Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Elerki

Sayfa: 1 ... 23 24 [25]
361
Kurgu İskelesi / Ynt: Meleksizler
« : 15 Aralık 2009, 22:14:56 »
Amras Ringeril,

Mesaj için teşekkür ederim. Temayı isteğim doğrultusunda değiştirebildim. Yeni bölümünü artık daha rahat okuyacağım. :)

362
Kurgu İskelesi / Ynt: Meleksizler
« : 15 Aralık 2009, 20:59:05 »
Amras Ringeril,

Çok başarılı gerçekten. Hala alışamadığım şu siyah arka plan ve beyaz yazılara rağmen gerçek anlamda akıcıydı, sürükleyiciydi. Yeni bölümleri merakla beklemekteyim. :)

363
Kurgu İskelesi / Ateş Toprakları
« : 15 Aralık 2009, 20:17:43 »
GİRİŞ

Solina kıyılarının her bölümünü mesken eden ve mevsimler değiştikçe kıtanın yaşamaya daha uygun kıyılarına açılan kaplumbağalar, Solina’daki gezginlerin ve çok görmüş-geçirmiş kişilerin simgesiydi. Yaşlı Juanis’in gezgin olduğunu söyleyebilecek kuzey ülkeleri insanları, dünyadaki herkes için gezgin sıfatını kullanabilir olmalıydı. Juanis devamlı okurdu. Solina kıtası insanının (Ateş Toprakları’nı Solina’dan ayrı tutmak lazım. Kuzeyliler güneylileri çoğu zaman yok saymayı tercih eder.) yerinde durmak bilmez, devamlı bir hareket içinde olma isteği, yeni manzaralara düşkünlüğü, okumasına engel bulacağı bahanelerden bazıları olabilirdi. Juanis için kulübesi, bir kaplumbağa için kabuğu neyse oydu. Barınağını, tıpkı bir kütüphane gibi tasarlayan, ona gözü gibi bakan ve neredeyse içinden hiç ayrılmayan Juanis, Ateş Toprakları’nın gelmiş geçmiş belki de en büyük gezginiydi.

Geçen yaz kuzeyden birçok maceracının ve tüccarın burayı ziyaretine elvermişti. Genç olmasına rağmen saçlarında ak teller belirmiş bir takasçının elden çıkarmak istediği bir sandık dolusu ıvır-zıvır -  kuzeyliler kitaplar için bu ismi tercih ederlerdi – Juanis’in kütüphanesi için yeni bir hazine olmuştu. Sandıktan çıkan kitapları konularına göre teker teker raflarına dizerken bir yandan da okumak için öncelik vereceklerini seçiyordu. El attığı onuncu kitaptı ve şu ana kadar iki kitap seçmişti. Biri, kuzeydeki antik tapınakların en eskilerinden biri olarak bilinen Merinde Tapınağı’nı konu alan, aynı isimde bir kitaptı, diğeri ise bugüne kadar benzerine fazla rastlamış olmadığı, Okyanus’un üzerindeki tek kıta olmadıklarına dair varsayımlar içeren Uzaklar ‘dı.

Yaklaşık otuz kitap daha raflardaki yerini bulduktan sonra, öncelikli kitaplar arasındaki en ince kitabı, bir solukta bitirmeyi düşünerek aldı eline. Uzaklar. Gün, kulübesini az da olsa ısıtan cılız aydınlığını yitirirken, eskimiş minderlerine karşın rahat olan koltuğuna oturarak üzerine yün battaniyesini çekip okumaya başladı. Gecenin ilerleyen saatlerinde, elinde Uzaklar‘la uyuyakalan Juanis birçok rüya gördü. Uyandığında hatırlayamayacak olsa da, bir yerlere not etmesi gerektiğini düşünecek kadar farklı olduklarını bilecekti.         
 
                                  ******

‘Ateş Toprakları’. Sıcakkanlı bir halkın doğasına tezat oluşturan bir coğrafyaya sahip olan bu bölge Solina kıtasının en güneyinde yer alan Turkuaz Takımadaları’nı ve Solinanın Tabanı’nı kapsıyordu. Kimilerine göre burası, dünyada insanların yaşamayı isteyebileceği son yerdi  – ki bu ‘kimileri’ , yaşayanlar olduğunu bilseler de varsaymayı günlük hayatlarında reddederdi.  Güneylileri vahşiler ya da çılgınlar gibi kelimelerle tasvir ederlerdi. Güney o kadar soğuktu ki… Kısa maceralar yaşamak istemedikçe ciğerlerine buz solumaktan kaçınırdı herkes.

Ateş Toprakları, tüm olumsuz şartlarına rağmen, -eğer mümkünse- buzu bile üşütecek soğuğu kendi kaynayan kanlarını ıslah etmek için kullananların tercih ettiği bir bölge olmuştu. Bu tercihi yapan kişiler Ateşçiler olarak bilinirdi. İsimlerini, yaşadıkları yerden almamış, aksine, isminin ateş gibi yakan buzul soğuğundan geldiği düşünülen bu bölgeye isim vermişlerdi. Zira onlardan önce orada yaşayan kimse olmamıştı. Dayanılmaz kış gecelerinde yaktıkları devasa ateşler, geceleyin bu bölgenin, Okyanus’un üstünde cayır cayır yanan, parlayan bir leke gibi görünmesine yol açmaktaydı.

Birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayarak geçinen Ateşçiler çok farklı ve acil bir durum olmadığı sürece birbirlerinden ayrılmazlardı. Bölgede toplu yerleşim birimi olarak sadece beş tane köye rastlanılabilmesi de sayılarının ne kadar az ve birbirlerine bağlı olmaya muhtaç – ya da alışık - olduklarının en büyük kanıtıydı.

Beş Ateşçi köyünün en büyüğü, aynı zamanda en fazla insanın yaşamakta olduğu Usha’ydı. Okyanus’a paralel ve sıralı şekilde uzanan dağlar olan Şeritler’ın doğu kısmında kalan dağların güney yamaçlarında, Okyanus’un buzul kıtacıkları ile dolu, turkuaza çalan suyuna bakan alanda kurulmuş olan köyün her sokağında, bugün, gün vakti için bile azımsanamayacak sayıda insan vardı. Hepsi balık pazarında takaslarını gerçekleştirmek için avaz avaz bağırarak pazarlıklarını yapmaktaydı. 

Bir kasa dolusu balığı fazlasıyla zorlanarak taşıyan, deri ve kemikten ibaret bir genç, doğudakiler kadar iyi görünmediği ortada olan pazarın batı kolundaki tezgâhlara doğru yönelirken artık kasayı yere bırakmış, sürükleyerek ilerliyordu.

Sardja çocuğu gördüğünde ayağa kalktı. Tezgâhın sahibi, işler kesat olmasına rağmen sinirli görünmüyordu ve çocuğu dövecek olmasının tek nedeni, geç gelmenin de tüm yanlışlar gibi bir cezası olması gerektiğiydi. ‘Lanet çocuk. Sanki bunu yapmaktan zevk alıyormuşum gibi… Suratıma nasıl bakacağını bilmesem her şey daha kolay olurdu.’

Dan, kasayı son bir gayret hırıltısıyla tezgâhın yanına bıraktıktan hemen sonra,geç kaldığını bilen, hüzünlü kabullenme - af dileme ve yine de cezasına razı olma – bakışını Sardja’ya dikti. Tezgâhın yakınındaki herkes işlerinin başında, yarı umursamaz yan gözlerle onları izlemekteydi. Herhangi bir şey yapmamasının anlamı, işe yaramaz çırağına ceza vermekten aciz, duygusal bir balıkçı olarak – kahretsin ki öyleydi - itibarının zedelenmesiydi. Onu, son ağı toplaması için teknede bırakmış ve günün ilk ışıklarıyla tezgâhını olması gereken yere kurmuştu. Bu, bundan beş saat öncesi demekti ve mazeret bulması çok zor bir zaman dilimiydi. ‘Beceriksiz aptal!’ 

