Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Wanderer

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 96
61
Tartışma Platformu / Ynt: Kandaki Ruh
« : 18 Mayıs 2012, 16:18:22 »
Tırnağını kes tırnağını. :P

Bu ırklar nerede kullanılmak için yazıldılar acaba?

62
Tartışma Platformu / Ynt: Kandaki Ruh
« : 18 Mayıs 2012, 01:08:37 »
Melfus. Güç içimizde abi işte ya.

63
Game of Thrones / Ynt: Game of Thrones
« : 14 Mayıs 2012, 23:18:03 »
Her cümle efsane ama Jaime Lannister hapishanede Ramiz Dayı'ya bağladı olayı.

Spoiler: Göster
Leydi Stark: Sen bir şovalye değilsin! Ettiğin bütün yemileri bozdun sen!"

Jaime Lannister: Çok fazla yemin vardı. Sürekli yemin ettirip duruyorlardı. Kralı koru, krala itaat et, babana itaat et, masumu koru, zayıfı savun. Peki babanız kralı hor görünce ne yapacaktınız? Kral masumları katlettiğinde? Çok fazlaydı. Ne yaparsanız yapın bir yemini meccburen bozuyorsunuz.

64
Kara Kule / Ynt: 3- The Wastelands - Çorak Topraklar
« : 14 Mayıs 2012, 21:32:32 »
Spoiler: Göster
Stonehenge benzeri bir yer olması çok hoşuma gitti benim. Ayrıca Orta Dünya ve bizim dünyamız arasındaki bağı hissettiğim her an kitaba biraz daha bağlandım. En son Roland'ın, Blaine'e meydan okuduğu sahne mükemmeldi.

Mono Blaine'in pembe olmasını sevmedim bir tek. O kadar ağır abi takılan bir tren pembe mi olmalıydı oysa?

65
Hızır'ın Çırağı

Dikitlerden birinden bir damla su, yerdeki birikintiye düştü. Yukarıdan düşen damlanın aşağıdaki birikintiyle buluşma sevincini yansıtan ses mağara boyunca yankılandı. Ifellia uyuyordu.

Bir damla daha yankılandı duvarlarda. Bir kehaber, diğerlerinden ayrıldı. Her biri ışık saçıyordu. Dört farklı renktelerdi. Topluluktan ayrılan yeşil renkteydi, Ifellia'ya doğru yaklaştı. Önce ayak ucunda sessizce uçtu, uçarken parıltılı toz taneleri saçıyordu fakat bu parçacıklar kehaberin bir karış aşağısına düşmeden zayıflayarak kayboluyordu. Kızın ayak ucunda durdu, bir sağa bir sola uçuştu, sanki bir şeye karar veriyormuş gibiydi. Sonra ayak uçlarından, kızın kafasına doğru uçmaya başladı. Uçarken kızın giydiği
kahverengi keten benzeri fakat keten olmayan kumaşın kokusunu duydu. Kağıt, ya da yeni basılmış bir kitabın kokusu gibiydi bu koku. Mağaraya girerken pantolonu çok fazla aşınmış ve sırrı henüz çözülememiş taşların kokusu sinmişti. En sonunda kızın kafasının, dalgalı saçlarını görebileceği bir açıda durana kadar uçtu.

Ifellia yavaş yavaş gözlerini açtı, ilk gördüğü şey sadece bulanık, yeşil bir ışık kütlesiydi. Sonra o ilk uyanmışlık anı geçti ve kendisine yarım kulaçtan daha yakında uçuşan kehaberi gördü.

Bir damla su birikintiye kavuştu.

Ifellia hiç korkmadı, hissettiği tek şey huzurdu. Gülümsedi, "Anlatacak mısın?" kehaber ufak bir ateş kıvılcımı çıkarttı. Çatırdayan dal parçalarının sesine çok benzeyen bir ses duyuldu. Bir damla daha birikintiye kavuştu. Kehaber bir an, ufak bir an havada hiçbir şey yapmadan süzüldü.Sonra Ifellia'ya yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Ta ki kanatlarını çırparken çıkarttığı hafif esintiyi kız yüzünde hissedene kadar. Kehaberin kanatlarından yayılan tozlar Ifellia'nın gözlerine düştü. Kızın gözlerine düşen her zerre orada parıldamaya devam etti ve ejdercik, Çift Kılıçlar'ın hikayesini, bildiği en harika yoldan anlatmaya başladı. Tozlar Ifellia'nın gözlerinde birikince, hikaye aklında canlanmaya başladı.

