Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Ropinie Hystria

Sayfa: 1 [2] 3
16
Genel Kültür / Grigori Jefimoviç Rasputin
« : 10 Mayıs 2010, 16:44:48 »



Rasputin, Rus Çarı 2. Nikolas zamanında sarayda etkili olmuş kişi. Doğaüstü yeteneklere sahip olduğu söylenen, deli papaz olarak da bilinen Rasputin, istediği kişiyi kolayca etkisi altına alabilmesiyle ünlüdür. HBO'nun Carnivale adlı tv dizisinde de göndermede bulunulmuş olan Rasputin, Çar'ın hemofili hastası oğlunu sadece dua ederek ve elleriyle dokunarak iyileştirmişti.


 

Grigori Yefimovich Rasputin, 22 Ocak 1869 yılında Ural Dağları'nın eteğindeki Pokrovskoye köyünde doğdu. Ailesi çiftçiydi. Çocukluğu hakkında çok şey bilinmeyen Rasputin'in Maria adında bir kızkardeşi ve Dimitri adında da bir erkek kardeşi vardı. Maria, sara hastasıydı ve Tura Nehri'nde boğularak öldü. Bir gün Rasputin ve erkek kardeşi Dimitri, göletin kenarında oyun oynarlarken Dimitri kayıp suya düştü, Rasputin de onu kurtarmak için arkasından atladı. İkisi de boğulmak üzerelerken yoldan geçen bir kişi tarafından kurtarıldılar. Ancak Dimitri zatürre oldu ve hayatını kaybetti. Garip olaylar Rasputin'in hayatının daha ilk yıllarında başlamıştı. İki kardeşinin de aynı kaderi paylaşan ölümü Rasputin'i derinden etkiledi. Öyle ki daha sonra çocuklarının isimlerini de Maria ve Dimitri koyacaktı.
Çocukluğunda etrafını saran bu gizemin farkına varan Rasputin, yeteneklerin de keşfetmeye başlamıştı. Bir gün babasının atı çalındı ve Rasputin hırsızların, gözüne kestirdiği kişiler olduğuna, kalabalığı doğaüstü gücüyle ikna etti ve linç edilmelerini sağladı. p> Bir kaç kez hırsızlık suçundan yakalanınca 18 yaşında üç ayını Verkhoturye Manastırı'nda geçirdi. Oradayken Meryem Ana'nın ona göründüğünü iddia etmeye başladı ve kendini seçilmiş bir aziz olarak tanıttı. Rus Ortodoks Kilisesi'nden kopan bir dini topluluk olan Khlistiler tarikatına katıldı. Khlististlere göre insan ancak acı çekerek ve günah işleyerek tanrıya ulaşabilirdi. Günah işleyerek günahtan çıkacaklarına inanan bu topluluk evlilik dışı cinsel ilişkiyi teşvik eder. Bu da Rasputin'in kadınlarla olan dillere destan hikayelerine bir açıklık getirebilir.

1889 yılında Proskovia Fyodorovna Dubrovina ile evlendi ve 3 çocuğu oldu; Maria, Dimitri ve Varvana... Ayrıca başka bir kadından da gayrimeşru bir çocuğu oldu. 1901 yılında artık bir aziz olduğunu iddia ederek Pokrovskoye'deki evini terk etti. Yolculuğu boyunca Yunanistan ve Carussalem olmak üzere bir çok yer gezdi. 1903 yılında St. Petersburg'a varan Rasputin'in, burada mistik bir şifacı ve aziz olarak ünü yayılmaya başladı.

Bir gün Çar'ın küçük oğlu Alexei'nin amansız hastalığını duydu. Alexei, hemofili hastasıydı, bu genetik hastalık ona büyük büyükannesi İngiltere kraliçesi Victoria'dan miras kalmıştı. Doktorlar çocuğun hastalığına çare bulamıyorlardı. Bir gün attan düşüp yaralanınca kanamasını bir türlü durduramadılar. Doktorlar tarafından ölmesi beklenen oğlunun bu durumu karşısında Çariçe, çaresiz kalmıştı. Arkadaşı Anna Vyrubova'dan bu gizemli şifacının methini duydu ve Rasputin'i saraya davet etti. Rasputin, çocuğun kanamasını, başında dua ederek ve elleriyle dokunarak durdurdu. Çar ve Çariçe gözlerine inanamadılar ve Rasputin'i doğaüstü güçleri olan bir peygamber gibi görmeye başladılar. Ancak Alexei'nin hastalığı tamamen geçmemişti. Her nöbetinde Rasputin saraya çağırılıyor ve onu iyileştiriyordu. Bu yüzden onun sarayda, ailenin yakınında kalmasına karar verdiler.

Rasputin'in, Çar üzerinde başka etkileri de oldu. Politika da kendisini yönlendirmeye başlamıştı. Hipnotize ederek, konuştuğu herkesi etkisi altına alabiliyordu. Çariçe'nin ise kendisine özel bir hayranlığı vardı; oğlunu iyileştiren bu adamın aracılığıyla Tanrının kendisiyle konuştuğuna inanıyordu. Çariçe aslında Protestandı ve Rus Ortodoks mezhebine uyum sağlamakta güçlük çekiyordu.

Ancak sarayda kaldığı süre boyunca Rasputin'in aşırı hareketleri Çar dahil birçok kişiyi huzursuz etmeye başlamıştı. Çarın üzerindeki, dolayısıyla politikaya olan büyük etkisi saray çevrelerinde diğer politikalcıları rahatsız ediyordu. Aile ile kan bağı olmayan çiftçi bir adamın bu kadar büyük bir yaptırım gücüne sahip olması akıl alır şey değildi. Ayrıca cinsel yaşamındaki aşırılıklar ve bunları hiç sakınmadan yaşaması da bardağı taşıran son damla olmuştu. (Rasputin'in bir rahibeye tecavüz ettiği bile rivayet edilir.) Saray çevresindeki bu dedikodular ve huzursuzluklar giderek yayıldı. Ortodoks Kilisesi de kendine peygamber diyen bu adamın din adamı değil, dini istekleri doğrultusunda kullanan bir şeytan olduğunu iddia etmeye başladı. Yaptığı herşey olay haline geldi ve gazetelerde de hergün alay konusu oldu. Artık ilahi güce sahip bir aziz değil, bir şarlatandı. Ve bu adamın sözünü dinleyen Çar'a da tepkiler giderek büyüyordu.

Bu arada I. Dünya Savaşı patlak vermişti. Savaşa karşı olan Rasputin, bunu hem ahlaki açıdan onaylamıyor hem de Rusya için bir felaket olarak görüyordu. Kendini içkiye ve çarpık cinsel hayata iyice kaptırmıştı. Rusya'nın savaştaki başarısızlığından Rasputin sorumlu tutuluyor, vatana ihanet etmekle ve Alman casusu olmakla suçlanıyordu. Bu arada Rasputin kendine bir vahiy geldiğini ve ordunun başına Çarın kendisi geçmezse savaşı kaybedeceklerini söyledi. Söylenen yapıldı ama bu olayın sonucu felaketle sonuçlandı, Çarın başında olduğu ordu yenilgiye uğradı. Çar'ın saraydaki yokluğunda Rasputin'in Çariçe Alexandra üzerindeki etkisi iyice arttı. Onun baş danışmanı haline geldi ve hükümetin kadrolarına kendi seçtiği kişileri getirtti. Rasputin'e düşman olan diğer politikacılar ve Ortodoks Kilisesi Saraydan desteğini çekti. Savaşında getirisi olan bir iç karışıklık baş göstermek üzereydi.

Ancak Rasputinin ölümü yaşamından çok daha esrarengiz oldu. Saray hanedanının ve diğer politikacıların Rasputin'den duydukları rahatsızlık had safhaya ulaşmıştı. Artık bu adamın ortadan kaldırılması gerektiğini düşünen hanedan mensubu Prens Felix Yussupov ve birkaç kişi bir komplo hazırladılar. 29 Aralık 1916 gecesi, Rasputin, prens tarafından bir odaya içki içmek için davet edildi. Ancak içkisine siyanür katılmıştı. Rasputin kendisine uzatılan zehir dolu bardağı dikti, ama bir süre geçmesine rağmen hiç birşey olmamıştı. Şaşkına dönen prens ona bir kaç el ateş etti. Rasputin olduğu yere yığılınca prens bu kez başardığını zannederek sevindi. Ancak Rasputin ayağa kalktı ve prensin gözlerinin içine bakarak birşeyler söyledi ve ordan hızla kaçmaya başladı. Sarayın bahçesinde koşarken birkaç kez daha vurulan Rasputin artık kalkmamak üzere yere yığıldı. Prens ve adamları öldüğünden emin olmak için Rasputin'in cesedini Neva Nehri'nin buzlu sularına attılar. Ertesi gün ceset çıkarıldığında, Rasputin'in hemen ölmediği, boğulmadan önce bir süre çırpındığı anlaşıldı. Şubat Devrimi sırasında cezasını bulmadığı düşünülerek cesedi mezarından çıkarıldı ve yakılarak imha edildi.

Rasputin, insanın ne kadar günah işlerse o kadar günahtan arınacağını savundu. Kendi günahını da içkiye düşkünlüğünde ve abartılı cinsel yaşamında buldu. Doğaüstü güçlere sahip olduğuna inanılan bu esrarengiz kişi Çarlığın çöküşünden ve Sovyet İhtilali'nden sorumlu tutuldu. Adının, Rusça 'yoldan çıkmış' anlamına gelen 'rasputine' ile benzerliği kullanılarak alaya alındı. Halen yaşamı ve ölümü üzerindeki gizem perdesi birçok araştırmacının ilgisini çekmektedir.

-Alıntıdır.-

17
Genel Kültür / Tarihle Oynamak -Tartışma-
« : 09 Mayıs 2010, 13:43:29 »
Okuduğum bir kaç makale üzerine bir soru takılmıştı kafama. ''Varsayalım Amerika kıtası henüz keşfedilmedi. Ya da bugün keşfediliyor. 1492’de keşfedildiğine göre, orijinalinden 518 yıl sonra... Bugünkü Kızılderili teknolojisi, 1492’nin ne kadar ilerisinde olurdu acaba?''

Sonra teknolojinin tehditten doğduğuna yönlendim. Öyle ya... Atıyorum kafadan, geyikten ne gibi bir tehdit gelebilir ki insana? Okla vursan ne yazar, tüfekle vursan ne yazar... Ya da ayı... Zaman içinde makineliyle sadıracak hali yok ya ayı oğlu ayının... İstanbul ayısı mı bu Alla’ sen?!

Sonra düdüklü tencerenin neresi tehditten doğmuş, tamamen ihtiyaç mıdır acep falan derken bu sefer farklı bir soru takıldı aklıma... Asıl aradığım cevabın sorusu da şudur efenim:

Varsayalım sene 2010 ve Amerika kıtası keşfedilmemiş. Tarihi tersten düşünün şimdi, sizce kızılderililer gemiler inşa edip Avrupa kıtasını keşfederler miydi?

18
Sinema / Thor Beyazperdede
« : 09 Mayıs 2010, 10:55:50 »

İskandinav mitolojisinin en güçlü tanrısı Thor’dan esinlenerek yaratılan Marvel’in çizgi roman kahramanı 'Thor' beyazperdede hayat buluyor. Geçtiğimiz aylarda açıklanan projenin kadrosu belli oldu.

Yönetmen koltuğu 'Hamlet, 'Frankenstein' ve 'Sleuth' gibi filmlere imza atan Kenneth Branagh'a emanet edildi.

Thor’u 2009 yılında Star Trek’teki Kaptan Kirk’in babası George Kirk rolüyle tanınan Avustralyalı aktör Chris Hemsworth canlandırıyor. Thor’un baş düşmanı ve aynı zamanda üvey kardeşi olan Loki rölünde ise İngiliz aktör Tom Hiddleston yer alacak.

İki ana rolde ünlü aktörlerin bulunmaması çizgi roman hayranlarını hayal kırklığına uğratsa da Thor’un insan dünyasındaki gerçek aşkı Jane Foster’ı canlandıracak isim sinemaseverleri heyecanlandıracak bir aktris Natalie Portman oldu.