Çocuğa yaklaşırken, balık lekeli yeşil yün pantolonu çocuğun getirdiği sandığa takıldı. Normalde bu tür bir şeye aldırıp adımını kesmezdi ama bu olay kısacık bir süre için bakışlarının sandığa kaymasını sağladı. Ne gördüğünden emin olmak için daha dikkatli bir ikinci bakış attı. Sandık, siyah pullu gecebalıklarıyla tıka basa doluydu. Evet. Bu, cezayı vermekten kurtulmak için güzel bir bahane olabilirdi. Çocuğun şansı beceri olarak gösterilebilirdi. Yalnız, sandıkta asıl gözüne takılan şey başkaydı. Hayatında hiç görmediği bir nesne… Metal gibi parlamaktaydı ama ne olduğunu anlayamayacağı, yuvarlak ya da tam köşeli olmayan bir şekli vardı. Onu bu kadar çok gözün önünde ortaya çıkarmanın istediği bir şey olduğunu sanmıyordu. Etraf normalde olduğundan çok daha kalabalıktı ve bu zaten az insanın arasında mesleklerini yaparak kendilerini geliştirmiş çöpparmakların daha cüretkâr olacaklarının habercisiydi. Kasadaki balıkları kontrol etmek bahanesiyle eğilip nesnenin kara pullar arasında kaybolmasını sağladı.

Sert görünmeye çalıştığında Sardja’nın mimikleri onu kızgın olmaktan çok –eğer kelime buysa- dalgın ve belki de komik gösterirdi. “ Yeterince iyi iş çıkarmışsın evlat. Sana bu seferlik ceza veremeyeceğim kadar iyi. Bundan sonra sana verdiğim işlerde elini daha çabuk tutmanı söylememe gerek olmadığını biliyorsun.” ‘Yeterince sert olamadım.’

Sardja dudağını büzdü. O nesne sandıktayken balıkları çocuğun tezgâha yerleştirmesine izin veremezdi. Dan’e başka bir görev vermesi gerekiyordu. Çocuğu tuz alması için köyün öteki ucundaki bir dükkâna göndermeye karar verdi. Çocuk gittiğinde bugün her işi kendisinin yapması gerektiğini sesinin hoşnutsuz çıkmasına özen göstererek, yüksek sesle mırıldandı. Balıkları dizerken eline gelen sert nesneyi hemen cebine atmak istemişti ama nesne ıslak elinden kayıverdi. Yere düşmeden yakalamaya çalıştı.

Yakalamayı başardığında nesneyi bir an, daha yakından görme fırsatını da yakalamış oldu. O küçücük anda nesnenin gümüş benzeri bir maddeden yapılmış, daha önce, Arijian’da gördüğü çok büyük bir gemideki topların küçük bir kopyasını andırdığını düşündü. Bir biblo gibiydi. O küçücük an… Başparmağı yanlışlıkla bir mekanizmayı harekete geçirdi. Martıların hepsinin havalanmasına ve herkesin başlarının o tarafa dönmesine yol açan bir ses duyuldu. Ağzında kan tadıyla yere düştü ve gökyüzünün siyaha çalmasını izledi.


I. BÖLÜM 

Koyu kahverengi saçlarını dağıtan rüzgâra yüzünü dönen Videlath Gemi’nin sancak tarafına doğru yürüdü. Ela gözleri tahta zeminde, iki gün önce kaybettiği bakır meteliği aradı. ‘Tahtakuruları çürütsün seni! Bu genişlikteki bir geminin her yerinde düşürmüş olabilirim. Hatta, belki de çoktan denizi boylamıştır!’   

Videlath’ın ikinci kaptanlığını yaptığı keşif gemisi – Gemi - yaklaşık üç aydır yeni kıtanın açıklarında beklemekteydi. Memluth’un uzgörü büyüsüyle kontrol ettiği kadarıyla Gemi’nin asla görüş alanlarına giremeyeceği kadar açılan birkaç balıkçı teknesi haricinde su üstünde onlardan başkası yoktu. Onların üç ay boyunca görülmemesinin sebebi yerlilerin suyla pek ilgili olmamalarıydı. En azından, uzaktaki bir gemiyi fark edecek kadar.

Devasa gemi her türlü ihtiyacı karşılayacak şekilde tasarlanmıştı. Erzak konusunda bir sıkıntı çekmiyorlardı. Yanlarında getirebilecekleri kadarını getirmişlerdi. Bunun yanında, bu sularda daha önce hiç görmedikleri siyah pullu, etine dolgun ve lezzetli balıklar ile at arabası büyüklüğünde kaplumbağalar yaşamaktaydı. Çevredeki yarı buzul adalarda da sulu ve tatlı bir meyve veren garip bir kaktüs türü yetişmekteydi. Su ihtiyaçlarını ise Memluth’un yaptığı bir büyüyle deniz suyunu arındırarak karşılıyorlardı.

Büyünün hükmünü bilime bıraktığı son on yılda her şey değişmişti. Memluth sarayda el üstünde tutulan, Ardiath Manas’ın en önemli büyücülerinden biriydi. Sarayda oldukça neşeli biri, askerleri arasında ise son derece suratsız bir moron olarak tanınmaktaydı. Videlath önyargıdan hoşlanmazdı ve onun aklındaki büyücü biçimine uymayan kısa bir sakalı olduğu haricinde Gemi’de bulundukları süre içerisinde başka bir izlenime sahip olamamıştı. Cüppeli, yaşlı bir büyücüydü işte. Tabi, yaptığı büyülerle oldukça işe yaradığını var saymazsa… Vverfeth ve Synath kıtalarında hiçbir büyücünün onun yetenekleriyle boy ölçüşemeyeceği söyleniyordu. Ta ki Manas Kılıçları’na komuta ettiği Delvyn Illuth Savaşı sonrası Yeni Çağ’a girilene kadar... Ardiath Manas’ın Delvyn Illuth’u topraklarına katmak için açtığı savaşın galibi baştan belliydi. Kılıç ve büyü kullanımındaki ustalıklarıyla bilinen Manas Kılıçları ve hatırı sayılır sayıdaki atlı kuvvetler, büyücülerini tutuklatmayı bir şekilde başarmış olan (Neden ve nasıl tutukladıklarını kimse anlamamıştı.) Illuthlulara ezici bir üstünlük sağlayacaktı.

Herkesin düşündüğünün aksine, cehennem zebanileri gibi ortaya çıkan korkunç makine-adamlara karşı verilen savaşta yirmi bine yakın kişiyi kaybetmişti Manas. Savaş sonrasındaki on yıl boyunca Illuthlular ‘makine-adam’larla ilgili her söyleneni yalanladılar. Onlar etten ve kemikten insanlarla topraklarını savunmayı ve savaş sırasında deliren Manas’lı bir büyücü tarafından dev bir ateş topuyla patlatılmadan savaş meydanından kaçmayı başarmışlardı. Deliren büyücü bir muamma olabilirdi, onun dev ateş topu ve ateş topunun tüm kanıtları silebilecek olması da. Ama on sene boyunca da bunun aksini ortaya çıkarabilecek bir şey kaydedilmemişti.