*** *** ***

Grikunduz, Lisef'in gözlerine bakmaya devam ederken "Tikk-e Yilci." dedi. Lisef anlam veremediği bu kelimeye 'hı?' deyip şaşkın şaşkın bakacaktı ki, Grikunduz elini omzunun üstüne götürüp avucunu yukarıya açtı. Yukarıda dolanan kitaplardan birisi şimşek hızıyla başının bir karış yukarısına kadar geldi, oraya gelince durdu ve süzülerek Grikunduz'un avucuna kondu. Lisef etkilenmişti.

Tam ortasında kehribar kakılı olan bir kitaptı bu. Kitap masaya koyuldu. Grikunduz eğilip, kehribara hafifçe üfledi ve taş sarı bir renkle parıldadıktan sonra kitabın kapağı eski bir tapınağın sırlarını koruyan kapısı gibi sükunetle açıldı.

"Bu nedir?"

"Anlatıcı kitap. Bir elin parmaklarından daha az nüshası var, şanslıyız ki bu civarın en gözde kütüphanesinde bulunuyorsun."

Kitabın sayfaları önce hafif hafif, sonra daha büyük bir güçle parıldamaya başladı. Sonra bu parıltı daha da arttı bütün odayı içine alacak kadar çoğaldı ardından ışık o kadar parlaklaştı ki Lisef bir an sadece yoğun, sarı bir rengin beynini patlatırcasına gözlerinden içeri girdiğini hissetti. Sonra nesneler, görüntüler şekillenmeye başlandı ve kendilerini Çift Kılıçlar hikayesinin içinde buldular.

*** *** *** **

Çifte Kılıçlar Hikayesi


Bir bilinmez zaman rüzgarı baharın ilk gününün kokusuyla birlikte esti. Toprak, sırlarını yemyeşil ortaya çıkardı. Toprak sır saklayamaz. Güneş en tatli haliyle ışıldarken unutulan efsaneler hayal dalgalarında belirdi. Güneş  hayallice ışıldar.

İnsanoğlu biraz Habil biraz Kabil'di. Hileler ve cinayetler, ihanetler ve masumiyete en yakın olanların ölümüyle sonuçlanan çıkar savaşları, arzular... Arzulara yenilirken en büyük zaafı insanoğlunun, isteğinde haklı olduğunu düşünmesiydi.

Yenilgiyi kabul etmek değildi arzuların kazanmasını sağlayan. Savaşın varlığını, ufak da olsa bir mücadelenin gerekliliğini reddetmesiydi insanoğlunun. İstediği şeyin kendine vereceği zararı unutup, yarar görebileceği yalanıyla koşmasıydı günaha. Kimse kendi vicdanında yumuşatmadan işlemez günahı.

*** *** *** *** *** **

Sarum'un yetimi, bir demirciye yakışan kaslı kolları, is kül ve sıcaktan kararmış suratı ve boynunda, çocukluğundan beri taşıdığı madalyonuyla kapıda belirdi. Otuzlu yaşlarına ulaşmasına rağmen herkes onu Sarum'un yetimi olarak bilirdi. Demirci Sarum, yetim çocuk Davut'u yanına çırak olarak almıştı. Davut bazen şehrin yakınındaki sıcak suyun fokurdayarak çıktığı yerlere gider, yalnız başınayken suya girer, sıcak suda rahatlamaya çalışır ve düşünürdü.

Şimdi de daha önce keyif çatarken aklına gelen bir fikri gerçekleştirmeye gidiyordu. Sabah kargalar yeni uyanmış, alacakaranlık yerini aydınlığa bırakmışken, demirci dükkanının tahta kapılarını açtı. İçeriye girdiğinde üç adım ilerleyip sağdaki üzeri örtülü 'şeyin' üzerindeki çarşafı çekti. Karanlıkta parıldayan bir cevher bulmuştu, sıcak su kaynaklarının birinin dibinde. Ustası cevheri gördüğünde "Dünya'nın merkezinden kopmuş gibi duruyor evlat." demişti. Gerçekten de öyleydi fakat Sarum'un yetimi onun nerden geldiğiyle değil, neye dönüşeceğiyle ilgileniyordu.Ocağı yaktı, cevheri eritip kalıba döktü, bu güne kadar öğrendiği her şeyi ortaya döktü.

Ülkenin bu tarafında, krallar bir demirciye ödül vereceği zaman kılıç kabzası verirlerdi. Davut'un ustası her savaştan önce gösterdiği gayret sayesinde bunlardan bir sürü kazanmıştı! Bunları duvara asmışlardı ve yaptıkları özel kılıçlar için kullanıyorlardı. Aralarından birine, kralın baş büyücüsünün nesneleri hafifletmeye yarayan büyüler okuduğu kırmızı bir mücevher kakılmıştı, en özel parça buydu. Tabii mücevherle ilgili bilmediği bir şey vardı. Asla bilemezdi, asla öyle sonuçlansın istemezdi... Gerçi hiçbir zaman da nasıl sonuçlanacağını bilmedi, Davut sadece hayatının en harika kılıcını yaptı. Kılıcın üstüne kendisinin 'havalı' bulduğu, o an aklına esen ya da kim bilir, rüzgar tarafından fısıldanan şu sözcükleri yazdı.

