Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Laughing Madcap

Sayfa: 1 2 3 [4]
46
Sinema / Patient J
« : 25 Ağustos 2010, 23:21:55 »

Arkham Akıl Hastanesi'nin bodrumunda bir odada, çaresiz bir Psikiyatrist, gizli bir görüşme ayarlar; Joker ile. Suçun Palyaço Prensi hayatındaki önemli anıları anlattıkça bu görüşme ölüm ve yaşam arasında gidip gelen bir manipülasyon oyununa dönüşür.

Konusu ilk başta Kanal D'nin gece 12'den sonra yayınladığı, senaryosunu senin benim rahatlıkla yazabileceği kötü korku filmlerine benzeyen "olaylar gelişir..." tadında gibi görünse de, işin aslı öyle değil.

Amatör film konusunda adını duyurmuş "Bat in the Sun" grubu yapmış bu fan filmini. Kendi şahsi fikrim, filmin oldukça kaliteli olduğu yönünde. Oyunculuk bazen yapmacıklık yüzünden can sıkıyor olsa da bazı sahneler gerçekten çok hoş olmuş. Ve sanırım ilk defa bir yapımda Joker, çizgi romanlardaki Joker'e benziyor tip olarak; Uzun ve ince bir surat, ince bir vücut.

Özetle Patient J şimdiye dek izlediğim en güzel amatör filmlerden birisi. İzleyiniz.

"Uzun metraj olsaydı, Dark Knight solda sıfırdı belki. Çünkü izlerken terledim."
~Baal Adramelech


Not: Çok güzel olmuş ama devamı yok, baştan söyleyeyim.


47
Kurgu İskelesi / Kırık Kılıç
« : 12 Ağustos 2010, 01:03:24 »
Giriş: On Gardiyan


Savaş her ülkenin ve o ülkede yaşayanların korkulu rüyasıydı. Bu savaşın efsanevi Ejderhakralları ve onların korkunç ejderhalarına karşı yapılıyor olması, tüm dünyada büyük bir umutsuzluk yaratmıştı. Önce doğunun sonra da batının bu durdurulamayan güç karşısında boyun eğmesiyle kuzeydeki ve güneydeki bir çok krallık savaşmadan teslim olmuştu. Ancak aralarından birkaçı, sonunda ölüm bile olsa karşı koyma taraftarıydılar.

Bunlardan birisi de Kuzey Krallıkları'ndan, Meiyo Krallığı'ydı. Meiyo Krallığı balıkçıları ve onurlu savaşçılarıyla tanınan, kuzeyin küçük krallıklarından birisiydi. Bir tarafı denize bakan ülkenin etrafı genellikle ormanlarla ve tepelerle kaplıydı. Ülkede yaşayan insanlar genellikle savaşçıl ve sert yapıdaydılar. Fakat beklenenin aksine sorunlarını diplomatik yollarla çözmeye çalışırlardı. Savaş yıllarında bu krallıkta ortaya atılmış bir fikir, her ne kadar o yıllarda oldukça mantıklı bir fikirmiş gibi görünse de, dünyayı değiştirecek olaylara sebep olmuştu. Fikir temel olarak kralların korunmasıyla ilgiliydi. Ordunun görevi ülkeyi korumaktı elbette ancak kralın aldığı herhangi bir yara, ülkenin de yara alması demekti. Bu yüzden ülkenin en önemli on savaşçısı krallarını korumaya yemin ettiler. Bu on savaşçı kendilerine On Gardiyan ismini takmıştı. Böylece efsanevi savaşçı Dante Odorin liderliğinde On Gardiyan, yıllarca sadece kralı ve ailesini korumakla kalmamış, ülkenin temelini oluşturan geleneklerin ve ideallerin korunmasını da üstlenmişlerdi.

On Gardiyan birimi yıllarca krallarına hizmet etmişler, savaş sırasında krallarını ortadan kaldırmak için yollanan kiralık katillere ve şehri kuşatan çapulcu ordusuna karşı başarıyla savaşmışlardı. On Gardiyan, günden güne krallık halkı tarafından efsaneleştiriliyorlardı. Özellikle Dante Odorin, bu övgüleri fazlasıyla hakediyordu.

Bu yüzdendir ki, savaşın en kızgın olduğu dönemlerde alınan ani bir karar halkı oldukça şaşırtmıştı. Kral'ın bizzat imzasını taşıyan fermana göre Dante Odorin ve "On Gardiyan"lardan 4 kişi, krala ihanet suçundan dolayı idam edileceklerdi. Kimse işin aslının ne olduğunu bilmiyordu ama alınan karar halkı oldukça şaşırtmıştı. Krallıkta bir isyan patlak verdi. Özellikle Dante Odorin'in idam edilecek olması halkı çileden çıkartmıştı ve bazı bölgelerde Dante kahraman ilan edilerek kral karşıtı eylemler boy göstermeye başladı. Alınan acil bir kararla Dante Odorin'in idamı durduruldu. Bunun yerine ünlü kılıcı "Vlon", bizzat Kral tarafından kırılacak ve Dante ülkeden sürgün edilecekti.

Bu karar halkı biraz olsun yatıştırmaya yetti. Ancak yine aynı karar Meiyo Krallığı'nın tarihinde almış olduğu en kötü karar olacaktı.

48
Gezginler Kamarası / O Değil De...
« : 07 Ağustos 2010, 02:12:25 »
"Küçük bir çocukken en büyük hayallerimden birisiydi televizyona çıkmak. Haber spikerleri, röportaj yapanlar, program sunanlar ve bu tarz insanlara imrenirdim. O yüzdendir ki, ilkokul yıllarında yapılan piyeslerde hep sunucu bendim. Yine aynı yıllarda yıllarca sınıf başkanlığı yapmıştım. Sanıyordum ki hitabet yeteneğim, insanlarla ilişkilerim, konuşmalarım falan süperdi. Liseye kadar buna inandım ancak feci yanılıyordum.

Liseye gelip de ortamlar kurulduğu vakit anladım ki, ne iki kelimeyi yan yana getirip konuşabiliyorum ne de herkesçe sevilen ve sayılan bir insanım. Hoşlandığım ve benden hoşlandığını tahmin ettiğim kızla en yakın arkadaş olabilecek yeteneğe sahiptim. Pek popüler ve başarılı değildim. Yanlış hatırlamıyorsam o yıllarda başardığım en fantastik şey kulaklarımı oynatabildiğimi farketmemdi ve bu olay tuvalette gerçekleşmişti.

Konuşma konusunda "Naber?" ve "Ehe Mehe" den öteye gidemiyordum. Adeta yıllarca Türkiye'de top koşturmuş ancak bir kaç kelime Türkçe öğrenebilmiş yabancı futbolcu gibiydim. Sonra bir gün bu açığı kapatmanın bir yolunu buldum; yazmak.

Kompozisyon dersinde geçen haftanın ödevi okunuyordu. Konu, gelecekte olabilecekler gibi fazlasıyla klişe birşeydi. Herkes sırayla yazdıklarını okuyordu ve onlar okudukça ben utanıyordum. İnsanlar oturmuş ve adam gibi şeyler yazmışlardı. Birisi ileride oluşabilecek bir ekonomik krizden bahsediyordu - ki oldu- , bir başkası ise siyaset hakkında yardırıyordu. Ben ise sınıfımdaki kişilerin özelliklerinin ve eksikliklerinin yıllar sonra da yakalarını bırakmayacağına dair kendimce komik ama şimdi düşününce afedersiniz b.k gibi birşey yazmıştım. Ben yazıyı okumayı bitirdiğimde herkes gülmekten yerlere yattı. Çok beğenildi yazdığım şey ve ben anlamsız bakışlarım eşliğinde bir anda komik sıfatını edindim. Bu sıfatın gerçekten bir işe yaradığını, iyi birşey olduğunu sanıyordum. Yazma yeteneğim olduğunu da farkedince, bunları birleştirip popülerite konusunda voleyi vuracaktım. Evet, tahmin ettiğiniz gibi; yanılmıştım.