Savaş sonrasında tüm bilinen kıtalardaki büyücülerin yeteneklerinde bir körelme olmuştu. Basit şeyleri yapabiliyorlardı ama bir savaşta işe yarayabilecek hiçbir şey ellerinden gelmez olmuştu. O eski kudretleri yok olan büyücüler saraydaki ve sosyal alandaki mevkilerini yavaş yavaş, kendilerine bilim adamı ya da teknisyen diyenlere bırakmışlardı. 

 Savaş meydanından kaçıp komutayı ‘yaşayan ve savaşmak isteyen herhangi biri’ne bırakan Memluth’un elinden her şeyi alınmıştı. Zaten büyüsünü kaybetmeye başlayan büyücünün sürgün edilmesi beklenirken kralın yeni bir planında yer alması buyrulmuştu. Savaştan sekiz yıl sonrasına kadar insanoğlunun elinden çıkan bugüne kadarki en büyük gemi inşa edilmişti. Gücünü hızla yitirmekte olan Ardiath Manas, Kral Magdath’inne’nin istilacı ruhunu doyurması için kalan son gücünü bu devasa gemiye harcamıştı. Ele geçirilebilecek ve zenginlikleriyle güç katacak yeni kıtalar keşfedilecekti.

Videlath içini çekti. Mavi Güçler ’deki eğitimi boyunca tarih derslerinden ayrı bir keyif alırdı. Şimdi, o derslerde fazlasıyla ve aşağılanarak adı geçen Memluth’la aynı gemide yeni bir tarih dersi – hatta coğrafya dersi - konusu yaratacak keşfi yapmışlardı. Yolculuk boyunca ona en iyi arkadaşlığı yapan Sneja depo çukurundan güverteye ayakbastı. Beassar ırkı erkeklerinin çoğunlukla tercih ettiği şekilde siyah saçlarını yağlayarak arkaya doğru şekillendirmişti. Top sakalı, ırkının özelliği olan çok keskin yüz hatlarına biraz olsun yumuşaklık katıyordu.

 Elinde iki bardak brendiyle yanına yaklaşan beassara döndü. “ Keşfimiz Manas’a bildirileli üç ay geçti. Yeni kıtaya keşif ekibi yollamamız için izin almamızı gerektirmeyecek kadar çok adamımız var. Kaldı ki aylar süren bir yolculuk sonrası beklenen bir üç aydan bahsediyoruz! İsyan çıkmadığına dua etmeliyiz! Bence bize söylemedikleri bir şeyler var. Birkaç vahşi hayvan ve belki yerliler dışında karşılaşacağımız başka bir tehlike olmayaca…”

“Dostum, sakin olmalısın. Er ya da geç zamanı gelecek.” Üç ay… Sneja ile adeta rolleri değişmişlerdi. Şimdi onu sakinleştiren beassardı. “Zaten sabırlı biri olduğun söylenemez ama ırklarımız düşünüldüğünde benim daha sabırsız olmam gerekirdi. Bunu söyleyen sendin.” Gülümsedi ve scat oynayan birkaç kişinin sesinin geldiği yöne doğru baktı. Brendiden bir yudum aldı ve oynamak için sabırsızlandığını belli eden bir surat ifadesiyle Videlath’a döndü.  “Şundan bir-iki yudum al ve kendini iyi hissettiğinde zara gel.“ Sneja buz mavisi gözlerinden birini kırpıp scat oynayan mürettebatın bulunduğu masalara gitti.

Mavi Güç’te Videlath’ın öğrenmekte en çok zorluk çektiği şey sabırdı. Yolculuk boyunca kendisini tutmuştu. Aylarca birbiri üstüne gelen mavi şafaklardan sonra bir sabah karayı görmek tüm mürettebat gibi kendisini de rahatlatmıştı. Ama beklemek gerçekten ona göre değildi. Hiçbir şey yapamayacağını bilse de harekete geçmek istiyordu.

Düşünceleri içinde kaybolmuş, Gemi’de yürüyüşe çıkmıştı. Memluth’u gördü. Karamsar bir yüz ifadesiyle, etrafının hiç farkında değilmişçesine kendi kendine konuşuyordu. Videlath durdu ve kamaraların hemen girişinde bulunan iki devasa fıçının arkasına saklandı. Gözlerini iki fıçının arasından Memluth’a sabitledi. Mürettebat bu sabah da burada geçirdikleri her günün sabahındaki gibi uyuyordu. Sadece geçen geceden alkolün etkisine fazla girmemiş olanlar oyun oynamak için ya da geminin olağan ihtiyaçlarıyla ilgilenmek için ayaktaydı. Kamaraların giriş kısmındaysa kendisi ve Memluth dışında kimsenin olduğunu sanmıyordu.

Memluth’un sesi aniden yükselmeye başladı. Suratı çarpıldı ve haykırmaya başladı. Haykırdığı kelimelerin bir anlamı vardıysa da Videlath’ın anlayamadığı kesindi. Memluth isterik kahkahalarıyla pruvaya doğru koşmaya başladı. O da aynı hızla peşinden gitti.

Koşmaya başladığında yanında daha iri bir adam da ona katıldı. O an Memluth’un konuşmalarına sadece kendisinin tanıklık etmediğini anladı. Kaptan Maglith ondan daha yapılı ve hızlıydı. Ondan önce Memluth’a yetişti ama buna çoktan gerek kalmamış gibi görünüyordu. Uyanık mürettebattan en az on kişi Memluth’u yakalamak için önünde belirmişti bile.

Memluth’u çevrelediler ama yakalamak içim hemen harekete geçmediler. Ne kadar gücü azalmış olsa da o yine de bir büyücüydü ve her şeyden önce Manas Kılıçları’nın eski komutanıydı. Cüppesinin sağ cebinden üzerine oniks kakılmış altın bir yüzük çıkardı. Bakışları tamamen bilinçsiz bir hal almıştı. Yine anlayamadığı o kelimelerle bir şeyler söylemişti. Diğerlerine baktığında onların da hiçbir şey anlayamadığını yüzlerinden okudu. Memluth oniks taşa dokundu ve bir ya da iki kelime daha söyledi – söylediklerinin kelime bile olup olmadığını anlamak gerçekten güçtü.

Deniz suyu geminin hemen önünde kaynarcasına köpürmeye başladı. Kulakları sağır edebilecek bir tıkırtı çıktı ortaya. Ve hemen sonra… Köpüren suda dalgalar oluşturarak ve tıkırtıları katlayarak çıkan şey dev bir sekizkoldu. Metal uzuvları, iki tanesiyle Gemi’yi boydan boya sarabilecek kadar uzundu. Gözleri dev birer yakut gibi koyu kırmızıydı.

Sekizkol tıkırtılı metal kollarından birini gemiye doğru uzattı. Mürettebat korkuyla Gemi’nin kıç tarafına doğru koşmaya başladı. Videlath da korkudan seğiren vücudunu kaçmamaya ikna etmek konusunda kararsızdı. Kaptan Maglith de kıpırdamadan – kıpırdayamadan – olanları izlemekteydi. Metal kol hızla indi ve Memluth’u kaparken geminin pruvasıyla birkaç direği parçaladı.

Metal sekizkol hemen dalışa geçti ve tıkırtıları da görüntüsüyle beraber hızla soldu. Hemen sonra bin kişilik mürettebatın neredeyse hepsinin aşağıya, denize bakan kafaları metal sekizkolun tekrar gelmediğinden emin oluyor ve Kaptan ile Videlath’ı arıyordu. Sancak tarafında, su yüzeyindeki iki kafa şaşkın bir şekilde sekizkolun kaybolduğu yöne bakmaktaydı. İkisi de zarar görmeden bir şekilde kendilerini denize atmayı başarmışlardı.

