ın minik yüzü belli belirsiz de olsa hâla aklımda. Onun ne kadar da güzel bir kız olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Hey gidi günler… Pıt’la ben bitmek bilmez alaylarımızla nasıl da öfkelendirirdik onu. O günler aklıma geldikçe yüreğimi hüzün kaplar, bir hoş olurum.

Üç küçük arkadaş o gün kolkola yürüyorduk. Ben her zamanki gibi yine, köye çıkan bayırı aşarken kan ter içinde kalmıştım. Pıt ile Kıtır’ın koluna yapışmış, ağır ağır yürüyordum. Kilolu bir çocuktum. Koca göbeğim yüzünden köyün çocukları arasında zaman zaman alay konusu olurdum. Alaylara pek de kulak asmazdım işin aslı. İştahım biraz fazlaysa bunda benim suçum ne? Hem, iki dostum yanımda olduğu sürece mutsuz olmak neredeyse imkansızdı.
Köye yaklaşmıştık. Son kızıl ışıklar da gözden kaybolurken gölgeler giderek yoğunlaşıyordu. Çimenler sabah çiseleyen yağmur yüzünden hala nemliydi.

Midelerimiz boştu. Köyden burnumuza kadar gelen yemek kokuları ağzımızı sulandırmıştı doğrusu. Güneş yerini yavaşça Ay’a devrederken kulaklarımıza aşina bir ses ilişti.

“ Pıııııt! Nerede bu çocuk? Yemek hazır oğlum! “

Aradan birkaç saniye geçmemişti ki, başka bir ses köyün diğer tarafından yükseldi. “ Kıtır! Nerdesin kız!? “

Bir an sonra sıra annemdeydi. “ Buban geldi oğlum, içeri gir artık. “

Oyun saatinin bittiğini haber veren akşam yemeği her ne kadar sinir bozucu olsa da, tüm gün harmanda koşturup oynamak fena halde acıktırmıştı bizi. Hiçbirimiz dumanları tüten bir tas yemeğe hayır diyemezdik doğrusu. Acele etmezsek annelerimizden gelecek olan fırçayı ve kıçımıza yiyeceğimiz şaplağı saymıyorum bile.

“ Ben gidiyorum. Sabah görüşürüz, “ dedi Pıt.

“ Yarın hacının bahçesine tekrar girelim mi?  “

“ Girelim! Sabah orada buluşuruz. “

“ Ben gelemem, annem bana yarın dikiş öğretecekmiş. “ Kıtır’ın bahanesi hemen itiraz seslerinin yükselmesine neden olmuştu.

“ Hadi ama Kıtır, mızıkçılık yapma işte. “

“ Mızıkçı değilim! “

“ Mızıkçısın! “ Konuşma uzadıkça, yemeğe geciktiğimiz için azar işitme ihtimalimiz de giderek yükseliyordu. Annem kıçıma az vurmamıştı bu yüzden.

Şaplak korkusundan “ Tamam, sabah annenle konuşup izin isteriz. “ deyiverdim. Nasıl izin alacağımızı ben de bilmiyordum. Kıtır’ın annesi, hepimizin annesinden daha aksi bir kadındı öyle ki, köyde çocuklar arasında bu konuda küçük bir ün bile yapmıştı.

Pıt da bu durumu biliyor olmalıydı; gözlerini devirerek bana baktı.

“ Biraz daha oyalanırsak yine azar işiteceğiz. “

Her birimiz evlerimize dağılmak üzereydik ki, arkamızdan gelen bir kişnemeyle yerimizden sıçradık.O kadar korkmuştum ki, kendimi tutamayıp ağzımdan küçük bir çığlık koparıverdim.

Hemen arkamızda Deli Şükür’ün eşeği kendi halinde, başı boş, aheste aheste yürüyor, patikadan köye doğru ilerliyordu. Eyerinin iki yanına asılmış olan heybeler o yürüdükçe bir o yana bir bu yana sallanıyor, sanki bizi tanımış gibi üzerimize doğru geliyordu.

Eşek de tıpkı sahibi gibi bir acayipti doğrusu. Zavallı eşeğin belki de hayatında yaptığı en büyük hata Deli Şükür gibi bir sahibinin olmasıydı. Kürkü her daim kir, toz içindeydi. Kısa yelesi tutam tutam ayrılmış, kirden keçeleşmişti. Eşeğin tek gözü görmezdi. Gözbebeğine beyaz bir perde oturmuş, yüzüne hiç de tekin olmayan bir ifade kazandırmıştı.

Eyeri üzerindeydi ama Deli Şükür’ün kendisi neredeydi acaba?

“ Belli ki Deli Şükür yine kaybolmuş. “

“ Belki de eşekten düşmüştür. “ Bu fikir hepimizi kahkahalara boğdu.

“ Peki eşek ne olacak? “

“ Başıboş bırakırsak kurtlar yer bu hayvancağızı. “

“ Bizim ev köyün girişinde, “ dedim. “ Eşeği bizim eve bağlarım. Deli Şükür gelirse mutlaka görür. “

Tuttum eşeği getirdim bizi eve. Babam pencereden yanımda bir eşekle geldiğimi görmüş olmalı ki, kapıya çıktı. Bir eşeğe, bir bana baktı.

“ Deli Şükür’ün eşeği değil mi o? “

“ Evet, “ dedim. “ Yolda başıboş bulduk, buraya getirdim. “

Deli Şükür deliydi deli olmasına ama aynı zamanda köyün neşe kaynağıydı da. Anlamsız çıkışları, garip hareketleriyle herkesi kahkahaya boğardı. Babam çok severdi bu adamı. Evde yemek bol olduğu vakit Deli Şükür’ün kaldığı döküntüye bir tas çorba koyar, aşını eksik etmemeye çalışırdı.

“ İyi yapmışsın, “ dedi babam. “ Ötedeki ahıra koy. Gece ayaz çıkar. Sabah gelirse alır eşeğini.  “

 Eşek yeni evine şöyle bir bakış attı. Sanki kalacağı yeri tartıyor gibiydi. Beğenmiş olmalıydı ki, ben daha eyere dokunmadan ahırın sürgülü kapısına doğru ilerlemeye başladı.

Eşek kıçını bir o yana bir bu yana sallayarak yürürken arkadan babamın sesi yükseldi, “ Heybesinden sallanan o kağıt parçası da ne öyle? “

Babamın gösterdiği yere baktım. “ Deli Şükür’ün karalamalarıdır, ne olacak. “

Sararmış kağıt parçasını çekip aldım. Babam topak olmuş kağıdı dikkatlice açıp şöyle bir göz gezdirdi.

Birden kocaman bir kahkaha koparıverdi. Benim meraklı bakışlarım altında babam kağıdı okudukça gülmeye devam ediyordu.

“ Ne yazıyor baba, bana da söyle. “ Bir yandan da babamın elindeki kağıdı görebilmek için yerimde zıplıyordum.

“ İllahî deli. Sen çok yaşa emi. “

Merakım iyice artmıştı. “ Ne olmuş, ne olmuş? “

“ Ne olacak, bizim deli nihayet gökkuşağına tırmanmayı başarmış. “

“ Gökkuşağına mı tırmanmış? “ dedim hayretle. Neden bu daha önce bizim aklımıza gelmemişti?

“ Bizimkisi aylardır gökkuşağına tırmanıp, harikalar diyarına gideceğini söyleyip duruyordu. “ Anlatırken ara ara gülmeye devam ediyordu. “ Deli işte. “ Elindeki kağıdı göstererek “ Bir de köylülere veda mektubu yazmış. “

“Ama… Nasıl gitmiş? “ Harikalar diyarı ha? Gökkuşağı ha? Bu muhteşem bir şey olmalıydı.

“ Biz de gidelim mi baba? “

Babam yüzümdeki hayretle karışık heyecanı görünce kafama şakadan bir tane vurdu. “ Aptal olma. Elbette gitmedi. Harikalar diyarı diye bir yer yok. Eminim ormanda bir kovuğa büzülmüş, kendini harikalar diyarında sanıyordur. Birkaç güne kalmaz çıkar gelir. “

Ama Deli Şükür geri dönmedi.


***


Deli Şükür’ün ortadan kaybolmasının üstünden neredeyse bir ay geçmişti. Bir hafta önce arama grupları pes etmiş, Şükür için küçük bir cenaze töreni yapılmıştı.

“ Ormanda vahşi hayvanlara yem olmuştur, “ diyordu köylüler. Daha doğrusu ben, Pıt ve Kıtır hariç herkes.

İki küçük dostuma tüm hikayeyi anlattım. Şükür’ün veda mektubunu, gökkuşağına tırmanışını ve ötesindeki harikalar diyarı hakkında babamın okuduğu mektuptan öğrendiğim her şeyi bir bir aktardım. Bir an sonra kararımızı vermiştik bile.

“ Biz de gökkuşağına tırmanacağız! “

Her birimiz harikalar diyarı denen yeri görmeyi deliler gibi arzular olmuştuk. Bu inanılmaz bir macera olacaktı. Harikalar diyarı her dileğin gerçekleştiği bir yer olmalıydı. Türlü türlü hayaller kuruyorduk. Bazen masallardaki gibi kendimizi bir ejderhanın sırtına koyup güzel prensesi kurtarıyor, bazen de bir ozan olup bülbül gibi şakıyorduk. Hayallerimizde kılıktan kılığa giriyor, üzüntü ve kederin hiç olmadığı bir hayat düşlüyorduk.

Ne zaman bir araya gelsek kendimizi harikalar diyarını düşlemekten alıkoyamıyorduk. Orayı görmeyi her şeyden çok istiyorduk.

Ancak ortada bir sorun  vardı. Görünüşe göre oraya gidebilmenin tek yolu Deli Şükür’ün yaptığı gibi gökkuşağına tırmanmaktan geçiyordu. Kısa bir süre sonra anladık ki, gökkuşağı bulmak hiç de kolay bir iş değildi. Ancak yine de hiç birimizin pes etmeye niyeti yoktu.

Üç küçük gökkuşağı avcısı olup çıkmıştık. Ne zaman yağmur yağsa, Güneş’in ortaya çıkıp o büyülü yolu oluşturması için hevesle bulutların açılmasını beklerdik. Gözlerimiz hep gökyüzündeydi. Her yağmurda pencerenin önünde bekleşip, gökkuşağının çıkması için sessiz dualar ederdik.

Birkaç tane gökkuşağı görmüştük görmesine ama ya çok uzaktaydılar ya da kısa süre sonra gözden kaybolmuşlardı. Minik bacaklarımız bizi götürene kadar çoktan yitip gitmişlerdi.

Hayal kırıklığıyla geçen koca bir seneden sonra, harikalar diyarına gitme arzumuz sönmeye yüz tutmuştu. Artık eskisi gibi hevesle yağmuru beklemiyorduk. Düşlerimiz eskidikçe bizler de heyecanımızı kaybediyorduk. Sayısız hayal kırıklığından sonra herkeste yılgınlık baş göstermeye başlamıştı. 

Bir gün ansızın Pıt’ın haykırışıyla yatağımda irkildim. “ İşte orada! “ diye bağırıyordu Pıt. “ Gökkuşağı hemen aşağıda! “

Havada ıslak çimenlerin tanıdık kokusu vardı. Gece yağmur yağmış olmalıydı. Pıt’ın sesindeki heyecana bakılacak olursa gökkuşağı hiç olmadığı kadar yakında belirmiş olmalıydı.

Yorganı tek hareketle üstümden sıyırıp, annemin şaşkın bakışları altında evden ok gibi fırladım. Üzerimde pijamalarım, çıplak ayaklarla Pıt’ın peşinden var gücümde koşturdum.

Tombul göbeğim elverdiğince hızlı koşuyordum. Kıtır benden önce yetişmişti. Pıt’ın hemen arkasında çayırlardan aşağı, ormana doğru koşuyorlardı.

Bakışlarımı öteye uzattığım anda gökkuşağını gördüm. Ormanın hemen önünde o muhteşem büyülü yol tüm zarafetiyle uzanıyordu. Mavi, yeşil, sarı, mor, kırmızı ve turuncu… Renk renk yollar gökyüzüne doğru yükseliyor, bilinmeyene doğru gözden kayboluyordu.

Çayırdan aşağı hızla koşmaya devam ettim. Tombul bedenim yavaş yavaş isyan bayrağını çekmeye başlamıştı. Yüzümden terler boşalıyor, bacaklarım fena halde sızlıyordu. Harcadığım çaba yüzünden kıpkırmızı kesilmiştim. Pıt ile Kıtır arayı giderek açıyorlardı.