‘Tanrıların Tanrısı’ Odin rölünde ise usta aktör Anthony Hopkins olacak. 150 milyon dolar bütçesi olan film ABD’de 6 Mayıs 2011’de vizyona girecek.
Marvel Comics tarafından 1961 yılında 'The Mighty Thor' isimli bir süperkahraman olarak mitolojiden uyarlanan 'Thor'u yaratan ekip, Stan Lee, Jack Kirby ve Larry Lieber‘den oluşuyor.
Thor çizgi romanda dünyalı bir insanın çekici tutmasıyla yaşadığı büyük değişimle başlar. Sıradan bir insan olarak yaşayan Donald Blake, çekice temasıyla Thor’a dönüşür.


19
Genel Kültür / Gotik Mimari
« : 08 Mayıs 2010, 17:43:04 »
Gotik sözcüğü, herkeste genellikle güzel çağrışımlar uyandırır: katedraller, kiliseler, sivri kuleler, eski tarz bir
dekorasyon.Oysa, bu sözcüğü ilk kez kullanan Rönesans dönemi İtalyan sanatçıları için Gotik terimi oldukça değişik bir
anlam taşımış ve klâsik biçimlere karşı çıkan Kuzeyli barbarların, özellikle Cermen kökenli halkların kültürünü
simgeleyen bir sözcük olarak geçerlik bulmuştur.

Gotik sözcüğü ilk önceleri Rönesans olgusunun dışında kalan tüm barbar kültürü ifade etmek için kullanılmıştı. Ancak
sonradan, bu kültür daha iyi anlaşılıp, takdir edilmeye başlanınca daha dar bir anlamda, yalnızca mimari bir biçimi
belirtmek amacıyla kullanılır oldu. Daha yakın dönemlerde ise, halk dilindeki anlamıyla, tümüyle dinsel yapılarla,
özellikle katedraller ile bağdaştırılan bir terim haline geldi. "New English Dictionary" (Yeni İngilizce Sözlük) Gotik
sözcüğü için şu tanımı vermektedir:

"Batı Avrupa’da XII. yüz yıldan XVI. yüz yıla kadar yaygın olan mimari stil için kullanılan terim. Stilin temel özelliği
sivri kemerlerdir. Aynı zamanda mimari ayrıntılarda ve süslemede de uygulanmıştır".

Aslında bu tanım yeterince kesin değildir. Mimarlık tarihi uzmanlarından bir çoğu, Gotik stilin temel özelliğinin sivri
kemerler olduğunu kabul etmeyip, farklı kuramlar ileri sürebilirler. Ayrıca, Gotik stili yalnızca mimarlığa özgü olarak
kullanmak da pek doğru değildir. Zira Gotik yalnız yapılar için değil; mobilyalar, giysiler, süslemeler, hatta mutfak aletleri
ve davranış biçimleri için bile geçerli bir kavramdı. Ne var ki, günümüzde kilise yapılarının dışında Gotik stilden geriye
hemen hiç bir şey kalmamıştır.


Gotik ortaya çıkana dek Batı Avrupa’daki tüm yapı biçimlerinin temelini oluşturan "Romanesk" mimarlık oldukça basit
bir ilkeye bağlıydı ve özünü eski bazilika inşaatlarından almıştı. Bu ilke, dört duvar üzerine oturtulan düz bir çatıdan
ibaretti. Eğer çatı kubbeli ya da çıkıntılı olursa, yan ağırlıkları taşımaları için duvarların kalınlaştırılması gerekliydi. Bu
nedenle, geniş iç mekânlar gerektiren büyük yapılarda duvarlar fazlasıyla kalın yapılıyordu. Duvarların yeterince sağlam
olması için ise pencerelerin pek küçük olmaları gerekiyordu. Sonuç olarak, Romanesk yapılar bodur ve hantal
görünümlü, iç mekânları karanlık ve hüzünlü yapılardı.

Gotik mimarlar, iç mekânlarda yeterli genişliği sağlayan sivri ve yüksek kemerler kullanarak, Romanesk yapıların
uygunsuz koşullarından kurtulma çaresini bulmuşlardı. Üstelik kemerli payandalar kullanarak yan ağırlıkları
desteklemesini de biliyorlardı. Bu sayede, duvarların üzerindeki büyük yük azaltılmış oluyordu. Açılan büyük pencereler
ve kullanılan renkli camlar iç mekânların tatsız karanlığını ve hüznünü yok ediyordu. Zamanla, yapıyı oluşturan çeşitli
öğeler; kemerler, payandalar, sütunlar ve duvarlar, tıpkı bir makinenin gerekli parçaları gibi, bütün halinde uyumlu bir
sistem biçimine dönüştü. Yapının çeşitli öğelerini uyumlu bir biçimde örgütleyen bu bütüncül sistem Gotik stilin özünü
ve Romanesk stilden ayrılmasını sağlayan ana niteliğini oluşturdu. Kemerler, payandalar, sütunlar gibi teknik özellikler
stili belirlemede ikinci plana düştü.

Violet-le-Duc’ün ünlü Gotik tanımına göre; "tümüyle Romanesk stilden ayrı evrimleşmiş olan Gotik stilin ayırt edici
özelliği, yapının tüm karakter ve görkeminin titizlikle örgütlenmiş ve içtenlikle uygulanmış bir sisteme bağlı
olmasındadır".

Moore’un tanımlamasına göre; "Gotik mimari kısaca, payandalar ve ayaklar tarafından taşınan bağımsız bir kemerler ağı
ile bunların üzerine oturtulmuş bir çatının oluşturduğu bir yapı sistemidir. Yapının tüm dengesi, ağırlık ve karşı-ağırlıklar
sayesinde sağlanmıştır. Tüm sistem, mimari koşullara ve sanatsal formlara uygun, konularını doğadan alan yontularla
bezenmittir. Gotik, dinsel inanç ile esinlenmiş, ulusal ya da yöresel tutkularla uyarılmış laik zanaatkârların ürünü olan
yaygın bir kilise mimarisidir".

Moore, Gotik’in anahtarını payandalarda bulur. Diğer uzmanlar farklı kuramlar sunarlar. Porter’a göre temel nitelik
kemerli çatıdır. Phillips sivri kemerlerin tüm sistemin özü olduğunu ileri sürer. Gould için, en üstün değer taş çatılardadır.
Oysa Lethaby, Gotik stilin özünü bu tür teknik özelliklerden çok, yapının genel Orta Çağ karakterinde bulmaktadır.











20
Genel Kültür / Yazım Kuralları (Nasıl Yazmalıyım?)
« : 07 Mayıs 2010, 21:56:49 »
Önem vermemiz gereken en önemli değerlerimizden bir tanesinin dilimiz olduğunu düşünüyorum arkadaşlar.

Altta verdiğim yazıyı okuduktan sonra eminim daha dikkatli olup daha güzel ve daha etkin hikayeler,şiirler yazabiliriz.Hepimize çok yararlı olacağına ve her konuda işimize yarayacağına inanıyorum.


Yazmaya başlarken bunu sorarız kendi kendimize."Nasıl yazacağım" Çok basit kurallar, iyi yazmanızı sağlar. En azından yazdıklarınızın iyi görünmesini, iyi okunmasını sağlar. Bu iyi okunma ve görünme, kuşkusuz içerikle ilgili değil. Burada kastedilen biçimsellik. Yazarken biçimle ilgili uymamız gereken belli başlı bazı kurallar var. Bunlar şöyle sıralanıyor:

BUNLARI YAPIN

Mutlaka sık sık paragraf yapın. Paragrafsız bir yazı upuzun ve ürkütücü bir duvara benzer. Böyle bir duvarı kimse görmek istemez. Yazınızı da kimse okumak istemez.

Her noktalama işaretinden sonra, (yani virgül, nokta, üst üste iki nokta, soru ve ünlem işaretleri gibi) bir boşluk (yani espas) bırakın. Bunu yapmazsanız cümleleriniz ve sözcükleriniz karmakarışık bir koyun sürüsüne benzer. Hiç birini diğerinden ayıramazsınız.

Ne kadar sade yazarsanız o kadar güzel görüneceğinden emin olun. Yani mümkün olduğu kadar az noktalama işareti kullanın. Gereksiz tırnaklardan, parantezlerden, çizgilerden, şapkalardan kaçının. Noktalama işaretlerini sadece gerektiğinde ve zorunlu olduğunuzda kullanın ki onların da kıymeti bilinsin.

İmla kurallarına mutlaka uyun. O kurallar dilin birliğini ve düzenini sağlar. Yazdıklarınızın okuyan herkes tarafından anlaşılmasını sağlar. Bilmediğiniz bir imla kuralı olursa diye, yanınızda bir "imla kılavuzu" bulundurmanız sizi küçük düşürmez.

Kısa cümleler okunma açısından büyük avantaj sağlar. Tamam, uzun cümleler kurup ne kadar usta yazar olduğunuzu göstermek isteyebilirsiniz. Ama art arda sıralanmış onlarca sözcüğün insan beynine anlamlı bir mesaj göndermesi, birkaç sözcüğün göndermesinden daha zordur.

Artık çoğumuz bilgisayarlarda, klavyeleri kullanarak yazıyoruz. Yazı büyüklüğünüzün (yani punto) ve yazı karakterinizin (yani font), kullandığınız dile uygun olmasına özen gösterin. Çok küçük de olmasınlar, çok büyük de. Unutmayın yazınız binlerce bilgisayarda açılacak. Her yerde aynı düzenlilikte görünmesi, sık kullanılan yazı tipleri (font) ve normal ölçülerde bir punto seçmenizle mümkün olabilir.

Boşluklar çok önemlidir. Yukarıda her noktalama işaretinden sonra boşluk bırakmanız önerildi. Yazınızın bütününün biçimsel olarak sıcak görünmesi için, yanlardan, alt ve üstten de uygun boşluklar bırakmalısınız. Derli toplu bir görüntü, karmaşa karşısından her zaman avantajlıdır.

Yazıda bazı durumlarda başlık (yani belirleyici, vurgulayıcı sözcük ya da sözcükler) kullanırız. Bunların dikkat çekmesi için yazının bütününden farklı bir font ve punto ile yazılmaları gerekir.

DOĞRU SÖZCÜKLER

İmla kurallarına mutlaka uymalısınız. Türkçe’de bazı sözcükler söylenişlerindeki kolaylık ve alışkanlığın yazı diline de yansıması sonucu yanlış yazılıyor. Bunları yaparsanız, yazınızı okuyan sizin için “acemi” diye düşünür. “Acemi” bir yazar olarak adlandırılmamak için şu sözcüklerin yazılışına mutlaka dikkat edin:

Yanlız değil yalnız yazmalısınız
Çünki değil çünkü yazmalısınız
Herkez değil herkes yazmalısınız
Kurdela değil kurdele yazmalısınız
Meyva değil meyve yazmalısınız
Makina değil makine yazmalısınız
Sarımsak değil sarmısak yazmalısınız (Kaynak TDK Türkçe Sözlük)
Ambülans değil ambulans yazmalısınız
Akedemi değil akademi yazmalısınız
Deklerasyon değil deklarasyon
Papuç değil pabuç yazmalısınız
Orjinal değil orijinal yazmalısınız
Konservatuar değil konservatuvar yazmalısınız
Alimünyum ya da aliminyum değil alüminyum yazmalısınız
Kapora değil kaparo yazmalısınız
Prosedir değil prosedür yazmalısınız
traş ve heykeltraş değil tıraş ve heykeltıraş yazmalısınız
dokuman değil doküman yazmalısınız
Labaratuvar veya labaratuar değil laboratuvar yazmalısınız
Acenta değil acente yazmalısınız

ESPAS

İmla kurallarımızın en çok ihlal edilenlerinden ya da yanlış kullanılanlarından biri ayrı yazılması gereken eklerin bir türlü yazılmamasıdır. Dahi (üsteleme) anlamına gelen de’ler, da’lar ve ki’ler kullanıldıkları sözcükten bir boşlukla (espas) ayrılır. Yani “Ben de geleceğim” yazmalısınız. “Bende geleceğim” yazarsanız yanlış olur. “Ben de” deki bu de eki dahi anlamındadır. “Öyle sevdim ki, kimse inanamadı” yazmalısınız. “Öyle sevdimki kimse inanamadı” yazarsanız yanlış olur.

Soru ekleri de bağlı oldukları sözcükten bir boşlukla ayrılır. Bu ekler mi, mı, mu şeklinde olabilir. Yani şöyle: “Ben de geleyim mi?” Burada “mi” bir soru ekidir. Yapayım mı, seveyim mi... Gibi...