                     ******

Dan günlerdir hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Onu ayyaş babasından alıkoyan ve gerçek babasıymış gibi sevdiğini bildiği Sardja ölmüştü. Ölümün üzerinden dört gün geçmişti ve Dan evine hiç gitmemişti. Sardja’nın teknesine ölüm hakkında kendince yorumlar yaparak, konuşarak daha çok ağlıyordu. Ağlamaktan başka ne yapabilirdi? ‘Babamdı…’

Köy muhafızları ölüm sebebinin o garip gemi topuna benzer nesnenin olduğunu söylemişlerdi. Nesne önce Solina’nın Tabanı’na, oradan da Ateş Toprakları’nın bağlı olduğu Arijian’ın başkenti Benius Juar’a, üzerindeki ilk araştırmaların yapılması için götürülecekti. Arijian Brejn’i Jol Cualina, kendi topraklarında haberi olmaksızın hiçbir şeyin üzerinde araştırma yapılmasına göz yummazdı. O her ne kadar ilgilenmiyormuş gibi gözükse de Ateş Toprakları’nda da gözleri vardı. Onun gözleri her yerdeydi.

Ağlaması birden dinmeye başladı. Gün ortasıydı ve burada ağlayarak geçirdiği kaçıncı günün ortası olduğundan emin değildi. Ağlamaktan fırsat bulduğu vakitlerde susuzluğunu teknedeki fıçılardaki bayat sudan içerek gideriyordu. Ama içinde zaten pek bir şey bulmaya alışık olmayan midesinin artık tamamen büzüştüğünü haber veren gurultuları duymazdan gelmek zorlaşmaya başlamıştı. “Herkes Norjan Salgaslılar ve kuzeyliler için olumsuz şeyler söylüyor. Onlara benziyoruz… Yalnızım! Gidebileceğim hiçbir yer yok!”

Haykırışı, içinde kalan son enerjiyi de çürütmüştü. Bayılmanın ona çok iyi geleceğini düşünerek gözlerini kapatıp kafasını yukarı kaldırdı. Tatlı baş dönmesi midesindeki boşluğun ağzında yarattığı ekşi tadı yok ederken bilincinin kıyısındaydı. Bayılmak için seçtiği yerin teknenin korunaksız bir kenarı olduğunun farkında değildi. İpleri bırakılmış bir kukla gibi vücudu buz gibi suyu boyladı.

                  ******

Dan uyandı. Çıplak ve ıslak olduğunu fark ettiğinde tüyleri diken diken oldu. Tahta zeminde her tarafı ağrıyarak uyanmayı beklerken bunun yerine teknenin tek küçük kamarasındaki yatakta bulmuştu kendini. Kızarmış balık kokusu midesini kükretti. Ağzındaki ekşi tadı aldı ve tekrar bayılmak isteyip istemediğinden emin olamadı. Kafasını kaldırıp bakmayı denedi ama boynunun ağrısıyla kısa bir inilti koyuverdi. İniltiye yaşlı bir erkek sesi cevap verdi. “Evlat! Freddie görse yanına yaklaşmazdı çelimsizin senin gibi! Giyin üstünü de bir şeyler ye! Şov devam etmeli!”

II. BÖLÜM

Sekizkolun Memluth’u kapıp derinlere gömülmesinden hemen sonra toparlanan Gemi mürettebatı Videlath ve Kaptan’ı sudan çıkarmakta çok gecikmedi. Kaptan Maglith, sudan çıkarıldıktan hemen sonra tüm mürettebatı güverteye toplayıp bundan sonrası için planlarını açıklamaya başlamıştı. İçme suları muhtemelen beş gün içinde tükenecekti ve tuzlu suyu içilebilir kılacak bir büyücüleri yoktu artık. Ne yapılması gerektiği açıktı. Karaya çıkacaklardı. Aylarca süren yolculuk sonrasındaki denizdeki bekleyişi en ufak bir bahane bile bitirmeye yetecekti. Ve Maglith de gemideki herkesin olduğu gibi bunun için yeterli bahaneye sahipti.

Videlath sudan çıktıktan hemen sonra kendi kamarasına yollanmıştı. Kaptanın kontrolü gecikmeden ele alacağını biliyordu ve olası toplantıda alınan her karara da her mürettebat gibi o da uyacaktı. Şu an için, o ıslaklıkla ve kafasında sudayken başlayan bir çınlamayla gelen ağrıyla bir toplantı dinleyebilecek durumda hissetmiyordu kendini. Kaptanın da bu şekilde düşüneceğini ve müsaade edeceğini umdu.

Kamara, rahat sayılabilecek bir yatak ve bir çekmece dışında boştu. Mumları yaktığında bakır bir meteliğin yerdeki bir anlık parlaması kaçmadı gözlerinden. Islaklığını ve baş ağrısını o an unuttu. O kadar süre aradıktan sonra onu orada bulmasının şaşkın mutluluğuyla meteliği aldı ve ufak bir deri parçasına sarıp küçük bir bohça yapmadan önce onun o bakır metelik olduğundan emin olmak için inceledi. Metelik uzaktan basit bir bakır metelikti, evet, ama yakından bakıldığında kaba bir estetiğe sahip köşeli şekillerden oluşan bir desenle işlendiği görülebiliyordu. Onu nerede bulduğunu hatırlamıyordu. Küçüklüğünden beri elinde olmadığını biliyordu ama uzun süredir elinde olduğu bir gerçekti. Bir bağ ile bağlıydı ona sanki. Ya da o öyle hissetmek istediği için öyleydi.

Üstünü değiştirdi ve yaptığı küçük bohçayı deri bir iple kolye haline getirip boynuna geçirdi. Islaklıktan kurtulmuştu ama başındaki çınlama ile ağrı geri dönmüştü. Yatağına uzandı ve zor da olsa uykuya teslim etti kendini.

                  ******

Ertesi gün, Kaptan Maglith mürettebata göre büyük bir fedakârlık göstererek, karaya çıkacak olan iki yüz elli kişilik ekibe kendisi yerine Videlath’ı katmıştı. Gemi’de kalıp durumu rapor etmenin bir yolunu bulacağını öne sürmüştü. Gemi ilk kez yeni kıtanın görüş alanına girerek demir atılıp sandalların indirilebileceği bir sığlığa doğru ilerliyordu. İki yüz kırk dokuz kişi hazırdı ama Videlath kamarasından henüz çıkmış ve bu durumu da yeni öğrenmişti.

Sneja Videlath’la birlikte gidecek iki yüz elli kişiye dâhil değildi. Kaptan çok önemli bir konuda yardımına ihtiyacı olacağını söylemişti ona – neden olduğunu biliyordu, evet. Videlath’ın neredeyse bir kara cüce (İnsanlar arasında yaygın ismi cindir.) tarafından çarpılmış gibi görünen yüzünü fark ettiği vakit arkadaşının yanında bitmekte gecikmedi.

“Dostum! Rüyanda alıkonmuş gibisin? Kamaranı kilitlememiş olmanı dilerdim. Yemeği kaçırdın! Geceleyin harikulade bir ziyafet çektik. Yediğimiz şeyi tahmin bile edemezsin. Balık! Düşünebiliyor musun? Balık yedik!” Muzipçe sırıtışı ile keskin yüz hatları birleşince hoş bir tezat oluşturuyorlardı. Sneja konuştuğu kişileri söyledikleriyle değil mimikleriyle yakalar ve suratlarında istediği değişimi sağlamayı başarırdı –genellikle. Videlath karşılık olarak bir homurtu çıkardı ve kendi gözlerini çıkaracakmışçasına ovuşturmaya başladı.

