Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - KoyuBeyaz

Sayfa: 1 2 3 [4]
46
FRP Arşivleri / Duel Arena (+16)
« : 06 Eylül 2010, 22:53:40 »
''Burası uzun zamandır terk edilmiş gibi sessiz. Heyecanını yitirmiş insanlar için en iyi ilaç nedir biiyor musunuz? İyi bir dövüş. Neden bahsettiğimi anlıyorsunuz değil mi? Evet, gladyatörler!''

Kayıp Evren hazır olana kadar oyalanacak birşey lazımdı değil mi?

'Duel Arena', forum frplerinde en büyük eksik olarak gördüğüm şeyin olmamasına dikkat ederek düşündüğüm bir proje. Frpler uzun tutuluyor fakat asla bir sonuca bağlanmıyor forumun ağır işleyişinden dolayı. Burada ise sonuca varmak basit. Ya siz rakibinizi devirirsiniz ya da o sizi!

İki kişilik rpler şeklinde olacak dövüşler. Temel olarak bir taraf saldırır, diğer taraf savunur. Saldıran 5 saldırı hamlesi yapar tasvir ile, savunan taraf bu 5 hamleyi karşılar. İki taraf da hamlelerini yaptıktan sonra DM bu hamleleri betimleyerek bir dövüş sahnesi gibi aktarır ve tur sonundaki değerleri verir. Önceki tur saldıran diğer turda savunmaya geçer ve iki taraftan biri devrilene kadar devam eder.

Şansın oyuna katkısı %5 en fazla. Zar sistemi yok, saldırının veya savunmanın başarısı tamamiyle yapılan hamlelerdeki mantığa ve akıcılığa bağlı. Kendizi bir dövüşteymiş gibi düşünerek hamlelerinizi dikkatli yapmanız gerekmesini amaçlıyorum, strateji en önemli faktör. Üzerinize son hızla gelen kılıcı elinizle durdurmaya çalışırsanız parmaklarınızı kaybetmeniz işten bile olmaz.

Oyunun dinamikleri vesaire herşey belli, fakat katılımın olup olmayacağını bilmediğim için ayrıntıya boğmayı istemiyorum. Böyle bir şey yapılsa katılır mısınız, merak ettiğim bu. Eğer istenirse bölüm yöneticimiin de yardımıyla bu oyunu açmak ve oynayan olduğu sürece oynatmak istiyorum. Fakat uzun süredir sessiz kalan dipsiz konak yeniden ziyaretçi çekebilecek mi bilemediğim için şüphe içindeyim.

Tek kelimelik 'varım, evet' tarzı yorumlar bu başlık için münasip sayılabilir.


47
Eğlence & Mizah / Yaratık Tasarlayalım! mı?
« : 31 Ağustos 2010, 07:22:10 »
Selamlar sevgili forum ahalisi.

Bir çoğunuzun bilmediği gibi (ya da tınlamadığı gibi) forumumuzda uzun zamandır alttan alttan oluşan ve artık bitmeye oldukça yaklaşmış(!) bir FRP projemiz bulunmakta. Buyrunuz link: Kayıp Evren

Reklamlardan sonra konuya gelirsek,

Bu evrende bulunan, frp oynarken karşınıza çıkacak yaratıkları ordan burdan çalmıyoruz tabi. Bunları da birinin tasarlaması gerekiyordu, o görevi de ben aldım. Lakin kısıtlı olan hayal gücümü ne kadar zorlasam da orjinal şeyler çıkmıyor maalesef. Bu yüzden de yardımınızı bekliyorum, bekliyoruz.

Olay şu efem, yaratık tasarlayıp tasvir edin. Kocaman gözleri olan, 3 bacaklı, sivri pençeli, gagalı boğa yılanı tarzı çizilmesi imkansız şeyler olmazsa sevinirim tabi. Tasarımlarınız korkutucu olabilir, sevimli olabilir, 'bu ne lan?' olabilir, fark etmez. Fikir çeşitliliği olsun istiyorum sadece. Belki de evrendeki en acımasız yaratık sizin evcil hayvan olarak düşündüğünüz bir fikirden doğar, kim bilir?

Hem şu bölümde forumun hayrına bir konu açılmış olsun bu bahaneyle.

Bu arada, şöyle bir de ekran görüntüsü şey edeyim bir fikir olması açısından.

Spoiler: Göster


Kayıp Evren için tasarlanmış ilk yaratık taslağıdır efenim. [*]Aslında bir iki uzvu hariç olduğu gibi bakılarak çizilmiştir. Üstüme gelmeyin.[/*]

48
Kurgu İskelesi / Bakış Açısı
« : 26 Temmuz 2010, 03:19:52 »
  ''Ellerini kaldır dedim Smith! Seni vurmak istemediğimi biliyorsun dostum.''

  Tek eliyle, kırmızıya boyanmış penyesinin sol omzunu tutan iri cüsseli adam yavaşça kendisine silah doğrultmuş kişiye doğru döndü. Üstü başı kir ve toz içindeydi, üzerindeki kıyafet yer yer yırtılmıştı ve omzundaki kurşunun açtığı yaradan akan kanla sırılsıklam olmuştu. Sol gözü, hemen altındaki sıyrıktan kan akıtacak şiddette seyirdi ve Smith gülümsedi.

  ''Yüzüne silah doğrulttuğun bir adama dostum demen çok yanlış. Bilirsin, dostlar genelde arkadan vurmayı tercih ederler.''

  ''Bunu yapmak zorunda olmadığını biliyorsun. Bırak şu aleti elinden.'' Adamın gözü sürekli Smith’in elindeki ufak tetikleme cihazına kayıyordu. ''Orada sevdiğin insanlar da var aptal herif! Milyonlarca sivili öldürerek ne elde edeceğini zannediyorsun!?''

  Adamın sol gözü bir kez daha seyirdi ve gülümsemesi büyüdü. Aldığı derin nefesler bütün vücudunu sarsıyor ve her sallanışında omzundan daha fazla kan geliyordu ama bu onun umrunda değil gibiydi. Patlamış dudağından ağzına akan kanı tükürdü ve umursamaz bir şekilde bağırarak cevapladı adamı;

  ''İnsanlar iyiyle kötünün farkını bilmez Jack. Şüpheye düştüklerinde birisinin onlar adına karar vermesini isterler. Doğrunun ne olduğunu sorarlar. Yanlış olduğunu düşündükleri şeyler için günah çıkartırlar değil mi? Peki doğru olduğunu düşündükleri fakat aslında yanlış olan davranışları için ne bok yiyorlar söyle bana!''

  Birden bağırmasıyla göz bebekleri büyüyen ve gülüşü bir anda yerini korkutucu bir öfkeye bırakan adam birkaç nefes alış süresi konuşmadı.

  ''Sakin ol. Yanlış bir şey yapmak istemezsin.''

  Adam bir an karşısındaki perişan olmuş FBI ajanına baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.

  ''Asıl doğru olan şeyi yapmak istemiyorum!''

  Ve elindeki ateşleyicinin düğmesine hiç düşünmeden bastı.

-----
Uzun zaman önce...

  Beyaz renkli eski model minibüs toprak yolda takırdayarak ilerliyor, arkasından yerden kaldırdığı büyük bir toz bulutu da onu takip ediyordu. Sıcak havada arabanın hararet yapmaması için fazla hızlanmayan sakallı, esmer sürücü yanındaki pet şişeyi kafasına dikerek ılımış sudan bir miktar daha içti. Karşısında uzanan bomboş çöl arazisine tekrar kafasını çevirdiğinde sonunda varmaları gereken yere geldiklerini belli eden siyah bir cip gördü. Kalbi bir anda hızlanan adam heyecandan elindeki su şişesini düşürdü ve pantolonu bir anda sırılsıklam oldu.

  ''Sakin ol. Yalnızca yapman gerekeni yap, uzun sürmeyecek.''

  Minibüsün arkasından motorun sesini bastırmak için bağırarak söylenmiş bu sözler sürücünün heyecanını dindirmede pek etkili olmadı, hatta adamın kalbi daha da hızlı çarpmaya başlamıştı.

  ''Lütfen bana bir şey olmasına izin verme.'' dedi görünürde hiçbir şeyin olmadığı arka tarafa doğru dönerek. Fakat bir daha cevap alamadı. Kısa bir süre sonra ellerinde AK47 model otomatik tüfeklerle kendisini bekleyen iki militanın yanına vardı ve aracı durdurdu. Yüzlerini siyah bezlerle örtmüş olan adamlar oldukça tehditkâr görünüyorlardı. Minibüsün durmasıyla aracın yanına geldiler ve sürücü kapısını açtı içlerinden biri. Adam aracın arka kasasına üstün körü bir bakış attı ve sürücüye döndü.

  ''Her şey hazır mı?''  

  Sürücü kafasını yukarı aşağı salladı çaktırmadan yutkunurken. Militan bunun üzerine adamın kolundan sertçe tuttu ve minibüsten indirdi; zavallı adam korkudan ne yapacağını bilmez bir halde tökezleyerek bastı çöl zeminine. Militan bunun üzerine minibüse bindi ve ileride duran diğer adama ''Her şey tamam!'' diye bağırdı. Diğer militan kafasını tamam anlamında salladı ve ne yapacağını bilmez bir şekilde bekleyen sürücüye silahını doğrultarak hiç tereddüt etmeden tetiğe bastı.

  Araç tekrar hareket etmeye başlarken arkadaki kolilerin arasında saklı duran Smith ''Üzgünüm.'' diye fısıldadı.

49
Kurgu İskelesi / Aléste Odén Hikayeleri
« : 11 Temmuz 2010, 04:21:02 »

''Aléste Odén 'Ölümün Komutanı' olarak da bilinen dişi bir namevt[*]Undead - Yaşar yaşamaz - Diriltilmiş.[/*]tir. Kendisine yaptığı katliamlarda yardım eden bir ordusu olduğu rivayet edilir. Irkıyla ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Daima onunla olan atının da kendisi gibi ölümsüz olduğu bilinmektedir. Mükemmel bir necromancer ve aynı zamanda kılıç ustasıdır. Kılıcı ‘Godslayer’ binlerce efsanede geçmekle birlikte, varlığı kanıtlanmamıştır. Kılıcın, Aléste’nin öldürdüğü her canlının ruhunu içinde hapsettiği ve onları kontrol etmesine olanak verdiği söylenir. Bir necromancer için ruhlarla dolu bir silah taşımak bulunmaz bir fırsattır.''


Giriş Bölümü - Nöbet

 Bütün geceyi uykusuz geçirmiş olan yorgun nöbetçi, mızrağından destek alarak zar zor ayakta durabiliyordu. Gözlerinin altı morarmış, soğuk kış gecesinde iliklerine kadar üşümüş, üstelik tuvaleti gelmişti. Nöbet değişimi günün doğuşuyla gerçekleşecekti fakat bütün gün gökyüzünü kapatmış olan kara bulutlar yüzünden günün normalden daha geç ışıyacağını gayet iyi biliyordu zavallı asker. Rüzgarın hışırdattığı yapraklar dışında tamamen sessiz ve karanlık olan gecede, olduğu yerde etrafa göz gezdirdi bir kez daha. Hiçbir şey yoktu ortalıkta. Son iki haftadır olmadığı gibi.

 'Her şey o aptal söylentiler yüzünden' diye düşündü mızrağını bırakıp bıkkınca arkasındaki tahtadan çite yaslanırken. 'Günlerdir nöbet tutuyoruz, hem de gece gündüz! Neymiş efendim tehlike varmış. Yok neymiş garip şeyler oluyormuş, şeytan dünyaya inmişmiş bilmem ne. Şeytan dünyaya indi de at üstünde mi geziyormuş dünyayı?' Küçük bir of çekip kafasını geriye, çite yasladı. Derinden gelen bir yorgunlukla esnedi, hava aydınlanana kadar daha birkaç saat olduğunu tahmin ediyordu. Etrafına bir kez daha baktıktan sonra biraz dinlenmeyi düşündü ve artık açık durmaya tahammül edemeyen ağırlaşmış göz kapaklarını kapattı.