Üniversite yıllarına kadar bu sıfata sıkı sıkı sarıldım. Yakışıklı değil ama sevimli, komik bir şahıs olarak bir şekilde ortamlara girdim ve sevildim. Sevildiğimi sandım aslında. Asıl olayın ben değil de yaptığım şebeklikler olduğunu farkedince çok canım sıkıldı. Haydi bir espri yap da neşemiz yerine gelsin adamı olmak bana koydu açıkcası. Türk filmlerinde; kullanılıp bir kenara fırlatılan köylü kızı gibi hissetmeye başladığımda bana çok iyi gelmişti yazmak. Aklıma geldikçe yazıyordum. Karakter yaratıp yazıyor, kendimi anlatıyor, saçmalıyor ve benzeri türlü eylemlerde bulunuyordum. Ve inanılmaz rahatlıyordum.

O aralar farkettim ki yeni hayalim yazarlıktı. Ancak önümde büyük bir engel vardı; üşengeçlik. Beni tanıyanlar bilir - ki sitede sanırım toplam 1 (yazıyla bir) kişi tanıyor- fazlasıyla üşengeç bir insanım. Genelde başladığım işi yarıda bırakırım. Bir hevesle yazdığım şeyleri iki günde bir kenara fırlatırım. Hâl böyle olunca yazılan hikayeler, kitap yazma hayalleri bir hayalden ya da 2-3 sayfadan öteye gidemez oldu. Uzun ve devamlı hikayeler bana göre değil. Daha kısa ve daha rahat yazılar yazma konusunda daha iyi olduğumu düşünüyorum.

Bu yüzdendir ki "O Değil De..." adlı başlığı açmış bulunmaktayım. Bundan böyle bu benim köşemdir. Belki gün gün, belki hafta hafta yazacağım ama birşeyler yazmaya çalışacağım. Edebiyat dünyasına, okuyanlara, uzun yazmış dur sonunu okuyayım diyen kurnazlara, böyle uzunca bir yazının altına "Güzel olmuş, devamı yok mu?" yazanlara birşeyler katmak değil amacım. Belki biraz tebessüm, belki biraz düşüncelere dalma, belki biraz "ne diyor lan bu dallama?"... Dedim ya, amaç rahatlamak.

Aslında o değil de..."

Yazıp tüy kalemi masaya bıraktı. Ayağa kalkıp dolabını karıştırdı, çok geçmeden giyinmiş ve hazırdı. Bu sırada mürekkep kurumuştu. Adam kağıdı aldı, güzelce katlayıp cebine koydu ve masadaki mumu söndürdü. Henüz aylardan nisandı ama Paris en sıcak günlerini yaşıyordu. Adam bir taraftan sokakları hızla geçerken bir taraftan mendiliyle terini sildi. Hedefine yaklaşmışken bir dostuna rastlayınca birkaç dakika ayakta muhabbet ettiler. Dostu, adamın gittiği yere kadar yanında yürümeyi teklif etti. Bir iki dakikalık bir mesafe kalmış olsa da adam dostunun teklifini geri çevirmedi. Birazdan hedeflerine vardılar. Adam, güzel bir bahçesi olan büyükçe bir evin kapısını çalarken dostu yolun karşısında onu beklemekteydi. Kapıyı kır saçları dağınık birisi açtı ve adamı içeri buyur etti. Bir kaç dakikalık sohbetten sonra adam cebindeki kağıdı çıkartıp ev sahibine uzattı ve ondan az önce yazdıklarını okuyup yorumlamasını istedi. Ev sahibi yazıyı okumaya başladı. Önce kaşları çatıldı, sonra dudağı büküldü. Yazıyı okumayı bitirince adamın nazikçe evinden gitmesini istedi. Adam kapıdan çıkmadan önce ev sahibine doğru döndü ve biraz sinirle sordu:

"Fakat anlamıyorum Mösyö Voltaire, yazım hakkında bir yorum yapmadınız?"

Voltaire kafasını salladı.

"Yazdıklarınızdan bir b.k anlamadım ama özgürce yazabilmeniz için canımı bile veririm."

Kapı adamın suratına kapanınca adamın dostu yolun karşısından geldi ve Mösyö Voltaire'in ona ne dediğini sordu. Adam her ne kadar çok kızmış olsa da Mösyö Voltaire'e saygı duyuyordu. Hem onun böyle kaba şeyler söylemiş olduğunu belli etmemek hem de yazdığı şeyin gerçekten güzel olduğunu düşündüğünden az önce duyduğu cümleyi değiştirip söyledi.

"Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi özgürce ifade edebilmeniz için canımı bile veririm."

Adam farkında değildi ama az önce edebiyat dünyasında çığır açmıştı.

Not: Bu köşede yazılanlar ve yazılacaklar, gerçeklik ve uydurma arasında gidip gelmektedir.

49
Kurgu İskelesi / Sülfür
« : 10 Mayıs 2010, 22:56:36 »
"...Ve kapattı gözlerini yıldızlar,
Birer birer saklandılar.
Bulutlar gizledi Ay'ı.
Ve ağlamaya başladı gökyüzü,
Tanrı'nın en sevdiği,
Terketti ışığı."


New York sokakları hafif bir yağmurla ıslanıyordu. Sokaktakiler ise buna pek aldırmıyor gibiydi, korna sesleri ve bağırışlar halen mevcuttu. Ara sokaklara girildikçe bu sesler azalıyor, yağmurun ve yankılanan ayak seslerinin şiddeti artıyordu. Siyah paltolu kadın adımlarını hızlandırdı. Karanlıktan korkmuyordu ama bu bilinmezlik canını sıkmıştı. Ve bir de koku. Tanıdık ama bir türlü çıkartamadığı pis bir koku bu sokağı ele geçirmiş gibiydi. Evsiz birisinin kusmuğu olmalı diye düşündü kadın, koku midesini fazlasıyla bulandırırken. Neyse ki olaysız bir şekilde başka bir ana yola çıktı. Tam karşısında, tabelasındaki ışıkların yarısı sönmüş, kötü görünümlü bir bar duruyordu; "Illusions".

Catherine Whitfield, 24 yaşında, henüz işe yeni başlamış bir gazeteciydi. Bu yaşta aktif görevde olmasının tek bir sebebi vardı, o da babasıydı. Michael Whitfield, ünlü işadamının ricası kaliteli bir yerel gazetede iş bulmasına yardımcı olmuştu. Catherine bu durumdan hiç memnun değildi, güzelliğinin ya da babasının kendi kariyerinde bir etken olmasını istemiyordu. Bu yüzden bu işin peşine düşmüştü.

Catherine iki gün önce gazetede intihar eden bir genç kız hakkındaki haberi okuduğunda, bu olayın ona ne kadar tanıdık geldiğini farketmişti. Arşivleri araştıran azimli gazetecinin bulduğu şey ise ürperticiydi. Her ay, bir genç kız bir şekilde ölüyordu. Bunlar intihar, faili meçhul silahlı saldırı, suçlu bulunamayan trafik kazası gibi normal olaylar olduğu için kimsenin dikkatini çekmemişti. Aslında olayların birbirleriyle bir bağlantısı yok gibiydi, Catherine'i etkileyen şey bu değildi. Olayların vuku bulduğu yerleri haritada işaretlediğinde ve tüm olayların aynı çemberin içinde olduğunu farketmişti. Çemberin ortasında ise Catherine'in bu işin peşine düşme nedeni duruyordu; şehir mezarlığı...

