Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - grikunduz

Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7 8 ... 26
76
Kurgu İskelesi / Ynt: İstila Bölüm 1
« : 01 Ocak 2014, 02:59:18 »
Sonunda yazmaya karar vermişsiniz, sevindim :) İlk bölüm için gayet güzeldi ama öyküden çok bir kitap girişi gibi olmuş. Kötü anlamda söylemiyorum, derin bir anlatımı var yani.

Konunun temelinden çok felsefi bakışlar ön plandaydı ki gayet iyiydi. Dediğim gibi, konuya girişi ağırdan aldığınız için ya çok uzun bir öykü serisi okuyacağız ya da bir zaman sonra roman olma yolunda ilerleyen bir yazıya dönüşecek gibi :)

Tartışma bölümünde konuyu detaylıca yazmıştınız ki orada hatırladıklarımdan dolayı okurken sorun yaşamadım Ceytun kimdir nedir diye. Fakat ilk defa okuyan biri için belki "ne oluyor yahu" diyerek sıkıcı görünebilir.

Devamını okumak dileğiyle. Elinize sağlık.

Yazmaya karar vermemde sizin de payınız var aslında. Gaza geldim bir nevi. :D

Dediğiniz gibi kitap girişi gibi oldu zira Bu kitaptaki karakterin karışık kafası üzerinden uzun uzun tartışmalar işlemek istiyorum. Bunun dışında bir de dış dünyadaki aksiyon olacak ki bu yüzden dediğiniz gibi biraz uzayacak. En azından ben öyle umuyorum.

Sıkıcı gelme ihtimali konusunda ise kesinlikle haklısınız. Bunu biraz göze alarak attım aslında. Ama bazen hikaye için okuru feda edebiliyor insan ister istemez. İlerleyen zamanlarda kapatacaktır bu açığını hikaye umarım. :)

Yorumunuz için Teşekkürler.

77
Kurgu İskelesi / İstila Bölüm 5
« : 31 Aralık 2013, 16:16:23 »
Deli Adamın Hatıratı Sayfa 1 - Tuğrul Güç


Bugün istilanın resmi olarak 80. Yılı tamamlanmış durumda. Aslında istilanın tam olarak ne zaman başladığı hep bir tartışma konusu olmuştur benim için. Acaba herkesin dediği gibi ülkelere asker çıkarmaya başladıklarında mı başladı istila, yoksa yörüngemize ilk girdikleri anda mı? Hatta evrenimizdeki Ceytunlar için yaşanabilir tek gezegenin bizimki olduğunu da denkleme katacak olursak gezegenimiz dahi var olmadan önce Ceytunlar gezegenlerini terk etmeye hazırlandıklarında mı istila edilmiştik. Eğer o anda yeterli hesaplamaları, gerçekleri değiştirmeyecek şekilde yapabilecek biri ya da bir şey çıksaydı Ceytunların Arzı, gezegenimizi işgal edecekleri gerçeğine ulaşmakta zorlanır mıydı? Ve bu kadar bariz olan bir gerçek olmamış bir şey sayılabilir miydi? Peki ya bu işi biraz daha geriye götürecek olsam, Ceytunların var olduğu bir önceki gerçekliğe, denklem değişir miydi? Bütün bu olaylar silsilesi birbirini deviren domino sırası mıydı acaba, yoksa tek bir olay mı? Evrenlerin bitip yeniden var olacakları değiştirilemez bir gerçekti, başlangıcı olan her şey biter. Boş kalan her şey de dolar. Zaten boşluk, doluluğun seyrek hali değil midir? Tabi bütün bunları söylerken evrenlerin oluşumunda dış etkilerin olmadığı bir gerçeklik varsaydım. Ancak bu işi daha da karmaşıklaştıran bir durum daha var. Araştırmalarım sırasında Ceytunların artık kaybolmuş tarihleri üzerine yazılmış bir tahmin tezi ile karşılaştım ki bu bütün kabullerimi anlamsızlaştırıyor. İnsan düşüncesinin veya mantığın zayıf yönü de bu sanki. Denklemi ne zaman çözdüğünüzü, sonucu bulduğunuzu sansanız gene çok farklı bir sonuç kapının hemen arkasında bekliyor oluyor. Her şey bilinmeyenlerle dolu. Kabuller üzerinde yaşamanın doğal sonucu olsa gerek.

Konudan konuya atladığımın farkındayım. Veya tek bir düşünceyi bütün olarak incelemediğimin de. Ne zaman bir konuya bir argümanı kurmaya başlasam detaylarda kayboluyorum. Zaten bu bitip tükenmez doğruluk, gerçeklik tartışmalarım yüzünden asla kesin bir bilgiye sahip olamadım. Her zaman ettiğim laflardan, kurduğum cümlelerden şüphelendim. Bilinmeyenin olma ihtimalinden korktum hep. Sadece eşitliği olan sağlamasını yapabileceğim denklemler hoşuma gitti. Bana kendimi güvende hissettirdi. Genelde iddialarda bulunmaktan çok şunları doğru kabul edersek şunu doğru bulursunuz gibi varsayımsal tartışmalara girdim. Teknik olarak bu başkalarının fikirlerini rahatlıkla çürütmemi sağladı. (zira onların fikirlerinin temellerindeki kabulleri doğru kabul ederek başlayıp, fikirlerinin kendi içlerindeki tutarsızlıklarını bulmakta hiç zorlanmadım.) Tabi bu durumun doğal sonucu olarak da kendi fikirlerimi oluşturamaz oldum. Bu yüzden de beni dinlemeye hazır olmalarına rağmen kalabalıklar karşısında asla güç sahibi olamadım. Buna en çok muhtaç olduğumuz anlarda bile insanların karşısına geçip de “doğru şudur yanlış budur” diye bağıramadım. İsyan gruplarının teorik ideolojisini kuran tek akıl olmama rağmen örgüt içerisinde adımı duymuş insan sayısı iki elin parmaklarını geçmedi. Zira ben kendi içimdeki tartışmaları aşıp insanlara anlayabilecekleri tutunabilecekleri gerçekleri sunamadım. Filozoflarında sorunu bu olsa gerek, insanların çoğunun bizim kadar zeki olmadıklarını unutuyoruz. Onlar kesin gerçekler, belirli renkler istiyor. “Ceytunlar siyah biz ise beyaz” demek istiyorlar. Bir Ceytun’un yaptığı her şeyin yanlış olduğuna inanmak için şartlanabilmek istiyorlar. Kısacası rahatça küfür edebilecekleri acımayıp vahşetle yok edebilecekleri bir düşman istiyorlar. Ceytunların hareketlerinin onların cephesinden bakıldığında ne kadar gerekli ve normal olarak algılanabileceğini umursamıyorlar. Benim gibiler belirsizlikten başlayıp çözüm bulmaya giden yolu sever. Ama insanların çoğunluğu bundan korkuyor. Bunu anlamakta yaşadığım sorun beni her zaman başarısız etti aslında. Onlar Ceytunların haklı olabileceği hususunda düşünmek dahi istemiyorlar. Niye düşünsünler ki, Ceytunlar pürasa kötü varlıklar zaten. Düşman kötü diye şartlıyorlar kendilerini ve tek bir sonuca varıyorlar bundan. Benim hayatta kalmam için onların yok olması lazım, o yüzden bu yolda ölmem gerekse bile savaşmaya hazırım. Buradaki saçmalığı nasıl göremediklerini anlayamıyorum. Gerçeklerin bağlantılı olduğunu mu inkâr ediyor acaba beyinleri yoksa bütün olarak incelemekten korkuyorlar mı gerçekleri? Belki de hepsi tembellikten kaynaklanıyordur.