 Başında nöbet tuttuğu yer tarımla uğraşan insanların kurduğu küçük bir yerleşim birimiydi eskiden. Eteklerinde bulunduğu yanardağın eski faaliyetleri, çiftçilere oldukça verimli topraklar bırakmıştı geçmiş yüzyıllarda. Burada yetiştirilen üzümler ülkenin en kaliteli şaraplarının ana malzemesi olana kadar gayet sessiz ve sakin bir hayatı vardı ilk yerleşimcilerin. Şöhretleri arttığındaysa bu şirin köy gezginlerin, şarap yapımcılarının ve daha iyi ürünler elde etmek isteyen çiftçilerin akınına uğradı. Kısa sürede nüfusu arttı, yeni binalar, yeni insanlar, gezginlerin konaklayacağı yeni yerler derken, kocaman bir kasaba olup çıktı birkaç yıl içinde.

 Kraliyetin farklı yerlerinden gelen yüzlerce insanla harmanlanmasına rağmen kasabada huzur bozucu herhangi bir olay görülmemişti uzun zamanlar. Herkes kendi işiyle uğraşıyordu, toprak bol olduğu için yerleşim sorunu da çıkmamıştı hiçbir yerde. Kasabalılar da genelde huzuru seven, sakin yapılı insanlar olan çiftçilerden oluştuğu için gayet yaşanabilir bir yer olmuştu burası. Ta ki kuzeyden korkunç söylentiler gelene kadar.

 Yaklaşık üç ay önce, gene sıradan bir güne uyanmıştı kasaba halkı. Sonbaharın kendini iyiden iyiye göstermeye başladığı vakitlerdi bu zamanlar. Çiftçilerin fazla işleri olmazdı yılın bu vakitlerinde, onlar da günün çoğunu kasabanın kahve ve meyhanelerinde oturup laflayarak geçirirlerdi. İşte gene böyle bir günün öğle vaktinde, kasabanın hanına giren yabancı bir gezginden duydular ilk söylentileri.




 Hanın kapısı hızlıca açıldı ve içeriye gezgin olduğu üzerindeki giysilerden ve sırtındaki torbasından anlaşılan bir adam girdi. Hancının yanına gelip kalacak yer ve sıcak yemek sorduktan sonra kasabanın misafirperver çiftçilerinden bazılarının davetini kabul edip içki içmeye oturdular. Çiftçiler ülkede olan biteni gezginlerden ve tüccarlardan öğrenirlerdi, bu yüzden gelenlere bir içki ısmarlayıp sohbet etmek ve neler olup bitiyor öğrenmek gelenek haline gelmişti artık. Gezginlerin önüne gurur kaynakları olan şarapla dolu bir bardak koyup anlattıkları her şeyi can kulağıyla dinlerlerdi, yeni bir gezgin uğrayana kadar da bu haberlerin dedikodusu dolaşırdı etrafta. Fakat bu sefer duyacakları hikayeler çekirge sürüleri gibi masum şeyler olmayacaktı.

 'Kuzeyde işler pek iyi değil.' dedi gezgin, kendisini dinlemek üzere toplanmış büyük kalabalığa. 'Bazı köylerden güneye göç edenler var. Yağmalamalar oluyormuş duyduğuma göre. Kuzeyde üretilen ne varsa bitmiş sarayda, yenisi de gelmiyormuş. Bazıları diyor ki etrafta gezen garip yaratıklar varmış. Bazıları da barbarların işi olduğunu söylüyor bunun. Hatta şeytanın yer yüzüne indiğini söyleyen bir deli bile gördüm yolda.' diyerek güldü ve önündeki bardağı kafaya dikip içindekini bitirdi adam.

 'Neyden kaçıyorlarmış ki?' diye sordu kalabalıktan birisi. Neredeyse bütün kasaba halkı handa toplanmış bu gezginin anlattıklarını dinliyordu. Kendisine yöneltilmiş meraklı bakışların hoşuna gittiği her halinden belli olan adam keyifle geriye yaslandı sandalyesinde. ‘Tam olarak bilmiyorum. Ama yanıp kül olan bazı köyler var, orası gerçek. Bir şeyler oralardan geçmiş ama ne olduğunu ancak tanrı bilir.’ Sonra konuşmayı kesip önündeki boş bardağa manalı bir biçimde baktı adam. Hancı mesajı almış olacak ki bir dakika sonra elinde büyük bir şişe şarapla geri döndü. Kupası yeniden dolan gezgin halinden gayet memnun görünüyordu.

 'Bir de kara bulutlardan bahsediyorlar geldiğim yerlerde. Söylediklerine göre köylerdeki huzursuzluklar hep kuzeydeki dağlardan gelen koca bulut kütleleriyle başlamış. Hayvanlar ahırlarında huysuzlaşmış, ayçiçekleri güneşe dönmez olmuş. Hava sertleşmiş, fırtınalar vurmuş dağın eteklerine. Sonrası muamma. Tanrı oradakilerin yardımcısı olsun.'




 Kasabanın yeni gündemi belli olmuştu bu günden sonra. Haftalarca insanlar arasında söylentiler dolaştı. Bazıları korkuyor, bazıları kuzeydeki barbar halkların saldırdığını ve kraliyetin yakında karşı koyacağını söylüyor, bazıları kıyametin geldiğini söyleyip etrafa tedirginlik yayıyordu. Üstelik kasabaya kuzeyden gelen tüm insanlar farklı ama hiçte iç açıcı olmayan yeni dedikodular getiriyordu. Hepsi de kasabada geceyi geçirip sabah güneş doğmadan güneye doğru kaçarcasına yollarına devam ediyorlardı. Kasaba üzerinde gerginlik giderek artıyordu.

 İlk söylentilerin üzerinden yaklaşık iki ay geçti. Kasaba uzun zamandır ilk kez güneyden gelen ziyaretçiler gördü bir sabah. Ne var ki bu onların rahatlamasına değil daha da huzursuzlaşmalarına sebep oldu. Gelenler Kraliyet Ordusu askerleriydi. Tüm kasaba halkı askerleri görmek için sokaklara dökülmüştü fakat onlar hiçbir şey söylemeden geçip gittiler. Arkalarında yüzlerce yeni düşünce bırakarak tabi ki.

 Sonraki günlerde kuzeydeki barbarlar teorisi güçlenmişti söylentiler arasında, ama işin kötü yanı insanların ordu gerektirecek kadar büyük bir sorunla karşı karşıya olduklarını görmüş olmalarıydı. Tedirginlik zaman zaman yerini paniğe bırakırken, kasabada korku arttı. Bazıları topraklarını bırakıp göç etmeye hazırlandı. Bazıları kalıp savaşmaları gerektiğini söyledi. Bazılarıysa ordu için dua etmekten başka bir şey yapamayacaklarını düşündü. Ortak olarak yaptıkları bir şey varsa, o da yabancılara güvenmemekti. Kasabanın misafirperverliği de huzuru gibi yok olmuştu.




 Genç nöbetçi yüzüne vuran su damlacıklarıyla açtı gözlerini. Elinden kaymış olan mızrağını görüp aldı ve ayağa kalktı hemen. Uyuyakalmış olmalıydı. Hızlıca ayağa dikildi ve bu olay hiç olmamış gibi eski pozisyonuna dönerek hızlıca etrafına baktı. Hava hala karanlıktı ve yağmur başlamıştı. Kendisini gören kimsenin olmadığına kanaat getirerek içinden bir oh çekti ve nöbet pozisyonuna geri döndü. Kaskatı ve dimdik.

 Sonraki birkaç dakikada yağmur yavaş yavaş hızlandı. Adam içinden lanetler okuyor olsa da kendi sağlamlığını test edermiş gibi kıpırtısız duruyordu sağnağın altında. Aniden her yeri bembeyaz eden bir şimşek çaktı, gök sanki yarılmış gibi gürledi. Kasabadan köpek havlamaları duyulmaya başladı ardından. Sonra diğer hayvanlarda çıldırmış gibi bağırmaya başladı. Şimşekler giderek daha sık çakmaya başlarken nöbetçinin içine bir korku girmişti.
Etrafa baktı dikkatlice, yağmur yüzünden pek bir şey görünmüyordu. Karşıdaki geniş ormanın silüeti artık sık sık çakan şimşeklerle bir görünüp bir kayboluyordu ve bu görüntü adamın tedirginliğini daha da arttırıyordu. İçini kaplayan korku büyüdü. Ne olduğunu bilmiyordu, ama hissediyordu. Bir şeyler geliyordu.

 Gök son bir kez yarılırmışçasına gürledi, aynı anda köydeki hayvanların hepsi sustu. Yağmur saniyeler içinde kesildi, rüzgar her şeyi sökecekmiş gibi esmekten vazgeçerek yerini ürkütücü bir durgunluğa bıraktı. Genç nöbetçi sıkı sıkı sarıldığı mızrağını önüne doğrulttu. İçinden aklına gelen her duayı ederek duyularını keskinleştirmeye çalıştı. Sonsuz gibi gelen bir süre hiçbir ses ya da hareket olmadan geçti. Nöbetçi, kalbinin göğsünden fırlamak için verdiği mücadele dışında hiçbir şey duymadı. Sinirleri aynı gerginlikte kaskatı beklerken, sessizlik vahşi bir kişneme sesiyle bozuldu. Adam sesi duyunca bir anda olduğu yerde zıpladı, uzun mızrağını ıslak elleriyle sıkı sıkıya kavradı.

 'Kim var oda?' diye karanlığa doğru bağırdı ama sesinin titremesine engel olamamıştı. Korku içinde, karanlık gecede görebileceği herhangi bir şey için etrafına bakındı. Etraf öylesine sessizdi ki, belki de metrelerce ileriden gelen nal seslerini oldukça rahat duydu. Gözlerini kısarak gelen kişiyi görmek için karşıya doğru kafasını eğerek baktı. İçindeki korku sanki karşısındaki yaklaştıkça büyüyordu. 'Korkacak bir şey yok' dedi kendi kendine. 'Hepsi deli saçması ve bu adamda kuzeyden gelen sıradan bir atlı işte. Kendine gel, kendine gel.'

 Nal sesleri oldukça yavaş bir biçimde yaklaşırken nöbetçi, gelen atlının silüetini görmeyi başardı. Mızrağı tutan elleri iyice sıkıldı, bir yandan titriyor, bir yandan elleri terliyordu. Uzaktan kendisine doğru gelen atlı adamın silüeti dev gibiydi. Karanlıkta seçebildiği kadarıyla atın boyu bile iki öküz büyüklüğündeydi. Adamın kalbi deli gibi çarpmaya devam ederken, bacakları da yavaş yavaş çözülüyordu. Bu korku normal olamazdı.




 Atlı oldukça yavaş bir biçimde nöbetçinin görüş alanına girdiğinde, zangır zangır titreyen genç asker mızrağını hafifçe kaldırdı ve inanılmaz kısık bir sesle 'Dur!' dedi. Atlı sakince atını durdurdu ve oldukça yukarıdan askere doğru baktı. At bir kez burnundan soludu ve yalnızca bacak hizasına gelen askere doğru ön ayağını kaldırıp yeri eşeledi. Mızrağı elinden yavaş yavaş kaymakta olan nöbetçinin korkusunu hissedilmeyecek gibi değildi.

 At ön dizlerinin üzerinde yere çöktü ve simsiyah giyinmiş kukuletalı bir silüet attan yavaşça indi. Atın soluk alıp verişinin ve nöbetçinin son atışlarını yapan kalbinin bile oldukça keskin şekilde duyulduğu bu sessizlikte Aléste yere inerken hiç ses çıkmadı. Kılıcını kınından çıkarırkende öyle.

 Kılıcın sapına işlenmiş olan küçük siyah kristal, nöbetçinin kanı demire değince parladı.

50
Kurgu İskelesi / Kayıp Evren Hikayeleri
« : 11 Temmuz 2010, 03:14:06 »

Bu bölümde Kayıp Evren üzerinde geçmiş olan çeşitli hikayeleri bulacaksınız.

Bu hikayeler KE'nin yapısına uygun olduğu takdirde herkes tarafından yazılmış olabilir. Yazmış olduğunuz bir hikayenin Kayıp Evren üzerinde geçmesini istiyorsanız, özel mesaj yoluyla bize ulaşabilirsiniz. Hikayenin yapısı, içindeki ögeler, sunumu gibi özellikler KE için uygun ise buraya eklenecek ve evren içine işlenecektir. Harita üzerinde olayın geçtiği yerleri de kararlaştırırız. Ayrıca Kurgu İskelesinde paylaşmış olduğunuz hikayelerinizden bu evrene uyacağını düşündüklerinizi de özel mesaj yoluyla bizlerle paylaşırsanız seviniriz.

