Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Victoria

Sayfa: 1 [2] 3
16
Düşler Limanı / Gurur
« : 14 Ocak 2011, 18:57:17 »
Gurur

Tel örgüleri dünyayı her hangi bir yerinden ikiye bölüyor, nöbetçiler bu yasak oyunun korkunç güzelliğini her saat başı birbirlerine devrediyorlardı.
Silahlarının haznelerinde geceyi konuşturacak, karanlığı ortasından yaracak çelik çekirdekli mermiler vardı. Dağ taş düşmandı. Karşı tepelerin üstündeki bodur ağaçlar, çamlar birer ihanet, birer tavşan ürkekliğiyle kıpırdıyorlardı. Han nehri ulu bir durgunlukla akıyordu.
Karanlık büyük, baş edilmez kuvvetiyle gözlerimize kadar dolmuştu. Nöbetçiydim. Mum ışığının altında kitap okuyordum. Çadırın önünde ayak sesleri işittim. Tanıdığım bir ses rütbemi çağırdı.
‘‘Teğmenim!’’
‘‘Gir içeri!’’
Nöbetçi çavuşu içeri girdi.
‘‘Söyle!’’
‘‘12-1 nöbetçisi tel örgünün kenarında bir Koreli çocuk yakalamış. Tel örgünün bu tarafına geçmiş.’’
‘‘Nerede?’’
‘‘Dışarıda. Kapının önünde bekliyor.’’
‘‘İçeri getir!’’
Nöbetçi çavuşu çocuğu içeri soktu. Sırtında ince beyaz bir gömlek. Ayakları yaralı çıplak, saçları darmadağınık. On yaşında ya var ya yok.
‘‘Yaklaş!’’ dedim.
Korkarak baktı, kıpırdamadı. Nöbetçi çavuşuna:
‘‘Türkçe biliyor mu?’’
‘‘Biliyor. Dışarıda bizimle konuştu.’’
‘‘Şöyle ışığa gel!’’ kapının kenarına iyice kedi gibi sokuldu.
‘‘Gelsene ulan!’’ Nöbetçi çavuşu ensesinden tuttu, önüme getirdi. Titriyordu.
‘‘Ne arıyordun tel örgünün kenarında?’’
‘‘...!’’
‘‘Sana söylüyorum. Cevap versene!’’
‘‘…!’’
Yatağımdan doğruldum. Bir adım geri çekildi. Alt dudağı titriyordu. Gözlerinin bulutlandığını gördüm. Dokunsam ağlayacaktı.
‘‘Korkma oğlum. Sana bir şey yapmayacağım. Söyle niçin bu tarafa geçtin? Biliyorsun bu tarafa geçmek yasak.’’
‘‘…!’’
Çavuşa:
‘‘Ara şunun üstünü!’’ dedim. Cebinden boş bir kibrit kutusu, kirli bir mendil, paslı bir çakı çıktı. Çakıyı gösterdim.
‘‘Bu ne?’’
‘‘…!’’
Bağırdım:
‘‘Konuşmazsan seni hapsederim!’’ Ellerini ince gömleğinin üzerinde birleştirdi. Boynunu eğerek çavuşa baktı. Çavuşa:
‘‘Çık sen!’’ dedim. Çavuş çıktığı an bağırdım.
‘‘Dövdüler mi sen? Söyle!’’
‘‘ Hayır’’ dedi. Gözlerine baktım. Gözlerini benden kaçırdı, çıplak ayaklarının ucuna dikti. Bir müddet sustuk. Sonra bir an gözlerimiz karşılaştı. Gülmek istedi cesaret edemedi, gülmekle ağlamak arasında bir tik ağzının kenarında seğirdi.
‘‘Adın ne senin?’’
‘‘Hi.’’
‘‘Bu köyden misin?’’
‘‘Değil.’’
‘‘Anan baban var mı?’’
‘‘Yok’’
‘‘Kimin yanında kalıyorsun?’’
‘‘Mamasan Çong-ca’nın.’’
‘‘Para veriyor mu sana?’’
‘‘Askerlere evin yolunu gösterirsem veriyor’’
‘‘Ben sana bir dolar versem?’’ Tekrar gülmek istedi. Gözleri ısındı. Deminki tik gevşedi, yüzüne yayıldı. Şimdi çirkin bir köpek yavrusuna benziyordu.
‘‘Gerçekten verir misin?’’
Döndüm. Yatağın  başında asılı ceketime uzandım. Para cüzdanımı ceketimin ön cebinden çıkardım. Çadırın içine rüzgar doldu. Baktım, kaçmış. Dışarı fırladım. İlerdeki nöbetçi askere seslendim.
‘‘Hey! Nöbetçi!’’
‘‘Buyur komutanım.’’
‘‘Çocuk kaçtı. Yakalayın!’’
Gecenin içinde koşuşmalar oldu, asker postalları toprağın üzerinde takırdadı, sesler duyuldu. Biraz sonra çocuğu yaka paça getirdiler. Beyaz gömleğinin üzerinde taptaze kan lekeleri vardı. Nöbetçinin elinden bileğini kurtardı, burnunu sildi. Burnunun ucu, ağzının kenarı kan oldu. Eli kanıyordu. Nöbetçi, nefes nefese konuştu.
‘‘Tel örgünün üzerine düştü. Ayağından yakaladım. O bir yana geçmek için çabaladı. Fakat kurtulamadı.’’
Biraz önce cebinden çıkan kirli mendilini önüne attım.
‘‘Al, sil yüzünü.’’ Mendili aldı. Kanayan eline sardı.
‘‘Niye kaçtın? Ben sana para verecektim.’’ Vahşileşti, gözlerini kısıp bağırdı:
‘‘Yalan söylüyorsun. Vermeyecektin.’’
Nöbetçi tartaklamak istedi.
Cebimden bir sigara çıkardım, kağıdını yırtıp, tütünü avucuma boşalttım.
‘‘Uzat elini!’’
Kanlı avucuna tütünü bastım. Haykırdı.
‘‘Bak, dedim, bu tarafa niçin geçtiğini söylemezsen seni hapsederim. Ellerine kelepçe vururlar. Belki de seni kurşuna dizerler.’’
Yüzüme bakıp ciddiyetimi ölçmek istedi. Dimdik baktım.
‘‘Açtım.’’ Dedi.
‘‘Yalan söylüyorsun.’’
‘‘Vallah!’’
‘‘Gecenin bu saatinde ne bulucaktın?’’
‘‘Ekmek!’’
‘‘Ekmek mi?’’
‘‘Ekmek ya. Akşam aşçı bizim tarafa atarken, bu tarafa düştü.’’
‘‘Ne tarafa?’’
‘‘Sizin tarafa. Tel örgünün kenarına. Boş bira kutularının bulunduğu yere.’’
Akşamları aşçılar artan yemekleri, ekmek parçalarını, meyve kabuklarını tel örgünün öbür tarafına atıyorlar, bir sürü çocuk, kadın, erkek, bunları daha hava iken kapıyorlar, kavga ediyorlar, ortalığı anlamadığınız bir dilin gürültüsüyle dolduruyorlardı. Her akşam doymuş birkaç aşçıyla aç bir sürü insanın oyunlarını görüyorduk.
Nöbetçiye seslendim. Ekmeğin yerini tarif edip, aramasını söyledim.
‘‘Elin acıyor mu?’’
‘‘Acımıyor.’’
Nöbetçi gelene kadar tek kelime konuşmadık. Nöbetçi bir tarafından iştahsız bir ağzın ısırdığı büyükçe bir ekmek parçasıyla içeri girdi, ekmeği masanın üstüne bıraktı.
‘‘Bir daha bu tarafa geçme. Vururlar seni sonra.’’
Nöbetçiye:
‘‘Götür tel örgünün öbür tarafına bırak.’’ Dedim. Masanın üstünden çakısını, boş kibrit kutusunu aldı, yüzüme bakmadan, nöbetçinin önünde dışarıya çıktı. Arkalarından baktım, nöbetçinin süngüsü parlıyor, çocuğun ürkek gölgesini aydınlatır gibi oluyordu
‘‘Hiiii!...!’’ diye bağırdım. Durdu geriye baktı.
‘‘Ekmeğini burada unuttun.’’
Kırgın, ince bir sesle:
‘‘İstemiyorum’’ dedi, ‘‘senin olsun.’’
Han nehri ulu bir durgunlukla akıyordu…






17
Düşler Limanı / Yeni yıl...
« : 10 Aralık 2010, 16:52:03 »
Yeni yıl...




‘‘Tanrılar gariptir. Bizi mahvetmek için sadece kötü huylarımızı kullanmazlar. İyi, yumuşak, insancıl, şefkatli yanlarımızla da mahvederler bizi.’’
Oscar Wilde

Dirsekleriyle pencerenin kenarına abanmıştı.  Caddeye bakıyordu. Bu akşam, birbirinden farksız, gerilerde kalmış başka akşamlara benzemiyordu hiç nedense.
Doğru ya bugün yılbaşıydı. Unutmuştu.
Zaman çok çabuk geçiyordu. Daha birkaç yıl önce mutlu evli bir kadındı. Şimdi ise dul bir kadından başka bir şey değildi.

İyice baş kaldırmış bir tedirginliğin belirtilerini duyuyordu. Oysa başka akşamlardan farksız gelmişti bu da. Olağanüstü bir şey çarpmıyordu göze. İnsanlar; gene o canlı, çevik, kaygısız adımlarla geçiyorlardı. Hayat; o değişmeyen canlılık, durmaksızın caddeden akıyordu. Ne soğuk, ne karanlık, ne de nereye olduğu bilinmeyen o gidişler, hiçbir şey, yaşamayı durdurmuyordu.

İlkin sinemanın afişini çevreleyen ışıklar gözünü aldı. Ardından Ritz Bar’ın kırmızı ışıkları, sonra, Londra Bar’ın caddeye dik inen, kocaman yeşil harfleri.

‘‘Sinemaya gitsem mi?’’ aklına bu masum soru takıldı. Bugün yılbaşıydı sonuçta.
Hemen vazgeçti bu düşüncesinden. Onun gibi bir kadının sinemada ne işi vardı. Sinema aşıklar ve genç insanlar içindi.