“ Hey! Beni de bekleyin! “

İki dostum gökkuşağına neredeyse varmışlardı. Onlara yetişmek için var gücümle koşuyordum.
Daha sonra gördüğüm manzarayı ömrüm boyunca unutamayacaktım.

Pıt koca bir adım atarak gökkuşağına zıplayıp harika renklerden birine tutunmayı başardı! Hemen arkasından Kıtır ona yetişti. Son bir çabayla ileri uzandı ve tam Pıt’ın yanına, gökkuşağının renkleri üzerine yerleşiverdi!
Gördüklerime inanamıyordum. Gerçekten de gökkuşağına tırmanmışlardı! Demek gerçekten de harikalar diyarı diye bir yer vardı!

Dostlarımı gökkuşağının üzerinde, bana el sallarken görünce içimi büyük bir sevinç kapladı. Başarmak üzeredeydik! Gökkuşağının ötesine, bilinmeye doğru büyük bir maceraya girişmiştik.

Bir an sonra ise gördüklerimin dehşeti tüm benliğime yayıldı; o sıcak heyecan yerini bir anda korkuya bıraktı. Gerçek suratıma tokat gibi çarparken, ağlamamak için kendimi zor tuttum.

Gökkuşağı yavaş yavaş kayboluyordu.

“ Çabuk! Daha hızlı! “

Dostlarım ile aramda hala elli adımdan fazlası vardı. Gökkuşağı ise sessiz yakarışlarıma aldırmadan gözlerden silinmeye devam ediyordu. Sanki beni görmezden geliyormuş gibi dünyadan ayaklarını her geçen saniye daha da çekiyordu.

Gökkuşağıyla beraber dostlarım da giderek gözlerden kaybolmaya başlamıştı.

Önce onları kaybettim. Bir an sonra ise beni çağıran seslerini. Oraya vardığımda ise artık çok geçti.

Gökkuşağı Pıt ve Kıtır’la beraber kaybolmuştu.

Oracıkta çöktüm. Gökkuşağından geriye kalan tek şey sessizlikti. Yüreğim burkuldu; gözlerimden yaşlar boşandı. Ne kadar ağladığımı ya da ne kadar gökyüzüne baktığımı hatırlamıyorum. Ne ormana girişimi, ne de saatlerce gökkuşağını arayışımı hatırlıyorum. Tek hatırladığım gözyaşlarımın sıcak dokunuşu, rüzgarın serin esintisi ve dostlarımın kulaklarımda yankılanan sesleri.

Şimdi yetmiş yaşındayım. O zaman kimse bana inanmamıştı ama belki şimdi, yaşlı bir adamın son sözlerine inanırlar.

Köylülerin tek gördüğü üçümüzün çayırdan aşağı, ormana doğru koşuşumuzdu. Geriye dönen sadece ben oldum. Onlara söyledim. Hepsini gözyaşları içinde anlattım; Pıt ve Kıtır’ın gökkuşağına tırmandıklarını, harikalar diyarını, gökkuşağının ben ona yetişemeden kaybolmasını ve dostlarımı yitirişimi. Ağzımdan çıkan tek şey gerçekti.
 
Kimse bana inanmadı. Beni sıkıştırdılar, vurdular, azarladılar. Tek yaptığım gerçeği söylemek olmasına rağmen duymak istedikleri şeyi söylemem için sıkıştırdılar. Tüm bunlar on yaşında bir çocuğun dayanabileceğinden çok daha fazlaydı.

Sonunda pes ettim. Onlara istediklerini verdim. “ Onları ormanda kurt kaptı. Ben de korkup kaçtım, “ dedim. Herkes anlayışla başını salladı. Bir tür travma geçirdiğimi, tüm bu gökkuşağı saçmalığını uydurduğumu düşündüler. Keşke içlerindeki çocuk hiç ölmemiş olsaydı. Belki o zaman, kim bilir belki o zaman doğruyu söylediğimi bilebilirlerdi.
 
Artık yaşlı bir adamım. Ömrümün sonuna yaklaştım. Aldığım her nefeste bunu hissedebiliyorum.

Uzun yaşamım boyunca ne zaman yağmur yağsa, umutla dostlarımın beni almak için geri dönmesini bekleyip durdum. Ama geri dönmediler.

Şimdi her nerede iseler çok mutlu olduklarına eminim.

Bu satırları yazarken içimden yükselen heyecana engel olamıyorum. Çünkü biliyorum; kısa bir zaman sonra, başka bir yolla da olsa, harikalar diyarında dostlarımda buluşacağım.

Biliyorum, çünkü her gün yavaş yavaş ölüyorum.

Son mektubumu Devrik Tepe’nin tüm çocukları için yazıyorum. Onlar sözlerimin gerçek olduğunu yüreklerinde hissedeceklerdir.

Harikalar diyarında görüşmek üzere.


7
Şişedeki Mısralar / Ynt: Yeni Dünya'nın Öyküsü
« : 03 Ekim 2011, 00:57:54 »
Çok teşekkürler, beğenmenize çok sevindim.

Yazının ilk taslağında üç kardeş vardı; daha sonra iki yaptım. Belli ki bir kaç tane 'üç' benim kör gözlerimden kaçmış^^ Benim hatam, teşekkürler.  

8
Şişedeki Mısralar / Yeni Dünya'nın Öyküsü
« : 01 Ekim 2011, 02:04:49 »
Yıllar yıllar önce,

Yıldızlar delikanlı, evren minicikken,

Dünya denen bir yer varmış, tek başına bir bilye.
 
Ne bir Güneş’i varmış ne de bir uydusu,
Karanlıkta tek başına dururmuş, çok yalnızmış doğrusu.
 
Kendi ışığına sahipmiş, masmavi parlarmış engin karanlıkta,
“ Nasıl parlıyorsun Dünya, Güneş’in mi var arkanda? “
 
Işığı kendi içinden gelirmiş ve üzerindeki çocuklarından,
Ağaçlar mavi mavi parlarmış, ışık saçarmış her yanından.
 
Her biri kendi ışığına sahipmiş, tıpkı masmavi bir orman.
Gelen geçen mest olurmuş, gözlerini alamazmış Dünya’dan.
 
Mavi mavi yanarmış toprak olmasa bile Güneş,
Dünya’nın çocukları kendi ışığını saçarmış, masmavi bir ateş.
 
İki kardeş yaşarmış bu fantastik Dünya’da,
Bir kız ve bir oğlan, ikisi de aynı yaşta.
 
Bir yaşlı kadın varmış çok sevdikleri,
Hikmet Ana derlermiş ona, olmasa bile anneleri.
 
Hikmet Ana’nın yüzü kırış kırış, dalgalı bir deniz.
Uzun yılların izleri, yaşlılığın getirdikleri.
 
Kendilerinden başka kimse yaşamazmış bu Dünya’da,
Ağaçlar, hayvanlar, cinler ve periler dışında.
 
Çok hastaymış Hikmet Ana, kalkamazmış yerinden.
Nefesi hırıltılı çıkarmış, konuşamazmış öksürükten.
 
Arayıp durmuşlar bu hastalığa bir çare,
Ne hayvanlar ne periler şifa bulamamış bu derde.
 
“ Lütfen Hikmet Ana bizi bırakma, “
“ Yapayalnız koyma göçüp de uzaklara. “
 
İki kardeş telaşlı; aramışlar tüm ormanları,
Her yere bakmışlar bulmak için doğru ilacı.
 
Kimsecikleri yok, yapayalnızlar bu Dünya’da.
Kim akıl verebilir onlara büyük cinden başka?
 
“ Söyle büyük cin var mıdır bu hastalığa bir çare? “
“ Hikmet Ana ölüyor, ne yaptıysak nafile. “
 
Cin süzmüş iki kardeşi kocaman gözleriyle,
Mavi ve yeşil, ikisi de ayrı renkte.
 
Tüm cinlerden daha yaşlı büyük cin, çok bilge.
Pek çok dostu göçmüş öteye, o ise kafa tutarmış ölüme.
 
“  Söylediklerimi iyi dinleyin, bilmez başkası. “
“ Hayat Ağacı'na gidin,  o ağaçların en yaşlısı. “
 
“ Boyu yüz kulaç, kökleri nehirler kadar, “
“ Gökyüzünü kaplar çatısı, yıldızları elinde tutar. “
 
“ Usulca girin kovuğuna, o sizi sınayacak. “
“ Bakalım ne der size, bu ilacı o verebilir ancak. “  
 
“ Dikkat edin insancıklar, Hayat Ağacı kurnazdır. “
“ Kalbinde kötülük olduğu kadar iyilik de vardır. “
 
İki kardeş hoplaya zıplaya varmışlar Hayat Ağacı’na,
Sevinçten ağızları kulaklarında, usulca girmişler kovuğuna,  
 
Hayat Ağacı silkinmiş, sevmezmiş uyandırılmayı.
Kalın sesiyle korkutmuş iki maceracıyı.
 
“ Söyleyin bakalım ne ister yürekleriniz? “
“ İşte size bir sınav geçin, sizindir dilekleriniz. “
 
Birden önlerinde masmavi bir ateş belirmiş, ötesinde bir kapı.
Kovuğun girişi kapanmış, seslenmiş Hayat Ağacı,
 
“ Girin kapıdan içeri ama önce ateşten geçmeli. “
“ Büyüm engin ve sınırsızdır, görelim yüreğinizi. “
 
İki kardeş tereddüt etmiş, ateş çok sıcak.
Dönüş yok geriye, bir iki adım atabilmişler ancak.
 
Uzaklarda Hikmet Ana son nefesini vermiş.
Hayat Ağacı bilir ama iki kardeş bilmezmiş.
 
Kalın sesi yankılanmış büyük kovukta,
Gövdesi sarsılmış, yer titremiş rüzgarıyla.
 
“ Hikmet Ana öldü, çabanız nafile. “
“ Ben bile geri getiremem ölüyü, dönün geriye. “
 
İki kardeş üzüntüyle çökmüş toprağa
Gözleri yaşlı, yürekleri ise bin parça.
 

Her biri perişan, seslenmişler ağaca.
“ Madem bu kadar bilgesin cevap ver şu soruya: “

“ Söyle bize annemiz neden öldü? “
“ Niçin iyileşemedi bir türlü? “

Hayat Ağacı hüzünlü, belli ki yüreği sızlar.
Onun da bir derdi vardır, bilemez ki insancıklar.

“ Annenizi öldüren karanlıktı. “
“ Ne bir Güneş’i ne de bir Ay’ı vardı. “

“ Ben Hayat Ağacı’yım, yaşamı yaratan, “
“ Ancak gücüm yetmez, yoksunum ışıktan. “

“ Bu Dünya’nın ne Güneş’i ne de bir Ay’ı var. “
“ Kendi saçtığımız ışık yetmez, karanlık her yeri kaplar. “

İki kardeş o an karar vermişler.
Ağaca seslenip dileklerini söylemişler.

“ Ey bilge ağaç işte sana bir dilek, “
“ Ben Güneş olayım o da Ay. “

“ Dilekleriniz gerçek olur ama önce ateşten geçmeli, “
“ Ne güzel bir istek, karanlık artık çekip gitmeli. “

İki kardeş tereddütsüz; geçmişler mavi ateşten,
İkisi de cesur, korkmazlarmış ölümden.

İki kardeş yaşardı bu fantastik Dünya’da,
Biri kız, biri oğlandı; ikisi de aynı yaşta.

Kız Ay, oğlan ise Güneş oldu.
Karanlık kimseyi öldürmesin, dilekleri gerçek oldu.

Güneş ısıtır Dünya’yı, kucaklaması çok sıcak.
“ Işığım büyütsün sizi, karanlık gece gelebilir ancak. “

Ay aydınlatır geceyi, sanki bir fener,
Beyaz ışıkları bir kızın elleri, karanlığı çözer.

İki kardeş de ışık saçar, dönerler Dünya’nın etrafında.
Yeni Dünya’nın yaratıcılarıdır onlar Hayat Ağacı’yla.

Dünya şimdi capcanlı, üzerinde canlılar.
Merak etmeyin, onlar bizi hep aydınlatırlar.

9
Düşler Limanı / Aşk, Sevgi, Sevgili Üzerine
« : 29 Eylül 2011, 21:08:34 »
İlahi aşk; sen yok musun sen...

Gerçekten de yoksun.