Bu bölüme başlık açmamanızı rica ediyoruz. Katılacak olan hikaye kararlaştırıldıktan sonra buraya alınacaktır.

Önemli: Kayıp Evren için herhangi bir şey yazmadan önce daha önce yazılmış olan her türlü bilginin okunması gerekir ki yazılacak hikaye evrenin yapısına ters düşmesin.


Aesten Hikayeleri

1- Aléste Odén Hikayeleri / KoyuBeyaz

2- Illadanes'in Üç Kardeşi / Baal Adramelech

3- İblisle Anlaşma / Vega

4- Kırık Kılıç / Laughing Madcap

5- Laion Felsefesi / KoyuBeyaz

6- Sürgünler ve Söylentiler / Fırtınakıran


Faesla Hikayeleri

1- Akşamyıldızı / johnconstantine

2- Lemures/Lemur / johnconstantine

3- Neln Karrûl / johnconstantine

4- Ölümsüzlük Küresi / johnconstantine

5- Vargos Altınları / johnconstantine


Kayıp Evren Hikayeleri için yapacağınız her türlü yorumu buraya yazabilirsiniz.  :)

51
Sinema / Factory Girl
« : 09 Temmuz 2010, 02:04:20 »
Factory Girl (2006)

Factory Girl 2006 yılında vizyona çıkmış bir dram filmi. 1960lı yılların film yıldızlarından biri ve aynı zamanda model olan Edie Sedgwick'in hayatını konu alıyor. Edie, New York'a gelip ressam ve film yapımcısı Andy Warhol ile tanışınca hayatını değişir. Andy, Edie'nin güzelliğinden büyülenir ve filmlerinden birinde oynaması için ona teklifte bulunur. Edie filmdeki başarısıyla kısa sürede ünlenir, modellik yapmaya başlar. Fakat şöhret daima geçicidir.

''Edie Sedgwick Amerikalı her genç kızın düşüydü; soylu, varlıklı, karizmatik, güzel ve Harvardlı. Ne ki, bir yanıyla da yitik, kırılgan küçücük bir kızdı. Tanınmış New Yorklu ressam Andy Warhol'la tanıştığında her şey değişti. Edie kendini birdenbire cinsellik, uyuşturucu, moda, rock'n roll ve üne, sıra dışılığa doğru iplerinden kopmaya mahkûm, çılgınca bir akınla kabından taşan pop art evreninin ortasında buldu.''



Film duygusal yönden mükemmel. Şöhretin gelip geçiciliğini ve ardındakileri oldukça güzel işlemiş ve işin üzücü yanı, hepsinin gerçek olması. Bugüne kadar izleyipte duygulandığım tek filmdir. (Babam ve Oğlum'u da izledim evet.)

Tavsiye ederim. İbretlik bir hikaye.

52
Düşler Limanı / Mahkeme
« : 08 Temmuz 2010, 23:26:12 »
 Birkaç gün önce tanımadığım bir adamı öldürdüm. Evimin kapısının önünde. Sadece ellerimi kullanarak. İnsanların beni gördüğünü biliyorum. Bazıları psikolojik sorunlar yaşayacaklar belki benim yüzümden. Ama aldırmıyorum. Gene olsa, aynı şeyi yapardım.

 Bir hafta içinde mahkemeye çıkacağım. Avukatım durumun pek parlak olmadığını söylüyor, halka açık bir yerde, hatta doğrudan halkın içinde vahşice adam öldürmek. Eh, bende farklı bir şey beklemiyorum zaten. O adamın boynunu kırarken zaten biliyordum durumun buraya geleceğini. Peki pişman mıyım? Hayır. Gene olsa, aynı şeyi yapardım.

 Juri başkanının eski işyerimin müdürü olduğunu öğrendim. Hiç sevmezdi beni o şişko herif. Yaptığım her işe laf eder, söylenip dururdu. Sonunda isyan edip işsiz kalmamı da o şerefsize borçluyum. İstifamı verdikten sonra burnuna okkalı bir yumruk sallamıştım hatırladığım kadarıyla. Zaten tipsiz olan yüzü kırık burnuyla tam olarak özdeşleşmiş şimdi. Bu adamdan beraat kararı çıksın, öldürdüğüm adamın cenazesinde ağlamazsam ne olayım. Gerçi umurumda mı? Hayır. Gene olsa gene burnunu kırardım.

 Eski eşim de mahkeme salonunda olacakmış. 7 yaşındaki oğlumla birlikte hem de. Ne düşündüğünü anlamak kolay değil, sanırım hayatlarından tamamiyle çıktığımı oğluma da göstermek istiyor. Babasının hapis cezası yemesini izlemek.. Evet, oldukça duyarlı bir anne değil mi? Karar verildiği zaman yüzünde oluşacak olan ifadeyi şimdiden tahmin edebiliyorum. Onun o hain gülümsemesi. İstediğini elde ettiği zaman duyduğu hazzın yüzüne yansıması. İğreniyorum artık bu kadından. Nasıl oldu da onunla evlenmişim ben? Gerçi şimdi düşünüyorum da, lisede böyle değildi. O zamanlar geri gelecek olsa, gene onunla evlenirdim herhalde.

 Dün, erkek kardeşim ziyaretime geldi. Parmaklıkların arkasından biriyle konuşmak gerçekten zormuş. Bana bunu neden yaptığımı sordu, cevap veremedim. Ne gerek vardı ki? Olan olmuştu zaten. Bana sinir krizine girdiğimi söylememi önerdi, bu sayede mahkeme daha insaflı davranırmış. Güldüm, umurumda değildi insaflı olmaları. Kızdı bana, hayatıma çeki düzen vermem için sürekli çabaladığını ama ona yardımcı olmadığımı bağırdı yüzüme karşı. Kırılmam gerekirdi sanırım, ama kırılmadım. Küçük kardeşim bana alabildiğine haykırırken yalnızca sustum ve dinledim. Sonunda o da benim gibi yenilgiyi kabul etmiş olacak ki, hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti. Onu da üzmek istemezdim, ama yapabileceğim bir şey yoktu. Gene gelse, gene susardım.

 Kötü bir insanım sanırım. Eşiyle ayrılmış, oğlunu yanına alamamış, kardeşini üzmüş, patronuna saldırmış, çıplak elleriyle bir insanın canını almış bir adamım. Juride olsanız vereceğiniz karar ne olurdu? Suçlu mu, yoksa masum mu? Belki de görünenden fazlası vardır…

 İfademi hakim karşısında verdim. Adamı öldürdüğümü kabul ettim, herhangi bir mazeret sunmadım, pişman olduğumu söylemedim. Avukatım benim aksime onlarca sebep çıkarttı ortaya. Bunların hiçbirinin işe yaramayacağını biliyordum, ben bile suçumu kabullenmişken neden farklı bir şey düşünme ihtiyacı duysunlar ki? Avukatıma da müdahale etmeyişimin tek sebebi vardı, kariyerinin gidişini etkilememek. Kolay pes eden bir adam olmadığı belliydi bu gencin. Neden onu mücadelesinden vazgeçireyim ki?

 Juri kararını vermek üzere odaya çekileli bayağı oldu. Salonda avukatım dışında heyecanlı olan kimse yoktu. Karar belliydi, müebbet hapis. En azından resmi olarak. Ben kendi idamımı kararlaştırmıştım bile. Sessiz ve gergin olması gereken bekleyiş jurinin salona geri gelmesiyle bitti. Ve şu anki kısıtlı özgürlüğümü de elimden alacak olan sözleri söylemek üzere hakim de girdi salona. Artık an meselesiydi.

 ''Sanık ayağa kalksın lütfen.''

 Kalkarken yüzüme ufak bir tebessüm kondurmayı başardım. Beklentim yoktu, sürpriz yoktu, herkes kaybettiğimi düşünüyordu ama ben kazandığımı biliyordum. Sonunda kazanacağımı biliyordum.

 ''Mahkeme zanlıyı 1. derece cinayetten suçlu bulunmuştur. Yüksek güvenlikli bir cezaevinde 10 yıl hapsine karar verilmiştir.''

 Biliyordum. Kazanmıştım..

53
Oyunlar / Final Fantasy Serisi
« : 07 Temmuz 2010, 03:29:17 »

Final Fantasy Nedir:
Alıntı
» Geniş dünyalara sahip, hepsi birbirinden farklı konsol oyunu (Türü RPG).
   (Her Final Fantasy oyununun geçtiği dünya, karakterleri ve hikayesi farklıdır)
» Kendine has görsellik, müzik, animasyon ve hikaye gibi derin sanatlar bulundurur.
» Tüm dünyada en çok satılan, en fazla hayran kitlesine sahip oyunların başında gelir.
» Yıllarca kat kat artan başarısıyla defalarca "Gelmiş geçmiş en iyi oyun" seçildi.
» 1987 yılında ilk oyunu çıktı, günümüze kadar yüzlerce müzik albümü ve beş tane de animasyon film serisi yapıldı.
» Final Fantasy hayranı olmak için, belirli bir oyunu oynayarak başlamaya gerek yok, istediğiniz oyunu ile başlayabilirsiniz (İlk verdiğimiz madde sebebiyle).
» Oyunlarında gerçek fanteziyi yaşayarak hayal gücünün ötesinde bambaşka bir dünyada bulunulur, dost edinilir, kötülüklerle mücadele edilir ve muhteşem anlar yaşayarak mutlu sona ulaşmaya çalışılır.
finalfantasytr'den alıntıdır.

Final Fantasy; başına oturduğunuzda sizi içine çeker. Karakterlerle kendinizi özdeşleştirir, dünyanın içine girersiniz adeta. Kötü adamdan nefret eder, iyi adama saygı duyarsınız. Oynarken şok üstüne şok geçirir, asla ama asla sıkılmazsınız. Sıradan bir RPG serisi değildir, birçok oyunsevere göre oyun tarihinin en iyi oyun serisidir. Yapımcısı SquareEnix'tir.

20yi aşkın oyununun her biri başlı başına bir sanat eseri olarak kabul görür. Müzikleri, hikayeleri, karakterleri ve daha birçok özelliğiyle her FF oyunu tamamen kendisine ait bir evrende geçer. Birçok oyunu vardır insanların kalbinde özel bir yer edinmiş olan. Fakat en çok beğenilen oyunları; 7. 8. ve 10. oyunlarıdır. Ayrıca Final Fantasy'nin 20. yılına özel olarak geliştirilen bir PSP oyunu da vardır ki, serinin ilk 10 oyunundaki tüm iyi karakterler ile kötü karakterler aynı evrende toplanmış birbirleriyle dövüşmektedirler. Bu oyunda zaten tadından yenmezler arasındaki yerini almış durumda.

Final Fantasy I

1987 yılında, Japonyadaki küçük bir oyun firması olan Square şirketi iflasın eşiğindedir. Son bir umutla, son bir oyun çıkartmak isterler oyun dünyasındaki sayfalarını kapatmadan önce. Son oyunları olacağını düşündükleri için, ismini Final Fantasy koydular. Bugün FF nin yalnızca ana serisinin bile 13. oyunu piyasada. Ne kadar ironik değil mi?


""Dünya karanlığa gömülmüştü. Rüzgar durur, denizde fırtınalar kopar ve yeryüzü çürümeye başlar. İnsanlar tek umutları olan kehaneti bekler.... 'Dünya karanlığa gömüldüğünde Dört Savaşçı gelecek....' Uzun bir seyahatten sonra, dört genç savaşçı ellerine birer KÜRE alarak yetişir."

"İki bin yıl önce küreler bir ışıkla parladı. Şimdi ise, karanlık içindeler. Siz, dünyanın tek umudu olan Aydınlık Savaşçısı'larısınız. Bunun için büyük adalarda, bulutlarda, dağlarda, denizin derinliklerinde, karanlık mağaralarda seyahat edeceksiniz... Dünyayı amansız bir tükenişten kurtarmak için...""


