Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - azizhayri

Sayfa: [1] 2 3
1
Tartışma Platformu / Okumayı Sevdirmek
« : 25 Ekim 2016, 21:57:13 »
Merhaba:
Sizlerden yardım bekliyorum ve belki de bu başlık başka bir yerlerde açılmıştır ama bilgileri tazelemek gibi de düşünebilirsiniz. Biliyorum Kayıp Rıhtım bir Fantastik kurgu sitesi ama benim sorum edebiyatın tüm alt başlıklarını kapsayacak bir soru B.K.-F.K. Psikolojik roman Polisiye vb.- Bir tanıdığınız -kendisi üniversiteye yeni başlamış biri- kitap okumayı sevmediğini söylüyor ve siz ona kitapları özellikle romanları sevdirmek istiyorsunuz. Kendisine hangi romanları veya kitapları önerirsiniz.  

2
Yazarlar / Jules Verne
« : 18 Eylül 2016, 13:51:07 »
Arkadaşlar merhaba
Biliyorum biraz uzun bir liste oldu ama ne kadar güvenebileceğimizi bilemesem de listeyi Vikipedi den aldım. Ve kendisini sevmeme rağmen bilmediğim ve adını yeni duyduğum kitaplar olduğunu gördüm. İstedim ki Forumda eksiksiz bir liste olsun.
Hadi Verne severleri görelim...

3
Kurgu İskelesi / Yaşlı Adam
« : 26 Ağustos 2016, 15:49:14 »
     YAŞLI ADAM

     Yaşlı adam, belleğinin bir köşesinde kalmış olan hayali, hoş bir anı olarak anımsadı. Mesleğe başladığı ilk yıllar hevesle geçmişti ama yaşı ilerledikçe kafasında emekliliğini hayal eder olmuştu.    

     “Uzun yıllar sonra emekli olduğunda sokaklarda elinde şık bir ağaç baston yürüyecekti. Çevresinde bulunanlar saygı ile kendisini selamlayacaklardı. Yanlarından geçtikten sonra -emekli Hasan Efendi geçti, kendisi yıllarca devletine ve milletine şerefle hizmet etmiş biridir-“ diyeceklerdi

     Evet, yine elinde bastonu vardı ama çevresindekiler saygı göstermeyi bırak selam bile vermiyorlardı. Her şey o güzel eski zamanlarda kalmıştı. Bugün, hayalini kurduğu yıllardaki insan ilişkilerinin küçük bir örneği bile yaşanmıyordu artık. Yaşlı karısına, hayat arkadaşına yapılanlardan sonra dünyadan umudunu tamamen kesmişti.
 
    Sakin hareketlerle, çöplük haline dönmüş köşede duran, çizikler içerisindeki kanepeye oturdu. Karanlık, ‘son sözü söyleyen benim’ der gibi hükmünü yavaş yavaş arttırıyordu. Yola çıkmadan önce iyi elbiseler giyinmiş öyle çıkmıştı dairesinden Emekli Komiser Hasan Bey. Çantasından peçeteye sarılmış bir paket çıkardı. Sıcak sandviçin kokusu çevreye yayıldı. Birkaç dakika içerisinde alaca karanlıkta gölgeler belirdi. Önce ürkek adımlarla çevrede dolandı bu gölgeler. Nefis sosis kokusu yayıldıkça, gölgeler yaşlı adamın oturduğu banka yaklaştı. Bir dakika sonra ise avının peşinde dolanan çakal sürüsünü andıran gölgeler, homurdanarak dağıldı. Nedeni ise karşı ağacın dibinde dikilmeye başlayan kendilerinden daha iri yarı iki gölgeydi.
 
     Yanına yaklaşan gençleri görünce, adamın yüzünde, sanki üzerinde çalışılmış gibi bir ifade belirdi. Amatör tiyatrocuların abartılı oyunlarını anımsatan bir korkmuş yüz haliydi bu. Aynı yüz ifadesini bozmadan elindeki peçeteye sarılmış paketi oturduğu bankın kenarına bıraktı. Bakışını kaldırınca önünde dikilen gençlerden birinin sırıtan yüzü ile karşılaştı.

     “Büfeciyi dinlemeliydin” dedi aynı sırıtkan yüz. Yaşlı adamın aklına, birkaç dakika öncesinde büfeyi işleten yuvarlak kırmızı yüzlü adamın sözleri geldi.

     “Baba, bu saatte buralarda dolu cüzdanla dolaşmak iyi değil” demişti. Adam cüzdandan çıkarttığı parayı büfeciye uzatırken
 
    “Bu gün ayın biri evlat” demişti. Sözlerinin anlaşılmadığını düşünerek sözlerine devam etmişti,    
 
    “Otuz yıl çalış ve üç kuruş maaşa talim et” der şikayet dolu sözcüklerle. Büfecinin karşısında çenesi düşmüş yaşlı adam vardı artık.

     “İnsanın evinde bekleyeni olmadığında, sağda solda daha çok vakit geçiriyor. Ayakları eve gitmemek için geri geri gidiyor. Eve gideceksin de ne olacak bütün uzuvlarından mafsallarından şikayetler başlayacak” demişti yanıt olarak. Tezgahın arkasında, bütün gün ayakta dikilmiş olan genç irisi adam yaşlı adamın yüzüne bakmıyordu. Biliyordu ki eğer adamın yüzüne bakar ya da sözlerini dinlediğini hissettirirse adam pencereden hiç ayrılmazdı. Bir yandan da içinde kendisini yiyip bitiren bir merak vardı. Bu yaşlı adamı bir yerden tanıyordu ama nereden.

     Kendisine uzatılan para üzerini alan takım elbiseli yaşlı adam elindeki paketi açtı ve çantasından çıkardığı sosu tosta döktü. Çevreye hoş bir koku yayıldı. Büfeci heyecanla atıldı
 
    “Amca sen tostuma ne yaptın” dediğinde, yaşlı adam ve tombul büfeci göz göze gelmişlerdi.

     “Bu, çok özel bir sos evlat” demişti. “İştah açıyor” diye eklemişti. Ardından da aklına yeni gelmiş gibi,

     “Bunu ayaküstü yemek olmaz. En iyisi parkta atıştırayım da eve öyle gideyim” deyip elindeki tostu tekrar kağıda sardı ve koluna astığı bastonunu eline alarak usul adımlarla yürümeye başlamıştı. En son olarak da büfeci boğuk sesiyle ardından seslenmesini anımsıyordu,

     “Amca bence parkta fazla oyalanma istersen, hatta tostunu da git evinde ye”  

     “Galiba büfeci Bey oğlum haklıydı” dedi mırıldanır gibi. Sözcükler ağzından dökülürken bakışları kızgınlık ve nefretle geçim kaynağı büfesinin karşısında boş boş dikilen iki gence bakıyordu.  

     Üzerlerinde deri ceketleri, ayaklarında burunları sivri, yumurta topuklu ayakkabıları ve ellerinde tespihleri ile karşı kaldırımda duran iki adamı o civarda tanımayan yoktu. Kendi ağırlıkları kadar suç dosyaları olan iki belalı mahalleliyi haraca kesmişlerdi. Küçük yaşta ilk sabıkasıyla tanışan iki kardeş suç işlemede adeta birbirleriyle yarışır hale gelmişlerdi. Hırsızlık, araba çalma, soygun, kavga, darp, gasp, adam yaralama ve adını kendilerinin bile anımsayamayacağı suçları işlemişlerdi. Polisler bile kendilerinden uzak duruyorlardı.  

      Parkın girişindeki büfeci, olanları belli etmemeğe çalışarak izliyordu. Önce karşı kaldırımdaki gölgeler hareketlenmişti. İyi giyimli yaşlı adamım az önce kaybolduğu yöne gidiyorlardı. Büfenin çevresinde, banklarda oturan serseriler kokuya ve tanık oldukları cüzdana doğru gidiyorlardı. En son daha ileriden büyükçe bir ağacın yanından iki gölge çıktı. Büfeci Kadri, nerede duyarsa duysun tanıyacağı, üzerine basılmış ayakkabıların hamamda çınlayan takunya sesini andıran seslerinin aynı yöne doğru uzaklaştığını duyunca aklına gelenlerin başına geldiğini anlamıştı. Ne yaşlı adamın ne de diğer berduşların şansı kalmamıştı.

     Aklına gelen ilk fikir polise telefon etmekti ama daha önce yaşananlar aklına gelince vazgeçti. Böyle bir durumda polis gelmiyordu, ancak bir kavga ya da bir arbede olunca geliyorlardı. Olaydan sonra ise kimse Tosun kardeşlere karşı tanıklık yapmaya cesaret edemediği için gelen ekip yalnızca tutanak tutmakla yetiniyordu. Yasaların yetersiz olduğunu bildikleri için serseriler bu kadar azıtmıştı.  Bu nedenlerden dolayı polisi aramakta vaz geçti. Kendi kendine,
 
    “Ah be amca” dedi. “Seni uyarmaya çalıştım ama anlamadın”


     “Hadi bakalım babalık” dedi gençlerden biri.

     “Az önce büfeci Kadri’ye hiç korkmadan gösterdiğin o cüzdanını bir de bize göster, gösterde içimiz açılsın. Günümüzün kesat gitmediğini anlayalım” diye sözlerini tamamladı diğeri. Adam sanki kendisine söylenenleri duymamış gibi yüzlerine baktı önünde dikilen iki gencin. Çevreye korku salmaya ve korku ile saygı görmeye alışmış iki genç göz göze geldiler bir an.

     “Bizi anlamadın galiba babalık” dedi gençlerden biri, sağ ayağını meydan okurcasına bankın üzerine çıkardı. “O, herkese gösterdiğin mübarek cüzdanının yüzünü bizden esirgeme” dedi. Kurduğu cümle kendini de şaşırtmıştı ki gülmeye başladı.

     Yaşlı adam bakışlarını iki adamdan çekti. Elinde duran kağıda yöneltti. Ağır hareketlerle tostlarını saran kağıdı açmaya başlamıştı ki gençlerden biri hırsla kendisine saldırdı. Yakasına yapışan iki kuvvetli el yaşlı bedeni oturduğu banktan kaldırmaya çalıştı.

     “Bizi üzme, bizde seni üzmeyelim” dedi ve kaldırdığı gibi adamı sertçe yerine oturttu. Yaşlı adam daha neler olduğunu anlamadan elini ceketin iç cebine attı ve şişkin duran cüzdanı aldı. Aradıklarından fazlasını bulmuşlardı.

     “Sağ olasın babalık” dedi kardeşlerden küçük olanı. Geldikleri yönün aksine, parkın içine doğru yürümeye başladılar. Yaşlı adam, ne olduğunu anlamamış gibi ya da az önce başına geleni umursamazmış gibi elini yanında duran pakete attı. Dünyanın en önemli işiymiş gibi açtı paketini. Sıcak tost kokusu, karanlığın içerisine ılık ve tatlı bir ışık gibi yayıldı. Elindeki ağzına götürmek üzereydi ki hoyrat bir el aldı elinden sıcak paketi. Az önce uzaklaşan kardeşler kokuyu duyunca durmuşlardı ve obur olan büyük abi başıyla artlarında bıraktıkları yaşlı adamı işaret etmişti.

    “Bu da bahşişimiz olsun babalık” dedi. Sıcaklığını hissettiği paketten büyücek bir ısırık aldı. Tostun tadı hoşuna gitmişti ama bir ısırık daha alırsa ağabeyi kızardı. Hızlı adımlarla kendisini izleyen ağabeyinin yanına vardı. Tostu verdi ve çiğnediği lokmayı yuttu.

     “Moruk ağzının tadını biliyormuş” dedi tostları ağabeyine uzatırken. Şişman abi günlerdir yemek yememiş gibi saldırdı sosisli tosta. Birincisinin yarısına gelince hata yapmış olduğunu anlamıştı.

     “Bir ısırık” diyerek elindeki yarım tostu küçük kardeşine uzattı. Azılı sokak serserisi gitmiş yerine sevecen ağabey gelmişti. Kendisi diğer tosta yumulmuştu.

     “Bir ısırık daha ama çok değil” dedi. Küçük birader dişleriyle bir lokma daha kopardı sıcak ekmekten. Birkaç saniye sonra homurtular ve yutkunmalar duyuldu sadece. Cüzdandaki parayı saymak için abisinin pantolonunun cebinde duran cüzdana el attı. Az önce canını yaktıkları adamı oturduğu bankta bırakmış karanlıkta kaybolmuşlardı.

     Yaşlı adam birkaç dakika sonra yerinden doğruldu. Yüzündeki korku ifadesi gitmiş kararlılık yerleşmişti sanki. Az önce cüzdanını ve tostunu alan iki serserinin gittiği yöne doğru yürüyordu. Attığı her adım kendinden emin birinin adımlarıydı artık.

     Birkaç dakika, parkta yalnızca yaşlı adamın adımları duyuldu. İleride yolun dirsek halini almış yerinde genişleyen yolda durdu. Aradığının buralarda bir yerlerde olduğunu düşünüyordu. Bir kaç saniye sonrasında, sokak lambasının altında yeşilliğin içinde boz renkli patika gördü. Çalıların arasında bir yol oluşmuştu sanki. Kısa boylu gür dallı ağaçları aralayarak yol aldığında tahmin ettiği yere ulaşmıştı.
 
    Yeşilliğin duvarla birleştiği yerde yere uzanmış iki gölge görünce yaşlı adamın yüzünde aradığını bulmanın mutluluğu yüzünde belirdi. Burası Tosun kardeşlerin yeri ya da ini gibi olmuştu. Parkın yüksek duvarının dibinde ağaçların gölgesinde takılıyorlardı her zaman. Dışarıdan bakan birinin fark edemeyeceği bir yerdi burası. Park görevlileriyse hiçbir zaman cesaret edemezlerdi yanlarına yaklaşmaya. Genç bir mavi ladinin altında yatıyordu kendisini soyan iki genç. Yavaş ve temkinli adımlarla yaklaştı... Yaklaştı. Gençlerden birinin elinde cüzdan vardı diğerinin de artık küçük bir parçası kalan tost ve yağlı kağıdı. Ağızları köpürmüş iki serseriye birkaç saniye baktıktan sonra titreyen parmakları emanetini geri aldı.

     “Yerinde rahat uyu Necla” dedi. Belki bataklık kurumamıştı ama o bataklıkta üreyen iki mikroptan kurtulmuştu dünya. Aynı yavaşlıktaki adımlarla parktan çıktı.

     Parkın dışında büfe işleten Dombay Kadri ise bir yandan eşyaları topluyor bir yandan da “iyi akşamlar dileyerek parktan çıkan yaşlı adamın kim olduğunu anımsamaya çalışıyordu.
    
     Sorusunun yanıtını ise ertesi gün mahalleliye bayram ettiren “Tosun Kardeşlerin parkta ölü bulunduğu” haberini aldığında bulacaktı.  İki serseri her zaman barındıkları inlerinde bulunmuştu. Kadri, -bir akşam önce yaşadıkları aklına gelmiş- meseleyi çözmüştü. Bir de yaklaşık bir ay öncesi vardı olayın. Kendisinden tost alan yaşlı çift vardı. Parkta dolaşırken, yediği tostu vermek istemediği için, eşi serseriler tarafından öldürülen yaşlı adamı anımsadı. Bir ay önce de dün akşamda kendisinden tost alan yaşlı adam, Emekli Polis Memuru Hasan Erkut idi.
    
    
  
    



4
Tartışma Platformu / Tuzlu Çay
« : 14 Haziran 2016, 11:55:12 »
Merhaba
Bir zamandır Conn İggulden'in Cengiz han serisini okuyordum. Tarihte bir insanın ömrüne sığabilecek en büyük imparatorluğu kuran birinden Cengiz Han'dan söz ediyor. Tarihi romanları sevenlerin kaçırmaması gereken kitaplar olduğunu söylemeliyim. Bu konudaki fikirlerimi yani çevirme hatalarını bir kaç yere yazmıştım. Hatta İzmir Kitap Fuarında bizzat yayınevine söylemeye çalışmıştım ama yetkili arkadaş burada yok dediler. Sözlerimin dikkate alınmadığını düşündüm. Olsun belki sonraki baskılarda bu yanlışlıklarını düzeltirler.  Bu detayı atladıktan sonra sormak istediğim konuya geçebilirim.
Kitapta beş cittede -ki bunu çevirmen hatası olmadığını söylemek için yazıyorum- Tuzlu Çay içmekten söz ediliyor. Bu konu da bir fikri olan var mı?

5
Kurgu İskelesi / a.y.n.a.
« : 07 Haziran 2016, 08:06:30 »
             EN UZUN DERS

   Güneş gökyüzünde ışıldıyor, rüzgâr püfür püfür esiyordu. Yelkenlinin önünde en uçta dikilen delikanlı, rüzgarı saçlarında hissediyordu. Beyaz yelkenli, dalgaların üzerinde kayarak bir kuş, bir balık gibi hızla yol alıyordu. Tekne,  uzun ve zevkli çabalardan sonra marinadan yola çıkmıştı. İlçenin sesleri duyulmaz olmuş, yalnızca martıların sevinç çığlıkları duyulur olmuştu. Genç denizci, açık denizin keyfini sürüyordu. Çevresinde, martıların, dalgaların ve yelkeni şişiren rüzgârın sesinden başka bir ses yokken birden bir ses duydu. Uzaklardan ismini çağırıyorlardı. Çevresine bakındı, kıyı ancak evlerin seçilebileceği kadar uzakta kalmıştı. Üstelik  defalarca uyarmasına rağmen hala isminin başına kaptan sıfatını eklemiyorlardı.

   "Yankı... 271 Yankı Çiftçi. Bir anda bütün hayaller o köpüklü sulara düştü. Yine gerçekle yüz yüze geldi, yine o sıkıcı dersteydi.

    Ders yılının, en sıkıcı derslerden birini işliyorlardı. Öğrenciler saatlerine daha sık bakar olmuşlardı. Her birinin gözleri ders bir an önce bitse der gibiydi. Arka sıralardan gelen mırıltılar çoğalmış neredeyse uğultuya dönüşmüştü. Baharın gelmesiyle artan sıcaklar sınıfı ağır bir ter kokusuna boğmuştu. Havada esinti olmayınca pencerelerin açık olmasının herhangi bir yararı olmuyordu. Bu ağır atmosfere her öğrencinin kendi çapında bir katkısı vardı. Öğrenciler kendi terlerinin ya da yanındaki arkadaşlarının terlerinin ne kadar ağır koktuğunu bilmiyorlardı. Ama karatahtanın yanında öğretmen masasında oturan kişi kendine en uzak köşede oturan öğrencisinin bile terini duyuyordu. Yine de sınıfın içerisinde durumdan şikâyeti olmayan aynı kişiydi; Sosyal bilgiler öğretmeni Arife Akbaşlar.

   Sınıfın içinde bulunduğu durumdan en çok etkilenen kişisi ise dakikalardır ayakta duran Yankı’ydı. "Eeee hadi artık" dedi Arife hanım. "Sıfırı basacağım ama" Öğretmen masasının tam çaprazında köşe de oturuyordu Yankı Çiftçi. Uzun boylu iri yapılıydı. Bu nedenle sınıfın ağabeyi durumundaydı. Saniyeler dakikalar geçmeye devam ediyordu.

   Saatler geçmişçesine geçen bir süreden sonra Arife Hanım dayanamadı."Sıfır" dedi bağırırcasına. "Sana hayallerin kadar kocaman bir sıfır"  Sınıfı dolduran öğrencilerin yüzlerinde gülümsemeler belirmişti. Olacakları tahmin edip daha önceden gülümseyenler ise kıkırdamaya başlamıştı. Geçen iki yıl boyunca derslerine giren, bu yılda sınıf öğretmenleri olan Arife Akbaşlar'ı tanımışlardı artık. Ders bitmek üzereydi.
 
   Bunca yılın Arife Öğretmeni sınıfı daha iyi görebilsin diye burnunun ucuna indirdiği gözlüklerini geriye itti. Not defterini ağır ağır açtı. Masasının üzerinde duran dolma kaleminin kapağını açtı. "Sıfır" diyerek deftere sözlü notunu yazdı. Hareketleri verilen sıfırı abartabilmek için ağırdı. Aynı işlemleri tersinden yaparken dudaklarının arasından "Bu sıfırı çoktan hak ettin" dedi. Oldukça sinirli çıkan bu son cümleyi yalnızca ön sırada oturan öğrenciler duyabilmişti.

   "Zil zamanında çaldı" dedi guruptaki gençlerden biri. “Çalan zil, günün en son ve en güzel ziliydi. "Eğer bir kaç dakika daha olsaydı sıra bana gelecekti" dedi Nevzat. Nevzat'ın sınıf defterindeki yoklama sırası Yankı’dan hemen sonra geliyordu.
   