Normalde böyle birşeyi polise bildirilmeliydi ama bundan birşey çıkarsa, böyle birşeyi ortaya çıkartan gazeteci olarak ünlü olacaktı, Michael Whitfield'ın kızı olarak değil.

Kadın paltosunu silkerek bardan içeri girdi ve etrafa bakındı. Bar hemen hemen bomboştu. Barın arkasında bulunan kilolu bir adam, pis bir bezle bardakları temizliyor, bilardo masasının etrafındaki üç garip giyinimli genç kendilerince gülüp eğleniyor ve cam kenarına oturmuş, uzun paltolu bir adam elinde sigarasıyla dışarıyı izliyordu.

"Buyrun?" dedi barmen soran gözlerle. "Nasıl yardımcı olabilirim?"

"Bira lütfen."

Catherine, adam birasını bardağa boşaltırken etrafı incelemeye devam etti.

"Buralarda yenisin galiba, seni ilk kez görüyorum."

Kadın birasından bir yudum aldı ve birayı zorla yuttu. Tadı garip bir şekilde ekşiydi ve bira sıcaktı.

"Eh, sayılır. Aslında bir kaç soru sormak için gelmiştim."

Barmen elindeki bezi kenara bırakıp ellerini barın tezgahının üstünde birleştirdi. Gergin gergin gülümsedi.

"Polis misin?"

Kadının kısa kahkahası ile barmenin suratında anlamsız bir ifade oluştu. Gergin gülümseme yavaşça sırıtmaya dönüştü.

"Hayır hayır. Sadece meraklı birisiyim diyelim."

Barmen kafasını salladı, rahatlamış gibiydi. Bardakları temizleme - ya da daha fazla kirletme- işine geri döndü.

"Ee, neymiş bakalım?"

Sorulacak soru zordu ama onu sormak çok daha zordu. Kadın bir süre bardağıyla oynadı ve yavaşça kafasını kaldırdı.

"Bu binanın iki sokak ötesinde şehir mezarlığı var. Duyduğuma göre bu civarda, bazı ga-"

Parçalanan bir cam sesi kadının sorusunu böldü. İrkilerek sesin geldiği yöne bakan Catherine, cam kenarında oturan adamın hızla masadan kalkıp dışarı doğru yöneldiğini gördü. Bu sırada masadan kül tablasını düşürmüş olmalıydı. Catherine barmene dönüp sorusunu tamamlayacaktı ki adamın halen aynı noktaya baktığını farketti. Otururken baktığı gibi, dışarı çıkarken de bakışları tek bir noktaya sabitlenmişti. Adam az önce kadının geldiği karanlık sokaktan gözlerini bir an olsun ayırmıyordu.

Catherine az önce de söylediği gibi fazlasıyla meraklı bir insandı. Bu yüzden yavaşça oturduğu tabureden kalktı ve kapıya doğru ilerledi. Bu sırada uzun paltolu adam karanlık sokağı ortasında öylece durmuş, etrafa bakınıyordu. Catherine adama olan ilgisini kaybetmek üzereydi ki, adamın arkasında bir hareket sezdi. Az önce bir şey adamın arkasından hızla geçmiş gibiydi.

Barmenin uyarılarına kulak asmadan yavaşça dışarı çıktı. Uzun paltolu adam ağzına bir sigara götürdü ve ceplerini karıştırmaya başladı. Kadın karanlık ara sokağın köşesindeki çöplerin arasından bir şey çıktığı gördü. Adam halen ceplerini karıştırıyordu. Çöplerin arasından çıkan şey bir köpeğe benziyordu, bu karanlıkta tam seçilmiyordu. Uzun paltolu adam yavaş yavaş, çekingen hareketlerle ona doğru ilerleyen şeyi görmemiş gibiydi. Hala ceplerini karıştırıyordu. Kadın ara caddeye biraz daha yaklaşıp olanları daha net görebilmek için bir adım atmıştı ki sokaktaki tüm lambalar birden söndü. Aynı anda adam cebinde aradığı şeyi buldu, bu bir çakmaktı. Tüm sokakta artık tek bir ışık vardı, o da adamın ağzındaki sigaraydı.

Kadının gözleri sonunda karanlığa alıştığında, "şey" in adama fazlaca yaklaşmış olduğunu gördü. Sigara ışığından anlaşıldığı üzere, adam öylece dikiliyordu. "Şey" adımlarını hızlandırmaya başladı, hareketlerine bakılırsa pek dost canlısı değildi.

"Dikkat et!"

Herşey bir anda olmuştu. Tiz çığlığı karanlık sokakta yankılanırken, hedefine kilitlenmiş olan "şey" yönünü değiştirip kadına doğru koşmaya başladı. Kadın korkudan ne yapacağını bilemedi. "Şey" gittikçe yaklaşıyordu, yaklaştıkça berbat bir koku kadına hücum etti.Az önce ara sokaktan geçerken duyduğu o berbat koku beynini işgal etti. Yaşadığı korku yüzünden ne kokuyu çözebilmişti, ne hareket edebiliyordu ne de yardım çağrısında bulunabiliyordu.

Saniyeler içinde "şey" kadının önündeydi. Kadın "şey" in onun üstüne doğru sıçradığını gördü ve gözlerini yumdu.

Gözlerini açtığında ışık geriye gelmişti, önünde dağılan bir kül bulutu vardı ve tam karşısında uzun paltolu adam o tarafa doğru bir silah doğrultmuş, öfkeli gözlerle bakıyordu. Duman silahın namlusundan mı yoksa adamın burnundan mı çıkıyordu belli değildi.

"Ne yaptığını sanıyorsun sen, gerizekalı!"

Adam öfkeyle yolun karşısına geçti ve kadını kollarından tutup sarstı. Kolunda hissettiği acı onu kendisine getirmiş ve korkusundan azad etmişti. Adamın, kolunu mengene gibi sıkan ellerinden sıyrıldı.

"Senin hayatını kurtardım, o şeyin geldiğini görmemiştin. O şey neydi sahiden?"

Adamın sert suratı birden gevşedi ve kahkaha atmaya başladı.

"Moron."

Yeni bir sigara yakıp oradan uzaklaşmaya başlayan adamın kahkahası, köşeyi dönüp başka bir sokağa geçene kadar devam etti. Catherine yağmurun altında öylece durdu. Kafasında binlerce düşünce uçuşuyor ve birbirlerine dolanıyorlardı. Düşünceleri bir düğüm haline gelip de başı zonklamaya başladığıda kadın bara geri döndü ve hesabı ödedi.

"O adam kimdi?"

Barmen gülmeye başladı.

"Buralarda gerçekten yenisin demek." Kafasını salladı ve bardakları silmeyi bıraktı. "Constantine... John Constantine."

Kadın, kendisine fazlasıyla yabancı gelen ismi kafasının bir kenarına kazıdı ve bardan dışarı çıktı. Yağmur iyice yavaşlamıştı, gökyüzündeki bulutlar yavaş yavaş dağılıyor ve arkalarındaki aya ışığını saçması için yol açıyorlardı.

Catherine bir taksi tutup evine giderken az önce duyduğu kokunun ne olduğunu hatırladı. Lise yıllarından beri duymamıştı ama sülfür kokusu öylesine berbattı ki, unutmak imkansızdı.

50
Düşler Limanı / Cennet
« : 01 Nisan 2010, 23:47:18 »
Haftalardır öfkeyle esen rüzgar sonunda dinmişti. Soğuk, şehri rahat bırakmış, bulutlar gökyüzünden ellerini çekmişlerdi. Gece, olanları biliyormuşcasına dingindi. Evin girişindeki merdivenlerde oturan adam acıyla gülümsedi. Yıldızlar göz kırpadursun, adam 3. sigarasını yakıyordu. Çok geçmeden arkasında bir hareket sezdi.