Oyunun konusu kısaca bu. Zamanının grafiklerine göre gayet iyi bir durumdaki görselliği, ilgi çekici hikayesi, yan görevleri, müziği ve diğer özellikleriyle oldukça dikkat çeken bir yapım oldu kısa sürede. Oynayabileceğiniz birkaç karakter var. Bunlar; Fighter, Black Belt, Thief, Red Mage, White Mage ve Black Mage. 1987 de olduğumuzu düşünürseniz bu kadar seçenek oldukça iyi sanırım?


Oyunun müzikleri serinin diğer oyunlarınında müziklerini besteleyecek olan Nobuo Uematsu tarafından bestelenmiş. Dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Final Fantasy I Opening Theme



Final Fantasy II


''Güç tutkusuyla yanan Palamecia imparatoru, başa çıkılamaz büyüleriyle dünyayı tehdit etmektedir. Karşısına çıkanların üzerine kara şövalyelerini salan İmparator’un gücü o kadar muazzamdır ki kasabaları ve şehirleri aleve boğması için yerinden kıpırdamasına bile gerek yoktur.

Kahramanlarımız Firio, Maria, Gus ve Leon da İmparator’un hedeflerinden biri olan Fynn’de yaşamaktadır. Günün birinde İmparator onların şehirlerine de saldırdığında kaçmaktan başka çareleri kalmaz. Ve sonunda İmparator’a karşı savaşıp barışı dünyaya geri getirmek için yola çıkmaya karar verirler.''


FF I'in beklenmeyen başarısından sonra, 1988 yılında FF2 piyasaya sürüldü. Bu oyunda karakterlerimizin isimleri olması güzel bir artıydı tabi. Grafikler NES'in gücünden dolayı pek parlak olmasa da FF 1 e göre az miktarda gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Güzel bir devam oyunu olarak kabul gördü, serinin kolay kolay bitmeyeceğinin mesajlarını verdi.

Final Fantasy II Main Theme



Final Fantasy III


''Büyük bir depremin ardından kendilerini bir mağaraya düşmüş bulan dört kardeş, ufak bir araştırma sonucunda mağarada uzun yıllar boyunca bulunmuş olan Rüzgâr Kristali’ne rastlarlar. Parıltısını kaybetmek üzere olan Su Kristali onları dünyanın başına gelecekler konusunda uyarır ve diğer kristalleri de uyandırıp dünyayı kurtarmaları gerektiğini söyler. Böylece Işığın Savaşçıları olarak kristaller tarafından seçilen kardeşler yola çıkarlar. ''

NES platformuna çıkan son FF oyunudur. Yani 8 bitlik grafiklere son. Bu kez oyuna başlarken karakterimizin ismini kendimiz koyuyoruz. Fakat 20. yıla özel yapılan FF oyununda (Dissidia FF) bu oyundaki ana karakterin adı 'Onion Knight' olarak geçmekte. Gülüp geçmeyiniz, birçok kişi oyunu onunla bitiriyor..

Final Fantasy III Opening Theme



Final Fantasy IV


''Oyunumuzun “asıl kötü”sü Zemus adında kendini dünyayı yok etmeye adamış bir arkadaş. Kahramanımız Cecil de, dünyanın sonunu engellemek adına atıldığı macerada yok oluşu sağlayacak tek gücün; “8 Kristal”in peşine düşecek. Ve her Final Fantasy’de olduğu gibi bir yandan dünyayı kurtarırken bir yandan da aşık olacak, dostlar edinecek, yaratıklarla takışacak, binbir çeşit köy kasabayı dolaşacak, girmedik kale, gezinilmedik dağ bırakmayacak…''

Oyun Super Nintendo yani SNES platformunda çıktığı için grafikleri diğer oyunlara göre çok daha iyi. 8 bitten 16 bite geçilmiş olması oldukça yaramış oyuna. Oyunun her zamanki gibi harika olan müziklerinin yanında, oldukça sağlam birde hikayesi bulunuyor. Ana karakterimizin ismi ise Cecil. Gene oldukça kısa tutuyorum yazımı, bunları yeniden yapımları dışında bulup oynama şansımız oldukça düşük olduğu için.

Final Fantasy IV Main Theme



Final Fantasy V


''Konu olarak "kristal" ve "dünyaya yayılan kötülüklerle mücadele" işleniyor. Senaryonun başına göre, oyunun ana karakterlerinden Reina'nın babası, şatosundayken kristalle ilgili bir huzursuzluğa kapılır. Kristalin bulunduğu yere gider ve kristal gözleri önünde paramparça olur. Parçalanan kristalin yaydığı dehşet, esas kız ve esas oğlan Reina ve Bartz'ın buluşmasına sebep verir. Düşen dev meteorun önünde karşılaşırlar. Oynadığınız ilk on beş dakika sizi gerçekten çok etkileyecek, senaryo o kadar keyifle işlenmiş ki, oyunu bırakamayacaksınız.''

FF V oldukça neşeli bir oyun. Grafikleri oldukça gelişmiş, elbette 2d olduğundan dolayı şu an gözümüze öyle gelmeyebilir fakat zamanının en iyi grafiklerinden birine sahip oyun. Ayrıca bu sefer gözümüze çarpan bir özellik geniş meslek seçenekleri. Oyun oldukça eğlenceli, iç açıcı ve gene müzikleriyle, hikayesiyle, karakterleriyle FF adına yakışır bir yapım. Ana karakterimiz Bartz Klauser adında oldukça maceracı bir genç. Ben bu adam pek ısınamadığımı söyleyebilirim sanırım.

Final Fantasy V Main Theme



İlk 5 Oyunun Yeniden Yapımları

Final Fantasy I
-1989 MSX
-2000 Final Fantasy Origins adı ile Wonderswan konsoluna çıktı.
-2002de Final Fantasy Origins Playstation'a uyarlandı.
-2004te FOMA 900i cep telefonuna uyarlandı.
-2004te GBA ya Final Fantasy I-II Advance çıkarıldı.
-2007 yılında PSP için çıkarıldı.

Final Fantasy II
-2001de Wonderswan konsoluna çıktı.
-2002de Playstation'a uyarlandı.
-2004te Gameboy Advance için çıkarıldı.
-2005te FOMA cep telefonları için uyarlandı.

Final Fantasy III
-2006 DS

Final Fantasy IV
-2007 DS

Final Fantasy V
-2002 Playstation
-2006 Gameboy Advance

54
Şişedeki Mısralar / Dizeli Yazılar
« : 20 Haziran 2010, 21:28:54 »
                       Anlayacaksın

Bir gün anlayacaksın,
Vaktin yaktığı ateşi su dökmeden söndürdüğünü,
Aklın harcadığı ömrü göz kırpmadan öldürdüğünü.
Gönlün söylediği sözü dinlemeden reddettiğini,
Anlayacaksın bir gün, seni neden sevdiğimi.

Uykusuz akşamın çalar saatli düşüncelerini öğreneceksin,
Bulunduğun hali bırakmamaya çabalayacaksın.
Tutunduğun son parçanın koptuğuna inanmayacaksın,
Kendini asılı tutacaksın var gücünle, hayallerinde.

Bir gün anlayacaksın,
Gündüzü neden geceden çok sevdiğimi,
Aklımı neden kalbime tercih ettiğimi,
Kendi kendime seninle konuştuğumu.
Anlayacaksın bir gün, sevdiğim olduğunu.

Görmeyeceksin yaptığın katli,
Bilmeyeceksin bulunduğum hali.
Diyeceksin ki bir küçük fani,
Ne istedi benden bu kadar?

Sonunda anlayacaksın,
Aslında hiçbir şey istemediği,
Seni sensizken daha çok sevdiğimi.
Sevmek nedir onu bile bilmediğimi,
Anlayacaksın, bağımlılığının son halini...


 ---------------


                 Güz

Temizlesin ılık yağmurlar gönlümü,
Boşlasın bulutlar ile gözyaşlarım.
Çamur sıçrattığın kirli hayatımda,
Şimşekler çaksın sessiz gürültüsüyle.

Ayrılık en sevdiğim mevsimin adı,
Sarı ve hüzün aylarının teması.
Gündüzü daha karanlık gecesinden,
Sonbahardır bu! Son sevgiler molası.

Yağmur kadar payı var gözyaşlarının,
Bu mevsimin kuru ıslaklığında.
Uyuya kalmış akreple yelkovan,
Onlar bile öyle, koyun koyuna...

55
Gezginler Kamarası / Boş Konuşan Adam
« : 13 Haziran 2010, 00:22:49 »
Düşünceler bana ait değildir ama aynı zamanda benim üzerime kayıtlıdır. Hani beyninizin ne dediğini anlayamadığınız bir kısmı vardır ya, onun tercümelerinden kesitler bunlar. Yarı günlük şeklinde, farklı konularda, belki iğneleyici belki sakin bir dille, kişiliği derece türünden hava sıcaklığı kadar değişken bir adamın aklından geçenlerin toplaması zaman zaman yansıyacak buraya. Ha birde, buraya koyacağım yazılar hep bir anda esip yazılmış yazılar olduğundan hatalar veya farklı olaylar çıkabilir, adamın deliliğine yorun..

-----

  Saçmalık. Bir insanı sevmek, saçmalık. Ne yani, onun için hayatından vazgeçebileceğini mi düşünüyorsun? Evet, sana diyorum sana! Çok mu seviyorsun? Her şeyden mi çok?  Hah! Bakalım bu düşünceni yazının sonuna kadar koruyabilecek misin?

  Hayatının anlamı saçmalıklarına değinmeyeceğim, onun için her şeyi yaparım klişesini es geçeceğim ve gerekirse her şeyden vazgeçerim düşüncesinin nasıl bir yalan olduğundan bahsetmeyeceğim. Peki seni bu düşüncenden ne mi vazgeçirecek?

  En başta bilmen gereken bir şey var. Bir insanın diğerine yapabilecekleri sınırlıdır. İstediğin kadar acı çektir, istediğin yöntemi kullan, bir insana yaptığın bu kötülüğün tek bir adı vardır, işkence. Nasıl olduğuna bakılmaz, işkence etti denir. Bu kavramlara da alışman lazım, her insanın aynı sözden anladığı şey aynı olmayabilir. Ne diyordum ben? Ha evet, seviyordun sen değil mi? Hadi bakalım ne kadar seviyormuşsun.

  Düşün şimdi. Ama iyi düşün, öyle doğrudan cevap verip geçme. Bir adam düşün ve birde kadın. Seven taraf adam olsun haydi, klişeleri bozmayalım. Ama çok seviyor, nasıl diyorsunuz siz, ‘her şeyden’ çok. Şimdi bu adamın o kadını sevdiğini nasıl anladığını tahmin etmeye çalışalım bakalım. Uzun süre onunla vakit geçirmiş ve kişiliğini çok beğenmiş olabilir. Normalde onu tanımıyor ama güzelliği kendisini büyülemiş olabilir. Hem güzel hem zeki diye düşünüyor olabilir. Aslında iyi bir arkadaşı olmasına rağmen fazlasını istiyor olabilir. Bir adamdan bahsettiğimize göre aslında sevmiyor ama sevdiğini sanıyor olma ihtimali de epey yüksek herhalde ne dersin? Ya da aklına başka ne geliyorsa onları da kat bu sebeplerin içine. Bir adam neden bir kadını sever?

  Şimdi bu sebepleri dikkatlice bir oku bakalım, ortak bir nokta bulabilecek misin. Haydi, bir üst paragrafa geri dön. Tek tek ve dikkatlice, o adamın neden o kadını sevdiğini tahmin etmeye çalış.
Okudun mu? Gözüne çarpan bir şey var mı bu sebeplerde? Eğer bulamadıysan istersen yardımcı olayım? Ha? Muhtemelen yanlış düşünüyorsun o yüzden hiç kasmayalım, gel ben senin gözlerini açayım.
Kişiliğini beğendiğin bir insanla beraber olmak istemeye sevmek diyorsunuz sanırım. Güzel ve zeki bir insanla tanışmak o insanı sevmeyi de beraberinde getiriyor yani. Ya da iyi bir arkadaşının onun için daha fazla şey ifade etmesini istemek mi sevmekmiş? Ya da ne bileyim, sevdiğini zannetmek mi oluyor sevmek?