   "Niye öyle düşünüyorsun ki. Belki sosyalci sıradan gitmeyecekti. Belki Yankıyı sınıyordu yalnızca."

   "Taktı bana" dedi sınıf içinde dakikalarca ayakta sus-pus duran delikanlı. Yalnızca bir aracın geçebileceği bir sokakta ilerliyordu dört arkadaş. Gerçekten zorlu bir gün atlatmışlardı.
Yıl sonu yaklaşmış sözlü ya da yazılı sınavlar çoğalmıştı.

   "Yok arkadaş" dedi okuldan çıktıklarından beri konuşmayan bir diğeri. "Yankı haklı. Sosyalci resmen taktı arkadaşa."

   "Çocuk, sesini çıkarmadan ders boyu oturuyor, öylece ne etliye ne de sütlüye karışmıyor. Ama onun hakkından Muhsin gibiler Kemal gibiler geliyor" dedi.


   Okul çıkışlarında okulun tam karşısında olan bu dar sokak cıvıl cıvıl olurdu. Öğrenciler neşe içerisinde bazen bağrışarak bazen şarkılar söyleyerek geçer giderlerdi. Yan yana yürüyen bu dört arkadaş ise diğerlerinden çok daha olgun çok daha ağırbaşlıydılar.

   Yankı, okula bu sene başında gelmişti. Babasının memuriyeti nedeniyle, okullar açıldıktan sonra, nakil olarak gelmişti. Nevzat, Yankı’dan biraz daha ufak tefekti ama dörtlünün diğer ikilisinden daha uzun boyluydu. Aslıhan ve Alihan ise ikiz kardeşlerdi. Her ne kadar Alihan ağabey olduğunu iddia etse de annesi ağabeyliğinin yalnızca üç beş dakikadan ibaret olduğunu söylerdi.

   Yaşları on bir ya da on iki olsa da Nevzat, Alihan ve Aslıhan kendilerini çocukluk arkadaşı sayıyorlardı. Aynı sokakta doğmuş büyümüşler aynı sınıfta okula başlamışlardı. Uzun yıllar süren komşuluk döneminden sonra Nevzat’lar başka bir eve taşınsalar da fazla uzağa gitmediklerinden dolayı arkadaşlıkları sürüyordu. Ailecek görüşmeye devam ettiklerini söylemeye gerek yok tabii.

   Gurup konuşarak dar uzun sokağın sonuna gelmişlerdi. Sokağın sonundaki küçük meydanlık dağılacakları ve sabahları buluştukları yerdi. Sokakların birbirleriyle biraz daha genişçe birleştiği bu meydan cıvıl cıvıldı. Sabah dersleri bitenler öğleden sonra ne yapacaklarını kararlaştırıyorlardı.

   "Bana bak Yankı" dedi Nevzat. "Arife Öğretmeni hiç dert etme kendine üstelik diğer derslerin o kadar kötü değil."

   "Belki bir ödev falan isteriz... Kurtarırsın Sosyali de" Seslerinin tonu kendilerinin de inanmadıklarını belli ediyordu ama yine de arkadaşlarına destek olmak istiyorlardı. Yankı bir yabancı olarak geldiği günden beri kendisine destek olmaya çalışan bu çocukları seviyordu. Kendisine yardımcı olmaya çalıştıklarını biliyordu. Okula birlikte başlayan altı yıldır aynı sıraları paylaşan sınıfa ilk geldiği günlerde her kes uzak durmuştu kendisinden. Kaba saba biri gibi duruyordu. Ciddi duruşu ve çekingen yapısı arkadaşlıklar kurmasını zorlaştırıyordu. Bu nedenle yalnızca bu üç çocuğu kendisine arkadaş olarak seçmişti.

   Gurubun tek kız üyesi olan Aslıhan "Hadi arkadaşlar annelerimiz merak eder." Evet, konuşmaya dalmışlardı. Okuldan çıkan herkes dağılmış yalnızca dördü almıştı orta yerde. Birbirleriyle vedalaşıp her biri ayrı yöne gittiler.

   Yankı, bir zaman arkadaşlarının arkasından baktı. Kendisinin gitmesi gerektiği yolun tam aksi yönünde giden arkadaşlarına bir kere daha imrendi. İyi ve köklü bir arkadaşlıkları vardı, birbirlerine bağlıydılar. Sınıfta, teneffüslerde veya okul dışında hep birlikte oluyorlardı. Bir sonraki sokakta onlarda birbirlerinden ayrılacaklardı. Önce Nevzatların evlerinin önünden geçeceklerdi. Nevzat o arada ayrılacak Aslı ve Ali iki sokak daha yürüyüp kendi evlerine varacaklardı. Biraz daha bekledikten sonra onlarla tam aksi yönde yürümeye başladı. Aslıhan’ın dediği gibi annesi merak etmeğe başlamıştır bile.

   İnsanın hem annesinin hem babasının çalışması ne kadar zordu. Babasının düzenli bir işi vardı. Annesi ise bazen kendi deyimiyle "yardıma giderdi" Gündelik ev temizliklerine gittiğini biliyordu. Böyle günlerde kardeşlerini teyzesine bırakırdı annesi. Cebinden anahtarını çıkardı, içeri girdi. Doğru mutfağa gitti. Böyle günlerde anneciği yemek hazırlar buzdolabına bırakırdı. Buzdolabından çıkardı yemeğini. Doğrudan ocağa bıraktı. Yemeği ısınırken içeri odaya gitti. Kitaplarının arasından bir dergi çıkardı. Yıllar öncesinin denizcilik dergisiydi bu. Nereden eline geçtiğini kendide anımsamıyordu. Galiba annesi getirmişti. Az sonra hem yemeğini yiyor hem de kerelerce okuduğu, resimlerine baktığı dergiyi bir daha okuyordu.

6
Kurgu İskelesi / Hiçkimse: Muran Adasından Kaçış
« : 27 Nisan 2016, 12:53:22 »
Merhaba:
Hikaye devam ediyor, bu bölüm öykü seçkisindeki Ejderha konulu "Her Şeyin Başladığı Yer" bölümünün devamıdır...


Hiçkimse: Muran Adasından Kaçış


   Korkuyu hissetmeye başlamıştı. Daha önce benzer duyguları yaşamıştı ama o zamanlar daha gençti. Kucağında bir bebekle, kendisini sarıp sarmalayan mavi bir ışık yukarıya taşımıştı, gündüzün karanlık gibi göründüğü nefes almanın zorlaştığı yerlere kadar sürmüştü bu yolculuk. Gözlerini sımsıkı kapamıştı. Kapamıştı da aşağıda olanları görmemişti. Görmemişti ama parlak ışık gözkapaklarının ardından bile kendisini kuvvetle hissettirmişti ve korkunç sesi duymuştu. Sesin ardından da kasırganın oralarda her şeyi yerle bir ettiğini öğrenmişti çok zaman sonra. Şimdi ise gecenin bir vakti soğuk rüzgarlı bir havada aşağı doğru iniyordu.

          Gözlerini kocaman kocaman açtı ama karanlıkta hiçbir şey göremedi. Yukarıda olduğunu bildiği ve Tizmengen Ustanın iki adam boyu olduğunu söylediği büyük hava torbasını da göremiyordu. Biliyordu ki o torba sayesinde yavaş yavaş aşağı iniyordu.

          Çevresine bakındı, kendisiyle beraber aşağıya doğru akan üç kişi daha olması gerekiyordu ama görünürde kimseler yoktu. Aklına az önce Tizmengen’in söyledikleri geldi. Önden ve arkadan yükselen kayışları tuttu. Önce öndeki kayışlara asıldı hafifçe. Yavaşça ileri doğru gittiğini gördü. Omuzlarının arkasından yükselen iki kayışı tutunca bedeni havada yüzer gibi geriye doğru ilerlemeye başladı. Kafasını uzattı aşağıya doğru bakmaya çalıştı. Karanlık bir kuyunun dibinde gibi görünen birkaç ışıklı nokta gördü. Artık göremeyeceği kadar yükseklerde kalan araçtaki usta kendilerini doğru yerde sepetten atmıştı.  Bu düşünceler içindeyken ve havadaki yolculuğunun sona ermesini beklerken uzaklardan bir ses duydu. Derinden gelen ses adını çağırıyordu. İki eliyle sağ omuzundaki kayışlara asıldı.

   Yirmi adım ötesinde hemen sağında bir gölge gördü. Bu diğer görev arkadaşlarından biri olmalıydı. Biraz kayışların birazda talihin yardımıyla aradaki mesafeyi kısalttı.  
“Dikkat yere iniyoruz.” Karanlıkta konuşanı tanıdı, bu Shatar olmalıydı. Uyarıyı dikkate alıp baktığında yer sanki kendisine yaklaşıyormuş gibiydi. Kıdemli subay, bir kere daha bağırdı.
“Kayalıklardan uzak dur, kumsala ineceğiz.” o zaman koyu gölgelerin sahildeki kayalar olduğunu gördü. Yıldızların ışığı dalgalara vurdukça gizemli parıltılar saçıyordu. Her saniye her an deniz ve kayalar kendisine doğru yaklaşıyordu. Daran bakışlarını iyice sola çevirince dalgaların sahile vurduğu yeri kumsalı gördü. İneceği yer hedefi belli olmuştu. Yaklaştı, yaklaştı, sanki hızı artmıştı. Ayak bileklerinden başlayıp kalçasına oradan da beline omuzlarına vuran sert bir darbeyle yere indi.  Yuvarlandığı yerden doğrulmamıştı ki Shartar’ın inlemesini duydu. Daran, yerinden kalkıp komutanının yanına koştu. Adam sağ ayak bileğini tutuyordu. Yanına yaklaştı. Arkadaşının ayak bileğini tuttu. Biraz ovuşturunca hafif inlediğini duydu. “Umarım ciddi bir durum yoktur” dedi. Adamın kalkmasına yardım etti. Sıra diğerlerini bulmaya gelmişti ki suya düşen bir nesne sesi arkasından ağıza alınmayacak bir küfür duyuldu. Denizlerin yenilmez korsanı suya düşmüştü.  Onlar Phala’ya yardıma giderlerken uzun beyaz gölge sanki yüzlerce defa bu işi yapmış gibi ayaklarını zarifçe yere basmıştı.

   İki üç dakika sonra dört gönüllü sırtlarındaki kocaman bez torbalardan kurtulmuş silahlarını tıpkı eskisi gibi hemen kullanılabilecek hale getirmişlerdi. Her biri bir yana dağılmış ayak bastıkları bu yeri az çok tanımaya çalışıyorlardı. Önce Shatar’ın fısıltısı duyuldu “Burada dönüşte işimize yarayacak bir tekne var” Dört çift ayağın ezdiği ıslak kumların gıcırtısı duyuldu. Yeni geldiği belli olan tek direkli küçük bir yelkenli yan yatmış öylece bekliyordu. Phala “Dönüş için buluşma noktamız belli oldu” dedi gördüklerinden haz aldığı belli olan bir şekilde.  O ara kimsenin aklına gelmeyen soruyu Shatar, Lord Koyo’ya sordu.

          “Aradığımız çocuğun adı nedir efendim” adam bir an duraladı.

          “Sigael… Kardeşimin çocuğu olan bebeğin adı, adı Sigael” dedi. Patron benim dercesine komutlar vermeye başladı.

          “İkili takımlar olacağız. Ben ve Phala ve Shatar ve Daran. Siz ikiniz; parmaklarıyla bulundukları yerin sağını gösteriyordu “ Alçak kapıdan gireceksiniz ve aşağıya doğru arayacaksınız. Omzunda asılı olan çantadan birkaç küre çıkardı. Gerektiği yerlerde kullanmaktan çekinmeyin” dedi. Ardından Phala’ya dönerek “Biz ikimiz de yukarılara bakacağız.” Aklında bir şeyler varmışta hatırlayamıyormuş gibi durdu. Arkasından cebinden bir çubuk çıkardı. “Bu nesne keskin bir ses çıkarır. Duymamanıza imkan yok. Bu sesi duyduğunuzda nerede olursanız olun buraya gelin. Birden korsanların toplanma yeri olduklarını düşündükleri yönden ses duyuldu “Kim var orada.” Bir gölge kendilerine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Adamın sesinde tedirginlik vardı.  Dört fedai oldukları yere olabildiğince eğildiler neredeyse nefes bile almıyorlardı. Nöbetçi biraz daha yaklaşınca durumdaki anormalliği fark etmişti. Kafasını mağaralara çevirip bağırmak üzereydi ki havada bir vınlama sesi duyuldu ve bir ok korsanın göğsüyle boynunun birleştiği noktaya saplantı. Ciğerlerindeki hava hırıltı olarak dışarı çıkmıştı. Bu harekete geçmeleri için kanlı bir işaret olmuştu. Kumsaldan kayalıklara doğru yol almaya başlamışlardı.
Daran ve Shatar’ın girdikleri açıklık ancak bir insanın girebileceği büyüklükteydi. Gündüz baksalar bir kurt ini veya çakal yuvası zannederlerdi. Karanlık olan dışarıdan daha karanlıktı mağara. Shatar çantasından bir karış boyunda küçük bir çıra çıkardı. Yine çantasından çıkardığı kavla ve çakmak taşıyla yağlı çırayı tutuşturmaları zor olmadı. Titreyen soluk alevin ışığında eğilerek ve tökezleyerek bir zaman hafif yokuş aşağı koştular. Önlerine çıkan dirsekten geniş açıyla sola döndüler ve artan bir eğimle koşmaya devam ettiler. Bir dakika geçmemişti ki dehlizin sonunda hafif bir ışık gördüler. Şimdi daha temkinli koşuyorlardı. Son metrelerde iyice yavaşlamışlardı ve kendilerini olabilecek kötü sürprizlere hazırlamışlardı Koridorun bittiği noktaya geldiklerinde gözleri faltaşı gibi açılmıştı.

          Yüzlerine tatlı bir sıcaklık vurmuştu önce. Belki bir saray salonu kadar geniş, göz alabildiğine uzanan ve bir odanın tavanından daha alçak mağaranın içerisinde yaz gününü hatırlatan bir sıcaklık vardı. Duvarların kenarlarında sıralı bir dizi ocak sürekli yanıyordu. Birkaç adam ki kendilerine adam demek ne derece doğruydu oda belli değil, ocakları kalın kütüklerle besliyor ortamın sıcak kalması için çaba sarf ediyorlardı. Ortalıkta dolanan adamlar o kadar zayıftı ki adımları ve hareketleri yürüyen ölüler gibiydi. Kapının ağzında dikildiler bir zaman ama diğerleri kendilerini görmemişlerdi ve hayalet gibi ortada dolaşmaya devam ediyorlardı. Ortada bir metre kadar yüksek bir duvarla çevrelenmiş geniş bir bölme vardı. Kenarlarda yalnızca bir kişinin geçebileceği kadar boşluk bırakılmıştı. Mağaranın içinde duvarlara bitişik sayılabilecek geniş ve uzun bir havuz vardı ve o bütün boşluğu kaplayan bir havuz içinde ince kumla karşılarında duruyordu.

          Adamlar kendilerini görmemişlerdi ama mağaranın karşı kenarında duran ve elinde kocaman bir kırbacı olan yarı çıplak adam kendilerini görmüştü ve hızla üzerlerine geliyordu. Shatar, sırtındaki sadaktan oldukça düzgün kesilmiş bir ok çıkardı. Yayını gerip okunun hedefini bulması normal bir insanın izleyemeyeceği kadar hızlı olmuştu. Kırbaçlı adam koca göbeğini delip geçen okun nereden geldiğini anlayamadan bir diğeri göğüs kafesine saplanmıştı. Gardiyanlarının ölümünü gören köleler geldikleri yöne doğru kaçmaya başlamışlardı.
Daran, bir sıçrayışla salonun ortasına hazırlanan havuz benzeri duvarın üzerine çıktı. Ayağındaki sağlam ıskarpinlerine rağmen ince milin sıcaklığını hissediyordu. Elleriyle biraz eşeledi sıcak kumu. Önce bir şey bulamasa da biraz derine inince parmak uçları sert bir nesneye değdi. Ellerinin hafif yanmasına aldırmadan nesnenin çevresini açmaya çalışınca yuvarlak biçimli ve pürüzsüz yüzeyli nesnenin yetişkin bir insanın kaldıramayacağı kadar büyük bir yumurta olduğunu anlamıştı. Birkaç adım ileriye gitti tekrar eşeledi kumu bir tane daha buldu. Şaşkınca kendisini izleyen Shatar’da ne olduğunu anlamamıştı.

          “Burada kötülüğün yumurtaları var. Burası bir kuluçka mağarası” dedi. Shatar hala anlamamış gözlerle kendisine baksa da gördüklerinin iyi şeyler olmadığını tahmin ediyordu. Daran Kılıcını çekti, iki eliyle kavrayarak ezeli bir düşmanın yüreğine saplar gibi hırsla batırdı. Uzaklarda acı dolu tiz bir çığlık duyuldu.

          “Bir zaman önce Muran Adasında bize saldıran kanatlı canavarın tohumları bunlar” dedi. Kafası bir makine gibi işlemeye başlamıştı.  Shatar da duvarın üzerine çıktı ve kılıcını çekerek kumun içine saplamaya başladı. Çığlık tekrar ve tekrar duyuldu. Ama çabalarıyla önlerindeki yumurtalığın büyüklüğü kıyaslanınca işlerinin çok uzun süreceğini anlamışlardı. İşte o zaman Tizmengen Ustanın kendisine neden o yok edici küreleri verdiğini anlamıştı.

          Aynı çığlık yukarıda da duyulmuştu. Lord Koyo ve komutan Phala, daha geniş ve daha aydınlık sayılabilecek koridorda hızla yol almışlardı. Çok geçmeden kapıda dikilen iki nöbetçiyi hakladıktan sonra içeriye taht odasına girmişlerdi. Karşılarında kalabalık bir asker gurubu görmek yerine birbirinden güzel altı güzel kız görmek ilk anda hoşlarına gitse de kızların birer ölüm makinesi olmaları çok zamanlarını almamıştı. Zavallı Phala salonun ağzında hayranlıkla izlediği uzun boylu esmer tenli kızın kendisine salladığı kılıçtan güç bela kurtulmuştu. Ağıza alınmayacak bir küfür salladıktan sonra

          “Seninle yanlış yerde karşılaştık yavrum” dedi. Ama rakibini küçük görmemesi gerektiğini birkaç hamleden sonra anlamıştı. Her hareketi önceden tahmin ediliyor ve kesiliyordu. Yaşından umulmayacak kıvrak bir hareketle rakibesinin hamlesini savuşturmuş ve derinlemesine bir kol hareketiyle kılıcını kaburgaların arasına kalp olduğunu düşündüğü yere saplamıştı. Yılların verdiği tecrübe galip gelenin yaşlı komutan olmasına yardımcı olmuştu. Sonra gelen diğer savaşçıyı haklaması daha kolay olmuştu. Bu arada Lord Koyo’da boş durmuyor tahta oturan adamla aralarındaki kadınları yolundan çekmeye çalışıyordu. Başka bir ırkın temsilcisi olmasının avantajı hemen farkedilmişti. Birkaç dakika sonrasında nefes nefese kalsalar da üzeri kürk kaplı mermer tahta oturan insan irisiyle ve hemen yanındaki sarışın afetle başbaşa kalmışlardı. İşte ilk çığlık duyulduğun da taht odasındaki durum buydu.

          Kadın gözünün ucuyla yerde yatan ve kıvranan hemcinslerine acıyarak baktı. Ağır adımlarla en yakınındakine yaklaştı. Belindeki uzun çeliği çıkardı
  
          “Yazık, koca bir hayal kırıklığı yaşıyorum… Sizleri bunca zaman boşuna beslemişiz” dedi.  Ve gözlerindeki kini yansıtarak yerde yatan bedene sapladı. Aynı öfkeli bakışlar yakınında duran beyaz uzun boylu adama kaydı. Duvardaki meşalelerin ışığında daha da kızıl görünen kanlı kılıcını adama savurdu. Eğer karşısında daha az çevik biri olsaydı ve gözle görülemeyecek kadar hızla eğilmeseydi savrulan Efendi Koyo’nın uzun saçlarının yerine kellesi olacaktı. İkinci hamle de aynı hızda gelmişti ama Koyo onu da savuşturmuştu. Kadının savrulan kolu geri gelmeden Lord Koyo karşı hamlesini yapmış eğer sarışın dilber bir adım geri gitmemiş olsaydı soğuk çelik kolunda ciddi bir iz bırakmış olacaktı. Kılıçlar bir daha çarpıştı, çeliğin sesi salonun duvarlarında yankılandı. Hamlesini geri alan adam iki adım geri çekildi rakibesini üzerine çekti Beklenmeyen bir hareketle sağa eğildi ve sağ adımını öne attı. Uzun bacağının verdiği rahatlıkla kılıcını kadının karın boşluğuna sapladı. Güzel kadın neler olduğunu anlamamıştı ki geri çekilen çelik sert bir hareketle görevini tamamladı. Darbenin etkisiyle sendeleyen dilber kılıç tutan kolunu kaldırmaya çalıştı. Yandan gelen darbe sağ kolu bilekten ayırdı. Kabzayı sımsıkı kavrayan parmaklar ait olduğu bilekle birlikte soğuk zemine düştü.