Pencerenin önünden telaşla ayrıldı. Unutmak istiyordu.
Işıkta, bu asalak düşünceler belki kaçışırdı. Işığı açtı.
Odanın ortasında, ne yapacağını unutmuş insanların karasızlığıyla dikildi.

‘‘Pencerenin önünden kaçtın. Unutuyorsun: kendinden kaçamazsın. Dinle: nereye gitsen kendini de birlikte götüreceksin. Tedirginliğinin sebebi: ne pencere, ne sokak, ne de sinema. Senin içinde ki mutsuzluktur o. Yerine getirilmeyen eğiliminin gerekçesidir. Susturmak, sindirmek için harcadığın her çaba boşuna oldu.’’ İç sesini duymak istemiyordu.

‘‘Gökhan nerede kaldı?’’ –‘‘Gökhan mı?’’ Denize düşen yılana sarılır. Yüzme bilmeyenler için doğru bir söz. Sen yüzme bilirsin şaşkın. Üstelik Gökhan, can kurtaran simidi için gerekli özelliği çoktan yitirdi.  Sabah çıkarken: geç geleceğim, beni bekleme anne, arkadaşlarla toplanacağız, demişti sana.
Nasıl alıkoyabilirdin? Hem ne hakkın var? Genç, yaşanacak günleri var.
Pencerenin önüne geri döndü. Yapacak başka bir işi yoktu. Dikkatini ışıklı caddeye vermeğe çabaladı. ‘‘Vintage’’ adlı ikinci el kıyafetler satan bir dükkan dikkatini çekti. Vitrindeki yılbaşı süsleriyle süslenmiş kıyafetlerin hepsi kırmızı renkti.  Dükkanın önünde ki paralı müzik kutusunun üstüne siyah şişko bir kedi uzanmış etrafında ki insanları izliyordu.
İlerde pantolonlu bir kızın beline sarılmış bir erkek gördü.  İki sevgili gayet mutlu bir şekilde caddeden aşağı doğru yürümeye başladılar.
Kendini düşündü.
Yaşanılanın ardından yenisi, bir daha yenisi sökün edecek diyorsun. Ama her yaşanılan, yaşanılacakların toplamından bir sayı eksiltmektir.

Elleri yanaklarına gitti: yanıyordu. Şakaklarına uzattı, sıktı. Sonra birden
kararını verdi. Bu gece evde daha fazla kalmak istemiyordu. Pencerenin önünden hızla kalktı.

Yatak odasına gitti. Dolabın yanında duran eskimiş tahta sandığa doğru ilerledi. Kocası öldüğünden beri sandığı bir kez açıp içinde ne olduğuna bakmamıştı. Tuvalet masasının üstündeki küçük porselen takı kutusundan anahtarı çıkardı. Sandık hiç zorlanmadan açıldı.
İçinde tamda tahmin ettiği şeyler vardı.
Nişanında giydiği düz  beyaz bir elbise, bitmek üzere olan chanel marka bir parfüm, eski kumaş parçaları ve yuvarlak çikolata kutusu.
Üstündeki ev kıyafetlerini çıkarıp yatağına fırlattı. Üzerine nişanında giydiği beyaz elbiseyi geçirdi. Saçlarını bir kez tarayıp şekil verdi. Dışarı çıkmaya hazırdı.

Caddeye çıktığı zaman doğruca ‘‘Vintage’’ adlı dükkana gitti. Niyeti içeri girmek değildi. Müzik kutusuna çantasından çıkardığı birkaç bozuk para attı.
‘‘Let it snow’’ adlı yılbaşı şarkısının melodisi tüm caddeyi kapladı.
Yürüyen insanların hepsi bir an durup müzik kutusunun önünde duran beyaz elbiseli kadına baktı.  Sonra tekrar karınca sürüsü gibi peş peşe yürümeye devam ettiler.
Tek değişen şey herkesin kısık sesle şarkının sözlerini söylemesiydi.

Yanından geçen insanlara aldırmadan sinemanın olduğu yere doğru yöneldi. Bilet kuyruğu sinema içinden sokağa taşmıştı. Oda sıraya girdi.
Yılbaşı gecesine özel bu akşam sadece tek bir film vardı.
Romantik bir film olan ‘‘Beni bırakma!’’ adlı filmin afişi insanların dikkatini çekiyordu. Afişte siyah saçlı kadın, öylece kolları erkeğin boynuna dolanmış, o anın bitmesi ölüm demekmiş gibi, istifini bozmadan, mutlu bakışlarını erkeğin koyu renk gözlerine dikmiş, duruyordu.






 




18
Mitolojiler / Anaksarete
« : 03 Aralık 2010, 15:23:11 »



Anadyomene; Tanrıça Aphrodite'ye verilen bir sıfat. ''Su yüzüne çıkan, dalgalardan doğan'' anlamına gelir. Köpüklü dalgalardan doğmuş olan güçlü bir tanrıçadır.

Anaksarete

Kıbrıs'lı bir kız; Güzel ama duygusuz ve kalpsizmiş.
Günün birinde İphis adlı bir delikanlı ona delice aşık olmuş, karşılık görmeyince, daha fazla yaşayamayacağına karar verip Anaksarete evinin kapısına asmış kendini. Anaksarete buna da aldırmamış, delikanlının cenazesi evinin önünden geçerken pencereye çıkıp kaygısızca seyretmiş. Tanrıça Aphrodite de bu kadar katı yürekliliğe kızarak Anaksarete'yi bir heykele dönüştürmüş.
Spoiler: Göster
Mitoloji de en sevdiğim karakter Anaksarete'dir. Onun hikayesi beni her zaman etkiler. Çünki o bir insandır.  Kusursuz bir güzelliği var. Ama insan olmayı başaramamış olduğu için tanrıçanın onu bir heykel parçasına dönüştürmüş olduğunu düşünüyorum.




19
Düşler Limanı / Beyaz Kule
« : 02 Aralık 2010, 20:52:07 »
Beyaz Kule




‘‘Filozof, beyaz kulesine çekilmiş bir insandır, diyor. Kuleden dünyaya, bu karışıklığa, bu üzüntülere, bu arzuların bastırılmasından doğan ümitsizliklere, yukarıdan bakar ve bunları çekenlerle birlikte acı duyar.’’

Demek ki, diyorum, kendinin bir acısı yok. Demek ki kendilerine ait koyu istekler, tutkular yok. Kolay. Ne olacak, diyorum.
Burak’ın defteri kaybolmuş. Sene başından beri yazdığı notlar içindeydi. Ne kadar üzüldü. Ben de kaybolan defterin üzüntüsünü Burak’la birlikte duydum. Hiç olmazsa duyar göründüm. Hem madem ki ‘‘o’’, öbürü beni seviyor; bu akşam beni…’da  bekliyor… Bu akşam yine ellerimi sıkacak, avuçlarımı öpecek az ışıklı veya ışıksız köşemizde başının üstündeki ampulden dökülen ışıklarla daha güzelleşmiş, daha hayalileşmiş bakacak.

Herkese sevgi dağıtmaktan, Burak’ı teselli etmekten, defterini kaybettiği için onunla beraber acı duymaktan işte bunlar için, büyük sevinç duyuyorum.

Pelin, bugün derslerden zevk almıyormuş. Demin ‘‘hep uyudum’’ dedi. Ona da avutucu laflar söyledim. ‘‘Üzülme dedim, ben sana notları veririm. ’’ Bir taraftan da belki okumayı bırakırım, o isterse…, diye tatlı tatlı düşündüm. O zaman bütün notlarımı Burak’a uyuduğu için dinlemediği derslerininkini de Pelin’e veririm.

Bu akşam bana ‘‘evlenelim’’ diyecek. Bundan kesinlikle eminim.
Pelin de, Burak da, bu kadar özenerek nereye hazırlandığımı soruyorlar. Onlara şimdiden söyleyemem ama yarın, belki bu akşam ‘‘nişanlandım ‘‘diyeceğim. ‘‘Okulu bırakıyorum çocuklar. Ne yapalım kısmet bu kadarmış.’’
Diyeceğim. Derken de mutlu, ama böyle olduğunu alçakgönüllülükle salkıyan bir görüşle güleceğim. Onları burada, acıyarak mı, yoksa hiçbir şey düşünmeden mi bırakacağım, hiç bilinmez.

Onu hayal ettiğim yerde; hayal ettiğim, çok tanıdığım, çok sevdiğim oturuşuyla beni bekler buluyorum.
‘‘Sana bunları anlatmak için geç kaldım’’ diyor. ‘‘Beni bu kadar benimseyeceğini akıl etmemiştim. Ben seninle evlenmek istemiyorum. Psikolojik, biyolojik, sosyolojik sebeplerle…’’

Etnolojik, arkeolojik, ontolojik, antropolojik… diye düşünerek kafamı zorluyorum. Bütün  ‘‘loji’’ leri ve ‘‘lojik’’ leri bulmam gerek. Başım taşıyamayacağım kadar ağırlaştı. Bütün bunlar yıllarca evvel olmuş veya hiç olmamış. Çok cesaretli olsam ölmeyi düşünürdüm. Ama zayıfım. Bu ışıklara, bu insanlara, bu aynalara, eşyalarıma, düşüncelerime, hayallerime olan alışkanlıklarıma kıyamayacak kadar zayıfım. Beyaz kule, gözümün önünde, ardında dikiliyor. Ona koşabilmek, ona tırmanabilmek deminki düz mutluluğa koşmak ne kadar zor.

Ona ‘‘Sana olan sevgimi altı ay açığa vurmadım. Niye bana ümit verdin? ’’ demiyorum.
‘‘Bana kızdın mı? ’’ diyor. ‘‘Kızar mıyım? ’’ diyorum. Arabanın farları yüzüme vurunca kızarak ve üzülerek ‘‘yapma böyle’’ diyor. O kadar güzel ki bu acıyla bu karanlık ve yalnızlıkta ağlamak. Gözyaşlarım eldivenlerimin derisinde kalmış. Kendim için mi ağlıyorum… Belli ki öyle. Hayır, beyaz kuleye çıkacağım. Ayaklarım yolların çamurunda, taşında, toprağında tökezlerken; ruhumu, duygularımı, ümit ve hayallerimi bu çıkmazlarda bırakıp beyaz kulenin basamaklarına atılacağım.