  Aç gözlerini! Bir insanın kişiliğini beğeniyorsan o insana saygı duyarsın! Güzel ve zeki bir insanla tanışırsan o kişi sende hayranlık uyandırır! İyi bir arkadaşından daha fazlasını istiyorsan buna açgözlülük denir sevmek değil! Güzelliğinden etkilendiğin bir insanı sevmezsin, onu ancak arzu edersin! Sevmek istediğin için sevmeye çalışıyorsan sen zaten delisin!
Ne olduğunu bilmediğiniz şeyleri kendi isteğiniz doğrultusunda sündürmekten zevk alıyorsunuz değil mi? Ben bunu yapıyorum diyebilmek için anlamları istediğiniz şekilde anlıyor, istediğiniz yere çekiyorsunuz. Sevmenin ne olduğunu gelip açıklayacak olanınız var mı bana? Laf oyunu yapmadan! Kendi sebeplerini böyledir diye göstermeden! Kendi anlamıyla! Yoktur. Olamaz ki. Herkes bilir sevmeyi ama kimse bilmez aslında.

  Şimdi canınızdan çok sevdiğiniz insanı günlük hobilerinizin ve eğlencelerinizin yerine koyun.  Kıyas yapmanızı kastetmiyorum burada, bunu da kendi istediğiniz gibi yorumlamayın! En sevdiğiniz hobilerinizi hayatınızdan kaldırıp yerine sadece sevdiğini düşündüğünüz insanı koyun bakalım. Size yetiyor mu? Akşamları nete giremediğinizi düşünün, sevdiğiniz bir sporu hayatınızın sonuna kadar yapamayacağınızı, yemeklerden tad alamayacağınızı belki. Düşünün bakalım, sevdiğini sandığınız kişi size bunların verdiği küçük hazları ve alışkanlıkların çekiciliğini verebilir mi? Ha, hesaba katmayı unutmamanız gereken bir şey daha var. Bunları yaptığınız sürede sevdiğiniz insanı düşünün bakalım.
İsterseniz deneyin, isterseniz kendi yöntemlerinizi geliştirin, isterseniz bana deli deyip bu yazıyı okumadınız varsayın. Sonuç değişmez. Sevdiğiniz insanı alışkanlıklarınızla bile değiştiremezsiniz. Değiştirebilecek olsanız bile bundan kaçarsınız, çünkü sonunda o insandan sıkılacağınızı bilirsiniz.

  Hayatınızı kolay kolay vazgeçilecek bir oldu gibi görmeyi de kesin artık. Sevdiğini sandığınız insan için tek bir alışkanlığınızdan bile vazgeçmek bu kadar zorken hayatınızdan vazgeçmeniz mümkün sanmayın.

  Ha bu arada. Sevdiğini sanıp aslında sevmeyenlere son bir söz; İnsan acı çekmeyi sever bazı dönemlerde. Kendi acınıza bir isim koymak istiyorsanız, gidin sizi asla kabul etmeyecek bir insanı sevdiğinizi düşünün. Yakında aşık olur, hayatınızdan vazgeçersiniz..



56
Kurgu İskelesi / Turkuaz
« : 31 Mayıs 2010, 15:15:06 »
Bölüm 1 - Yanlış Zaman, Yanlış Yer
Bölüm 2 - Borç (I. Kısım)  
Bölüm 2 - Borç (II. Kısım)
Bölüm 3 - Mezuniyet
Bölüm 4 - İstanbul Geceleri
Bölüm 5 - O'nun Hikayesi
Bölüm 6 - Tahammülün Sınırı
                            


Bölüm 1 - Yanlış Zaman, Yanlış Yer
 
  ''Son 5 dakika arkadaşlar, isterseniz yavaş yavaş toparlayın.''
 
  Gözetmenin yaptığı duyuruyla sınıftan oflayıp puflama sesleri çıktı belli belirsiz. Hedefine ulaşamayacak olan çok insan girmişti bu yıl sınava. Erken ısınan havaların da etkisiyle bir çok kişi çalışmayı erken bırakmıştı ve hepsinin zihni şu an ‘keşke’ler ile doluydu. Orta kısmın en arka sırasında oturan beyaz tişörtlü genç hariç herkesin kafası, önlerindeki sınav kitapçığına gömülmüştü. O ise sınavı çoktan bitirmiş, ellerini kafasının arkasında birleştirmiş, etrafı izliyordu. Gözetmenlerden biri yavaşça yanına gelene kadar, kapıya en yakın sırada oturan kahverengi saçlı kızı izlemeye devam etti.

  ''Bitirdin mi?'' diye kulağına biri fısıldayınca birden irkildi Selim. Kafasını çevirdi, gözetmen yanındaydı. 'Bi milleti dikizlediğimizi düşünmedikleri kalmıştı, tam oldu şimdi.' diye düşündü ve gülümseyerek ''Evet, çok zor değildi.'' diye cevap verdi.

  ''Kontrol etmiyor musun?'' diye sordu gözetmen gene fısıltıyla.

  ''Daha fazla kaldırabileceğimi düşünmüyorum açıkçası.'' diye cevap verdi Selim. Aslında şu an düşündüğü tek şey bir an önce dışarı çıkıp sigara içmekti. Gözetmenin ''İyi bakalım.'' deyip yanından ayrılmasıyla cebini yokladı, sigarası olmadığını hatırladı. Sadece kendisi duyabilecek şekilde bir küfür savurdu, kapıdan girerken cep telefonları için üzerini arayan adam sigaraya izin vermemişti. Uzun süre ısrar etmesine rağmen adam bana mısın demeyince kapıdan geri dönmek zorunda kalmıştı. Sınava girmemeyi düşünmüştü en başta, ama sonra kendisine bir 'oha' çekip, sigarayı saklayacak bir yer bulmanın daha mantıklı olacağını düşünmüştü.

  Kahverengi saçlı kıza baktı tekrar. Elini çenesine koymuş kağıdını gözden geçiriyordu. Sınıftaki diğer herkes gibi telaşlı bir havada değil gibiydi. Sınava girerken bir an göz göze geldiklerinde kızın zümrüt yeşili gözleri Selim’in beynine kazınmıştı, öyle ki sınav başladıktan 5 dakika sonra ancak ilk soruya bakabilmişti.

  ''Son 1 dakika.''

  Kız elini çenesinden çekti – bu kez de bileğindeki mavi bilezik çekmişti dikkatini Selim’in – kalemini alıp küçük el çantasına koydu, kitapçığını kapattı ve cevap kağıdıyla üst üste koyarak geriye yaslandı. Selim kızın her hareketini dikkatle izliyordu, hareketlerinde bir zerafet var gibi gelmişti ona. Neden sonra kafasını iki yana salladı ve her zaman yaptığı gibi kendisiyle çelişkiye düştü. 'Hakkaten kızı dikizliyoruz yuh abi ya'  diye düşündü ve gözlerini kızdan alarak masanın üstünde kendisine ait olan şeyleri toplamaya başladı. Sadece bir kalem ve silgiyle gelmişti zaten sınava, onları cebine attığı anda da zil çaldı. Ayağa kalkıp cevap kağıdını ilk veren o oldu, bir an önce çıkıp sigara içmesi gerekiyordu. Ne var ki kapıdan çıkacağı sırada gene mavi bilezikli kız çarptı gözüne ve olduğu yerde bir anda durup zaten bağlı olan ayakkabılarını tekrardan bağlamaya koyuldu. Kız kağıdını verdi, sakin ve yavaş bir şekilde kapıya doğru ilerledi, kapıdaki kalabalık dağılana kadar kenarda bekledi. Sonunda sınıftan çıktığında Selim ayakkabılarını 3 kez çözüp yeniden bağlamıştı.

  'Hay sonunda.' dedi Selim kendi kendisine ve sınıftan en son çıkan kişi oldu. Ama koridordaki kalabalığı hesaba katmamıştı, öyle ki hemen arkasından çıktığı kız çoktan kaybolmuştu kalabalıkta. Sesli bir 'of' çekti ve 'Sapık gibi milleti takip edersen böyle olur işte Selim efendi..' diye düşünerek kalabalığa karıştı.

  Okulun bahçesi oğullarını ve kızlarını bekleyen ebeveynlerle doluydu. Sınavdan çıkanlardan bazıları kısa bir süre kendilerini bekleyen kişileri aradıktan sonra bir kucaklaşma ve kutlama faslına girerken, bazıları bir an önce eve gitmek için acele ediyordu, bazılarıysa yarı ağlamaklı, yarı kızgın etrafta dolaşıyorlardı. Selim okuldan çıktı, çoğu kişinin yaptığı gibi merdivenlerin başında bir süre durdu ve etrafa baktı. Tek fark onun bir yakınını değil tanımadığı bir kızı arıyor olmasıydı.

  Okulun bahçesini dolduran büyük kalabalığa iyice baktı, aradı, aradı ama sonunda umudunu yitirdi ve merdivenlerden inip, kimseye çarpmamaya çalışarak okulun bahçesinden çıktı. Bir sokak yandaki küçük evin bahçesine doğru ilerledi, sigara paketiyle çakmağını sakladığı yere doğru. 'Kimse fark etmemiştir inşallah iki saat içinde' diye dua ederek sigarayı koyduğu küçük oyuğu buldu. Elini oyuğa soktu, içini yokladı ve yüksek sesle küfür etti. Birisi bulup almış olmalıydı. Ellerini beline koyup etrafa baktı, sonra yine kendi kendine kızdı. 'He adam sigarayı alıp burada bekler zaten.' Şansına ve kapıdaki görevliye içinden bir küfür daha yolladı ve köşedeki tekelin yolunu tuttu.

  Dükkana girdi, ufak bir mahalle bakkalıydı burası. Eski masanın başında gazete okuyan yaşlıca bir adam vardı ve onun girdiğini görmemişti.  ''Hayırlı günler dayı.'' diye birazda yüksek sesle bir selam verdi Selim. Adam gazetenin üzerinden Selim’e baktı, ağır hareketlerle ayağa kalktı ve ''Buyur.'' dedi.

  ''Bir paket Marlboro Light.'' diyerek yirmi lira koydu Selim masaya. Yaşlı adam arkasındaki sigara standında Marlboro’yu ararken, Selim sakız almak için döndüğünde dükkanın camından mavi bilezikli kızı gördü. Sokaktan yukarıya doğru tek başına yürüyordu. Sınıftan çıkarken olduğu gibi gene yavaş ve zarif adımlarla çıkıyordu yokuşu. 'Zarif mi? Abi zarif ne Allah aşkına, iyice paranoyak olmuşum ben ya.' diye düşündü.

  ''Bozuk var mı?''

  Kafasını çevirdi, yaşlı adam paketi masanın üzerine koymuş kasa olarak kullandığı çekmecede para arıyordu. ''Yok dayı.'' dedi ve kızı kaybetmemek için camdan izlemeye devam etti Selim. Yokuşun sonuna gelmişti ve görüş alanından çıkmak üzereydi. Adama baktı, hala para arıyordu.

  ''Dayı sen o on lirayı ver, üstü sende kalsın.'' dedi adamın elindeki on lirayı göstererek. Masanın üzerinden paketi alıp cebine attı. Adamdan parayı bir çırpıda aldı, hızlı adımlarla dükkandan çıktı ve kızın çıktığı yokuşu koşarak çıkmaya başladı. ''Ulan iyi ki sınav bitti, saniyesinde atraksiyon yarattın kendine yine.'' dedi seslice, yokuşun sonuna varırken. Yokuşun sonuna geldi, sağa sola baktı, kızın soldaki sokakta ağır ağır yürüdüğünü gördü. 'Hadi bakalım, ne kadar paslanmışsın görelim Selim.' diye düşündü ve kıza doğru ilerlemeye başladı. Cebinden sigara paketini çıkardı ve açtı, ağzına bir dal aldı. Cebini yokladı, ardından bir küfür daha savurdu..  Ateşi yoktu, bakkaldan apar topar çıkınca kibrit almayı da unutmuştu. Ateş sorabilecek birini bulmak için etrafına bakındı, sokak kız ve onun dışında bomboştu. 'Ulan kafa dinlemek istesem boş bir oda bile bulamam, ateş istiyorum Pazar günü koca sokak bomboş.' Sigarasını ağzında tutarak kızı takip etmeye devam etti.