ÜNLÜ VE ÜNSÜZLER

Sert sessizlerle biten sözcüklere bir ek yapılacaksa, bu ek de mutlaka sert sesiz bir harfle başlamak zorundadır. Örneğin “otobüsdeki” sözcüğü yanlıştır. Çünkü otobüs'ün son harfi s sert sessizdir. Bu nedenle de ekinin "te" şeklinde kullanılması gerekir. Yani doğrusu “otobüsteki”. Peki, sert ve yumuşak sessizleri nasıl ayıracağız? Kullanabileceğiniz en basit yöntem “FISTIKÇI ŞAHAP” yöntemidir. Bu iki sözcükteki sesli harfleri çıkarın. Yani I’ları ve A’ları. Kalan harflerin tümü sert sessizlerdir. Eğer ekleyeceğiniz sözcüğün son harfi fıstıkçışahap’ı oluşturan sessizler arasında varsa, ek de sert sessizlerden, yani fıstıkçışahap içindeki harflerden (f. s, t, k, ç, ş, h , p) biri ile başlamalıdır.

ÜNLEM İŞARETİ

Yine yazının sadeliği, kolay okunması bakımından sık sık ünlem işareti (!) ve soru işareti (?) kullanmak da gereksizdir. Kurduğunuz cümle zaten bir vurgu içermiyorsa siz sonuna istediğiniz kadar ünlem işareti koyun istediğiniz etkiyi sağlayamazsınız. Ama yeterli vurgu varsa, ünlem işareti koymaya bile gerek kalmaz.

ŞU HAİN EKLER
Özellikle yabancı sözcükler ve kısaltmalara yapılan eklerde hatalı kullanım çok yaygın. Örneğin IMF kısaltmasına den, ye, nin benzeri ekler yapıldığında bu kısaltmanın orijinal okunuşuna göre mi, yoksa Türkçe okunuşuna göre mi ek yapılacağı kestirilemiyor. Doğrusu eki Türkçe okunuşuna göre yapmak. Yani IMF kısaltmasının son harfi "f" olduğuna göre yapılacak ekin de bu yumuşak sessiz harfe uygun olması gerekir. IMF’e (okunuş şekli orijinal ef’ten) yazılışı ya da söylenişi yanlıştır. Doğrusu IMF’ye (okunuş şekli Türkçe fe) olmalı.

NE ZAMAN AYRI NE ZAMAN BİRLEŞİK ?

Türkçe’de 1980 döneminde başlayan ayrı mı yazmalı, birleşik mi yazmalı konusundaki kaos hâlâ sürüyor. Örneğin "karabahtım" mı yazılmalı, "kara bahtım" mı yazılmalı gibi. Bu tartışmanın temelinde sözünü ettiğimiz dönemde ülkemizdeki dilbilimciler arasında ortaya çıkan "öztürkçe", "canlı ya da yaşayan Türkçe" bölünmesi yatıyor. Öztürkçe’yi savunanlar genellikle birleşik, "yaşayan Türkçe"yi savunanlar ise ayrı yazımdan yanadır. Genel kural olarak, eğer iki ayrı sözcük birleşip yeni ve bambaşka anlamlı bir sözcük oluşturuyorsa birleşik yazılmalıdır. Örneğin, sivrisinek, anamuhalefet, karabasan, kardelen, tümdengelim, ortaokul, altyapı, üstgeçit, karadelik gibi...

GELİYİM Mİ, GELEYİM Mİ ?

Sık yapılan yanlışlardan biri de bu. Yani soru eklerindeki ilgeçlerin (edatların) yanlış kullanımı. Geliyim mi, söyliyeyim mi, ağlıyayım mı, başlıyayım mı, yatırıyım mı demek ya da yazmak yanlıştır. Doğrusu geleyim mi, söyleyeyim mi, ağlayayım mı, başlayayım mı, yatırayım mı olmalı...

ŞİİR VE NOKTALAMA İŞARETLERİ

Sık yapılan bir başka hata şiirlerde dize sonlarında virgül kullanılması. Yapısı gereği şiirde bir dize ya bir cümledir ya da alt dizelerde tamamlanacak olan bir cümlenin parçasıdır. Bir cümle olması halinde dize sonuna virgül değil nokta konulur. Ki bu da şiirin görselliği, estetiği ve anlatım kaygısı bakımından illa gerekmez. Ustaların noktalama işareti kullanmadan yazdığı pek çok güzel şiir olduğunu hatırlayın. Bir cümlenin parçası olması halinde ise her dizenin sonuna virgül koymak, bir yandan anlamı karmaşıklaştırır, söylemi zayıflatır, bir yandan da görselliği içinden çıkılmaz hale getirir. Eğer şiirde bölünmüş bir cümleden oluşan birden çok dize varsa, anlamı zayıflatmamak, söylem kaybının önüne geçmek amacıyla virgül kullanılabilir. Ama "bu dize bitti, cümle bitmedi, alt dize ya da dizelerde sürüyor" mantığıyla her dize sonuna virgül koyarsanız estetiktek, içerikten ve okuma kolaylığından ödün vermiş olursunuz.

BOL NOKTA BOL HATA

Türkçe imla kılavuzunda "yan yana iki nokta" şeklinde bir noktalama işareti yok. Ama "yan yana üç nokta" Türkçe imlasında yer alan bir noktalama işareti. Bunu unutmayın. Milli edebiyat akımının ilk dönemlerinde Latin alfabesine geçişin karmaşası içinde kimi yazarların kullandığı "yan yana iki nokta" yanlışı kısa sürede düzeltildi. Çoğu zaman düzyazıda, özellikle şiirde yapılan bir başka nokta hatası "yan yana üçten çok nokta" ya da "sıralı nokta" koymak. "Sıralı noktalar", kural olarak, bir metinde "bilerek ya da eksik bilgilenme nedeniyle" atlanan veya çıkarılan bölümleri belirtmekte kullanılır. Ya da bir yazının içine herhangi bir metinden bir bölüm alındığında, alınan bölüm metnin başından değil başka bir yerinden başlıyorsa, bunu belirtmek için "sıralı nokta" kullanılır. Siz, şiir ya da düzyazınızdaki cümlelerin sonuna "anlamı ve söylemi güçlendirme" kaygısıyla "üçten fazla" noktayı sıralarsanız, ortaya çıkan anlam budur: Yani kastınızdan çok uzak ve tümüyle yanlış bir anlam.

NİDÂ'YI NÂDİM ETMEYİN

Nidâ, bildiğiniz gibi, ünlem işareti. Bu tür düşünce, duygu ve fikirleri içeren cümlerin sonlarında korku, şaşkınlık, hayret, üzüntü benzeri güçlü duyguları belirtmek için konulur. Bağırma, haykırma, isyan etme, zafer düzeyindeki bir sevinci belirtme gibi güçlü duguysallık ve şiddet içeriği bulunan cümleler de ünlem işaretiyle bitirilir. Bilinmeyen, belirlenemeyen, anlam verilemeyen durumların ifade edildiği cümlelerin sonuna bunu vurgulamak amacıyla yine ünlem işareti konulur.

Sık yapılan bir hata, ya da yanlış anlama nedeniyle başvurulan bir yöntem, bu tür cümlelerde güya anlamı güçlendirmek, vurguyu artırmak amacıyla art arda ünlem işaretinin kullanılması. Oysa art arda iki ya da üç ya da dört ya da daha fazla ünlem işareti Türkçe'nin noktalama işaretleri arasında yer almaz. Ünlem işareti bir kez kullanılır ve istenilen vurguyu yapar. Eğer cümleniz zaten doğuştan vurgusuzsa sizin art arda ünlem işareti koymanız onu ne güçlendirir ne de kurtarır. Olsa olsa zayıflığını iyice ortaya çıkarır. Bir yandan da bu kadar kalabalık "nidâ" bir "nidâ"yı "nâdim" eder. Yani üzer.


-Alıntıdır.-

21
Çizgi Roman & Manga / Manganın Kısa Tarihi
« : 07 Mayıs 2010, 20:47:54 »
Japonya kaynaklı tüm çizgi roman ve bant karikatürlere verilen isim, manga. Bu ismi 1814 yılında icat eden Hokusai isimli bir sanatçı. Manganın ilk anlamı anlamı tuhaf, kabataslak çizimler.
20. yüzyılın başından itibaren kullanımı yaygınlaşan bu ismin ikinci anlamı ise ahlaken yozlaşmış!

50 yıl kadar önce Japonlar da aynı dünyanın geri kalanında olduğu gibi çizgi romanları sadece çocuklar için üretiyorlardı. Büyükler sadece gazetelerdeki politik ya da günlük haberlerle ilgili karikatürlere bakıyorlardı. Ancak ikinci dünya savaşı sonrası işler değişti. Çocukluktan gençliğe, gençlikten yetişkinliğe geçen kalabalık nüfus; ağır çalışma şartlarının ve boğucu sosyal kuralların da etkisiyle çizgi romanlara sımsıkı sarıldı. Çocuklar için üretilen çizgi romanların diğer yaş grupları tarafından okunduğunu farkeden yayıncılar da bu sefer yetişkinler için üretim yapmaya başladılar.

Manga İstilası

Japonya’da şu anda tuvalet kağıdı için kullanılan kağıttan daha fazlası mangalar için kullanılıyor. Bazı haftalık ya da aylık mangalar bir şehrin telefon rehberinden daha kalın. 1 milyon tirajlı manga dergileri var. Yayın periyotları haftalık, iki haftalık, iki aylık olabiliyor. Odaklandıkları alanlar bilim kurgudan, pornografiye, spordan çocuk hikayelerine kadar çeşitlenebiliyor. Manga endüstrisinin kurucusu sayılan Osamu Tezuka yıllarca Buddha’nın hayatını konu alan bir seriyi çizip yazabiliyor. Sadece dergi grupları değil saygın kitap yayıncıları da manga dergileri yayınlıyorlar. Zaman içerisinde populeritesini kanıtlayan serilerin her biri kendi başına bir bütün olarak piyasaya sürülüyor. Doraemon buna güzel bir örnek. Konu, masa çekmecesinden fırlayarak bir çocuğa yardım etmek için gelecekten bugüne gelen, robot kedi. Bu robot kedinin karnındaki cepten, çocuğun başı her derde girdiğinde, birbirinden ilginç aletler çıkıyor. 1970’lerde manga dergilerinde yayınlanmaya başlayan Doraemon’un tüm maceraları artık ciltlenmiş olarak satılıyor. Ve bugüne dek tam (aman oturduğunuz yerden düşmeyin) 55 milyon adet satmış! Doraemon o kadar ünlü ki büyük paralar karşılığı reklamlara çıkıyor. Doraemon ile ilgili yapılan oyuncak ve hediyelik eşyalar da ayrı bir endüstri yaratmış, bu arada.

Endüstrinin büyüklüğü başka şartlar altında belki de romancı, ressam ya da sinemacı olabilecek yetenekleri bu alana topluyor. Ayrıca Japonya’da kadınlar iş hayatında daha az yer alırken ve genellikle evlilik sonrası işi bırakırken manga konusunda çalışan pek çok kadına rastlamak da mümkün.

Kağıt Üstündeki Karelerden Filmlere

Kimi mangaların popüleritesi o kadar fazla ki televizyon endüstrisi buna ilgisiz kalamıyor. Osamu Tezuka’nın Astro Boy adlı hikayesi 1960’lı yıllarda Japon televizyonunda 200 episodluk bir çizgi dizi olarak yayınlanıyor. Orijinal adı Tetsuwan Atomu olan bu seri, Mighty Atom adını alarak Amerika’ya da ihraç ediliyor. 100’den fazla bölüm NBC televizyonunda yayınlanıyor.

O güne kadar Japonlar tarafından, Japonlar için üretilmekte olan çizgili hikayelerin dünya pazarından da kazanç sağlayabileceği farkediliyor. Astro Boy’un kazandırdığı ivme ile manga ve anime (yani Japon çizgi filmleri) yepyeni bir açılım kazanıyor. Animeler elbette bambaşka bir yazının konusu. O yüzden fazla dallanıp budaklanmadan mangalara geri dönelim. Ancak şunu söylemek gerek, manganın televizyon animelerine kaynaklık etmesi hem sanatçılara hem de bu işin ticaretini yapanlara yepyeni kapılar açıyor ve gelir kaynakları sağlıyor. 1990’lı yıllarda artık çark sadece mangadan animeye doğru dünmüyor. Popüler mangaların bilgisayar oyunu, televizyon dizisi ve sinema filmi yapılmasının yanı sıra kimi animelerin, örneğin Miyazaki filmleri gibi, daha sonra çizgi romanları basılıyor.