Saçları beline kadar uzanan, sarışın kız çekingen bir tavırla adama yaklaştı ve yanına oturdu. Kafasındaki tokayla oynayan kız ve ritmik hareketlerle sigara içen adam öylece oturdular.

"Sence cennet var mı?"

Adam sigarasından büyükçe bir nefes aldı ve ciğerlerini zehirle doldurdu. Yine de bu durum, gelen soru kadar acıtmamıştı. Yavaşça kafasını çevirip kızın engin bir gökyüzüne benzeyen mavi gözlerine baktı. 7 yaşında olmasına rağmen kızın gözlerinde bir sonsuzluk vardı. O yaştan beklenmeyecek korkunç bir sonsuzluk, yine de garip bir huzur, gözlerinden taşıyordu adeta.

Adam kafasını salladı ve gökyüzüne baktı.

"Yıldızları görüyor musun?"

Kızın yıldızları izlemesine izin verdi ve sigarasından bir nefes daha çekti.

"İşte onlar cennetten sızan ışıklar."

Başka ne diyebilirdi ki? Sorunun cevabını kendisi de bilmiyordu. Bu konuda bir umudu da yoktu. Ama küçük kızın içindeki ateşi söndürmek istemiyordu, bu büyük bir cinayet olurdu. Adamın istediği son şey, kızın kendisine benzemesi olurdu.

İçi boş siyah gözlerini tekrar kıza çevirdi. Kız, adamın cevabına hiç bir tepki vermemişti. Sessizce, kıpırdamadan yıldızlara bakıyordu. Yeterince bakarsa minik ışıkların ardındaki cenneti görebilecekmiş gibi, öylece bakıyordu.

"Ben içeri, annenin yanına gideyim. Yalnız bırakmak olmaz."

Adam oturduğu yerden kalkarken kız halen gökyüzüne bakıyordu. Adam sigarasını bitirmek için duraksamışken, kız sonunda gözlerini adama çevirdi.

"Amca? Bence cennet var ve dedem şu anda orda."

Adam sigaradan son nefesini çekti ve kendi kendine fısıldadı.

"Eğer varsa."

Sigarayı yere attı ve içeri girdi. Kız tekrar gözlerini yıldızlara dikti, bu sefer mavi gözler ışıl ışıldı. Sigara izmariti, fırlatıldığı yerde bir süre daha kıvrandı.

Çok geçmeden, o da söndü.

51
Müzik / Sigur Rós
« : 22 Ocak 2010, 12:54:32 »
1994'te kurulan, İzlandalı Post-Rock grubu.



Jón Þór (Jónsi) Birgisson, Georg Hólm ve Ágúst Ævar Gunnarsson tarafından Reykjavik'de kurulan grubun ismi Jónsi'nin grubun kurulduğu günde doğan kız kardeşi Sigurrós'tan gelmektedir.

1997'de, Von'u (Umut), 1998'de de albümdeki parçaların remixlerini barındıran Von brigði(Umut Değişimi) çıkardılar.1999'da Kjartan Sveinsson gruba katıldı ve Ágætis byrjun (Fena Olmayan Bir Başlangıç) albümünü çıkardılar. Bu albümle uluslararası tanınmaya başladılar. Radiohead gibi ünlü gruplarla çalmaya başladılar. Ayrıca birçok dizi ve filmde müzikleri kullanılmaya başladı. Çoğu Sigur Rós hayranının favori albümleri olan Ágætis byrjun albümünden Svefn-g-englar özellikle çok sevilmekte.

Davulcu Ágúst, Ágætis byrjun'un kayıtları bittikten sonra grubu terk etti ve onun yerini Orri Páll Dýrason aldı. 2002'de, oldukça ilgi gören albümleri ( ) yayımlandı. Albüm ilk çıktığında, şarkıların hepsi isimsizdi; ancak daha sonra isimleri, grubun internet sitesinde yayınlandı. Albümdeki tüm şarkılar, volenska (bazen Hopelandic olarak da anılmakta) adı verilen İzlandaca'ya benzeyen seslerden oluşan anlamsız vokalizasyonların varolduğu bir dilde söylenmiştir. Bunun bir yapılma amacının da dinleyicinin, dinlediklerinden kendi anlamlarını çıkarıp, albüm kitapçığındaki boş sayfalara yazması olduğu söylenmiştir. Böylece albümün hem isimleri hem de sözleri dinleyicilere bırakılmış oluyor. Bu albüm Sigur Rós'un en sevdiğim albümüdür.

2005'te piyasaya çıkan son albümleri, Takk... (Teşekkürler...), ikinci albümlerindeki tarzlarını, daha rock-vari ve planlanmış bir müziğe dönüştürdü.

Grubun 7. resmi olarak yayınlanan stüdyo albümü Meğ suğ í eyrum viğ spilum endalaust (Kulağımızdaki Bir Mırıltıyla Durmadan Çalıyoruz) 23 Haziran 2008 tarihinde piyasaya çıktı.Her zamanki gibi Icelandic ve Hopelandic dilleri ile birbirinden güzel şarkı sözlerinin yazıldığı albümde Sigur Rós tarihinde bir ilk olarak bir adette ingilizce şarkı(Allright) bulunmaktadır.

Diskografi

Von, 1997
Von brigði, 1998
Ágætis byrjun, 1999
( ), 2002
Takk..., 2005
Hvarf-Heim, 2007
Með suð í eyrum við spilum endalaust,2008


Grubun bu farklı havası ilgi çekmiş olacak ki birçok yerde kullanıldı. Bunlara örnek vermek gerekirsek; Vanilla Sky, 24 , CSI: Miami, The Life Aquatic with Steve Zissou, The Girl in the Café, Mysterious Skin, Skins, V, Planet Earth, Ben X ...

Şahsi kanaatim 1999 ve 2002 yıllarında çıkan albümleri gerçekten çok güzel. Post-Rock yapıyor olsalar da tam olarak Post-Rock denemez, o yüzden Post-Rock dinlemek istiyorum diyenlere ilk önereceğim gruplardan değildir. Ama farklı, melodik birşeyler dinlemek isteyenler hiç durmasınlar.


52
Düşler Limanı / Buğu
« : 21 Ocak 2010, 02:44:37 »
"4,53 saniye.

Bir insanın yeni tanıştığı birisi hakkında kafasında bir fikir oluşması için gereken süre; 4,53 saniye. Bir insanı tanımak için yıllar bile yetersizken, böyle komik bir zaman diliminde karşındaki hakkında bir karar veriyor olmak gerçekten ironik. Ama durum böyle."

Yazdığı şeyi okudu ve beğenmedi. Çarpıya basıp kurtulmak istedi ama son anda çıkan "Kaydetmek ister misiniz?" sorusu aklını bulandırdı. Hiç bir zaman yerinde ve doğru kararlar veremiyordu, yine kararsız kalmıştı. Müzik dosyalarını karıştırıp bir müzik açtı ve günün her saati içi dolu olan çaydanlıktan bir bardak çay koydu kendisine.

Buğulu sesli bir adam şarkısını söyleyedursun, buğulu gözlü bir adam ekrana bakıyordu öylece. "Kaydetmek ister misiniz?" çok da zor bir soru değildi hani. Bardağı boşaldığında, buğulu sesli adam 3. şarkısına geçmişti. Bilgisayar karşısındaki adam ise sonunda karar verebilmişti; "Hayır".

Farenin sol tuşuna tıkladığı anda içinde bir his oluştu, tanıdık bir his. Pişmanlık.

Midesinde oluşan kütleyle bilgisayar başından kalkıp koltuğa uzandı ve tavanı izlemeye başladı. Az önce yazdığı şeyi düşünüyordu. Bugüne dek bir çok kız arkadaşı olmuştu, hepsiyle arası çok iyiydi. Problem de buydu işte, kızların en yakın arkadaşıydı o.