          Kadınının gözünü kırpmadan rakibine saldırdığını gören genç kral salonda yankılanan büyük bir narayla kendisinden çok kısa ve yaşlı olan adama saldırdı. Ağır kılıcı, balyoz gibi adamın kalkanına indi. Eğer toprak zeminde olsalardı komutan Phala’nın ayakları en az bir parmak yere gömülürdü. Daha nefes almadan ikincisi ardından üçüncüsü geldi. “Hayvan çok kuvvetli” diye aklından geçirdi. Phala, kalkanından kurtuldu, kısa boyunun avantajını kullandı ve eğildiği yerde yuvarlanarak rakibinin arkasına geçti. Hal böyle olunca son darbe işlenmiş zeminde patladı ve adamın elindeki kılıç kıvılcımlar çıkararak kırıldı. Yaşlı kurt, daha doğrulmadan kılıcını güç ve yakışıklılık sembolü sayılabilecek taht sahibinin, Muran Adasının hakiminin bacağına sapladı. Koca adam acıyla kendini yere attı. Sol ayağı kan içerisindeydi. Fırsatı ziyan etmeden diğer bacağına da kılıcıyla vurunca salon acı dolu bağırışlarla doldu. Yine de derinlerden gelen öfkeli çığlığı bastıramıyordu. Phala’nın oyun oynamaya niyeti yoktu ve kılıcı yerde kıvranan bedenin baş İle birleştiği yere boynuna saplandı. Önce kara çeliğin çevresinden sızan kanlar kılıcı kanırtıp geri çekince fışkırmaya zemini alevlerin soluk ışığında kahverengi bir renge boyamaya başladı.

          Daran, çantasından küreleri çıkartmaya başlamıştı. Duvarın içlerine dayanabildiği kadar derinlere koymaya çalışıyordu. Shatar’da genç adamın neler yaptığını anlayarak onu taklit etmeye başlamıştı. Aklına Tizmengenin söyledikleri gelmişti. “üzerindeki noktaya basın ve kaçabildiğiniz kadar hızlı kaçın” Birkaç tanesini yerleştirmişlerdi ki uzun salonun diğer ucundaki gölgeyi gördü.  Uzun gövdesi pullarla kaplıydı. Dar yerde olduğu için topladığı kanatlarıyla yürümesi sorun olsa da kendilerine doğru yaklaşıyordu. Başı neredeyse bir koç kadardı ve kocaman gözleri vardı.

          “Benim eşimi sen mi öldürdün” dedi. Sesteki tıslamayı tanımıştı Daran. Birkaç gün önce Tizmengenin Zep-Lynnine saldıran yaratığa benziyordu.

          “Eşimi, türümüzün babası sayılan Ejderhayı öldürdün ama yavrularımı öldürmene izin vermeyeceğim” dedi. Sözleri biter bitmez kulakları sağır edecek bir çığlık attı. Shatar, sadağından bir ok çekti ve fırlattı. Ok kayaya çarpmış gibi sekti.

          “Faydası yok” dedi yanındaki genç. “Belki gözlerine nişan alabilirsen” dedi günler önce yaptıkları aklına gelmişti. Komutan duvardan yere atladı. Eğilerek canavara yaklaşmaya başladı. Bir kaç adım atmamıştı ki dar boşlukta bir alev dalgası önünde belirdi. Kendini yere atmasaydı belki de kavrulacaktı. Ejderha, yumurtalarına zarara vermek istemediği için olsa gerek yukarıdan alev püskürtemiyordu ama yerde iki duvarın arasında yapmasında bir sakınca görememişti.

          “O lanet sürüngen kocanı nasıl hakladıysak seni de haklayacağız” Bu defa konuşan Daran’dı. Kumların üzerinden hızla koşmaya başlamıştı. Kılıcını iki eliyle kavradı ve ejderin ağzına saldırdı. Ama çelik ejderhanın sert pullarına değmeden baş hareketiyle kendini duvarda bulmuştu. Kemiklerinin ufalandığını düşünen genç kıpırdayamaz haldeyken iğrenç kokulu ağız kendisine yaklaşmaya başlamıştı. Neredeyse kolu kadar olan iki azı dişi bir kulaç yakınındaydı.    

          “Önce seni keyifle öldüreceğim, ardından Efendimle birlikte gezegeninize hükmedeceğiz. Tüm ırkınızı kendimize köle edeceğiz, yavrularımın yemeği olacaksınız” demişti ki girdikleri noktada şiddetli bir patlama duyuldu. Daran’ın aklına bıraktıkları ölüm küreleri geldi. İlk küreler patlamaya başlamıştı. Daran kaç tane küre koyabildiklerini düşünürken yaratık acı içinde bağırdı ve iğrenç başını geri çekti dikenle kaplı gibi duran dev kafa sağa sola çırpınıyor duvarlara şiddetle vuruyordu. Genç savaşçı yerinden doğrulunca kocaman göze saplanmış kılıcı gördü. Shatar, sessizce yaklaşmış kılıcı kabzasına kadar batırmıştı.

          Koca salonda nefes alan üç kişi kalmışlardı. Phala, bir kere daha kılıç kılıca mücadeleden galip çıkmıştı bir sonrası olabilecek miydi? Bu tür çarpışmalarda kafasının içindeki soru işareti o oluyordu. Göz ucuyla yanında dikilen Efendi Koyo’ya baktı. “Sanırım kötülüklerin kralını hallettik dedi. Kadın nefes nefeseydi ve karşısında dikilen uzun boylu adamın gözlerinin içine bakıyordu. Koyo rakibiyle göz temasını kesmemeğe çalışarak baktığında az önce gururla tahtında oturan iriyarı bedenin yol arkadaşının ayaklarının dibinde çuval gibi olduğunu gördü. Bakışları çevrede dolandı. Mağarada herhangi bir değişiklik yoktu. Kıza dönerek

          “O sensin değil mi?” dedi. Uzun boylu kadın yerde duran koluna, bileğinin kavradığı kılıcına ve kanların fışkırdığı kolunun köküne baktı. Hızla kan kaybediyordu. Yine de kalan enerjisini sarf ederek bir kahkaha attı. “Sanırım daha önce anlamadın” Anlamayan sadece Koyo değildi Phala’da bir şey anlamamıştı olanlardan. Genç kadın gözlerini rakiplerinin gözlerinden almadan geri geri çekilmeye başladı. Birkaç adım sonra mermer tahta oturmuştu. Bir saniye sonrasındaysa sarı kirli bir duman kadının burnundan çıkmaya başladı. Garip bir sis ortamı doldurdu. Bir saniye sonrasında sis yoğunlaştı bir leke gibi havada asılı kaldı. O zaman iki savaşçı da kafalarının içerisinde duydular sesi.  

          "Ben, Thin Bhoo. Irkının gezegeninden galaksisinden uzakta olan tek temsilcisi, ölümsüz varlık.” Ses bir saniye sustu ve ardından devam etti. “Beni bu mağarada kıstırdınız ve esir aldınız” Duman havada bazen dağılıyor sağa ve sola savruluyor ardından tekrar yoğunlaşarak garip hareketler yapıyordu. Bir ritüel bir ayin gibi bir sağa bir sola gidip geliyordu. Phala, şaşkınlık içerisindeydi. Bu yaşına kadar karada ve dolandığı denizlerde türlü türlü tipler yaratıklar tanımıştı. Böyle bir manzarayı ilk defa görüyordu. Koyo, göz ucuyla yol arkadaşının şaşkınlığını fırsat bilip atıldı ve bir kılıç korsanı gafil avladı. Adam ve olduğunu anlamadan dizlerinin üzerine çöktü. Bir saniye sonrasında ise gözlerinin feri biraz ötesinde duran başsız bedeninin yere yığılmasını izliyordu. Göz kapakları kapanmadan gördüğü son manzaraysa darbesiyle havada dolanan kirli sarı dumanın Efendi Koyo’nun burun deliklerinden içeri girmesi olmuştu.

          Ejderha, pullu bedenini adım adım geri çekiyordu. Dar, uzun sahada kolay hareket edemiyorken bir de buna bir gözünün kör olmasını ekleyince korku ve panik içerisinde kaçmaya çalıştığı belli oluyordu. Shatar, yaratığın diğer yanına geçmiş adım adım izliyor dar açıya rağmen sol gözünü hedef alan oklar savuruyordu. Daran’sa kalan son küreleri yumurtaların bulunduğu taş havuzun uygun noktalarına yerleştiriyordu. Bir dakika sonrasında Ejderha bulduğu geniş boşluktan hızla yükselmeye başladı. Aynı boşluğa gelen iki adam sağa sola bakındılar. Duvar kenarında oyulmuş merdiven şeklindeki çıkıntıları görünce yorgun ama kazanmanın moraliyle dolu iki adam da peşlerinden tırmanmaya başlamışlardı.

          Yukarı vardıklarında önce kanlar içerisindeki cesetleri, biçilmiş organları gördüler. Yerde yatanların bir kısmının birbirinden güzel kızlar olduğunu fark ettiklerindeyse şaşkınlıkları bir kat daha artmıştı. Komutanı sayılabilecek Phala’nın başsız bedenini ve az ötesinde gözleri açık kalakalmış kafayı gördüklerinde içlerini hüzün ve öfke kaplamıştı. Kendi çevrelerinde döndüler birkaç defa canlı bir varlık görünmüyordu. O ara aşağıdan patlama sesleri tekrar duyulmaya başlamıştı. Koydukları küreler harekete geçmiş olmalıydı. Shatar,
“Lord Koyo’nun ne cesedi ne kendisi görünmüyor” dediğinde genç adam neyin eksik olduğunu anladı. Kanlı tahtın tam karşısında duran kapıya baktıklarında karanlık koridordan gelen sesleri duydular. Ejderha oradan çıkmış olmalıydı. Koşarak dışarı çıktılar derinlerden gelen sesler aralıklarla devam ediyordu.  

          Serin taze havayı ciğerlerine çektiklerinde aşağıda Muran Adasına ilk ayak bastıkları yerde gördüler canavarı. Üzerinde ince uzun yapılı Lord Koyo hayal meyal seçiliyordu.  Yaratığın kanat sesleri geceyi doldurdu bir zaman. Tam uzaklaştıklarını düşündüklerinde hayvanın geniş bir daire çizerek geri döndüğünü anlamışlardı. Geniş kanatlar hızla hareket ediyor uzun boyun üzerlerine doğru eğiliyordu. İki adam kendilerini güç bela büyük bir kayanın arkasına attıklarında kızıl bir alev üzerlerinde geçmişti. Yattıkları yerden doğrulduklarında canavar denizin üzerinde kuzeye doğru yol alıyordu. Geri dönüp baktıklarındaysa patlamaların şiddetine dayanamamış olan mağaralar çökmüştü. İki adam sahilde bir süre dinlendiler, ardından kıyıda bulunan teknelerden biriyle yola çıktılar. Kaçırılan çocuk yani veliaht prensin durumuysa saatler sonra gün ışığında kendilerini alan Tizmengen’in yanında akıllarına gelecekti. Orada bulunanların aklından geçen soruyu Tizmengen Daran’a sordu

          “Sence o kutu yani veliaht prens bulunabilir mi?” Daren’in verdiği, ve ne kadar kararlı olduğunu belirten cevap kısaydı,

          “Hayatımı bu işe adayacağım”



          Aslında iki kahraman; Daran ve Shatar geldikleri yöne doğru giderlerken, karanlıkta, başka bir sandal ters yönde yol alıyordu. Sandalın içinde yaşlı bir adam sabırla, ağır ağır kürek çekiyordu ve karşısında dualar eden bir kadın kucağında bir büyük bir kutuyla oturuyordu. Çocuğun sütannesi Enpaza, o kargaşada kutuyu kucakladığı gibi kaçmıştı. Sevimli bebeğin canavarlara yem olmasını istemiyordu. Bir gün kaderinin değişeceğine ve delikanlının derin uykusundan iyi birileri tarafından uyandırılacağına inanıyordu.

          “O'na sütümü verdim, o artık benim çocuğum sayılır. Yavrumuza hiç olmazsa bu kadarını yapalım” demişti kendisine itiraz eden kocasını ikna etmek için. Saatlerce, sabırla kürek çekmişler ardından günlerce dilenci gibi yol almışlardı. Kutuyu dikkat çekmeyecek şekilde çaputlara sarıp sarmalamışlardı. Doğdukları topraklara geldiğinde kimselerin kendisini bulamayacağı bir yere bir dağ başına yerleşmişlerdi. İki iyi insan kendilerini, dikkat çekmeyeceğine inandıkları bir başka kasaya koyup gömdükleri işlemeli kutunun, derin uykuya yatırılmış, o güzel gözlü bebeğin koruyucusu ilan etmişlerdi. Böylece yüzyıllar ve nesiller sonra artık virane haline gelen ve sadece efsanesi geriye kalan bu yerde dolanan birisi kutuyu bulup çıkaracaktı.

7
Kurgu İskelesi / Hiçkimse:Muran Adası Baskını
« : 06 Nisan 2016, 11:04:57 »
   Muran Adası Baskını

   Akşamüzeriydi, gün doğusundan esen tatlı meltem Afsa köyüne, uzaklardan deniz havasını getiriyordu. Tatlı bir sarhoşluk hissi veren iyot kokusunu ancak aşina olanlar duyabilir tanımlayabilirdi. Köyün ortasındaki tapınağın bahçesinde, yüzyıllık kayın ağacının gölgesinde oturan Hiçkimse, hemen karşısında uyuklayan adama baktı.

   “Sence bu yaratıklar nereden çıktı. Neden bizlerin başına musallat oldu”  

   “Hangi yaratıklardan bahsediyorsun” boş bakışlar sorunun ilgisizliğini sorguluyordu.

   “Ejderhalar, kanatlı yılanlar, dev yarasalar ya da her ne diyorsan adına”

   “Bu konuda tarihçiler farklı yorumlar getirseler de ana tema olarak inanılan bir versiyonu sana anlatabilirim. Tabii eğer dinlersen” Şaman’ın gözleri açılmış uykusu dağılmıştı sanki. Nefret ettiği ve belki de mücadele etmekten bir o kadar da hoşlandığı konu açılmıştı çünkü.

   “Şimdileri yapacak işimiz yok, akşama kadar da bir sürü vakit var. Anlatmaya başla istersen” dedi genç adam. Yaşlı adam yerinden hafifçe doğruldu ve oturduğu tabureyi genç arkadaşına doğru biraz yanaştırdı ve anlatmaya başladı.

            “Büyük felaketten bir hafta sonrası olmalıydı. Orta yaşı bir haylİ geçmiş olan pos bıyıklı şişman bir adam vardı…” yaşlı adam sözlerine açıklık getirme gereği duydu

            “… Yani varmış. Bu adam; yani başkentin en önemli ustalarından olan Tizmengen, telaşın, paniğin ve korkunun egemen olduğu günlerden kısa bir zaman önce, iki küçük torunu için içi özel gazla dolu bir tekne yapmıştı. Bu tür garip araçlara tasarlayanından dolayı Tizmengen’in oyuncakları diyorlardı. Bu araç, Gazap Gününde büyük bir rastlantı olarak havadaydı ve Başkentten uzakta Melekler toprağında bulunuyordu. Bu arada aynı söylentilere göre yılların ustası, sarayın ileri gelen mühendisi, Rabatta Manastrının yakınlarında güneye bakan ve güzel güneş alan bir araziye konak yavrusu bir ev yaptırmıştı. İşte bu nedenle Kaos gününde korunaklı bir yerdeydiler. Kendilerine çarpasıya kadar zayıflayan şok dalgası araçlarını sarssa da büyük bir zarar vermemişti araçlarına. O uğursuz günün ertesinde neler olduğunu anlamak için geniş bir tura çıkmışlar ve denizin ortasında buldukları kazazedeleri manastıra getirmişlerdi. Karaya indiklerinde rastladıkları bir garip bir yaratık araçlarını parçalamıştı. Yaratıkta bedelini canıyla ödemişti.

   Rabatta Manastırı melekler toprağının en güzel yapısı veya en büyük binası değildi ama yemyeşil yamaca kurulmuş kendi halinde sağlam bir binaydı. Aslında bu kadar tanınmış olmasının en büyük nedeni zengin kitaplığıydı. İnceltilmiş derilere derilerin oluşturduğu ciltler perşömenlere yazılmış yüzlerce kitap sayısız odalarda korunuyordu. Aşağıdaki küçük kasaba tamamen manastıra hizmet için kurulmuştu. Büyük felaketten sonra köylülerin bir kısmı öldüğü ve bir kısmı da kaçtığı için manastırda kıtlık çekilmeye başlanmıştı. Daha doğrusu kendilerini zor günlerin beklediği düşünülerek tutumlu olmaya başlamışları.  İşte bu yüzden Tizmengen’in denizin ortasından korsanların elinden çekip aldıkları dört kişiden genç olanı öğleye doğru uyandığında bunları düşünüyordu. Bu gence arkadaşları Daren diyorlardı. Yaşanan olayları düşünen delikanlı kendilerini zor günlerin beklediğini tahmin ediyordu. Sonuç olarak aşağıya kahvaltıya çağrıldığında kendisini kısıtlı bir kahvaltının beklediğini biliyordu. Ve buralara fazla yük olmamak için gitmesi gerektiğini de biliyordu.

   Tahmin ettiği gerçekleşmişti.  Küçük salonlardan birine hazırlanmış masada sandalda bir arada kader birliği etmiş olan dört kişi vardı. Yaşlı sandalcı hala kaybettiği sandalının matemini tutuyor gibi somurtuyordu. Normal zamanlarda olsa zararının tazmin edileceğini biliyordu ama normal zamanların bir göktaşıyla silinip gittiğini de biliyordu. Genç kızın üzerindeki giysileri değiştirmişti. O süslü elbiselerin yerinde sade temiz bir pantolon ve bol dökümlü bir gömlek vardı. Hep şikayet eden kişizade de tüm kibarlığıyla endişelerini gizlemeye çalışıyor ve servisin başlamasını bekliyordu. Masanın başında oturan koyu haki yün elbisesiyle rahiplerden biri huşu içinde oturuyordu. Sessiz başlayan kahvaltının bitmesine yakın ilk konuşan genç subay olmuştu.

   “Zarar çok büyük mü?” dedi. Konuksever rahip onaylamak için sadece başını sallamakla yetindi.
“Kurtulanlar var mı?” İkinci soru genç soyludan gelmişti.
“Başkentten sağ kurtulan çok az hatta yok gibi. Söylentilere göre saray dahil bütün adayı dalgalar yutmuş. Geride hiçbir şey kalmamış” dedi rahip üzgün bir sesle.  “Muhteşem saraylar, şahane köşkler, güzelim malikaneler, müzeler, okullar, kışlalar, yollar, meydanlar, hepsi sulara gömülmüş. Sanki hiç olmamış gibi…

   “Desenize hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” Yaşlı adamın sesinde gizli bir memnuniyet var gibiydi.  Cesaret edebilseydi “Olması gereken olmuş” diyecekti belki de. Rahip tekrar söze başladığında yaşlı balıkçının aklından geçenleri okur gibiydi.

         “Tanrıların gazabına uğradık. Bir yanda lüks ve zevkin hakim olduğu bir hayat vardı. Başkenti çevreleyen denizin ötesindeyse insanlar çok daha zor koşullarda yaşıyorlardı. Uzakları söylemeye gerek yok açlık, cahillik ve hastalık kırıp geçiriyordu. Galiba gökyüzünün sahipleri, yol göstericilerimiz bizi cezalandırdılar” Sözlerine devam edecekti ki sert bir ses odada yankılandı.
 
         “Onların çoğu bize asi gelen barbarlardı ve korkarım doğanın desteğiyle barbarlar kazandı” . Sorusunun cevabını ise içeriye girdiklerini fark etmedikleri mavi üniformalı subaydan gelmişti. Genç subay yerinden doğruldu saygıyla ayağa kalktı.
 