Neyse ki Koray bunlardan bahsetmemi istemiyor benden. Düşündükçe kızdığımın farkında galiba. Ayrıca bu tür karmaşık şeylerin işe yaramadığı kanısında. Ben her zaman düşünce kapasitesi gelişmiş kitlelerin, hayvan gibi güdülen, sürü mantığından daha üstün olduğunu iddia ettim. İnsanları eğitmeyi amaçladığım tartışmalara sürükledim. Kabulleri sorgulattım. Bu yüzden de etrafımda sadece birkaç kişi toplandı zaten. Ama Koray benim gibi değil. Farklı o, insanların aptal olduğu kanısına çoktan varmış. Sadece başarıya giden yoldaki detaylar olarak görüyor onları. “Sayılar bütünü” olarak düşünüyor belki de. Bazen örgütten kadınlarla düşüp kalkıyor, konumunun getirdiği karizmayla. Sinirden çılgına döndürüyor beni insanları böyle aldatması. Umursamamam gerektiğini söylüyor her zamanki sakinliğiyle. “Bu insanların umut ve arayışlarını kendi pis zevklerin için harcıyorsun” diyorum. Gülüyor, “bu kadar ciddi olarak kalabalık kontrol edemezsin” diyor. “Senin yaptığının yanlış olduğunu düşünseler de sana imrenmeliler. Hepsi senin yerinde olmak istemeli. Ve bu şekilde sisteme olan bağlılıkları artsın. Hem bu şekilde sana yaklaşanlara daha çok ayrıcalık sağlayacağını hissettirip herkesin senin için çalışmasını sağlayabilirsin” diyor her seferinde. İnsanların bu kadar dar olmalarını anlayamıyorum. Seviyorum Koray’ı olabilecek en iyi arkadaş belki de ancak mevzubahis fikirleri ve eylemleri olunca vücudumdaki son kıla kadar nefret ediyorum ondan.

Son bir hedefim var artık. Bir gün olur da beni anlayacak biri çıkar diye fikirlerimi anlattığım şu mektubu bitirebilmek. Çok yakında bitireceğim bu hikâyeyi eskilerin döneminden kalma mekanik bir makineyle. Tek hamle ve her yerde beyin parçaları... Bu silahları yapan insanlar oluşturacağı kirliliği çözmeye çalışmamış, hatta belki de o pisliği istemişler üretim sırasında. Bir ölüm aletinin nasıl çalışması gerektiği konusunda yıllarca felsefi tartışmalar yapmışlardır belki de. Ölüm pis bir şey olmalı diye düşünmüşlerdir onlar da tıpkı benim gibi. Burada biri ölmüş derken nefret ve tiksinti buruşmalı insanların yüzünde. Gerçekten bir insanın öldüğünü hissetmeli yaşayanlar derinlerinde bir yerde. Ve korkmalılar ölümden umutsuzca.  

Belki ölümümün ardından uzun zamandır ahmakça bekledikleri devrim denemesini de yaparlar.  Aralarında gerçekten Ceytunları yenebileceklerine inananlar var. Savaşların zafer için yapıldığını sanan bu ahmaklar, mağlubiyeti tadınca kaçacaklar anında. Bundan Koraya bahsettiğimde hiç ciddiye almadı beni. “Kendi kıyametine at sürüyorsun ahmak” diye bağırdığım zaman bile sonuç alamadım. Belki de benim bilmediğim bir şey biliyordur.


Neyse şu anda yazılarıma ara vermem gerekiyor. Sosyal Etkinlikler Sorumluluk Merkezi iki yüz bin kişilik bir miting için izin verdi bu sefer. Hiç anlayamadım şu mitingleri de zaten. Neyse Korayın miting konuşması üzerinde çalışmam gerekiyor. Kalabalıkları sarsacak bir şeye ihtiyacı var. Mitinglerde neden bağırılır acaba.[/img][/img]

78
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 27 Aralık 2013, 02:21:59 »
Seeking a Friend For the End of The World

şimdiye kadar yapılmış en orjinal ve en basit fikre sahip film. Yani bugüne kadar nasıl böyle bir şey düşünememişler diye düşünmüyor değilim. İzlemeyenlere tavsiye ederim. Dünyanın sonuna bir de sıradan bir insanın gözünden bakmak için güzel bir şans bence.

79
Kurgu İskelesi / Ynt: Durak
« : 23 Aralık 2013, 14:29:08 »
Başarılı bir kurgu bence.

Ancak kafama takılan bir yer ve başka türlü olmasını umduğum bir yer olmak üzere değinmek istediğim iki yer var.

1- Doktor bir anda şüphelenip neden mezar kazmaya girişiyor. Bu kadar ciddi bir şeyi gerektirecek psikolojik dehşeti ya olayların akışıyla ya da karakterin kafasında kurduklarıyla bizlere biraz daha çok gösterebilseydiniz sanki daha başarılı olurdu gibime geliyor.

2- (Değinmek istediğim şey de bu) Keşke doktorumuzun bayan olduğunu belirtseydiniz de hikayenin sonunda öldüğü bahsedilen yaşlı kadının o olduğunu anlasaydık. (Herhalde bahsettiği yaşlı kadın kendisi zira o kadının ölümünden kimse ona bahsetmiyor da herkesin bildiği bir şeymiş gibi davranıyor.)

80
Zorro -  İsabel Allende

Resmi olarak öğrenmiş oluyorum ki Zorro bahtsız bedevi deyiminin içinde denize nazır iki katlı bir evde yaşıyormuş.

81
Patrick Süskind - Koku

Filmini izlerken bir kitabın varlığından bihaberdim. Birkaç gün kadar önce kitapçıda rastladım ve bir oturuşta bitirdim.(Arada uyuyakaldığım iki saati saymazsam tabi) Filminden de öte harikulade bir eser. Filme hareket katan aksiyon azaltılmış ve Grenouille'in daha iç dünyasına yönelik betimlemeler yapılmış ki bence eseri çok daha zevkli yapan bir husus olmuş.

En sevdiğim kısım ise Grenouille'in asıl kızı öldürüp kokusunu içeren yağı aldıktan sonra suratına bile bakmadan gitmesine gerçekten vuruldum. Mükemmel bir detay. Karakter her ne kadar "cani" diye betimlenebilecek olsa da bu detayla kendisini bir sanatçı haline getirmiştir gözümde.
 