Aşk modern insanın zihninde ne de çok yer kaplıyor böyle. Sinema filmlerimiz var biraz aşk izlemek için para verdiğimiz, sayfalar dolusu şiirlerimiz var konusu sevgili, kitaplarımız var aşkın insana neler yaptığını yüzlerce sayfaya anca sığdırabilen, dizilerimiz ve oyunlarımız var, halk söylencelerimiz var, şarkılarımız ve ağıtlarımız var.

Hepsi de aşka adanmış, her biri şu aşk denen şeyin insanı nasıl vurduğunu anlatır durur.

Medya, sosyal medya, yazılı ebebiyat bas bas aşk diye bağırırken, günlük yaşantımız ve etkileşim içinde bulunduğumuz her türlü materyalde aşk teması bulunabilirken, bu aşk denen duyguyu nedense bir tek kendi içimizde bulamıyoruz.

Bulduğunu düşünenler de var elbette. Onların sayesinde insanlığın hiç eskimeden modası aşk, halen popüler, halen çok canlı.

Aşk bir duygu mudur yoksa mantık ve zekayla ilgili bir olgu mudur? Aşk kalbi mi vurur yoksa zihni mi?

Bizi hayvanlardan ayıran fark bilincimiz olduğuna göre ve hayvanlar arasında insanoğlunun yaşadığı cinsten bir aşk yaşanmadığına göre, aşk sadece entellüktüel bir seviyede mi mümkün olabilir? Düşünce gerçek midir? Öyleyse aşk yapay bir şey midir? İnsan zihninin yarattığı bir yanılsama mıdır?

İnsanoğlu ne zaman çok eşliliği savunsa her defasında doğadan örnek vermekten geri durmaz. Doğada tek eşlilik yoktur der tüm bilmişler, dolayısıyla bizim bildiğimiz manasıyla aşk doğada yer almaz. Zekamız ile hayvanlardan ayrılıyorsak, aşkın zekanın bir ürünü olduğunu söyleyebilir miyiz?

Zeka doğuştan gelen hazır bir birikim midir? Eğer öyleyse, tarihin bilinen her döneminde aşka rastlamamız lazım.

Zeka, çevre ile zamanla yoğruluyorsa o zaman, bu aşk denen şeyi daha iyi anlayabilmek için onu yaratmış olan toplum değerlerine bakmalıyız.

Aşk bir duygu değildir ve insan olarak aşk denen bir hisse sahip olduğumuzu sanmıyorum. Ne anlama gelir karşı cinse seni seviyorum demek? Bunu söylemek başkalarını sevmiyorum anlamına mı gelir? Herkesi seviyorum ama seni daha çok seviyorum mudur söylemek istediğimiz?

Bir duyguyu nasıl bölebilirsiniz? " Senden az nefret ediyorum; senden ise çok nefret ediyorum, " diyebilir miyiz? Sevgi sevgidir, huzur huzurdur, mutluluk mutluluktur. Bir insan az huzurlu ya da biraz sevgi dolu olabilir mi?  Sevgi bölünebilir mi? Vatan sevgisi, Tanrı sevgisi, kendine karşı duyduğun sevgi, ailene duyguğun sevgi, işine duyduğun sevgi...

Hissedilen sevgiler birbirinden farklı mıdır? Sevgi çeşitlere ayrılabilir mi?

Duyguları ifade eden kelimelere duygunun kendisiymiş gibi davranıyoruz. Ancak kelimeler değiştirilebilir, manipüle edilebilir ve kontrol edilebilir; dolayısıyla sevgimiz de -kelimelere bu denli sıkı sıkı bağlı kaldığımız sürece- yönlendirilmeye açıktır.

Topyekün yapılan bir düşünce diktatörlüğü ile aşk denen bir şeyin varlığına inandırıldık. Duygulardan duygu beğendik bu bilinmeyen şey için ve sevginin, aşk denen belirsiz şeye en yakın duygu olduğunu gördük. Tamamen masumduk, herkes bu aşk denen şeyden bahsedip duruyordu; kitaplar, şiirler, filmler ve diğerleri. Toplum kafayı bozmuştu bu konuyla; aşk nasıl çarpar, aşık olan insan ne hisseder, bulutların üzerinde mi yürür, içinde kelebekler mi uçuşur, her şey toz pembe mi gelir ve niceleri. Kimisini fırlatıp atarken, kimisini de dünyanın en mutlu insanı yapıyorsa çok güçlü bir şey olmalıydı aşk. Öyleyse aşk denen şey her neyse, içimizde bir yerlerde olması gerekirdi ki; kutsal olsun, ona atfedilen tüm sıfatları haketsin, yapay ve suni olmasın.

Aşkın gerçekten var olduğuna inandığımız anda bizim için aşk bir gerçeklik oluverdi. Ve bu kesinlikle kötü bir şey değil. Bu sadece insanoğlu olarak zihnimizin ne denli güçlü olduğunu gösterir. Düşüncelerimiz realitemizi yaratır. Bizler düşündüğümüz kadarız.

Aşıksan karşındaki kişiye karşı sevgin çok yoğundur. Ancak söz konusu olan gerçekten sevgi midir? Sevgi nedir? Karşındakinin özgürlüğünü elinden almak, yaptıklarını yargılamak, onu kendi doğruların rehberliğinde yönlendirmek midir? Eğer öyleyse ne yazık ki hissettiğimiz sevgi değil; eğer öyleyse sevgimizin çokluğu bir takım koşullara bağlı ve bu çokluğu belirleyen en büyük koşul ise memnuniyetimiz.
" Beni memnun ettiğin sürece seni seviyorum. "
" Bir başkasına bakarsan kafanı kırarım. "
" Beni mutsuz edersen sevgim biter, senden ayrılırım. “ Sevgi böylesine kırılgan mıdır? Koşullu bir sevgi, gerçek bir sevgi midir? Günümüz birlikteliklerinin, hatta platonik aşıkların kalbindeki duygu gerçekten saf mıdır?

Sevgi en yüksek tanımıyla sınırsız hoşgörüdür. Karşımızdaki ne yaparsa yapsın yargısız gözlerle bakabilmektir. Sevgide korku yoktur. Sevgi insana değişmesini emretmez, plan yaptırmaz. Sevgide sorumluluk yoktur çünkü yapılan her eylemin yakıtı sevgidir. Kişi, olduğu kişi olduğu için değil, sadece varolduğu için duyulan bir mutluluktur.

Seven insan kıskanır. Ne kadar büyük bir aldatmaca. İnsan kıskanıyorsa korkuyor demektir. Sevgi ve korku yan yana gelebilir mi? Ancak biz yine de kıskanmaya devam ederiz. Günümüzde çiftler arasında öylesine dejenere bir sevgi yaşanıyor ki, bu tamamen sahiplenmeye ve bencilliğe yönelmiş bir tür takıntı.

Ve modern zamanlardaki aşkın tanımı da tam olarak bu. Üzerine sevgi serpiştirilmiş, tatmin soslu, korku ve feragat dolu, fedakarlık kremalı bir pasta.

Sevgi bir insana acı çektiriyorsa bilmeliyiz ki, kişinin aradığı sevgi değil sahiplenme ve tatmin duygusudur.

Toplumun yargıları duygu dünyamıza sızmış. Uzun yıllardır süregelen, maruz kaldığımız masallar ve senaryolar ile had safhaya çıkan aşk bombardımanı ister istemez duygu dünyamızda karışıklığa sebep oluyor. " Herkesin dilinden düşürmediği bu şey belki de gerçekten vardır, " gerçekten var mı? Şartlandırılmış ve manipüle edilmiş olabilir miyiz?

Duygu dünyamızı sorgulama konusunda son derece başarısız olduğumuz için gözlem ve mantık neye inanmamız gerektiğini söylemeye başlıyor. İnandığımız an, inandığımız şey bizim realitemizi oluşturuyor. Aşkı bulmayı bekleyip duruyoruz. Sevgiyi deliler gibi, tıpkı tüm hikayelerde kahramanların yaşadığı gibi çılgınca tatmak istiyoruz.

" O kapıdan birisi girse ve o kişi hayatımın aşkı olsa... "

Ah ne kadar da şekeriz.

" O kapıdan birisi girse ve beni mutlu etse, beni tamamlasa... Ruh eşimi, hayatımın aşkını bir gün bulacağıma inanıyorum. "

Ah, ne kadar da asiliz.

" Ona aşığım ama o beni sevmiyor! "

Ah, ne kadar da masumuz.

Önce kendi kendimizi mutlu edebilmeyi öğrenmeliyiz. Bizler henüz bunu yapamazken başkasından bizi mutlu etmesini nasıl bekleyebiliriz? Aşk hikayeleri bize aşık olduğumuzda dünyanın en mutlu insanı olacağımızı söyler. Karşılık göremeyince ise aşk yerini depresyona ve mutsuzluğa bırakır. Bozulmuşsa ve sadece sevgiden ibaret değilse sevmek, insanı mutsuz eder. O kişiyi bulduğumuzda çok mutlu olacağımızı düşünüyorsak bizler sevginin değil, basit bir tatminin peşindeyizdir demektir.

Kimi insanlar vardır ki, depresif takılmayı severler. Bundan gizli bir zevk duyarlar. Kendilerine karşı bir tür sempati duyulmasını arzu ederler. Çünkü kendilerinin bir çeşit kurban olduğuna inanmışlardır. Bu durumdan kurtulmak istemezler ama kurtulmaya çalışıyormuş gibi yaparlar. Buna kendilerini dahi inandırırlar.  Tüm o aşk hikayelerinde gördüğümüz terkedilmiş, karşılık bulamamış insanların berbat hali bir bakıma özendiricidir. İnsan kendisi için büyük bir gizemdir ve her türlü duyguyu tatmak ister. Ruh iyi duygu, kötü duygu ayrımı yapmaz; tek istediği deneyimdir. Ayrılığı yaratan zihindir ve olumsuz duygular içerisinde bulunabilmek için aşk harika bir kılıftır. " Aşık insan ne yaptığını bilmez, " gibi bir gerekçe çok güzel bir kurtarıcıdır. Toplum aşık bir insanı yargılayamaz. Yargısızlıkta korku yoktur ve aşk acısı çeken bir insan, depresyonunu gerçek bir özgürlük içinde yaşar. Ve bunu yapmak, günümüzde sevgili kalabilmek için harcanan çabanın yanında çocuk oyuncağıdır.

Bu yüzden aşk acısı çeken bir insan asla teselli edilmemelidir. Çünkü bu kişi hem sevgiyi fena halde yanlış yorumlamıştır, hem de mutluluk bir düşünce uzağındadır ama bunun farkında değildir. İnsanlar değişme gücüne her zaman sahiptir; öyle ya böyle. Hiç bir acı sonsuza kadar sürmez. Tatmin olmak insana değişme vaktinin geldiğini haber veren çalar saattir.

Sevdiğimiz bir kişi öldüğünde neden ağlarız? Ağladığımız şey onun ölümü müdür? Ölüm hakkında herkesten fazla şey bildiğimiz için mi ağlıyoruz? Yoksa sevdiğimiz kişinin ölümden sonraki yazgısına mı ağlıyoruz? Bizler sevgi ve bencilliği bir arada yaşıyoruz. Bizler kendimize ağlıyoruz. Kendi yalnızlığımıza ağlıyoruz. Karşılıklı çıkar ve memnuniyet üzerine kurduğumuz ilişkinin yıkılmasına ağlıyoruz.

Saf bir sevgide bencillik, tatmin, sahiplenme, korku, memnuniyet veya koşul yoktur. Bu yüzden sevmeyi bilen insanların hikayelerini asla okumayız çünkü kimse onları yazmaz. Ortada yazabilecek bir şey yoktur. Sevgi karşılık beklemez, koşul istemez, gerçek bir sevgi azalıp çoğalmaz. Sevgi asla acı vermez, asla korku hissettirmez, asla kıskandırmaz. Sevgi sahiplenme değildir. Sevgi bağımlılık ve takıntı değildir. Sevgi fedakarlık gerektirmez, fedakarlık değişimdir; sevgi değişmeyi emretmez. Görev yoktur, sorumluluk yoktur sevgi her şeyin, her ne ise o olmasına izin vermektir. Sevgi her zaman oradadır, insanın içinden akıp geçer ve tek istediği şey 'olmak' tır.