‘‘Bu gece ben uyku ilacı ve sigaraya muhtacım’’ diyor. ‘‘Sakın, diyorum,sakın…’’ ‘‘Kabahatliyim, beni affet, çok suçluyum’’ diyor. Yüzüne, güç bela sığınabildiğim beyaz kulenin eşiğinden gülümseyerek bakıyorum.  ‘‘Çok suçluyum. Senin duygularınla oynadım. ’’ diyor. ‘‘Güle güle’’ diyorum. Yarın Burak’a, Pelin’e bana beyaz kuleyi öğretenlere döneceğim.

Beynim çatlamazsa, gözlerim, dilim, kalbim çürümezse yarın beyaz kulenin ilk basamağında oturup doya doya; kendi acılarımın dışındaki acılara, bunları duymanın kederi fakat duyabilmeğe başlamanın sevinciyle ağlayacağım.




20
Düşler Limanı / Orman
« : 29 Kasım 2010, 19:20:42 »
Orman




Bugün ormanda dolaşmak istedim.
Üzerime en sevdiğim elbisemi giydim. Düğüne gider gibi.
Ama mesele boş boş dolaşmak ve güneşlenmekti. İnsanlardan kaçmaktı.
Bugün benim için en güzel gündü.

Çamların sıcaktan yorulan yaprakları tozlu, meşeler birbirine girmiş.
Çalıların dikenleri elbisemi mahvettiler.
Az önce  önümden hızla zıplayarak geçen şey bir tavşandı. Çalıların arasından kaybolurken,  yerde ezdiği yaprakların çıtırtılı sesleri ormanın sessizliğini bozdu.

Sonra yine ormanın kendi alemi, o ağırbaşlılık, hafif esintiler.
Uzaktan akan derenin sesine doğru yürümeye başladım.
Kuyruğu kopuk bir kertenkele eşini kovalıyor, devrilmiş bir ağacı aşarken beyaz karnı meydanda, tıp tıp atıyor. Geçip gidiyorum yanından.
Yüz adım ötemde, kocaman bir kaya. Uzaktan su içen bir adama benziyor.
Yaklaştıkça yanına dibinden fışkıran suları görebiliyorum. Beyaz dupduru. İçine çamların gölgeleri düşüyor. Sular kaya dibinden çıkınca birikip küçük bir gölcük oluşturuyor. Su kıyısında ki beyaz yaban süsenleri, sarı üçgüller.
Sabahları ürkek tavşanların etrafı gözetleyerek su içtiklerini hayal ediyorum.
Daha fazla yürümek istemiyorum. Büyük kayanın üstüne oturuyorum.
Serinlik ve çam kokusu…

İkindi oldu olacak ormanda esintiler başlıyor, çalıkuşlarının seyrek cik cik’leri. Yatıp uyumak istiyorum. Eğri bir çamın dibindeki döküntüleri yayıp uzanıyorum. Orman sakinleri yerimi hemen keşfediyorlar, çelik mavisi renginde iri bir sinek başımın üstünde dolanıp duruyor. Derken karıncalar, Sarı orman karıncaları , ısırmadan üzerimde dolaşıyorlar.
Kanatları gri renginde küçük bir kelebek burnuma değerek geçiyor. Uyuyamıyorum.
Uzaktaki dağların gölgeleri üzerime düştü düşecek.
Yavaşça yerden kalkıyorum. Ormandan çıkmak kırlara ulaşmak istiyorum.

Kırın ortasındayım şimdi.
Orman uğultularla arkamda. Günün kızıllığı otlar üzerinde titrek. Birazda burada oturmalıyım diyorum. Kır önümde uzanıyor. Anlamsız, bomboş sanılan kır kendi düşünde. Sarı otların arasından, papatyalar, peygamber çiçekleri görünüyor. Ayağımın ucunda bir kangal var, tüylü, kalın, uzun yaprakları  mavi çiçeklerini kaplıyor. Tüyleri elimi gıdıklamasına bakmadan yapraklarından tutup çiçeklerine bakıyorum. Bana babaannemin mavi çiçekli masa örtülerini hatırlatıyor. O örtüleri sadece çok özel insanlar için saklardı. O özel insanlar ona misafir olarak geldiklerinde yemek masasına örterdi. Değer vermediği  insanlar içinse en kötü eskimiş örtüyü sererdi.

Dünyanın  en tatlı mavisi bu çiçeklerdir belki, küçük küçük, bir düş gibi.
Güneş doğduğunda bu çiçekler nasıl  mavi mavi gülecektir, kimbilir. Şimdi kapanıyorlar, kıvrılıyorlar, hava iyice karadı. Kır uykusuna dalıyor, o sonsuz uykusuna.
 Eve dönmeliyim.




21
Düşler Limanı / Kolay Ölüm
« : 07 Kasım 2010, 19:37:29 »
Kolay Ölüm

‘‘Ah! Bir insanın büyük bir planı tasarlamasıyla onu uygulaması arasında geçen zaman insana ne zor gelir! İnsan ne boş korkular duyar!
Ne kararsızlıklar geçirir! Çünkü hayatı söz konusudur. Hatta daha fazlası, şerefi söz konusudur.’’
Schiller

Adam günlük gazeteleri okumaya başladı. En azından onu görenler, gazeteyi satan çocuk öyle olduğunu düşündü.
Aslında o şöyle bir göz gezdirmişti. Bugünkü haberler verimli diyerek, hızla eve doğru yürüdü.

Bütün gazeteleri masanın üzerine yaydı. Tam önünde duran gazetenin baş sayfa haberini okumaya başladı.

‘‘Reddedilen öğretmenin bunalımı… Lisede öğretmenlik yapan H.U karşılıksız aşk yüzünden üst geçitten atlayarak ölmek istedi. Kız arkadaşından ayrılıp bunalıma giren…’’

Haberi makasla kesti. Memnuniyetsiz, homurtulu bir sesle konuştu.
‘‘Baş sayfaya girecek kadar başarılı bir şov. Kaldı ki, vasat bir tercih ve intiharın saygınlığını düşüren cinsten bir haber.’’ Kestiği haberi ‘‘VASATLAR’’ yazan çekmecenin içine yerleştirdi.

Aşk yüzünden intihar! Tüh senin yaratıcılığına! Böyle şovsal bir ölümü anlatan bir sürü öykü var, onlardan birini okusaydın bari. Gazetenin sayfalarını açmaya devam etti. Bir ölüm haberi daha buldu.

‘‘Batık borsacı ölüme atladı. Otomobiline binerek köprüye gidip arabasından inen B.Ö kendisini köprüden aşağı attı. İntihar gerekçesini açıklayan hiçbir not bulunamadı.’’

Cesedini balıkçılardan başka kim bulabilirdi ki? Korkak!
Korkmuyor olsan geriye açıklayıcı bir not bırakırdın. Böyle gizemli bir hava vermeye mi çalıştın? Madem gizemi seviyorsun, ayan beyan gün içinde köprüde işin ne? Klasik…

İnsanların ölmeyi ne kadar hafife aldıklarını düşündü.
Sinirlendi. Bir sigara yaktı. Kendisine kahve pişirdi ve rahat koltuğuna oturarak, ses kayıt cihazını çalıştırdı.

‘‘İnsanlar ölmeyi hafife alıyorlar. Bunu ancak değersiz bir yaşam sürüyor olmaları açıklayabilir. Derli bir yaşama sahip olan insan, ölümün de değerlisini arar. Benim gibi… Bugünkü günlük çalışmama yeni başladım. Kendime yakışır bir ölüm modeli arıyorum. İki senelik bir çalışma sonucunda henüz yaratıcı bir eserle karşılaşamadım. Şovsuz, yüzyıllarca konuşulacak bir ölüm… Tüm haberler şova ve bunalıma yönelik. Ölümün değerini verebilecek, felsefesini değiştirecek bir çalışma arıyorum. Okuduğum haberlerden edindiğim bilgi, klasik köprüden atlamalar ve cinnet cinayetleri. Neden kimse kafasını bir kova suya sokup intihar etmeyi planlamıyor ki? Çünkü aceleci ve oldu biticiler. Emek sarf etmek istemiyorlar. Eğer sevgilim bu yöntemi deneyip başarılı olmasaydı, bu benim yaşamımı sonlandıracağım teknik olabilirdi. Oysa o fikir hırsızı bu düşünceyi benden çalarak ün kazandı. Bir dönem de ideoloji ölümleri hız kazanmıştı. Fakat ölen bunun nedenselliği üzerine hiç konuşmadı. Hep başkaları konuştu, başkaları yazdı, yazıldı.
Yeni hiç denenmemiş bir intihar biçimi arıyorum.’’

Ses kayıt cihazını kapattı. Bitmekte olan sigarasını kül tablasına bastırdı. Masanın başına geçerek çalışmaya devam etti.

‘‘Ukraynalı misafir arkadaşının evinde intihar etti.
Ukrayna’ dan gelen genç misafir, arkadaşının evine kendisini kalorifer borusuna astı.’’

Gülümsedi.  ‘‘DEĞERLİLER’’ çekmecesini açıp haberi oraya yerleştirdi. Cesur bir atılım, diye düşündü. Artık kimse kendini asmaya kalkmıyor. Ön hazırlığı ve planlanmışlığı var. Yaratıcılığı eksik olsa da saygınlığı olan bir eser. Çekmeceyi kapattıktan sonra boğulan mültecinin haberini okumaya başladı.

‘‘Bodrum’dan İstanköy adasına geçerken yakalanan Eritreli dört kaçağı, Yunanlılar denize attı. Erkek mülteci boğulurken, üç kız yarı baygın halde sahile ulaşmayı başardı.’’