"GECEDEN KARANLIĞI ÇALDIM."

Gece boyunca yeşil yeşil parıldayan kılıçla çalıştı, kılıcı farklı yüzeylerde denedi fakat kayaya bile vursa kılıçta çizik dahi oluşmuyordu. Kılıç mükemmel dengeli, tahta bir sopa kadar hafif, fakat fil kadar güçlüydü. Üzerinde denediği kaya ikiye ayrılınca Davut şaşkınlıkla ağzını açtı, eğilip kayaya dokundu fakat ani bir acıyla elini geri çekti. Tam olarak anlayamamıştı ama, kılıç bir şekilde bir nesneye saldırıldığını anlayıp büyülü bir şekilde ısıyla kesmişti. Kılıca dokundu, gece ayazında dışarıda bırakılmış demir kadar soğuktu.

Ertesi gün kralın adamları geldi, Davut'u ve Sarum'u götürmeden önce "Yanınıza, kralımıza hediye etmek üzere en güzel kılıçlarınızı alın." denildi.Davut suratında kocaman aptal bir gülüşle gidip yeni yaptığı kılıcı aldı, Sarum ise herhangi güzel bir kılıcı.

Kılıç Kral Alp'e sunuldu, özellikleri tanıtıldı. Kral kılıcı o kadar beğendi ki beline taktı, yanından ayırmamaya başladı. Kılıç bir çok kere hayatını kurtardı, bir çok krala karşı eşi bulunmaz bir hazine olarak gösterilip hava atıldı. Fakat kılıcın güzelliği kralın yaşlanıp ölmesini engelleyemedi.

Kral ölünce en büyük oğlu tahtı ve kılıcı aldı. Kılıç artık taht, taç gibi, kralın kral olduğunun anlaşılmasını sağlayan etkenlerden biriydi. Fakat en önemli etken kralın kanı ve Gök Tanrı'nın ona bahşettiği hükmetme hakkıydı.

Yeni Kral Kubay kılıcı her gece hizmetkarlarına verirdi ve hizmetkarlar her sabah kılıcı kuşanmasına yardım ederlerdi. Artık kılıç, politika, diplomasi, ticari tavizler gibi saçmalıklar yüzünden kınından fazla çıkmaz olmuştu. Kılıcın ününü bütün ülke, hatta bütün doğu ülkeleri  duymuştu.

Bir gün komşu ülkelerden Çianya'nın kralı, Tianzi, bir muhafızından o kılıcı getirmesini istedi. Muhafız, ülkenin baş kentinin sokaklarında gezerken hırsızlık, yan kesicilikle geçinen tayfadan çok yetenekli birini buldu ve göreve kendisinin yerine onun gitmesini istedi.

Karşılığında ömrü boyunca rahat bir yaşam süreceğini duyan hırsız Ziong kabul etti. Saray atlarından siyah bir at aldı ve Muan Krallığı'na doğru yola çıktı. Krallığın baş kentinde sarayı bulması zor olmadı. Günah mı işliyordu, karanlık bir planın parçası mıydı yoksa sadece büyük bir tehlikeye atılan küçük bir hırsız mıydı bilmiyordu. Hatta bunları düşünmüyordu bile. Tek düşündüğü şey geri döndüğünde alacağı altınlar, okşayacağı kadınlar, kafasını koyacağı kuş tüyü yastıklar, giyeceği ipeklerdi.

Açık bir pencereden içeri girdi, talih ondan yanaydı, ortalık bomboştu. Hizmetkarın odası korunmuyordu. Duvardaki kılıcı gördü, gidip asılı olduğu çivinden ipi kaldırdı, kılıcı eline aldığı anda içini dehşet ve korku saldı. Koşarak açık duran pencereden atladı.

Üç hafta sonra kılıcı muhafıza teslim edene kadar endişe ve korkudan kurtulamadı. Alnında biriken soğuk terler geceleri onu yeşil alevlerde yandığını gördüğü kabuslara sürükledi. Muhafız kılıcı alıp bir kese altın uzatmak üzereydi ki Ziong arkasını dönüp koşarak uzaklaştı. Lanetlendiğine inanıyordu.