Manga Estetiği

19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında Lautrec gibi Avrupalı sanatçılar Japonya’dan gelen porselenlerin sarıldığı kağıt parçalarının üzerine basılmış resimlere bakıyor ve hayran kalıyorlardı. Japon resminin kendine has bir estetiği, sadeliği ve sakin bir etki gücü vardı. Aynı sıralarda Japon sanatçılar da Avrupa resim kültüründeki dramatik güce hayran oluyorlardı. İki ucun popüler bir buluşma için bir kaç on yıl ve iki dünya savaşı beklemesi gerekecekti.

Osamu, Tezuka kendi adıyla ayda 400 sayfalık çizgi roman üretmiş, çok yönlü bir sanatçı. Bu çapta bir üretimi kendi başına yapması elbette olanaklı değil. Tezuka hikayeleri yazıyor, taslakları çiziyor, sonra işi asistanlarına devrediyordu. Kendi stilinde çizim yapmayı öğrettiği asistanları, hikayeyi çiziyor ama yüz ifadelerini ve konuşma balonlarını boş bırakıyorlardı. Tezuka daha sonra her karakterin yüz ifadesini ve konuşma balonunu kendi istediği şekilde dolduruyordu. 1989’da hayata veda ettiğinde Japonya’da bir kahraman gibi sevilen ve saygı duyulan usta Osamu Tezuka, Rönesans sanatçılarının atölyelerini anımsatan bu üretim tarzını, endüstriye kabul ettirmişti. Tezuka’nın seri üretim sorununu da çözerek ulaştığı estetik düzey başka bazı etkenlerin de devreye girmesiyle bugünki manga tarzını oluşturdu. Sinemanın dramatik anlatım yöntemleri, çekim açıları, kahraman yaratma ve merak uyandırma özellikleri manga yaratıcılarının süzgecinden geçerek kağıda uyarlandı. Amerikan ve Avrupa çizgi romanlarında dialog dışında kalan sesler için sınırlı bir dağarcık olmasına karşın (yumruk için bam, düşen bir nesne için donk gibi) Japonlar detaylarda yepyeni ses ifadeleri ürettiler. Öte yandan Japon dilinin günlük hayatta da farklı alfabelerle yazılıyor olması her bir karakterin farklı bir konuşma şekli olduğunu duyumsatmakta araç olarak kullanıldı. Tüm bunlara ek olarak, yine Japon dilinin hem yatay hem dikey olarak yazılabiliyor olması da batılı çizerlerle karşılaştırıldığında Japon çizerlere çeşitli estetik olanaklar sağlıyordu.

Kocaman gözlü, hiç Japon’a benzemeyen tiplemelerin sırrı ile ilgili de birkaç rivayet var. Bir tanesi Japonların kendi dünyalarının dışına çıkmak için manga okudukları, bu yüzden kendilerine benzeyen yüzler görmek istemedikleri. Bununla bağlantılı olarak yabancılara karşı duydukları hayranlık. Bir diğer sebep de, bir yüzde ifade sağlamanın en etkileyici yolunun gözler olması ve gözler büyüdükçe dikkat çekiciliğin artması. Japon çizerler bir sayfaya tek bir yüz ve kocaman gözler çizip, o gözlerin içine yıldızlar ya da karakterin hayalini kurduğu bir sahneyi çizmekten adeta zevk alıyorlar. Tabi pornografik örneklerde Şeker Kız Candy tiplemesinde bir masumiyet abidesinin maceralarına bakmak insanı dehşete düşürebiliyor.

Sonuç olarak Japonlar hem görsel hem de ses katmanında çok ayrıntılı çalışıyor, seri üretimi sıkı bir takım çalışması yaparak gerçekleştirip hedef kitle ve konularını da belli bir yaş ya da eğitim seviyesi ile kısıtlamıyorlardı. Bugün iki tren durağı arasında hızla tüketilip, eve bile taşınmadan çöp kutusuna atılan, az diologlu, bol görselli mangalar piyasada. Fiyatları tahmin edebileceğiniz gibi çok ucuz. Televizyon, sinema, dvd, bilgisayar oyunları gibi yeni cazibe odakları çıkmış olmasına rağmen genç, yaşlı, kadın, erkek herkesin elinde onlardan var.

22
Sinema / Şarkılarıyla Hatırlanan Filmler
« : 07 Mayıs 2010, 20:46:09 »
Bazı kritik filmlerin bazı kritik anlarında öyle şarkılar çalınıyor ki o film o şarkıyla kazınıyor aklımıza. “Pulp Fiction”da çalan ‘Misirlou’ örneğin. İyi soundtrack albümlerden değil, filmi hatırlatan şarkılardan bahsediyoruz, yoksa Jamiroquai eşliğinde dans eden Napoleon Dynamite’ın enteresan bir tarafı yok tabii.
Klasikler:

5 – Apocalypse Now (1979)

Şarkı: The End / The Doors

Yemyeşil palmiye ağaçları, napalm bombalarının alevleri arasında kavrulurken üzerlerinden helikopterler geçer. Martin Sheen sıcak otel odasında terlemektedir, fonda da The Doors’un deli edici şarkısı çalar. Şarkının sözleri ile filmin mesajı kenetlenir ama onu anlamasanız bile hipnotik bir açılıştır.

4 – Singin’ in the Rain (1952)

Şarkı: Singin’ in the Rain / Gene Kelly

Gene Kelly çok mutludur. Yağmur nedir ki? Dans etmeye başlar. Marsa giden maymunlardan bile daha bilimkurgu bu sahnenin aslında filmin geri kalanıyla bir bağlantısı yok, yani sahneyi çıkarsanız da aslında filme bir şey olmaz. Ama bu sahne kesinlikle unutulmaz!

3 – Dirty Dancing (1987)

Şarkı: (I've Had) The Time of My Life / Bill Medley & Jennifer Warnes

“Dirty Dancing”in final şarkısı. Filmin mutlu sonuna doğru herkes bu şarkıyla dans ederken Johnny, “Baby”yi ilk kez başarıyla havaya kaldırır. Aşkları da böylece tasdik edilmiş olur. Yalnız şarkının sözlerine bakarsanız “Senle süper bir yaz aşkı yaşadım bebek” dediğini, “Kış gelince de beraberiz”in esamesinin bile okunmadığını fark edebilirsiniz.

2 – Grease (1978)

Şarkı: You are the One that I Want / Olivia Newton-John & John Travolta

Sandy’i daracık kıyafetler içinde ilk kez gördüğünde gözleri fırlayan Danny, filmin kalanındaki gibi birden bire şarkı söylemeye başlar. Filmi izlemeye gerek yok, mutlu etmemesi mümkün değil. Bir de izlediyseniz gözleriniz doluyor.

 

1 – Ghost (1990)

Şarkı: Unchained Melody / The Righteous Brothers


Bu şarkı eşliğinde çamurdan vazo yapan bir hayalet ve eski karısı! Duygusal filmler sevenlere hatırlandıkça gözyaşı dökülecek bir an, sevmeyenlere ise hala dalga geçilen bir sahne bıraktılar. Herkes kazandı. Güzel filmdi şimdi ama, kıvırmayın.


90’lar:

5 – City of Angels (1998)

Şarkı: Iris / Goo Goo Dolls

“Atla be adam, atla artık” diye çırpındığımız anda meleğimiz Seth binadan atlar. Nihayet kavuşacağı Maggie’ye gitmek için yağmurlar altında otostop çeker ve o sırada ‘Iris’ çalar. Duygusal film sevenlere... Of yapamayacağız... Yok hayır gözümüze toz kaçtı, ağlamıyoruz...

4 – Reservoir Dogs (1992)

Şarkı: Stuck in the Middle with You / Stealers Wheel

Meşhur kulak sahnesinde radyoda çalıyordu. Aslında bu şarkı, jenerikteki ağır çekim yürüme sahnesinde çalan ‘Little Green Bag’ ile başa baş gider. Kulak sahnesinin videosunu tabii ki koymayacağız. Jeneriğin de videosunu bulamadık ama vereceğimiz video, aynı sahnenin seramik cüceler ile yapılmış bir parodisinin linki. Bu da en az o kalitede!

3 – Robin Hood: Prince of Thieves (1991)

Şarkı: Everything I Do (I Do It for You) / Bryan Adams

Umarız bu şarkının çıktığı yıllarda servise binme gibi bir durumunuz yoktu. Tekrar tekrar, tekrar tekrar, bütün yol boyunca... Filmin bütün güzel sahnelerini barındıran videosunun gazıyla az gidilmedi filmine de. İngiltere’de 16 hafta liste başı olup 10 yıl boyunca bunu bir rekor olarak elinde tuttu. Şarkı unutuldukça hem Bryan’ın, hem Kevin Costner’ın karizması da unutuldu gitti.

2 – Pulp Fiction (1994)

Şarkı: Misirlou / Dick Dale & His Del-Tones

Meşhur sörf şarkısı kötü yola düşer ve meşhur bir film jeneriği haline gelir. Filmin jeneriği, “N’oluyoruz?” dedirten mükemmel bir soygun sahnesinden sonra şak diye başlamasa belki de unutulup giderdi. Jeneriğin sonlarına doğru radyo cızırtılarıyla şarkının değişmesi de unutulmaz.

1 – The Bodyguard (1992)

Şarkı: I Will Always Love You / Whitney Houston

Aslında bir Dolly Parton şarkısıydı ama Whitney aldı ve kullandı. Duygusal filmler sevenler, hatırladıkça hala gözyaşı döker. Sevmeyenlere ise şakasını bile yapmayın. Aynı şarkı, “The Simpsons”da Homer, Luke Slywalker’ı delirmiş “Star Wars” fanatiklerinin elinden kurtarırken de çalındı, göbeğimizi tuta tuta güldük.

Modern klasikler:

3 – Shaun of the Dead (2004)

Şarkı: Don’t Stop Me Now / The Queen

Karanlıkta sessizce zombilerden saklanmaya çalışan Shaun ve dostları, müzik kutusunda çalmaya başlayan The Queen şarkısı ile bir anda deliye dönen zombilerin ortasında kalırlar.
-David, Queen’i öldür!
-Ne?!!
-Müzik kutusunu!
İzlemediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz.

2 – 8 Mile (2002)

Şarkı: Lose Yourself / Eminem

Lose Yourself, süper kaybeden pozları, süper kaybeden kankaları, Esenler Otogarı’nın alt katlarından bile tekinsiz Detroit sokaklarında gece ve nefret dolu bir rap şarkısı. Muzlu sütten beri bulunmuş en iyi karışım.

1 – Fight Club (1999)

Şarkı: Where’s My Mind / The Pixies

“Anlatıcı” sonunda Tyler Durden’ın hayatına nereden üşüştüğünü çözer ancak artık planını durdurmak için yapabileceği bir şey yoktur. Ekonominin çöküşünü izlerken Frank Black şakımaya başlar. Sinema tarihinin en etkileyici finallerinden biri...

23
Oyunlar / Oyun Kapitalizmi
« : 07 Mayıs 2010, 09:54:32 »
Türkiye, eskiden sadece bilenlerin oynadığı fakat bu günlerde oluşan furya ile alakalı alakasız herkesin rüzgarına kapıldığı browser oyunlarıyla sanki yeniden tanıştı. Buna aracılık eden de tahmin edebileceğiniz gibi Facebook oldu.

İlk başta doğan bir Human Pets sevdasını, Farmville takip etti. Benzeri oyunlarda cabası elbet. Ama sadece bunlarla kısıtlı değil tabi ki.

Browser oyunları diyince genel olarak ilk akla gelen Travian’dır. Kendi köyünüzü kurup geliştirdikten sonra, diğer oyuncuların köylerini fethetmeye gidebilirsiniz. Benzer kategori de Klan Savaşlarını da sayabiliriz.

Yine çok bilinenler arasında Bitefight ilk sırayı zorlayan oyunlardandır. Karakterinizi geliştirip, diğer oyuncularla sürekli çekişme içinde oyunu devam ettirmeye çalışırsınız. Aynı şirketin varyasyonları KnightFight, Seafight, fight oğlu fight şeklinde devam eder. Hepsinin de mantığı aynıdır. Ava çık, puan kazan, özelliklerini arttır, silah al ve saldır.