“Sözde ikinci kaptanımız sonunda teşrif edebilmiş. Ona bize katılması gerektiğini söylemedin mi küçük yağ kafa?” Cordaz Gareth ikilinin yanında belirivermişti. Kaptanın Sneja’dan devamlı göz hapsinde tutmasını istediği, sorun çıkarmaya meyilli biri... Siyah gözleri ve sol yanağındaki bir kesik izini belirginleştiren kirli sakalları adamın yüzüne sinsi bir hava katıyordu. Beassardan iki baş daha uzundu ama daha az yapılıydı. Bu adamdan hiç hoşlanmıyordu. Sneja, ırkını küçük gören bir şeyler söylese onun dilini keserdi. Neyse ki saçların yağlanmasının bir ırk özelliği değil de bir zevk meselesi olduğunu kendine hatırlattı ve kendine hâkim oldu. ‘Küçük’ kelimesine gelince… Eh, bir beassar için kısa olduğu su götürmezdi ve bu da tüm ırkına mal edilebilecek bir küçümseme değildi. ‘Lanet gemide hır çıkarmamak gerek!’

“Ona da kaptanınmış gibi hitap etmen senin iyiliğine olur, Cordaz. Karada emirlerine uyacağınız kişi o olacak ve aksi bir durumda sabırlı biri olmayacağını vurgulamamın gereksiz olduğunu benden iyi biliyorsun.” Videlath Gemi’de geçirilen zaman boyunca Cordaz’ın itaatsizliklerine alışmıştı. Ağzı da ceza vermeye… Cordaz’ın suratındaki çarpık gülümseme ise yine de bu konuda sorun yaşanacağının somut bir göstergesiydi.

Videlath konuşma sırasında ikisiyle de pek ilgili görünmemişti. Yüzünde acıyı kontrol altında tutmaya çalıştığını gizleyemeyen bir ifadeyle önce Sneja’ya sonra da Cordaz’a bakışlarını çevirdi. Ela gözler siyah gözleri yakaladı ve Cordaz’a toz olmasını söyledi. Cordaz bu sefer ürkmüş göründü ve hızlı adımlar atmadığını belli etmeye çalışarak –pek de başarılı olamayarak- uzaklaştı.

“Ben kıyıya çıkmaya hazırım.” Videlath’ın giydikleri ve belindeki kısa kılıcı da bunu destekliyordu. Tek sorunu yüzünden belli olan bir baş ağrısı gibi duruyordu. “Kaptanla suya düştüğümüzde kafama bir ağrı saplandı. Ve onu yutmaya çalışan bir de çınlama… O sekizkol. Mekanik bir sekizkol… Bana makine-adam söylentilerini hatırlatıyor. Kahrolası! Herkese bunu hatırlatıyor olmalı. Delvyn Illuthlular da yeni kıtanın peşindeymiş gibi görünüyor. Lanet olsun.” Alnını avucuyla sıkıştırıp ovalamaya başladı. Sneja buz mavisi gözlerini denizin sularıyla boyayarak onu dinliyordu. Umursamazca değil ama… dingin ve biraz düşünceli bir ifadeyle… Videlath kararlı bir şekilde, baş ağrısı ve keskin çınlamanın da verdiği bir hırçınlıkla konuşmaya devam etti. Düşüncelerini dinleyen birine açmalıydı. Herkesin düşüncelerinin benzeri olsa bile…

“Memluth olmadan geri dönmemiz neredeyse imkânsız. Gemi’de yaşamamız da… Kıyıya çıkmamız kaçınılmaz. İki yüz ellimizin değil, hepimizin… Eninde sonunda bu olacak. Kaptanın karaya çıkmadan vereceği son görevler ne olursa olsun Illuthlulara karşı tetikte olmamız gerekecek. Ya da o şey her kim tarafından yönetiliyorsa… Sence yerliler olabilir mi?”

Sneja sıkıntılı bir şekilde “bilmiyorum” diyebildi. Söz ağzından bir mırıltı gibi çıkmıştı. Dalgınca, ona bakmadan tek elini Videlath’ın omzuna koydu ve kıyıya çıkmak için toplanmakta olan mürettebata kaydı gözleri. Kaptan Maglith de güvertede belirince o yöne doğru yürümeye başladı. ‘Bilmiyorum.’

                  ******

Dan ayıldığında ıslak ve çıplak olmayı beklemiyordu.Yatakta olmayı da… Hiçbir şey bekleyebilecek durumda da değildi. Bayılırken tek düşündüğü şey ne kadar zavallı olduğuydu; uyandığında ne ile karşılaşacağı değil. Ama onun asıl beklemeyeceği şey bu durumdayken karşısında ona Sardja’nın teknesinde kızarmış balık ikram etmekte olan ve asla anlayamadığı zırvalar anlatan yaşlı bir adamdı.

“……….. Drırırım dım dım dım dım, drırırım dım dım dım dım! Hayatımı alacaksın ve ben de seninkini! Ah, evlat, kimse kimsenin hayatını almamalı. Demir bir bakire bile! Hiç kimse! Bunu boş ver de kilo almaya bak, evlat. Evet, kilo almalısın! Suya düştüğünde balıklar bile inanamadı senin gibi bir insan gördüklerine. Bir dakika! İnsan değilsin, değil mi? Vverfeth’in bir kısmın…”

“Adınız ne, beyefendi?” Dan, kibar olacağını düşündüğü bir dille farklı bir konu açması gerektiğini düşündü. Dakikalardır tek kelime anlamadan dinlemekten bıkmıştı ve başı ağrımaya başlamıştı. ‘En azından anlayabileceğim bir şeyler söyle be adam! Adın ne!’

“Hiuuum? Benim mi? Eh, elbette benim. Biraz daha balık?”

“Hayır, teşekkür ederim.” Cevabını yine kibar bir sesle vermişti ama artık yavaş yavaş, kibar olmaya karşı değil de zırvalara, geçiştirilmelere karşı sabrını kaybediyordu. Yine de karnını doyuran ve -anladığı kadarıyla- onu bayılıp düştüğünde sudan çıkaran kişi artık deli olduğuna kanaat getirdiği bu yaşlı adamdı. Yaldız işlemeli ve oldukça kaliteli görünen mavi cüppesi, kısa kesilip şekillendirilmiş beyaz sakalı ve uzun, dalgalı beyaz saçı adama zengin ve soylu biri havası veriyordu. Ne olursa olsun saygıda kusur etmemeliydi. Hava kararmıştı ve günlerdir ilk kez midesine bir şeylerin girmesinden sonra çöken rehavet onu uykuya davet ediyordu. Başının hafif ağrısı da iyileştirilmesi gerektiğini, yoksa bir süre sonra şiddetini arttıracağını fısıldamaktaydı. Yaşlı adam önündeki son balık parçalarını mideye indirirken mutluluk verici bir sessizlik oluşmuştu kamarada. Bu durumdan hemen faydalanmalıydı.

“Efendim, çok yorgun hissediyorum. Uyumak için iznini isteyebilir miyim? (Yoksa ‘izninizi’ miydi?) “Sana tüm iyilikleriniz için teşekkür ederim. Dilersen artık evinize gidebilirsiniz, zaten yeterince zaman harcadın benimle.”