Böylesine saf bir duyguyu öyle bir değiştirip, çeşitli kılıflara soktuk ki, sonunda kendi illüzyonlarımızın ve şartlanmalarımızın altında ezilip kaldık. Günümüzde sevgi ile sahiplenme aynı anlama geliyor; aşk ise takıntılı insanlar yaratmaktan öteye geçemiyor.
 
Bizler sevgi kılıfı giydirilmiş ihtirasların, kurnazlıkların ve savaşların peşindeyiz. Bizler sevgi değil, macera arıyoruz.

10
Yayınevleri Soru Hattı / Ynt: İthaki Yayınları Soru Hattı
« : 04 Ağustos 2011, 17:52:04 »
Merhaba,

Ejderhanın Kemikleri Serisi hakkında bilgi verebilir misiniz? Serinin devamı ne zaman raflarda yerini alır?

11
Yayınevleri Soru Hattı / Ynt: İthaki Yayınları Soru Hattı
« : 31 Temmuz 2011, 04:26:28 »
Merhaba,
Kendi fikrimce gerçek bir başyapıt olan Ölüm Kapısı Serisi sayesinde tanışmıştım İthaki ile. Böyle bir seriyi kaliteli baskıyla bizlerle buluşturduğunuz için çok teşekkürler.

Bildiğim kadarıyla yerli fantastik öykü yazarları veya amatör yazarlar tarafından yazılmış ve İthaki tarafından basılmış herhangi bir kitap yok.(varsa affola) Yayınevi olarak yerli yazarlar konusundaki politikanız nedir? Yazarlar sizlere basım için değerlendirilmesi amacıyla öykü ve dosyalarını gönderebilir mi? Yoksa İthaki'den başka seçeneklere mi yönelmeliler?

12
Düşler Limanı / Sana Geliyorum Orhan Baba
« : 29 Temmuz 2011, 04:04:12 »
Eski zamanlardan bir gün. Ankara.

Her şey Ahmet Abi ile başladı. Biz zamanında Ahmet Abi'yle her pazar kafaları çekerdik. Pazarları, Esenboğa Havalimanı yolunda hemen sağda görünen Mamak Çöplüğü'nün karşısındaki düzlüğe arabamızı çekip içerdik. Bir yandan Orhan Baba, bir yandan rakı, biraz da meze, sormayın keyfimizi. Mezeyi paramız olursa alabilirdik ama rakı neredeyse hiç eksik olmazdı bagajda. Siyah poşetin içinde nasıl da masumca bakardı bize için beni diye. Ender de olsa kimi zaman rakı almaya bile paramız olmazdı; o zaman da bira içerdik. Fakirin içkisi biradır diye bir söz vardır. Yoksa fakirin piyanosu gitardır mıydı o söz? Her neyse, sizin anlayacağınız derdimiz rakı keyfi değil, kafayı bulmaktı.  

Ankara'nın bütün pisliği döner dolaşır Mamak Çöplüğü'ne gelir. Çöplük diyorum ama aslında oralar cennet bahçesi gibidir. Çöplüğün etrafı düzlükler, çayırlar, çeşit çeşit ağaçların serin gölgeleriyle doludur. Çöplükten midir bilinmez kimsecikler olmaz Mamak Çöplüğü'nün çevresinde. Eh pek de haksız sayılmazlar. Çöplüğün kokusu insanı alkol almadan sarhoş eder bir süre sonra.

Neyse, bizim Ahmet Abi'yle o düzlüklerde çöplüğün kokusundan uzakta, şirin bir kara çamın gölgesinde gizli bir yerimiz vardı. Öyle sorumsuz da değildik ha; kafamız güzel de olsa, sallana sallana da olsa çöpümüzü toplar bagaja atardık işimiz bitince. Pırıl pırıl tutardık mekanımızı.

Günlerden bir gün ben yine Ahmet Abi’yle mekandayım, içiyoruz. Güneş batmak üzere, manzara çok güzel. Arabanın kapıları açık, takmışız yıllanmış Orhan Baba kasetlerinden birini, bir yandan koca bir dilim kavun atıyorum ağzıma bir yandan boşaltıyorum kadehi. Araba benim. Ayıptır söylemesi Doğan SLX’im var. Doğan’ların en güçlü motora sahip olanından. Öyle basmayan Doğancılardan değiliz yani. Öyle olunca da daha çok yakıyor meret. Zaten paranın çoğunu rakıya vermişiz, kalan parayı da benzine vereceğim; kafam bozuk. İçiyorum ama keyfim yerine gelmiyor bir türlü. Rakı işlemiyor dertlerime.

“ Yok, bu böyle olmaz hacı. Bu hayat böyle sürmez. “ dedim Ahmet Abi’ye.

Ahmet Abi kafayı hemen bulmuş, gözleri kan çanağı olmuş. Rakıya bakıyorum dibinde iki gıdım bir şey kalmış.

“ Ulan ne adisin be, kardeşine bir şey bırakmamışsın. “

Ahmet Abi kafayı sallıyor. Dediğimi anlamadı. Anlamaz tabi, kafası olmuş bir milyon. Benim başım hafif dönüyor ama ayığım. Kıskanıyorum koca öküzü, ne de güzel kafayı bulmuş. Bir de ben bulabilseydim kafayı, toz pembe oluverseydi herşey.

Ahmet Abi’nin dediklerimi anlayıp anlamadığı bilinmez, ben yine de konuşmaya devam ediyorum.

“ Yok yok. Bu böyle sürmez. Cebimizde metelik yok oğlum. Beş parasız dolaşıyoruz etrafta, “ biraz durup düşünüyorum. “ Yarın iş bakacağım. “

Ahmet Abi nasıl olduysa oldu onca konuşmanın arasında “ iş bakacağım “ kısmını anladı.

“ Sahi mi diyon la? “

“ Hee, “ dedim. “ İş bulacağım. “

“ Bak, “ dedi. Bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki, kucağıma doğru düşüp horlaması bir oldu.

Ertesi gün Ahmet Abi uyandığında saat dörde geliyordu. 12 saat uyudu bebe. Dünkü meseleyi hatırlattım. Bana uzun uzun anlattı nasıl iş bulabileceğimi. Ahmet Abi’nin bir yakınının kocasının arkadaşı mıymış neymiş; bunun bir işyeri varmış. Muhasebeci arıyormuş.

“ Ben onu tanırım. Biraz enayi bir tiptir. Bol maaş verir, “ dedi Ahmet Abi.

“ Ben ne anlarım muhasebeden, “ dedim.

“ Oğlum, bak. Sen şimdi matematik biliyon mu? Biliyon dimi? Bilgisayar biliyon mu? Biliyon dimi? İşte bak! Sen muhasebecisin ama farkında değilsin. “

“ Abi, “ dedim. “ Benim matematik liseden kalma. İnternet kafede Kantır falan oynuyoruz mahalleden arkadaşlarla. Bilgisayarım da bundan ibaret. Ha, bir de Pes oynamayı bilirim. “

“ Ohhh, yeter de artar bile, “ dedi Ahmet Abi elini omzuma atarak. “ Senden iyisi mi bulacaklar oğlum? “

Ne yalan söyleyeyim o an kanmıştım Ahmet Abi’ye. Bende de bir heves doğmuştu. Belki de kalkabilirdim bu işin altından.

“ İyi de, ya beni değil de başkasını alırlarsa işe? “

“ Orası kolay “ Ahmet Abi’nin suratında kuşkudan eser yoktu. “ Bizim alt kattaki dilberin oğlu da muhasebeci. Bu çocuk zamanında uğraştı didindi sivi diye bir şey hazırladı. Bu sivi denen şeyi iş yerlerine gönderince, millet bu çocuğu havada kaptı. “

Ahmet Abi’nin mantığında yanlış olan bir şeyler vardı ama o an anlamamıştım. “ Abi, kaparlar tabi çocuk üniversite mezunu falandır. Allah bilir bir de birincikle bitirmiştir. Ben liseyi zor bitirdim. “

“ Ben sana onu mu diyom oğlum. Yap bir sivi şansın artar diyom. “

“ İyi, biz de yapalım bir siiifii verelim bu adama. “

“ Sifi değil la, sivi. CV diye yazılıyor, kara cahil. “

“ Neyse ne; nasıl yapacaz bu şeyi? Hem ne koyacağız içine? Benim karnelerim hep zayıftı. Attım onları. “

“ Yapmayacağız. “ O an Ahmet Abi’nin gözlerinde şeytanı tüm çıplaklığıyla gördüm. “ O çocuğunkini kullanacağız. “

Aradan bir gün geçti, iki gün geçti Ahmet Abi yok. Kontörüm de yok ki arayayım. Bekle babam bekle ortalıkta görünmez herif. Sonunda bir akşamüstü geldi kahveye. Suratında kocaman bir sırıtışla oturdu karşıma. Ahmet Abi’nin gömleği tertemiz, yakaları düzgün. Traşını olmuş, saçları taranmış. Bir de yumuşak yumuşak tatlı bir parfüm kokusu yayıyor ki sormayın. Belli ki kadın eli değmiş buna.

“ Nerelerdesin yahu? Kaç gündür haber alamadım senden. Hacı Muhittin’e soruyorum görmedim diyor, Hüsrev Amca da bilmiyor nerede olduğunu; merak ettim seni. “

“ Anlatacağım, anlatacağım. Hepsini anlatacağım. “ Elini aşağıya götürdü. Pantolonunun bir köşesinden bir deste kağıt çekip pat diye masaya vurdu.

“ Bu ne? “ dedim.

“ Siviyi aldım. “

Şaşkın şaşkın elime aldım kağıtları. Üzerinde kocaman harflerle Cevat Tezcan yazıyor. Benim bakışlarımı görmüş olmalı ki, “ Sana bahsettiğim çocuğun ismi, “ dedi. “ O sayfayı atarız. Al sana gıcır gıcır sivi. Şu koca Ankara’da seni işe almayacak patronun alnını karışlarım ben. “

Ne diyeceğimi bilemedim. Her şey mükemmel görünüyordu. Madem artık bu siifi midir nedir ondan isteniyor işe girerken, biz de verelim bari diye düşündüm.

Şu kağıt parçası başıma ne işler açtı dostlar bir bilseniz. Zaten başıma ne geldiyse şu cahil kafamdan geldi. Kendime cahil diyorum da, güya fiyakalı geçinen Ahmet Abi benden beter. Neyse, en iyisi devam edeyim ben:

Ahmet Abi bana hevesle bakıyor. Yüzünde mahrur bir ifade var. Sanki banka soydu da Miami’ye taşınıyor. Öyle bir bakış.

“ Nasıl aldın bunu? “ dedim.

“ Bizim alt kattaki dilberden. “

“ Tamam da nasıl aldın? “

“ Dilber dediğime bakma. Senin benim kadar bir karı işte. Kadın gelmiş kırkına ama mal yerinde. Görmen lazım hatunu. Kocası öleli on sene olmuş. Bizim ki de neyi var neyi yoksa oğlunun eğitimi için vermiş. Kadının oğlu Cevat mezun olup da şu önündeki sivi denen mucizeyle bir işe girince, kadın yapayalnız kalmış ortada. “

“ Bunu sana kadın mı verdi? “

Ahmet Abi en masum gülümsemesiyle göz kırptı bana. “ Ne sandın. “

Gülümsemesi bulaşıcıydı. O gülünce ben de kendimi tutamayıp sırıtmaya başladım. Sonra sessiz sırıtışlarımız kahkahaya dönüştü. Her şey yolundaydı. Çok yakında eşek yüküyle para kazanmaya başlayacaktm. Kahkahaların arasında sertçe vurdum bizim yaşlı kurtun sırtına. “ Çakal, yine yaptın yapacağını dimi. Demek o yüzden kaç gündür yoksun ortada. “

“ Bana ne yemekler yaptığını bir görsen… “

Ahmet Abi akşama kadar anlattı durdu.

Ertesi gün işyerinin adresine vardım. Bulmak kolay oldu. İşyeri bizim mahalledeymiş. Merdivenleri çıkarken kendi kendime ne kadar şanslı olduğumu söyleyip duruyordum. Evden çıkıp işe yürümem 15 dakika ya surer ya sürmezdi. Benzin parasından yırtmıştım. Tabi önce patronun beni işe almayı kabul etmesi lazımdı. Ama kendimden emindim. Şimdiden işe girmiş gibi hissediyordum kendimi.