Bazen çok kızıyorum ama genelde de oynamadan edemiyorum. Çok şükür browser oyunlarının delisi olmadım. Yani ‘’Holey domateslerim yetişmiş, salatalık ekicem!!’’  gibi bir cümle duyamayacaksınız ağzımdan. Aynı zamanda şunu biliyor musun diye sorduklarında, hayır bilmiyorum da diyemicem. Ne kadar ironik…

On beşli yaşlarımda Bitefight’da gerçek para vererek oyun içi aksesuarlar almak için anneme yalvardığımı hatırlıyorum. ‘’Deli misin sen?!’’ diyip başından savardı beni. İyi ki de yapmış, kendimi affetmezdim.

Üzerine ölü toprağı serpilen browser oyunlarının fitilinin Facebook tarafından ateşlenip hortlaması iyi mi oldu kötü mü oldu gerçekten bilmiyorum. Bir tarafta Ogame oynayanların hastalık derecesinde bağımlı olması, diğer tarafta o ekranı sadece resim olarak gören oyun tutkunları…

Yine de her şeyde bir hayır(!) vardır demek en iyisi. En azından online oyunları yeni keşfeden insanlar için bir başlangıç olurlar. Belki Bitefight’tan etkilenip WOW falan oynamaya başlarlar ne bileyim..

24
Mitolojiler / Aztekler ve Aztek Tanrıları
« : 06 Mayıs 2010, 20:14:22 »
15. yüzyıl ile 16. yüzyıl başlarında, bugünkü Meksika’nın orta ve güney kesimlerinde büyük bir imparatorluk kurmuş halk. Nabuva dili konuşan Azteklerin adı, atalarının bir olasılıkla Kuzey Meksika’da bulunan anayurdu için kullanılan Aztan’dan (Beyaz Ülke) gelir. Öteki adlarından “Tenoçka”, ataları Tenoch’tan kaynaklanır. Gene Aztekler için kullanılan “Meksika” adı, Texcoco Gölünün mistik adı Metzliapan (Ay Gölü) ile ilişkilendirilir. En büyük kentleri Tenochtitlan’ın adı “Tenoch”tan türetilmiş, “Meksika” ise önce kentin ve çevresindeki vadinin, sonradan da tüm ülkenin adı olmuştur. Azteklerin kendilerinden söz ederken kullandığı “KulhuaMeksika” adı ise, Meksika Vadisinin en gelişmiş merkezi olan Colhuacan ile özdeşleşmek çabasını yansıtır. Azteklerin kökeni kesin olarak bilinmemektedir. Ama bazı gelenekleri, 12. yüzyılda Orta Amerika’ya gelene değin, daha kuzeydeki Meksika Platosunda avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bir kabile oldukları izlenimini verir. Gene de, Aztlan, yalnızca destanlarda doğmuş bir yer olabilir. Azteklerin güneye göçünün, Toltek uygarlığının çöküşünü izleyen ve belki de bu çöküşü hızlandıran genel bir göç hareketinin parçası olduğu sanılır. Texcoco Gölündeki adalara yerleşen Aztekler, tarihleri boyunca başlıca merkezleri olan Tenochtitlan’ı IS 1325’te kurdular. Büyük bir devlet ve sonunda bir imparatorluk kurabilmelerinin temelinde, kullanılabilir tüm toprakların entansif biçimde ekildiği, gelişkin bir sulama ve bataklık kurutma sistemine dayalı olağanüstü tarım düzenleri yatar. Bu yöntemlerle sağlanan yüksek verimlilik, zengin ve kalabalık bir ülkenin doğmasını sağlamıştır.

Tenochtitlan, Itzcoatl döneminde (1428-40) komşu Texcoco ve Tlacopan devletleri ile ittifak kurarak Orta Meksika’da egemen güç durumuna geldi. Daha sonra hem ticari ilişkiler, hem de fetihler yoluyla, 400-500 küçük devletten oluşan, 5-6 milyonluk nüfusuyla 1519’da 207.200 km2’lik alana yayılan bir imparatorluğun merkezi oldu. Kent, en gelişkin döneminde, 13 km2’yi aşkın bir alanda 140 binden çok insan barındırıyordu; dolayısıyla Orta Amerika uygarlıklarınını tarihinde en yoğun nüfuslu yerleşim yeriydi. Aztek devleti, askerlerin egemenliğindeki bir despotluktu. Kastlara ve sınıflara bölünmüş ama dikey akışkanlığını da koruyan Aztek toplumunda yükselmenin en güvenli yolu savaşta kahramanlık göstermekti. Devlet işlerini rahipler ve bürokratlar yürütürdü. Toplumun alt katmanlarında, serfler, sözleşmeli hizmetkarlar ve köleler yer alırdı.

Aztek dini, birçok Orta Amerika kültüründen değişik unsurları özümsemiş, çeşitli inanç sistemlerinden karşıt öğeleri bir araya getirmişti. Önceki halkların birçok kozmolojik inancını paylaşan bu din, özellikle evrenin bir dizi yaradılışın sonuncusu olduğu ve 13 gök katı ile 9 yeraltı dünyası arasında bulunduğu yolundaki Maya inancını benimsemişti. Azteklerin başlıca tanrıları, Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, Yağmur Tannsı Tlaloc ve yarı tanrı-yarı kahraman Tüylü Yılan Quetzalcoatl idi. Insan kurban etme töreninde, kurbanın yüreği Güneş Tanrısı’na sunulurdu. Kan akıtma töreni de yaygındı. Dinle yakından ilişkili Aztek Takvimi, rahiplerin uğraşı olan kapsamlı bir ayinler ve törenler döngüsünün temeliydi. Orta Amerika’nın büyük bölümünde kullanılan bu takvim, 365 günlük (20’şer günlük 18 ay, artı 5 uğursuz gün) bir güneş takvimi ile 260 günlük (20’şer günlük 13 devre) bir dinsel yıldan oluşuyordu. Birbirine koşut giden bu iki yıl döngüsü, 52 yıllık daha büyük bir döngünün parçasıydı. Yöreye 1519’da gelen Ispanyol kaşifler bu uygarlığın gelişmesine son verdiğinde Aztek Imparatorluğu’nun genişlemesi ve toplumsal evrimi henüz durmuş değildi. Son Imparator Il. Montezuma (hd 1502-20), Hernan Cortas tarafından tutsak, alındı ve hapiste öldü. Imparatorluk, üstün silahlarla donanmış Avrupalılarca hızla fethedildi.

Azteklerin Batı dünyasında Codic olarak bilinen ve geyik derisi ya da sabırotu liflerinden yapılmış kağıtlara yazılmış kutsal metinleri ve elişleri, tapınaklarda korunurdu. Yazıcılar, ideogram, resimyazı ve fonetik imgelerin karışımı bir teknik kullanırlardı. Dinsel tören takvimi, kehanetler, törenler ve tanrılar ile evrene ilişkin yorumlar da yazıcıların ilgi alanına girerdi. Ülkenin fethedilmesinden sonra bu metinlerin çoğunun yok edilmesine karşın, Codex Borbonicus, Codex Borgtav, Codex Fejervary-Mayer ve Codex Cospuno gibi bazı örnekler günümüze ulaşabilmiştir. Bu el yazması metinlerin anlaşılması çok güçtür ve pek azı gerçekten Azteklere aittir.

Arkeolojik kalıntılar arasında tanrı heykelleri, dinsel içerikli taş alçak kabartmalar, duvar resimleri, kilden yapılmış insan heykelleri ve vazolar ile taş ve ahşap maskeler bulunur. Aztek sanatı temelde simgesel olduğu için bu kalıntılar yardımıyla önemli bilgiler elde edilebilir.
Aztek takvimi

Tonalpohualli denen 260 günlük dinsel yıl ile 365 günlük güneş yılını birleştiren takvim sistemi. Örnek aldığı Maya takvimi gibi, Aztek takvimi de 20'şer günlük 13 döneme bölünen dinsel yıl ile 20'şer günlük 18 aya bölünen ve ayrıca uğursuz sayılan beş günlük bir dönemi (nemontemi) içeren toplumsal yıldan oluşuyordu. Gene Maya takviminde olduğu gibi, dinsel ve toplumsal Aztek yılları her 52 yılda bir, birbirlerine göre aynı konuma gelirdi. "Yılların Bağlanması" ya da "Yeni Ateş Töreni" adıyla kutlanan bu olaya hazırlık olarak önce tüm kutsal ateşler ve evlerdeki ateşler söndürülürdü. Törende heyecanın doruğa ulaştığı anda rahipler yeni bir kutsal ateş yakardı. Ardından Aztek halkı da ocaklarındaki ateşi yeniden tutuşturur ve şölene geçerlerdi. 1790'da Mexico'da yapılan kazılarda bazalttan yapılmış, ağırlığı 25 tonu bulan, 3,7 metre çapında daire biçiminde bir takvim taşı ortaya çıkarılmıştır. Bugün Mexico Ulusal Antropoloji Müzesi'nde sergilenmekte olan taşın tam ortasında Aztek Güneş Tanrısı Tonaiuth'un yüzü görülür. Bu yüzün çevresinde de tanrının önceki cisimleşmiş biçimlerini yansıtan ve dünyanın dört eski çağını simgeleyen kare biçimindeki dört pano vardır. Bunları da Aztek ayının 20 gününü simgeleyen işaretler çevreler.

Aztek Tanrıları

Huitzilopochtli
Uitzilopochtli olarak da yazılır (Nahuva dilinin Nahuvatl lehçesinde huitzilin: “kolibri” ve opochtli: “sol”). Güneş ve savaş tannsı. Aztekler ölen savaşçıların ruhlarının kolibri (çok güzel, parlak renkli bir kuş) bedenine büründüğüne inanırlar ve güneyi dünyanın sol yanı olarak kabul ederlerdi. Bu nedenle Huitzilopochtli’nin adı “güneyin dirilen savaşçısı” anlamına geliyordu. Öteki adlarından ikisi Xiuhpilli (Turkuvaz Prens) ve Totec’ti (Efendimiz). Nahual’ı (büründüğü hayvan biçimi) kartaldı.

En eski inanışa göre Huitzilopochtli, Coatepec Dağında, Tula kenti yakınında doğmuştu. Annesi Yeryüzü Tanrıçası Coatlicue, gökten düşen bir top kolibri tüyünü (Yani bir savaşçının ruhunu) bağrında sakladıktan sonra Huitzilopochtli’ye hamile kalmıştı. Erkek kardeşleri olan güney yarıküre yıldızları Centzon Huitznaua (Dört Yüz Güneyli) ve kız kardeşi Ay Tanrıçası Coyolxauhqui onu öldürmeve karar vermişler, ama Huitzilopocthli, Xiuhcoatl'ıı (turkuvaz yılan) silah olarak kullanıp onları yok etmişti.

Başka efsanelere göre Huitzilopochtli, Aztekleri geleneksel yurtları Aztlan'dan Meksika vadisine ulaştıran uzun göç sırasında kabilenin kutsal önderiydi. Rahipler onun colibri biçimindeki tasvirini omuzlarında taşıyorlardı. Bir gece onun buyruk veren sesi duyuldu;bu bu buyruk gereğince Aztek başkenti Tenochtitlan 1325’te Meksika Vadisindeki gölde küçük ve kayalık bir adada kuruldu. Ilk tapınak, rahiplerin bir kartalı bir yılanı yutarken gördükleri kaya üzerinde yer alıyordu. Sonraki Aztek hükümdarları bu sunak yerini genişlettiler. Sekiz Kamış yılında (1487) imparator Ahuitzotl burada görkemli bir tapınak yaptırdı. Huitzilopochtli genellikle kolibri biçiminde ya da kolibri tüylerinden miğfer ve zırh giymiş bir savaşçı olarak betimlenirdi. Bacakları, kolları ve yüzünün alt bölümü maviye, yüzünün üst bölümüyse siyaha boyanırdı. Ayrıntılarla işlenmiş tüylü bir başlık giyer, elinde bir kalkan ile bir turkuvaz yılan bulunurdu.

