307
« : 12 Ağustos 2010, 18:12:14 »
CADDE
Öldük.
İkimiz de aynı anda, aynı ölümle öldük.
Cennetmiş sahiden Postane Caddesi. Ulus’a kadar yürüdüğüz yolda; yerden, duvarlardan hep dallar fışkırdı, yapraklar fışkırdı. Tomurcuklar çiçek açtılar. İki sıralı dükkanların hepsi birden, bir anda çiçek satmaya başladılar. Konuşmadan yürüdük öyle, cennette beraber… Sarı güllere, beyaz karanfillere bastık. İncinmediler, daha bir istekle, daha çok çiçek verdiler. Somurtkan tezgahtarların, sokak satıcılarının böyle içten güldüklerini görmemiştim hiç. Bindiğimiz araba, gelin arabası mı neydi, beyaz gül yapraklarından görünmüyordu. Bir orman yakınında durunca, bu çiçekten güzel günü yitirdik. Bozuldu büyü…
Günler bembeyaz resim kağıtlarında, çocukların gözlerinde durdu sonra… İki bin kağıdın her birinde, dört defa, bir portre durdu… Bir bakış, bir ses durdu. Kağıtlar, resimler, çocuklar hep durdu. Başka bir şey, başka bir gün beklediler.
Bekledik çiçeklerimle, yapraklarımla.
Postane Caddesi’ne yılanlar, kertenkeleler üşüştü. Satıcılar kaşlarını çattılar. Artık taş, teneke, paçavra sattılar. Yolumuz oraya düşmüyordu.
Yüreğimiz beş göz mü olmuştu ne? Sanki o göz apayrı…
Birbirimize benziyorduk. Rengimiz değildi benzeyen, tipimiz değildi. Benzeyen bir şey vardı. Bir beşinci göz, yüreğimizde…
‘‘Çok fena’’ dediğim zaman, ‘‘çok iyi’’ demeseydi…
Çok fena olan şey, çok iyiydi. Ama çocuğun gözleri koyu; Adamın evi, barkı.
Müthiş soğuk ve karanlık… Yan yana geçtiğimiz yol, girdiğimiz dar kapı, masallardaki sarı, kırmızı, mavi ışıklar nasıl güzel…
Mavi ışıkta durduk, oturduk.
Gözleri…
Takım elbisesi gri miydi, ayakkabıları?.. Bilmem.
Bardaklarda buzlu viski, tabaklarda balık, salata, Çatallar, bıçaklar gümüş…
Bir lokma bile yiyemezdim. Yiyemedim, içemedim. Karanlığa bakıyordum.
Oysa ışık ışıktı gözleri. Bakabilsem aydınlanıyordum. Dinleyemiyordum ki…
Karanlık camda, mavi ceketli bir çocuğun ağlamaklı bakışları, esmer bir kadının masum telaşı vardı.
Bir masal anlatıyordu. Fakir oduncunun kızına bir görüşte aşık olan şehzade. Şehzade kızı beyaz atına alıyor, gidiyorlardı. Onlar ermiş muradına, ya biz?..
Biz erimişiz, bitmişiz… Çok yakınında olduğumuz masmavi denize de, güzelim çiçeklerle dolu bahçeye de, dikenli teller gerilmiş.
Durmak elimizde değil. Güneşe doğru yürüyoruz. Uzak…
Oysa avucumuzda güneş. Sımsıcak, yumuk… Durgun suda bir tutam yamalı düşünce… Yama, yama üstüne vurulmuş. Bir çift gözde bir nokta, ışık, ümit… Koştuğum… Bulduğum yerde yok olan şey… Yok, yok… Yoklar ortasında bir deli dünya, dönüyor.
Dünyam dönüyor. Her müzikle uyuyan düşünce, uyanıyor, hopluyor, zıplıyor ve başka bir müzikle yine uykusuna dönüyor. Piyanonun tuşları beyaz rüyalarımda. Hepsi, hepsi beyaz. Yalnız bana verdiğiniz güller kırmızı, gülleriniz taptaze. Dünyam dönüyor.
Beklediğimden kaçıyorum. O yaklaştıkça derinleşiyor yaram. Derde devadan kaçıyorum. Susuzum, upuzun yollarda yaya.
Yanımda, yanıbaşımda sıcak bir gülüş, tatlı bir bakış, avucumda güneş, sımsıcak… Güneş oysa ta uzakta… Uzak bir yerlerde, denizde batıyor.
Güzel bir ölümle ölmenin, istediğimiz gibi yaşayamamaktan iyi olduğunu, öğrendim. Hep mavi ışıklar doğuştu, sarı ışıklar ölüm.
Karşı karşıya tekrar oluşturuşumuz sarı ışıkta oldu. Mum gibiyiz sarıyız, beyazız.
Yollarımızın ayrılığı ve ayaklarımızın değil de, kaldırımların yürüyüşü ayaklarımız altında. Sağıma baktım, soluma baktım, hiçbir taşıt yok. Olsaydı da görmezdim, yine asfalt yürürdü ayağımın altında.
Belki de siyah bir arabaydı gelen. Görmedim, yürüdüm, üstümden geçti araba.
Ama ne bir feryat, ne ufak bir ses, ne de kalabalık. Adam baktı. Beni ezdiğine pişmandı. Gözlerim büyümemişti, hiç kanım akmamıştı. Ben de yoktum, ama öyle büyüktü ki bıraktığım boşluk…
Oysa beni ezdiğinden emindi adam. Gitti, teslim oldu.
‘‘Nerede, kim, nasıl oldu, tanık, ceset,’’ dediler. Yoktu, bunların hiçbiri yoktu. O, ‘‘öldü,’’ diyordu; direniyordu. ‘‘Deli,’’ dediler, acıdım ona. Öylesine acıdım ki; koştum, polislere hepsini anlatmak istedim. Ne sesimi duydular, ne beni gördüler, ne olanları anladılar.
İşte hepsi bundan ibaret.