4,53 saniye... Karar verildi, arkadaş.

Dış görünüşünü suçlamaya başladı. Öyle ahım şahım bir görüntüsü yoktu, içi her ne kadar dolu da olsa, dışının bir kütükten farkı yoktu. İçindekileri ortaya çıkartana dek, 4,53 saniye çoktan geçiyordu tabi. O yüzden kızlar için yakın arkadaş, erkekler için zararsız dost oluyordu.

Midesindeki kütle ağırlaştı. Pişmanlık gidmiş yerine iğrenme gelmişti.

İnsanların arasındaki ilişkilerin, insanların düşüncelerinin ve bu hayatın ne kadar abzürd olduğunu düşünüyordu bir bardak daha çay almak için ayağa kalkarken. Hepsi de bencildi, hepsi de iki yüzlüydü. Çaydanlığa doğru giderken sağındaki pencereden kendi yansımasını görene dek burnundan soluyordu. Camda kaşları çatık, saçı başı dağılmış genci görünce yumuşadı.

Midesindeki kütlenin dikenleri çıkmış olmalıydı. Çünkü karnına feci bir acı saplanmıştı, farkındalığın o bağırtan acısı.

O da insandı. Sırf sınav zamanı ders notlarını versin diye çay ısmarlayan, suratlarına gülüp arkalarından laflar sokan, pisliğin tekiydi işte.

Farkındalık midesinden yukarı doğru tırmandı ve boğazını sıkmaya başladı. Buğulu ses şarkısını sonlandırıp bir sonrakı şarkıya geçerken, genç kafasını salladı. Yine düşüncelerinde kayboluyordu, beyni yine onu tehlikeli sulara sürüklemişti. Nefes alabilmek için pencereyi açtı ve dışarıyı izledi. Gece şehirden yavaş yavaş çekiliyor, güneş kontrolü ele almaya başlıyordu.

0,7 saniye. Bir insanın aptalca birşey yapmaya karar vermesi için geçen süre.

Buğulu ses şarkısını bitirirken genç pencereden atladı.

...

Ve ölmedi.

53
Kurgu İskelesi / Anka Günlükleri (1. Bölüm eklendi!)
« : 03 Ocak 2010, 22:31:11 »
Giriş: "Son"

Neden yazmaya devam ettiğimi bilmiyorum. İlk zamanlarda kafamda oluşan, bu satırların başkasına ulaşacağı fikrinin yerinde umutsuzluğun acı düşünceleri var. Bu pis kokulu umutsuzluk denizi, beynimin tüm kıvrımlarını ele geçirmiş de olsa yazmaya devam ediyorum. Evet, bu iki işe yarıyor. Birincisi, zamanın neresinde olduğumu asla kaybetmeyeceğim. Zamanı da kaybedersem, elimde ne kalır ki? İkinci neden ise...

Adam kalemi sayfaları sararmış defterin üzerine yavaşça bıraktı ve yanıbaşında yanmakta olan mumu izledi. Düşünceli olduğunda refleks olarak yaptığı hareketi yaptı; sakalını sıvazladı. Yaptığı şeyin farkına vardığında içinde garip bir mutluluk oluşmuştu. Ben henüz kaybolmadım. diye düşündü. Henüz değil.

Sadık dostunu yattığı rahat yatağından kaldırdı ve elinde çevirmeye başladı. Kalem hızlı hızlı dönerken adam mumu seyretmeye devam ediyordu.

İkinci neden ise... Sen konuşabildiğim tek varlıksın. Sen bittiğinde ya da şu sürüngen hayatı yaşadığım günlerde hep yanımda olan kalemim bittiğinde... Bilmiyorum.

Adam kalemini defterin üzerine bıraktı ve gerindi. 4 saatlik uyku ona yetiyordu, bu koşullarda en uygunu da buydu. Metabolizmayı minimuma ayarlamak onu bugünlere getirmişti. Uykusu yoktu, yazısını da tamamlamıştı. Kafasını pencereden dışarıya çevirdi ve güneşin mesaisine başladığını gördü. Herşeye rağmen, tüm bu olanlara rağmen güneşin vazgeçmediğini gördü adam ve bir an için, kelimenin tam anlamıyla aydınlandı. Işık suratına vurmaya başlayınca mumu söndürdü ve defterine bir satır daha ekledi.

Güneş... Her şeye rağmen devam ediyor. Ben de...
22 Haziran 2052 - Gün Doğarken - 782. Gün


Kalemi dinlenme yeri olan defterin arasına yatıran adam defteri kapatıp kırık çalışma masasının çekmecesini açtı ve defteri yavaşça çekmeceye koydu. Çocuklarını yataklarına yatıran birisi gibi, defteri özenle çekmeceye yerleştirmişti. Bu benzetme biraz doğruydu da, adamın onlardan başka kimsesi yoktu.

2 hafta önce şehrin bir ucunda, çöp bidonlarının yanında bulduğu aynanın karşısına geçti. Aynanın kenarları kırılmıştı, bu yüzden çok biçimsiz duruyordu. Ama sağlamdı, biraz pisti belki, o kadar. Ya da değildi. Aynada görünen kişi mi yoksa ayna mı pisti, bunu ayırt etmek zordu. Adam ellerini yağlı saçlarının arasında gezdirdi ve aynaya yaklaştı. Aynanın ardında ona dikkatla bakan kişi, yaklaşık 1 hafta sonra 38. yaşını kutlayacak olan Alexander'dı. Ama görüntüsü 45'ine merdiven dayamış birisinin görüntüsüydü. Kot ceketini silkti ve omuzlarını dikleştirdi. Hayır, duruş değildi onu  yaşlı yapan. Gözleri herşeyi ele veriyordu. Gözlerindeki ışık çoktan kaybolmuştu, diğer bütün ışıklar gibi.

Yine şehrin başka bir köşesinden bulduğu, eski metal bir dolabı açtı ve içinden konserve yiyecek çıkardı. Stokları azalıyordu, bugün dolabı doldursa iyi olacaktı.

Alexander günlerdir yediği şeyi sanki ilk defa yiyormuş gibi iştahla yedi ve boş konserve kutusunu camdan aşağı fırlattı. Eskiden evin bir köşesine koyuyordu bu boş kutuları ama sonradan kokunun dayanılmaz olduğunu anladı ve bu alışkanlığı edindi. Çöpler dışarı! Aynadaki hali aklına gelince acı acı güldü, "Kendimi de atsam ya.".

Adam dışarı çıkmak için son hazırlıklarını yaptı ve üzerini kontrol etti. Geriye birşey kalmıştı, o da kapının yanında duruyordu. Önceki ev sahibinin evden çıkarken anahtarını aldığı yerde şimdi bir tüfek vardı ve Alexander evden çıkarken Winchester marka tüfeğini aldı, artık hazırdı. Tüfeğe ihtiyaç olacağını düşünmüyordu aslında, sonuçta bugüne dek 3 kere kullanmıştı ama korku... Bizi yorganın altına mıhlayan da korku değil miydi?

Güneş iyice yükselmişti. Ortada yağmur bulutları gözükmüyordu. Dışarı çıkmak için hava çok uygundu. Alexander dış kapıyı yavaşça açtı ve ışık bir an için gözlerini yaktı. Göz kapakları mesajı aldı ve hızla kapanıp açılmaya başladılar. Çok geçmeden şehir tüm netliğiyle Alexander'ın karşısındaydı.

Nükleer fırtına tarafından yıkılan dünyadaki tüm büyük şehirler gibi bu şehir de kalıntılardan oluşuyordu ve küller altındaydı. 782 gündür bu küllerden hiç birşey doğmamıştı. 782 gündür dünyada, yıkımdan sağ kalabilen insanlar - varsa tabi - yaşam mücadelesi veriyorlardı. Ve 782 gündür şehre her baktığında Alexander'ın gözleri doluyordu.