Dinsel takvimin Panquetzaliztli (Değerli Tüy Bayraklar Şöleni) adı verilen yılının 15. ayı. Huitzilopochtli’ye ve yardımcısı Paynala (Tez Canlı: Paynal’ı canlandıran rahip, tören alayı kentin çevresinde dolanırken en önde koşardı) adanmıştı. Bu ayda, savaşçılar ve auıanime (fahişeler) tanrıya adanan tapınağın önündeki alanda geceler boyunca dans ederlerdi. Savaş esirleri ya da köleler Huitzilopochco’da (bugün Churubusco, Mexico yakınında) kutsal bir kaynağın suyuyla yıkanır, Paynal’ın başını çektiği tören alayının kenti dolaşması sırasında ya da daha sonra tapınağın sunak taşında kurban edilirlerdi. Rahipler ayrıca tanrının en önemli silahını simgeleyen, ağaç kabuğundan yapılmış bir yılan yakarlardı. Son olarak Huitzilopochtli’nin öğütülmüş mısırdan yapılan bir tasviri törensel olarak okla öldürülür, rahipler ve rahip adayları arasında paylaşılırdı. “Huitzilopochtli’nin bedeni"ni yiyen gençler bir yıl boyunca ona hizmet etmek zorundaydılar.

Aztekler güneş tanrısına günlük besin olarak (tlaxcaltiliztli) insan kanı ve yüreği sunmak gerektiğine ve "güneş insanları" olarak kendilerinin de tanrıya bu kurbanı bulmakla yükümlü olduklarına inanırlardı. Kurban yürekleri quauhtlehuanitl'e (yükselen kartal) sunulur ve quauhxicalli'de (kartal vazosu) yakılırdı. Savaşta ya da sunak taşında ölen savaşçılara quauhteca (kartalın insanları) denirdi. Savaşçıların öldükten sonra, ilkin güneşin parlak kuyruğunun bir parçasına dönüştüğüne, dört yıl sonra da sonsuza değin kolibrilerin bedeninde yaşamaya başladıklarına inanılırdı.

Büyük Huitzilopochtli rahibi Quetzalcoatl Totec Tlamacazqui (Tüylü Yılan, Efendimizin Rahibi), Yağmur Tanrısı Tlaloc'un büyük rahibiyle birlikte Aztek din adamlarının başıydı.

Quetzalcoatl
Nahuatl dilinde quetzalli: "değerli tüy" ve coatl : "yılan". Eski Meksika tanrılarının en önemlilerinden olan Tüylü Yılan. Tüylü Yılan betimlemelerinin ilk örneklerine ülkenin merkezindeki Teotihuacan kültüründe (3-8. yy.) rastlanır. O dönemde Quetzalcoatl, Yağmur Tanrısı Tlaloc'la yakından ilgili bir yer ve su tanrısıydı.

Nahua dili konuşan kabilelerin kuzeyden göç etmesiyle Quetzalcoatl inanışında önemli değişiklikler oldu. Tula kenti çevresinde gelişen Toltek kültüründe (10-12. yy.) gökcisimlerine tapınmayla ilişkili olarak savaşın ve insan kurban edilmesinin önemi arttı. Quetzalcoatl sabah ve akşam yıldızı tanrısı sayıldı ve tapınağı Tula'daki törenlerin merkezi oldu.

Aztek döneminde (14-16. yy) Quetzalcoatl rahiplerin koruyucusu, takvimin ve kitapların mucidi ve demircilerle başka el sanatçılarının koruyucusu sayıldı. Aynı zamanda Venüs gezegeniyle eş tutuldu. Sabah ve akşam yıldızı olarak ölümün ve yeniden dirilişin de simgesiydi. Arkadaşı köpek başlı Tann Xolotl’la birlikte ölmüş ataların kemiklerini toplamak için Mictlan’ın yeraltı cehennemine indiğine ve topladığı kemikleri kendi kanına bulayarak bugün yeryüzünde yaşayan insanları doğurduğuna inanılıyordu.

Bir başka önemli efsaneye göre OuetzalcoatI Tolteklerin başkenti Tula’nın rahip kralıydı. Insan değil, yalnızca yılan, kuş ve kelebek kurban ederdi. Ama Gece Göğünün Tanrısı Tezcatlipoca büyü yaparak onu Tula’dan atmıştı. Quetzalcöatl da “tanrısal su” (Atlas Okyanusu) kıyılarına inmiş ve kendini ateşe atarak Venüs gezegeni haline gelmişti. Bir başka öyküye göreyse yılanlardan yapılmış bir sala binerek doğu ufkunda kaybolmuştu.

Tezcatlipoca’nın Tüylü Yılan’a karşı kazandığı zaferde gerçeklik payı olabilir. Toltek uygarlığının ilk yüzyılında Teotihuacan kültürünün rahipler düzeni ve barışçı ilkeleri geçerliydi. Kuzeyden göç edenlerin baskısı toplumsal ve dinsel bir devrime yol açmış, yönetim rahiplerden askerlerin eline geçmişti. Ouetzalcoatl’ın yenilgisi klasik teokrasinin çöküşünü haber veriyordu. Onun doğuya yaptığı deniz yolculuğu, Toltek özellikleri gösteren Itza kabilesinin Yucatan’ı istilasıyla ilişkili olabilir. Quetzalcoatl’ ın takvim adı Ce Acatl’dı (Tek Kamış) ve onun Tek Kamış yılında doğudan geri döneceğine inanılırdı. Bu inanç Aztek hükümdarı Il. Montezuma’nın, Meksika Körfezine çıkışları (1519) Tek Kamış yılına rastlayan Ispanyol fatih Hernan Cortes ile arkadaşlarını tanrısal elçiler olarak görmesine yol açtı.

Quetzalcoatl tüylü bir yılandan başka, sık sık sakallı bir erkek olarak da betimlenirdi. Rüzgar Tanrısı Ehecatl kimliğiyle içinden rüzgar geçen iki oluklu bir maske takar ve kuzeydoğudaki Meksika kabilesi Huasteklere özgü koni biçiminde bir şapka giyerdi. Azteklerin başkenti Tenochtitlan’daki (bugün Mexico) tapınağı Ehecatl’a uygun, yuvarlak bir yapıydı. Çünkü Ehecatl’ın, rüzgara karşı keskin köşeleri bulunmadığı için dairesel tapınaklardan hoşlandığına inanılırdı. Bu tür anıtlara özellikle Huastek yöresinde sık rastlanır.

Ouetzalcoatl hem ehecatl (rüzgar) günleri, hem de ayin takviminin 13 günlük dizilerinin 18.‘si boyunca egemenlik sürerdi. Ayrıca gün saatlerinin 13 tanrısı arasında dokuzuncu sayılırdı. Genellikle birinci derece tanrılar listesine alınmakla birlikte, kendisine adanmış bir tören ayı yoktu.

Eğitim, yazı ve kitap tanrısı olarak rahip adaylarıyla soyluların çocuklarının eğitildiği calmecac’ta (tapınağa bağlı din okulu) özellikle saygı görürdü. Tenochtitlan dışında Quetzalcoatl inanışının önemli merkezleri arasında Pueblo Platosundaki Cholula sayılabilir.

Tlaloc
(Nahuatl dilinde “Tomurcuk Verdiren”). Yağmur tanrısı. Iri, yuvarlak gözlü ve uzun azı dişli bir maske takmış olarak betimlenen figürlerinin ilk örneklerine IS 3-8. yüzyıllar arasındaki Teotihuacan kültüründe rastlanır. Aynı dönemde Mayaların taptığı yağmur tanrısı Chac’la büyük benzerlikler taşır.

Aztek uygarlığı döneminde bütün Meksika’ya yayılan Tlaloc kültüne büyük önem verilirdi. Kahin takvimlerinde Tlaloc günlerin sekizinci hükümdarı ve gecelerin dokuzuncu efendisi olarak yer alırdı. On sekiz yıllık dinsel yılın beş ayı Tlaloc’a ve dağ doruklarında yaşadıkların inanılan öteki tanrılara (Tlaloque) adanmıştı. Dinsel yılın ilk ayı Atlcaualo ile üçüncü ayı Tozoztontli'de Tlaloc’a çocuklar kurban edilirdi. Altıncı ay Etzalqualiztli’de yağmur yağdırmakla görevli Aztek rahipleri gölde yıkanır, yağmur yağması için su kuşlarının seslerini taklit eder ve büyülü sis çıngıraklarını (ayauhchicauaztli) kullanırlardı. On üçüncü ay Tepeilhuitl ise Tlaloque’ye adanmıştı; bu ayda yoğrulmuş horozibiği etinden yapılma küçük tasvirler dinsel törenle "öldürülerek” yenirdi. On altıncı ay Atemoztli’de de benzer bir tören yapılırdı.

Tlaloc, kuzeyli savaşçı kabilelerin Orta Meksika’yı ele geçirmesinden önce, yüzyıllar boyunca bölgedeki çiftçi kabilelerinin ana tanrılarından biri olarak varlığını korumuştu. Savaşçı kabilelerle birlikte bölgeye Hluitzilopochtli ve Tezcatlipoca kültleri de girdi. Aztekler bağdaştırıcı bir yaklaşımla hem Huitzilopochtli’yi, hem de Tlaloc’u en büyük tanrı olarak benimsediler. Başkent Tenochtitlan kentindeki Büyük Tapınak’ta (Teocalli), her iki tanrıya ayrılmış, eşit büyüklükte iki kutsal bölüm yer alıyordu. Yağmur tanrısı başrahibi Quetzalcoatl Tlaloc Tlamacazqui’nin (Tüylü Yılan, Tlaloc’un Rahibi) ünvanı ve konumu Güneş tanrısı başrahibininkine eşitti.

Saygı gördüğü kadar korku da uyandıran Tlaloc, yağmur yağdırdığı gibi kuraklığa ve açlığa da neden olabilirdi. Yeryüzüne yıldırımlar fırlatır, korkunç kasırgalar estirirdi. Tlaloque ise Yeryüzüne bereketli vağmurlar yağdırabilir ya da ekinlere zarar veren seller gönderebilirdi. Bu tanrıların ayrıca cüzam, romatizma, vücutta su toplanması gibi hastalıklara da neden olduklarına inanılırdı. Azteklerin ölüleri yakma geleneğine karşın, bu hastalıklardan ölenlerle boğulma ya da yıldırım çarpması sonucunda ölenler gömülürdü. Bu yollarla yaşamı sona erenlerin Tlalocun cenneti olan Tlalocan’da sonsuza değin mutlu bir yaşam süreceklerine inanılırdı.

Tatlı su gölleriyle küçük akarsuların tanrıçası olan ve Matlalcueye (Yeşil Etekli Kadın) olarak da bilinen Chalchiuhtlicue (Yeşim Etekli Kadın) Tlaloc’un eşi sayılırdı.


Tezcatlipoca
(Nahuatl dilinde “Puslu Ayna”). En önemli Aztek tanrılarından. Büyükayı takımyıldızının ve karanlık gökyüzünün tanrısıdır. Tezcatlipoca kültü, IS 10. yüzyılın sonlarına doğru, kuzeydeki savaşçı Tolteklerce Orta Meksika’ya getirilmiştir. Tezcatlipoca’nın, Tanrı Ouetzalcoatl’ı (Tüylü Yılan) Tula kentinden nasıl kovduğunu anlatan çok sayıda efsane vardır. Istediği kılığa giren büyücü Tezcatlipoca kara büyüyle birçok Toltekin ölümüne neden olur; erdemli Ouetzalcoatl’ı içkiye, günaha ve bedensel tutkulara sürükleyerek Tolteklerin altın çağına son verir. Orta Meksika’daki insan kurban etme geleneği onun etkisiyle başlamıştır. Tezcatlipoca’nın nahual'ı jaguardır; bu jaguarın benekli postu, yıldızlı bir gökyüzünü andınr. Yaratıcı Tanrı Tezcatlipoca bugünkü evrenden önce yaratılıp yok edilmiş dört evrenden ilki olan Ocelotonatiuh’ta (Jaguar-Güneş) hüküm sürmüştür.

Tezcatlipoca genellikle yüzünde siyah bir şeritle betimlenir; ayaklarından birinin yerinde obsidiyenden bir ayna vardır. Guatemala’daki Mayalar ve Kiçeler 10. yüzyılda sonra Tezcatlipoca’ya Hurakan (Tek Ayak) adını verdikleri bir şimşek tanrısı olarak taptılar. Bazı betimlemelerde ayna Tezcancatlipoca’nın göğsünde yer alır. Bu aynada her şeyi gören Tezcatlipoca görünmeyen ve her yerde var olan bir tanrıdır; insanların bütün eylemlerini ve düşüncelerini bilir.