Bu haberi keserken içinde hüzün vardı. Yaşamı ararken ölümü bulmak diye düşündü ve haberi ‘‘TALİHSİZLER’’ yazan çekmecenin içine yerleştirdi.
Ses kayıt cihazını çalıştırarak şunları kaydetti:
‘‘Yaşamı ararken bulunan ölüm, hak edilmemiş bir ölümdür. Kimse istediği yaşama ulaşmadan ölmemelidir. Bu, tanrıyla çeliştiğimiz noktadır. Ölmek için bir yaşama sahip olmak kesinlikle gerekmektedir.’’
 
‘‘Uçaktan atladı. Kırk altı yaşındaki İngiliz SAS komandosu, sevgilisinin kullandığı Cessna tipi uçakla İspanya’dan, İngiltere’ye dönerken, intihar etti.
Uçak, bin beş yüz metre yükseklikte uçarken, kapıyı açan Bruce kendisini boşluğa bıraktı. İngiltere’nin Oxfordshire bölgesinde bir halı sahada bulundu. Bruce paraşütçüydü ve serbest düşüş yapıyordu.’’

Haberi özenle kesip duvarına astı.
‘‘İşte bu güzel. Mesleki tutarlılığı da var. Adam final atlayışını yapmış. Cesaret, olgunluk, kendini aşma.’’ Sesi coşkuluydu. Ses kayıt makinasını bir kez daha çalıştırdı.


‘‘Bugün nihayet kaliteli bir ölüm haberiyle karşılaştım.
İntiharın evrenselliği sayesinde, bir paraşütçünün ölüm haberini buldum. Bir paraşütçü için en ideal ölüm uçaktan atlamaktır. Ölürken yaşamını da yanına alan adam, yani Bay Bruce takdirle karşıladım ve duvarımdaki başarılı ölümler köşesinde hak etiği yere yerleştirdim. Şimdi o bereketli ölüm topraklarında, burada parantez açarak şunu eklemeliyim benim duvarımda başarılı yoldaşlarıyla erinç ve huzur içinde. İyi bir ölüm tamamıyla yüksek bir egonun arayışıdır.’’

Kayıt cihazını kapattıktan sonra, bir süre duvarını hayran hayran izledi. Yatağına uzandı, tüm vücudu gevşemiş, rahatlamıştı Tam da bu sırada kimsenin nefesi tutarak intihar etmediğini düşündü. Buluş yapmış kadar heyecanlandı. En azından böyle bir haber hiçbir yerde yayımlanmamıştı. Coşku içinde masanın ‘‘DENEMELER’’ çekmecesini açtı. Bu çekmecede daha önce hazırladığı intihar mektupları vardı. Geriye hangi mektubu bırakacağını bulmalıydı. Okumaya başladı:

‘‘Sevgili insanlık; heyecan ve kıvanç içindeyim. Uzun süren çalışmalar sonucu nihayet başarıya ulaştım. Sonunda yaratıcılığım ve ölüm en aşklı sevgililer gibi kucak kucağa.’’
Bunu beğendi ama karar vermek için acele etmek istemiyordu.
Bir diğerini okudu: ‘‘Mutlu son.’’ Kısa ve mesaj veren bir not olarak değerlendi. Ölüm öze dönmekse bu mesajda söylenmesi gereken onca söz karmaşasının özüydü. Yine de tatmin olmadı. ‘‘Bu sadece bir balık avıydı. Rast gitmedi hepsi bu!’’ diye yazıyordu bir başka mektupta. Hafif mizahi bir dil kullandığı için, ölüme ve yaşama şakayla bakan bu mektubu da bırakabileceğini düşündü. Daha sonra yetersiz buldu.

Bir diğerini, bir başkasını daha erken üç yüz yirmi beş mektubunun hepsini okudu. Hepsi kendi yaratısı olduğu için içlerinden bir tane bile ayırmaksızın ardında bırakmaya karar verdi. Ses kayıt makinesini çalıştırdı.

‘‘15.09.2010. saat on dört otuz. İnsanlık hiç denenmemiş bir intihar girişimiyle karşı karşıya. Hiç kimsenin denemediği bu yöntem kişinin nefesini kendi iradesiyle tutup vücuttaki oksijen miktarını karbondioksit ile değiştirmesiyle gerçekleşecek. İleride bir ekol olabilecek bu intihar tekniğinin hiçbir ayrıntısı göz ardı edilmesin diye küçük makinem başlangıçtan sonuna dek her şeyi siz intihar sempatizanları için kayıt edecek. Burada kullandığım taklitçi  sözcüğünün hiçbir alınganlığa sebep olmaması için bir açıklama yapma gereksinimi duyuyorum. İnsan birçok şeyi taklit ederek öğrenir.
Bebekliğinden bu yana, gülmeyi, alkışlamayı ve bunun gibi pek çok şeyi taklit ederek öğrenmiştir. Bu nedenle ölüm de taklitle öğrenilebilir.’’

Konuşmasını bitirdikten sonra, kayıt cihazının bandını değiştirdi ve yatağına uzandı. ‘‘Süreç başladı,’’ dedikten sonra nefesini tuttu. Bir… iki… üç… dört… içinden saymaya başladı.
Heyecanlandığında hep bunu yapardı. Vücudunda hafif bir uyuşma başlamıştı. Keyfini çıkarmaya hazırlanıyordu ki; pöhh… sesi ve ardında hiç almadığı kadar derin bir nefesi ciğerlerine doldurdu. ‘‘Birinci deneme başarısız,’’ dedi. İkincisi, üçüncüsü ve dördüncüsü de başarısız oldu. Keyfi kaçmış, sinirlenmişti. Hırçın bir sesle şunları kaydetti:

‘‘Nefessizlik projesi başarısızlık göstermiştir. Bilinç yerinde olduğu sürece, oksijenin yerini karbondioksitle doldurmak mümkün olmamaktadır. Çok yoğun çalışma ve egzersizlerle belki başarılabilir. Zahmetli bir iş. Ben böyle bir zahmete katlanabilirim, fakat kolaycı insanlığın yapabileceği bir şey değil. Zahmetli, denenmemiş ve ekol olamayacak bir ölüm biçimi.’’

Hayal kırıklığına uğrayan adam masanın üzerine yerleştirdiği notları tekrar yerine yerleştirdi. Bu ölümsel deneme onu çok yorduğu için bugün daha fazla çalışmak yerine dinlenmeyi uygun buldu. Yatağa uzandığında, zil çaldı.
Hiç misafiri gelmezdi. Büyük bir ihtimalle yanlışlıkla zile basılmıştı. Zil ikinci kez çalınca yanlışlıkla olmadığına karar vererek kapıyı açmaya gitti.

Kapı zilinin isim hanesinde ‘‘Kolay Ölüm’’ yazıyordu.
Zile basan sarı uzun saçları olan kız, kapıyı açacak kişiyi merakla bekliyordu. Belki Notredame’ın Kamburu ya da Frenkenstein gibi birisi açacaktı kapıyı. Kız hayal kurmayı seviyordu. Adam kapıyı açınca,  normal biriyle karşılaşmak onu hayal kırıklığına uğrattı. Elindeki fincanı uzatarak:

‘‘ Merhaba, ben karşı daireye yeni taşındım. Birçok eksiğim var, bunlardan biri de kahve. Acaba sizde varsa biraz kahve rica edebilir miyim?’’ diye sordu. Adam gülümsedi.
Fincanı alıp hiçbir şey söylemeden mutfağa doğru yürüdü. Bu kahve meselesinin tamamen bahane olduğunu biliyordu. Ama kızın kapının ardındakini korkmadan merak etmesi hoşuna gitmişti. Tüm bunları düşünürken kızın elini elinde hissetti. Farkında olmadan fincanı doldurmuş, kızın yanına gelmişti.

Fincanı alan kız evine gitti.
Biraz acıkmıştı. Dolaptan soğuk meyve çıkartarak uzandığı yerden yemeğe başladı. Sarı saçlı kız aklından bir türlü çıkmıyordu. Sabah kesin şeker isteme bahanesiyle tekrar gelecekti.

Sarı saçlı kız sabah şeker isteme bahanesiyle zile bastı. Ertesi sabah ve ondan sonraki sabah da… Kapıyı açan yoktu. Adamın bir seyahate çıktığını düşünmüştü. Günlerdir ölümün evinden ağır bir koku geliyordu.
Kokuya daha fazla dayanamayarak, polise haber verip kapıyı açtırdı. Adam yatakta mosmor yatıyordu. Polisler evi garip bulup komik olduğunu düşündükleri birkaç cümle kullandılar.

Otopsi sonucunda ölüm nedeni soluk borusuna kaçan üzüm tanesi olarak rapor edildi.

Kız gazetede çıkan haberi özenle keserek ‘‘TALİHSİZLER’’ çekmecesine koydu.
 





22
Gezginler Kamarası / Victoria'nın Renksiz Dünyası
« : 25 Eylül 2010, 20:26:56 »
                                       Hazır Dünya



Çarşılar, Alışveriş merkezleri her zaman kalabalıktır.
Belki de benim ve diğer insanların istekleri ve görmek istedikleri şeyler aynıdır. Bunu çoğu kez düşündüğüm halde olayın içinden bir türlü çıkamadım.

O rengarenk allı, pullu elbiseler, harika cupcakeler ve bunun gibi daha bir çok şey her zaman beni büyülemiştir.
Artık istediğim her şey elimin altında olunca hayat kolaylaşıyor.

Hiç bitmiyor isteklerim. Her defasında bir yenisi daha ekleniyor.
Uzunca bir liste oluşturuyorum alışverişe giderken.
O hazırladığım listenin sonu yok gibi.
Hiçbir şeyi araştırmadan internetten bulup kolaylıkla işin içinden sıyrılabiliyorum.

Eskiden babaannemin anlattığına göre insanlar kendi işlerini kendileri hallederlermiş.
Kıyafetlerini kendileri kumaş alıp dikerlermiş. Önemli bir işlerik olduğunda ya da bilmedikleri şeyler olduğunda halk kütüphanelerine gitmek zorundaymışlar.

Babaannem bunları bana anlatırken utançtan yüzüne bakamadım. Evet resmen kendimden utandım.