        “Asker beni izle” dedi. Sonra yaptığı hatayı anlayınca “İzninizle hanım efendi” dedi genç kıza dönerek ve diğerlerini de başıyla selamlayarak dışarı çıktı. Genç askerde çaresiz emre itaat etmek zorunda kalmıştı.
Düzenli ve sağlam adımlarla uzun koridordan geçtiler. Birkaç kat aşağıya indiler. İndikçe gün ışığı yerini loşluğa ve daha sonra karanlığa bırakmıştı. Son kata geldiklerinde duvarda asılı meşaleler olmasa ortam zifiri karanlık olacaktı. Merdivenlerin bittiği yerde önlerinde uzanan dar koridorda yürümeye başladılar. Kendisinden hem rütbece hem de yaşça büyük subayın arkasında yürüyen genç adam birkaç defa soru sormaya niyetlenmişti ama her defasında acele etmemesi gerektiğini kendine telkin ederek susmuştu. Olaylar karşısında kendisinin yapabileceği bir şey olmadığını ve kendisini hayatın akışına bırakması gerektiğini düşünüyordu. Belki farkına varmamışlardı ya da varacaklardı ama insanlığın kaderi kökünden değişmişti. Kısa bir yürüyüşten sonra koridor bitti ve koridorun sonundaki kapı açıldı. İçeridekilerin kendilerini bekliyor olduklarını anlamıştı.

         Çift kanatlı kapı açılınca geniş ama alçak tavanlı bir salona girmişlerdi. Salonun ortasında kocaman bir masa vardı. Masanın üzerinde geniş bir çember üzerine asılmış küçük yağ kandillerinden oluşan bir aydınlatma düzeneği masayı iyice aydınlatıyordu. Karşıdan kendisine gülerek gelen şişman güleç kurtarıcısını gördü önce.

         “Genç adam, neden bana BerMU Dağ savaşından sağ kalan kişi olduğunu söylemedin” dedi. Tizmengen’in sesinde hafif sitem tınısı vardı. Salonun diğer yanından gölgeler arasından bir ses daha duyuldu

         “Üstelik bu arkadaş, Sonsuzluk Gözesinden su içme şerefine nail olmuş biri.” Sesi tanımıştı bir zamanlar güneye yol aldıkları yelkenlinin ve araştırma gurubunun komutanıydı.

         “Komutan Phala” dedi sert ama saygılı ses tonunda. Adam yüzüne gülümsedi. Phala yüksek rütbeli subay olmasına rağmen o zamanlarda olduğu gibi üzerinde üniforma değil sıradan görünümlü birazda eski ama rahat giysiler vardı. Kapıya doğru yürümeye başladığında yanında uzun boylu biri göründü.

         “Lordum” diye selamladı geleni genç adamın yanındaki subay.  O zaman sert bakışlı uzun boylu bir asker ve beyaz üniformalı subayı tanıdı. Lord Koyo’nun uzun boyu, beyaz teni asillerden biri olduğunu veya asil soyundan geldiğini anlatıyordu. Gelenleri yalnızca başıyla selamlamakla yetindi adam. Daren, sonsuzluk gözesini aradıkları gemideki kişileri gördüğünde biraz daha rahatlamıştı. Kısa süren bu tanışma faslından sonra salonda bulunanlar ortada, yağ kandillerinin altında bulunan kocaman masaya yanaştılar. Genç adamda bir adım geriden de olsa onları izledi.

         Masa, kabaca dikdörtgene benzese de kenarları düzenli değildi. Masanın üzeri maviye boyanmıştı ortasına yakın bir yerlerdeyse maket bir dağ yükseliyordu. Komutan Phala diğerlerinin merakını gidermek için söze başladı.

         “Bu Ran denizinin ve Muran adasının maketi. Tizmengen usta çok emek vermiş ve gerçeğe çok yakın bir model yapmış. Birçoğunuz biliyorsunuz ama ben gene bilmeyenler için toparlayayım. Yedi gün önce, gökyüzünün derinliklerinden neredeyse bu manastırın yaslandığı tepe kadar büyük bir kaya, Başkentin yüz fersah batısına düştü. Çarpmanın oluşturduğu depremler ve dev dalgalar uygarlığımızın kaynağını muhteşem başkenti yuttu. Koca denizin çevresindeki şehirler de büyük hasar gördüler ama onların durumunu tam olarak bilmiyoruz henüz. Kayanın etkisi az veya çok tüm dünyada hissedildi. Büyük yıkımların arkasından kargaşa başladı. Bizlere yardımcı olan dostlar ve tüm biriktirdiklerimiz bir anda yok oldu. Şimdi dünyayı uzun ve karanlık bir dönem bekliyor. Ve bu karanlığı fırsat bilenlerde harekete geçeceklerdir. Sözlerinin burasında durdu. Hızlı gidip gitmediğini anlamak için masanın çevresinde dikilip kendisine bakanların yüzlerini tek tek inceledi.  

         “Her ne kadar birinci önceliğimiz düzenini ve uygarlığın tekrar yerleşmesi olsa da şu an burada olmamızın ana nedeni bir kız çocuğudur. O uğursuz olay gerçekleşmeden üç gün önce manastırımızdan bir çocuk kaçırıldı.” Bir an durdu. Beyaz rengini bir üniforma gibi üzerinde taşıyan Efendi Koyo’ya döndü. “Lord Koyo’nun kızı” Uzun boylu adam birkaç adım ilerledi guruba yaklaştı.

         “Henüz altı yaşındaydı. Dadısıyla birlikte bahçede dolaşırken kaçırmışlar. Sanırım fidye isteyeceklerdi ama bir ses seda çıkmadı. Sonradan Muran adasında olabileceği duyumunu aldık.” Az konuşan adam sözlerini tamamlayınca sessizliğe büründü tekrar

         “İşte” dedi ve kocaman masayı gösterdi. “Muran adası. Hırçın Ran denizinin ortasındaki kayalık ada. Buradaki adanın boş olmadığını biliyorduk. Var olan faaliyetleri yıllardır gözlüyorduk.” Durdu. “Küçük kızın kendilerini korsan zanneden bir avuç haydut tarafından buraya kaçırıldığını düşünüyoruz. Oraya gideceğiz ve rehineyi burnu kanamadan alıp geleceğiz. Tabii adayı tertemiz bırakmamız gerektiğini söylememe gerek yok sanırım.” Tizmengen’in yanına vardı. “Masa ve maket içinde ayrıca teşekkürü hak ediyorsun” Yaşlı, şişman adamın yüzü kızardı bakışlarını öne eğdi. Bir anlık suskunluktan sonra guruptaki bir başka kişi, genç askeri toplantıya getiren komutan sözü aldı.

         “Muran adası en yakın karaya yirmi mil uzakta. Gece bile olsa görünmeden sürekli rüzgarlı ve dalgalı denizi geçmek mümkün değil. Baskını bırakın, kocaman bir donanmayla istila etmek bile çok zor. Eskiden olsa düzenli birliklerle ve uzak denizlerden çağıracağımız filomuzla belki bir harekat yapabilirdik ama şimdi nasıl olacak.” Phala sözü tekrar aldı

         “Kalabalık ordulara, onlarca gemiye falan gerek yok.” Parmaklarıyla salondaki kişileri gösterdi. Ben, komutan Shatar, genç asker Daran, Lord Koyo bu iş için yeteriz. Biz içeriye gireceğiz o bizi dışarıya çıkaracak. Çılgın bir projeydi ve cevaplanması gereken çok soru vardı. Phala’ını beklediği gibi sorular peş peşe gelmeye başladı

         “Ran Denizini teknelerle aşamayız. O halde nasıl gireceğiz, uçarak mı?

         “Hadi girdik diyelim aradığımız kızı nerede bulacağız”  

         “Evet, girdik ve aradığımız bulduk diyelim nasıl geri döneceğiz?” Son soru içlerindeki en genç askerden gelmişti. Onlar kendi aralarında konuşur gibi sorular sorarken Tizmengen kafasını sallıyordu. Sorular bitince

         “Sizi uçarak oraya götüreceğim ve adaya bir kuş gibi konduracağım. Hemen her dehanın sahip olduğu güçlü mizah duygusu vardı şişman adamın. Daran’ı nasıl kurtardıysam öyle… Zeplyn’in küçük ölçekli bir örneği daha var elimizde. Onunla gecenin karanlığında adaya ters yönden yaklaşacağız ve sizler...” Elinde nereden ve ne zaman aldığı belli olmayan bir ok vardı. Ucuyla masanın üzerindeki maketin bir noktasını gösterdi.  “En tepeden süzülecek ada sahiline ineceksiniz” Eminim kızı bulmakta zorluk çekmeyeceksiniz. Çünkü fidye alacaklarsa iyi bakmak zorundalar kızımıza” Eğilip masanın altından ceviz büyüklüğünde metal küreler çıkardı. “Bunlar benim yaptığım büyülü küreler. Yok etmek istediğiniz yere bırakıyorsunuz ve üzerindeki düğmeye basıyorsunuz. İçindeki mekanizma çalışmaya başlıyor ve iki dakika süre sonra ortalık cehenneme dönüyor. İki dakika sonra uzaklaşamadıysanız o enkazın altında kalıyorsunuz.” Phala söze girdi.

         “Basit bir çocuk kurtarmada bunlara gerek var mı? İçeri gireceğiz, rehineyi kurtaracağız…” Cevap ev sahibi konumundaki Tizmengen’den gelmişti.

         “Sizce yaptıkları yanlarına kar mı kalmalı? Üstelik adamlar denizi aşabilecek bir tehlike düşünmedikleri için rahat olacaklardır. Bu nedenle adada az adamın olduğunu düşünüyorum.” Son soru yine genç asker Daran’dan gelmişti  

         “Böyle bir yöntem daha önce denendi mi?” Tizmengen mahcup bir şekilde gülümsedi.

         “Ne yalan söyleyeyim hiç deneme yapmamıza fırsat olmadı. Sizler ilk kahramanlarımız olacaksınız. Hadi biraz dinlenin zor bir gece olacak.” Aklına birden gelmiş gibi “Siz aslında inmekten çok aşağıda yapacaklarınızı ve nasıl geri döneceğinizi düşünmelisiniz.”

         “O iş kolay, nasıl olsa korsanların elinde tekneler vardır. Birini ele geçiririz”

         "O zaman iyi dinlenmeler, sizlere detayları uçan makinanın önünde bizzat göstereceğim.” Toplantı bitmişti,  içeridekiler kendilerine yol gösterecek olan posbıyıklı yaşlı adamı izlemeye başladılar.

         Güneşin batıp ışığının hükümranlığının azaldığı saatlerde, Rabatta manastırının biraz dışarısında garip şekle sahip bir iri nesne vardı. Bu kazazedeleri birkaç gün önce kurtaran Zeplyn den daha küçüktü. İki yerinden yere sabitlenmişti. İçerisindeki Tanka dağından sızan gazlarla doldurulmuştu. Araç, özel gazlar nedeniyle, uçmaya hasret kalmış yırtıcı kuş gibi yerinde duramıyor sarsılıyordu. Ama uzaktan bakanlar dağın yamacına konmuş kocaman bir balık görüyorlardı. Zeplinin üzerinde bu defa daha fazla uğraşılmış ürkütücü olsun diye vahşi bir balık gibi yapılmıştı. Rabatta dağının yamacındaki sert rüzgarlar zor duran zeplynin kaçmasına yardım etmek ister gibiydiler. Koca nesne her an yükselecekmiş gibiydi. Geniş sepeti sağlam bir iskelet üzerine hafif olsun diye bambulardan yapılmıştı. Beş adam uzakta görüldüğünde Zeplyn bir kere daha esneyip iplerinden kurtulacakmış gibi silkelendi.

         “Bu aleti düzenli uçurabileceğine emin misin?” Soruyu soran Shatar’dı. Yaşlı mühendis gülümsedi.

         “Bu benim bebeğim, ellerime doğdu. Üstelik ben onu ilk defa kullanmayacağım. Defalarca birlikte seyahat ettik. Siz merak etmeyin” Birkaç dakika sonra havalandıklarında sözlerinin ne kadar doğru olduğunu anlayacaklardı. Sepetin ön sayılabilecek kısmına yerleştirilmiş mekanik kollarla Zeplin dalgalı denizlerde yüzmekten zevk alan bir balık gibi havada süzülüyordu.

         “iki saatten fazla sürecek yolculuğumuz” yaşlı adam yere eğildi ve ayaklarının altında duran dört koca paketin birini aldı. Bunlar özel dikilmiş perdeler, bir çuval gibi. Siz bu askıları omuzlarınıza geçireceksiniz ve kendinizi boşluğa bırakacaksınız. İçi hava dolan bu ipek torbalar sizi yavaşça yere indirecek. “ Alaca karanlıkta dört adam birbirlerine baktı. Bir saniye sonra konuşan Phala “Bu şeyleri daha önce denedin değil mi?” Dedi ürkek bir sesle. Sözlerine destek bulmak için diğer yolculara baktı, ardından bakışları aşağıya yere uzandı. Çoktan Ran denizinin üzerine gelmişlerdi.

         “Bu soruyu daha öncede sormuştunuz ve ben aynı cevabı vermiştim. Evet, birkaç defa denedik ama ne yalan söyleyeyim sadece yükler attık yukarıdan ve ağırlıkları yokmuş gibi yumuşak bir şekilde yere indiler. Hatta bir keresinde bir torba yumurta sorunsuzca yere indi.”
 
         “Hiç kırılmadı mı yani”

         “Elbet kırılanlar oldu ama çoğunluğu sapasağlamdı”  Gülüşmeler oldu ama bu neşeden çok gerginliğin dışa vurumu gibiydi. Uzun bir süre daha sessizce daha yol aldılar karanlığın üzerinde ve bulutlar kadar yükseklerde. Uzakta denizin ortasında Muran adası göründüğünde yolcuların kalp atışları iyice hızlanmıştı. Tizmengen, yolcuların her birine, ellerindeki torbaların askılarını omuzlarına bağladı. Karanlığa rağmen parmakları ne yaptığını biliyordu. Kancalar takıldı, düğümler atıldı. Dört gönüllü de silahlarını sıkıca bedenlerine bağladılar. Son kontroller yapıldı, Daren göğüs hizasına gelen korkuluklara tutundu ve kendini yavaşça boşluğa saldı. İki adam boyundan daha yüksek olan bez torba açıldı uzun kalın bir kütle halinde kendini zepline bağlayan ipin kopmasını bekliyordu. Diğer ucundan sepete bağlı olduğu için havada öylece sallanmaya başladı.

         "Zamanlama önemli, omuzlarınıza bağladığım kayışları sağa sola çekerek kendinize yön vereceksiniz. Ben, dördünüzü de sallandırdıktan sonra ve hedefe en yakın noktada sizi Zeplyne bağlayan ipleri keseceğim ve torbalara dolan hava sayesinde aşağı süzülmeye başlayacaksınız." Mühendis sırayla onları sepetin dışına birbirlerine dolanmasınlar diye ayrı köşelerden attı. Birkaç dakika daha yol aldılar yıldızsız karanlıkta. Yaşlı adam, sesini aşağıya duyurabilmek için bağırarak “iyi yolculuklar” dedi ve elindeki keskin bıçakla ipleri kesmeye başladı. Sonrasında yüklerinden kurtulan Zeplyn hızla yükselmeye başladı.

         Daran, başından beri bunu böyle olacağını hissetmişti. Önce korktu. Yukarıda karanlık bir gölge vardı ve kendilerinden hızla uzaklaşıyor, yükseliyordu. Genç asker, zifiri bir karanlıkta boşlukta havada asılı gibi kalmıştı. Her şey bir anda silinmiş koca evrende tek başına kalmıştı.Başını kaldırıp bakınca huniyi andıran bir bez torba başının üzerindeydi ve kayışlarla kendisini taşıyordu. Çevresine bakındı sadece karanlık vardı ve bedeni ağır ağır aşağıya doğru iniyordu.”    


         Hikayeyi anlatan kısa kır saçlı adam sözlerinin burasında durdu. Beklediği kelime bir saniye geçmeden duyuldu”

         “Sonra?”

         “Dedim ya çevrede yalnızca karanlık vardı.” Uzun ve güçlü bir kahkaha tapınağın kil duvarlarında yankılandı. “Sonrası başka zaman, ben acıktım. İçeri girelim de bir şeyler hazırlayalım, yemeğimizi yiyelim” dedi…

8
Tartışma Platformu / Çok Okuyan Ünlüler
« : 04 Nisan 2016, 09:26:47 »
Günaydın
Böyle bir konu daha önce açıldı mı? Şöyle bir baktım göremedim.

Öncelikle söylemem gerek ki ben başarılı olmakla kitap okumak arasında doğrudan bir bağ olduğuna inanıyorum.  Bu nedenle okumanın ülkemizde yaygınlaşmasını istiyorum.Bu nedenle birazda geçtiğimiz haftanın kütüphaneler Haftası olması nedeniyle çok kitap okuyan başarılı ve birazda ünlü olan kişileri konuşalım istiyorum. Tam da bu niyetim üzerine pazar günü gazetede Soner Yalçın'ın yazısı yayınlandı. o Yazının bir bölümünde Atatürk'ün nasıl ne ne kadar kitap okuduğunu söylüyordu. Kendisi; 1233'ü Tarih, 388'i edebiyat, 212'si güzel sanatlar ve 161'i din konusunda olmak üzere 4289 kitap okuduğu söyleniyor.

Bir başka ünlü yazar İsaac Asimov'unda gençlik yıllarında ansiklopedi takımını -galiba ana britanica'ydı-baştan sona okuduğunu duymuştum. Hatta daha sonra bir kere daha okuduğunu yazıyordu aynı kaynak.

Sizlerinde böyle tanıdığınız veya duyduğunuz kişiler var mı?

9
Kurgu İskelesi / Hiçkimse; Yün
« : 29 Mart 2016, 12:49:56 »
   GÖKKEÇİ

           Ormanın kıyısında kurulmuş bir dağ köyünün dışarısında kalan bir kulübenin bacasından beyaz dumanlar salına salına çıkıyordu. Kulübenin yan duvarına örülmüş bacanın dışında tüm duvarlar kütüklerden oluşmuştu. Bu kütükler içerisini sımsıcak tutuyordu. Akşam saati kulübenin kalın duvarlarının içerisinde yağ kandilinin aydınlattığı loş salonda üç kişi oturuyordu. Kapının hemen karşısında küçük pencerenin önündeki koltuklarda oturan iki adam ve dipte ocağın önünde oturan bir kadın vardı. Ev sahibi olan adam ve karısının yaşları birbirine yakındı ve hayattan alacaklarını almış gibiydiler. Yaşadığı yılları, yüzlerinde derin çizgiler, saçlarında beyazlar ve ellerinde mavi damarlar olarak görebilirdiniz. Huzur ve dinginlik bedenlerinin her hücresinde hissediliyordu sanki. Yaşlı kadın elinde bir çıkrık yün eğiriyordu ve zaman zaman dikkatini dışarı veriyordu. İki adamınsa alçak sesle konuşmaları devam ediyordu.

          Feta, yılların derici ustası uzaklardan gelen misafirinin anlattıklarını ilgiyle dinliyordu. Yılın büyük bir bölümünde karlarla kaplı köyünün uzağından, bazen imrendiği güneşin hep parladığı, yeşil çimenleri ve ağaçların ovaları tepeleri sardığı yerlerden haberler almaya çalışıyordu. Güneşin toprağı yakıp kavurduğu gözünüzün görebildiği her yerin kızgın kumlarla kaplı olduğu çölleri anlatmasını istiyordu. Karşısındaki adam, orta yaşını aşmaya başlamış, esmer derili, kıvırcık saçlı Tüccar Vanen sürekli anlatıyordu. Meslek olarak ticareti seçen pek çok kişi gibi sürekli konuşuyor tatlı diliyle malını pazarlamaya çalışıyordu. O akşam Deri ustası Fota’nın evinde misafir olmasının nedeni de ondan işlediği derileri ucuza almaktı. Bu nedenle getirdiği sıcak iklim armağanları yaşlı kadının ayaklarının dibinde duruyordu.