Kapıya varıp zile bastım. Zırrrrrrrrr! Zil değil mübarek siren. Boş bulunduğunda insanı yerinden hoplatır. Yine aynı ses. Zrrrrrr! Bu seferki daha hafif. Kapı otomatiğine basmışlar içeriden. Usulca açıldı kapı. Girmeden şöyle bir üstümü başımı düzelttim. Üzerimde Ahmet Abi’nin alt komşusunun ölen kocasının takım elbisesi var. Belli ki kadın bizimkine abayı yakmış. Ne dese yapıyor. Pantolonun beli sıksa da üzerime tam oldu rahmetlinin takım elbisesi. Zavallı, şimdi burada olsa da fingirdek karısının yaptıklarını duysa, bir dakika durmaz boşardı kadını. Tabi bir güzel dövdükten sonra.

Pantolonu iyice çekiştiriyorum. Rahmetli çok zayıf bir adam olmalı; pantolonun beli fena halde sıkıyor. Düğme koptu kopacak. Göbeğimi içime çekip kapıdan içeri giriyorum.

İçerisi aydınlık. Duvarlarda manzara resimleri olan çerçeveler, kenarda köşede duran saksılarda çeşit çeşit bitkiler, yerlerde gıcır gıcır parkeler. Duvarlarda raflar tepeleme kitap dolu. Etraf lüks döşenmiş. Şöyle alıcı gözüyle bakıyorum etrafa. Ne de olsa artık burada çalışacağım. Keyifle içime çekiyorum gördüğüm her şeyi.

Tam karşımda büyükçe ahşap bir masanın arkasında bir kadın oturuyor. Sekreter olmalı. Siyah uzun saçlar omuzlarına kadar geliyor, parfüm kokusu kaplamış her yeri. Masanın altından bacak bacak üstüne atmış, güneş ışığı vuruyor bacaklarına. Durduğum yerden manzara güzel sizin anlayacağınız. Koca memeli taş gibi bir kadın. “ Allah’ım, “ diyorum kendi kendime “ ben ne yaptım da beni böyle ödülere boğuyorsun? “  

“ İyi günler. İş görüşmesi için gelmiştim. Randevu alınmıştı. “

“ Evet, buyrun. “ Fıstık kibarca gülümsüyor bana. Patronun ofisi olması gereken yere kadar eşlik ediyor. Beyaz gömleğinin ilk iki düğmesi açık, yanında yürürken açıklıktan bir şey görme umuduyla yan gözle bakıyorum ama nafile. Lanet gömlek içe doğru kıvrılmış. Gözükmüyor bir şey.

“ Buyrun,
Kadın kapıyı açıp, bana son bir kez gülümsedikten sonra geri dönüyor. Yürürken arkasından bakıyorum. Kalçası bir o yana bir bu yana hoplayıp duruyor. Hop, hop, hop, hop. Dans bile edilir o kalçaların ritmiyle.

Öylece ayakta durmuş kadına ağzım açık bakarken patronun içeride beni beklediğini hatırlıyorum. Hemen dönüp başımla kibarca selam veriyorum. Neyseki bir şey anlamamış. Daha ilk dakikadan sekreteri kestiğimi görmesi iyi olmaz. Dikkatimi önüme veriyorum. Ne de olsa bundan böyle o ince iş için çok zamanım olacak.

Patronun odası havadar. Bol bol güneş alıyor. Bir de duvara kocaman bir klima koymuş. İçerisi bir serin ki… Sanki cehennemden çıkıp cennete gelmişsin gibi. Zenginlik bambaşka bir şey arkadaş. Kocaman ahşap masasının arkasındaki dev koltuğuna gömülmüş yüzünde kibar bir tebessümle bana bakıyor.

Patronun tipini ise sormayın . Sokakta görseniz kasap sanırsınız. Üzerine mavi bir gömlek çekmiş. Ama öyle bir giymiş ki; gömleğin dili olsa imdat diye bağırır. Koca göbeği kumaşı öyle bir geriyor ki, gömlek düğmeleri koptu kopacak. Kravatı zaten yok. Böyle bir adam kravat taksa herhalde boğularak ölür. Açtığı yaka düğmesinden atletinin ucu gözüküyor. Boyun olması gereken yerde gıdığı var sadece. Özenle taranmış saçlar, terli bir surat ve kapkara, gür bir bıyık. Mahalledeki kasap Süleyman’ın bir kopyası karşımda duruyordu.  

“ Merhaba, buyrun oturun, “ kocaman ahşap masasının önündeki koltuklardan birini gösterdi.

Teşekkür edip oturdum. “ İyi günler, ben Osman Ebegümeci. “

“ Murat. Memnun oldum Osman Bey. “

“ Ben de. “

“İş görüşmesi için gelmiştiniz değil mi? “

“ Evet. Bir muhasebeci arıyormuşsunuz. Bilgisayarım ve matematiğim var. Beni alır mısınız işe? “

Ben böyle pat diye sorunca adam biraz afalladı. Ben nereden bileyim bu işler nasıl yürür, nasıl konuşmak gerekir? Çöp kokan, yağmur yağdı mı sel gibi sular akan kenar mahallelerde insan nezaketten ne kadar nasibini alabiliyorsa bende o kadar almışım işte.

“ Buyrun, “ diyip masanın üzerine sivimi bırakıyorum.

Memnun olmuş bir ifadeyle siviyi alıyor. Sayfaları birer birer çeviriyor. Çevirdikçe “ vay vay “ diyip duruyor. Ben bu takdir nidalarını duydukça havalara uçuyorum. Yarabbim şu sivi ne büyük icat.  

Ben halimden memnun bir vaziyette patronun tamam seni işe aldım demesini beklerken, adam bir anda ayaklandı.

“ Bu da ne demek oluyor? “

Neye uğradığımı şaşırdım. Adam belli ki çok sinirlenmiş, öfkeden bıyığı titriyor.

“ Ne oluyor hocam? Neye kızdın böyle? “

“ Beyefendi beyefendi! Siz kimi kandırıyorsunuz. “ diye böğürdü eliyle kağıda vurarak.

Hala ne olduğunu anlamamıştım. Mis gibi siviyi verdik işte daha ne yapalım? Bir yandan pantolon sıkıyor bir yandan bu… Ben de sinirlenip ayağa kalktım.

“ Sakin ol, adam gibi anlat derdini beyim. “

Kağıdı masaya atıp eliyle işaret ediyor. “ Benim üçkağıtçılarla işim olmaz. “

Eliyle gösterdiği yere bakıyorum. Sayfanın altında, bir köşede Cevat Tezcan yazıyor. Sayfayı çeviriyorum yine aynı imza, bir daha çeviriyorum yine aynı imza. İçimden okkalı bir küfür savuruyorum. Ne Ahmet Abi, ne de ben sivinin içindeki sayfaları incelemeyi akıl edemedik. Şu Cevat denen bızdık piç yaptığı her sayfaya imza atmış anlaşılan. Yine de henüz umutsuzluğa yer yok. Durumu kurtarabilirim belki.

“ Ha, bu mu? Cevat benim göbek adım. “

Ben böyle der demez adamın üzerinden bir öfke dalgası geçti. Dev gövdesiyle kağıtları devirerek masanın çevresinden dolaşıp üzerime yürüdü. Ben korkudan ne yaptığımı biliyor muyum? Adamın gulyabani gibi üzerime gelmesini izlerken siviyi elime almışım. Herif teriyle bile boğabilir beni istese. Attığı her adımda koca göbeği aşağı yukarı oynuyor. Benim elimde duran siviyi görmüş olmalı ki aklına bir şey gelmiş gibi bir anda duruverdi.

Son anda yumruğu yemekten kurtulduğum için içimden büyük bir oh çektim.  

Kısık gözlerle bir bana, bir elimdeki siviye baktı.

“ Onu nasıl aldın? “ diye sordu usulca. Sesinde bir annenin çocuğuna duyduğu şefkat vardı sanki.  

“ Nasıl aldıysam aldım. Ne önemi var? “

“ Ulan şerefsiz! Cevat Tezcan benim yeğenim be! “

İşte şimdi her şey yerli yerine oturuyor. Bendeki şans eşek şansı, eşek. Koca Ankara’da gele gele bizim Cevat’ın amcasına denk gelmişiz. Bizim patrona kendi yeğeninin sivisini vermeme mi yanayım yoksa muhtemelen dayak yiyeceğime mi yanayım bilmiyorum.

Tombul elleri birden ileri uzanıp elimdeki siviye kapandı. İnat değil mi ben de sıkı sıkı tutuyorum siviyi. Korkudan, heyecandan ne yaptığımı biliyor muyum? Adam kendi yeğeninin sivisi istiyor, peki sana ne oluyor? Bir patron çekiyor siviyi, bir ben. Koca kağıt destesi bir o yana, bir bu yana gidip duruyor.

“ Ver ulan! “

“ Vermem! “

Patronun yüzü çabasından dolayı ter içinde. Adam kıpkırmızı kesildi. Dudaklarını büzmüş tüm gücüyle siviyi çekiştiriyor. Ben hiç arkada kalır mıyım? O çekiştirdikçe ben de çekiştiriyorum. Kollarım koptu kopacak. Ellerimle pençe gibi kavramışım siviyi, inadına bırakmam.

“ Bıraksana lan! “

“ Vallahi bırakmam. “

Biz böyle siviyi çekiştirip dururken benim zaten belden sıkan pantolon tüm bu hengameye dayanamayıp pıt diye düğmesini atıvermesin mi? Zaten geldi mi hep üst üste gelir; aksi gibi bir de gergin duran fermuar cııırt diye açılmasın mı? Siviyi mi bırakayım, pantolonu mu çekeyim? Pantolon yavaş yavaş aşağı iniyor, benim beyaz slip don gözler önüne seriliyor. Hani derler ya insan ölürken hayatı film gibi gözünün önünden geçermiş. Benim aklıma ise donum geldi. Ne zaman giydiğimi hatırlamıyorum, umarım temizdir diye düşünürken buldum kendimi. Oğlum Osman dedim bu mesele onur meselesi boşver donu, boşver pantolonu siviye asıl.

Pantolon bacaklara kadar indi. Ne ben, ne de patron siviyi bırakmaya kararlı. İkimizin de yüzü harcadığımız çabadan kıpkırmızı olmuş, konuşacak halimiz kalmamış. Son bir defa güçlüce asılıp çektim siviyi. Çekmemle koca kağıt tomarının caaaaart diye yırtılması bir oldu.

Patron da, ben de elimizden kurtulan kağıtla beraber geriye uçtuk. Ben zar zor tutunacak bir yer bulup ayağa kalkmaya çalışırken, bacaklarımda bir el hissettim.

“ Gel buraya adi herif! “

Aha dedim bu sefer kaçış yok işte. Adam tutmuş pantolonu bir yandan küfürler ediyor, bir yandan ayağa kalkmaya çalışıyor. Kolay mı o koca götün yerden kalkması?

Ayağa kalkarsa kesin hastanelik olacağım. Can korkusuyla pantolonu sıyırdım bacaklarımdan. Pantolonu geride bırakıp ok gibi fırladım kapıdan dışarı. Patron yerden kalkmış, arkamdan koca koca adımlarla geliyor. Ben kaçtıkça, o kovalıyor. Sekreter küçük bir şaşkınlık nidası kopardı; zavallıcık öylece kalakaldı.

Merdivenlerden inip fırladım sokağa. Ben önde don gömlek kaçıyorum, patron arkada elinde bir pantolonla beni kovalıyor.

Sonra ne mi oldu? Merak etmeyin, dayak yemedim. Ama tüm mahallenin meraklı bakışları altında, arkamda küfürler ede ede beni kovalayan izbandut, önde ben, üzerimde gömlek, altımda kirli bir don kaçarken dayak yemiş kadar oldum.

O günden sonra kahveye bir daha giremez oldum. Değil kahvehane, mahalleye bile adım atamaz oldum utancımdan.

Bu sivi olayının üzerinden çok geçmedi, bizim patron Ahmet Abi’yi alt komşuyla iş üstünde basmış. Evleneceksiniz yoksa kan akar demiş. Evlilik diyince Ahmet Abi için akan sular durur. Ölesiye korkar o işten. Şimdi Ahmet Abi de firari. Nerelerdedir, ne yapar bilmem.