Devam edecek...

1. Bölüm

54
Düşler Limanı / Bozuk
« : 03 Ocak 2010, 20:40:22 »


Geri çekilip eserine baktı. Evinin - tuvaleti saymazsak toplamda bir odası olduğu düşünülürse, odasının da denebilir - bir duvarına yazmıştı bu koca harfi. Peki bu neydi? Gülümsedi, evet bu "N" idi. Neden yazmıştı? Evet, "N" den yazmıştı. N; hayatın en büyük sorunsalıydı.

Ne? Evet, bu hayatta neydi tam olarak? Resmi olarak ülkenin en başarılı kliniğinde bir asistandı. Ailesi için biricik oğullarıydı. Komşusu için sessiz, ilkokul öğretmeni için başarılı, ortaokul öğretmeni için haylaz, lise öğretmeni için sorunlu, üniversitedekiler için "herhangi birisi" ve şimdi, emrinde çalıştığı doktor için bir nevi "ego tatmin aracı" idir. Bu sıfatların hepsiydi ama bu kelimeler onun için hiçbirşey ifade etmiyordu. Kendisi için, o neydi? Cevap, elbette yoktu.

Nerede? Neredeydi? Küçük bir şehirde büyüdü, çocukluğu o şehir gibi, artık fazlasıyla uzaktı. Şimdi, büyük şehrin büyük dalgalarına kapılmış ilerliyordu. Bu büyük enerji, birilerini ileriye götürmek için bir destek olmalıydı ama tam tersine, daha da geriye çekiyordu. Belki de bu büyük enerji böyle oluşmuştu, şehre ve hayata yenik düşenlerin enerjisini de bünyesine katıyordu.

Ne zaman? Bilmiyordu. Tam olarak ne zaman böyle düşünmeye başlamıştı, emin değildi. Belki de ilk defa "düşünmeye başladığında" bu iç huzursuzluk başlamıştı. Sorun içte ise tabi. Başka nerde olacaktı? Milyonlarca insan mıydı sorun yoksa kendisi mi? O da başka bir soru, düşünelecek başka bir konu ve kafa yorulacak başka bir mevzuydu ya, neyse.

Nasıl? Nasıl bu hale gelmişti? Aklına annesinin "şükür et" tavsiyeleri geldi. "Her zaman için kendinden kötü haldekileri düşün, buna da şükür." Sesi kulaklarında çınlıyordu rahmetlinin. Yaşıyor olsaydı şöyle derdi heralde, "Halinde birşey yok, şükret oğlum. Bak ne güzel doktorsun. İnsanlara yardım ediyorsun, insanlar seni seviyor, sayıyor. Ne güzel!" . Ya, ne güzel.

Niçin? Soruların en büyüğü, niçin. Tüm bu olanların amacı nedir? Niçin burdaydı, niçin doktorluğu seçmişti, niçin yaşlılardan çok gençler bir bir can veriyordu, niçin hayat fazlasıyla absürttü ve niçin, bu oyun ona fazla sıkıcı gelmeye başlamıştı. Sınav süresi bitmeden kalemi kenara bırakan bir öğrenci misali başını avuçlarının arasına aldı ve öylece dakikalarca durdu.

Birazdan duvara başka bir harf yazarken o eller ve alnı boya olacaktı ama pek de mühim değildi bu. Yine geri çekilip duvarı izlemeye başladı.



ON. On senedir tıp dünyasındaydı. On yaşında dedesinin ölümüyle hayatın çizgi filmlerdeki gibi olmadığını anlamıştı. On sevgilisi olmuştu bu güne dek, ilkokulda kekini paylaştığı ve ortaokulda utancından kıpkırmızı olmuş bir şekilde elini tuttuğu kızları da sayarsak, on sevgilisi olmuştu. Sevgi kaçında vardı, o tartışılırdı tabi.

Eline fırçayı alırken yine düşünceler içindeydi. Sessizlik, sakinlik, sonsuzluğa doğru bir yolculuk. Konuşabileceği, anlaşabileceği insanlar, sorulara cevaplar, neşeli çocuklar, farklı renkler, farklı sesler... Sakin ve sessiz bir sahil. Sahil, evet. Sahilde uzanıp yıldızları izlemeyeli ne kadar olmuştu, fonda dalga sesleriyle.

İşi bitmişti, heryeri boya olmuştu ama değmişti. Aslında, çok da mühim değildi ya. İşi bitmişti artık. Daralmış ruhu bir çıkış bulmuştu, beynini kemiren tüm soruların ortak paydada bir cevabı vardı. Sorunlu ve bozuk, yorgun ve tükenmiş ruh boya fırçasını yere attı ve tuvalete gitti. İşi bitmişti.



55
Oyunlar / Fallout
« : 31 Aralık 2009, 12:05:02 »


Savaş... Savaş asla değişmez.
Romalılar köle ve zenginlik için savaştı. İspanya toprak ve altın açlığıyla bir imparatorluk kurdu. Hitler Almanya'yı ekonomik bir süper güç haline getirdi. Ama savaş asla değişmedi.
21. yüzyılda, savaş yine birşeyler elde etmek adına çıkmıştı. Ancak bu sefer, elde edilmeye çalışılanlar aynı zamanda birer silahtılar. Petrol ve uranyum. Bu kaynaklar için; Çin Alaska'yı işgal edecek, ABD Kanada'yı ilhak edecek ve Avrupa Birliği ekonomik sıkıntılar içinde dağılacak ve dünya üzerinde az kalan bu kaynakları elde etmek için birbirleriyle yarışan küçük eyalet-ülkelere dönüşecekti.
2077'de, dünya savaşı fırtınası bir kere daha dünyayı vurdu. 2 saat içinde, gezegenin hemen hemen heryeri küller içindeydi. Ve bu nükleer yıkımın küllerinden, yeni bir uygarlık yükselmeye çalışıyordu. Pek azı yeraltındaki güvenilir kasalara ulaşabildiler. Senin ailen de 13. Kasa'ya giden bir grubun içindeydi.Böylece Kasa'nın büyük kapısının ardında güvende ve hapis bir şekilde, bir dağın altında, koca bir nesil yaşadı.
Kasa'daki yaşam, değişmek üzereydi.


Black Isle tarafından yapılan, Interplay tarafından yayımlanan bu efsanenin çıkış tarihi 1997. Öylesine eski bir oyunun halen verdiği zevk ise, paha biçilmez. Oyunun türü tam olarak şudur; Kıyamet sonrası ( Post Apocalyptic) Dünya RPG'si.

Girişte de anlatıldığı gibi, dünya müthiş bir savaştan sonra karanlık bir çağa girmiştir. Ancak dünya bu savaşa tamamen hazırlıksız değildir. ABD, savaşın yaklaştığını anlayınca Vault-Tec isimli firmayla anlaşıp Vault(Kasa) isimli büyük sığınaklar yaptırır. Ancak savaşın başında beklenmedik birşey olur ve bu Kasa'lar arası bağlantı kopar.Buna karşın bazı sığınaklar planları doğrultusunda yıllar sonra açılır. Bir taneside deneyin bir parçası olarak asla kapanmaz.

Fallout Bible'ları (Fallout İncilleri) sayesinde Amerika'da toplam 122 Vault olduğu bilinmekte. Buna rağmen 2077'de 400 milyon insanı bulunan Amerika'daki 122 Vault toplamda sadece 400.000 insan kapasitelidir. Vault'ların hepsi kendine özel bir kod numarasına sahip olup hepsinin kendi üniforması ve farklı ekipmanları vardır. Vault Experiment (Vault Deneyleri) planına göre Vault 0 diğer tüm Vault'ların kontrolünü elinde tutar, ama en önemlisi Vault'ların kontrolünün kısmen Amerika'nın gölge hükümeti olan Enclave'in elinde olmasıdır.