  Kız yürürken arada bir çevresine bakıyordu ama Selim’i görmemiş gibiydi. Yavaşça ilerliyordu, 'Eve gitmeye can atmadığı belli.' diye düşündü Selim. 'Sınavı pek iyi geçmemiş anlaşılan.' Selim tam cesaretini toplamıştı ve kıza yaklaşıyordu ki, kız sağa saptı. Selim hızlandı, kızın döndüğü sokağa döndü.

  Uzun apartmanların gölgesinde kalan dar bir ara sokaktı burası. Selim etrafına bakındı, ileriye gidiyordu sokak yalnızca. Ama kız ortalarda yoktu. 'Haydaaa. Ulan daha yeni döndü buraya, takip ettiğimi sanıp kaçtı mı ki?' Etrafına bir kez daha baktı, birkaç adım yürüdü ama kızdan eser yoktu.

  'Eh Selim, yeter bu kadar aksiyon sana herhalde.' diye düşündü ve geri döndü ki, sokağın başında bir adam gördü.  Gölgede duruyordu ve üzerindeki siyah giysilerle şapkası yüzünü kapatıyordu. Ellerini önünde kavuşturmuş bekliyordu. Selim’in ilk dikkatin çeken şey ise adamın üzerindeki pardesü oldu. Hava sıcaktı, hatta bunaltıcı derecede sıcaktı ve öğlen vaktiydi ama adam kalın ve siyah giysiler giymişti.  Selim bir an durdu, adamın yüzü görünmese de kendisine bakıyor gibi hissetmişti. Arkasına baktı, kimse olmadığını görünce biraz daha huzursuz oldu. Sonra 'Ne olabilir ki.' diye düşündü, 'Üzerimde zaten azıcık para var, en fazla onu kaptırır eve otostop çekeriz.' Böyle ilginç olayların başına gelmesini severdi Selim. 'Fena mı abi? Anlatacak ilginç bir hikayemiz olsun şu hayatta.' Sokaktan çıkmak üzere yürümeye başladı, adam hareketsiz kendisini izliyordu. Adamın yanından geçip gitmeyi düşünüyordu Selim, ama biraz da çılgın bir düşünceyle durdu ve ''Pardon, ateşiniz var mı?'' diye sordu.

  Adamın yüzünü artık net bir şekilde görebiliyordu ve soruyu sorar sormaz bunu yapmaması gerektiğini anlamıştı. Adamın yüzünün sol tarafı tamamen deforme olmuştu. Uzunca bir yara izi ve büyüklü küçüklü yanık izleriyle kaplıydı yüzü. Boynu ve vücudunun görünen bütün kesimleri lekeler ve yara izleri içindeydi. Adamın çatlamış dudakları hafifçe büküldü, kısık gri gözleri Selim’e dikilmişti.

  ''Ateş mi?'' dedi buz gibi gırtlaktan gelen bir sesle.

  Selim’in ağzı açıldı, az önce koymuş olduğu dal dudaklarını arasından kurtuldu ve yere düştü. Adam elini bir saniye içinde havaya kaldırdı ve pardesünün kolundan uzun, kırmızı renkli bir kılıç çıkardı. Selim geriye doğru bir adım attı, ama adam boştaki eliyle onun yakasına yapışmıştı bile.

  ''Turkuaz nerede?'' diye sordu adam gene o gırtlaktan gelen boğuk sesiyle.

  Selim afallamıştı, fal taşı gibi olmuş gözbebekleri kılıca dikilmişti. Adam bir an gözlerini Selim’den ayırdı, aniden tuttuğu yakayı bıraktı ve geriye doğru sıçradı. Selim ne olduğunu anlayamadan yukarıdan tam önüne biri atladı ve parlak bir metali adama doğru fırlattı. Adam kılıcıyla tek bir hamle yaparak kendisine fırlatılan metali savuşturdu ve dudakları kıvrıldı.

  ''İzini bulmak düşündüğümden kolay oldu.'' dedi o boğuk sesiyle tane tane.

  ''İnan bana, seninkini bulmaları hiç kolay olmayacak!''

  Selim irkildi, önüne atlayan kişinin bir kız olduğunu ancak konuşunca fark edebilmişti, gözlerini adamdan alamamıştı o ana kadar. Önüne atlayan kız kahverengi saçlıydı, mavi bir bilezik vardı kolunda. Kız elini düz bir şekilde tutarak bacağına götürdü, pantolonun bacağını yanlamasına sıyırdı ve bacağına bağlı uzunca bir bıçak çıkardı. Bir hamlede pantolonunu geri kapattı. Selim şok üstüne şok geçiriyordu, önünde takip ettiği kız ile az önce kendisine kılıç çeken iri yarı bir adam bıçak ve kılıçlarla birbirlerine girmişlerdi!

  Adam üst üste hamleler yaptı kılıcıyla, kız hepsini savuşturdu ama geri geri gidiyordu yavaş yavaş. Adam kılcını ileriye savurdu, kız son anda bıçağıyla metali durdurdu. Adam kendisi etrafında yarım saniyede dönerek kızın bacaklarına savurdu kılıcını, kız geriye doğru sıçrayarak kaçındı, Selim’in yanına kadar gelmişti artık. Selim’e bir saniyelik bir bakış attı ve elini kaldırdı, Selim’in bilmediği bir dilde bir şeyler fısıldadı ve avucunun içini adama doğrulttu. Bir anda kızın elinde mavi bir dalga yayıldı, parça parça ışınlara bölündü ve adama doğru son sürat ilerlemeye başladı. Adam bir adım geri çekildi, gülümsemesi büyüdü. İlk ışını kılıcıyla durdurdu. İkinci ışından son anda yana doğru eğilerek kaçtı, kılıcını bir kez savurarak iki mavi ışını daha savuşturdu. Son ışın tam adamın yüzüne isabet etmek üzereyken adam olduğu yerde durdu ve tek hamlede eliyle ışını tuttu.

  Selim yavaşça küfretti, neler olup bittiğini anlamıyordu ve düşünebilme yeteneği şimdilik kaybolmuştu ama bu hamleden kurtulamaz demişti kendi kendine. Adam mavi ışını paramparça ederek kıza doğru yürümeye başladı,kız savunma pozisyonunu almıştı tekrar. Bir an adam durdu, kafasını çevirdi ve kıza dönerek tehditkâr bir ses çıkardıktan sonra tek hamlede duvara doğru sıçrayarak ortadan kayboldu. Kız adam görüş alanından çıkar çıkmaz elindeki bıçağı beline koydu ve Selim’in bileğinden tutup sokağın sonuna doğru koşmaya başladı.

  Selim düşünebilme yeteneğini geri kazanana kadar iki sokaktan ve bir caddenin ortasından koştular, en sonunda bir ara sokakta durdular. Kız tek kelime etmeden önündeki garajın kapısını açmaya uğraşırken Selim yavaş yavaş kendine geliyordu. Kafası yüzlerce düşünceyle dolmuştu ve beklemediği bu heyecanın ardından böyle bir koşu tamamen nefesini kesmişti. Elleri dizlerinde hızlı hızlı nefes alıp verirken olanları tekrar düşünmeye başladı, ama bir anlam veremeyince vazgeçti bundan. 'Selim.. senin izleyeceğin kızın..' diye düşündü ve kafasını kaldırdı.

  Bu kadar aksiyondan sonra nefessiz kalması normaldi ama karşısındaki manzara normalde Selim’i tek başına bile nefessiz bırakmaya yeterdi. Kız garajdan simsiyah son model bir hız motorsikletiyle çıkıyordu. Bir an kafasındaki bütün düşünceler gitti ve içinden ıslık çalmak geldi ama bunu yapmadı, içinde bulunduğu durumda kesinlikle abzürt bir hareket olurdu bu. Kız motoru sokağa çıkardı, Selim’e döndü ve bir kask fırlatarak ''Yolda sıkı tutunsan iyi edersin.'' dedi.

  Selim normalde olsa böyle bir kızla böyle bir motorsiklete binme teklifini aldığı için bile mutlu öleceğini düşünürdü, ama bugüne normal demek onun için bile ilginç olurdu. ''Dur az.'' dedi Selim. Normalde kullanacağı sözcükler kesinlikle bu kadar nazik olmazdı fakat karşısındaki kıza şu an hiçbir şey söylemeye hakkı yok gibi hissediyordu. Bir an durdu, hızlı ve tek seferde konuştu;

  ''Sen kimsin, o adam kimdi, nereye gidiyoruz ve n'oluyor burda?''

  ''Cevap istiyorsan kaskını tak ve motora bin.  En azından o adamla yalnız karşılaşmak istemiyorsan  benimle gelirsin.'' dedi kız ve motorun bağırtısı tüm sokakta yankı yaptı. Selim durdu, hayatı tehlikede olmasa bile bu sese karşı koyamayacağını biliyordu. Kaskı kafasına geçirdi ve motora bindi.

  ''Bu arada adım Selim.'' dedi öne eğilerek. Kız güldü, ''Ayça.'' dedi ve motora tam gaz asıldı.

57
Düşler Limanı / Kukla
« : 22 Mayıs 2010, 22:21:40 »
  Koşuyordu, en az hava kadar ıslak kaldırımda, yüzüne vuran yağmura karşı koşuyordu. Etrafındaki bulanık insan silüetlerine aldırış etmeden, nereye gittiğinden habersiz, ne yapacağını tahmin edemeden koşuyordu. Kaldırımdaki bir çukura bastı, sağ ayağı yere olması gerekenden daha erken basınca yüzükoyun bir biçimde ıslak kaldırıma serildi. Güldü kendi kendine.

  Ayağa kalktı, insan silüetlerinin kendisine yönelmiş bakışlarına aldırmadan koşmaya devam etti. İlerideki ağaçla kaldırımda yürüyen çiftin arasından geçecekti. Nefes nefese koşarken gene güldü ''Ne kadar gereksiz bir ayrıntı.''

  Ağaç şimdi önündeydi; yana doğru hamle yaptı, kol kola girmiş çiftten ağaça yakın olanının omzuna çarptı ve arkasından gelen bağırma sesine aldırış etmeden koşmaya devam etti. Şimdide sokağın sonundaki dükkandan sağa dönecekti. Hayatını, aklına gelen bu kısa ve gereksiz düşüncelerin kontrol etmesine alışmıştı, karşı koyamayacağını öğrenmişti artık. ''Bakalım bu sefer ne çıkacak önüme.'' diye çaresizce düşünerek sağdaki sokağa saptı.

  Issız bir sokaktı, sırılsıklam, dar ve ıssız. Yavaşladı, burada durması gerekiyordu. Etrafına baktı, karşısına ne çıkacağını tahmin etmeye çalışmıyordu eskisi gibi, nasıl olsa ne gelecekse zaten gelecekti başına. Yapacağı hamleler belliydi, karşısına çıkacak 'şey' belliydi, olayın sonucu belliydi. Kendisine düşen tek şey bağlı olduğu iplerin ucundaki kişiye bakmadan itaat etmekti, bunun farkına artık varmıştı.

  Ve bir anda korkunç bir baş ağrısı girdi vücuduna. Onun için en kaçınılmaz şeydi bu, ama bu kez en beklenmedik olaydı aynı zamanda. ''Daha çok erken.'' diye düşündü ıslak kaldırımda dizleri üstüne çökerken. Başı ellerinin arasında, karşı koyamayacağı bu ağrının bir kez daha kendisini ele geçirmesine seyirci kaldı. Her zamanki gibi.

  Düşünceler bir anda aklına doluştu. Yapılan şakalar, güneşli bir gün, tanımadığı insanlar, büyük bir kalabalık ve gürültü, deniz kenarında bir kafe, elinin tutan genç bir kız..

  Dikkati dağılmıştı, uyku vakti gene gelmişti ve bu kez çok erken olarak gelmişti. Hangi tarihte, hangi yerde, hangi şekilde uyanacağından habersiz, ıssız sokakta bir adam yere yığıldı.
 
  Uykusu gelmişti. Kalemini bıraktı, defterini kapatarak rahat koltuğundan kalktı. ''Bugünlük yeterli, havamda değilim sanırım.'' diye düşündü ve gerinerek esnedi. Geçirdiği güzel günle ilgili bir rüya görmek umuduyla rahat yatağına doğru ilerledi.