Ertesi gün Kral Tianzi yeni klıcını kuşanmış bir şekilde tahtına oturduğu sıralarda, Kral Kubay kılıca sahip çıkamadığı gerekçesiyle hizmetkarını zindana attırmakla meşguldü. Kılıcı neredeydi? Nasıl arayacaktı? Diğer ülkenin krallarından biri mi almıştı? Eğer öyleyse bu bir savaş sebebiydi. Bunları düşündüğü sırada büyücüsü gelip kulaklarına sinsice fısıldadı. Bir önceki kralın gençliğinden beri kraliyet baş büyücüsü aynı kişiydi. Kral yaşlanmış, hastalanmış, zamana yenik düşüp taht, taç ve kılıcı oğluna bırakmıştı fakat büyücüde hiçbir yaşlanma belirtisi yoktu. Sadece, gözleri birer balığınki gibi irileşmiş ve sürekli etrafı kolaçan eder olmuştu.

"Kralım..." dedi. "İsterseniz kılıcın bir yenisini yaptırabiliriz! Üstelik büyülerle güçlendirdiğimiz zaman bir öncekinden çok daha etkili bir kılıcınız olur ve eskisini çalan kişiye haddini bildirirken, dostlarınız ve düşmanlarınız Kral Kubay'ın ve Muan Krallığı'nın bir kılıcı kaybetmekle güçsüz kalmayacaklarını, aksine daha da güçleneceklerini görsünler!"

Kral kabul etti. Bu seferki kılıcı gökyüzünden düşen ve düştüğü yere üç adam boyunda bir çukur açan bambaşka bir elementten yaptılar. Kabzasını ise Başbüyücü'nün özel olarak tılsımladığı mavi bir mücevher süslüyordu. Kılıcın üzerine ise büyücünün emriyle

"GÜNDÜZDEN AYDINLIĞI ÇALDIM." yazıldı.

 Kılıcın yapıldığı taş hakkında halk arasında bir sürü efsane dolaşıyordu. Söylentilerin uydurma olduğunu söyleyenler olsa da; gerçekten var olmayan hiçbir şey efsaneye dönüşemez.

İki hafta sonra Kral Kubay yeni kılıcını kuşanırken bir baharat tüccarı saraya geldi. Kral'ın eski, geceleri yemyeşil parıldayan efsanevi kılıcını Çianya Kralı Tianzi'nin belinde gördüğünü söyledi. Üstelik tüccarın dediğine göre Tianzi:

"Kılıç benimse tahta da ortağım demektir. Bunu bütün Doğu Krallıkları bilir!" diyerek böbürleniyordu.

Kral hiddetle bağırdı, öyle sinirlendi ki bir muhafız göndermek yerine bizzat gidip emirleri kendisi verdi. Muan Krallığı savaş hazırlıklarına başlarken, taht salonundaki tüccar yeşil bir buhara dönüşüp kayboldu.


Savaş başlamak üzereydi.


*** *** *** ***

Güneş batarken Hunyean vadisinde iki ordu karşı karşıya geldi. Aptal bir kılıç ve soyluların kavgaları yüzünden ölmek üzere olan binlerce insan karşı karşıya nedensiz bir nefretle birbirilerine bakıyorlardı. İki tarafın da zırhları deridendi, iki tarafın da silahları uzun, iki elle kullanılan kılıçlar ya da hafif mızraklardı. İki tarafın büyücüleri de patlayan, ateşler saçan bir sürü bombayı yanlarında getirmişlerdi.

Hava karardıkça Tianzi'nin kuşandığı çalıntı kılıç parlaklaşmaya başlıyordu. Kubay'ın kılıcı ise en az gece kadar karanlık görünüyordu. Çelik ya da demir gibi parlak değildi, kömür kadar kara bir kılıçtı.

Krallar, yanlarında ülkelerinin önde gelenleriyle birlikte ortada buluştular. Savaştan önce birbirilerine karşı güç gösterisi yapmak ya da teslim olmaları karşılığında canlarına zarar gelmeyeceği konusunda zırvalıkları konuşacaklardı. Kim haftalarca yürüdükten sonra savaşmadan teslim olurdu ki? Kubay, sinirli bir şekilde atını sürerken Tianzi ise gayet sakin görünüyordu. Atlar, arada yirmi adım mesafe kalana kadar ilerleyip durdu. Bir an savaş alanında sadece atların kişnemesi ve metallerin sürtüşme sesi duyuldu. Sonra Tianzi kimsenin beklemediği bir teklifte bulundu. Çaldığı kılıcın gücünü bir çok kere test etmişti ve ona çok güveniyordu.

"Teke tek dövüşmeyi teklif ediyorum. Kralların savaşı, insanların canının yanmasına gerek yok."