Oyun Güney Kaliforniya bölgesindeki yeraltı sığınaklarından biri olan Vault 13'te başlamaktadır. Vault 13'de Water Chip adı (Su Çipi) verilen ve Vault'un su ihtiyacını gidermesini sağlayan parça bozulunca, yer yüzüne yedek parça bulmak için seçilen kişi(siz) gönderilir.

Karakter Yaratımı



İsim, Yaş ve Cinsiyet oyunun gidişatını etkilemeyen şeylerden. ( Yaşınızı çok küçük ya da çok büyük yaptığınızda ya da farklı bir cinsiyette küçük değişiklikler olabiliyor ama asıl gidişatı değiştirmiyor. )

Gelelim S.P.E.C.I.A.L 'a. Yani Strenght, Perception, Endurance, Charisma, Intelligence, Agilty ve Luck.
Strenght(Güç); Ne kadar güçlü olduğunuzu belirler. Yakın dövüşü ve taşıma kapasitenizi etkiler.
Perception(Algı); Etrafınıza ne kadar hakim olduğunuzu belirler. Bir nevi hislerinizdir.
Endurance(Dayanıklılık); Canınızı belirlemekle kalmaz, zehirlere ve radyasyona karşı dayanıklılığınızı da gösterir.
Charisma(Karizma); Sosyal özellikleri etkiler.
Intelligence(Zeka); Yetenekleri öğrenmenizi ve öğrenme hızınızı etkiler.
Agilty(Çeviklik); Bir turda ne kadar hareket edebileceğinizi ve defansınızı belirler.
Luck(Şans); Genel olarak, herşeyi etkiler diyebiliriz.

Yeteneklerimizi ve özelliklerimizi oynayacağımız karaktere göre belirliyoruz. Oynayacağımız karakter derken şunu hatırlatmak isterim ki, oyunda binlerce karakterden birisi olabiliyoruz. Porno yıldızından bir sniper'a, Azılı bir hırsız'dan dövüş sanatları uzmanına kadar istediğiniz role bürünebilir ve buna göre özelliklerinizi ayarlayabilirsiniz.

Oynanış



Turn-based bir oyun olduğu için oyunculara yabancı gelmeyen bir havası var. Düşmanlarımız radyasyondan etkilenmiş büyük akrep ya da karıncalar, mutantlar, yağmacılar vb. gibi o dönemin yaratıkları. Ejderha falan beklemeyin yani.Oyunun başka bir ilginç yanı da şu, 150 günlük bir süremiz var. Süre kısıtlaması ilk başta can sıkıcı gibi görünebilir ama düşünün bir kere, su sıkıntısı çeken bir Kasa'dan bahsediyoruz. Yıllarca dayanabilecek olsalar, bizi niye göndersinler?

Oyunun eğlenceli olan başka bir kısmı ise göndermeleri. Oyunda ilerlerken çeşitli düşmanlarla-kişilerle karşılaşabiliyoruz ki bunlar arasında neler neler yok ki? Siz ortama gelince ortadan kaybolan TARDIS (Dr. Who) , yere çakılmış bir UFO'nun içinden çıkan Elvis fotoğrafı, Star Wars göndermeleri, Star Trek göndermeleri vb. bir sürü eğlenceli şey var.

Sonuç olarak yazıyı bir alıntıyla bitiriyorum;
"a classic rpg*
*minus the faeries, spells, and other crap."

56
Düşler Limanı / Son
« : 31 Aralık 2009, 01:17:06 »
Saat gecenin 3'üydü. Hastanede nöbet tutan hemşireler ve doktorlar dışında bir hareket yoktu. Odalara ise uyku egemendi; hastalar ve refakatçileri mışıl mışıl uyuyor, bir odadan gelen horlama sesi ve onun iki yan odasındaki trafik kazası geçirmiş gencin acıyla hafif hafif inlemeleri dışında hastane tamamen sessizdi. Uyku hemen hemen bütün odalara sahipti. Biri hariç.

Adam bir sıkıntıyla uyanmış, elini refleks olarak göğsüne atmıştı. Eski bir araba gibi, şu son 5 senede bir sürü arızası çıkmıştı ve bu 5 sene içinde hastaneye gelmek onun için normal birşey olmuştu. En son arızası kalbinde çıkmıştı ve bu , dile getirmeye korksa da, hurdalığa kaldırılma vaktinin yakın olduğunun göstergesiydi. Adam eliyle göğsünün ortasından geçen ameliyat yarasını hafifçe kaşıdı ve yatağında doğruldu. Yatağın tam karşısında bulunan televizyonun ışığı - ekranda bir adam yeni doğmuş bebeğini seviyor, çocuğu annesine gösteriyordu - ve hayati göstergelerin bulunduğu aygıtın ekranının mavi ışığı dışında, oda karanlıktı. Miyop gözler, karanlıkla beraber artık hiç bir işe yaramaz hale gelmişlerdi. Adam refakatçi koltuğuna kıvrılmış mışıl mışıl uyuyan oğlunu zor seçiyordu.

Elini yavaşça göğsünden çeken hasta, onu uyandıranın ne bir ağrı ne de bir kaşıntı olduğunu farketti. Adam üşüyerek uyanmıştı. Bu pek şaşılacak birşey değildi, yaşadığı şehrin hastanelerinin kalitesi ortadaydı. Muhtemelen kaloriferler arızalanmıştı, yine.

Yeniden uykuya dalamayacağını anlayan adam gözlüğünü taktı ve televizyonu izlemeye başladı. Ekranda babasıyla top oynayan bir çocuk vardı, muhtemelen az önce doğumu gözüken çocuktu bu. Çocuk topu babasına doğru beceriksizce fırlatıyor, babası da topu bilerek tutamıyordu. Film fazlasıyla tanıdık gelmişti. Günlerdir hastanede kaldığından zamanının çoğunu televizyon olarak geçiriyordu, filmin tanıdık gelmesi normaldi.

Sağ tarafından duyduğu bir tıkırtı adamı düşüncelerinden sıyırdı ve irkilmesine sebep oldu.

"Sizi korkutmadım umarım, uyumadığınızı görünce düşündüm ki..."

Gelen genç bir doktordu.Muhtemelen yeniydi, adam bu genç doktoru ilk defa görüyordu.

"Buyrun Doktor Bey, uyku tutmadı evet." dedi adam keyifsizce. Muhtemelen geveze bir doktora çatmıştı, tüm nöbeti boyunca muhabbet edecek ve adamı uyutmayacaktı.

"Televizyonda güzel bişey var mı bari?"

Adam kafasını tekrar televizyona çevirdi. Bu sefer ekranda bir genç adam vardı, kız arkadaşıyla lüks bir lokantadaydı. Gencin elindeki hediye kutusu ve gözlerindeki heyecana bakılırsa birazdan evlenme teklifi edecekti ki öyle de oldu. Tanıdık bir sahne daha.

"Bu filmi daha önce izlemiştim." dedi adam. Bu kendi kendine bir soru gibi çıkmıştı ağzından.

"Ağrınız var mı?" diye konuyu değiştirdi genç doktor, bir yandan da adamın dosyasını inceliyordu.

Adam elini tekrar göğsüne götürdü. "Hayır." dedi kısaca ve ekledi "Çok garip."

Genç doktor başını dosyadan kaldırdı ve adama sorarcasına baktı. Dile gelmemiş soruya cevap gecikmedi.

"Çok garip, hiçbirşey hissetmiyorum. Geçen sefer haftalarca göğsüm ağrımıştı ve kaşıntı... geçmek bilmemişti."

Genç doktor gülümsedi, "Doktorunuza boşuna ülkenin en iyi kardiyovasküler cerrahı demiyorlar. İyi bir iş çıkartmış olmalı."