Yaşlı adam eğlenir bir ifadeyle ona bakmaktaydı. Kısa süren çılgın bir kıkırdamadan sonra Dan’ in hiç aşina olmadığı kulak tırmalayıcı ve fazlasıyla garip bir dilde şarkı söylemeye başladı. “ Corggra grtric tchiz zamorg gurasz da szamorsz gratsz corggra gurtiszen! Szeferri corggra, szeferri corggra…”

Yaşlı adamın tıkırtımsı, cızırtımsı şarkısının eşliğinde tekne hareket etti. Dan bir an sonra bu seslerin anlamını çıkarmaya başladığını düşünmeye başladı. Her tıkırtı bir hece ve her cızırtı bir imge olarak yansıyordu zihnine. Heceler ve imgeler dönmeye ve onu boğmaya başladı. Köşeli, kaba ama yine de harika görünen desenler, tıkırtılar eşliğinde dönen yuvarlak, tırtıklı nesneler, metal çınlamaları, adamlar… İnsan olmayan adamlar… Farklı taşlardan yapılmış gözlerinde yaşam olan, metalden adamlar!  O kadar çok dönüyorlardı ki kelimeler ve imgeler anlaşılsalar da bir sonrakilerce siliniyordu ve hemen sonrakiler tarafından tekrar yutuluyordu.

Dan aynı gün içinde ikinci kez bayılacağından emindi artık. Boğuluyordu ve boğulmadan önce, tüm seslerin içerisinde, işleyen bir makine kadar tıkırtılı bir ses tarafından söylenen tek bir cümlenin ekosu zihninde kararmakta olan duvarlara çarptı ve defalarca kendini tekrarlayarak asılı kaldı. ‘Corggranullara kelimeleri söyleyin, ‘o’nu çalıştırsınlar.’


364
Şişedeki Mısralar / Harika
« : 15 Aralık 2009, 19:17:56 »
HARİKA

Gökyüzündeki şen surat yerin damarlarında akan kan ile
Islanır ve sıvanan teniyle yarattığı harikayı sergiler gülümseyerek.
O harika akar, yayılır. Engin bir düzlemle buluşmaktır kaderi.
Eriyip sona ereceği bilinen sonsuzluğu vurgulamak içindir.
Aslında tüm çabasının kaderle buluşmamaktır sebebi. Ya da
Ona yön vermek için ta kendisi olmaktır bir şekilde…   

Beklenmedik her şey ile zaten bilinenlerin karmaşası içerisinde
O harikayı gözlere tattırarak dikilmiş olagelmişin sancağı.
Ve olacak olanın…
İstenen gibi ya da olması gerektiği gibi onları boyayacaktır
Kendine ve birçok farklı var oluşuna belki de.
Yıpranacaktır kumaşı. Her yeni elde parçaları bir bir yamanarak
Yeni çehresiyle dalgalanmaya devam edecek bir harika…

Harikaya batırılmış iki yuvarlak… Kırmızı çerçevelerini hiçe sayarak
İleriyi umut ederken ağıt yakmaya zaman bulamayacaklar.
Ve yine, geç vakit takip ettikleri çizgileri bulup saklanacaklar
Aralarına ve vaat ettikleri farklı dünyalara.

Tüm düşünceler bir yana, hep o şeyi arıyorlar.
Kesinliğin fırtınasında çırpınan sancağı görseler de…
Varlığından emin, onu yok sayarak…
Bildikleri, aksine tutunamadıkları şeyden kuşku duyarak
Arıyorlar.

Açığa vurmak istemedikleri şeyle yoğunlaşıyor harika.
Ve eriyen sonsuzluğun içinde savrulan sancak
Sesiyle belirginleştiriyor olması gerekeni. Olacak olan ise
Asla istediğimiz şey olmayacak.


                           


Elerki TAŞKIN   

365
Kurgu İskelesi / Ynt: Yazmalıyım...
« : 15 Aralık 2009, 19:12:54 »
Amras Ringeril,

Bir rüyanın bizim bilincimizin ürünü olması ve buna rağmen kontrolünün tamamen bizim elimizde olamaması ne kadar ürkütücü ve bir o kadar da heyecan verici...

Rüya ki bizim yaşantımızın bir yansıması ama asla bir aynaya baktığımızda bizi, bildiğimiz bizi, göstermeyen bir yansıma. Bu yansıma için söyleyebileceğimiz şey ise bir su birikintisine bakarken o su birikintisindeki puslu görüntümüzün dalgalanmasının bile rüyadaki yansımamızdan daha berrak olduğudur sanırım.

Rüya görmek çok zevkli bir deneyim. Hele ki üst üste çok benzer şeyleri görüp de o mekanı uyanıkken aklına kazınmış buluyorsan artık... Bu yazı da işte bu şekilde ortaya çıktı.

Geniş yorumunuz için çok teşekkür ederim.

366
Kurgu İskelesi / Ynt: Zimm ile Kara-Kuru Çocuk
« : 15 Aralık 2009, 19:03:36 »
Amras Ringeril,

Yorum almak çok güzel. Mutlu, eğlenceli bir düşünce akışını kurgusala dökebilmeyi başardığım nadir anlardan birinde ortaya çıktı bu açıkçası. Yazarken bu kadar eğleneceğimi düşünmemiştim. Zaman ayırıp okuduğunuz ve yorum yaptığınız için teşekkür ederim.

367
Kurgu İskelesi / Ynt: Zimm ile Kara-Kuru Çocuk
« : 15 Aralık 2009, 17:33:33 »
magicalbronze,

Tıpkı düşündüğünüz gibi, çok eğlenerek, zevk alarak yazdım. Zaman ayırıp okuduğunuz ve yorum yaptığınız için teşekkür ederim.

368
Kurgu İskelesi / Yazmalıyım...
« : 15 Aralık 2009, 15:15:49 »
YAZMALIYIM...

Yine o sokaktaydı. Sokağın bulunduğu yerin, üstü betonla doldurulmuş, eski, kötü kokulu bir dere olduğunu hatırlıyordu. Çevresine göz attığında, havanın, buranın her zaman bulutlu bir günün grisiyle kaplanmış ve hiçbir zaman sarının tonlarına rastlamamış olduğu hissini uyandırması haricinde her şeyin aynı -ya da en azından benzer- olduğunu gördü.  

Etrafına bakındı ve uyanıkken yazmayı düşündüğü rüyasına eklemek istediği siyah kediyi bulamadı. İsmini bile koymuştu.'Jaber'.Neden siyah bir kedi seçtiğinden emin değildi. Belki de yine buna benzer, kasvetli ve gizemli olduğunu düşündüğü bir havada karşısına çıkabilecek şeyin ancak siyah bir kedi olabileceğini düşünmüştü.''Kediden de ne dost olur ya.''

Sokağa bir merdivenle, diklemesine bağlanan başka bir sokağa doğru yürümeye başladı. Bu sokağın da tanıdık olduğunu biliyordu. Merdivenleri çıkıp durdu ve yeni manzarasına baktı. Burayı da birçok, benzer havaya sahip filmdeki karelerde gördüğü ya da görebileceğini düşündüğü 'zamanında yanmış ve tam kül olamamış ağaçlar' ve 'park halinde ya da acilen terk edilmiş, hala yanmakta olan arabalar' motifleriyle betimlemeyi düşünmüştü.''Eh, ağaçlar yanmamış olsa da en azından yaprakları dökülmüş ve yeterince kuru görünüyorlar. Bir dakika... Bu iyi bir şey mi ki?'' Uyanık haldeyken olabilecek düşünce yapısını anlayamayacak, düşünemeyecek kadar zihninin bulandığını hissettiği anda, arabaların da yanmasalar bile oldukça terk edilmiş göründüklerini fark etti. Kapıları açık değildi, düzgün park edilmişlerdi ama terk edilmişlerdi.