Her zaman beni  okula annem uyandırır. Kahvaltımı yiyeceğim yemekleri annem hazırlar, okulda öğretmen ödev verdiğinde internet benim için bulur ve yazıcıdan çıkarır, bir sorunum olduğunda psikolog benim için o sorunu çözmeye çalışır, kilo aldığımda diyetisyen yardımcı olur ve en önemlisi bir yere gitmek istediğimde babam beni istediğim yere bırakır. Odamı toplamaktan bile acizim.

Hiçbir zaman hiçbir şeyi elde etmek için uğraşmadım. Her şey önüme hazır bir şekilde sunulmuş durumda.
Bunu babaanneme söyleseydim, heral de oracıkta yüreğine inerdi. Ve bana aynen şu sözleri söylerdi.
‘‘Tüü yazık yazık benim torunum Bağdat tembeli olup çıkmış karşıma. Ben şimdi  komşulara ne derim? Bir duyan olsa valla arkamdan ‘‘Bak görüyor musun? Ayşe’nin torunu ne kadar tembel bir kız.’’der. Sem beni el’e karşı rezil mi etcen. Düzelene kadar gözüm görmesin seni!

Aynen böyle derdi. Yüzümün kızardığını görmesin diye başımı eğdim.
O anlatmaya devam etti. Bense anlatıklarının çoğunu duymadım.

O gün anladım ki hepimiz hazır istiyoruz her şeyi. Dünya ise bambaşka bir yer olmuş. Artık dünyanın adı  dünya değil.

‘‘Hazır dünya.’’

Aklıma estikçe sizlerle yaşadığım kısa olayları vb şeyleri paylaşacağım. :)


23
Başka Kurgular / Noel Kekinin Gizemi - Agatha Christie
« : 25 Eylül 2010, 13:05:51 »

Arka Kapak

İngiltere'nin kırsal kesiminde Noel zamanı bir ev düşünün. Şöminede odunlar çıtır çıtır yanıyor, birbirinden lezzetli yiyecekler ko-nuklara ikram ediliyor. Böyle bir ortamda cinayet işlenebileceği hiç aklınıza gelir mi?
Hercule Poirot'nun yastığının üstüne bırakılan not, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını gösteriyordu. Ta ki karların içinde genç bir kızın cesedi bulunana dek...

Noel Kekinin Gizemi'ndeki altı öyküde, Hercule Poirot'nun gizemli cinayetleri çözümlemekte ne denli usta olduğunu görüyoruz.


Kitap altı hikayeden oluşuyor. Aralarından en çok beğendiğim ve ilk hikaye olan Noel Kekinin Gizemi oldu.
sonu hiç beklemediğim bir şekilde bitti. ikinci olarak beğendim hikaye ise Şamar oğlanı idi. Aralarından en uzun hikaye Şamar oğlanıydı. Geriye kalan dört hikayede çok güzel. Hala tam olarak bitirmedim kitabı.

Agatha harika bir gerilim ve polisiye yazarı. Onun şu ana kadar iki kitabını okuduğum halde benim için yeri ayrı. :)

Size de tavsiye ediyorum. Mutlaka okuyun.            


24
Düşler Limanı / Kelebek
« : 24 Eylül 2010, 20:00:48 »
KELEBEK
‘‘Dizginleri fazla gevşetmeyin,
Yeminlerin en büyüğü bir saman çöpünden ibaret, kandaki ateşe atıldığında.’’
Shakespeare, Tempest   

Koltuk altlarımda kelebek sancıları. Dudaklarımdaki anahtarla her şeyi açabilirsin öyle mi? Çöz içimdeki kelebekleri .
Uçmayı bilmiyorlar. Sadece acı çekmeyi öğrenebildiler. Ölüm asalak kelimelerinden daha erdemli.

Dudaklarımdaki anahtarla dudaklarımı açabilirsin, milyonlarca kelebek yuttum kurbağa dilimle. Her defasında onları tekrar dönüştürebilmek için kusuyorum. Kendisini prens sanan ipek beyaz gömlekli bir adam dikiliyor karşıma ve ‘‘kusuyorsun?,’’ diyor bana. Oysa ben  sadece kelebekleri dönüştürmeye çalışıyorum. Rahat vermiyor bu beyaz gömlekli yeşil suratlı adam, bekliyor… Eminim bir kelebek avcısı ve benim onları yuttuğumu biliyor.
‘‘kusuyorsun?’’ diyor.
‘‘Ben değil çocukluğum kusuyor,’’ diyorum. İrkiliyor.
Belki de içimdeki çocuk kusuyordur. Yüzü yeşilden kahverengiye dönüyor.
En deli kahkahamla gülüyorum. Bu yüzle bir şeye benzedin diyorum.
Adam sinirli topuk sesleri yaratırken, midemdeki kelebekler kanat çırpmaya başlıyor. Bulantı… Tekrar kusuyorum.

Ve bunlar yaşanırken annem, sarhoş olduğumu söylüyor.
Bir daha bana içki içirmeni istemediğini de. Sense hayatın sarhoşluk gibi olduğunu dik durmaya çalışsan da ayrıntıların seni ele vereceğini söylüyorsun. Her şeyi biliyorsun, yalancı olduğunu kelebekleri yuttuğumu…
Gördün ve dudaklarımdaki anahtarla içime kilitledin hepsini. Annem gittikten sonra yanıma gelip saçlarımı okşuyorsun, benim güzel kelebeklerim olduğunu söylüyorsun. Gelecek baharda beni turnuvaya götüreceğini… Kimseye bir şey anlatma diyorsun.
Kelebeklerden ve dudaklarındaki anahtarlardan kimseye söz etme… Senin karşında hep teslim oluyorum. Odadan çıkıyorsun.
Susuyorum. Bulantı devam ediyor.

Annemden ne kadar nefret ettiğini biliyorum. Onu sevmiyorsun çünkü sana inanmıyor. Beni sevmediğini söyleyip duruyor sana. Turnuvaya gideceğimizden haberi yok! Ben senin beni sevdiğine inanıyorum, yoksa ne diye onca kelebeği yutturasın bana.

Akşam odaya geldiğinde, moralin bozuktu. Ne olduğunu sordum. Uzun süre sustun. Hiç konuşmadın benimle. Yatağın üzerinde ileri geri sallanıp duruyordun. Sanki bir karar vermeye çalışıyordun. Ayak ucuna oturdum.
Biraz saçlarımı okşadın. Kelebekleri unutmamı söyledin. Annem turnuvaya katılmamıza izin vermiyormuş. Annemi sevmiyordun zaten. Onu öldürmemiz gerektiğini söyledin. Kelebekler ve benim başarım söz konusuydu.

‘‘O zaman öldür,’’dedim. Anneme dokunamayacak kadar nefret ediyordun ondan ve onu öldürmek için benim ellerimi kullandın. Gece yarısı annemin odasına girdim. Kelebekler çok heyecanlandıkları için, hızla hareket etmeye başladılar.
Kusacağım ve o uyanacak diye çok korktum. Ama o uyanmadı.
Ben de hemen yanı başında duran yastığı yüzüne kapatıp tüm gücümle bastırdım. Annem uyandı o kadar güçlüydü ki, bir ara hiç ölmeyeceğini sandım. Sen kapının önünde bizi izliyordun.
Bana hiç yardım etmedin.

Annemi öldürür öldürmez senin yanına geldim. Bana ödül olarak en sevdiğim şekerlerden verdin. Sonra odamıza geçtik, Sen dolabı açıp eşyalarını bir valize yerleştirdin.
Turnuva için başvuru yapacağını sonra beni çağıracağını söyledin. Seni kapıya kadar uğurladım. Ayaklarım çıplaktı, üşütmemem için dışarı çıkmamı istemedin. Beni çok seviyordun. Kelebeklerim sana el sallamak istedikleri için çok hızlı hareket ettiler, yine kustum. Ama sen annem gibi bana kızmadın. Giderken kapıyı kimseye açmamam için beni uyardın. Rakiplerimiz kelebeklerimi çalmaya gelebilirlermiş ve sen yokken kendimi koruyamazmışım. Doğru benim hep senin tarafından korunmaya ihtiyacım var.

Annem yemek yemiyor. Onu öldürdüğümüz için bize küsmüş olsa gerek, çok kötü kokuyor ve hiçbir şey yememesine rağmen kilo aldı. Birkaç kez yıkanması için onu banyoya soktum. Bensiz hiçbir şey yapmıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Bakımı iyice zorlaştı. Giderken ona ne yapacağımı söylemiş olsaydın, yapardım. Turnuva yaklaşıyor olsa gerek, ağaçlar çiçek açmaya başladı ama sen hala yazmadın. Ne zaman yanına geleceğim…

Annemi de getirmeyi düşünüyorum. Sana ceza olarak, hiç konuşmayan bir kadınla beni baş başa bıraktın. Sadece televizyon izliyor. En sevdiği dizide bile ne gülüyor ne ağlıyor. Kendisini iyi hissetsin diye hepsini ben yapıyorum. Birkaç kez komşular annemi sordular.
Öldü dedim. Nedense bana inanmadılar. İnansalar belki ziyarete gelirlerdi ve belki annem o zaman konuşurdu. Onun konuşmasını istiyorum. Yalnızlıktan sıkıldım sen de hala çağırmadın beni. Kelebeklerim sana küstüler.

Bugün kapıyı açık bıraktım. Camları da. Annemin kokusunu duyan komşular eve geldiler. Geleceklerini tahmin ettiğimden onlara kurabiye pişirdim ve çay yaptım. Annemi koltuğa oturttum. Temiz giysiler giydirdim ve makyaj yaptım.

Hepsi hayret içindeydi. Kimse kurabiyelere dokunmadı. Çaylarını bile içmediler. Annemin çok iyi olduğunu söyledim.
Evi kendi başıma da idare edebileceğimi anlattım. İçlerinden biri telefon etmeye kalktı ve o zaman sinirlendim. Biliyorsun annem evdeki eşyalarımızı yabancıların kullanmasını sevmez.
Ama seni arayacaklarını söylediler. O zaman izin verdim. Senin yerini ben değil ama onlar biliyordu.