          “Sır saklamasını biliyor musun” diye sordu yaşlı adam.  Daha genç olan şaşırmış gibi baktı ziyaret ettiği evin sahibinin yüzüne “Beni tanıyorsun ağzım sıkıdır” dedi. Yaşlı adamın yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Alaycılık, yılların usulca işlediği ve zanaatla perçinlenmiş özgüvenden kaynaklanıyordu. İnsanları tanıyorum, taktığın maskenin ardında duran gerçek yüzü biliyorum demenin farklı bir yoluydu sanki.  Yanan kütüklerin çıtırtıları salonun sessizliğini bozuyordu ve hayat arkadaşını çok iyi tanıyan zayıf kadın kocasının yüzüne baktı. Bu bakış bak yine sarhoş oldun, yanlış yapıyorsun ve ileri gidiyorsun bakışıydı.

   “Bir efsaneye tanık olacaksın az sonra” dedi. Sonra ilgisiz bir cümle daha kurdu. “Daha şarap ister misiniz” dedi. Nice kentler köyler görmüş ve her çeşit insanı tanıma fırsatı bulmuş olan konuk ilginç bir konunun geleceğini tahmin ediyordu. Ocağın başındaki kadın elindeki çıkrığı koltuğun kenarına bıraktı, yavaşça yerinden doğruldu. “Adam, çenen düştü gene, ateşe bir bak istersen” dedi. Yabancı, kadının adamı neden çağırdığını biliyordu, uyarmak için. Bir dakika sonra adam maşrapasındaki son yudumu da aldı ve yavaş hareketlerle karısının yanına gitti. Kadının örgü ördüğü gümüş renkli yün yumağını aldı. Kadın itiraz edecek oldu ama eşinin göz attığını görünce sesini çıkarmadı. Elindeki küçük çakı ile bir kulaç kadar bir parça kesti.  Sakin adımlarla yerine döndü. Bir örümcek ağı kadar ince görünen ipliği konuğuna uzattı.

   “Asıl kopar da gücünü görelim” dedi alaycı bir şekilde sırıtarak. Adam, anlamamış bakışlarla ayakta dikilen adama bakıyordu. Feta, yünün iki ucunu aldı ve koparmak için gerdi tüm gücüyle. Ama o her yerde gördüğü yünlerden daha ince görünen gümüş beyazı yün parçası bana mısın demedi. Sıranın kendisine geldiğini düşünen konuk ipliği aldı ve kendi bir kere tarttı. Sağlam görünüyordu. Asıldı parmaklarının arasındaki parlak iplik hafif esnese de kopmadı. Bir kere daha denedi ve iplik ellerini kesesiye kadar asıldı tüm kuvvetiyle ama gene olmadı. Yünün parmaklarının boğumuna gelen yerlerinde derin kesikler açacağını biliyordu devam ederse.

            “Nedir bu” dedi meraklı bakışlarla önünde kahkaha atan yaşlı adama

   Sana, bir efsaneye tanık olacağını söylemiştim. Bu Zege’nin dün avdan dönüşte getirdiği yün, Gökkeçinin yünü” dedi. Vanen’in yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.

           “Gök keçi yoktur, sadece bir efsanedir.” Dediğinde bir yanlış yoktu. Her yerde her yörede bu tür söylentiler oluyordu. “Neymiş, bizim saygı değer Gökkeçimiz karlı dağların zirveye yakın yerlerinde yaşarmış, ölümlü insanoğlunun göremeyeceği bir şekilde gizlenirmiş. Yalnızca saf kalpli seçilmiş kişiler görebilirmiş, tabii kendi isterse.” İstemese de alaycı bir hal alan ses tonuyla devam etti. “Sütü her derde devaymış, boynuzunu en keskin bıçaklar bile yontamazmış. Kusura bakmayın ama bu tür efsaneler o kadar çok ki... İnsan hangisine inanacağını şaşırıyor.” Feta,  adamın sözlerinin bitmesini sabırla bekledi.

         “Oğlum dün sabah havayı güzel bulunca yayını ve kamasını aldı yola çıktı dağlara doğru. Akşam geç vakitlere kadar dönmedi.” Adam bir an sessizleşti. Yıllar öncesi aklına gelmiş olmalıydı.  Zege yaşlı çiftin biricik oğullarıydı. Yıllar yılı Tanrı kendilerine bir evlat vermemişti. Yıllarca şifacıları dolaşmışlar dertlerine bir çare bulamamışlardı. On beş yıl önce bir sabah obada oturanlar Derici ustası Fota’nın barakasında çocuk sesi duymuşlardı. Kimse Kebasa’nın gebe olduğunu fark etmediği için çok dedikodu çıkmıştı ama bu bize BerMu ananın bir armağanı demişlerdi. Kısa bir duraksamadan sonra Feta, yıllarca deri tabaklayan nasırlı ellerini dizlerinin üzerine koyarak sözlerine devam etti.  
"Sabaha karşı geldiğinde torbasında bir kucak yün vardı. Elleriyle Karısının eğirmeye çalıştığı yünü gösterdi. Kadın elinde çıkrık, topacı bir sağa bir sola çevirerek yumak halindeki yünü ipliğe dönüştürmeye tekrar başlamıştı. Sessizce izlediler ocağın alevleri arasında işini ibadet eder gibi yapan kadını. Birkaç dakika sonrasında buruşuk derili, kemikli parmaklar son kalan parçayı da tamamladı. Az önce ucundan bir parça kesilen yumağı zafer kazanan komutan edasıyla havaya atıp tutmaya başladı.

   “Sahi delikanlı nerede” dedi Vanen. “En son iki kış önce görmüştüm kendisini.” Yaşlı adam elindeki bira bardağını bırakarak alt dudaklarına kadar inen bıyıklarındaki köpükleri elinin tersiyle sildikten sonra cevap verdi
“Sabaha karşı geldi. Bütün gün ve gece dağlarda dolaşmış durmuş.  Ortalıkta biraz dolandıktan ve sözde bana yardım ettikten sonra yattı”

          “Çocuk ne yaparsa yapsın sana yaranamıyor. Taze av eti için dağlara gitti, sabaha karşı geldi ve uykusuz ve yorgun bütün gün sana yardım etti ama yine ona tembel diyorsun.” Ana oğlunu savunmaya geçmişti ister istemez. Ama Usta söylediklerinin arkasındaydı.
        
         “Sağ olsun yardım etti ama daha çok ayakaltında dolandı durdu. Onca yıldır yanımda ama hala bir şeyler öğrenemedi gitti. ” Konuşma tartışmaya doğru gidiyordu.

          “Oğlum buraya ait değil, bu köyde dağlarda yaşlanmak istemiyor. Senin gibi derici ustası olmak istemiyordur belki de ha…”  Adam, eşinin sözlerini kesti sertçe.

          “Onun buralara ait olmadığını bende biliyorum ama elinde bir zanaatı olsa fena mı olur? Sözlerinin burasında bir an sustu. Dışarıda dikkatini çekecek bir ses duymuştu. Cevap vermek üzere olan karısına bakarak elini dudaklarına götürdü sus işareti yaptı. Tepkisini seslendirmekte gecikmez.

          “Birileri dolaşıyor dışarıda” dedi. Kadın yaşlandıkça daha çok zevk alır olduğu tartışmanın yarıda kesilmesine bozulmuştu sanki

          “Dağ başında kim olabilirdi ki” dedi oturduğu yerden. O ana kadar tatlı sert konuşmayı gülümseyerek izleyen Konukları da tedirgin olmuştu. İkisinin sözlerine ekleyecek birkaç söz söyleme ihtiyacı duydu

          “Gecenin bu saatinde” dedi kısık bir sesle. Kısa bir sessizlik kapladı odayı. Kulübenin dışından gelen fısıltıları daha iyi duydular bu defa. Yaşlı adam, ağır bedenini kendisinden umulmayacak bir hareketle kaldırdı. Kapıya yöneldi. Ağır meşe kapı aralandığında gecenin serinliği içeriye doldu. Çalışa çalışa körük gibi olmuş ciğerlerinden boşalan hava, ses tellerinde kalın ve tok bir cümle olarak çıktı

           “Kim var orada” telaşla uzaklaşan patırtılar haklı olduğunu kanıtlamıştı. Hışımla dışarı fırladı. Karısının gitme diye bağırışlarını duymamıştı bile. Kapıdan çıkınca hemen sağa döndü. Atölyesi evinin hemen bitişiğindeydi. Üç ya da dört kişi kaçışıyordu ki geri kalan birini ensesinden yakaladı. “Sen…” dedi. Sırtına saplanan ok başka bir söz söylemesine engel olmuştu. Onun yerine boğuk bir çığlık dudaklardan döküldü ve karanlıkta kayboldu. Gördüğü kişide belindeki uzun kamayı çekti ve adamın karın boşluğuna sapladı. Bu defa boğazdan çıkan nefes sese dönüşecek gücü bulamamıştı ama birkaç adım ötede kapının eşiğinde duran kadının acı dolu sesi tüm obaya yayılmıştı. Gölgelerdeki adam elindeki kalın çeliği kanırttı ve biraz daha itti. İri beden titredi ve dizleri büküldü. Bir saniye sonrasında olduğu yere yığılmıştı. Kapının loş aydınlığındaki ses bir daha bağırdı içeriden gelen genç kollar kadını yavaşça içeri çekti ve dışarıya fırladı. Uzaktan gelen ıslık sesiyle ne yaptığının şaşkınlığını üzerinden atan katil karanlığa yöneldi. Kulübeden çıkan genç yalın ayak olduğuna aldırmadan peşlerinden seğirtti.

   Bildiği dar patika yukarı tepelere doğru yollanıyordu. Karlı buzlu yolda düşe kalka babasının katledenlerin peşinden koşmaya çalışıyordu ama babasına isabet eden okun bir benzeri gecenin karanlığını ıslığıyla böldü ve yayı geren kolların ustalığını ispatlarcasına delikanlının göğsüne saplandı. Genç yürek ne olduğunu anlayamamıştı ki ikinci ok diğerinin birkaç santim aşağısına karın boşluğuna saplanmıştı. Kendilerini kovalayanın yaralandığını gören kaçanlar geri dönmüşlerdi. Ayakta durmakta zorlanan genç adamı bir omuz darbesiyle yolun dışına ittiler. Yamacın aşağısına yuvarlanan kaslı gövdeyi az önce Debbağı bıçaklayan adam tekmeledi. Zorlama bir kahkahayla “Bir yere ayrılma geri döneceğim” dedi.

          Olayların şaşkınlığını atlatamamış yaşlı kadın içeri girdi ve iki parmak kalınlığındaki sağlam kapıyı kapadı. Titreyen parmakları henüz sürgüsünü takamamıştı adamlar omuz darbesiyle yıktı. Bağırışları duyan diğer köy sakinleri kulübelerinin ışıklarını yakmaya başlamışlardı ki Fota’nın atölyesinden kızıl dilli alevler yükselmeye başlamıştı. Kapıda bekleyen adam, içeri giren diğerlerine seslendi “Acele edin birazdan tüm köylü burada olur”  Hakikatten de neler olduğunu anlamaya çalışan birkaç kişi dericinin kulübesine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Alevler biraz daha belirgin hale gelince kalabalıktan şaşkınlığı geçen biri bağırdı “Yangın” diye.

          Bir dakika geçmemişti bir kirli sakal karmakarışık saçlı baş belirdi kapının ağzında, “Yok bulamıyorum” dedi.  “Belki de dedikodudur” dedi diğeri. Alevler daha da güçlenmiş, gecenin karanlığını kızıl dilleriyle iyice aydınlatmaya başlamıştı. Kapıdaki adam emredici tonda “Biraz daha arayın o yünler çok kıymetli “ dedi. Dedi ama köyün halkı ellerinde satırlar baltalarla çoğalmaya başlayınca yakalanma korkusu ve daha önemlisi bir tanıyan çıkar mı? Telaşı paniğe yol açmıştı. İsteseler tüm köyü yakabilirlerdi ama bu iş için biraz daha beklemeleri gerekiyordu. Kapıda dikilen adam sadağından çektiği bir oku en yakın kişiye yöneltti. Hafifçe gerilip bırakılan yay emanetini ancak karşıdaki adamın ayaklarının dibine kadar iletebilmişti. Bu bile yaklaşanların birkaç adım gerilemesine yol açtı. “Lider başarısızlığın verdiği öfkeyle” Biz alamıyorsak kimseye nasip olmasın” dedi ve atölyenin oradan aldığı yanan bir ağaç dalını kulübenin üzerine attı. Biraz zorlansa da ağaçtan yapılmış çatı ateşin kırmızılığıyla parlamaya başlamıştı. Diğerleri de birkaç dal atınca kızıl canavarlar avını yutmaya başlamıştı.

   Karanlıkta uzunca boylu bir gölge, yamacın aşağısında bulduğu bedenin üzerindeki iki okun ucunu kırdı. Kan, yaralı delikanlının üzerindeki tüm giysiyi koyu bir renge bürümüştü. Adam, mintanından bir parça yırttı ve gencin iptidai bir şekilde yaraları sardı. Parmaklarını yerde yatan gencin boynunun yanına tuttu. Parmakları hiçbir atım hissetmemişti. Hayat belirtisi yoktu ama yine de genç delikanlıyı sırtladı. Eğirilmiş yün yumağını, olanca kuvvetiyle asılmasına rağmen koparamadığı iplik parçasını düşündü. Galiba yaşlı ev sahibinin doğruyu söylüyordu. O yünlerin kulübeyi yerle bir eden alevlerden kurtulmasına imkân yoktu. Bir an o kadar ince ve o kadar sağlam iplik görüp görmediğini düşündü. Öyle bir yünden güçlü zırhlar yapılır ve o zırhlar bir kazak veya bir hırka gibi giyilebilirdi. Şimdi yapması gereken omzunda taşıdığı genç delikanlıyı katillerden oldukça uzağa götürmeliydi yaşıyorsa tabii. Diğer tüccarların konakladığı kasabaya kadar uzun bir yolu vardı.
 


10
Kurgu İskelesi / Sürgün
« : 01 Şubat 2016, 16:52:43 »
SÜRGÜN
  
 "Gezegen Salonu; üzerinde yaşadıkları dünyanın en büyük yapısıydı. Dokuz sütunun taşıdığı muazzam bir ana kubbe ve onu tamamlayan irili ufaklı kubbelerin oluşturduğu bütünsellik içindeki hem büyüklük olarak hem de mimari açıdan muhteşem bir binaydı. Yıllardır, belki yüzyıllardır bu devasa salon böyle bir amaç için kullanılmamıştı. Modern tarih öncesi çağlardan kalma mimariye sahip içine binlerce yurttaş alabilecek büyüklükte bir salondu Gezegen Salonu. Bir tarafta izleyicilerin oturması için rahat koltuklar vardı. İçeridekilerin sahnelenen oyunu yada konferansı ve ya resitali izleyebilmesi koltukların çaprazlama sıralandığı bir görsel sanat izleyici salonu gibiydi.
      Diğer tarafta ise salonda ki izleyicilerin zahmet çekmeksizin tüm olanı biteni izleyebilecekleri büyük bir sahne vardı.    Nesiller önce atalarının en büyük eğlencelerinden biri olan hayali veya gerçek olayları dramatize ederek yaptıkları bir sanat olayını topluca hep birlikte izleyebilmek için inşa ettikleri koca salonlardan biri, en görkemlisiydi.
      Sonra toplum ilerledikçe zevklerde değişmişti. Neredeyse her toplu yaşam biriminde var olan bu ve insanları fiziki anlamda bir araya getiren irili ufaklı bu salonlar işlevini yitirmiş, başka amaçlar için kullanılır olmuştu. Bazen bir müze bazen bir depo olarak yaşamını sürdürenler vardı. Pek çoğu ise yıkılıp yerine açık alanlar meydanlar ve parklar yapılmıştı.
     Sözler yanlış anlaşılmasın, salonlar yine var. Belki hepsi değil ama en azından önemli  sayılabilecek bazıları duruyor. Görsel sanatlar da... Yeni yapılanlar yeni ihtiyaçlar için sadece gerektiği ölçüde yapılıyorlardı. Eski çağlarda var olan büyüklük takıntısı yoktu artık. En büyük konutlar en büyük kentler, en büyük ulaşım araçları. Yaşanan iletişim devrimi ile gerekte kalmamıştı büyüklüklere.
     Yurttaşlar bir araya gelme ihtiyacı duyduklarında oturdukları küçük yerleşim birimlerinde, küçük salonlarda toplanıyorlardı. Tabii toplanma gerekçeleri iletişim araçları başında değil de yüz yüze görüşülecek kadar önemliyse.
     İletişim devrimi ile -yaşayanların anımsayamayacağı kadar eski dönemlerde- pek çok şey değişmişti. Bireylerde ve toplumda her şey değişmişti, hem de tepeden tırnağa değişmişti. Bilim ve Bilim ahlakı tüm bireyleri etkilemişti. Bilim, eğitime yön vermiş, eğitim toplumu yeniden şekillendirmişti. Etkin bir nüfus planlaması sayesinde önce hızlı nüfus artışı durdurulmuş, Üretim otomasyona dönüştürülmüş zenginlik ve refah tüm topluma yayılmıştı.  Bedensel ve ruhsal bütün hastalıklar ve rahatsızlıklar birer birer giderilmiş, neredeyse  genlerden silinmişti. Yalnızca yaşayanların değil gelecek kuşaklarında sağlığı ve esenliği sağlanmıştı.
      Ya da sağlandığı sanılıyordu, çünkü bu olağan üstü toplantının amacı bir suçluydu. Suç ve suçlu, kelimelerinin bile unutulduğu bir toplumda bulunmayan ender şeylerden biriydi. Ve tarihi Gezegen salonu uzun zamandır ilk defa toplantıya açılıyordu, hem de  bir suçlu için.
     Yüzyılların vermiş olduğu tecrübe ile yönetim biliminin en olgun şekli kabul edilen Seçilmiş Yaşlılar Kurulu uzun süren tartışmalardan sonra durumun bizzat toplumun bireylerinin çoğunun izleyebileceği bir yerde görüşülmesine karar vermişti. Toplantının amacı önemliyse bu toplantıyı bireylerin birebir izlemesi gerekirdi. Kurul başkanı Ka-han'ın dediği gibi "Soyu tükenen bir varlığın" bilinen tek örneğini toplumun büyük bir kısmı görmeliydi. Hem de canlı olarak karşılarında görmelilerdi, iletişim araçlarında bir resim, bir görüntü olarak değil.
      Çaprazlama dizilmiş rahat koltukların tamamı dolmuştu. Gezegen toplumunda üretim toplantı süresince durdurulmuştu. Bu hep birlikte kutlanılan "Bilim Bayramı"ndan sonra ilk kez olan bir şeydi. En küçüğünden en yaşlı üyesine kadar herkes olayı izliyordu.
      Tıp bilimi, Canlılar bilimi diğer pozitif bilimlerle doğru orantılı olarak ilerlemişti. Önce hastalıkların kaynakları teker teker bulunmuştu. Bu hastalıklara karşı sağaltma yöntemleri geliştirilmişti. Çözüm yöntemleri yaşamın yapı taşları olan genlere kadar ilerletilmişti. Gelecek kuşaklarda görülebilecek olan -bedensel olsun, ruhsal olsun-rahatsızlıklar gideriliyordu.
      "Olay" yada "kişi" yapılagelen tüm elemeleri bir şekilde geçmişti, diğerlerinden farklı bir çocuk olduğu anlaşıldığı günden beridir toplumun ilgisini çekmişti. Değişik tedavi yöntemleri denenmesine karşın tüm girişimlere olumsuz tepki veriyordu. Koltukların karşısına konulmuş olan heybetli kürsüde oturan dokuz kişiye bunları anlatıyordu "Kamu Temsilcisi". Zaman ve yer belirterek konuşmasını sürdürüyordu.
     Gerçek anlamıyla bir taarruzdu bu. Kamu Temsilcisi ara vermeden tüm suçlamaları okudu. O konuştukça nereden çekildiği belli olmayan görüntüler salonun yan duvarına yansıyordu. Bir bireyin çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda alınmış görüntüleriydi bunlar. Her görüntünün ortak noktasıysa şiddetti. Duvardaki en son dondurulan karedeki görüntü ise tüm salondan memnuniyetsizlik belirten seslerin yükselmesine neden oldu. Hayret ve tiksinti uyandıran bir uğultuydu bu.
     Kamu Temsilcisi uzun söylevini tamamlayıp bir duvar gibi karşısında yükselen kürsüye doğru saygıyla eğildi. Uzun zamandır hazırladığı konuşmasını yaptıklarından en küçük bir pişmanlık duymayan bu canavarı -Toplumda unutulan "Canavar" kelimesini kütüphanenin en kuytu köşelerini tarayarak bulmuştu- lâyık olduğu şekilde cezalandıracağınıza inanıyorum" cümlesiyle tamamlamıştı.
     Kürsünün üzerinde, tam ortada oturan diğerlerinden yaşlı olduğu hemen anlaşılan Ka-Han göz ucuyla sağında ve solunda oturan dörder kişiye baktı. Düzenli bir toplumda yönetici olmak kolaydı. Dokuz kişi, dokuz bilge kişi yıllarca kamu görevinden ve yine yıllarca süren özel eğitimden sonra bu göreve üzerinde yaşadıkları gezegen halkının oylarıyla seçilmişti.
      Dokuz çift göz bakışlarını Kamu Temsilcisinin masasının hemen yanındaki masada oturan diğer kişiye yöneltti. Kamu Temsilcisinden daha yaşlı sayılabilecek kişi -Savunma Temsilcisi- yerinden kalktı."Söyleyecek bir sözümüz yok; Adaletinize ve Hoşgörünüze sığınıyoruz "dedi. Kamu Temsilcisinden daha havalı bir şekilde kürsüyü selamlayıp yerine oturdu. Zaten biliyordu ki böyle birini savunmak bile gereksizdi.
      Yaşlı Bilge oturduğu koltuktan yavaşça doğruldu. Onunla birlikte gezegen toplumunu yöneten diğer sekiz kişi de doğruldu. Kürsü üzerindeki hareketliliği fark eden dinleyicilerde yerlerinden kalktılar. Yaşlı bedenden umulmayacak gürlükte bir ses önünde salona göre bile çukur sayılabilecek cam kürede oturan zanlıya bakarak tüm salondakilerin irkildiği bir gür ama sakin bir sesle,
     "Senin söyleyeceğin bir şey var mı Yurttaş" dedi. Bir saniye, iki saniye, üç saniye...     Cam kürede oturan orta boylu siyah saçlı kişi alnına doğru inen saçlarını eliyle geriye doğru attırdı. Perçem tekrar alnına döküldü. Dudaklarının kenarında sinsi bir gülümseyiş belirdi, yalnızca alaycı ve çevresini küçümseyen bir gülümseyiş, ne bir kelime ne bir cümle vardı.
      Karar salonu, yalnızca bir girişi olan girişten başka bir penceresi yada kapısı olmayan bir yerdi. Oldukça alçak gönüllü döşenmiş büyücek bir odaydı. Önemli işlerin arifesinde Bilgeler Kurulunun toplantı yaptığı dışarı ile bağlantısı olmayan bir yerdi burası. Ve saatler geçtiği halde içeri giren bilgelerden hiç ses seda çıkmamıştı. Karar odasının dışında bekleyen görevliler bile bu kadar uzun süren bir toplantı beklemiyorlardı.
     Nihayet küçük kapı açıldı. O devasa büyüklükteki binanın belki de en mütevazı odasından kurulun en genç üyesi çıktı, peşinden de diğerleri. Ağır adımlarla salona yürüdüler. Dokuz bilge kürsüye vardıkların da salon bıraktıkları gibiydi; kalabalık, sessiz ve merak içerisinde.
     “Kişi suçlu bulunmuştur” diye söze başlandı. Ve ardından "Cezası da Sürgündür" dedi elindeki karar metnini okuyan en genç, yaşlı üye.
     - Yüz yıllar önce kaldırılmamış olsaydı “Bedenin ortadan kaldırılması” cezasını verecekti kurulumuz. Ama kişinin bu duruma gelmesinde bilim ve eğitim sistemimizin de etkili olabileceği göz önüne alındığından ve “Bedenin ortadan kaldırılması” cezasının yargımızdan tamamen silindiği göz önüne alındığında “Sürgün” cezasının en uygun ceza olduğu görülecektir. Toplum çıkarlarına ve toplum üyelerine vermiş olduğu zararlar göz önüne alındığında verilen cezanın ağırlığının kabul edilebilirlilik sınırları içersinde olduğu görülecektir.
      -Kurulumuz Suçlu ya gönderileceği yerin ölçüsünde standart bir süre verecektir. Gideceği toplumun bir üyesi olarak sürekli gözetim altında tutulacaktır.    
-Verilen Sürgün cezası -kişinin içersinde bulunduğu ruh durumu göz önüne alınarak-belirli bir süre içindir. Eğer suçlu gönderildiği yer de kendi kendini tedavi etmeyi başarırsa yani içersinde yaşayacağı topluma yararlı bir üye haline gelebilirse affedilecektir.
     -Suçlu, kendini gönderileceği toplumun yani içersin de yaşayacağı toplumun diğer üyelerinden farklı görmeyecektir. Yeni toplumu da onu bir yabancı bir sürgün olduğunu anlamayacaktır. Dolayısıyla toplum ve suçlu birbirini tamamlar durumda olacaktır. Yeni katılacağı topluma verebilecek olduğu zararlar Kurulumuzca değerlendirilmiştir. Sürgünün yeni toplumu da Onun ruhsal yapısına uygun geri kalmış bir toplum seçilmiştir. Bu arada bilim adamlarımız ve eğitimcilerimiz benzer kötü örneklerin tekrar yaşanmaması için gereken önlemleri alacaktır…