Bulunduğu sokağın sonuna kadar yürüdü ve ona bağlanan, ilk sokakla paralel başka bir sokak önünü kesti. Bir anda yanında birinin olduğunu hissetti ve bir an daha sonra elini tutuyordu. Yüzüne bakmadı. Kim olduğunu öğrenmeye çalışmadı. İlk sokakta kendini bulduğundan beri onunla el ele olduğunu hatırladı. Öyle olmadığından emin olduğu halde hatırlıyordu. Hatta ilk sokağın, hatırlayamadığı öncesinde bile onunlaydı.

Yanındakinin elini sımsıkı tuttu ve hiç düşünmeden sola yöneldi. Gökyüzü, grinin daha koyu bir tonuna boyanmıştı. Hiç ışık olmasa da rahatlıkla yolunu seçebiliyordu ve bundan hoşnut olması gerektiğinden pek emin değildi. Gözleri, sanki o koyu grinin karanlığını görebilsin diye, kasten görüyorlardı. Her ışıksız pencere, her gereksiz uzamış ve evlerin çatılarından aşağı -dekorasyon için- saçaklanmış bitki onu korkutuyordu. Adımlarını hızlandırdı ve ilk sağdan başka bir sokağa kıvrıldı. Yanındakini de daha tempolu yürümesi için uyarmak istedi ve bu uyarısını sanki daha önceleri defalarca yapmış olduğunu düşündü. İlk sokaktan da önce... Kısaca mırıldandıktan sonra o da hızlanmıştı.

Eve gittiğini hatırladı, fark etti. Aniden, zihnini bulandıran o sisin içinden bunu seçebilmişti. Apartmanın bulunduğu sokağı hızlı adımlarla yarılamışlardı yanındakiyle.''O nerde?''İsmini telaffuz etmişti ama söylediği her harf bir sonraki tarafından yutulmuştu. Yoksa o anda zifiriye çalan karanlık mıydı onun ismini yutan? Binalara baktı. Sokağa girdiğinden beri hiçbir ışığın olmaması haricinde her şeyi garip kılan başka bir şey var gibiydi. Kendini çok belli etmeyen, belki küçücük, belki de kocaman bir fark...

Apartmanın tam önünde durdu ve küçük, demirden bahçe kapısına baktı. Değişik bir şekilde yamuk ve açılamaz gözüküyordu. Dilerse, zaten kısacık olan bahçe duvarından kolaylıkla atlayabileceği düşüncesi umursamaz bir siliklikle geldi aklına. Yazmayı düşündüğü 'rüya'sında böyle bir sahneye yer vermesinin hoş olabileceğini düşündü.''Ne diyorum ben? Niye?''

Sustu. İçinden konuştuğu sesini de susturdu. Gereksizdi. Neye gerekecekti ve ne olmaktaydı? Sadece bu karanlıkta görebilme yetisinin çıktığı yere sövecek birkaç kelime edip bu yetenekten faydalandı. Her şey imkânsız açılarla yamuktu. Apartman sola ve aynı zamanda sağa yatık gibi duruyordu. Tüm apartmanlar ve sokaktaki her şey yeniden şekillendirilmeye çalışılmış ve olabilecek en başarısız şekilde başarılı olunmuştu sanki. Sokağa girdiğinden beri ona garip gelen şey bu olmalıydı.

Zaten sessiz olan sokak daha da dingin bir sessizliğe bulandı. Binalar,kuru ağaçlar ve etrafı betimlemeye yarayacak her şey çılgınca bir şiddetle,sanki biri, mürekkep dolu, dev bir akvaryumu sallıyormuşçasına sessizce sallanmaya başladı. Çok korktu. Nasılsa uyanacaktı ama yine de korkuyordu. Her şeyin -eğer öyle bir şey mümkünse- en son şiddette sallanmaya başladığını hissetti ve o zaman aklına onun ismi geldi. Haykırdı.''.....! Dikkat et!''

                  ***

'Unutmadan yazmam gerek...'        


                                                                       Elerki Taşkın

369
Kurgu İskelesi / Çitler, Çitler II
« : 15 Aralık 2009, 15:08:25 »
ÇİTLER

Alçak çitlerle çevrili bahçenin önünde, içerideki birkaç ağacın kucak açarmışçasına takındığı, ısrarla çağıran pozlarına direnmek aklının ucundan bile geçmiyordu. O çitler, sanki bu davete karşı koymaması için oradaydı. Hiç düşünmeden üzerlerinden atlayıp ağaçlardan birinin yanına vardığında dalların ona doğru birer kol gibi uzandığını düşledi.

Düşlediği şey gerçekleşince şaşkınlığı onu olduğu yere, bir kazıkmış gibi sapladı. Hareket edemiyordu, hareket etmek istemiyordu… Bir dakika! Hiç hareket ettiği olmuş muydu ki?  Birkaç ağaç ve çitlerin bulunduğu kare, gözlerinin üzerine boyanmıştı sanki.  Vücudu ağırlaşmış ama bir yandan da o ağırlığı taşıyabilecek güce sahip oluvermişti. O güce tekrar sahipti! Yukarı çıkmak istedi. Ve genişlemek – bir şekilde… Hareket edemezdi, ağaçlardan ve çitlerden başka bir şeyi göremez, kendisinden ve ağaçların o ferahlatıcı reçine kokusunun ona hissettirdiklerinden başka bir şeyi hissedemezdi ama… Büyüyebilirdi. Kocaman olabilirdi! Kafasını açık-uçuk mavi bir gökyüzündeki tek tük, bembeyaz bulutlara dek uzatabilirdi. Her şeyi görebilirdi!

İçi, bir şekilde isterik, bir şekilde oldukça ağırbaşlı bir sevinç ile tıka basa doldu. Gözlerini kırpamaz, ağzını açamaz oldu. Ağız mı? Ağız neydi ki? Belirgin olmasa da ufak bir açlık hissi ve bu hissi yok edecek olan en basit sözcüklerden ikisi olan ‘anne mama’yı seslendirebileceği düşüncesi ona ağzın ne olduğunu hatırlatır gibi oldu ama o açlığı aniden yok eden bir şey onu ağız denen bir şeyin olmadığına ikna etti. Vücudunda yeri hissediyor, onu yiyip onu içiyordu.  Evi onu besliyordu. Çitlerin içi istediği sıcaklığı ona vermekte, istediği şeyi göstermekteydi ve hissettikleri ona eskileri yineleyerek ve yenileyerek sunmaktaydı.

Gözlerine tekrar kazınan o eski kareye bir daha baktı. Ağaçlardan biri kararmış, kurumuş ve büzülmüş, birkaç yeni yaprak çıkarma girişimi de olumsuz sonuçlanmış gibiydi. Toprağın dışına çıkmış birkaç çürümüş kökü ise karanlık görüntüsünü tamamlayan mantarlar ve yosunlarla bezeliydi. Garip. Bu bahçede yeri yokmuş gibiydi ama yine de oradaydı işte. Ve tamamen çürüyene kadar da –eğer ağaçlar hareket etmeyi öğrenmezse- orada olacaktı. Tanıdık olduğunu düşündü ama manzaraya tahammül edemedi.

Bir başkasının –ki bu hemen önünde ona dallarını uzatmış olandı- gövdesindeki sapsarı parlayan damlalar ise, bir zamanlar hüzünle akmış gibi görünen ve şimdi göründüklerinden de değerli olduğu aşikâr, saf kehribarlardı –içlerinde hapsolmamıştı hiçbir böcek. Eski ve yeni birçok dalı ve o dalları süsleyen yaşam dolu yeşil yaprakları vardı. Eskiydi ama bir oduncunun kesmesine asla izin verilemeyecek, oldukça yaş, taze bir içi olduğunu fısıldamaktaydı toprak.