Tezcatlipoca Aztekler döneminde (IS 14-16. yy) Huitzilopochtli, Tlaloc ve Ouetzalcoatl’la birlikte en yüce tanrılardan biri durumuna geldi. Bu dönemde Tezcatlipoca’ya Yoalli Ehecatl (Gece Rüzgarı), Yaotl (Savaşçı) ve Telpochtli (Delikanlı) adlarıyla tapılırdı. Geceleri dörtyol ağızlarında savaşçılara meydan okuduğu söylenen Tezcatlipoca, halktan kimselerin ilköğretim ve askerlik eğitimi için erkek çocuklannı gönderdiği telpochcalli'lere de (delikanlılar evi) başkanlık ederdi. Ayrıca köleleri korur, “Tezcatlipocanın çocukları”na kötü davranan köle sahiplerini cezalandınrdı. Erdemi zenginlik ve ünle ödüllendirir, yanlış yol tutanları ise cüzam gibi hastalıklarla ya da kölelik ve yoksullukla cezalandırırdı.

Tezcatlipoca için, beşinci ayin ayı Toxcatl’da törenler düzenlenirdi. Rahip genç ve yakışıklı bir savaş esirini seçer, bu genç bir yıl boyunca tanrının yerini alarak lüks içinde yaşardı. Tanrıçalar gibi giydirilmiş dört güzel kız da ona eşlik ederdi. Ayin günü bu genç, çaldığı flütleri kıra kıra tapınağın merdivenlerini tırmanır, tepeye geldiğinde yüreği sökülerek kurban edilirdi.

Azteklerin başkenti Tenochtitlan dışında Tezcatlipoca’ya özellikle Texcoco’da ve Oaxaca ile Tlaxcala arasında yaşayan Mikstek ve Puebla Yerlileri tapardı.

Tlazoltéotl
(Nahuatl dilinde “Kirlilik Tannçası”). Ixcuina ya da Tlaelquani olarak da bilinir, saflıktan uzak, günahkar davranışlan temsil eden tanrıça. Huaxteca körfez ovalarındaki halklardan alındığı sanılır. Önemli ve çok yönlü bir toprak ana tanrıçaydı. Yaşamın değişik evreleriyle bağlantılı dört ayrı kimliğe bürünürdü. Genç bir kadın olarak hafifmeşrep ve baştan çıkarıcıydı. Ikinci kimliğinde insanları kötü alışkanlıklara sürükleyen yıkıcı bir tanrıçaya dönüşürdü. Orta yaşlarda, insanların günahlarını yüklenebilen büyük bir tanrıça biçimini alırdı. Son kimliğinde gençlere musallat olan öldürücü ve korkunç bir kocakarı olarak ortaya çıkardı. Aztekler tören kurallarının çiğnenmesini, yasak cinsel ilişkileri ve geleneklere uymayan davranışları günah ya da “kirli” sayarlardı. Tlazoltéotl, rahiplerine itirafta bulunan insanların günahlarını bağışlama gücüyle ünlüydü. Bir kimliğiyle insanları günaha sürüklerken, başka bir kimliğiyle günah işleyenleri bağışlayabiliyor ve dünyayı günahtan arındırıyordu. Kaba pamuktan yapılma süslü bir başlıkla, bazı tasvirlerinde de bir kurbanın derisini sarmış olarak ya da Ay simgeleri taşıyan giysiler içinde betimlenirdi.

Xipe Totec
(Nahuatl dilinde “Derisi Yüzülmüş Tanrımız”), Meksika’da yağmur mevsiminin başlangıcı olan ilkbaharın ve yeni yeşeren bitkilerin tanrısı. Aynı zamanda kuyumcuların koruyucusuydu. Yeni yeşeren bitkilerin simgesi olarak Xipe Totec, insan derisine bürünürdü. Bu deri ilkbaharda yeryüzünü kaplayan “yeni deri”yi temsil ederdi. Heykellerinde ve taştan yapılma masklarında da hep yeni yüzülmüş bir deriye bürünmüş olarak betimlenirdi.

Anauatl iteouh (kıyı tannsı) olarak tanımlanan Xipe Totec, başlangıçta altın yönünden zengin olduğuna inanılan bugünkü Oaxaca ve Guerrero eyaletlerinde yaşayan Zapotek ve Yopi Yerlilerinin tanrısıydı. Zapotekler onu bir bitki tanrısı olarak kabul ediyor ve Quetzalcoatl’la (Tüylü Yılan) ilişkşili görüyorlardı. Kesinlikle yabancı bir tanrı sayılan Xipe Totec’in tapınağı Yopico ya da Yepi Evi olarak anılıyordu. Xipe Totecin ilk temsili resimleri, Teotihuacan yakınlarındaki Xolalpan’da ve Texcoco'da Mazapan kültürüyle bağlantılı olarak yani klasik sonrası Toltek döneminde (10-12. yy.) ortaya çıktı. Aztekler bu kültü daha sonra Axayacatl yönetimi (1469-81) sırasında benimsedi. Aztek yılının ikinci dinsel tören ayı olan Tlacaxipehualiztli'de (Insanlann Yüzülmesi), rahipler yüreklerini çıkararak insanları kurban ederlerdi. Daha sonra bu kurbanların yüzülerek sarıya boyanan ve teocuitlaquemitl (altın giysi) denen derilerini üzerlerine giyerlerdi. Öteki kurbanlar ise bir çerçeveye bağlanarak oklarla öldürüldü. Yere damlayan kanlarının verimli ilkbahar yağmurlarını simgelediğine inanılırdı. Xipe Totec, onuruna söylenen bir ilahide, Yoalli Tlauana (Gece Içkicisi) olarak anılırdı. Bunun nedeni bereketli yağmurların gece yağdığına inanılmasıydı. Aynı ilahide Xipe Totec'e, bereketin simgesi Ouetzalcoatl’ı getirdiği ve kuraklığı önlediği için şükranlar sunulurdu.

Mictlantecuhtli
Ölüler tanrısı. Genellikle yüzü bir kurukafa biçiminde betimlenir. Karısı Mictecacfhuatl’la birlikte yeraltı dünyası Mictlan’ı yönetir. Savaşta, kurban edilerek, çocuk doğururken, boğularak, yıldırım çarpması sonucu ya da bazı hastalıklardan öldükleri için çeşitli cennetlerin hiçbirine giremeyenler, Mictlan’ın dokuz cehenneminde yargılanmayla geçen dört yıllık bir yolculuğa başlar. Mictlantecuhtli’nin yaşadığı sonuncu cehenneme ulaşınca ya yok olur ya da huzura kavuşurlar.

Coatlicue
(Nahua dilinin Nahuatl lehçesinde “Yılan Etekli”). Yeryüzü tanrıçası. Yaratıcı ve yok edici özellikleriyle yeryüzünün simgesi, tanrıların ve insanların anası olarak kabul edilir. Mexico kentinde, Ulusal Antropoloji Müzesi’ndeki heykeli mitolojideki anlamını çok güçlü bir biçimde somutlaştırır: Yüzü birbine dolanmış iki yılandan oluşmuş, eteği gene yılanlardan örülmüştür; yılanlar verimliliği simgeler. Insanları ve tanrıları beslediği için göğüsleri sarkıktır. Ellerden, kalplerden ve bir kafatasından oluşan kolyesi vardır. Ayak ve el parmakları pençeyi andırır; yeryüzünün insanları yutması gibi o da insanlarla beslenir. Teteoinnan (Tanrıların Anası) ve Toci (Büyük Anamız) olarak da bilinen Coatlicue, korkunç doğum tanrıçası Cihuacoatl (Yılan Kadın; Tonantzin Anamız olarak da bilinir) ve Kirlilik Tanrıçası Tlazolteotl olarak ortaya çıkan yeryüzü tanrıçasının bir görünümüdür.

-Alıntıdır-

25
Genel Kültür / Türkler ve Kayıp Kıta Mu
« : 06 Mayıs 2010, 20:11:39 »
"Efendiler,
Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselam'ın oğlu Yâfes'in oğlu olan kişidir."
Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti...
Atatürk'ün cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanda başlattığı araştırmalar, özellikle 1930'ların başında yoğunlaştı. 1930'da Tarih Heyeti'ni oluşturarak Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlattı. 1931'de ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuna ön ayak oldu ve adı daha sonra Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilen cemiyetin çalışma alanını Türk ve Türkiye tarihi olarak belirledi. Kurumun bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk genel kurulunda Türk Tarih Tezi kabul edildi.
Tez iki ana eksen üzerine oturuyordu; "Türk uygarlığı tarihin en eski uygarlıklarından biridir ve bu uygarlığın kökeni Orta Asya'dır."
Bu çalışmaların bir ayağının eksik olduğunu düşünen Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu da kurdurarak, ulusçuluğun ana öğelerinden olan dil konusunda da derin bir çalışma başlattı. Onun Türk Tarih Kurumu'nun ikinci Dil Kurultayı'nda yaptığı konuşmada yer alan "Güneş" yaklaşımı, sonradan tanışacağı Mu Efsanesinin Güneş kültü ve kendi tezi Güneş Dil Teorisi'yle doğrudan ilintiliydi.

Tarih çalışmaları, Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak, arkeoloji yoluyla yeni bilgiler sağlamak, tarihte ve bugün ırk karakterlerini antropolojik yöntemlerle saptamak gibi noktalar üzerinde şekilleniyordu.
Tarih ve Dil kurumlarının varlık nedeni de bu temellere yaslanıyordu. Atatürk, Türk uzmanların yabancı meslektaşlarına ihtiyaç duymadan arkeolojik kazılardan çıkacak yazıları inceleyebilmesi ve bu yoldan elde edilecek bilgilerle eski uygarlıkların gerçeğine ulaşmak amacıyla eski dillerin öğrenilmesi için de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdurdu.

Orta Asya Uygarlıklarının Kökeni
Türk Tarih Tezi'nde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getiriliyordu. Ama Orta Asya uygarlıklarının kökü neredeydi? Mustafa Kemal bu sorunun yanıtı olabilecek anahtara 1932'de ulaştı. İlkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'in sunduğu ön raporda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerliğe dikkat çekiliyordu.
Mayatepek, bu süreci inceleyip Atatürk’e raporlar halinde iletmesi için 1935’de Meksika’ya maslahatgüzar atandı. Çok geçmeden de arkeolog William Niven’in Meksika’da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churcward’ın Hindistan’da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk’ü haberdar etti. O da söz konusu yazarların kitaplarının çevrilmesini emretti. Sağlığı yerinde değildi ama, 1937 yılının önemli bir bölümünü geniş bir kurulca gerçekleştirilen bu çeviriler, üzerlerinde notlar alarak incelemekle geçirdi.

Atatürk’ün özellikle altını çizip notlar aldığı bölümler insanlığın yaratılışı, 64 milyon nüfuslu bir kıtanın batışı, kıtadan göçler ve özellikle de Orta Asya, Uygurlar ve Türklerle ilgiliydi.
Mayatepek başlangıçta bu temelden yola çıkıp raporlarında Amerika ve Meksika yerlilerinin dillerindeki Türkçe sözcükleri incelemiş ve yerlilerin kültürel kaynakları ve güneş kültünün dinlerindeki etkilerine yoğunlaşmıştı.