İşte böyle dostlar, mahalleden de kovulduk sizin anlayacağınız. Görünen o ki, bize rakı ve Orhan Baba’dan başka kucak açan da olmayacak. Sana geliyorum Orhan Baba.

SON

Aziz Nesin'in eserlerinden esinlenerek... İyi vakit geçirdiyseniz ne mutlu bana.

13
Kurgu İskelesi / Kuşburnu ile Elma Ağacının Hikayesi
« : 28 Şubat 2011, 11:20:30 »
Güneşin hiç batmadığı bir ülkede, uçsuz bucaksız ovaların sarmaladığı bulutlu bir köyde yaşarmış elma ağacı. Yemyeşil dallarının arasından göz kırparmış elmaları. Boyu pek uzun değilmiş bizimkinin, dalları da yarışamazmış arkadaşlarıyla. Yine de mutluymuş elma ağacı, kökleri sımsıkı sarılırmış toprağa.
      
Sessiz bir kuşburnu yaşarmış, bizimkinin tam yanında. İncecik gövdesi ile boynu bükük görünürmüş hep dostuna. Dikenleri yüzünden yaklaştırmazmış yanına kimsecikleri. Bizim elma ağacı bu sessiz dostunu çok severmiş, eğilirmiş üstüne görsünler diye kırmızı beneklerini. Dallarıyla onu işaret edermiş insanlara, kızarmış gövdesini büken rüzgara.
      
İki dost kökleriyle sarılmışlar birbirlerine, konuşmuşlar uzun yıllar boyunca. Kuşburnu hep onun gibi büyük bir gövdeye sahip olmak istermiş, kaçmak istermiş bu çalı hayatından. Yeşil elmalarına gizli bir kıskançlıkla bakarmış, hiç de memnun değilmiş yaşamından.
      
Bir sene hiç yağmur yağmamış, güçsüz düşmüş bizim kafadarlar. En çok da kuşburnu hastalanmış, boğazı kurumuş susuzluktan. Elma ağacı uzatmış köklerini, ulaşmış toprağın derinlerine. Kuşburnu hiç konuşmaz olmuş, ölmek üzereymiş garibim. Ama bizimkisi pes etmemiş, kurtarabilirmiş belki küçüğü. Dikkatle bakmış toprağa, altındaki karanlık odalara. Bir gözü hep dostunun üzerindeymiş, dallarıyla saçlarını okşarmış. Umudunu yitirmemiş, karıştırmış toprağı. Doğa ananın sıcak gözyaşlarıyla ıslanmış kökleri, içmiş kana kana. Avucunu açmış, doldurmuş toprak ellerini. Uzatmış bizim kuşburnuya, yüreğinde küçük bir korkuyla. “ Ölme, “ demiş dostuna. “ Bırakma beni! “
      
Kuşburnu uzatmış köklerini, halsizce tutmuş bizimkinin ellerini. İçtikçe yaşamla dolmuş dikenleri, yeniden doğrulmuş gövdesi. Elma ağacı sevincinden boy atmış, ezmiş gölgesi her şeyi.
      
Lakin kuşburnu hiç de memnun değilmiş bu durumdan, kuru bir çalı olarak ölmeyi yeğlermiş. Kıskançlığından ölmek üzereymiş. Kurtulmak istermiş elmanın gölgesinden. Teşekkür bile etmemiş. Geri çekmiş köklerini, umursamazca eklemiş “ Beni yalnız bırak! Sevmiyorum seni. “
      
Elma anlamış, öteden beri bilirmiş bu durumu. “ Sana bir tane elma veriyim, bana benze, “ demiş. Kuşburnu doğrulmuş. Hep onun kadar büyük meyveleri olsun istermiş, açmış kucağını. Bizimkisi bir tane elma düşürmüş, tutmak istemiş ufaklık. Elma ağır gelmiş ince kollarına çat diye kırılıvermiş gövdesi. Acıyla bağırmış zavallıcık, nefret etmiş dostundan. “ Defol git! “ demiş, göstermiş dikenlerini.
      
Elma tüm bu olanlara çok üzülmüş sadece onu mutlu görmek istermiş. Defalarca özür dilemiş, kökleriyle teselli etmek istemiş. Geri çekilmiş kuşburnu, yüzüne bile bakmamış. Öteden beri kendini sevmezmiş, kırık gövdesi ile artık kimseciklerin yüzüne bakamaz olmuş. Yemeden içmeden kesilmiş, dökmüş dikenlerini. Unutmuş meyve vermeyi, hissetmiyormuş artık köklerini. Bir gece son nefesini vermiş, öylece kalmış kırık gövdesi.
Elma haykırmış, kaldırmış toprağı, dallarıyla kesmiş rüzgarın önünü. Öfkesi enginmiş, doğa korkuyla geri çekilmiş. “ Benim suçum! “ diye bağırmış gökyüzüne. “ Onu ben öldürdüm! “
      
Yalnızlık korkunçmuş, dostunun hatırası gitmemiş olmayan gözlerinden. Dayanamamış acıya, ekşimiş elmaları, delinmiş yaprakları, yılanlar yuva yapmış oyuklarına. Artık çok yaşlanmış, gücü de kalmamış ağlamaya. Hep onun gibi olmak istermiş kuşburnu, yıllarca onu düşünüp durmuş. Bir gün aklına bir fikir gelmiş.
      
Bir sonbahar, atılmış ileri, sıkmış dişini. Kararını vermiş, bir yol olabilirmiş. O sene bizim koca elma ağacı tek bir meyve vermiş. Kendi özünü katmış elmasına, tüm benliğini. Dev gibi yeşil elma çok albenili gözüküyormuş doğrusu; kokusu da cabası. Korkmuş insanlar onu benden alır diye, acele etmeliymiş. Bu son umuduymuş, kalbindeymiş dostunun anısı. Kendini sallamış, gövdesi gıcırdamış. Dökülmüş taze yaprakları, acıya aldırmamış. Devam etmiş sallanmaya, her tarafı ağrıyormuş ama umudu tammış. Sonunda düşürmüş elmasını tam kuşburnunun kalbine.
      
Meyve çürümüş dostunun mezarında. Kendi özünün toprakla kaplanmasını izlemiş huşu içinde. Aradan aylar geçmiş, bir sabah mucizeyi görmüş uykulu gözleriyle. Dostu tohumun kaybolduğu yerde mahçup mahçup ona bakıyormuş. Bir tane yaprağı varmış, tıpkı kendisine benzeyen.
      
Usulca uzanmış bizimkisi sevinç içinde. Dokunmuş tüy gibi ince köklerine, sormuş “ Beni hatırladın mı? “ diye.
Kuşburnu olmuş bir elma ağacı, uzun uzun sarılmış dostuna. Gözyaşları toprağı yeşertmiş etraflarında. Sevgililer isimlerini kazımış bir olmuş gövdelerine. Doğa bile nazarla bakarmış bizim iki kafadarın şimdiki hallerine.




SON

14
Kurgu İskelesi / Ynt: Aldım, Verdim
« : 25 Şubat 2011, 21:39:22 »
Zamanın ve yorumun için çok teşekkürler ederim. Beğenmene çok sevindim. Yorumunu okumak yorucu bir işten sonra içilen soğuk su gibi geldi.

Prens kelimesinin çirkinliğe katılıyorum. Özellikle de veliahtın adını Kumru Han koyduktan sonra prens kelimesi hepten parlamış. Onun yerine Sultanzade gibi bir terim kullanabilirmişim.
Tekrar teşekkürler. 

15
Kurgu İskelesi / Aldım, Verdim
« : 25 Şubat 2011, 17:49:33 »
Elindeki telli çalgısını tıngırdatarak söylediği şarkının son sözlerini okuyup gözlerini yavaşça açtı.

Bir erkek için nadiren rastlanan billur gibi duru sesi yemyeşil dağlardan yankılanıp geri geldi. Kızsini köyünün sakinleri şarkısını söylediği ağacın çevresinde toplanmış huşu içinde onu dinliyordu. Kimisi böylesine güzel bir sesin bir insana nasıl bahşedildiğini anlamaya çalışıyor, kimisi de kolunun yenine gözyaşlarını siliyordu. Çocuklar sessizleşmiş, anneler başlarını eğmiş, babalar ağlamayı güçsüzlük olarak saydıkları için dolu gözlerini saklamaya çalışıyordu.

Ozan Boğaç’ın Kızsini köyüne gelmesi büyük bir olay olmuştu. Hele ki fakir ve nispeten dünyadan soyutlanmış bir şekilde yaşayan Kızsini halkı için bir ozanın köylerine gelip şarkı söylemesi bulunmaz bir nimetti. Bir de tüm bunların üstüne ozanın sahip olduğu billur sesi eklenince tadından yenmez olmuştu.

Yavaşça şarkının duygusal havasından sıyrılıp kalabalığa baktı Boğaç. Bir ozan olarak dünyanın pek çok yerine gitmesine rağmen şimdiye dek bu köylüler kadar sadık hayranları olmamıştı. İnsanlar genelde onu yarım kulakla dinler vermek istediği duygusal özü almaya yanaşmazlardı.

“ Ama bu köylüler... “ diye düşündü keyifle “ beni gerçekten dinliyorlar. “

Yaslandığı yaşlı ağaçtan destek alıp ayağa kalktı. Mavi pantolonundaki otları temizleyip telli çalgısını eline aldı.
“ Gerçekten gitmek zorunda mısın Boğaç? “ diye sordu köyün yaşlısı Hikmet Ana buruk bir sesle. Hemen arkasından kalabalıktan onu onaylayan mırıltılar yükseldi.

“ Neden gidiyor ki? “
“ Anne... gitmek mi zorunda? “
“ Burada kalabilir. “
“ Belli ki bizden sıkıldı. “

Boğaç sessizce gülümsemekle yetindi. “ Sizleri çok sevdim dostlarım bu bir gerçek. Ancak çalgımı ve herşeyden öte sesimi de çok seviyorum. “ billur sesi usulca bir yükselip bir alçalıyor konuşmasına bir şarkı edası katıyordu. “ Ben bir ozanım. Ben bir gezginim. Sesimi duyurmak, şarkımı söylemek istediğim daha çok yer var. Orada, “ dedi dağları göstererek “ beni dinleyecek başkaları olduğunu biliyorum. “

“ Hoşçakalın dostlarım! Misafirperverliğiniz için teşekkürler. “ telli çalgısını omzuna vurup yürümeye başladı. O yürüdükçe kalabalık yol vermek için açılıyordu. Derken omzunda bir el hissetti. Hikmet Ana buruş buruş elini hafifçe omzuna koymuş, garip bir edayla ona bakıyordu. Kulağına yaklaşıp zorlukla duyulan bir sesle konuşmaya başladı. “ Yalnız kalplerimizi o güzel sesinle yeniden titreştirdin. Minnettarız. Burada sana her zaman yer var.“

Boğaç teşekkür etmek için ağzını açacaktı ki yaşlı kadın onu susturup devam etti. “ Ozanlar bu topraklarda son görüldüğünde ben oluktan su taşırdım eve. Gençtim, diriydim. Çok uzun yıllar geçti. “ kadın haifçe iç geçirdi.
“ Biz gönül insanına değer veririz. “ titrek eli omzunu hafifçe sıktı. Kimsenin duymamasından emin olmak için daha da yaklaştı. Boğaç kadının sesini zorlukla duyabiliyordu. “ Ballı Dağ’a giden yolda, Cörmeren deresininin kıyısından ayrılma. Karşına bir ağaç çıkacak. “

Boğaç anlamamıştı. “ Ağaç mı? “ diye sordu usulca doğru duyduğuna emin olabilmek için.

“ Sıradan bir ağaç değil. Orada bir dostum ile karşılacaksın. Sana dünyaları verebilir. Bunu bir teşekkür olarak al. Tek bir hakkın var ozan. Bu sözlerimi unutma. Ağaçta saklanmıştır. Aldım, verdim, ebegümeciye sattım demeden çıkmaz ortaya. “   

Boğaç’ın kadının ne hakkında konuştuğuna dair hiçbir fikri yoktu. Belki de bunamıştır diye düşündü bir an. En iyisi bozuntuya vermemekti. Kibarlığını bozmadan, sesini olabildiğince ilgi dolu tutmaya çalışarak sordu “ Hangi ağaç olduğunu nasıl bileceğim? “ Doğru ya; her yer ağaç doluydu. Kim bilir yaşlı kadının bu ‘dostu’ hangisindeydi?