58
Kurgu İskelesi / S.W.A.T.
« : 20 Mayıs 2010, 03:08:07 »
‘’Aaah, lanet olsun. Çakmağımı kaybettim.’’ Etrafına bakındı. ‘’Nerde bu lanet olası şey.’’

‘’Hey Nathan. O elindekinin emniyetini kapatmazsan kaybettiğin tek şey çakmağın olmayacak. ‘’ Lacivert üniformalı adam elindeki gri zippoyu arkadaşına fırlattı ve eldivenlerini giymeye koyuldu.

‘’Lanet teröristler neden hep hafta sonları ortaya çıkar ki.’’ diye hayıflandı ağzına sigarasını alan Nathan. ‘’Hemde Magic Lakers maçının olduğu gün. Polisler ne halta yarıyor bu şehirde be?’’

‘’Böyle mızmızlanacağını bilsem 3 yaşındaki kuzenime bakmaktan vazgeçip çağrıya cevap vermezdim Nathan. Bende bütün gün çocuk zırıltısı çekmeyeceğimi düşünüp seviniyordum.’’

‘’Abartıyorsun Katherine. O kadar da kötü olamaz. Benimde yeğenlerim var ve hafta sonu onlarla vakit geçirmek yerine kalkıpta şehrin kenar mahallesindeki bir gecekonduya baskın yapmak isteyeceğimi hiç sanmıyorum.’’

‘’İnan bana Jack, kuzenimi tanısaydın; onunla vakit geçirmek yerine içi teröristlerle dolu bir binada kilitli kalmayı tercih ederdin.’’

‘’Sen bunu tatil yapmaya da tercih edersin gerçi.’’ diye mırıldandı eldivenlerini giymiş olan adam.

‘’Git işine be’’ diyerek kaskını eline aldı Katherine.

‘’Kavgaya dışarıda devam etmeye ne dersiniz?’’ 

Lacivert renkli zırhlı minibüs gecekondulardan oluşan bir ara sokakta durdu. Sokağın başındaki polis barikatının önünde mahallelilerden oluşan bir grup toplanmış evlerine girmek için izin bekliyorlardı. 4 polis aracı eski görünümlü tek kat bir evin önüne gelişigüzel park etmişti. Polisler olay mahalli olarak çevrilmiş bölgenin yakınına kimseyi yaklaştırmıyordu.

Bir polis memuru apar topar polis arabasının arkasındaki küçük grubun yanına koştu.

‘’Komiserim, özel tim geldi.’’

‘’Sonunda gelebildiler demek. Gene olan olduktan sonra.’’

Komiser olay yerine yanaşan S.W.A.T minibüsüne bir göz attı, sonrada inen lacivert üniformalı adamların yanına yürüdü. Ekibin başı olduğu anlaşılan iri yapılı, zenci bir adam komiser yanlarına gelince elini uzattı.

‘’Sanırım yetkili sizsiniz.’’ Tok sesiyle nazikçe söylemişti bunu ama otoriter bir havası olduğu da gerçekti.

‘’Los Angeles Polis Departmanından Chris Gray. Sonunda gelebilmenize sevindim.’’ diye cevap verdi komiser ve adamın arkasındaki S.W.A.T ekibine hızlıca bir göz attı.

Ağzında sigarasıyla eldivenlerini giyen, 25-30 yaşlarında, kahverengi bıyıklı, beyaz bir adam vardı. Simsiyah dağınık saçlı, ekipten başka biriyle sohbet eden daha genç bir adam daha. Sohbet ettiği kişi, diğerlerine göre daha yaşlı, bir yandan adamı dinlerken bir yandan da silahını hazırlıyordu. Bir kadın, kahverengi düz saçlı, uzun boylu, sakız çiğneyerek  etrafı kolaçan eden bir kadın. Ve elini sıktığı iri yapılı zenci, ekibin lideri.

‘’Nicholas Bancher. Burdaki durum nedir komiser Gray?’’

‘’Ekiplerimizden biri saat 5 civarında bir ihbar üzerine bu evi kontrole geldi.’’ Parmağıyla tek katlı evi gösterdi. ‘’Kapıyı birkaç kez çalmış, açan olmayınca da penceren içeriye göz atmak istemiş. İçerde saklanan lanet herifte polisi pencerede görünce ateş açmış. Ortağı yardım çağrısında bulundu, 15 dakika içinde de biz geldik. Lanet herifin otomatik silahı var, buraya gelen ilk ekip arabasını delik deşik etmiş.’’ Bu kezde evin önündeki sokakta duran polis arabasını gösterdi. Aracın her yeri kurşun delikleriyle kaplıydı ve bazı yerlerinden dumanlar çıkıyordu.

‘’Tek kişi olduğundan emin miyiz?’’ diye sordu S.W.A.T ekibinin lideri.

‘’Şu ana kadar ikinci bir kişi görmedik. Çatışmada da tek bir kişi ateş ediyordu.’’

‘’Ne sakladığıyla ilgili bir bilgi var mı peki?’’

‘’Bir bilgimiz yok, ihbar da isimsiz ve sadece buraya gelmemizi söyleyen cinstendi. Ama polis memurunu vurduktan sonra arkadan kaçmayıp evde kalmayı tercih ettiğine göre, taşıyamayacağı bir şey olabileceğini düşünüyoruz.’’

‘’Anlaşıldı. Polis barikatlarını 3 4 metre daha geriye alın ve kaçmaya çalışırsa yakalamak üzere hazır bekleyin. Ekibimle hazır olduğumuzda içeri gireceğiz. Sizinle tekrar konuşuruz komiser Gray.’’ Dedi Nicholas ve cevap beklemeden ekibinin yanına döndü.

‘’Umarım bu iş daha fazla uzamaz da şu finali ağız tadıyla izleyebilirim. Gerçi ne kadar tadım kaldı bilmiyorum ama.’’ diye kendi kendine düşündü komiser ve barikatları geriye çekme emrini vermek üzere polis aracının yanına döndü.

‘’Dinleyin beyler. – Katherine bu tabire alışmıştı artık- Şüpheli tek bir kişi. Otomatik silahı var, araçta açtığı hasara bakılırsa hafif bir silah. Ne sakladığını bilmiyoruz, bu da işi daha tehlikeli bir hale getirir. Basit bir gir-temizle operasyonu olmasını istiyorum. Ön kapıdan gireceğiz, evin boyutuna bakılırsa en fazla 4-5 odası vardır zaten. Yani maksimum 5 dakikada bu iş bitmiş olsun istiyorum.’’

‘’Geçen seferki gibi bacağına nişan alma zorunluluğumuz var mı peki?’’ diye sordu Nathan.

‘’Bu pislik bir polis memurunu yaralamış, yani tehlike arz ediyor. İlk tercihiniz etkisiz hale getirmek olsun ama zor kalırsanız ateş serbest.’’

‘’İşte duymak istediğim buydu.’’ dedi ve MP5’inin şarjörüne sert bir şekilde yerine taktı Jack.

‘’Hazırlanın, bir an önce işimiz bitsin. Bu lanet teröristlerin final maçı heyecanını da elimden almasına izin vermek istemiyorum.’’

Ekip silahlarını bir kez daha gözden geçirdi. Katherine maskesini yüzüne geçirdi, kaskını taktı. Ekibin en büyük ve tecrübeli ismi Vince yeleğini düzeltti, silahının emniyetini açtı. Nathan sigarasını bitirdi, eski bir alışkanlık eseri bıyığını kaşıdı, maskesini ve korunma gözlüklerini taktı. Jack her şeyini hazırlamıştı bile. Ekibin başı Nicholas komiser Gray ile son bir kez konuşmak üzere polis aracının yanına gitmişti. Ekip hazır olduğunu bildirince Nicholasta kaskını taktı ve ekibe pozisyon almaları için işarette bulundu.

Ekip tek katlı evin ön duvarında pozisyon aldı. Jack hafif kapıları uçurmak için kullandıkları ufak c5 patlayıcılardan birisini kapının koluna astı ve duvara yaslanarak Nicholas’ın işaretini beklemeye başladı.

Vince defalarca yaptığı baskınlardan birini daha gerçekleştirmek üzere olduklarını biliyordu. İki parmağını yukarıda tutarak bekle işareti veren Nicholas’a baktı. ‘’İşte başlıyoruz.’’ Nicholas elini indirdi.

BUUUM! Kapı bir anda geriye doğru havaya uçtu ve Jack ile Katherine MP5lerini ateşe hazır bir şekilde tutarak hızlıca eve girdiler. Ekibin geri kalanı da arkalarından girdi. Ufak bir hole gelmişlerdi kapıyı geçince. Patlamanın etkisiyle içeriye saçılan kapı parçaları zaten pislik götürdüğü belli olan mekanı iyice dağıtmıştı. Havaya uçan kapının eşiğinden giren ışık bile holü aydınlatmaya yetmemiş gibiydi. Jack sağ taraftaki kapalı kapının yanına geçti. Nathan ise eliyle geç kalmış bir ‘temiz’ işareti yaptı. Nicholas ilerideki mutfağa doğru dikkatlice yürüdü, arkasında bekleyen Katherine’e eliyle ilerle komutunu verdi. Katherine mutfak kapısının önünde duvara yaslandı. Nathan’da kapının diğer yanında aynı şekilde bekliyordu. Katherine eliyle 3,2,1 diye saydı ve Nathan ile aynı anda mutfağa daldılar. Nathan ilerledi, Katherine arkasını kollamak için geride kaldı. Kısa bir süre sonra gene ‘temiz’ işareti geldi. Nicholas Vince’e dönerek sol tarafta kalan kapıyı gösterdi. Vince başıyla tamam işareti yaparak kapıya doğru ilerledi, bu sırada Jack sağdaki kapıyı sert bir tekmeyle parçaladıktan sonra odadan içeri dalmıştı. Nicholas Vince’in yanına geldi, duvara yaslandı. Göz göze geldiler, mesleğin getirilerinden biri olan, konuşmadan anlaşabilme yeteneklerini kullandılar ve pislik götüren küçük holün sol tarafındaki kapıyı kırdılar.

Girdikleri yer küçük bir salondu. Odanın içi dumanlıydı, ot ya da sigara dumanı. Vince’in bunu dumanın neyden geldiğini anlamasına engel olan şey ise keskin bir kimyasal kokusuydu. Daha önce duymadığı bir kokuydu bu, keskindi ve genzi yakıyordu.

Temkinli bir biçimde etrafı kontrol ettiler, odanın içi çok dağınıktı. Ortadaki küçük sehpanın üzeri çeşitli kitaplar ve dergilerle kaplıydı, yerler ise gazete kağıtlarıyla. Duvarlarda gazetelerden kesilmiş parçalar ve yazıların dışında kalem ve boyayla yazılıp çizilmiş çeşitli resim ve sembollerde vardı. Eski, süngerleri yırtılmış bir kanepenin üstünde bir yastık ve battaniye duruyordu. Perdeleri sonuna kadar çekilmiş camın önündeki masadaysa kirli bir bardak ve yarım bırakılmış bir parça sandviç vardı. Nicholas temkinli bir şekilde odanın içinde ilerlerdi duvara dayalı geniş kitaplığın yanına geldi. Vince ekibinin lideri olan bu adamı çok uzun bir süredir tanıyordu ve bir şeyler fark ettiğini anlamıştı. Nicholas askısından koluna asılı olan silahını bıraktı ve kitaplığı incelemeye başladı. Bu sırada ekibin geri kalanı da odaya girdi.

‘’Ev temiz. Bakılacak başka bir yer yok. Polisler fark edemeden sıvışmış olmalı.’’ dedi Nathan Nicholas’a. Lider onu dinlemiyor gibiydi, kitaplığı incelemeye devam etti. Ekibin geri kalanı onu izliyordu. Daha sonra Nicholas geriye döndü, ‘Vince’ dedi ve eliyle bir işaret yaptı. Vince silahını bıraktı, kitaplığı sağ tarafından tuttu. Nicholas’ta solundan tuttu ve haydi demesiyle kitaplığı hareket ettirdiler.