      Eriyen karlarla coşkulu akan İnn ırmağı kenarına kurulmuştu kasaba. Orta Avrupa’nın tipik özelliklerine sahipti. Bir ana cadde denilebilecek, sokaktan biraz genişçe caddesi ve pek çok dar sokakları vardı. Gümrük memuru Alois'in evi ise o caddenin sonlarına yakındı. Daha önceki iki eşinin veremediği armağanı bekliyordu Gümrük memuru. Aşklarının meyvesi sayılabilecek bir armağan.
     Küçük küçücük bir odada yeni doğmuş bir bebeğin haykırışları duyuldu. Handan bozma bir evde bir minik bebek doğmuştu. Bebeğinin bir oğlan olduğunu söylediklerinde genç annenin hastalıklı ve mahzun yüzünde bir gülümseme belirmişti.  Biricik oğlu, Adolf u dünyaya gelmişti...                
 


11
Kurgu İskelesi / Hiçkimse - Udar Çarpışması
« : 28 Aralık 2015, 12:58:19 »
UDAR ÇARPIŞMASI

     Hafif eğimli yol, önlerinde kıvrıla kıvrıla uzayıp gidiyordu. Yolcularını, yormadan döne döne yükselerek, ufukları kaplayan yüksek dağları aşmaya hazırlıyordu. Yolun iki yanında tek tük ağaçlar yolculara gölgelerini ve meyvelerini sunmaya hazır bir şekilde bekliyordu. Daha gerilerde inişli çıkışlı çayırlar bir oraya bir buraya serpiştirilmiş yeşilin çeşitli tonlarındaki ağaçlarla manzarayı tamamlıyordu. Güneş, tüm sıcaklığını vermeye çalışsa da mevsim gereği hava sıcak sayılmazdı. Yine de neşeli bir şekilde yol almaya çalışan kişiler hallerinden memnun gözüküyorlardı.

     İki tekerlekli bir arabada oturan iyi giyimli hanımefendiler bu neşenin kaynağıydı. Genç olanı kendisine yakın yol alan iki atlıyla sohbet etmeye çalışıyor yaşlıca olansa halinden memnun değilmiş gibi somurtuyordu. Toplamda sekiz kişiyi bulan bu kafilenin yolu önlerinde uzanan yolu boydan boya kesen Haanay dağlarını aşacaklardı. Ardından paralel yürüyecekleri Cina ırmağı vardı ve bu yol en az iki gün sürecekti.  Irmağın döküldüğü Cina gölüne vardıktan sonra yine kötü zemine sahip batı yoluna yöneleceklerdi. Göl artlarında kaybolmaya başladığında göreceklerdi iki adam boyundaki barış taşını. İşte o zaman dost İkta krallığının topraklarına girmiş olacaklardı. Bu uzun yolu kazasız bir şekilde geçmek istiyorlardı. Bir zaman önce varacakları yerde yaşanan ve kraliyet duvarında ilan edilen olaylar tedirgin olmalarına sebep olmuştu. Sarı Girdap adını taktıkları bir ejder dadanmıştı yöre halkına. Yavaş yavaş efsane olmaya başlayan ve kendisine Hiçkimse dedirten bir genç ve onun akıl hocası durumundaki yaşlı bir Şaman haklamıştı bu canavarı ama ejderhanın çevredeki tedirginliği sürüyordu.

      Dört koruma on at boyu ileriden gidiyordu, bir o kadar mesafede geriden gelen dört atlı daha vardı. Bir de komutanları olan genç yiğit vardı. Bunlar Alta krallığını az sayıdaki askerlerinden seçkin olanlardı. Arkadan bir ıslık duyuldu. Islık sesine dönen başlar uzaktan geldikleri yönden iki atlının geldiği görülünce kafilede bir telaş başladı. Önde ilerleyen atlılar geriye geriden gelenlerde ileriye yol aldılar ve küçük arabanın çevresinde savunma düzenine geçtiler. Hareketleri disiplinli olduğu için bu konuda eğitimli oldukları belli oluyordu.  Bu dokuz asker ancak iki kişiyi taşıyabilecek kadar küçük ve hafif bir arabanın çevresini sarmışlar ve elleri silahlarını kavrayacak şekilde gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Genç bir delikanlı dizleriyle yönlendirdiği hayvanını zor zapt ediyordu sanki. Askerlerin arasından koyu renk saçlı bir delikanlı ileri çıktı ve eli kılıcının kabzasında gelenleri karşıladı.
   “Asker, biz dostuz” dedi yaşlı olan adam. Diğeri yani genç olanı da elini avucu açık olarak kaldırmış selamlamıştı yolcuları. Biraz daha yaklaşınca “Ben Afsa köyünden Kıdara” dedi; diğeri devam etti “Ben de Hiçkimse, ejder savaşçısı” O zaman küçük arabanın içerisinden sevimli bir baş gözüktü. “Ejder savaşçısı Hiçkimse, seni bekliyordum” dedi. Kafilenin üyelerinde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Asker ciddiyetiyle yeni esmeye başlayan kahramanlık rüzgarın adını duyunca hissedilen rahatlama arası bir gülümsemeydi ve Kıdara’nın, yaşlı kurdun gözünden kaçmamıştı. Arabadaki genç kızı yanında oturan yaşlı dadı tutmasa pencereden aşağı düşecekti. Kumral sarışın genç yiğit prensesi atının üzerinde eğilerek selamladı. Yol üzerinde duralayan yolcuların arasında bir kişinin hoşuna gitmemişti bu selamlaşma.
     “Siz, şu meşhur Hiçkimse olmalısınız” dedi. Sesin sahibi, üzerine bindiği besili doru atı dehledi ve arabanın diğer yanından ortaya çıktı.
     Ben, Kendo; Alta ülkesinin kralı KeTah’nın başdanışmanı Bilge Kang’ın oğluyum. Atının üzerindeki duruşu, kendini tanıtmasındaki hava, üzerindeki parlak giysiler kendisinin ne kadar önemli olduğu konusunda bir fikir veriyordu. Daha doğrusu karşısındakine ne kadar önemliyim ben havasını veriyordu. Bir dakika sonrasında yeni gelen iki atlı diğerleriyle kaynaşmıştı. Kafile bir şey olmamış gibi yola devam etmeye başladı.

   Aslında her şey genç adam akşamın karanlığa döndüğü saatlerde kulübesinde otururken başlamıştı. Güneş batmıştı ve dolunaya yakın bir ay gökyüzünde güneşin görevini yapmaya çalışıyordu. Kobe çölünden döndükten sonra yaşadıklarını kağıda dökmek gene Kıdara’nın işiydi. Soka’ya gitmişler ve kraliyet duvarına maceralarını asmışlardı. Yol yorgunu olan genç adam moralinin bozuk olduğunu söyleyerek hemen Afsa’ya dönmüştü. Giderken kendisini yolcu etmeye gelmeyen Neva hoş geldine de gelmemişti. Bir yandan kim olduğu ve nerede doğmuş olabileceğini bir yandan da köyün sevimli kızı Neva’yı düşünüyordu. Gökyüzünde yol alan ayı izlemişti uzun bir süre ve bol bol düşünmüştü. Belleği bu köyde bu kulübede uyandığı sabahın öncesini anımsamamakta inat ediyordu. Sanki bu ahşap duvarlı kargı tavanlı kulübede doğmuştu. Kobe çölünün kıyısındaki köyü düşündü. Bir sır söyler gibi kulağına fısıldanan iki kelimeyi düşündü. Ay, ışıktan yolunun sonuna yaklaştığında göz kapaklarına hücum eden uykuya daha fazla direnemeyeceğini anlayınca içeriye geçip sedirine uzanmıştı.

     Hızlı bir tırmanmayla patikadan on dakikada varıyordunuz ağaçların gizlediği kulübeye. Yıllarca boş kalmış ve kimin olduğu dahi unutulmuş bu ahşap yapı, köye gelen yabancı için onarılmış ve temizlenmişti. Geniş bir oda veya küçük bir salon diyebileceğiniz salonun ve dip tarafında uyku için ayrılmış bir yatağı vardı. Yatağın karşısındaki köşede de yüksek bacaya bağlanan güzel bir ocak vardı. Bu ocak soğuk kış günlerinde ortamı ısıtıyor ve yabancının yemeklerini pişirecek ateş yakılıyordu.  İşte genç ama yorgun beden uykudayken kapı tıklatılmış ve küçük kulübenin az sayıda ziyaretçilerinden biri olan Kıdara gelmişti. Bilge adam için saatin büyük bir önemi olmadığı için günün ve gecenin her saatinde gelebiliyordu. Ve o gece de sabaha karşı köyün horozları öterken kalın meşe kapıya kemikli uzun parmaklar vuruyordu.  Genç adam uykulu haliyle isteksiz görünse de Kıdara nereden vuracağını biliyordu. “Belki oralarda FeTa’yı veya Kebasa’yı duyanlar ne ya da kim olduğunu bilenler vardır”

     Kumral sarışın genç adamın kafası oldukça meşgul olsa da arkadaşı ve ustası olan yaşlı adamın sözünden çıkamamıştı, çıkamamıştı. Beni bırak kendi yoluma gideyim, kim olduğumu bulayım dediğinde henüz erken bir süre daha birlikte hareket etmeliyiz cevabını almıştı. Birkaç gün önce öğrendiği ve kim olduğu konusunda kendisine yardımcı olacak iki kelimenin peşine düşmüştü. Feta ve Kebasa ama bu iki kelimeyi bir çocuktan duymuşlardı ve ne kadar güvenebilecekleri belli değildi. İtiraz etme şansı olmasa da kendisine ağabeylik babalık eden yaşlı adamın “belki de oralarda bir yerlerde bulabilirsin sorunun cevabını “ demesi üzerine içini bir ümit kaplamıştı.

   Görev kendilerine verildiği zaman Kıdara itiraz etmiş, danışman Kang’ın zaten asker sayımızın ne kadar az olduğunu biliyorsun ama senin endişelerini göz önüne alarak yakın korumalarımın en iyilerini gözleri keskin iyi silah kullananları veriyorum demişti. Aslında bu sayı oldukça azdı ama yapabilecekleri fazlada bir şey yoktu.
Yolculukları planladıkları gibi yürüdü. Tek şikayet eden tekerlek her çukura girdiğinde yerinden sıçrayan dadı olmuştu. İki krallık arasında uzanan bu toprak yol oldukça bakımlı olmasına rağmen üzerinde çukurlar ve tümsekler vardı. Yaşlı kadın yükselen ve aniden beliren çukurlara rastladığında bir of veya ah diyordu. Bütün bunlara rağmen ikinci günün öğleden sonrasında sınır taşına gelmişlerdi. Hala parlaklığını kaybetmeyen kahverengi damarlı taşı geçince Pina ovasına varıyordunuz.

     Pina düzlüğü, Büyüksu’ya göre yüksekte kalan geniş bir araziydi. Ovayı güneyden kuzeye yetişkin bir yaya acele yürüyüşle bir günde aşabilirdi.  Dar bölümü ise yani doğudan batıya altı saatte mola vermeden aşabilirdi. Özellikle kuzeyi kaplayan ve yaylanın bitiminde aniden yükselen dağ sırası soğuk rüzgarları keserek Pina’nın ılıman bir iklime sahip olmasına yol açıyordu. Udar dağları, Pina’nın hem havasını koruyor hem de dağların ötesinde yaşayan barbarlara karşı doğal bir duvar oluşturuyordu. Akşamüzeri prensesin annesinin kasabası olan ve Pina düzlüğüne girdikleri yolun solunda yer alan bir tepenin üzerine kurulmuş İlta kasabasına varmışlardı. Varmalarına da en çok dadı sevinmişti.
Tüm konukseverliğiyle prenses Lanida’nın dayısı ve kasabanın Beyi olan Bayara karşılamıştı kendilerini kasabayı çepe çevre saran surların kapısında. Akşam yemeği için tüm cömertliğini sergilemiş konuklarını ve özellikle de danışman Kang’ın oğlu KenDo’ya göstermeye çalışmıştı. Her ne kadar iki krallık arasında uzun mesafe olsa da bazı dedikodular bu mesafeleri çok çabuk aşıyordu. Geleceğin danışmanı kibar Kendo’nun yeğenine kur yapmaya çalıştığını ve yaşlı Kang Son’un bu evliliği ısrarla istediğini biliyordu. Bu sayede kurnaz danışmanın oğlu iki komşu krallığın hakimi olacaktı. Bu nedenle kahvaltının da eksiksiz olduğunu söylemeye gerek yok.

      İkta, adını aldığı küçük krallığın başkentiydi, verimli bir ovanın bitimindeki tepenin Batı yamacına kurulmuştu. Doğudan batıya kadar uzanan ve aylarca süren bir yolculuğa ev sahipliği yapan yolun kenarında yer alan Ova kareye yakın bir dikdörtgeni andırıyordu. Ovanın doğu ucunda, yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş İlta kasabası ve batı kenarında da kraliyet sarayının bulunduğu İkta hafif eğimli bir tepenin yamacına kurulmuştu. Yolcularımız uyandıkları sabahta pencerelerini açtıklarında geniş ve verimli Pina düzlüğünü, uzakta sisler içerisinde belli belirsiz İkta kentini ve yamacın yukarısına yapılmış olan İkta şatosunun yüksek kulelerini görmüşlerdi. Göz alabildiğine uzanan koca düzlük oldukça hareketliydi. Yeşilin her tonunu görebildiğiniz uzanan ovada insanlar ve hayvanlar durmaksızın çalışıyordu. Kimi hasat yapıyor kimi tarlasını sürüyordu. Hareketli lekeler gibi görünen hayvanlar bir kır manzarası üzerindeki hoş benekler gibiydi.

     İyi bir kahvaltıdan sonra tekrar yola koyulmuşlardı. Kafile bu defa hem dinlenmiş hem de varacakları menzile yaklaşmış olmalarının moraliyle neşelenmişlerdi. Prensesi babasına teslim ettiklerinde görevlerini tamamlamış olacaklardı.  Kıdara, yaşlı şamansa atının üzerinde durgundu. İki gündür konuşan Hiçkimse de sessizdi. Sessizliğinin nedeni tüm yemek boyunca konu birkaç defa açılmış olsa da çok duymak istediği iki kelimeyi kimsenin işitmemiş olmasıydı.
Güneşin her zerre ışığının işe yaradığı bu toprakları güven içinde geçiyorlardı. Kıdara, bir ara yanlarında yol alan İlta kentinin savunma birliği komutanına kuzey yönünü gösterdi ve Udar kalesinin durumunu sordu. Adam, kalenin dimdik ayakta olduğunu, her zamanki gibi kuzeyden gelebilecek tehlikelere karşı krallığın gözü ve kulağı olduğunu söyledi. Yirmi kişilik bir birliğin haftalık nöbetler halinde orada görev yaptığını ekledi.