Bir an sesinin alaycı çıkmış olabileceğinden korktu. Kendisine bu kadar hürmet göstermiş köy ahalisinin yaşlısına saygısızlık etmek isteyeceği en son şey olurdu.

Kadının yüzünde Boğaç’ı şaşırtan bir bilmişlik dolaştı. Yaşlı kişinin buruşuk, lekeli yüzünde yılların yıpratamadığı bir zekanın pırıltılarını görür gibi oldu.

“ O ağacı gördüğünde anlarsın, “ dedi kadın yüzünde hafif tebessümle. Ozanın omzunu bir daha sıkıp elindeki bastonundan destek alarak attığı titrek adımlarla kalabalığa karıştı.
Boğaç öylece kadının arkasından bakarak kalabalığın ortasında kalakaldı.   


* * *


   
Ballı Dağ’a olan yolculuğu olaysız geçmişti. Cörmeren deresi, tuttuğu yolun yanında mutlulukla şıkırdıyor, dere yatağının zengin toprağında boy atmış uzun ağaçlar şakırdayıp, şarkı söyleyen kuşlara ev sahipliği yapıyordu. Köy halkı azığını bol tutmuş, kumanyasını eksik etmemişti. İyi dilekler ve dualar eşliğinde ayrılmıştı köyden.

Yolculuk uzundur, zorludur diye bir de eşek vermişlerdi altına. Mağmur eşeğin sırtına binmiş bir o yana bir bu yana sallana sallana, yavaş adımlarla dağdan aşağı iniyordu.

Çörek, peynir, tereyağı ve tütsülenmiş etten oluşan erzak keseleri eşeğe büyük gelen eyerin iki yanından sallanıyor, sırtında çalgısı, dilinde tatlı bir yolculuk ezgisi, bir yandan elinde küçük sopası ile arada bir eşeğin kıçına vururken, bir yandan da yemyeşil manzaranın keyfini çıkarıyordu.

Eşek dostu, başta kendisini taşımak bir yana, eyeri dahi sırtına koydurmaya izin vermemişti. Neyse ki kısa sürede mızıkçılığı geçmişti. Zavallı şey bütün ömrünü köyün dümdüz çayırlarında geçirmiş olmalıydı. Belli ki bu macera ona iyi gelmişti. Yürürken bir o yana bir bu yana bakıyor, arada bir kıçına inen sopayı görmezden gelerek yol kenarındaki otların tadına bakmak için duruyor, sırtındaki sahibini deli ediyordu.
   
“ Vardığımız ilk kasabada satacağım seni eşek efendi! “ Boğaç’ın çıkışına karşılık eşeğin verdiği cevap alaycı bir kişneme olmuştu.

Rahat eyerden aşağı kayıp eşeğin yularından çekmeye başladı.  “ Ağzı benden çok laf yapıyor. Bazen hangimizin ozan olduğunu bilemiyorum,” dedi yulara asılarak. “ Seni inatçı domuz. Gel buraya. “

Daha birkaç adım atmışlardı ki gördüğü şey karşısında birden durdu Boğaç. Eşek yanında durmuş, devamlı yürümek isteyen sahibinin şimdi neden yan çizdiğini anlamaya çalışırcasına uzun kirpiklerinin ardından ona bakıyordu.

Tam karşısında çok garip bir ağaç vardı. Boğaç şaşkınlıkla bir kaç adım atarak derenin hemen kenarında sanki büyümek istemiyormuş gibi diğerlerine göre kısa kalmış ağacın yanına yaklaştı. Ağacı diğerlerinden ayıran tek özelliği kısa olması değildi. Boğaç’ı ilk gördüğünde duraksatan şey garip dalları olmuştu.

“ Bu... “ diyebildi tuttuğu nefesi arasından “ nasıl bir şeytanlıktır? “

Boğaç şoke olmuş bir şekilde ağacın dallarına baktı. Evet yanlış görmüyordu. Ağacın her dalı sanki farklı bir ağaçtan koparılmış gibi gövdeye bağlanmıştı. Bir dalında söğüt ağacının bildik açık yeşil uzun yaprakları varken, bir dalında ise karaçamın bodur iğneleri duruyordu. Bir diğerinde kestane ağacının minik, kibar yaprakları sallanırken başka bir dalda ise elmalar ona göz kırpıyordu.

Konuşamıyordu. Şaşkınlık içinde ağaca bakmaya devam etti. Sanki pek çok ağaç bir araya gelmiş bir melez oluşturmuş gibiydi. Köyün yaşlısının sözleri aklına geldi. “ Sıradan bir ağaç değil, “ demişti Hikmet Ana. Gördüğünde anlayacağını söylemişti. Ama böyle çılgınca bir şey görmek aklının ucundan bile geçmemişti doğrusu.

Bir iki adım gerileyip ağaca şaşkınlık dolu bir hayranlıkla bakarken kadının ona söylediği şeyleri hatırlamaya çalıştı. Yaşlı kişinin bahsettiği bu ağaç olmalıydı.

Ne demişti kadın? Hatırlamak için bir gözlerini kapattı.

“ Aldım, verdim, ebegümeciye sattım. “ sözleri sadece mırıldanmıştı ama son kelime ağzından çıkar çıkmaz duyduğu bir bağırışla yerinden sıçradı.

“ AHA! “

Tiz ses kulaklarında çınlarken ne olduğunu anlamak için etrafına bakındı. Eşek gürültüden rahatsız olarak afiyetle midesine indirdiği otlardan başını kaldırıp öfkeyle kişnemiş, böyle deli bir sahip verdikleri için köy halkına lanet okumuştu.

Boğaç gördüğü şey karşısında neredeyse düşüp bayılacaktı. Bacakları kuvvetini yitirdi, korkuyla dizleri üstüne çöküp öylece kalakaldı. Karşısında rengarenk giysilere bürünmüş, ucu kıvrık sivri ayakkabıları, uçlarından çıngırakların sallandığı yamalı şapkası, kocaman burnu ve kısacık boyu ile bir cin duruyordu. Gözlerinin biri mavi diğeri yeşil renkte hınzırca parlıyordu. İri gözlerini ona dikmiş bakıyordu. Çenesindeki sivri sakalını keyifle sıvazlayıp minik elini ona doğru uzattı. “ İyi günler! “ dedi kulak tırmalayan tiz bir ses. “ Ben Ebegümeci. “

Boğaç o anda bayılıp yere kapaklandı.


* * *



“ Tamam, anlaşıldı bu adam uyanmayacak. “ dedi cin sıkılmış bir edayla. “ Bu kadar heyecanlanacak ne vardı bilmiyorum. Hem gizli çağrıyı biliyor, hem de beni görünce korkudan bayılıyor. “ ellerini beline koyup kendi kendine başını salladı. “ Bu insalar hiç değişmiyor. “

Cin, bir köşeye yuvarlanmış telli çalgısından bir ozan olduğundan şüphelendiği adamı iki kere ayıltmayı başarmış ama gözlerini açan adam birkaç santim önünde başında dikilmiş olan cini görünce yeniden bayılmıştı.

Ebegümeci hafifçe iç geçirdi. “ İyi ki savaşçı olmamış senin bu çıt kırıldım, “ dedi eşeğe.
Eşek tüm bu olan biteni umursamıyormuş gibi ona baktı.

“ Bir de sen denesen? “
Karnı doyan eşek sahibinin aceleci tavırlarını, eyere rağmen sırtına batan kemikli kıçını hatırlayarak bir an tereddüt etti.
“ Hadi ama o senin sahibin, “ dedi cin eşeği cesaretlendirircesine.

Eşek yenilgiyi kabul ederek baygın adamın yanına gitti. Adama arkasını dönüp uzun kuyruğuyla suratına bir tane geçirdi. Adam hala baygın yatıyor, öylece duruyordu. Bu iş eşeğin hoşuna gitmişti doğrusu. Sahibinin kıçına sopayla indirdiği darbeleri hatırlayarak daha sert vurmaya başladı. Kuyruğunu her sallayışında ozanın kafasına bir tane saplak indiriyor, ölü gibi yatan adamın kafası bir o yana bir bu yana oynuyordu. Tam sahibinin böğrüne sağlam bir çifte indirmek üzereydi ki, duyduğu mırıldanma üzerine durdu. Sahibi kendine geliyordu.

Boğaç yavaşça gözlerini açtı. Nedense başı ağrıyordu. Elini istemsizce kafasına görürüp hızla geri çekti. Dokunur dokunmaz ağrısı artmıştı. Ne olmuştu böyle?

Hemen önünde eşek durmuş sırıtan bir suratla ona bakıyordu. Onun arkasında da...

“ Yo! “ diye atıldı cin. “ Lütfen yine bayılma. “
“ Sen... “ diyebildi ozan hatırlamanın verdiği korku yerini giderek heyecana bırakırken.
“ Evet, ben! “ Cin kollarını mutlulukla iki yana açarak. “ Adımın Ebegümeci olduğunu söylemiş miydim? “
“ Nesin sen? “
“ Bunu daha kaç kere söylemeliyim? Ben cinim. Ahanda, “ yakınlardaki melez ağacı gösterek “ orada yaşıyorum. “

Cin bir anda gözden kaybolp tam Boğaç’ın önünde belirdi. “ Söyle bakalım, “ dedi parmağını adamın aldığı her nefesle inip çıkan göğsüne bastırarak “ Nasıl oluyor da gizli çağrıyı bilebiliyorsun? “
Farklı renkteki gözleri adamın önünde ışıl ışıl parlıyordu.

Boğaç boğazını temizledi. “ Ben, bana, bunu yani şey... Hikmet Ana söyledi. “
“ Hah! “ dedi cin tiz sesiyle. Başını salladı. Şapkasındaki çıngıraklarin sesi kulakları doldurdu. “ İşin içinde o yaramaz ufaklığın olduğunu tahmin etmeliydim. “
“ Ufaklık mı? Hikmet Ana, Kızsini köyünün yaşlı kişisi. “
“ Evet, elbette. “ dedi cin hızla. O kadar hızlı konuşmuştu ki Boğaç ufak yaratığın ne dediğini zorlukla anlamıştı. “ Siz insanlar yaşlanırsınız doğru ya. “

Ebegümeci bir anda gözden kaybolup Boğaç’ın tepesindeki ağacın dallarından birinde tekrar belirdi. “ Şimdi söyle ozan. Ne istersin? “ dedi bacaklarını sallayarak “ Ve ne verebilirsin? “

İstemek mi? Hikmet Ana’nın ona söylediklerini yeniden hatırladı. “ Dünyalar senin olabilir. “ demişti kadın ona. Belki de bu cin onun dileğini yerine getirebilirdi.

Ozanın kafasının karıştığını gören cin bıkkın bir sesle söylendi “ Ah şu insanlar... Keşke bu  kadar ahmak olmasaydınız. “
“ Hey! “ diye bağırdı aşağıdaki adama. “ Beni çağırdın. Seninle bir takas yapabiliriz. Ne istiyorsun söyle. “ Artık iyice sabırsızlanmaya başlamıştı. Belli ki adamın aklı geç işliyordu.

Boğaç yavaş yavaş olan biteni idrak etmeye başlıyordu. Demek ki bir dilek hakkı vardı. İçinde zorlukla zapt ettiği bir sevinç hissetti. Ne istediğini çok iyi biliyordu.

Kızsini köyünde birazcık da olsa hissettiği şeyi istiyordu. Yukarıda, ağacın dalına tünemiş olan cine bakıp kararlı bir sesle cevap verdi.

“ Ün. “ dedi Boğaç cine. “ Ün istiyorum. “
Cin yine bir anda önünde belirmişti. Gözlerini kısarak ona baktı. “ Ve karşılığında ne verebilirsin? “

Boğaç soru karşısında tökezledi. Belli ki bu karşılıksız bir alışveriş olmayacaktı.

“ Bilmiyorum. Sahip olduğum herşey ortada. “ dedi ellerini açarak.
“ Bak istersen eşeği verebilirim ya da çalgımı hatta yiyeceklerimi? “
Ebegümeci başını öyle bir hızla salladı ki şapkası neredeyse başından uçup düşecekti. “ Hayır istemem. “ Sonra hızla eşeğe dönüp ekledi. “ Lütfen alınma canım. “
Eşek cevap olarak uzun kirpiklerinin ardından onlara bakmakla yetindi.