Ayrıca dönem Fransa sının betimlenme şekli hakkında diyebileceğim tek kelime ise harikulade olduğudur. [*]kelime olmadı be sanki[/*]

Ayrıca her zamanki gibi Can'dan müthiş bir kaliteyle çevrilmişti eklemeden  geçmemek lazım.


82
Yüzüklerin Efendisi / Ynt: Dokuzlar üzerine
« : 12 Aralık 2013, 16:18:45 »
Bindikleri ejderhalar süper nerden bulmuşlar acaba almak lazım :-)

Aslında bindikleri şeyler "ejderha" değiller :D Kendilerinin tam bir adı olmasa da fellbeast diye isimden çok bir tür sıfatla çağrılmaktalar.

83
En fantastiği mi bilmem o kadar derin bir hafızam yok ama 3 5 gün önce gördüğüm bir rüyadır. Bir kısmında yarı-uyanıktım.

Normal evdeyim salonda bir adam var tam hatırlayamadığım bir nedenle adamla kavga ediyoruz. Adamı en az 12 yerden bıçaklıyor um çok ciddi bir şekilde. Birisini ağızdan sokup kafatasını kırarak çıkartıyorum hatta. (O kısmı nedense iyi hatırlıyorum özellikle kemiklerin çatırdamasını) ama adamın ölmediğini tekrar kalkacağını bilerek içeri gidiyorum. Bu sefer kalktığında neyle dövsem diyorum. Bir şey bulamayınca ütüyü fişe takıyorum, işe yaramayacağını bile bile. Bir yandan da kendi kendime söyleniyorum "lan mal adamı kaç yerinden bıçakladın ölmedi ütü basınca mı ölecek. Tam tersine seni yakması için silah hazırlıyorsun" ama kelam eyleme fayda etmiyor. Ütü de tam ısınmadan adam dirilince yarı sıcak ütüyle gidiyorum üstüne. Adama ütüyü basmaya çalışırken adam ütüyü alıp bir yerlere falan atıyor. Sonra bi' yolunu bulup gene öldürüyorum gene geliyor felan.

Artık dayanamıyorum "şizofrenim lan ben" diye karar verip hastaneye gidiyorum ama yolda lavlar akıyor canavarlar geçiyor. "İşte bunlar hep şizofreni" diyorum. Hastaneye atıyorum kendimi "Şizofrenim lan ben" diye bağırıyorum. Ama aynı zamanda kendi kendime düşünüyorum "oğlum şimdi sen şizofren oldun, duyduğun ve gördüğün her şey anlamsız olacaktır. Hiçbir şeye güvenemezsin" falan filan derken bir zindana kapatılıyorum kendi kendime "Zindana kapatılmadın hastanedesin, burası da hücre değil senin odan. İşkence yapmıyorlar sana." diye söylenip duruyorum. Bana şiş saplamaya gelen zebanileri görünce "bak bunlar hemşire ya da hastabakıcı iğne yapıyorlar sana" diyorum. En son saçma sapan bişey söylüyorum canavara karşı. Ama söylerken dediğim şeyin çok zekice olduğunu düşünüyorum. Canavarda bunun zekice olduğunu söyleyince "ahha" diye bağırıyorum. "Bu dediğim çok aptalca olmasına rağmen çok zekice dedin. Zira ben zekice olduğuna inanıyordum ama aslında saçmaydı." Bunun üzerine iyice şizofren olduğuma inanıp sürekli bağırarak doktorlara durumumu anlatıyorum. "Şu anda üzerime geliyorlar, çok güçlüler" filan diye olay yerini tasvir ediyorum. "Hadi lan diyorum sen hikaye yazan adamsın iyice tasvir et belki çözüm bulurlar" diyorum.

Bu kısımdan sonrasını Tanrısal boyutta izliyorum. Doktorlar bana camların arkasından bakıp "çok enteresan bir olay. Dünya da böyle bir şeye rastlamamıştık" falan diyorlar. Olaylar olaylar işte.

84
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 05 Aralık 2013, 22:32:56 »
Chicago(2002) izledim. Tabiri zor olsa da beni çok heyecanlandıran bir müzikaldi. Hikaye müzikler danslar tamamıyla mükemmeldi diyebilirim. Özellikle Cell Block Tango kısmını 30 kere izledim belki. İlgilenenler; buraya tıklayabilir.

85
Yazmayı planladığım kurgusu hazır belki 4 kitabım var ama tembellik işte.

1- Ceytun İstilası
Hikâyenin ilham kaynağı bir ara okuduğum bir haberdi. Her ne kadar doğru bilmesem de şöyle diyordu, Ayın taş yapısı dünyadan  daha eski. Bu da ayın yüzeyinin dünyadan çok daha önceden oluştuğu anlamına geliyor. Buradan düşünmeye başlayınca bu düşünceyi tasavvuftaki evrende 6 kere kıyamet koptuğu 7. sinin de kopmak üzere olduğu inancıyla birleştirip bir kurgu oluşturdum.

Evrenimizden önceki evrende aşırı derecede gelişmiş bir Ceytun ırkı yaşamakta. Ceytun ırkı kendi cihazlarıyla evrenlerinin sonunun geldiğini anlayınca bütün vatandaşlarını bir gemiye doldurup kıyametin kopmasına hazırlanıyor ve evrende gidebilecekleri merkezden en uzak yere gidiyorlar. Bütün kadro uyuyor tabi bu patlamalar sırasında. Geçen milyonlarca yılda uyumaya devam ediyorlar. Evren yıkılıyor Big Bang’imiz gerçekleşiyor. Evrenimiz kuruluyor ve Ceytun gemisi gelip dünya yörüngesine oturuyor. Tabi patlamalar sırasında kalkanlarını kaybetmiş durumda gemi. Yapısal bütünlüğünü koruyan tek şey kabuk kısmı. Bu yüzden yüzeye çarpan taşlar yeni bir dış kabuk oluşturuyor bir nevi.

Tabi burada iki olası durum var. Ya Ceytun gemisi gelip dünya yörüngesine oturdu ve dünyayı yaşanabilir bir gezegen haline getirdi bazı oynamalarla. Ya da dünya yaşamın tomurcuklanması için en uygun koşullara sahip gezegen olduğu için gelip yörüngemize oturdu. Herhangi bir nedenden dolayı bilgisayar Gemiyi dünyanın yörüngesine oturtuyor ve beklemeye başlıyor. Artık yaşamın oturduğundan emin olduğu bir ana geldiğinde gemi nüfusu uyandırılıyor ve Ceytunlar Dünyaya yerleşmeye geliyorlar.