Aslında insanlarının canını pek önemsiyor değildi, fakat çalıntı kılıcıyla Kubay'ı öldüreceğine öyle çok inanıyordu ki, hiç asker kaybetmeden Muan Krallığı'nı ele geçirmek gibi bir hayale kapılmıştı.

Kubay ise büyücüsünün sözlerine güveniyordu. Bu kılıç da en az diğeri kadar hafifletilmişti, üstelik bunun da büyülü güçleri vardı ve ordusu zayiat vermeden bu savaşı kazanabilirse kolaylıkla Çianya Krallığı'nı ele geçirebilirdi. Hem, reddedip korkak sayılmak da istemiyordu. Doğrusu kendi bileğine, ordusuna güvendiğinden daha çok güveniyordu. Bu Hırsız Kral'ı kendi elleriyle cezalandırmalıydı.

"Kabul ediyorum." dedi Kubay.

Aynı anda atlarrından indiler, yanlarındakileri gönderdiler. Ordular haberi alınca büyük bir gürültü başladı, iki taraftan da kendini kahraman zanneden barbarlar bağırıp çağırıyorlardı.

"Ne yapıyorsunuz ha?"

"Burada dikilip izlemeye gelmedim ben!"

"Kan akacak, şan şöhret kazanılacak diye geldim!"

Krallar, orduları sakinleştirdi. Pelerinlerini çıkarıp, kılıçlarını kuşandı. İkisi de kalkan kullanmıyordu, ikisi de kılıçlarının marifetlerine güveniyorlardı. Alınlarından soğuk terler akarken birbirilerinden yirmi adım uzaklaştılar. Ordularını coşkulandırıp, kendilerine cesaret vermelerini sağladıktan sonra birbirilerine doğru koşmaya başladılar. Tianzi iki eliyle havaya kaldırdığı kılıcını bütün gücüyle indirirken, Kubay da kılıcıyla kendini korumak için Yeşil Kılıç'a vurdu.

Sonra iki kılıç birbirine kenetlendi. Birisi yemyeşil parlarken diğeri karanlık sislerle kaplanmaya başladı. Bir kaç saniye süren bu olay boyunca iki kral da bütün gücüyle karşıdakini yitmeye çalıştı. Kabzalardaki kırmızı ve mavi mücevherler şimşek gibi parıldamaya başladı ve tüm kasları gerilmiş halde ikisi de kırmızı gözlerle birbirilerine bakarken aniden yeşil bir yıldırırım kralların üstüne düştü ve iki kral da ortadan kayboldu, kılıçlarsa yere dimdik saplanıp kaldılar.

  Kralsız kalan iki ülkenin orduları daha ne olduğunu bile anlayamamıştı ki, iki kılıç arasında kılıçların üstünde oluşan sihirli bir girdap orduları içine çekmeye başladı. Kaçmaya çalışanlar ilk önce girdaba girip kayboldular, olduğu yerde kılıcını ya da mızrağını yere saplayarak duranlar bir kaç saniye bile dayanamadılar. Girdap yeşil, kırmızı, mavi ve siyah renklerden oluşan spiral dehşetiyle iki orduyu da yuttu. Geriye sadece bir avuç insan kaldığında kaçmanın ya da direnmenin anlamsızlığını fark etmişlerdi. Kılıçlarıyla birlikte spirale doğru koştular, hangilerinin hangi ordudan olduğunu bilmiyorlardı, sadece zorunlu müttefiktiler.

Güya yerde saplı duran sihirli kılıçlara, ya da insanların daha sonraları efsanelerde anlatacağı adıyla, Çifte Kılıçlar'a saldıracaklardı ama bu girişim de faydasız oldu. Havadan çok toprağın solunmaya başlandığı şiddetli rüzgarda onlar da havalanıp spiral dehşette kayboldular. Gecenin karanlığında, savaş alanında sadece sağa sola fırlamış sahipsiz kalkan ve kılıçlar, her yana dağılmış toz, ortadaki girdap ve girdaptan etkilenmeyen tek kişi, dalgalanan yeşil cübbesiyle, Maun Krallığı'nın başbüyücüsü duruyordu.

66
Eğlence & Mizah / Ynt: Bilimsel Karakter Testi
« : 07 Mayıs 2012, 23:06:59 »
Dört ve beş acayipmiş yalnız, hiç beklemezdim kendimden. :D Teşekkürler.

67
Eğlence & Mizah / Ynt: Bilimsel Karakter Testi
« : 07 Mayıs 2012, 22:50:30 »
Şu da benden gelsin bakalım;

Spoiler: Göster

68
Güncel / Ynt: YGS
« : 22 Nisan 2012, 00:10:07 »
322-319 ygs3-ygs4 ile, LYS'de bir taraflarım yırtılmadıkça bir halt olmayacağını düşünüyorum açıkçası, yüzünü kara çıkarttık Magicalbronze, affola.