Geldin. Yanında bir sürü yabancı adam vardı.
Ağlıyordun. Seni üzgün görmek, beni çok üzdü ve ben de ağladım. Sana sarıldım.
Yanında getirdiğin adamlar bana bağırdılar. Çocukmuşum gibi azarladılar beni. Sen de onlara hiçbir şey demedin. Beni koruyacağına söz vermiştin hani. Adamlar beni götürmek istediklerinde onlara benimle konuşmak istediğini söyledin ama bizi yalnız bırakmak istemediler. Sana zarar vereceğimden korkuyorlardı. Sen her şeyi kontrol altına alabileceğini söyledin.
Şaşkındım, korkuyordum. Odamıza girdik bana sarıldın.
‘‘Seni çok özledim.’’
‘‘Ben de seni özledim.’’
‘‘Neden gelmedin?’’
‘‘Turnuva için uğraşıyordum.’’
‘‘Turnuvaya katılmayacağım. Bizi hiç aramadın.’’
‘‘Saçmalama, oraya gidip birinci olacağız.’’
‘‘Dışardaki, adamlar bana bağırdı.’’
‘‘Onlar, turnuvayı düzenleyen önemli kişiler. Kendine iyi bakmadığın için kızdılar sana. Az sonra alıp yarışmanın olduğu yere götürecekler.’’
‘‘Sen gelecek misin?’’
‘‘Halletmem gereken birkaç iş var. Belgeler falan, anlarsın işte. Onları tamamlayıp hemen geleceğim. Senin birinci olmanı hayatta kaçırmam.

Dışarı çıktık. Kendilerine polis diyen turnuva görevlileri beni götürdü.
Annemi başka adamlar aldı. Onlara turnuvayla ilgili birkaç soru sordum.
Güldüler, cevaplamadılar. Sanırım her şey büyük bir gizlilikle yürüyor. Beni yarışmanın yapılacağı bir binaya götürdüler. Yıkayıp temizlediler. Pek estetik olmayan bir elbise giydirdiler. Benimle birlikte odada birkaç kadın daha kalıyor. Yarışma için mi geldiklerini sorduklarımada bana da gülüyorlar. Uyumam gerektiğini düşünen birkaç kişi insan var.
Yarışma gününe kadar iyice dinlenmiş olacağım. O gün yanımda olacaksın değil mi abla?

Hiç vicdan azabı duymadım. Annem çocukluğumuzdan beri, deli bir kardeşle beni yaşamaya mahkum etti. Eğer o akşam, evden ayrılmama izin vermiş olsaydı. Şimdi hayatta olacaktı. İnsanlar kaderlerini kendileri belirler sözü ne kadar da doğru. Kardeşimden ve annemden her ikisinden de nefret ediyorum. O deliye birkaç kez kelebek yutturmam bunun içindi.
Aklımla övünüyorum. Yaşamda olmasını istemediğim iki insan da, artık benden uzakta ve iyi bir servet sahibiyim. Zavallı deli kardeşim, sen olmasan bunların hiç birine sahip olamazdım.

Not: Eklemeyi unuttum. Bu yazdığım hikayedeki olay daha önce yaşanmıştır. Ama çok değişik bir şekilde. Ve o olaydan etkilenip yazmış bulunmaktayım.=)

25
Düşler Limanı / Son Kişi
« : 22 Eylül 2010, 13:41:18 »
SON KİŞİ
''Heyhat! Sebep biz değiliz, güçsüzlüğümüz;
Çünkü nasıl yaratıldıysak öyleyiz.''
Shakespeare, Twelfth Night.

Tüm hayatım boyunca önemli bir kimliğim olması için uğraştım. Tüm çabalarım, uğraşlarım boşa çıktı. Yaşamda uygun bir yerim olmasını isterken tanrının bana uygun gördüğü misyon. Başarısızlık!
Ailenin en başarısız çocuğu, okulun en başarısız öğrencisi…
Erkek bile olamayan bir erkek! Tüm veletlerin ardından dalga geçtiği erkek.

Bu yazgıyı değiştirmeye çok uğraştım. Ne yaptımsa olmadı. Tanrının bana uygun gördüğü kaderden kurtulamadım.
İlk önceleri bu yenilgilere aldırmıyordum. Başaracağıma kaderimi ters çevireceğime emindim. Umudum her şeyin üstesinden gelmemi sağlıyordu.
‘‘Olsun’’ diyordum. Nasıl olsa bir dahaki sefere olur.
Olmadı. Otuz sekiz yaşında bu dünyanın en başarısız insanı olmak dışında başka hiçbir şey olamadım.
Filmlerdeki gibi bir mucizenin gerçekleşmesini bekledim. Uzaydan garip yaratıklar gelip dünyaya saldırsa, her şeyi alt üst etmeye kalkışsalar, insanlık korku ve panik içindeyken ben ortaya çıksam. Tüm o çirkin yaratıkları geldikleri gezegene uçursam. Bu uçurma eylemini yumruklarımla  yapacaktım elbet.

‘‘Al sana kablo kafalı Alfred.’’ Bir uzaylının adı Alfred olur muydu bilmem.
Ama düşlerimde uzayın derinliklerine gömdüğüm yaratığın adı Alfred’di. Sonra tüm dünya insanları… Superman  dahil tüm insanlık bana teşekkür edip hayran kalıyordu. Ben başarmışlığın verdiği mutlulukla, dünyanın en güzel kızıyla evlenerek mütevazi bir yaşam seçiyor ve bir çiftliğe yerleşip süper güç veren sebzeler yetiştiriyordum. İyi bir işti. Herkes benim sebzelerimi yüksek fiyata alıyordu. Durmadan para kazanıyor, kazandığım parayı yardım vakıflarına bağışlıyor, insanların gözünde yüceldikçe yüceliyorum.

En iyi dostum Superman, bana hayranlığını gizleyemiyor, haftada bir benden savaş teknikleri dersi alıyordu. En son gördüğüm düşte, Alfred bile benimle dalga geçmiş, sadece benim eğlendiğimi görmek için bu numarayı yaptığını söylemişti. Ben düşlerine bile sahip çıkamayan zavallı bir adamım.

Otuz sekiz senelik başarısız bir geçmişle daha fazla yaşamak istemeyen ben, bugün ölmeye karar verdim. Çünkü yaşamak yazgımı değiştirmiyor ve ben bu kaderi asla kabullenecek birisi değilim. Aslında tam bir ay önce karar verdim kendi cinayetimi işlemeye, fakat düşümde hep yağmurlu bir hava vardı. Bir ay boyunca yağmur yağmasını bekledim.
Böylesi bana daha romantik, daha şiirsel ve etkileyici geldi. İşte az önce birkaç yağmur damlası pencereme dokundu. Bunlar cılız damlalar, devamı en fazla bir sağanak olur. Olsun. Fırtınalı bir hava trajik ve karamsar bir tablo çizer.
‘‘Sağanak Yağmurda İntihar’’ bu romanı okumuştum ama ‘‘Fırtınalı Bir Günde İntihar’’ böyle bir kitap okumadım. Varsa da bu kitabın benim intiharımla bir ilgisi olmaz.

Sokakataki insanlar yağmurdan memnun. Saçları ıslak sevgililer kol kola. Memnunlarsa bunlar başarılı insanlar olsa gerek. Kim bilir kaç kişi tarafından önemsenip  hayranlık uyandırmışlardır. Evet, evet… Tam önümde yürüyen şu koca kafalı, kalın enseli herifi bile önemsiyorlardır. Kim bilir kaç yardım vakfına hayırda bulunmuş, övgüler almıştır. Sorsam?
Beni tersleyip geri çevirir mi ki?

İnsan ölmeden önce en az bir başarılı insan tanımalı. Hay Allah, takip ettiğimi anladı herhalde, adımları sıklaştı. Olsun bende daha hızlı yürürüm. Köşeyi döndü. Daha hızlı, daha hızlı yoksa onu kaybedeceğim. Ayakkabımın içine su giriyor. Üstüm de sırılsıklam. Bu adam, önemli büyük insan böyle sırılsıklamken benimle konuşmayı kabul eder mi ki? Hay Allah niye koşuyor bu adam? Daha hızlı olmam gerektiği kesin. Ama ya intihar etmeden yağmur dinerse. En iyisi yola devam etmek. İleride başka önemli insanlarla da karşılaşabilirim. Bu polisler nereye koşuyor?
‘‘Teslim ol,’’ diye bağırıyorlar. Hangi azılı, adi suçlu ne halt karıştırdı kim bilir?
İşte polisler köşeye sıkıştırdılar. Seni düzen bozucu iblis seni tanıyorum. Az önce takip ettiğim önemli adamsın. Rezil, utanmadan bir de mühim insan taklidi yapıp hayırsever kılığına bürünüyor.

İnsanlık ölmüş. Hiç gurur kalmamış bu insanlarda…

Yağmur dinmek üzereydi. Az zamanım kaldığını biliyordum. Fazla gecikmeden bu başarısızlıklar ömrünü sona erdirmeliydim. Tüm gücümle koşmaya başladım. Ne kadar koşmuşumdur bilemiyorum. Soluk soluğa kalıp durduğumda, bir dolmuş durağının önündeydim.
Dineceğini düşündüğüm yağmur, beni kandırmış daha da hızlanmıştı.
Duraktaki  şoför:
‘‘Haydiii… Son biiir,’’ diye bağırıyordu. Hızla dolmuşun içine geçtim. Şoför kapıyı kapattı. Sarı saçlı, pırıl pırıl gözleri olan bir kızın yanına oturmuştum.
Kız bana gülümsedi. Sanırım ıslakken komik oluyorum.
‘‘Hiç gelmeyeceksiniz sandım.’’ Dedi.
‘‘Beni beklediğinizi bilmiyordum.’’
‘‘Sadece ben değil tüm dolmuş sizi bekliyordu.’’