Tabi Ceytunların dünyayı istila etmek, bizleri öldürmek hâkim olmak gibi bir tutkuları yok. Ceytunlar hayatın en değerli şey olduğu kanısındalar ve gezegenimize gelmelerindeki tek amaçları yaşamlarına devam edebilecekleri doğal bir alana sahip olmak. Bu yüzden gemileri ayı dünyanın doğal düzenini korumak için yörüngeye bıraksalar da inşa ettikleri yüzer bir yaşam platformunu Pasifik Okyanusunun ortasına indiriyorlar. İlk gelişleri aşırı derecede barışçıl olsa da dünyaya yerleşmek için herhangi bir izin talebinde bulunmuyorlar. Zira hayatta kalmak canlıların en büyük hakkı olduğu inancındalar. Ve böyle bir şey için izin almayı çok saçma buluyorlar. Tabi bu durum ilk başta dünyayı rahatsız etse de Teknolojilerini insanlarla paylaşmaları bu sorunu çözüyor.

Sorunda burada başlıyor. Ceytunlar platformlarında bütün malzemelerin ham hallerine ihtiyaç duymaktalar. Bu yüzden dünyaya bağımlılar. Kısacası hammadde ile teknoloji değişmeye başlıyorlar. Tabi bu dünyanın kaderini tamamıyla değiştiriyor. Zira Çin Gibi Amerika gibi ülkeler hammadde açısından çok geniş kaynaklara sahip olsalar da Dünyanın lideri konumundaki Avrupa ülkeleri bu konuda çok büyük sorun yaşıyorlar. Tabi bu atmosferi kızıştırıyor. Özellikle Afrika ülkelerinin aşırı güçlenmesi sonucu yenidünya düzeni oluşturma arayışı başlıyor. Kıvılcım noktası Amerika’nın Nükleer tehdidi oluyor. Bunun üzerine ortalık iyice karışıyor ancak bu kısımda Ceytunlar araya girerek herhangi bir nükleer saldırının kendilerine yöneleceklerini iddia ediyorlar. Zira saldırının etkileri dünyanın doğal dengesine zarar verecek sonuç olarak Ceytunlara da zarar verecek. Bunun üzerine Dünya ülkeleri savaşmaktan vazgeçiyorlar. Ceytunların gücü hakkındaki korku bunu durdurmaya yetse de asıl sorun Ceytunların gelişmiş ülkeleri sera gazlarından ötürü uyarması sonucu ortaya çıkıyor. Ceytunlar bu gazların Ozona zarar verdiğini bunun da doğal olarak kendilerine zarar verdiğini söylüyor. Tabi bu restleşmelere sebep oluyor. Bazı ülkeler Ceytunlara saldırmaya çalışsa da Ceytunlar bu saldırılardan etkilenmiyor bile. Bunun üzerine bir ülke(daha karar vermedim Rusya olabilir.) Nükleer bir sürpriz saldırıya kalkınca Ceytunlar bombaları uzaya yönlendirip mümkün olduğunca en az zarar oluşturarak yok ediyor. Ve hızlı bir şekilde Rusya’nın askeri güçlerini elimine ediyor.

Aradan geçen uzun yıllar boyunca Ceytunlar işi iyice azıtıp Ateş yakmayı bile yasaklıyorlar. Ozona zarar verdiği için dolaylı olarak kendilerine yöneltilmiş bir saldırı addediyorlar. Tabi bu şekillerde hayatta kalamayacaklarını söyleyen devletlere her türlü desteği vermeye hazır olduklarını belirtiyor ve veriyorlar da. Kısacası 15 yıl kadar bir sürede Dünyanın her yerinde Ceytunlar hâkimiyetlerini sağlıyorlar. Geçen zamanla hızla artan Ceytun nüfusu tüm dünyaya ister istemez yayılmalarına sebep oluyor. Tabi sorun dünyanın her yerinin Ceytun dolması değil. Ceytun hükümetleri yiyecek bulmakta hiç sıkıntı yaşamıyorlar hatta teknik olarak insanlar eskisine göre çok daha iyi durumdalar. Aç ya da hastalıklı insan kalmıyor dünyada. Herkese yardım götürüyorlar ve sosyal devletçilikte çok iyiler. İnsanların bütün ihtiyaçları neredeyse devlet tarafından karşılanmakta ve adamakıllı bir vergi bile toplanmıyor

Ama Ceytunların kötü yönleri aşırı kontrolcü olmaları. İnsanların hayatlarındaki herşeyi kontrol etme ihtiyacı hissediyorlar. Mesela Ceytunlara karşı eylem yapmak yasak değil. Ancak eylem yapmak için öncelikle izin almak gerekiyor. Ardından kaç kişinin katılacağını hangi sloganların atılacağını falan filan derken tamamıyla insanları kontrol altında tutuyorlar. Ne kadar çalışılacağı ne eğlencelerine gidileceği tamamıyla kontrol altında. Özgürlüklerde herhangi bir kısıtlama olmasa da yapacağınız her şeyi belirtmeniz gereken bir ortam oluşuyor.

Tabi bütün bunlar hikayenin arka metni. Hikaye bu olaylar oturduktan sonra başlıyor. Yani ana karakterimiz bütün bunları yaşamış ve Ceytunların yaptıklarının yanlış olduğu kanısında. Hikaye kısaca bir devrim çabası üzerine kurulmuş.

Ana karakterimiz hem Ceytunlarla savaşıyor hem de sürekli olarak devrimi sorguluyor. Örgüt arkadaşlarının odaklandığı tek şey Ceytunları yok etmek karakter ise isyanın bir grup canlıya karşı ypaılmadığına inanıyor. Ceytunların kötü varlıklar olmadıkları kanısında. Zira kimseye bir kötülük yapmıyorlar. Ceytunlar başa geçtiğinden beri insan ölümleri %95 oranında azalmış durumda. Kimse cinayete kurban gitmiyor savaş yok açlık yok hastalık yok. Dünya çok daha güzel bir yer sorun ise Ceytunların insanları anlayamayıp onları kısıtlayan bir yaşam oluşturmaları. Bu onların suçu değil doğaları böyle onların anlayamıyorlar sadece. O yüzden savaşmaları gerekenin zihniyet olduğu kanısında. Tabi hem arkadaşlarıyla kavram çatışması yaşarken hem de Ceytunlara karşı aksiyon dolu anlar yaşıyor.

Şimdi diyeceksiniz bunu niye böyle uzun uzun yazdın. Sorun şu ki efendim tek başıma yazamıyorum ya çok sıkılıyorum. Biri bana el atsın da beraber yazalım şu hikayeyi. Kısacası ortak arıyorum.

86
Kurgu İskelesi / Ynt: "ŞEY" ile görüşme
« : 12 Ekim 2013, 18:13:50 »
Enteresan bir hikaye şekillenmekte. Etkilenmedim desem yalan olur. Uzaylı ya da dışarlıklı diye de tanımlanabilecek bu karakterimizin halleri biraz tanıdık olsa da(Konuşarak iletişim kurmuyoruz, siz insanlar zayıfsınız falan) hikayesi oldukça farklı duruyor. Dışarıdan gelen birinin gözünden insanlığı incelemek çok zevkli olacak gibi geliyor bana.