Kitaplık duvardan çekilince ortaya yeni bir kapı çıktı. Nathan ‘bu her zaman olmak zorunda mı’ diye söylendi ve silahını tekrar eline aldı. Ekip kapının önünde pozisyon aldı ve liderin ileri işaretiyle evdeki son kapıda kırıldı.

Oda yarı karanlıktı, pencerenin tamamı eski gazete kağıtlarıyla kaplanmış olduğundan ışık içeriye zar zor giriyordu. Bir yatak odasıydı burası. Ortada duvara dayalı eski, demir bir yatak vardı. Küçük bir dolap, yırtık pırtık bir koltuk ve yerdeki biçimsiz kilimden başka odada bir eşya yoktu. Kilimin üzerindeki kırmızı leke Vince’in dikkatini çekmişti, yatağın pencereye doğru bakan kısmında bir şey olduğunu farketti. Eliyle ekibe işarette bulunarak ilerledi, diğerleri silahlarını yatağın arkasına doğrultmuş tetikte bekliyorlardı. Vince ondanın sonuna gitti, yatağın ardındaki şeyin ne olduğuna baktı.

Bir adamdı. Yere oturmuş, yatağa yaslanmış, kafası aşşağıda bir adam. Üzerindeki tişört tamamen kan içindeydi, boynu bükülmüş, elleri iki yana düşmüş bir şekilde duruyordu. Vince tedbiri bırakmadı, adamın yanına gidene kadar silahını üzerine doğru tutmaya devam etti. Yanına vardığında tek eliyle adamın kafasını kaldırdı ve boğazına saplanmış olan bıçağı gördü. Kafasını kaldırdı ve kendisini izleyen ekip arkadaşlarına ölmüş dedi. Ekip silahlarını indirdi, Nicholas cesedin yanına geldi.

Vince bu arada bir şey farketmişti. Adamın yaslandığı yerde yatağın üstündeki yorgan geriye doğru katlanmıştı. Neden bilmiyordu ama bu meslekteki uzun yılları ona herşeyden şüphelenmesi gerektiğini öğretmişti. Cesede dokunmadan çömeldiği yerden kalktı, yatağın üzerindeki yorganı kaldırdı. Katherine dikkatli bir şekilde kendisi izlerken yatağın altına eğildi ve cesedin yaslandığı yerin hemen arkasındaki küçük paketi gördü. Elini uzatıp paketi aldı, kahverengi kese kağıdına sarılı küçük bir koliydi. Nicholas’ta bunu görünce cesedi bıraktı ve Vince’in yanına geldi. Vince yavaşça kese kağıdını yırttı, koli kapatılmamıştı. Sanki apar topar kağıtlanmış gibiydi. Kolinin ağzını açtı ve 4 tane ince tüp şeklindeki bombayla bağlı oldukları küçük digital kol saatini gördü. 14, 13, 12..

‘’Lanet olsun!’’ diye bağırdı Nathan ve Nicholas’ın ‘’DIŞARI DIŞARI! KOŞUN!! ‘’ şeklinde bağırmasıyla tüm ekip evin dışına koşmaya başladı. Vince koşmaya başlamadan bir an önce paketi yatağın altına fırlattı ve evden dışarıya attığı 5. adıma saatin geri sayımı sona erdi.
GÜMM!

59
Kurgu İskelesi / Mariatus
« : 11 Mayıs 2010, 23:44:36 »
                                                               Karakter Tanıtımı

Sonia: En büyük kız kardeş. Uzun, düz, kahverengi saçlara sahip. Yeşil gözlü. Uzun, ince, süper zeki. (İlerleyen bölümlerde diğer özelliklerini de göreceksiniz.)
   
Nora: En büyük erkek kardeş. Melanie'nin ikizi. Sonia'dan 1 yaş küçük. Açık kahverengi, dalgalı saçlara sahip. Göz rengi sarı-turuncu. Orta boylu, ince, çok hızlı. (İlerleyen bölümlerde diğer özelliklerini de göreceksiniz.)
   
Melanie: Ortanca kız kardeş. Nora'nın ikizi. Simsiyah, kıvırcığa yakın, uzun saçlara sahip. Mavi gözlü. Karanlıkta görebilme yeteneğine sahip. (İlerleyen bölümlerde diğer özelliklerini de göreceksiniz.)
   
Fergus: En küçük erkek kardeş. Thelma'nın ikizi. Melanie ve Nora'dan 1 yaş küçük. Siyah düz saçlara sahip. Göz rengi mor-eflatun. Hafif yapılı. Süper güçlü. (İlerleyen bölümlerde diğer özelliklerini de göreceksiniz.)
   
Thelma: En küçük kız kardeş. Fergus'un ikizi. Kırmızı saçlara ve aynı kırmızılıkta gözlere sahip. Sıcaklıktan etkilenmiyor. (İlerleyen bölümlerde Thelma hakkında bayağı birşey öğreneceksiniz.)
   
Julia: Anneleri. Zayıf. Düz sarı saçlara sahip. Göz rengi kahverengi.
   
Northan: Babaları. Uzun, kalıplı, yakışıklı, birazda korkutucu bir tip. (Sadece dışarıdan bakıldığında) Safkan insan değil, melez. (İlerleyen bölümlerde bu konuyla ilgili bolca birşey bulacaksınız.)
   
Vilnis: Dedeleri. Uzun, bembeyaz ama gür saçlara sahip. Yaşlı.  :P Ve tabiki bilgin bir insan. Daha doğrusu melez.




                                                                                  - Giriş -
  “Uzun yıllar önce, henüz insanların keşfetmemiş olduğu topraklar üzerinde, gökyüzü tanrıçası Calumdea’nın yaratmış olduğu bir uygarlık vardı. Mariatus olarak bilinen bu uygarlık insanların bildiği dünya düzeninden farklıydı, burada üstün bir ırk yoktu. İnsanlar bu düzeni keşfettiğinde ise her şey değişti.
  İnsanlar açgözlülük, bencillik ve daha zengin olma arzusuyla Maritus topraklarına sahip olmaya çalıştılar. Mariatus onlarca ırka ev sahipliği yapıyordu ve insanlar  bu ırkların hepsi için bir tehdit oluşturmaya başlamıştı.
 
  İnsanların açgözlülükle başlattıkları bu savaş Mariatus’daki dengeyi bozmuştu. Irklar arasındaki kadim barış bile yavaş yavaş yerini düşmanlığa bırakmaya başlıyordu. Calumdea bu duruma daha fazla seyirci kalmadı ve insanların yaşadığı topraklarla Mariatus topraklarını birbirinden ayırdı. Mariatusta kalan insanlara ise iki seçenek sunuldu; Ya barış içinde yaşayın ve bu düzenin bir parçası olun, ya da geldiğiniz topraklara geri dönün. Savaşın anlamsızlığını önceden fark etmiş bazı koloniler barış teklifini kabul ederek Mariatusta kalırken, diğer koloniler ana vatanlarına geri döndüler. Bazı insanlarsa barış teklifini kabul etmemelerine rağmen Mariatusta kaldılar. Nefretlerinden vazgeçmeyen bu koloniler gözden uzak topraklara yerleştiler ve Mariatusa hakim olma düşüncesinden asla vazgeçmediler.

  İnsanların topraklarıyla Mariatus toprakları ayrıldıktan sonra barış geri gelmişti. Mariatusta yeni olan insan ırkı geçmişteki acılardan ve nefretten uzak, mutlu bir yaşam sürmeye başlamışken, anavatanlarına dönen insanlar arasında bu topraklar bir efsane olarak kalmıştı artık. Bir çok kral ve hükümdar bu toprakları bulmak için dünyanın dört bir yanına seferler düzenlediyse de hiçbirisi başarılı olamamıştı.

  Öte yandan Mariatusta huzur bir süre sonra tekrar bozuldu. Mariatusta kalan ve kurak topraklara yerleşmiş olan insanların düşmanca tavırları Calumdea’yı rahatsız ediyordu. Bulundukları yerde bir uygarlık kurmuşlardı ve tek düşünceleri tüm Mariatus’a hakim olmaktı.
  Calumdea bu durumun sonsuza kadar süremeyeceğini biliyordu. Doğru zaman geldiğinde barışın sağlanacağından emin olmak için her ırkın liderine zihinlerinde şu kehaneti gösterdi;
 
''Mariatustaki eski barış ileride yeniden sağlanacak. Doğru zamana kadar güçlü olun ve bu kötülüğün sizi yıldırmasına asla izin vermeyin. Huzurun sembolü her biri insanlardan bir yönüyle üstün olan 5 kardeş olacak. Bu kardeşler ortaya çıkıp doğru zaman geldiğinde, gerçek huzuru sağlayacak olan son savaş başlayacak.''
 
''Eh'', dedi yaşlı adam okuduğu kitabı kapatıp yanındaki sehpanın üzerine koyarken. Gözlüğünü çıkardı ve gülümseyerek karşısındaki kanepede oturan beş çocuğa baktı.

''İşte hikaye bundan ibaret. Bu eski kitap nesillerdir bizim ailemizdedir. İçinde yazanlarında sıradan bir çocuk masalından ibaret olmadığını sanırım anlamışsınızdır. ''

''Biz olduğumuzu nereden anladınız peki dede?'' diye sordu kanepenin en solunda oturan kız. Uzun kahverengi saçları titrek ışıkta ipek gibi parlıyor ve dümdüz uzanıyordu. Yemyeşil gözleriyle içini okumak istermişcesine dedesine bakıyordu.

''Bir dakika yaa. O beş kardeş biz miyiz şimdi?'' diye araya girdi diğer başta oturan erkek çocuk. Onun saçları da kahverengiydi, fakat ablasınınkinin aksine dalgalı ve çok daha açık bir tondaydı.

''Evet öyle.'' dedi yaşlı adam. ''Hepiniz sıradan insanlardan bir özelliğinizle ayrılıyorsunuz. İkiz kardeşlerinize benzemiyorsunuz, her biriniz bir konuda diğerlerinizden üstün.''

''Ben o yüzden mi Nora’dan güçlüyüm?'' diyerek abisine sırıttı siyah saçlı küçük erkek kardeş. Gözleri mora yakın bir renkteydi ve capcanlı bir görünümü vardı.

''Bende senden daha hızlıyım işte.'' diye cevap verdi abisi.

''Dede'', dedi kanepenin tam ortasında oturan kız. ''Normal insanlar karanlıkta göremiyormu?''

''Hayır Melanie. Onlar ışık olmadan hiçbir şeyi ayırt edemezler.''

''Ama Melanie hariç hiçbirimiz karanlıkta göremiyoruz ki.'' dedi Nora.

''Hepiniz başka bir konuda üstünsünüz, sizi farklı kılanda bu.'' dedi yaşlı adam.

''Peki ben neyde daha iyiyim dede?'' diye sordu o zamana kadar hiç konuşmadan dedesini dinleyen en küçük kız kardeş. Kıpkırmızı gözleri ve aynı kırmızılıkta uzun saçları vardı. Gözlerinin kızıllığı ona keskin bakışlar vermiş ve onu anlaşılması güç bir biçimde etkileyici kılmıştı. Henüz çok genç olmasına rağmen doğa üstü bir şekilde tatlı, hatta güzeldi.

''Eh'', dedi dedesi. ''Ben bu yaşıma geldim, senin kadar tatlı bir torunu olan kimseyi görmedim.''
Küçük kız dedesine sırıttı.

''Haydi bakalım'', dedi adam. ''Yatma vakti geldi. Yarın çok çalışacağız, iyi dinlenin.''
Dört kardeşte dedesine iyi geceler dedikten ve onu öptükten sonra merdivenlerden yukarı, odalarına çıktılar. Hala kanepede oturan kardeş ise ortanca olan Melanie’ydi. Masmavi gözleri ve siyah, kıvırcığa yakın dalgalı saçları vardı. Az önce dedesinin kendilerine okuduğu kitabı okuyordu. Dedesi kendisine iyi geceler diledi ve uyumak üzere odasına gitti. Onun içinse gece yeni başlıyordu.


Yorumlarınızı esirgememenizi rica ediyorum, eleştirilere açığım ve yüzüme vurulmasından yanayım. Umarım okurken, benim yazarken aldığım keyfi alabilirsiniz.  :)

Sayfa: 1 2 3 [4]