69
Çizgi & Anime / Ynt: Air Gear
« : 19 Nisan 2012, 20:07:04 »
Çok keyifli bir animeydi, özellikle o AT'lere sahip olduğunu hayal etmek, balkondan, okul penceresinin camından ya da şehrin herhangi bir yerinden binaları izlerken, insanın bu patenlere sahip olduğunu ve oralardan nasıl kayacağını hayal etmesini sağlıyor. fli.

Her ne kadar sonuca bağlanmamış olsa da, bir hayal vermesi açısından güzel, izlemeye değer, keyifli.

70
Çizgi / Ynt: Çarpık Çizgi
« : 19 Nisan 2012, 15:26:02 »
Spoiler: Göster


En azından, 'denemedim' diyemem. Hangisini benim çizdiğim çok açık belli zannediyorum.

71
Düşler Limanı / Ynt: Son Beste
« : 15 Nisan 2012, 20:50:24 »
Aslında -de olsa daha anlaşılır olur evet, bir hata değil de benim anlaşılırlıktan kısma isteğim söz konusu orada.

Tekrar teşekkürler. :)

72
Düşler Limanı / Ynt: Sadakat
« : 13 Nisan 2012, 20:49:46 »
Doğumun saflığı, cennetin meyveleri, yıldızların parlaklığı... İnsanın gözlerinin önünde güzel bir tablo oluşuyor okurken. Ellerine sağlık.

73
Düşler Limanı / Ynt: Son Beste
« : 13 Nisan 2012, 20:34:56 »
Teşekkürler galaxie.

Oradaki cümlede 'yoktu' kelimesini ortak kullanmaya çalıştım. Yani böyle bir çabaya girmemiş olsaydım cümle şu şekilde olacaktı: "Kız’ın ailesi yoktu, Alher’in ailesinin de ‘gece neredeydin?’ diyeceği yoktu."


74
Şişedeki Mısralar / Ynt: Tesla'ya Dair
« : 13 Nisan 2012, 20:03:22 »
Şiirlerin, 'özgünlük' kelimesini şerhetmiş resmen. Ellerine sağlık.

75
Düşler Limanı / Son Beste
« : 13 Nisan 2012, 19:18:11 »
Son Beste

Bir zamanlar şarkılarını bestelerken sırtını bir ağaca verip oturan bir besteci vardı. Lir çalan bu besteci, bazı melodilerin ruhu dinlendirmek için, bazılarınınsa ruhu canlandırmak için olduğunu söylerdi ve bazılarıysa ikiye ayrılan ruhu tekrar birleştirebilecek kadar etkiliydi.  Ruh, müzikle beslenirdi, müzik ruhla bestelenirdi.

Ruhunu müzikle beslediğini söylerdi ama kalbinden beslenen ruhunu sadece birinin gözlerine baktığı zaman tatmin edebilirdi. Zamanı tatmin edebilir miydi? Zamanı tatmin etse, sevdiği kızla geçirdiği zamanları da uzunca yankılanan bir melodi gibi duyabilir miydi?

Kafası karışmıştı. Aşkla ilgili düşünmek karıştırmıyordu kafasını ama o kızla ilgili düşündüğünde hep böyle olurdu. Karışıklık ve dağınıklık onun yüreğinin iki temel taşıydı.

Sırtı yine bir ağaca dayalı, bir karış havada aklı, elinde liriyle notaları deniyordu. İstediği tizlikte bir tele dokununca da hemen yanındaki kağıda kaydediyor, gülümsüyordu sürekli. Her akşam, kasabadakiler toplanır ve hep birlikte besteci Alher’in şarkılarını dinleyerek eğlenirlerdi . O da gelirdi akşamları. Dudaklarını kırmızıya boyamadığı zamanlar pembesiyle bile gayet çekiciydi. Kadınların kirpiklerinin uçlaırnı boyadığı o ‘şeye’ de hiç ihtiyaç duymazdı, gözleri yeterince güzeldi. Saçları ne adi bir süpürge kadar düz ne de pis kokan bir koyunun tüyleri kadar kıvırcıktı. ‘Melodisi’ insanda yaşama sevinci uyandıran bir nehrin kıvrılarak uzaklara gitmesi, köpürerek aşağıya akması gibiydi.