87
Kurgu İskelesi / Ynt: Toy Olan
« : 17 Ağustos 2013, 14:24:16 »
Yorumunuz için teşekkürler.

Bazen dışımızı ısıtan ateş söndüğünde, kalbimizdeki ateş kendi samimiyetiyle ısıtmaya çalışır bizleri. Lakin bazı şeyler istemeyle gerçekleştirmeyecek kadar sert ve acıdır. Tıpkı soğuğun uzun ve keskin parmakları gibi.

88
Kurgu İskelesi / Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« : 29 Haziran 2013, 12:45:36 »
NOT: Bu bölüm bir çok okura tanıdık gelebilir, zira 1 yıl kadar önce yazdığım Kılıcın İmtihanı öyküsünün giriş bölümüydü. Bazı modifiyeler yapmış olsam da ana metin aynı. Kılıcın imtihanını ilk yazdığım günden beri Zaroc'la birleştirmeyi düşünüyordum ancak bu şekilde yapmayı hayal etmemiştim. Böylesi daha iyi oldu elbette. İki hikayeyi de bitirebileceğim bu şekilde.

Not2 : Bu hikayeyi Blogumdan da okuyabilirsiniz.

8


Koca Demirci bir elinde maşa diğer elinde çekiç, kararlı bir ifadeyle çalışıyordu. Çekicin çeliğe her çarpışında kıvılcımlar fışkırıyor, loş mağara aydınlanıveriyordu bir anlığına. Demircinin çekici her kaldırışında kollarındaki kaslar bükülüyor, genişliyor, işindeki maharetinin, vücudundaki kudretinin bir resmini çiziyordu sanki. Ocaktan mağaraya yayılan ısı, görünmez bir duman gibi yükseliyor, mağaranın daha da ısınmasına yol açıyordu. Çekicin her inişinde, mağaranın her aydınlanışın da Demircinin kaşık çatları, odaklanmış bakışları görülüyordu. Ne sıcaktan etkileniyordu ne yorgunluktan. Saatlerce, günlerce, aylarca, yıllarca çalıştı Demirci. Ta ki gün gelip de kılıç kemale erene dek. Günlerin birinde, Şafaktan hemen önceki, gecenin karanlığının en güçlü olduğu o anda kılıcın bittiğine karar verdi Demirci. “Artık hazır” diye düşündü. Kaldırıp şöylece bir baktı kılıca boydan boya. Elleriyle yaptığı bu sanat eserinin mükemmelliğine kendisi bile hayran olmuştu. Dengesi, çeliği, ağırlığı tam anlamıyla mükemmeldi.

Dünyanın kırk lanetlenmiş yerinden, kırk ayrı cevher kazmıştı Demirci. Bunları Dünyanın kırk kutsal yerinden kazdığı diğer cevherlere katmıştı. Topladığı demirleri birbirleriyle mezc olana kadar, uzun yıllar boyunca dövmüştü. Adeta kazdığı tüm cevherler tek, mükemmel bir cevher haline gelmişti. Kılıcı dövmeye başlayıp da soğutması gerektiğinde istemişti ki; soğutmadan sonra bu, tek cevherin üzerinde tekrar çalışabilsin. Bunun üzerine etaf köylere haber salmıştı, ne kadar hayvanları varsa getirsinler diye. Bunu duyan köylüler yüzlerce koyun getirmişti mağaranın önüne. Demircinin talimatları üzere koyunlar Yaratıcı'ya kurban edilmiş, kanları ise mağaraya gönderilmişti. Demirci kılıcını işte bu, Yaratıcıya kurban edilmiş hayvanların kanında soğuttu. Bu şekilde kılıç soğumuş ama su verilmiş çeliğe dönüşüp sertleşmemişti. Tekrar dövdü demirci kılıcı tekrar kana verdi, tekrar ve tekrar. Yıllar süren bu kana batırmalar sonucunda kılıç kanla bir olmuştu artık. Kan kılıcın bir parçasıydı. O kandan, kan da ondandı
.
Demirci kılıcına baktığı o muazzam gurur ve kıvanç anında kalbinde Yaratıcının sıcaklığını hissetti. Bu ne olduğunu anlayamayacağınız bir his değildir.  İlk defa duyumsuyor olabilirsiniz, hatta daha önce böyle bir şeyden bahsedildiğini dahi duymamış olabilirsiniz Ancak  Yaratıcı bir kalbe dokundu mu kişi anlar. Demirci’de anladı. Dokunuşun muazzamlığı sonucunda kendisini dizlerinin üzerine çökmüş nefes almaya çalışırken buldu koca adam. “Hüküm” çökmüştü odaya. Tek kelime, Yaratıcının telaffuz dahi etmediği küçük bir düşünce. "Hüküm" kelimesi kendi içerisinde; adaleti, hikmeti ve kudreti içerir. Kaynak ise Yaratıcının zatı olunca bu mahkemede ne cerbeze kalır ne de yalancı şahitler. Her şeyi sebepleri ve sonuçları ile gören bir el hüküm’ü verir. Kimse ne yalan söyleyebilir ne de gözlerini kaçırıp laf çevirebilir.

 Demirci ise o anda neler olduğunu düşünebilecek halde değildi. Bir yandan nefes almaya, kurtulmaya can atarken bir yandan da Yaratıcının şefkatli ağırlığında yok olup gitmek istiyordu. Neyse ki onun karar vermesine gerek kalmadan "hüküm" kalktı mağaradan. Yaratıcı belki Demircinin çabasının hatırına, belki kurbanların kanının hatırına, belki kılıcın potansiyelinin hatırına, belki de hiç bilinmeyen bambaşka bir amaç uğruna kılıca, can vermişti. O ana kadar “şey” olan Kılıç Hükümden sonra “o” oluvermişti.

Kılıcın benliği susuzluktan var edilmişti. Su, diye kan verilmiş, olması gerekenin dışında bir varlık haline getirilmişti. Tek bildiği kavram, tek bildiği gerçek susuzluktu. Ve ihtiyaç yanında her zaman arayışla birlikte gelir. Sadakat kavramını henüz algılayamamış bu varlık için arayışının kemal hali Ustasının ateşten alazlanmış derisinin hemen altındaydı. O da sahibine yöneldi. Zihinsel ağırlığı, mutluluktan çılgına dönmüş zavallı demircinin beynini ezdi geçti. Kontrolü eline aldı Kılıç. Demircinin güç ve zayıflık duygusu olan sabırıyla güçlendirdi kendisini. Ve minik minik, Ustasına yaklaşmasını emretti kendisini tutan ellere. Yumuşacık geldi kılıç Demirciye, ılıktı daha yüzeyi. Hiç zorlanmadan girdi boğazından içeri, oradan kalbine doğru bir yol çizdi kendisine. Ruhundan beslenildiğini hissetti. Kılıcı yavrusu susuzluğunu gideriyordu ondan. Bir yerden sonra Demircinin sevgiyle dolu koca ruhu bile bitti. Zira her şey bir gün biter. Demircinin basit bir gölgesi ondan kalmış bir alışkanlık silsilesi gülümseyerek sevgiyle baktı Kılıca. Yavrusuna doğru uzanmak istedi istemsizce. Ancak bir gölgenin güçlerinin sınırları vardır. Ve yavrusuna son bir kez dokunamadan göklere gitti demirci.