İntihar etmeden ölmüş olmalıyım. Yaşarken bu kadar ilgi görmem mümkün değil. Dolmuşun içine şöyle bir göz attım. Hepside erdemli, işi gücü olan insanlara benziyorlardı. Böyle  iyi insanlar neden benim gibi başarısız birini bekler ki…
‘‘Beni neden bekliyordunuz?’’ Küçük sarı çiçek bembeyaz gülümsedi.
‘‘Çünkü dolmuşun kalkması için gereken o son kişi sizdiniz. Çok bekledik. Neredeyse böyle birisinin olmadığını düşünüp umudumuzu kesiyorduk. Siz olmasaydınız, bu dolmuş hareket etmeyecekti ve hepimiz gideceğimiz yerlere gecikecektik.’’

Boğazımı temizledim. ‘‘Daha erken gelmeye çalıştım bayan inanın. Fakat yoluma kötü adamlar çıktı. Oradan uzaklaşarak buraya beni bekleyen insanların yanına geldim’’
Sarı çiçek bir kez daha gülümsedikten sonra bir daha konuşmadı. Ben bir kahraman olduğum için kahramanlara yakışır şekilde davranmam gerektiğini biliyordum. Tüm kahramanlar teşekkür ettikten sonra konuşmazlar. Bende hiç konuşmadım. Dolmuştan indik. Herkes gideceği  yere doğru yola düştü, ben kaldım. Çünkü ben dolmuşa beklenen o son kişiydim. Beklemeye başladım. Dolmuş birer ikişer dolmaya başladı. Ve şoför bağırmaya başladı:

‘‘Son bir kişi!’’ Hemen binmemeliydim elbette. İnsanlar önemimi fark etmeli. Fırça bıyıklı adam bağırmaya devam ediyor:

‘‘Son…’’ Uzun boylu adamın biri dolmuşa adım attı. O sırada çevik bir hareketle, adama omuz atarak ben bindim.
Kahramanların yerini koruması oldukça zor bir iş. İçim huzur dolu. Buradaki insanların hepsi onları bekletmediğim için beni önemsiyor. Yaşamımda ilk kez başarılı oldum. Sarışın genç bayan beni takdir etti. Ben bir kahramanım. Tanrının bana yazdığı kötü kaderi nihayet bozdum.

Yağmur dindi. Yorgun bir günün sonunda, artık intiharı düşünmeyen benim için yağmurun fazla bir önemi yok. Artık sabah erkenden beni bekleyen insanlara yardım etmeye gideceğim. Ben bir kahramanım. Uzaylılar dünyayı istila etmese de olur.

‘‘Alfred, Superman’e selam söyle. Bir süre görüşmeyeceğiz. Ben çok önemli ve gizli bir görev için dolmuş duraklarında bekleyeceğim!’’

Spoiler: Göster
Bu hikayeyi yazarken bana ilham kaynağı olduğu ve beni desteklediği için Ömer'e teşekkür ederim.
Her ne kadar kendisi hikayelerimi okulda beğenmeyip ilgisiz görünsede okuyacağını biliyorum.
Şimdiden meraktan çatladığını biliyorum Ömer! :D

26
Başka Kurgular / Beyaz Kraliçe - Philippa Gregory
« : 07 Eylül 2010, 17:39:10 »
Spoiler: Göster


Kitap Adı: BEYAZ KRALİÇE
Orjinal Adı:  
Yazarı: PHILIPPA GREGORY
Türü: TARİH
Çevirmen: DEMET ALTINYELEKLİOĞLU
Barkod:  
ISBN: 978-605-4377-31-2  
Sayfa Sayısı:  
Basım Tarihi: EYLÜL 2010
Arka kapak
15. yüzyıl. Tudor Hanedanı öncesi ülkeyi yöneten kraliyet ailesinin dramatik ve dokunaklı hikayesi. Önlenemez kadınlar. Güller Savaşı.

KUZEN KUZENE KARŞI
Plantagenet’ler İngiltere tahtı için sayısız savaşa girdi. Onlar, Tudor’lardan önce İngiltere’yi yöneten ve tahtta hak iddia eden hanedandı. Philippa Gregory, romanında gizli oyunlar ve mahrem öykülerle Plantagenet’lere yeniden hayat veriyor. Ailenin gizli kahramanlarını, boyun eğmez kadınları tanımaya Beyaz Kraliçe Elizabeth Woodville’le başlıyoruz.

Beyaz Kraliçe, genç Kral Edward’la gizlice evlenen, olağanüstü güzel ve hırslı bir kadının, Elizabeth Woodville’in öyküsünü anlatıyor. Sonradan taç giyerek kraliçe ünvanını alacak Elizabeth, ömrü boyunca ailesinin başarısı için mücadele ediyor.Ancak iki oğlunu, tarihçilerin yüzyıllardır çözümleyemediği esrarlı bir olayda kurban veriyor.Londra Kulesi’nde kaybolan prenslerin akıbeti bugün bile çözülememiş bir sır. Philippa Gregory, kendine özgü, nitelikli bakış açısıyla, İngiliz tarihindeki bu çözülmemiş gizemi, kusursuz bir araştırma ve benzeri olmayan kurgu yeteneğiyle gözler önüne seriyor.

Şuan küçük çocuklar kadar mutluyum. :)
Artemis yayınlarına girdiğimde, ilk gördüğüm kitaptı. Daha doğrusu uzun zamandır çıkmasını heyecanla beklediğim bir kitap olunca, gözüm ondan başkasını görmedi.
Ve ingiliceden türkçeye çevirende Demet Altınyeleklioğlu
Kitabı alıp henüz okumadım. Ama beğeneceğim kesin.
Herkeze tavsiye ediyorum.

27
Kurgu İskelesi / Porselen Bebek-2.bölüm- Şapka
« : 06 Eylül 2010, 17:07:46 »
Spoiler: Göster
Bu hikaye benim ilk uzun hikaye denemem.İyi kötü tüm yorumlarınızı bekliyorum.
Yazım hatalarımı söylerseniz sevinirim.:)

PORSELEN BEBEK

‘‘Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.’’

Çocukluğumda sadece bir tane oyuncağım vardı.
O da babamın aldığı porselen bebekti.
Güzel sarı kıvırcık saçlar, kusursuz beyaz bir yüz, açık mavi gözler…
Elbisesi beyaz tülden yapılmaydı. Şapkası beyaz kuş tüylerindendi.
Tamamen kusursuz ve mükemmeldi.
Babam onu bana benzettiği için aldığını söylemişti.
Ablam ise kendisine benzediğini söylemişti. Benim çirkin olduğumu düşünüyordu.
 
Bense o bebeğe tapıyordum adeta…
Ona Lucy adını koydum.
Ablam ise inatla ona Betty diyordu. Ne kadar bebeğin benim olduğunu ablama anlatmaya çalışsam da kendi bebeği olduğunu iddia ediyordu.
Bu yüzden her zaman kavga ediyorduk.

O geceyi dün gibi hatırlıyorum. Bir kabus değildi. Gerçekti.
Ablamla aynı odada yatıyorduk.
Benim yatağım sol tarafta, duvar kenarında, ablamın yatağı ise sağ duvar kenarındaydı.
Lucy alıp çalışma masasının üstüne koydum. Böylelikle ona bakarak uyuyacaktım.
Ama o gece uyuyamadım. Yatağımdan kalkıp mutfağa su içmeye gittim.   Geri döndüğümde lucy  yatağımın üstündeydi. Sinirli bir şekilde ablama baktım. Gayet güzel bir şekilde uyuyormuş numarası yapıyordu. Bilerek beni korkutmak için yatağımın üstüne koyduğu kesindi. Ama yanılmıştım.
Lucy  elime aldığım zaman çok sıcaktı. Canlı gibi.
Ve bir kalbi vardı. Hızlı bir şekilde atıyordu. Büyük bir korkuyla yatağa fırlattım.
Böyle bir şey gerçek olamazdı. Olmamalıydı. Porselen bebekler canlı olamazdı.
Bakışları korkunçtu.  Bana doğru bakıyordu. Donuk mavi gözleri  ve kırmızı dudaklarıyla korku filminden fırlamış gibiydi.
Ablamı uyandıramazdım. Yoksa benle dalga geçerdi. Ama burada kalamazdım. Babamın yanına gittim. Uyuyordu. Onun yanına uzandım.
 Yarın ilk işim o korkunç bebekten kurtulmak olucaktı.
 
Ama işler umduğum gibi gitmedi.
Sabah kalktığım zaman, hemen odama gittim. Ablam ve babam kahvaltı hazırlıyorlardı. Mutfaktan kahkaha sesleri geliyordu.
Bugün herkes mutluydu. Benim dışımda herkes.

Lucy  yatağımın üstünde yoktu. Odamı aramaya başladım.
Bu iğrenç yaratıktan bir an önce kurtulmalıydım.
Odamdan çıkmayı nasıl başarmıştı?

O an anladım. Bu korkunç yaratık yürüye biliyordu. Yatağımın üstüne oturdum. Nerdeyse korkudan ağlıyacaktım. Yastığımın üzerinde küçük  bir kağıt parçası vardı.

El yazısıyla yazılmıştı.
‘‘ Ama tutku ne kadar gizlense de,
Kendisini ele verir karanlığıyla
Tıpkı kapkara bulutların
Büyük bir fırtınayı  haber vermesi gibi.’’
 
Yazıyı kolaylıkla okumuştum. Sonuçta ilkokul üçe gidiyordum.
Lucy bir şey istiyordu. Çok önemli bir şey…



28


Uploaded with ImageShack.us
Arka Kapak

TUTKUSU HÜRREM, GÜCÜ SÜLEYMAN,
MASUMİYETİ İSE ESARETİYDİ!..

Üç kıtaya yayılan bir imparatorluk, sayısız entrikanın döndüğü bir saray, güç ve tutkunun kızı bir güzel, üç kalp ve bir aşk.