Alher bütün şarkılarını ona yazmıştı. Zafer türküleri de onun için olmalıydı, neşe dolu şarkılar da. Yalnız ağıtlar hariç. Hiçbir ağıt bu güzelliğe yaklaşmamalıydı, hiçbir üzüntü bu güzelliğe dokunmamalıydı ona göre. Oysa bazıları, mesela köyün en yaşlısı Targut’a göre ağıtlar ancak böyle güzelliklere yazılmalıydı. Çünkü yaşlılar güzel şeylerde yeni bir umut değil, bitecek bir şarkı görürlerdi. İnsan ömrünün şarkısı bittiğinde yalnızca gözyaşları alkışlardı.

O gece, güneş ufuktaki sonsuz yeşilliklerin arkasında kaybolup, doğudaki nehir mor renge döndükten saatler sonra, dolunay tepeye çıkınca herkes yine şehir meydanına toplandı. İlk gelenler en yaşlı olanlardı çünkü yapılacak hiçbir işleri yoktu. En genç olanlar hep en son gelirdi. Alher, sahnede (yan yana koyulmuş iki ahşap masa) ismini bile söylemeye çekindiği o kızı beklerdi. O kız gelene kadar konser başlamazdı, o kız gelene kadar insanlar kendi aralarında sohbet eder, sahnedeki adam yalnız kalırdı. O kız geldikten sonra, insanlar onun müziğini dinlerken bile, yalnızdı o.

Sonra kız gelir, müzik başlardı. Alher ilk başta gözlerini kapatıp çalmaya başlardı, müziğin ahengi gecenin karanlığını dalgalandırarak ilerlerken yavaş yavaş gözlerini açardı, fakat seyircilerin hepsini bulanık gösterecek netlikte bir kızdan başka hiçbir şey göremezdi. Kız geceleri siyah giyinirdi, böylelikle beyaz yüzü daha belirgin, kaşları daha çekici bir hale gelirdi. Soğuk gecelerde kıyafetinin üstüne dudaklarıyla uyumlu kırmızı bir şal alırdı, Alher’in aklını başından alırdı.

Şarkılar ve alkışlar bittikten sonra kalabalık dağılırdı. Alher ve ‘kız’ baş başa nehrin üstündeki taş köprüye giderlerdi.  Orada aşka dönüşme ihtimali için, için için yalvarılan bir arkadaşlıkları vardı. Bütün geceyi birlikte geçirip, güneşin doğuşunu seyrettiği zamanlar bile olmuştu. Kız’ın ailesi yoktu, Alher’in ailesinin  ‘gece neredeydin?’ diyeceği.  

Böyle bir geceydi yine, son notanın ardından sessizlik kalabalığı dağıtmış, alkışlar kesilse bile o geceki melodi herkesin kafasında uykuya dalana kadar onlarca kez daha çalmış, insanlar büyülenmişti.  Köprüde tüm müziklerden daha güzel bir müzik dinliyorlardı. Yaratıcının elinden çıkan en harika şeyin yaşam kaynağını. Su.

Şırıltılar, kızın sesinde parçalara ayrılıp küçülürken kız hiç beklenmedik bir şey söyledi. “Benim için bir şarkı bestelesene?”



Alher o an kızı omuzlarından sarsıp “Senin için bestelemediğim tek bir şarkım bile yok ki!” diyebilirdi. Tabii ki demedi. Çünkü öykülerde bile olsa işler öyle yürümezdi, cesaret yalnızca korkunç canavarlar, alevlerini esirgemeyen ejderhalar karşısında gösterilirdi. Kırılgan bir kızın masumiyet maskesi cesaretten bile daha etkili bir silahtı. Alher sadece “Peki, nasıl bir şey olsun?” diyebildi.

“Bilmem, nasıl istersen. Bestelediğin şeyleri dinlemek iyi hissettiriyor.”  

Her aşık erkeğin düşüneceği saflıkta Alher de aynı şeyi düşündü. “Seviyor! Kesin o da beni seviyor!” O gece ayrıldıklarında, eve giderkenki karanlıkta tek duyduğu şey kendi ayak sesleri ve ağustos böcekleriyken tek düşündüğü şey seyirci karşısına çıkmaktı. Binlerce kez aynı kişiye konser vermiş olsa da bu özel bir andı. İlk kez sahneye çıktığı an kadar heyecanlıydı. Sahnede rezil olmaması gerekiyordu, hem bütün kasabanın hem de kızın beğeneceği bir şarkı bestelemeli, mükemmel sözler yazmalıydı.

Eve vardığında yatağına yatıp tavanı seyretti. Tavanın gıcırdaması bir ilham kaynağı olabilir miydi?  Rüzgâr, Midas’ın eşek kulaklarını ispiyonlayan rüzgar ona yardımcı olabilir miydi? İspiyonculardan nefret ederdi. Nefret... Nefrette de aşkta da insan aynı tutkuyu duyuyordu.