Uzaklarda bir yerlerde, yaşlı güneş dağların arkasında kaybolurken, kılıç mağaranın zemininde ustasının ellerinde tatmin olmuş bir şekilde yatıyordu.


DEVAM EDECEK


Not3: Sizin de farkedeceğiniz üzere Hikaye sanki birbirini takip eden bölümler şeklinde değil de ayrı ayrı bambaşka hikayelermiş gibi devam ediyor. Bunu yapmamın nedeni Zaroc'un macerasının binlerce yıla yayılmış olması. Bu yüzden olanları hiç bir şeyden haberi olmayan bireylerden bahsederek anlatmak istedim. Sadece siz ve Zaroc biliyorsunuz olayların arasındaki bağlantıyı. O ölen zavallı insanlar, hiç bir şeyden haberdar değiller. Bu yüzden her bölüm bambaşka hikayeler gibi yazılıyor herhangi bir sıra takip edilmiyor.

Tabi bundan olayları Zaroc'un gözünden anlatarak kaçınabilirdim. Ancak o zamanda Fantastik Kurgunun en güzel yanı olan mistisizme ne olurdu değil mi.

89
Kurgu İskelesi / Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« : 27 Haziran 2013, 14:48:56 »
7

“Kaç” diye fısıldadı gölgelerden bir ses, itaat etti çocuk. Düşünmeden, algılamadan. Savaşın korkusu tüm benliğini sarmıştı. Korkuyordu, evlerinin bir güneşe dönüşünü izlemişti. Çıtır çıtır sesler yükseldiğine şahit olmuştu. Diğer köylüler gibi o da şaşkın bir şekilde kalakalmıştı.

Nehir hemen yanındaydı,  gene kaçmışlardı evden. Nehirin ismini aldığı suda buluşmaya sözleşmişlerdi. Orada doğmuş Nehir, bu yüzden ona bu adı vermişler. Hep böyle anlatırdı Nehirin annesi. Günü gelince satın alacaktı onu babasından çocuk. Bunun için elinden geleni ardına koymamaya karar vereli o kadar çok olmuştu ki.

"Kaç" demişti herkesin şaşkınca kaldığı anda bir ses. Dinlemişti çocuk, bir an bile düşünmemişti. Tuttuğu gibi Nehirin elinden fırlamıştı ormanın içine. Hayatı için koşuyordu, Nehir için koşuyordu. "Koş" diye teşvik ediyordu ses "Koş."

Bütün bu kıyamet başlamadan hemen önce suyun başında oturmuş sessiz sessiz muhabbet ediyorlardı Nehirle. Kız yanına oturmuş o günkü kavgadan bahsediyordu Çocuk’a usulca. Kadınların bir kısmı erkeklerin artık Kula’dan dönmesi gerektiğinden bahsediyor, bir sorun çıktığını iddia ediyordu. Diğer grup ise Kula’nın Yaratıcı tarafından kutsandığını kimsenin Kula’ya karışamayacağını iddia ediyordu.. Saatlerce kavga etmiş sonrada işlerine dağılmışlardı. Endişeliydi Nehir, abisi de Kula’ya gitmişti, onun için çok endişe ediyordu. Bir şey olmaz diyerek teskin etmeye çalıştı Çocuk onu. Pek işe yaramamış gibiydi. Sessizce oturup köyü izlemeye devam ettiler. İkisi de küçük kafalarında, kendilerince hayaller kuruyorlardı.

Hafifçe dalmışlar dıki Sabah güneşini görür gibi oldu çocuk aniden. Güneş hiç köyden doğmamıştı daha önce, bu suyun başında sabahladıkları ilk gün değildi güneş hep arkalarından doğardı. Çok severdi Nehir bunu. Sonrasında bu güneşlerin küçük olduğunu ve sallandığını fark etti çocuk. Omuzlarından hafifçe silkerek kaldırdı Nehiri. Bir anda açtı gözlerini Nehir, soru sorar gibi baktı Çocuğa. Cevap verme zahmetine girmedi Çocuk. Çenesiyle köyün olduğu yeri işaret etti. Nehir yattığı yerden doğrulup köyün içinde yüzen minik güneşleri izlemeye başladı. Şaşkındı, Güneş yeryüzüne mi inmişti acaba. Yoksa köye gelenler onun çocukları mıydı. Tuttu Çocuğun kolundan “Hadi gidelim köye. Bunu kaçıramayız" Kımıldamadı çocuk. İçinden bir ses bunu kesinlikle yapmaması gerektiğini söylüyordu. O da itaat etti.

Köydeki evlerden birinin üzerine çıktı güneş. Yavaşça kapladı çatının tamamını. Çığlıklarla attı ev halkı kendilerini dışarıya. Güneş gitgide büyüdü. Köylüler çığlıkları duyup attılar kendilerini dışarıya. Lakin güneşi görünce donup kaldılar. Korku ve hayranlık okunuyordu hallerinden. Yavaş yavaş büyüdü güneş. Bütün evi kapladı önce. Ardından bir sonraki eve geçti sonra bir sonrakine ve bir sonrakine. Kara bulutlar yükselmeye başladı evlerin üzerinden. Hayranlıkla izlemeye devam ediyordu çocuk. Elleri Nehirin minik ellerini buldu, sıkıca sarıldı onlara. Tek gerçek olan oymuş da onu bıraksa kaybolacakmış gibi sarıldı. Nehir, sessiz bir şekilde izliyordu Güneşin köyde büyümesini. Bir süre sonra köydeki bütün evler kendi başlarına birer güneşe dönüp insanlara da sarılmaya başladığında, çığlıklar yeniden duyulmaya başladı. Güneş taşıyanlar kaçışan ya da duran tüm kadın ve çocukları bayılttı sopalarıyla. Bir an önceki hayranlık yerini kargaşaya ve kaosa bırakmıştı.

“Kaç” dedi bu sefer kafasındaki ses. “Kaç ve kurtul, Onlar Kaos ve Yasanın hizmetkarları kaç onlardan”

Anlamadı çocuk söylenenleri ama ne yapması gerektiğinden hiç şüphesi yoktu. Sarıldı Nehir’in eline. Koşmaya başladı. Kızı da arkasından sürüklüyordu. Ses çıkarmadı kız, güveniyordu ona. O çektikçe kız da koştu.