      Kır atını durduran şaman gözlerini kısarak fersahlarca ötesine baktı. Gri dağların önünde yüksek bir tepeye kurulmuş sağlam kaleyi görmeye çalıştı. Komutan “şanslısınız ki nöbet değişimi yarın olacak isterseniz sizde katılın” dedi. Daha Kıdara’nın ağzından bir kelime dökülmeden Hiçkimse atıldı olur diyerek. Yaşlı adam kafasını sallamakla yetindi. Nedenini bilmese de bu delikanlıda çok iş olacağını seziyordu ve görgüsünün bilgisinin artması için bu gezinin iyi olacağını hissediyordu. Aslında diğerlerine söylemese de çöle yaptıkları yolculuktan beri gizli bir tehlikenin hemen yakınlarında olduğunu biliyordu. Atını üzerinde geçirdiği her dakika da aştıkları her tepede indikleri her vadide bu his kaybolmamıştı.
Yirmi kişilik atlı birlik kaleye varmak için hiç mola vermeden yol almışlardı. Başlarında genç ama zekasıyla ve cesaretiyle büyüklerinin takdirini kazanmış Faliza vardı. Gecenin sabaha döndüğü, tan kızıllığının yeni yeni atmaya başladığı saatlerde yola çıkmışlardı ve şimdi güneş sol yanlarındaydı alçalmaya devam ediyordu. Hala kuzey cephesinde Udar kalesini görememişlerdi. Sayısız kulübe öbeklerinde ve köylerden geçmişlerdi. Bir o kadarda tarlada çalışan, hayvan bakan, ağaçlarla uğraşan yurttaşla selamlaşmışlardı. Hiçkimse’ye kalsa atını durduracak, her birine soracaktı Feta’nın ve Kebasa’nın ne anlama geldiğini. Kıdara izin vermemişti. Bir ara birliğin gerisinde kalmalarını sağlamış ve bu konunun çok fazla dallanıp budaklanmaması gerektiğini söylemişti. Her hangi birinden alınacak dedikodu şeklindeki bilgiye değil güvenilir ve sözünün eri birinin bilgisine gereksinim duyduklarını söylemişti. Genç adam bir kere daha ustasının haklı olduğunu düşündü.  

     Bir saat daha geçmişti ki sislerin arasında birden bire ortaya çıkıvermişti Udar kalesi tüm heybetiyle. Kale, yalçın kayalığın üzerine kurulmuştu ve uzaktan bakıldığında zirveye ulaşabilecek hiçbir yol görünmüyordu. Yaklaştıkça gözlerinde büyüdü kalın duvarlar ve yüksek burçlar. Varacakları hedefi gören atlar hızlanmıştı sanki. Gölgeler uzamış ve çoğalmıştı, tam bir dolunay halini almış ay aydınlık gökyüzünde sarı bir hayalet gibi kendilerini izleyen bir tanrı havasındaydı. Son bir virajı alıp kalenin eteklerine vardıklarında tüm birliği şaşırtan bir manzarayla karşılaşmışlardı.

     Beş altı belki de daha fazla çadır kurulmuştu küçük alana. İster istemez yavaşladılar ve çevreyi inceleyerek geçtiler. Çoğunluğu gençlerden oluşan sessiz bir kalabalık öylece duruyorlardı. Oldukça zayıf ve ufak tefek bedenlere sahiptiler. Dünya ile ilgilerini kesmiş veya büyülenmiş gibi ortalıkta dolanıyorlardı yalnızca. O kadar dalgın duruyorlardı ki selamlarını bile alma gereği duymamışlardı. Birliğin komutanı atını çadırlardan birine sürdü yakılan ateşin başında toplaşan birkaç kişiyle konuşmaya çalıştı ama bir sonuç alamadı. Yabancılar bir kelime bile konuşmadan öylece atlıların yüzüne bakıyor dinliyorlardı. O zaman şaman daha da düşünceli hale geldi. Hiçkimse’ye yaklaştı ve “sana izlendiğimi hissettiğimi söylemiş miydim” dedi. Genç kahraman “Birkaç defa, özellikle de Kobe çölünde bunu senden duymuştum. Anlaşılan bu durum sende hastalık haline geldi” dedi. Yüzünde alaycı bir gülüş vardı.

      Kaleye çıkan dar patikaya girdiklerinde çadırlardaki adamlar dışarı çıkmış, toplaşmışlar merakla kendilerine bakıyorlardı. Uzun zamandır beklediklerine kavuşmuş ve aradıkları sorunun cevabını bulmuş gibiydiler. Atlarından inen savaşçılar, kendileri önde yularından tuttukları atları arkalarında olduğu halde tek sıra halinde dik yokuşu çıkmaya başladıklarında güneş uzaklarda kayboluyor yerini sarı ışıklarıyla gökyüzünde çakılı gibi duran mehtaba bırakıyordu. Kısa bir nöbet devrinden sonra bir haftadır nöbet tutanlar evlerine doğru yola çıktılar.

      Udar kalesi, geniş bir taş bina, ovaya doğru olan kenarın köşelerine dikilmiş iki yüksek kule ve binanın arkasında kalan ve duvarlarla çevrilmiş geniş bir avludan ibaretti. Avlunun içerisinde en temel ihtiyaçları karşılayacak kadar odası vardı ne bir eksik ne de bir fazla. Bir yemekhane, bir talimhane ve birde koğuş vardı o kadar. Asker tayınından ibaret yemeğin hazır olmasını beklerken önde bulunan iki kule arasındaki kalın duvarın üzerine çıktılar. İki askerin yürüyebileceği genişlikte ve otuz adımı aşmayacak uzunlukta olan duvar üzerinde bir o yana bir bu yana yürüdüler bir süre. Kuzey kulesinde bir nöbetçi karanlığın içerisinde kaybolmuş gibi beklemekteydi, ancak dikkatli bir göz kendisini farkedebilirdi.

      Ortalık sakin gözüküyordu, güneş kaybolduktan sonra geceye bir serinlik çökmüştü. Yemek hazır çağrısı gelesiye kadar surlarda kaldılar ve gecenin sesinin ovadaki tatlı yankısını dinlediler. Kıdara, duvara dayanmış düşüncelere dalmıştı. Kafasını kaldırdı tam daire şeklinde olan aya baktı. Yıllar yıllar önce gökyüzüne baktığında gördükleri diğer parlak nesneyi aradı umutsuzca. O uğursuz günden Kaos gününden sonra yüzlerce kere taramıştı bakışlarıyla karanlık gökyüzünü ama her defasında aynı iç burkan sonucu almıştı.  Kutsal disk, parlak ışık, tanrıların evi yoktu artık. Kara gözleri bir kere daha ayın yüzeyine kaydı. Birden ürperdi, sanki bir gölge geçmişti ışıl ışıl yanan gök cismiyle aralarından. Çevreyi taradı tüm dikkatini vererek ama hiçbir şey göremedi. Bu defa bakışlarını uzaklara göremediği güneye çevirdi. Fersahlarca uzaktaki İkta kentini görmeye çalıştı. İçi ürperdi tüyleri diken diken oldu. Boşlukta göremediği, su gibi duru, cam gibi şeffaf bir çift göz kendisini izliyordu sanki. Bir süredir yanında dikilen Hiçkimse’nin sesi kendisini bu düşüncelerden sıyırdı.

      “Usta, üşümeye başladım hadi içeri geçelim.” Kale komutanı Faliza, merdivenlerin başında elinde meşaleyle konuklarını bekliyordu. Ani bir soğuk yel esti, meşaleyi söndürdü ve bir kere daha ürpermelerine neden oldu. Yaşlı adam elini genç yoldaşının omuzuna koydu içeri yöneldiler.

      Kalın meşe ağaçlarından elde edilen keresteler usta dülgerlerin elinde kaba ama sağlam masa ve sandalyelere dönüşmüştü. Duvardaki meşalelerin ışığı yemekhaneye loş bir aydınlık veriyordu. Lezzetli olmasa da doyurucu bir yemek yediler. Servisi aynı zamanda yemekleri de hazırlayan iri yarı yaşlı bir adam yapıyordu.  Nereli olduğu tam olarak bilinmez ama uzun boyu, kemikli iri yapısı, kıvırcık saçları ve çok koyu derisi nedeniyle oralardan olmadığı bellidir. Üstelik laldır. Duyabilmektedir anlamaktadır ama konuşamamaktadır. Konuşmadan bir gölge gibi işini yapmaktadır.  Yemek esnasında kale ve çevre hakkında uzun uzun konuştular komutanla ve diğer askerlerle. İçlerinden biri uzun zamandır tehlike yaşamadıklarını bu nedenle burada beklemenin anlamsız olduğunu söyleyince komutan itiraz etti. Sarı girdap tehlikesini atlatalı uzun bir zaman olmadığını söyledi. İkta’lı komutan Faliza, aralarında dolanan adama dönerek

      “Burku, aşağıdakiler ne zamandır oradalar” dedi. İri yarı adam eliyle iki işareti yaptı. Gidenlerden de o kişilerin iki gün önce geldiklerini öğrenmişti zaten. Önceki sabah uyandıklarında yabancıları orada kamp yaparken bulmuşlardı. Önceleri tedirgin olsalar da düşmanca bir davranış görmedikleri için kalmalarına izin vermişlerdi. Yine de kale komutanı sabah yabancılarla konuşmayı ve kendilerini başka yere belki de İkta’ya göndermeyi düşünüyordu.

      Karnı iyice doyan ve aldığı iki kadehle çakırkeyf olan Hiçkimse, tam zamanı diyerek masanın başında oturan askere dönerek “Aranızda Feta ve Kebasa kelimelerini duyan, bilen var mı? dedi. Biraz ileride büyük bir gürültü koptu. Devi andıran cüssesiyle boş tabakları toplayan Burku elindekileri düşürmüştü. Kahkaha sesleri taş duvarlarda yankılandı. Komutan “Burku istersen git yat bu gün yorulmuşsun anlaşılan” dedi. Ama kelimelerin söylenmesiyle adamın elindekileri düşürmesi arasındaki bağıntı Kıdara’nın gözünden kaçmamıştı.

      “Sen, Feta’nın kim olduğunu biliyorsun galiba” dedi gülüşmelerin arasında kaybolan bir sesle. İri adam mahcup bir şekilde başını yere eğdi. Parmaklarını arasında deri bir çanta vardı. Neler olduğunu anlamayan Hiçkimse bir kere daha sorunca askerler arasında duymadık, bilmiyoruz şeklinde mırıldanmalar oldu. Son sözü birliğin komutanı söyler, “Bizim buralarda bu iki kelime hiç duyulmadı. Ne böyle birileri var ne de yer adı olarak kullanıldı.” Kıdara yerinden kalktı ve Burku’nun yanına yürüdü. Esmer tenli adam çakılmış gibi duruyordu hala salonun ortasında”

      Burku, senin bu konuda bildiğin bir şeyler var, ne dersin?” dedi. Adam elindeki çanta ile oynamaya devam ediyordu. “Feta’yı tanıyor musun?” kafa bir kere daha sallandı. “Peki nerede” dediğindeyse, sol elini kaldırdı ve ileriyi gösterdi  “Kuzeyde mi? Dedi yaşlı adam. Yer yer aklanmaya başlamış kıvırcık saçlı baş birkaç defa onaylar gibi sallandı. Şaman adamın elindeki deri parçasını aldı. İyi işlenmiş ince ama sağlam bir deriden dikilmiş erzak çantasıydı. Arkalarında sandalye sesleri duyulmaya başladı. Yemek sona ermişti ve askerler yerlerinden doğrulup koğuşlarına yönelmeye başlamışlardı ki ovadan sesler gelmeye başladı. Davula veya bir kütüğe vuruluyor gibi düzenli sesler geceyi dolduruyordu.
Askerler, merak içinde iki kule arasındaki otuz adımlık duvara doluştular. Bir kaçı daha iyi görebilmek için kulelerin üzerine çıkmıştı. Başlar, aşağıda toplaşan yabancılara doğru eğildi. Çadırların önünde alevleri insan boyunu aşan ateşler yakılmıştı. Gerilerde bir yerde biri boş bir kütüğe düzenli bir şekilde vuruyordu. Asıl ürkütücü olan ateşlerin önünde dans eden canavarlardı. İşte o zaman kendilerini bekleyen gece hakkında bir fikir sahibi olmuşlardı.

      Vücutları kıllı, kocaman gövdeli ve kurt başına sahip yaratıklar ateşlerin etrafında çılgınca dans ediyor bağrışıyorlardı. Kalenin önü bir anda vahşi ormana dönmüştü. Yaratıklar, büyülenmiş gibi gökyüzünde parıldayan dolunaya bakıyorlar ve gecenin tüm masumiyetini bozacak kadar iğrenç bir sesle uluyorlardı. Kale komutanı Faliza sol kulede sessizce bekleşen nöbetçiye döndü “Tehlike işareti ver” dedi. Tiz bir çan sesi yankılanmaya başladı karanlıkta. Tınısı kulakları rahatsız edecek kadar tiz olan çan her saniye vurdukça ateşlerin etrafında dönüp duran vahşi varlıklar deliriyorlardı. Bilmeseler ve kendileri gözleriyle görmeseler birkaç saat önce sessizce çadırlarında oturan dolanan o kişilerin bu yaratıklar olduğuna inanmazlardı. Askerlerden biri dayanamadı ve haykırdı. “Tanrım bunlar nedir böyle kurda dönüşmüş adamlar mı? Biraz geride duran Kıdara’nın neler olduğunu bilmişçesine kafasını salladığını kimse göremedi tabii. Yaşlı adam geriye avluya inen merdivenlere yöneldi.

      “Komutanım, şimdi ne yapacağız” dedi askerlerden biri. Yanıtı Hiçkimse verdi; Bekleyeceğiz…
      
      Beklemeleri çok uzun sürmedi. Bir dakika geçmemişti ki derinlerden korkunç bir uluma duyuldu. Ses diğer bütün gürültüleri bastıracak kadar güçlü ve surların üzerinde olabilecekleri izleyen askerlerin kanını donduracak kadar etkiliydi. Bağırışın yankıları daha duyuluyordu ki aşağıda dolanan yaratıklar hep beraber üzerine kalenin kurulduğu kıraç tepeye saldırmaya başladılar. Ellerinde nereden buldukları belli olmayan kılıçlar kamalar baltalar vardı. Aslında onca silaha gereksinimleri de yoktu, güçlü pençeler, keskin dişler en iyi silahlardan da iyiydi. Yılların savaşçılarıymış gibi insan üstü bir çabayla yukarı tırmanıyorlardı. Bazen dört ayak üzerinde bazen arka ayakları üzerinde düz yolda koşar gibi çıkıyorlardı dik yokuşu.

      İlk korkuyu atlatır atlatmaz askerler savunma pozisyonuna geçti. Eğitimli, güçlü kollar kalın yaylara asıldı ve gerilen yaylarda biriken enerjiler sağlam okların ucunda ileri fırladı. Karanlıkta havayı yaran sayısız oktan bazıları hedeflerini bulmuş çoğu gecenin koyuluğunda kaybolmuştu. Acı dolu birkaç hayvani bağırış askerlerin yüzlerinde gülümsemeye yol açsa da kalın duvarlara yaklaşan yaratıklar daha da korkutucu olmaya başlamışlardı. An be an vahşi çığlıklar yaklaşıyordu. Hiçkimse hemen yanında duran yedek yaylardan birini aldı, hırsla gerdi ve kirişinden fırlayan ok şimşek gibi ileri atıldı. Göz açıp kapayacak bir sürede sürünün önündeki yaratığın göğsüne saplanmıştı. Bu darbe vahşi hayvanı bir saniye duraklatsa da yaratık yarısına kadar batan okun kalan ucunu kırdı attı ve akan kana aldırmadan koşmaya devam etti. Arkasından ilk okun hemen altına karın boşluğuna doğru bir tane daha saplandı ama hayvan gene hız kesmeden ilerlemeye devam ediyordu. Şaşkın durumdaki Hiçkimse bakışlarını gökyüzüne kaldırdı, dost bildikleri dolunaydan yardım ister gibiydi. Ama sarı yuvarlak kendilerine değil kurda dönüşmüş adamlara yardım ediyordu.

      Kayaları ve toprak yolu aşan ilk yaratıklar kalenin duvarlarının dibinde durdular. Oklar yukarıdan yağmaya devam ediyordu ama pişmiş ete batan çöp kadar etkili olamıyordu. Sanki uzaklardan gelecek bir emir bekliyorlardı.

      Yukarıda bütün bu kargaşa devam ederken merdivenlerden aşağı inen Kıdara bütün garnizonu dolaşmıştı. Koğuşa girdi, yemekhanenin tüm bölümlerini dolaştı, talimhanenin her yerini aradı. Aradığı her neyse bir türlü bulamıyordu. Yaşlı adamın oradan oraya dolandığını gören iri yarı esmer tenli Burku neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. En son olarak birlik komutanının karagahına girdi. Daha kapıdan bakar bakmaz bakışları hedefe kilitlenmişti. Karşıda rafta hafif kararmış beyaz bir metal şamdan öylece duruyordu. Hızla kaptı iki gözlü şamdanı ve yemekhanenin bir yanında kurulmuş mutfak ocağına yöneldi. Burku, ne olduğunu bilmese de adamın peşindeydi. Bir dakika geçmemişti ki kalın bakır kapların biri kuvvetle yanan ocağın üzerine konulmuştu şamdan da içerisindeydi.

      Duvarın dibinde çığlıklar atan yaratıklar kuduz gibiydiler. Aynı uluma bir kere daha duyuldu ama bu defa hemen aşağıdan ağaçların arasından geliyordu. Sesin kaynağı bir abide gibi aşağıda kalenin önündeki düzlükteydi ama çığlık dolunaydan vahşiliğini alıyor gibi çoğalarak askerlerin kulaklarına eriyordu. Tüm gözler sesin geldiği yere dönünce diğerlerinden çok daha iri ve çok daha azametli bir yaratık görmüşlerdi. Kalın esnek bacaklarıyla diğerlerinin soluk soluğa aldığı yolu çok daha çabuk tırmandı. İki ayağının üzerinde doğrulduğunda bunu bir işaret sayan diğerleri hep beraber duvara tırmanmaya başladılar. Pençeleriyle taşların arasındaki kısa boşlukları kavrıyorlardı. Öyle ki sanki düz yolda ilerliyorlarmış gibi rahattılar.  

      Kurtadamlar, duvara tırmanmak için emir beklediği anda merdiven başında Kıdara ve Burku gözüktü. Ellerinde küçük bakır bir tencere vardı. Adam ıslık çaldı ve askerlerin kendisine bakmasını sağladı. “Yiğitler” dedi sakin ama etkili bir sesle;
“Oklarınızın uçlarını ve kılıçlarınızın keskin kenarlarını bu ay metaline batırın” Başta komutanları Faliza olmak üzere kimse bir şey anlamamıştı ama donmuş gibi duran yiğitlerin arasından Hiçkimse fırladı ve yıldız taşından üretilmiş kılıcını batırmak istedi.

      “Senin ihtiyacın yok kılıcın zaten yıldız taşından dövüldü” cevabını aldı. İlk vahşiler duvarın üzerine indiğinde askerlerin büyük bir kısmı silahlarını beyaz parlak ay metaline batırmayı başarmışlardı.

      Saniyeler sonra surların üzerinde göğüs gögüse bir kapışma başlamıştı. Bir tarafın açık üstünlüğü belli oluyordu. Bir tarafta doğal silah olan sivri dişler ve keskin pençeler ve bu pençelerin kavradığı ilkel silahlar diğer tarafta güçlü kaslar ve su verilmiş çelikler ve de ay metalinin efsanevi kudreti. Kıran kırana sürdü savaş dakikalarca. İnsan çığlıklarına vahşilerin böğürtüleri karışıyordu.  İyi dövülmüş çelikler batırıldığı metalin renginde bembeyaz parlıyordu her savruluşunda. Burku’nun ocakta erittiği metalin gücü tüm askerlerin yüreğine cesaret ve kuvvet salmıştı. Bir ara Hiçkimse ile Kurtadamların lideri olan dev yaratık karşı karşıya geldiler. Aralarında kurtadamlardan ve onlarla boğuşan askerlerden oluşan bir duvar vardı.
Hiçkimsenin Tanrıların hediyesi olan yıldız taşından dövülmüş ağır kılıcı havada her döndüğünde bir uzuv alıp götürüyordu vahşilerden. Kesilen kopan her beden parçasına bir vahşi çığlık ekleniyordu. Vücutlar kan içerisinde kalmıştı, ciğerler sürekli hareket eden kaslara oksijen götürebilmek için körük gibi çalışıyordu.  Faliza, çok sonra Şaman Kıdara’ya bu metali nereden bulduklarını sorunca “bu sizin odanızın rafında hep vardı” yanıtını almıştı.

      Kıdara’nın genç adama sürekli odun kırdırmasının faydası görülüyordu. Kasları kendisini utandırmamıştı. Bir yandan önüne çıkan vahşilerle dövüşüyor biryandan da yüzüne yapışmış saçlarının arasından kurtadamların liderini arıyordu. Bulması zor olmamıştı, birkaç asker ilerisinde iki ayağının üzerinde çevresine kan ve ölüm saçmaya devam ediyordu. Kafasını hafif sağa çevirince Burku’nun da ileri yaşına rağmen eline geçirdiği bir kılıçla savaştığını gördü. Soluna bakınca da Kıdara, herkes gibi kılıç sallamaya devam ediyordu. Özel dövülmüş kılıcı tam bir ölüm makinası gibiydi. Gözüne kestirdiği rakibine adım adım yaklaşıyordu. Birden sırtında bir acı hissetti.  Nereden geldiği belli olmayan bir pençe, sol omuzunda derin bir iz bırakmıştı. Ne olduğunu anlamak için hafif döndü ve gözleri kanlı uzun çeneli kocaman dişli ağzından kan ve salya akan bir yaratıkla karşılaştı. Şu ana kadar bir kenara savurduklarının hiç birinin yüzüne bakmamıştı. Bir an belki göz açıp kapamadan daha kısa bir an yaratığın gözlerinde masumiyet sezdi. Pis bir işe zorlanan insanların bakışlarındaki saflıktı bu, işte ne olduysa o bir anda oldu. Bu defa sağ yanına bir pençe aldı. Allahtan geri sıçramıştı da sadece iz bırakmıştı uzun keskin tırnaklar.