Osmanlı Sarayı'nın muhteşem atmosferinde, kudretle, aşkla kuşatılmış bir hayattı onunki. Çevresinde korkunç ölüm oyunları örülüyor, gölgelere sinmiş suikastçiler fırsat kolluyordu. Yaşamak için öldürmek zorunda kalmayı kabullenemeyen masum bir kalp ve çaresiz, telaşlı çırpınışları Osmanlı'nın unutulmaz dönemlerinden birinin saklı kılavuzuna dönüşecekti. Mihrimah'ı, elle tutulur hiçbir özelliği olmayan bir adamla evlenmeye zorlayan korkunç sır, annesi Hürrem'le arasındaki anlaşmada gizliydi. O güçte bir annenin, o tutkuda bir babanın kızı, Hafza'nın torunu, Sinan'ın açmazı, Rüstem'in gelini olmanın aykırı bir bedeli vardı. Artık ne Barbaros Hayreddin Paşa'nın kadırgaları, ne de Mimar Sinan'ın göğe astığı kubbeler güldürebilirdi kırgın prensesin yüzünü. Gözlerine çöreklenen tuhaf derinliğin esiri Mihrimah, kalbinden geriye kalan koca boşluğu, adını tarihe kazıyarak dolduracak ve...
...Hürrem-Mihrimah işbirliği, Cihan Devleti'nin kaderini değiştirecekti.

MUHTEŞEM SÜLEYMAN İLE BÜYÜK AŞKI, MOSKOF CARİYE HÜRREM'İN MAHZUN VE GÜZEL KIZIYDI MİHRİMAH. İKTİDAR SAVAŞLARI VE AŞKLA YAZILMIŞ KADERİNİ, SÜSLÜ SARAY SALONLARINDA BİR YÜK GİBİ TAŞIDI.

Çok muhteşem ve harika bir şekilde mihrimah sultanı anlatan başka bir yazar görmedim. Ama Demet Altınyeleklioğlu bunu başardı. Anlatım tarzı o kadar güzel ki kitabı okurken sanki olayların içindeymişim gibi hissettim. Normalde hiç bir kitabın sonunda ağlamam. Ne kadar acıklı olsa bile. Ama bu kitabın sonunda resmen salya, sümük ağladım.
Okunması gereken harika bir kitap.


29
Düşler Limanı / Eskici
« : 04 Eylül 2010, 15:38:40 »
ESKİCİ

Yavaşça kayıp delik bir çantadan dökülür gibi ortaya saçılıyor resimler. Anılar boşaldıktan sonra gerçek buz koyuyordu ki ten arasına. En kötüsü de özlem duymak resimlerde matlaşan yüzlere.
Pandomim sanatçıları gibi bembeyaz yüzler ve derin gözlerimiz var. Her şey çantaya girsin. Resimler, gözler, kan! Kan pıhtılaşıp kapatsın deliği. Resimler ve gözler kalsın. Kapansın çanta.

‘‘Eskici! Siyah değerli bir çanta vereceğim sana.’’
‘‘Arabamın tekerleğinden çıkan gürültüler kendi sesimi bastırıyor ve senin sesin sanki uzakların gölgesinden kopup gelen yaprak hışırtısı gibi, gizemli ve üzgün. Gerçekten istiyormusun her şeyden vazgeçmeyi?’’
‘‘Her şeyden. Önce bu çantadan kurtulmalıyım. Dikkatle incele şunu! Korkma bu kadar canlı eşyayı almaktan.’’
‘‘Desem ki; bu araba yüzlerce canlı eşyayla sarsılıyor her gün sorsam ki, bu kadar mutsuz mu insanların yürekleri? Nedir içimizdeki bu anlamsız, bu boğan sancı? Haydi ver! İlk değilsin nasıl olsa. Ama sakın ağlama tekerlek izlerimin ardından.’’
‘‘Sen giderken yağmuru başlatacağım. Tekerlek izlerinin ışık kümeleriyle dansa kalkışını daha sonra kaçamak öpücüğe koşan iki aşık gibi ara sokaklara yolculuğunu izleyeceğim. Bir de gökyüzü katacağım yoluna yenilenmek için.’’
‘‘O yağdıkça ben daha uzaklara kaçacağım, bilmediğin karanlık sokaklara ve senden önceki yüzlerce kadınla birlikte senin çığlıklarını da gömeceğim, yarattığın gök gürültüsünün korkunç sesine.’’

Odamın kapısını açıp bahçeye ulaştım. Tırnaklarımın içi az toprak, az kırmızı. Önce seni öldüreceğim. Yağmur da başlamadı. Eskicinin tekerlek izleri beni rahatsız ediyor. Seni verip geri alacağım çantamı. Eskiciyi ve seni çantaya koyacağım. Ayine başlayacağım sonra tüm öldürdüklerim için. Ve ne kadar eğlendiğimi görecek herkes. Mutluluktan söz edeceğim onlara…
Ne kadar mutlu olduğumu söyleyeceğim. Çürümüş ellerin saçımı okşarken. Söylesene, öldürdüğüm gerçekten sen misin biricik sevgilim?

Oysa hala ne kadar sıcak ve ne kadar canlı bakıyor gözlerin.






30
Düşler Limanı / Beyaz kedi
« : 20 Ağustos 2010, 16:33:45 »
BEYAZ KEDİ
Önümden geçen gölgeler hızlıydılar. Bir ruhun simgesiydiler.
Eğer gölgeler siyahsa, hayat renksiz olmalıydı…
Sallanan sandalye rüzgarın etkisiyle öne doğru eğilmişti. Dışarıdan gelen çocuk sesleri penceremden içeriye giriyordu. Tıpkı davetsiz misafirler gibi…
Yatağımdan doğruldum. Odanın içi karanlıktı. İçeriye ışık girmesin diye pencere kalın bir perdeyle örtülmüştü. Güneşe alerjim vardı. Ama buna rağmen sabahın ilk ışıkları, kalın perdeden içeriye girmeyi başarmıştı. Cılız ışık haznesi Duvarda ki siyah yuvarlak lekeleri ortaya çıkarıyordu.

Gözlerimi kıstım. Dudaklarım hoşnutsuzlukla ince bir çizgi haline dönüştü.
Bu odada çok fazla mutsuzluk vardı. Her bir anı her eşyanın üstüne sinmişti.
Gözlerim ellerime takıldı. Buruşuk ellerimdeki kahverengi lekeler, duvardaki lekelere benziyordu. Zaman çok çabuk geçiyordu. Artık genç ve güzel değildim…

Aşağı bahçeye indiğimde bizim ihtiyarların hepsi kahvaltı yapıyordu. Her zamanki masama oturdum. Genç hemşire yanıma geldi.
‘‘ Bugün ne istersiniz kahvaltıda?’’
‘‘Sadece bir bardak adaçayı istiyorum.’’ Bana gülümseyip yanımdan uzaklaştı. Onu dikkatle incelediğimi fark etmişti. Burada yeniydi. Güzel bir kızdı. Yirmi beş yaşlarındaydı herhalde. Yüzünde hiç kırışıklık yoktu. Bu huzurevinde ki hemşirelerin çoğu gençti. Sanki bize inat, hepsi genç ve güzeldi. Evet her ne kadar kabul etmek istemesem de onları kıskanıyordum. İçten içe…

Adaçayımı içerken, bir yandan da etrafı izliyordum. İyi bir izleyiciyim. En ufak şeyi anında fark edebilirim. Burda başka yapıcak işim yoktu nasıl olsa. Diğer yaşlı kadınlar gibi örgü örüp, dedikodu yapmayı sevmiyordum. Çünkü o zaman yaşlandığımı kabul etmiş olurdum. Diğerleri gibi sürekli ağrılarım yüzünden sızlanmıyordum da.

Huzurevini boyayan işçiler, kahvaltı yapmak üzere içeri girmişlerdi.
Birden gözüme beyaz küçük bir kedi takıldı. Bu bizim Haticenin kedisiydi.
Onu ona torunu hediye etmişti.
Kedi hızla boyaların olduğu tarafa koştu. Boya dolu kovanın içine atladı. Hatice kedinin arkasından çığlıklar atarak kedinin olduğu yere koştu. Kedinin bedenini kovadan çıkardı. Kedi tamamen kıpkırmızı boya olmuştu.

Kırmızı yüzlü, koca burunlu adamın alaylı sesi bahçeyi doldurdu.
‘‘Beyazdı kırmızı oldu
Boyandı mahçup oldu
Artık utangaç kırmızı bir kedidir o.’’
Kalabalığın bakışları kadın ve adam arasında gidip geldi. Ben sadece kediye acıyordum.
Hatice kediyi yere yeşil çimenlerin üzerine bıraktı. Kadın ağlıyordu. Benim dışımda herkes onun başına toplandı. Ben sadece izleyiciyim.
Her kafadan bir ses çıkmaya başladı.
‘‘Ölecek mi?’’
‘‘Çok canı yanmasa bari…’’
‘‘Belki ölmez.’’
Hepimiz kediyi dikkatle izliyorduk. İnsanın içini acıtan bir miyavlaması vardı. Yattığı yerden kalkmaya çalışıyor, titreyen küçük patileri onun tekrar yere düşmesine neden oluyordu. Bir süre sonra tamamen hareketsizleşti. Kıpırtısız ve donuktu.
Hatice kedisini kucağına alıp yukarı odasına gitti. Herkes sanki çok doğalmış gibi kabul etmişlerdi ölümü…
Hepsi bir gün kendilerinin de ölüceğini kabul ediyordu. Benim dışımda hepsi…

Bir tek ben kabul etmiyordum. Ne yaşlılı ne ölümü. O yüzden aynalardan kaçıyordum. Ama artık yüzleşmemin vakti gelmişti.

Kaç yıl olmuştu aynalara küseli?...
Hemşireden el aynası istedim. Bu isteğime herkes şaşırdı. Merakla bana bakıyorlardı. Yüzleşmeme onlarda şahit olmak istiyorlardı. Böylece dedikodu yapacak yeni bir malzemeleri olucaktı. Hemşire aynayı getirdi.

Aynayı elime aldım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
Gözlerimi açtığımda kendimi gördüm.
Bu ben olamazdım.
Sarı saçlarım gri olmuştu. Mavi gözlerim siyah.
Yüzüm bembeyazdı. Yüzüm buruş buruştu.
Ama yinede gülümsedim. Ben değişmemiştim. Sadece yaşlanmıştım.
Korkularım beni yaşlandırmıştı…


Sayfa: 1 [2] 3