Yaratıcıya dua ediyordu çocuk sessizce. Onları kurtarması için yalvarıyordu efendisine. "Güven ona, tek kurtuluş çaren  o" diye fısıldadı gölgelerden gelen ses. "Yaratıcına güven. Bu kafirlerden seni bir tek o koruyabilir." Çocuk bilmediği bir nedenden dolayı güveniyordu sese. Koştu Nehiri de çekerek arkasından. Uzaklaşınca köyden ve güneşlerden, döndü arkasını bir dağ başında. Köyünün olduğu yerde koca simsiyah bir bulut toplanmıştı. Demek bulutlar güneşten doğuyor diye düşündü çocuk istemsizce, sonra annesi aklına geldi, doldu gözleri. Ne kadar tutmaya çalışsa da kendini, başarılı olamadı. Ağladı sessizce. Onun ağladığını gören Nehir ise artık gözyaşlarını saklamasına gerek kalmadığını düşünmüş olsa gerek ki o da serbest bıraktı damlaları. İki çocuk o gün, o dağ  başında iki küçük çocuk olarak köylerinin ağıdını yaktılar. Köydeki her bir kişi için ağladılar sessizce. Babaları için ağladılar sakince. Onların da öldüğünden emindiler. Ve bir yemin ettiler o günün sonuda. Yaratıcı üzerine, kim olduklarına dair hiçbir fikri olmayan bu kafirleri öldüreceklerine yeminler ettiler. .
Bir çok dönüm sonra, kimsenin erişemeyeceği geniş bir vadi buldular. Dağların arasına sıkışmış bu bölgeye sığındı çocuklar. Yeni bir hayata başladılar. Mutlu olmaya gayret ettikleri uzun bir hayata. Orada o vadide büyük bir millete hayat verdi çocuklar. Günün birinde diyara nam salacak bozkır halkının ataları oldular.

Gölgelerin arasından Zaroc'un gülümsemesi parladı. Başarıya ulaşmanın göstermelik sevinci.

DEVAM EDECEK

Bu hikayeyi Blogumdan da okuyabilirsiniz.

90
Kurgu İskelesi / Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« : 24 Haziran 2013, 12:48:16 »
Biraz uzun oldu sanki. :)

6


Gece soğuk ve karanlık, ozan için karanlığın hiçbir anlamı yok. O günle geceyi soğuk ve sıcak olarak ayırt ediyor. Kör geldi bu dünyaya. Güçlünün haklı olduğu bir toplumda olabilecek en kötü şey zayıflık. Çocukluğunu hatırlıyor her gece, bir günü daha ölmeden atlattığı için kendisine sarılan annesini hatırlıyor, kendisiyle uğraşan çocukları hatırlıyor. Aşağılanmayı, değersiz bir varlık olarak davranılmayı hatırlıyor. Ama en çok güneşi hatırlıyor. Annesi anlatmıştı ona ilkin. “Gökyüzünde sarı, koca bir top” sarıyı görmeden hayal etmişti o güneşi. Kendisini çocuklardan, ölümlerden, aşağılamalardan koruyan geceden nefret etmişti, güneşi ondan sakladığı için. Bazen köyün dışına kaçar ve uzanırdı çimlere sırtüstü, işte o zaman güneşle kucaklaştığını hayal ederdi. Sevgilisi sarıp sarmalardı onu. Ne mızrak dişlerin korkusu kalırdı yadında, ne de zalim çocukların gürültüsü. Sadece o ve güneş vardı.

Onlarca dönüm geçmesine rağmen ölmedi Ozan, hayatta kaldı. Bu kadar uzun süre başarmış olması insanlar için şaşkınlık konusuydu, onun içinse sevgilisinin marifeti. Güzel her şey ondan gelmiyor muydu zaten. O da Yaratıcı gibi tekti, gökyüzündeydi ve onu seviyordu. Boş bulduğu her an kırlara kaçtı ve kucaklaştı sevgilisiyle. Bir gece özlem ve aşkla dolan yüreği dayanamadı, patladı. Tutamadı kendisini. Bir aşk şarkısıydı söyledikleri. Gökyüzüne, sevgilisine yönelmiş bir serenad.

Bu şarkıdaki özlemi gören Yaşlı Ozan sonunda çırağını bulduğuna karar verdi. Aldı çocuğu yanı sıra, götürdü dağlara. Ottan bahsetti, böcekten, kuştan, çiçekten. Anlattı ona mahlukatı ve anlamlarını. Dinledi ozan iştiyakla. Aşkla şişmanlamış, hakikate acıkmış ruhu yedi bitirdi duyduklarını. Her zaman daha fazlasını talep etti. Ölene kadar anlattı ozan ve çocukcağızı dağ başında bırakıp, gitti göklere. Ağıtlar ile indi köye Ozan. Düşebileceği aklına bile gelmemiş olsa gerek ki sağ salim inebildi dağlardan.

Köye geldiğinde, sırtında ozan kürkünü taşıyordu. Bu kürk onu kabilenin içinde onurlu bir kişi haline getirmiş olsa gerek ki bir ziyafet düzenlendi. Şarkı söylenmesi istenildi ondan. Hiç düşünmedi ozan ne söylesem diye. Sevgilisini hayal etti kafasında ve başladı söylemeye. Sesindeki ton ve samimiyette kayboldu bütün bir kabile, günlerce söyledi, gecelerce. Ne insanlar dinlemekten sıkıldı ne o söylemekten. Ve şarkısı bittiğinde köyün Ozanı oluvermişti. Eskiden sadece seslerini duyduğu kadınlar geliyordu yanına. Gücünden istifade etmeye çalışan parazitler gibi sokuluyorlardı ona. Hiçbirisine değer vermedi Ozan. Onun için sadece sevgilisi vardı. Gökyüzünde onu izleyen tatlı bir sevgili. Gündüz sırnaşan kadınları çok sert paylardı, sevgilisi görür de üzülür korkusuyla.

Yüzlerce dönüm boyunca ozanlık yaptı. Her gün güneşin doğuşundan batışına kadar şarkı söyledi güneş battığında ise sustu. İlk seferi dışında hiç söylemedi şarkısını gece vakti. O sadece gündüzleri düzdü nağmeleri sevgilisine. Ne kadar güzel bir sıcağı olduğundan, ne kadar hayran olunacak bir varlık olduğundan bahsetti günlerce. Bazı günler başladığı şarkıları bile bitiremiyordu da, hüzünlü bir şekilde diğer günü bekliyordu sözlerini bitirebilmek için. O, güneşi seviyordu.

-0-

Ozan yatağına uzanmış yarın ki şarkısını hayal ediyor. Bu sefer sevgilisine nasıl iltifat etse diye kuruyor kafasında. Gecenin sessizliğini Reisin çığlığı bozuyor. Derin ve keskin bir çığlık. Sanki gökyüzünü yarmaya çalışıyor gibi. Korkuyla toparlanıyor Ozan. Hemen yanındaki çocuğu uyandırıyor. Ona yardım etmek için orada çocuk. Ancak gece uykudan uyanırken bunu hatırlamak zor. “Ne var” diye soruyor bir yandan gözlerini ovuştururken. “Git bak neler oluyor” diyor Ozan bir çırpıda. Kızgın bir şekilde kalkıyor çocuk yataktan. Fırlıyor gecenin karanlığına.