Adam pek ikna olmamıştı ama başını sallamakla yetindi. Bu arada ekranda az önce evlenme teklifi eden adam bebeğinin karşısında şebeklik yapıyor, eşi de çocuğa mama yedirmeye çalışıyordu.

"Pişman mısınız?"

Geveze genç doktordan beklenmeyen ciddiyette bir soruydu bu. Adam da şaşırmış olacaktı ki, bir kaşı havaya kalkmıştı.

"Yani genelde hastalar böyle büyük ameliyatlardan önce ölümü ve yaşadıkları hayatı düşünürler. Siz, ameliyata girmeden önce bunu düşündünüz mü? Geçmişinizde bir pişmanlığınız var mı?"

Adam suratını buruşturdu, birşeyi hatırlamaya çalışıyor gibiydi.

"Evet...Evet düşündüm sanırım. Ve hayır, hiç bir pişmanlığım yok. İyi bir çocukluk geçirdim, başarılı bir öğrenciydim. Hayatımın aşkını buldum ve o ölene dek onunla yaşadım. Oğlum, başarılı ve mutlu. Hayır, bir pişmanlığım yok."

Genç doktor gülümsedi. "Böylesi daha iyi, pek zor olmayacak." diye mırıldanmıştı ve adama anlamsız gelen bu cümle, adamın ekranda gördüğü bir sahneyle unutuldu. Bebeğinin karşısında şebeklik yapan adam, elinde diploma tutan bir gence - ki bu oğluydu sanırım - gururla sarılıyor, bir taraftan da usul usul ağlıyordu. Adamın karısı ise oğlunun koluna girmişti ve sevinci yüzünden okunuyordu. İşte bu sahne fazlasıyla tanıdıktı, filmi kesinlikle bir yerden hatırlıyordu. Adam filmin sonunu düşünmeye çalıştı, bu film nasıl bitiyordu?

"Oğlunuzla aranız nasıl?" diye sordu genç doktor ve böylece adam düşüncelerinden sıyrıldı. Gözlerini ekrandan, solundaki koltuğa çevirdi, kanepede mışıl mışıl uyuyan oğluna.

"Son zamanlarda çok iyi. Sanırım ikimiz de birbirimizi doya doya sevmek için yeterli zamanımızın kalmadığını anladık." Adamın sesi pek acıklı çıkmıştı. Genç doktor farketmemişti ama adamın gözleri dolmuştu. Ekranda bir düğün sahnesi vardı, mezun olan genç evleniyordu ve babası yine gururla yanı başındaydı. Ve yine, usul usul ağlıyordu. Ekranın karşısında usul usul ağlamakta olan adam gözünü silmekle meşguldü, bu yüzden bu sahneyi kaçırdı.

Genç doktor adamın kendisini toparlanmasına izin verdi, bu sırada adamın dosyasını yatağın başucundaki dosyalığa bırakmış ve adamın yanına gelmişti.

"Biraz dinlenin şimdi. Uyandığınızda herşey daha güzel olacak."

Adam buna inanmıyordu ama yine de genç doktorun sözleri birden uykusunu getirdi. Soğuk şiddetini arttırmıştı, göğsünde de bir ağırlık vardı. Buna rağmen göz kapakları kapanmakta ısrar ediyordu ve adam kendisini uykuya teslim etti. Tam bu sırada ekranda filmin son sahnesi gözüktü; yaşlı bir adam, bir hastane odasında uyuyordu ve önceki sahnede evlenen adam, oğlu, yanıbaşındaki koltuğa kıvrılmıştı.

Ekranda "Son" yazısı gözükürken genç doktor elini adamın alnına koydu ve gözlerini kapattı.Sonra... Sonra herşey çok hızlı gelişti. Bir saniyeden daha kısa bir süre içinde genç doktor ortadan kaybolmuştu, hayati göstergeleri gösteren aygıt alarm veriyordu. Bu alarmla beraber gergin bir yaydan fırlayan ok gibi, adamın oğlu ayağa kalktı ve yardım çağırdı. Çok geçmeden alarm veren aygıt sustu. Bir iki saat içinde hastane o eski sessizliğine kavuşmuştu. Trafik kazası geçiren gencin iniltileri ve horlayan adama artık bir ağlama sesi eşlik ediyordu.

L.M.
_______________________________________________________________________________________________

"Biraz" uzun olmuş olabilir, sonuna kadar sabredip okuyanlara şimdiden teşekkürler.

57
Oyunlar / Baldur's Gate
« : 31 Aralık 2009, 00:02:56 »
Crpg severlerin en sevdiği oyunlardan biri olan Baldur's Gate; hikayesi, oynanışı, görüntüleri, diyalogları, npc'leri ve onlarla etkileşimleri bakımından çığır aşmış, kalbimizden - ve bilgisayarlardan - asla silinmemiştir, muazzamdır.

Fallout 3'ü serinin ilk oyunlarından daha çok seven, serinin ilk oyunlarını sıkıcı bulanlar bu konuyu okumayabilirler, oyunu oynamalarına gerek yok. Çünkü günümüz oyunseverlerine göre eksileri; grafiklerin basitliği, aksiyon eksikliği ve eski kuralları (2nd Edition) olabilir. Ancak yazının girişinde de bahsettiğim gibi, hikayesi, diyalogları ve karakterleriyle verdiği tadı başka hiç bir oyunda alamadım diyebilirim.

Bioware tarafından yapılan oyun, 1998 yılında Interplay tarafından yayınlandı. Hikayesi Times of Troubles'dan sonra geçiyor ve oyunun ilerleyişi karakterimizin seçimleri doğrultusunda değişebiliyor.

Canavarlar ile savaşanlar, kendilerinin canavara dönüşmemesi konusunda dikkat etmelidir... cehennem'e uzun bir süre bakarsanız cehennem size geri bakar... ~Friedrich Nietzsche

Gerçek ve sıra tabanlı oynanabilen Baldur's Gate 2nd Edition ve Forgotten Realms kurallarına göre yapılmış, bu günümüz oyuncuları için bir dezavantaj gibi gözükebilir. Çünkü bildiğimiz kurallarla gerçekten çok fazla farkları var. Deri zırhı çıkartıp zincir zırh giydiğimde defansımın 6'dan 4'e düştüğünü görünce fazlasıyla şaşırmıştım, sınıfların çeşitliliğini ve bildiğimiz özelliklerinden farklılığını görünce korkmadım değil. Ama zamanla alışılıyor.

Npc'ler... Oyunda karşılaşıp grubumuza dahil edebildiğimiz birsürü karakter var. Psikopat bir büyücüden, paragöz bir cüceye kadar, hepsi ayrı bir karakter. Hepsinin asıl karakterle ve kendi aralarında yaptığı konuşmalar ise oynayana fantastik kurgu okuyormuş gibi bir his veriyor. (Bu arada bu oyunun kitabı da varmış ama pek güzel değil deniyor. Eh, oyunun kendisi bir kitap tadında, gerek yok yani.) Oyunda karşılaştığımız bu karakterler arasında tanıdık isimler de görmek mevcut; Cadderly, Elminster ve...



Ve evet, oyunda Drizzt var. Kendisiyle iyi geçinip yardımını alabilir ya da saldırıp birer birer ölebiliyoruz. Drizzt'i öldürmek zor, evet, ama imkansız değil.

Oyun Abeir-Toril'in Faerun kıtasının batısında, Sword Coast da geçiyor. En basit bir şekilde açıklamak gerekirsek, oyunun genel olarak iki amacı var; mevcut komployu ortaya çıkartmak ve karakterin geçmişini aydınlatmak.

Sonuç olarak; oynamayan/bilmeyen kalmasın. Oynayan/bilen ya da bir sorusu olan; buyrun klavye sizde.

Sayfa: 1 2 3 [4]