Diğerlerine nispeten, fidanlıktan çıkalı çok olmadığı belli bir ağaç vardı ki onun için düşünebileceği… Hemen önce baktığı ağaçtan düşen bir meyvenin çekirdeği olmalıydı. Ona çok yakında kök salmıştı ve biraz… Kendisini nasıl hissediyorsa onu da hissedebildiğini fark etti. O da -her nasılsa- ondandı. Köklerinin birbirlerine çok yakın olduğuna yemin edebilirdi. Gülümsemekte miydi? O da nasıl bir şeyse! Tabi ki onun bu jestine artık karşılık verme vakti gelmişti. Eh, ne de olsa artık çitlerin içindeydi. Yeniden içindeydi.

Asla kırpılamayan gözlerine boyanmış karenin sınırlarında hareket etmeyi öğrenmiş bir ağaç durmaktaydı. Bu büyülü bir ağaçtı. Eğer gözleri olsaydı sürekli parlayacağından emindi. O hep vardı. Önce de vardı, sonra da vardı, gelecekte de, şimdide de… Hep vardı işte. Köklerini kendisininkilermişçesine hissedebiliyordu, onun da hissettiğinden emindi. Canlıydı! Renk renk çiçeklerinin üzerine konmaya kıyamazdı hiçbir böcek. Öyle büyülüydü ki… Onun kökleriyle kendininkilerin bir olmasının ne kadar büyük bir şans olduğunu her zaman bilecekti.

Çitlerin içi yeniden dingindi. Şimşekler doğuran, seller kusan bulutlar oraya pek uğramıyordu artık. Uğradıklarında ise daima taze gövdeleri yakılamayan, uzun köklerinden kaydırılamayan minnacık bir orman bekliyor olacaktı onları. O orman ki kimi doğa bilimcilere göre sonsuza dek yaşayacaktı.   


ELERKİ TAŞKIN




ÇİTLER II

Ağaç olmak akıl karı bir şey değildir. Olduğun yerde durursun, aynı manzarayı, mevsimler geçtikçe değişirken izlersin. Fakat yine de acizsindir, değiştirebileceğin hiçbir şey yoktur doğada; vereceğin meyveler, dökeceğin yapraklar ve –izin verilirse- yapacağın fotosentez ile bırakacağın oksijen dışında. Eh, bir de gövden tabi. Kağıt olarak kullanılabilir ya da yakacak odun…

Gözlerinin önünde hep aynı resim değişime uğrar durur. O resim karla kaplıdır, o resim cıvıl cıvıldır, rengârenktir, o resim… O resmin her mevsimini görmüşsündür. Sadece durursun. O resimden hiçbir ağaç kımıldayıp da başka topraklara gidemez. Biri hariç… O büyülü ağaç… O resme alışır ve orada yaşarsın, ta ki o resimden bir ağaç kopup gidene kadar. Bir ağaç kahrolabilir mi? Hayır, olamıyor. Sadece bakıyor.

Kopup gitmek mi? Hayır. Kopmak değil bu. Büyülü ağaç, rahatlıkla hareket ettirir köklerini ve sahte kehribar parçaları bırakır gövdesine. Gider. Orada yapamayacağını, toprağın yeterince verimli olmadığını düşünmüştür. Senin köklerin onunkilerle birleşmişken birden kaymaya başlarlar. Bu, heyelan gibi… Kayarsın… Tutunabileceğin tek şey havadır. Dallarını sallarsın, rüzgârdan yardım alırsın ve… Evet. Geçmiştir. Hala yerindesin. Köklerinin bazıları dışarıdadır ama kalanı toprağın altında sağlam bir dağ bulmuştur sanki. Ne kadar hızlı olmuştur oysa…   

Sahiden, neden adım atmıştı ki çitlerin içine? Tanıdık ağaçlar vardı da ondan, evet. Hani şu çürüyen var ya, hafiften yeşerir gibiydi şu ara. En azından yosunları daha canlı renklerle ufak pırıltılar yayıyordu. Mantarlara gelince… Eh, çok da şansını zorlayamaz çürümeye yüz tutan bir ağaç.

Heyelan sırasında, çitlerin içini paylaştığın diğer iki ağaçtan biraz uzaklaşmışsındır. Bunu ne sen ne onlar istemiştir. Toprak kaymıştır sadece, kökler kaymıştır… Olan budur işte. O toprak-altı dağına sıkıca sarılıp kendini çekebilirsin onlara doğru belki de? Evet, denenecekler listesine bunu da ekle. Zaten pek de yapabileceğin bir şey yok. Sen bir ağaçsın.

Çitlerin üstünde kara bulutlar yağmur vaadiyle toplanmaktadır. Hava karanlık. Yağmura ihtiyacın var belki de? Ne de olsa bir ağaçsın sen de. Yine de susuzluk hissetmiyorsun değil mi? Bu bulutların getireceği fırtına da ziyadesi… Dalların böyle durağan, yaprakların hala dökülmüyor. Sağlamsın.

Yağmur yağmıyor. Yağmasını istemiyorsun. İlginç. Şu an hükmediyorsun sanki havaya. Bir ağaç bunu başarabiliyormuş demek. Evet.

ELERKİ TAŞKIN




370
Kurgu İskelesi / Zimm ile Kara-Kuru Çocuk
« : 15 Aralık 2009, 15:02:24 »
ZIMM İLE KARA-KURU ÇOCUK

Varmış bir,
Yokmuş iki…
Bir alaca kuzgunun sırtında,
Gezmekteymiş Aksakal’ın teki.

Sivri, mor şapkası örtermiş kelini,
Dağ evleri sakinlerini lanetlemekmiş görevi.
Zimm derlermiş anayurdunda ona,
Yalnız bir çocuk görmüş, seçmiş hedefini.

Zimm’in kuzgunu konmuş ahşap çatıya,
Odaklanmış kolay avına zor seçen gözleri.
Kara-kuru yumurcak ise o ara
Terk eylemiş evin bahçesini.

Zimm atmış altmış adım,
Varmış evin kapısına.
Üfürüğüyle açmış kilidi fakat
Tükürüğü kaçmış nefes borusuna.

Zimm’in sihirli öksürüğü yankılanmış içeride
Hapis-baloncuklar belirmiş her yerde.
Birine yakalanmış talihsizce Aksakal,
Savurduğu küfürlerle birlikte.

Çaresiz Zimm’deymiş kara çocuğun gözleri,
Tahmin etmiş önceden bu beceriksizliği.
Zimm’i kurtarması karşılığında
Almış bakır bir kuruş teklifi.

Zimm’ın bu vahim durumuna
Kara çocuk atmış bin kahkaha.
Ve şimdi ise bırakmazmış tek kuruşa
Hayatının fırsatını asla.

Zimm sıvazlamış aksakalını
Ve kara çocuk atmış altmış volta.
Umurunda değilmiş zaman
Yalnızmış evde nasıl olsa.

Zimm şaşmış kalmış ona,
Aksakal’dan korkmayan haytaya.
Yapmış acımaksızın büyüsünü fakat
Son hecede toz kaçmış burnuna.

Zimm’i esir almış bir hapşırıktır
Büyüsünü bitiremeden.
Kara çocuk artık bir devdir heyula gibi
Kara kafası tavanlara değen.

Alaca kuzgun girmiş içeriye,
Sövmüş yeteneksizliğine efendisinin.
Oymuş kara-kuru dev çocuğun gözlerini,
Uçmuş, Zimm sırtında, maceralara yepyeni.

         
                         Elerki Taşkın

Sayfa: 1 ... 23 24 [25]