Bir süre sonra dönüyor geriye, heyecanlı. “Reis ruhlarla görüşmüş bu gece, herkesi meydana çağırıyor” Ozan kalkıyor yataktan, gecenin kendisinden iyilik gelmeyeceğini biliyor. Fırlıyorlar dışarıya. Çocuk hemen önünde rehberlik ediyor, meydana götürüyor Ozanı.

Reis kürkünü giyinmiş, en ihtişamlı şekliyle bekliyor. Toplanınca kalabalık sert ve gırtlaktan gelen bir sesle konuşmaya başlıyor. Bunun korkutucu olduğu kanısında.

“Bugün Ruhlarla bizzat konuştum. Göklerdeki son gelişmelerden bahsettiler. Yeni bir grup Tanrının Yaratıcıyı yenip yok ettiğini ve artık onlara tapacağımızı söylediler.”

Kalabalık Atalarının Tanrılarını terk etme fikrinden huzursuz olmuş olsa gerek ki itiraz homurtuları yükseldi. Reis bunu fark etmemiş gibi sesini daha da yükselterek konuşmaya devam etti.

“Bana güçlerini ispatladılar ve güçlerinin bir kısmı ile de beni donattılar. Güneşi hizmetime verdiler. Artık güneş bizi terk ettiğinde bile ona hükmedip aramıza çağırabileceğiz, bu güç taşları ile” diyerek ellerini güçlü bir şekilde havaya kaldırdı. İki elinde iki taş duruyordu. Özel bir yönleri yok gibiydi, Reis bir gösteri yapması gerektiğini düşünerek Taşları sert bir şekilde birbirine vurdu. Bir anda gün geri gelmiş gibi oldu, aydınlandı elleri Reisin. Kalabalıkın kendisi şaşkındı. Kadınlar erkeklerinin arkasına saklandı. Çocuklar annelerinin bacağına sarıldı. Erkekler sakladı korkularını ve dinlemeye devam etti Reisi.

“Ağaç toplayın ve getirip önüme yığın” diye emretti Reis. Erkekler ve kadınlar o alandan uzaklaşmak için bir bahane çıkmasının sevinciyle dağıldılar. Sadece Ozan kalmıştı olduğu yerde. Sevgilisini gökten getirmenin dehşeti Yaratıcıya edilen inkarı dahi unutturmuştu ona. O güzel sevgilisini yeryüzüne indirip Reisin eline mi vermişti bu yeni tanrılar. Reisin istediği gibi istimal etmesine izin mi vermişlerdi tatlı sevgilisini. Öfkeyle doldu yüreği, nefretle taştı. Hayatı boyunca aşktan başka hiç bir şey tatmamış kalbi yabancıydı bu hislere, sindiremedi, derinlerine inemedi bu yeni tadın. O da taşırdı onları, saçmaya başladı sağa sola. Kalbi saçtıkça kini, nefreti, öfkeyi Ozan da hırçınlaştı kendi içinde. Nefret Reise döndü, iri, kürklü adama. Nerede olduğunu göremiyordu ama çok iyi biliyordu olduğu yeri. Kalbi o kadar kabardı ki patlayacağını hissetti bir an Ozan. Eliyle durdurmaya çalıştı bu acıyı, sarıldı kalbinin olduğu yere. Yıllar önce fark etmişti orasıyla aşık olduğunu. Ama şimdi aşkının yuvası bambaşka bir duyguyla kirletilmişti. Kalbi artık sevgilisine layık değildi. Bu onu daha da fazla öfkeyle doldurdu. Bir taş aradı elleriyle yerden. Bulduğu ilk kayayı kaldırıp koşmaya başladı Reise. Durumu bekler gibiydi Reis. Hiç hareket etmedi. Yalpalaya yalpalaya kendisine yaklaşan ozanı izledi. Yeterince yaklaştığında kollarından tutup yere attı onu. Kalın sopasını sırtına bastı, konuşmadan kalabalığın toplanmasını bekledi. Ay batıp da ortalık tam anlamıyla karardığında, insanlar odunları reisin hemen önüne yığmıştı. Ozan odun yığınının üzerinde yatıyordu, baygın bir halde.

“Şimdi yeni tanrıların gücünü ve saygısızlara olan öfkesini görün”

Reis ellerindeki taşları birbirine vurarak aydınlattı geceyi , bir daha, bir daha. Bir süre sonra önündeki otlara geldi güneş. Çağrı ayini başarılı olmuştu. Güneş artık onun hizmetindeydi. Büyümesi için bekledi bir an. İlk önce otlar yandı, sonra ince dallar. Kalın olanlar en son yandı. Gece, gündüz gibi aydınlanmıştı. İnsanlar güneşin hemen önlerinde büyümesini  hayranlıkla izlediler

Sıcaklık artınca ortamda, baygınlığı bırakıp uyanmaya karar verdi Ozanın beyni. Sevgilisi karşıladı onu uykusundan. İlk önce ayaklarından öptü onu. Aşkın şiddeti acıttı ayaklarını, inledi ozan  ister istemez. Sonra parmak uçlarından öptü sevgilisi. Gittikçe yaklaştı daha da fazla sokuldu. Sevgilisine sarılmakla kaçmak arasında kalmıştı Ozan. Aşkı galip geldi, acıya rağmen kavuşmanın sevincini yaşadı. İlk önce inledi sonra biraz daha yükseldi sesi. Sevgilisi elbiselerini çıkarırken çığlıklar atmaya başladı. Bu kadar güçlü olduğunu hayal etmişti, lakin gerçeğin kendisi her zaman şaşırtırdı. Çığlıklar atarak eridi sevgilisiyle. Birlikte oldular o gece. O son gecesinde sevgilisinin kollarında veda etti bu dünyaya.

Sıra Yaratıcının takipçilerini kendi dinimize çevirmekte diye fısıldadı”, Zaroc. “Ancak güçlüyken çağrımızı dinlemezler. Önce zayıflamalılar, o zaman kabul edeceklerdir.” Lider onaylar bir ifadeyle salladı başını, “Ama nasıl bütün kabilelere birden hakim olabilirim ki” diye sordu merakla. Kafasındaki sesin gülümsediğini hissetti. “Kula” diye fısıldadı sakince. Ve kahkahalar atarak uzaklaştı.

Reis ateşin gücünü daha çok hissettirmek için Köydeki herkesin bir elini ateşe sokmasını emretti o gece. İnsanlar korka korka yerine getirdi emri. Kimisi çığlık attı kimisi dilini ısırdı ama sabah olduğunda herkesin Yeni Tanrılara olan imanı taş kadar sertleşmişti.

Sabaha doğru güneş köyden çıkarak gene dağların üstüne, gökyüzündeki yerine döndü.  


DEVAM EDECEK

Bu hikayeyi Blogumdan da okuyabilirsiniz.

Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7 8 ... 26