Ancak 29 şubat 1936 tarihli 7. raporu çarpıcı bir biçimde başlıyor ve şaşırtıcı bilgilerle devam ediyordu.
"Uygur, Akad, Sümer Türkleri’nin Pasifik Denizi’nde ilk insanların zuhur ettiği Mu’daki büyük medeniyet, dil ve dinlerini cihana yaydıklarına dair yepyeni ve mühim malumatı ihtiva eden rapor: Kuzey Amerika alimlerinden Cononel James Churcward 4 Kıta eserinde dünyada ilk insanların ilk zuhur ve saadet diyarı olarak Tevrat’ta ‘Gan Edn ve Kuran’da “cennati Adn’namı altında zikri geçen ve Pasifik deniz’inde bulunan ‘Mu’ kıtasında ortaya çıktığı ve bu büyük kıtanın 11 bin 500 sene evvel müthiş depremler ve patlamalar neticesinde 24 saatte 64 milyon nüfusuyla denize battığı ve ilk yüksek medeniyetin, dilin ve vahdaniyete dayalı dinin ve fen ilimlerinin Mu kıtasından 70 bin sene önce Maya namıyla çıkarak Asya’da Uygur, Hindistan Naga-Maya, Fırat nehri deltasında Akad, Mezopotamya’da Sümer, Kızıldeniz’in batısındaki arazisindeki Mayu ve Etiyopi kıtasında Tamil namlarını almış olan Mu çocukları tarafından bütün cihana yayılmış olduğu vesaire hakkında, şimdiye kadar Doğu’da ve Batı’da yayımlanan kitapların hiçbirinde görmediğim çok derin ve 50 sene süren incelemeler mahsulü malumata tesadüf ettim."
Mayatepek Churcward’ın kitabından şunları naklediyordu: "Eski Türklerin ilk vatan ve kökenleri şimdiye kadar bildiğimiz üzere Orta Asya olmayıp, Pasifik Denizi’nde 200 bin sene mevcudiyetten sonra batmış olan Mu kıtası olduğu ve Orta Asya’ya, Mezopotamya’ya, Yukarı ve Aşağı Mısır kıtasına ve Etiyopi’ye Mu kıtasından binlerce sene evvel gelip Mu’daki yüksek kültür ve medeniyetlerini, dil ve dinlerini yaydıkları anlaşılıyor."
Raporda Mu’ya ait bazı sembolleri açıklayarak dünyanın dört bir yanına dağılan uygarlıkları da anlatıyordu:
"1.Kol: Bu kolu Mu’dan ‘Maya’ namıyla çıkarak Asya’nın doğu kıyılarına ayak bastıktan sonra ‘Uygur’ namı alan Mu çocukları teşkil etmektedir.
2.Kol: Bu kolu teşkil eden Mu çocukları gemilerle ve ‘Maya’ namıyla çıkarak Hindi Çini kıyılarına çıkmışlar ve oradan ‘Burma’ kıtası istikametinden Hindistan’a girerek oralarda, ‘Naga Maya’ namını alıp, bu namda büyük bir imparatorluk vücuda getirmişlerdir ve bu devlet 200 bin sene devam ettikten sonra yok olmuştur. Bu insanların bir kısmı Hindistan'ın batısından gemilerle Basra Körfezi’nin kuzeyinde Fırat Nehri deltasına girerek, bu yerlere ‘Akad’ ve daha kuzeye ilerleyerek bu havaliye de ‘Sümer’ adını vermişler ve kendileri de bu namı almışlardır."
Churcward’ın yapıtı kaynak gösterilerek nakledilen bilgiler arasında şu satırlar da yer alıyordu:”Uygur İmparatorluğu ortadan kalkmadan önce Türk İmparatorluğu’nun mevcut olmadığı ve bu imparatorluğun, Uygur İmparatorluğu’nun yukarıda izah olunan felaketler neticesinde son bulmasından sonra, 10-11 bin sene evvel ortaya çıktığı ve ırktaşlarımız olan Akadlar’la Sümerler’in Orta Asya’dan değil, doğrudan doğruya 70 bin sene evvel Mu kıtasından çıkıp Hindi Çini, Burma, Hindistan yolu ile evvela Fırat deltasına ve müteakiben Mezopotomya arazisine yerleştikleri anlaşılmaktadır.”

26


Eski efsaneler, eski Tanrılar, Eski kahramanlar hiç ölmediler. Sadece biz onları yeniden çağırana dek zihinlerimizin derinliklerinde uykuya çekildiler.”

Satanley Kunitz, Poet

Dünyanın en ünlü efsane ve mitlerini merak mı ediyorsunuz? Asırlar öncesinden bugüne, nesilden nesile aktarılarak gelen en sürükleyici hikâyeleri bu kitapta bulacaksınız. İlk anlatımlarından binlerce yıl sonra bile hâlâ geçerli olan efsanelerin ardındaki anlamaları kavrayacak, kültürel önemlerini anlayacak, eski Yunan kahramanlarından Avustralya Aborjinlerinin rüyalarına kadar tüm karakterlerle konuları bu kitapta keşfedeceksiniz.

27
Sinema / The Dark Knight Rises
« : 06 Mayıs 2010, 19:55:01 »


Christopher Nolan'ın yönettiği 'Batman' serisinin merakla beklenen üçüncü filminin gösterim tarihi açıklandı.

Sİnema tarihinin en iyi çizgi roman uyarlamaları arasında yer alan Christopher Nolan imzalı 'Batman Begins/ Batman Başlıyor' ve 'The Dark Knight/ Kara Şövalye'nin ardından çekilecek üçüncü filmin 20 Temmuz 2012'de gösterime gireceği açıklandı.

Özellikle serinin ikinci filmi 'The Dark Knight' eleştirmenler tarafından büyük övgü almış ve tüm zamanların en fazla izlenen filmlerinden biri olmuştu. 2000'lerin en iyi filmleri arasında gösterilen 'The Dark Knight' Ledger'ın Oscar alan performansıyla da sinema tarihine geçti.

Heath Ledger'ın ani ölümüyle serinin üçüncü filminin çekilip çekilmeyeceği merak konusu olmuştu. İlk önce yönetmen Nolan, üçüncü filmin çekileceğini söyledi daha sonra ise Warner Bros'tan gelen bir açıklamayla filmin vizyon tarihi belli oldu. David S. Goyer'in yazıp Christopher Nolan'ın yöneteceği film 20 Temmuz 2012'de seyirciyle buluşacak.

İlk iki filmde yer alan Christian Bale, Michael Caine, Morgan Freeman ve Gary Oldman'ın yeni filmde de rol alacağı kesinleşirken, yeni 'kötü adam'în kimin olacağı merakla bekleniyor.



28
Güncel / Amazon Ormanlarında Kayıp Dünya
« : 06 Mayıs 2010, 16:46:07 »



Brezilya ve Venezuela arasında bulunan Roraima Dağı, dünyanın en gizemli yerlerinden birisi olarak kabul edilmektedir.Amazon ormanlarının ortasından fırlayan ve bulutların üzerine çıkan 2770 metre yüksekliğindeki Roraima Dağı, bilimadamlarının tanımıyla kayıp dünyadır.

Son derece sert kuvars taşından oluşan bu ilginç dağ, bir mimarın elinden çıkmış görüntüsü vermektedir. Çünkü 4 bir yanından yontulmuş el yapımı bir binayı andırıyor.Bu görüntüsü yüzünden uzun süre bu dağı burada yaşayan insanların yapmış olabileceği düşünüldü.Bu yönde çok sayıda araştırma yapılmasına rağmen bu tezi doğrulayacak bir bulguya rastlanmadı.

Bu sarp ve çıkılması çok zor olan dağın sadece görünümü değil, zirvedeki esrarengiz coğrafi farklılıkları da bir türlü çözülemedi. Dağın en tepesinde çok sayıda şelale bulunuyor. Bu kadar sert bir dağ'da çok sayıda şelale bulunmasının sırrı çözülemedi. Dağın zirvesinde sayısız mağara ve tüneller bulunuyor. Bu tüneller içerisinde uzunluğu yaklaşık 500 metre olan mağaralar var.44 metre yüksekliğinde ve tamamen kuvars tüneller, burada inceleme yapan yer bilimcileri bile şaşkına çevirdi.

Bazı alanları saf granitten olan Roraima Dağı, sadece kendi görüntüsüyle değil üzerinde yaşayan canılarla da şaşırtıyor. Dünyanın en küçük kurbağası bu dağın sirvesinde yaşıyor. Ayrıca dağda yaşayan bitki ve hayvanları buradan başka yerde görmek mümkün değil.

29
Çizgi Roman & Manga / Zaman Çarkı Çizgi Roman Oldu
« : 06 Mayıs 2010, 14:00:16 »


Robert Jordan’ın ünlü fantastik edebiyat serisi Zaman Çarkı (The Wheel of Time) çizgi romana uyarlandı. Dabel Brothers Publishing tarafından yayınlanacak serinin sıfır numarasıyla giriş niteliğindeki ilk sayısı bu hafta raflara çıktı. Roman serisinin ilk kitabı Eye of the World (Dünyanın Gözü) çizgi romana sektörün ünlü isimlerinden Chuck Dixon tarafından adapte edildi ve çizerliği de Chase Conley üstlendi.

İki farklı kapakla yayınlanmış olan 0. sayıdan sonra aylık seri formatında yayına devam edecek. Hikaye tamamlanınca alışılageldiği üzere cilt formatında da satışa çıkacak.

Pek çok eleştirmen tarafından Tolkien’ın Yüzüklerinin Efendisi serisinin ardından basılmış en başarılı fantastik edebiyat eseri olarak kabul edilen Robert Jordan’ın Zaman Çarkı serisinin sadece Kuzey Amerika’da 15 milyon, dünya genelinde ise 44 milyondan fazla kopyası satıldı. Bugüne dek basılan tam 11 ciltten son 4 tanesi New York Times’ın en çok satanlar listesinde bir numarada yeraldı. Zaman Çarkı’nın film haklarının da 2008 yılında Universal tarafından satın alınmış olduğunu bir dip not olarak belirtelim. Son birkaç yıldır da Devil’s Due Publishing tarafından Forgotten Realms ve Dragonlance gibi popüler diğer fantastik edebiyat serilerinin çizgi romanları yayınlanmaktaydı.

30
Bilim & Teknoloji / Tümörü Yok Eden Robot
« : 06 Mayıs 2010, 13:55:28 »
Amerikalı araştırmacılar, kanda yaptığı yolculukla kanserli tümörü bularak içine giren ve hastalığa yol açan geni bloke edebilen bir "nanoparçacık robot" geliştirdi.

Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, insanda kullanılması mümkün olabilecek bu yeni kanser tedavi türüne RNA müdahalesi (RNAi) adı veriliyor.

Alnylam, Merck, Pfizer, Novartis ve Roche gibi firmalar, "RNA güdümüyle, kanser, körlük veya AIDS gibi hastalıkların gelişiminde rol oynayan proteinleri üreten genlerin devre dışı bırakılması" yöntemi üzerine çok sayıda çalışma yürütüyor.

Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nden araştırmacılar, "çok küçük cisimlerin bilimi" olan nanoteknolojiyi kullanarak, mikroskobik büyüklükte "polimer robotlar" üretti.

"Transferrin" adı verilen proteinlerle örtülü bu robotlar, kan yoluyla yolculuk yaparak, bu proteinle, çeşitli tipteki tümörlerin giriş kapısını (reseptör) arıyor.

Araştırmaya önderlik eden, kimyasal mühendislik profesörü Mark Devis, tümörün, gidilmesi gereken noktasına ulaşılabilmesi ve mekanizmanın görevini yapabilmesi açısından önemli bir aşama kaydettiklerini, geliştirilen yeni teknolojinin heyecan verici bir aşamada olduğunu belirtti.

Daha önce de, yağ veya lipidler kullanılarak, tümördeki hedefe varma yöntemleri geliştirilmişti. Pfizer, Roche ve Alnylam, geliştirdikleri RNAi ilaçlarını hedefe götürme yöntemleri geliştirmişlerdi.

Davis ve meslektaşlarının yönteminde, kanserli hücreyi bulan parçacık içeriye girerek, müdahale edici "RNA" veya "siRNA"yı bırakıyor ve "ribonükleotid redüktaz" denen ve kanserin büyümesine yol açan denen proteini üreten gen bloke ediliyor.

Davis, mekanizmanın işleyişine ilişkin açıklamasında, "kimyasal sensör adını verdiğimiz parçacığımız (robot), belirlediği hedef hücreye girince, tamam, RNA'yı bırakma zamanı geldi diyor" şeklinde konuştu.

Yöntemin, çeşitli tipte tümörlere sahip kanser hastalarında birinci aşama klinik deneylerinde, 21 günlük süre içerisinde hastalara 4 kez, 30'ar dakikalık seanslarda, parçacıkların oluşturduğu ilaç verildi.

Daha sonra hastaların tümörlerinden alınan örneklerde, parçacıkların tümör hücrelerinin içine girdikleri anlaşıldı.

Parçacığın, yani robotun taşıdığı RNA'nın görevini yaptığı, kanserin gelişimine yol açan proteinin çalışmasını engellediği gözlendi.

Davis, bu tedavinin tümörü küçültüp küçültmeyeceğini henüz bilmediklerini, tedavinin güvenliği açısından da henüz bir şey söyleyemeyeceklerini ifade etti.

Çalışmanın bir bölümü, Haziran ayında yapılacak olan "American Society of Clinical Oncology" toplantısında sunulacak.

Sayfa: 1 [2] 3