“ Ebegümeci, “ dedi cinin ismini doğru söylemiş olmayı umut ederek. “ Bana ün ver. Karşılığında ne istersen alabilirsin. Sahip olduğum herşey bu. “
Cin hevesle atıldı. “ Ne istersem mi? “

Boğaç küçük yaratığın sesindeki garip tınıdan rahatsız olmuştu.
“ Evet. Ne istersen. “
Ebegümeci keyifle parmağını şıklattı.
“ Ve öyle olsun. “   

Sonra birden ortadan yok oldu.


* * *



Eşeğinin sırtında heyecan içinde girmişti Boğaç büyük kasabaya. Cin bir anda ortadan kaybolmuş onu ağacın karşısında öylece bırakıp gitmişti. Hiçbir şey anlamamıştı bu işten. Cin dileğini gerçekleştirdi mi yoksa onunla dalga mı geçti bilmiyordu. Ebegümeci’yi defalarca çağırmış ama bir daha ortaya çıkartamamıştı. Bütün bu olanların tek şahidi ise eşeğiydi.

Bir takas demişti Ebegümeci. İstediği üne karşılık cinin ne aldığını bir türlü anlamamıştı. Bütün ceplerine bakmış, heybelerini kontrol etmiş hiçbir eksik eşyaya rastlamamıştı. Görünüşte herşey yerli yerindeydi.

Belki de tüm bunlar aptalca bir şakaydı. Ama yine de gerçeği öğrenmeye kararlıydı. Yolunu bu topraklardaki en büyük kasabalardan birine çevirmişti. Dileğinin gerçekleşip gerçekleşmediğini öğrenmek için daha iyi bir yol gelmiyordu aklına.

Henüz kasabanın dışındaki tarlalara yeni adım atmıştı ki genç bir çiftçi koşarak yanına gelmiş önünde havalı bir selamla eğilmişti.

“ Hoşgeldiniz beyim. Ozan Boğaç’ı topraklarımızda görmek büyük şeref. Lütfen benim evimde ishirahat buyurun. Bir koşu kasabaya koşup gelişinizi haber vereyim. Sizin için hazırlık yapsınlar. “

Boğaç şaşkınlıktan ağzını bile açamamıştı. Bu adam, sıradan bir çiftçi onun adını bilmekle kalmamış bir de evine buyur etmişti.

Sonrasında olanlar ise Boğaç için hiç uyanmak istemediği bir rüya gibiydi. Resmi görünüşlü yaverlerin çektiği at arabası kapıya kadar gelip onu almış, kasaba valisiyle bizzat görüştürülmüş, ardından o civardaki en lüks otele yerleştirilmişti.

“ Birkaç gün içinde veliaht Kumru Han kasabamıza teşrif edecekler. Ulağın gönderdiği habere bakılacak olursa sizin billur sesinizi dinlemek için majesteleri yolunu değiştirmiş. Lütfen rahatınıza bakın beyim. Bir arzunuz olursa yavere seslenmeniz yeter, “ diyip arkasından kapıyı örterek, hala tüm bunların gerçek olamayacağını düşünen Boğaç’ı öylece bırakıp gitmişti.

Zaman çabucak geçmişti. Yeni hayatına alışmak kolay olmuştu. Nasıl olmasındı ki? Tek bir emriyle hizmetliler hazır nizam karşısına dikiliyor, vali ona kendi eşitiymiş gibi davranıyor, insanlar ona hayranlıkla bakıyor, ismi tüm ülkede biliniyor gibi görünüyordu. Bir ozan daha başka ne isteyebilirdi?

Sabah erkenden uyandı. Hayatı boyunca yataktan bu kadar istekle kalktığını hatırlamıyordu. Keyifle ıslık çalarak uşakların yatağının ucuna bıraktıkları suyla yüzünü yıkadı. Odanın bir köşesinde güzelce dürülmüş olarak bulduğu yeni giysilerini giydi. Bugün büyük gündü. Veliaht prensin karşısına çıkacak, şarkılar söyleyecek ve büyük ihtimalle altına boğulacaktı.

Uşakların getirdiği zengin kahvaltıyı yedikten sonra vali başını usulca kapıdan uzattı.

“ Hazırsanız çıkalım beyim. Kumru Han sizin methinizi çok duymuş. Sizi canlı olarak dinlemeyi dört gözle bekliyor. “

At arabasının kalın perdelerinin ardında bir soylu edasıyla valilik binasına gittiler. Muhafızlardan bir kısmı atları tutarken bir kısmı da kapıyı açıp merdiveni indirdi. Ozan rahat insin diye kollarıyla destek oldular.

Bir düzine muhafızla birlikte koca binanın kabul salonuna, Kumru Han’ın onu beklediği yere çıktılar. Boğaç elinde olmadan titrediğini hissetti. Her ne kadar tüm bu şaşaaya kısa sürede alıştıysa da karşısına çıkacağı kişi bir kraliyet mensubuydu.

Dev, oymalı kapılar yavaşça açıldı. Muhafızlar iki sıra halinde dizilerek geçmesi için kendisine yol açtı. Boğaç ağır adımlarla kabul salonuna girdi.

Burası küçük bir yer sayılırdı. Belli ki salon veliahtın ziyareti üzerine yeniden elden geçmişti. Yerler cilalanmış, duvarlar yeniden boyanmış, yüksek duvarlardaki dev pencerelerin kadife perdeleri yeni dikilmişti. Tam karşısındaki mütevazi koltukta ise prens olması gereken bir adam oturuyordu.

Gülmemek için dişlerini sıktı. Kumru Han hiç de beklediği gibi çıkmamıştı doğrusu.

Boğaç’ın şaşkın bakışları altında şişko prens önündeki pastayı bitirmiş, yüzündeki kremaları parmağıyla sıyırmaya başlamıştı. Koca göbeği yüzünden tepsiyi kucağına alamadığı için iki hizmetçi tepsiyi prensin önünde tutmakla görevliydi. Pastanın bitmesi üzerine salonda bir telaştır koptu. Hizmetliler salona girip çıkıyor, etrafta koşuşturuyordu.

Prens bir süre konuşmadan bekledi. Yüzündeki ifadeden zorlukla sabrettiği belli oluyordu. Belli ki hiddetlenmişti. Pastası bitmişti ve hala yerine yenisi gelmemişti.

Salonun kapısı hızla açıldı. Göğsü nişanlarla kaplı, üniformalar içinde, uzun bıyıklı, sert görünüşlü bir adam içeri girdi. Elinde üstü kapalı bir tabak tutuyordu. Hızlı adımlarla prensin önüne gelip hafifçe eğildikten sonra elinde tuttuğu tabağı bir garson edasıyla açtı.

Belli ki prens gelen yemekten memnun olmuştu. Takdirle başını salladı. “ İyi iş General. Çekilebilirsiniz. “
Gölgeler içinden iki hizmetli fırlayıp tabağı prensin önünde tutmak için atıldı. General tabağı görevlilere resmi bir edayla teslim edip bir kez daha selam verdikten sonra geri çekildi.

Bir başka görevli Kumru Han’a yaklaşıp yüzündeki kremaları ve yemek artıklarını silmeye başladı.
Prensin koca göbeği giydiği iyi kalite ipek ceketin altından fırlamıştı.

Bir süre salonda kimse konuşmadı. Tek duyulan prensin şapırtıları ve porselene değen çatalın sesiydi.       
Sonunda bir köşeden olan biteni izleyen general duruma el attı.
“ Efendim. Ünlü ozan Boğaç size şarkısını söylemek için hazır. “

Prens belli ki yemeğin lezzetinden oldukça memnundu. Keyfi yerine gelmiş gibiydi. Ağzı tepeleme dolu bir şekilde başını salladı. “ Soolee lıtfen, “  dedi. Yutmaya çalıştığı dev lokmadan söyledikleri zorlukla anlaşılmıştı. Konuşurken ağzından tabağa düşen kırıntıları bir daha yedi.
Şimdi herkes Boğaç’a bakıyor, ozanın şarkısını söylemesini bekliyordu. Prens bile daha iyi duyabilmek için ağzındaki lokmaları yavaşça çiğnemeye başlamıştı.

Ozan içinden Ebegümeci’ye tüm bu ün ve ihtişam için bir kez daha teşekkür ettikten sonra derin bir nefes alıp şarkısını söylemeye başladı.
Daha doğrusu öyle olacağını umuyordu ama şarkı diye ağzından çıkan tek ses bir sürü homurtu olmuştu.

Gergin bir şekilde boğazını temizleyip baştan aldı. Yine o kadife sesi bir anda yok olmuştu. Domuz gibi sesler çıkartıyor, söylemeye çalıştığı her kelimede ağzından tükürükler saçıyordu.

Yüreğine bir korku düştü. “ Ben üzgünüm. Biraz hastayım galiba. “ diyebildi. Konuşmuştu işte. Garip sesler çıkarmamıştı. Neden şarkı söylerken sesi birden gidiyordu?

Tekrar denedi. Ağzından şarkının sözleri yerine yine aynı iğrenç homurdanma çıktı. Şarkı söylemeye çalıştıkça çıkardığı sesler daha da kötüleşiyor, domuz homurtusu salonu inletiyordu.

“ Ne oluyor bana! “ dedi korkuyla. “ Sesime ne oldu? Neden şarkı söyleyemiyorum? “
Bir daha denedi.  Homurtudan başka ses çıkaramadı.

“ Hayır, bu sadece şarkı söylerken oluyor. “ dedi kendi kendine sakin olmaya çalışarak. Ama amansız bir paniğin tüm benliği yavaşça kapladığını hissebiliyordu. Konuşmasına konuşuyordu. O billur sesini kulaklarında duyabiliyordu ama ne zaman şarkı söylemek istese işte o zaman sesi bambaşka bir hal alıyordu.

Tekrar şarkı söylemeyi denedi. Kelimeler çatlayıp homurtuya dönüştü. Önündeki ahşap parke tükürük içinde kalmıştı.

Midesinde korkunun tanıdık dokunuşunu hissetti.

“ Ebegümeci! “ dedi gerçeği anlamanın verdiği şokta iki büklüm olarak. “ Ne istersen alabilirsin, “ demişti cine.
“ Ne isterse... “ diye tekrar etti. Kendi aptallığına lanet okuyordu.
“ Sesim! Küçük şeytan sesimi almış! “

Kumru Han dahil salondaki herkes karşılarındaki bu iğrenç gösteriyi çatık kaşlarla izlemişti.   

Prens yemek yemeyi kesmiş hiddetle ona bakıyordu. “ Bir sahtekar! “ dedi. “ Ünlü ozanın yerine geçmeye çalışan bir taklitçi! “
Salondaki herkes prensin buz gibi keşfi karşısında başlarını sallayıp kendi aralarında fısıldamaya başladı.

“ Sahtekar! “
“ Bu tam bir rezillik. “
“ Kraliyet mensubu birini küçük düşürmeye cüret etti. “
“ Pis dolandırıcı! “   

Boğaç salondaki konuşmalardan dehşete düşerek dizlerinin üstüne kapaklandı.
“ Hayır! Lütfen, ben gerçek Boğaç’ım. Bir ozanım! Cin beni kandırdı. Onun suçu! Oyuna getirdi. Lütfen! “ Ozanın gözlerinden yaşlar akıyor prense yalvarıyordu.

“ Lütfen efendimiz. Ben sahtekar değilim. “

Prens yağlı ağzıyla ozana baktı. Ağzındaki lokmasını yavaşça çiğniyor, ona tepeden bakıyordu. Yüzü merhametten yoksundu. Boğaç’ın kulaklarında defalarca yankılanan net bir sesle emir verdi.

“ Vurun kellesini! “

Boğaç oracıkta düşüp bayılıverdi.

Uzaklarda, gölgeler içinde durmuş olan biteni izleyen Ebegümeci sivri sakalını sıvazladı.
“ Eh, en azından uykusunda ölecek. “

Salondaki herkesi yerinden sıçratan bir kahkaha attıktan sonra insanlar sesin nereden geldiği anlamadan ortadan kayboldu. Ağacına, evine doğru yürürken keyifle bir şarkı mırıldanıyordu. Yeni sesi çok güzeldi doğrusu.
     
Tüm bu olanların tek şahidi olan eşek ise uzun bir ömür sürdü. Kimse gerçeği kendisine sormadığı için o da konuşma gereği duymadı. Otu bol, eyeri rahattı. Kendisine bulduğu yeni sahibiyle sonsuza dek mutlu yaşadı.




SON

Sayfa: [1] 2