Aklına önceden tanıdığı İspanyol bir kaptan geldi. “la pasión” demişti denizci. “Bütün gün evin dışında ne yaşadığının önemi yok, önemli olan her akşam aynı tutkuyu eve getirebilmek, aynı ateşte yanmaya devam edebilmek...” Bunu söyleyen denizci üç yıldır karısını görmemişti bile.

Bir mum yaktı, çalışma masasındaki bütün kağıtları yere fırlattı. Boş bir kağıt ve lirini yanına alıp sabaha kadar çalıştı. Sabah güneş doğarken göğe çekilen meleklerle birlikte uyudu. O meleklerin içinde İlham Perisi de vardı. Yeni yazdığı şarkıyı bugün sahnede söylemeyecekti, sahneden sonra özel bir konser olacaktı bugün. Bugün herşey harika olmalıydı, bugün melodi onu sevdiğini söylemeliydi.

Hava karardığında yine ilk gelenler, takma dişleri olan insanlardı. Sonra çocuklar, gençler, orta yaşlı insanlar derken her geceki tablo tamamlanmıştı, biri hariç. Dudaklarını kırmızıya boyayan kız yoktu. Beklediler, gelmedi. Bu ilk defa oluyordu fakat gösteri devam etmeliydi. Alher en neşesiz, en duygusal şarkılarını çaldı o gece. Konser bittiğinde insanların gözyaşları, alkışlarından fazlaydı.

Alher, lirini aldı ve kızın evinin önüne gitti.Işık yoktu. Kapıyı çaldı, açan yoktu. Köprüye mi gitmişti acaba? Koşarak nehre yaklaştı, fakat köprüyü gördüğü anda onun için her şey anlamsızlaştı. O gayet iyi tanıdığı kızın siluetinin yanında bir erkek vardı. Hayır hayır yanında değildi, iki silüet birbirine karışmıştı. Sarılıyorlar mıydı? ‘İmkansız.’ diye düşündü. Biraz daha yaklaştı ve imkansız olmadığını gördü. Liri sıkıca kavradı, sesini duyurabilecek kadar yaklaşmıştı. Bestelediği son şarkıyı, son, mükemmel, kızın isteği üzerine yazmış olduğu şarkıyı okumaya başladı. Sarılan iki silüet birbirinden ayrıldı, kız suçlu suçlu saçını düzellti, köprüdeki diğer silüetle birlikte şarkıyı dinlemeye koyuldu.

Apollo bile bu kadar harika çalamazdı, yeryüzünün duyduğu en harika müzikti bu. Kalpsiz bir ejderhayı bile uysallaştırıp sevgi dolu hale getirebilirdi. İhanete uğramışlığın etkisiyle Alher’in sesi daha da yanık bir hale gelmişti. Ağustos böcekleri, rüzgâr ve hatta şırıldayan su bile susup onu dinlemeye koyuldu. Son şarkıyı, son melodiyi. Aşkın şerhini.

Şarkının sonu, bir güvercinin dala konuşu kadar hafif ve bir ağaç kabuğunun tecrübeleri kadar sakindi. Fakat şarkıyı söyleyen için aynı şeyleri söylemek doğru olmazdı. “İşte duydun!” diye bağırdı. “Senin için bestelediğim son şarkımı... Fakat bana ihanet ettin!”

Kız ihanetini inkar etti. Verdiği umutları da öyle... Ona göre sadece arkadaştılar ve Alher hayal dünyasında yaşıyordu. Evet, geceler boyu köprüde baş başa konuşmuşlardı ama bunların aşk ya da umut dolu konuşmalar olmadığını söylüyordu.

Alher daha fazla dayanamazdı. Belki ihaneti bile kaldırabilecekti ama kız ortada ihanet bile olmadığını söylerken daha fazla müzik yapamazdı.
Lirini suya attı. Lir suya daldığı an tabiat sessizliğini bozdu, nehir azgın azgın akmaya başladı, ağustos böcekleri sanki hiç susmamışlardı. Suya fırlattığı şey liri değil hayatıydı. Müzik hayat demekti, müzik sadece onun için yapılırdı. O ihanet etmişti, her şey bitmişti. Başka tek kelime bile etmedi, arkasını döndü, kendini azgın sulara bıraktı...

Lir’ik bir ölümdü onunki, ya da kim bilir belki de her fırsatta övdüğü doğaya dönüş. Kendini sulara teslim ederken anladığı tek bir şey vardı, hiçbir güzelliğe güven olmazdı.



Muhammed Alperen İmamoğulları

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 96