      Arkasından bir acı ses geldi. Bir çığlıktı ama ne insan ne kurtadam çığlığına benziyordu. Geri döndüğünde kendisiyle vahşilerin liderinin arasında kalan Burku’ vardı ve liderin, kendi kafasını hedef alan kılıcını gövdesiyle durdurmuştu. Kimseye üzülecek merhamet edecek zaman olmadığı için kalenin hizmetkarını hedef alan vahşiyi görmek istedi. Lider tam karşısında duruyor ve iğrenç kokusunu yüzünde hissettirecek kadar derin soluk alıp veriyordu. İlk darbe liderden geldi sağa kaçarak hamleyi savuşturdu. Ardından kılıcı şimşek gibi kalktı ve indi. Az önce zarif bir hareketle kurtulduğu darbeyi indiren el dirsekten koptu. Hiçkimse’nin içindeki öfke kocaman bir kütük gibi uzanan tüylü kolu biçmeğe yetmişti. Kale duvarlarında, acı dolu öfke cisim bulmuş, ses olmuş gibi yankılandı. Hiçkimse’nin kolu bir kere daha kalktı ama bu defa sadece havayı yardı. Lider kurtadam geriye sıçramıştı. Birkaç adımda yukarı nöbetçi kulesine çıktı. Bir nara daha attı. Kurt adamlar o nara ile kaçmaya başladılar. Gökyüzünde batıya doğru ilerlemiş olan dolunay hükmünü vermiş çarpışmayı insanoğlu kazanmıştı.

      İnsanlar galipti, düşmanlarını kaçırmışlardı ama kazanan taraf değillerdi. Yirmi asker ve iki kahraman yolcu ve bir hizmetkar kanlar içerisindeydi. Zor olan kaledeki yaralıların tedavileri oldu. Bulunan her bez ile yaralar sarılmaya çalışıldı. En sağlamlardan iki kişi “belki geri gelirler” diye nöbetçi bırakıldı. Hiçkimse kendi ile liderin pençesi arasına atarak yaşamını kurtaran Burku’yu aramaya başladı. Duvarın dibinde esmer tenli yaşlı adamı bulduğunda Şaman başındaydı ve kendince dualar ediyordu. Kıvırcık saçlı dev adam Hiçkimse’ye başıyla işaret etti. Genç adam ağır yaralının yüzüne eğildi. “Telek ve Larena” dedi. Sonra hala dudakları kıpır kıpır olan Şamana dönüp “beni affetmesini sağla” dedi. Kısa bir soluk almanın ardından başı yana düştü. Adam son nefesini vermişti.

      Genç adam bütün bunların ne demek olduğunu anlamamıştı. Ama bunları düşünecek zamanı da yoktu. Bir pençenin değmediği veya keskin dişin dokunmadığı kimse yoktu. En azından birkaç sıyrık iz olarak kalmıştı bedenlerde. Yaralılar daha sağlam ve iş görecek kadar gücü olanlar yardımıyla aşağıya koğuşlara indirildi. Şaman Kıdara sanki bir hekimmiş gibi çalışıyordu. Komutan Faliza avlunun bir kenarında kurulmuş olan ağaç kümese yöneldi. Kümesten bir kuş tuttu, üzerindeki kanlı elbisesinin küçük bir parçasını yırttı ve hayvanın bacağına bağladı. Çabuk adımlarla duvarların üzerine çıktı ve kuşun başını şefkatle öperek karanlığa bıraktı.

      Sabaha karşı İkta Kralının odasının kapısı hızla çalınıyordu. Önemli bir şey olmamış olsa kapısının bu kadar şiddetli çalınmayacağını bilen yaşlı kral yerinden kalktı. Karşısında askeri danışmanı ve alçak gönüllü ordusunun komutanı vardı. “Bir baskın daha yedik sanırım” dedi üzgün bir sesle. Hala uyanamamış olan kral neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki bıyıkları kırarmış ama hala dinç gözüken subayının iri ellerinde tuttuğu kuşu gördü. Komutan kuşu ters yüz etti ve ayaklarına bağlanan kanı kurumuş bez parçasını gösterdi. “Udar kalesinden geliyor” dedi. Durum anlaşılmıştı umarım geç kalmayız” dedi. Devamında Kralın emri birkaç sözcükten ibaret tek bir cümleydi. Hemen destek yollayın. Yarım saat sonrasında, halk arasında paniğe yol açmamak için destek kuvvetleri sessizce yola çıkmıştı.

      Gün ışımaya başladığında derin bir soluk aldı Kıdara. Bu tür yaratıkları daha önce görmüştü. Binlerce fersah batıda rastlamıştı. Yalnızca dolunayda çıktıklarını biliyordu ve en azından bir ay rahat olacaklardı. Kale kapısından çıktı ve aşağıya bir gün öncesi gördükleri çadırlar boştu. Tam da tahmin ettiği gibi çadırların çevresinde ve ağaçların arasında bir gün önce gördükleri adamlar cansız yatıyorlardı. “Zavallı kurbanlar” dedi mırıldanır gibi…

      İkta’da kahraman gibi karşılandı bu yirmi yiğit. Danışmanın oğlu KenDo içten miydi yoksa durumu kurtarmak için mi bilinmez ama bir hayli hayıflanmıştı orada olmadığı için. Krala ve kralın bilgeliğine güvenerek akıl danıştığı Kıdara’ya göre Prenses, yuvasına kavuşmuştu ama tam anlamıyla güvende değildi. Uygar krallıkların vahşileri hafife almamaları gerektiği konusunda üstü örtülü bir fikir birliği oluşmuştu. Bu nedenle acele bir toplantı yapılmalı ortak hareket edilmeliydi. Ve prenses Lanida’nın baba evine dönüşü kısa ziyaret olmuştu.

      Geri dönüşte Hiçkimse, yanında yol aldığı Ustasına “Bu defa maceramızı kraliyet duvarına yetiştiremeyeceğiz” dediğinde “Bazı durumlar kahramanlık maceralarından daha önemlidir” yanıtını almıştı. "Üstelik o çok merak ettiğin sorunun cevabına bir adım daha yaklaştın."

       Uzaklarda uygar insanların giremediği yerlerden birinde sol kolu dirseğinden kesik bir adam karşısındaki hırpani kılıklı birinde azar işitiyordu. Yine başarısızlık üstelik yapılan büyüye rağmen Ben bu durumu Kuzgun Krala nasıl açıklayacağım diyordu. Kolunun acısı taze olan Rasa, karşısındaki Gambaatara baktı. “Ben kolumdan oldum sense hala başarıdan söz ediyorsun. Üstelik yine de başarılı sayılırız. Büyü İyi bir büyüydü ve insanları vahşi kurtlara dönüştürüyordu. Tek kusuruysa sadece ayda bir kere işliyor olması. Dedi. Sanki her şey unutulmuş gibi sözlerine devam etti. Bir daha ki sefere daha güçlü insanlara Kurt büyüsü yapmalıyız” dedi.

12
Kurgu İskelesi / Anchilea - Kutsal Kalkan
« : 22 Eylül 2015, 17:45:30 »
                                G İ R İ Ş

      Dünyamız Milattan sonra 1054 yılında evrimini tamamlayan büyük kütleli bir yıldızın patlamasına tanık oldu. O zamanlar Çin de hüküm süren "Sung" hanedanının tarihçisi  Sung-Shih şöyle yazıyordu.

      “Chig-Ho egemenliğinin birinci yılının beşinci ayında  Thien-Kuan'nın güney doğusunda bir konuk yıldız belirdi. Bir yıldan fazla bir süre orada kaldıktan sonra yok oldu"

      Aynı olay o yıllarda Konstantiniye Polis'te yaşayan Bağdatlı İbni Butlan tarafından da kaydedilmiştir. Ayrıca bu olay Kızılderili'ler tarafından Kuzey Amerika'da Chako kanyonundaki kayalara da işlenmiştir.
      Yukarıda yazılı tarihi bilgiler dışında bir başka gerçek olayı on dördüncü yüzyılda yaşamış ünlü Gezgin-tarihçi İbni Batuta anlatmaktadır.

      “Yine bir toplantı sırasında bey bana; "Hiç gökten inen taş gördün mü?" diye sormuş, bende; "Ne gördüm ne işittim" cevabını vermiştim. Bunun üzerine Birgi dışında böyle bir taşın düşmüş olduğunu söyleyip adamlarını çağırttı. Onlara söz konusu taşın getirilmesi emrini verdi.
      Bu adamlar simsiyah, sert ve kaypak bir kayayı alıp getirdiler. Ağırlığı zannıma göre bir kantar çekmekte idi. Bey bu defa taşçıları çağırttı. Bunlardan dört usta gelip divan durdular. Taşın parçalanmasını emredince ellerindeki balyozlarla dörder kere vurdularsa da bir şey olmadı. Buna şaştım kaldım. Bey bu denemeden sonra taşın götürülüp eski yerine konmasını buyurdu."



                           B İ R İ N C İ B Ö L Ü M  

   Adamın bir dediği iki olmuyordu. Çevresi ipeklerle kuşatılmıştı, yattığı yatak, başını koyduğu kuştüyü yastıklar, içinde bulunduğu odanın duvarları rengarenk kumaşlarla kaplanmıştı. Zeminde uzun tüylü bir halı vardı, parmakları halının havları arasında kayboluyordu. Ömrünce görmediği göremeyeceği bir rahatlıktaydı. Kolunda, genç, etine dolgun, beyaz tenli ve güzel bir kadın vardı. Kösnül hareketleri ile adamı büyülemişti sanki. Uzaktan gelen seslere uyan bedeni, yuvarlak kalçaları hiç boş durmuyor kıvranıyordu. Kocaman göğüslerini adamın ağzına sokacak gibi uzatıyor adam onları öpmek ister gibi yaklaşınca, kıvrak hareketlerle kendini geri çekiyordu. Bir başka güzel az ötede, sabırsızlıkla sırasını bekliyor gibiydi. Sadece iki kişi değillerdi, başka güzeller çevresinde dört dönüyorlardı. Gencecik delikanlılar yarı çıplak bedenlerinle hem adama hem de diğer kadınlara hizmet etmek için bir görünüyor bir kayboluyorlardı. Kadehi hiç boş durmuyor o içtikçe çevresinde dönüp duran gençlerden biri gelip kadehini tekrar dolduruyordu. Önündeki sehpada tadını bilmediği meyvelerle dolu tabaklar vardı. Dilberler bir parça ondan bir parça ötekinden uzatıp tattırıyordu. Uzaklardan gelen tatlı bir melodi içine işliyordu.
   Birden bir gürültü koptu, dünya karardı. Zifiri karanlık çevrelerini bir ağ gibi kaplamıştı. Müziğin insanın içine işleyen yumuşak nağmeleri, davulların zillerin çaldığı çılgınlığa dönüştü. Uzaktan duyulan koro, acı haykırışlarla bağrışıyordu şimdi. Adamın kadehindeki tatlı şarap, kızıl kana dönüşmüştü, kanın ılıklığını dudaklarında hissetti. Kucağında kendisini öpen koklayan güzel kadın, bir anda yaşlı ve çirkin bir cadıya dönüştü. Çevresinde dönen delikanlılar ellerindeki keskin bıçaklarla üzerine gelmeye başladılar. Tanrının verdiği güç ile üzerindeki ucube varlığı itti. Bir yandan aksak ayağının engellemesine rağmen kaçmaya çalışıyor, bir yandan da içinden gelen kusma isteğini durdurmaya gayret ediyordu. O anda, dostları, silah arkadaşları yanında belirdi. İşler tersine dönmüş bu kere kaçma sırası çirkin cadıya gelmişti.
      Cadı kaçarken, Bir gün geri döneceğim! Sizlerden intikam alacağım!!" diye bağırıyordu. Derisi kemiklerine yapışmış titrek cadı birden beliren sislerin arasında kayboldu. Önce bir gölge haline geldi sonra tamamen kayboldu. Kayboldu ama cırtlak sesi sislerin içerisinden duyuluyordu. "Hekate, sizlerden bunların hesabını soracak" diyordu. Adam, Kaçma! Dur kaçma derken kan ter içinde uyandı. Tiz kahkahalar kulaklarında çınlıyordu. Gecelerdir kendisini rahatsız eden kabuslardan birini daha görmüştü. Birkaç dakika geçmemişti ki çadırının kapısı aralandı. Genç ulaklardan birinin kafası kapıda göründü.
   -Bey sizi çağırıyor" dedi. Yaşlı adam sözleri onaylamak için başını sallarken gördüğü kabusun etkisindeydi hala.


      Yattığı yerde, belki onuncu belki yüzüncü kez ve bir kere daha döndü. Esmer tenli hafif toplu genç gezgini, başını saman yastığa koyalı saatler olduğu halde bir türlü uyku tutmuyordu. Akşamüzeri Birgi Beyinin gösterdiği taşın sırrını çözmeden uyku tutmazdı da. Taşı bulup getirdiği söylenilen "Topal Memet" namlı kişi ile görüşebilmek için haber salmıştı. "Topal Memet ovada anca yarın gelir" dediklerinde gecenin uykusuz geçeceğini biliyordu.
      Uyandığında ise uykusuzluğundan eser kalmamıştı. Güneş ortalığı aydınlatmaya başlayalı bir hayli zaman geçmişti. Daha iyi daha yumuşak yataklarda da yatmıştı ama batı rumelinin yoksul beyliğinde bulabileceği rahatlık bu kadar olmalıydı, gerneşerek yerinden doğruldu. Gezginliğin en güzel yönlerinden biride kaçta uyanırsan uyan kahvaltını hazır buluyordun. Hem de öyle böyle değil, mükellef bir kahvaltı. Aylardır yollardaydı, artık iyice öğrenmişti ki konukluğun hakkı üç gündür. Uyandığı bu sabah ise üçüncü günün sabahıydı. Konukluğunu daha uzatırsa böylesi zengin ikramların azalacağını bir zaman sonra ise hiç bulamayacağını biliyordu. İşte bu yüzden yol boyu dinlediği öykülerin ilginçlerinden biri olan bu "Gökten inen taş" öyküsünü dinleyip tekrar yollara düşmeliydi.
     Topal Memet kapıda belirdiğinde kahvaltısını yeni bitirmiş kahvesini yudumluyordu. Kapıda durup içeri girmek için destur bekleyen yaşça kendisinden büyük kişi öyle bir kantar ağırlığı kaldırıp taşıyabilecek birine benzemiyordu. Orta boylu ufak tefek yapıdaydı. Zayıf bir bedeni vardı ama çelimsiz biri gibi de durmuyordu.
    “Beni emretmişsin Gezgin Bey" dediğinde kapıda çakı gibi dineliyordu. Kahvesinden bir yudum daha alan Gezgin ayakta dikilen adama göz ucuyla baktı. Ayakta duruyorken topallığı belli olmuyordu.  "Gel" anlamında bir işarette bulunarak yanına çağırdı kapıdaki adamı. Adam hafif aksayarak yürüdü, gezginin oturduğu sedirin karşına yere bağdaş kurdu. Gezgin, saniyeler geçtiği halde söze nasıl gireceğini bilemiyordu. Onun bu sıkıntısını anlayan Topal Memet söze başladı.
     “Beni Karataş için aradığınızı söylediler" dedi. Akşam gezi defterine "Gökten inen taş" diye yazmıştı ama Topal Memet "Karataş" diyerek merakını daha kısa ve öz olarak anlatmıştı. "Karataş." Oda bundan sonra kısaca "Karataş" diyecekti.
     “Evet yiğidim, Karataşın öyküsünü senin yaşadığını söyledilerdi. Merak ettim anlatır mısın" dedi. Aslında Topal Memet bu konu üzerinde daha fazla durmak istemiyordu. Kendi anlattıklarının değiştirilerek ve abartılarak anlatıla geldiğini biliyordu. Odada sedirin köşesinde bağdaş kurup oturan esmer derili kırçıl sakallı genç gezgine öylece baktı. Buraya bu odaya gelmeden önce uğradığı Beyi istememiş olsaydı anlatmayı düşünmezdi. Beyinin hatırı için bir kere daha anlatacaktı.
     Topal Memet boyundan umulmayacak kahramanlıklar yapmış bir yiğitti. Yıllarca karada ve denizde küffarla savaşmıştı. Bir kaç yıl önce bir gaza esnasında ayağından oklandığı için yürüyüşü aksamaya başlamıştı. Üstelik yaşlanıyordu da, gençlerin arasında kılıç kullanma zamanı geçiyordu. Mehmet Ağa bu olaydan sonra da kaldığı yerden devam etmek istemişti ama Süleyman Bey onu geriye çekmişti. "Bunca zamandır cenk ettiğin yetti. Artık yanımda kal bizlere yiğitler yetiştir." demişti. İstese de istemese de bu emre uyacaktı. Aldığı eğitim ve disiplin bunu gerektiriyordu.    
   Yaşlı adam bir an durdu. Gözlerini karşısında oturan genç gezginin arkasındaki duvara dikti. Duvarların çok ötesini görüyor gibiydi. Gezgin ise bakışlarını yere eğmiş sabırla bekliyordu. Duyduklarının doğrusunu öğrenebilmesi için karşısındaki Gazi'nin gönlünün olması gerektiğini biliyordu. Yerinden yavaşça doğruldu. Parmaklarının üzerinde yürüyerek kapıya çıktı. Kapının hemen önünde beklemekte olan hizmetkâra "Kendilerine iki soğuk şerbet getirmesini" söyledi. Yerine tekrar oturduğunda savaşçı anlatmaya başlamıştı. Kelimeler ağzından dökülüyordu ama kendisi orada değildi sanki.



     “Ayağımdan oklandığımda yaramı önemsememiştim. Gazadan dönünce ulu caminin imamına gösterdim. Mümin hoca eskilerdendir. Medresede okuduğu için bilgisi derindir. Okun ayağımda kalan bölümünü çıkardı. Şifalı otlarla tımar etti. Zamanla yara iyileşti ama eskisi gibide olmadı. İşte o zaman Süleyman Bey, beni yanına aldı. Özel ulağı oldum. Talimcilik yapmaya başladım. Bilirsin kılıç kalkan, ok atma gibi savaş sanatlarını elimden geldiğince yeni yetmelere öğretmeye çalışıyordum. Bir gün beyin beni istettiğini söylediler. Yanına vardığımda bana özel görevler vereceğini söyledi. Dağ köylerine kaybolan kız çocukları olduğunu, oralarda gizlenen putperestlerden kuşkulandıklarını ekledi. Çocukları bulmamı, putperestler hakkında sağlam bilgiler, kanıtlar edinmemi" istedi. "Bu iş sandığımızdan daha ciddi olabilir bu nedenle, git ve bizi unut" dedi.
Hayatımda bir hareket yoktu. Her ne kadar yeni yetmelere bir şeyler öğretmek cazip görünse de benim gibi biri için çok zordu. Belki yaşamım biraz hareketlenir diye umutlanmıştım. Lakin oralara öyle elimi kolumu sallayarak gidemezdim. Bir oyunbozanlık gerekiyordu. Onu da ben bulmuştum"

Onlar konuşurlarken odaya hizmetkâr elinde tepsiyle girmişti. Maşrapaların içindeki karlar yenice eriyordu. Elinde tepsiyi hafifçe titreyerek tutan yaşlı adam  "Size Bozdağ’ın karlarıyla şerbet yaptım" dedi. Tepsideki bardaklarda kırmızı renkli karlar vardı. Kışın toplanan karlar serin mağaralarda, derin kuyularda bekletiliyor, yazın içecekler bu kar suyu ile yapılıyordu. Hizmetkar geldiği gibi sessizce çıktı. Oda da yalnız kalasıya kadar sessizce bekleyen Topal Ağa kapının kapanması ile tekrar anlatmaya başladı. Sanki anlatmıyordu da olayları yeniden yaşıyordu.


      Güneşin ufka yaklaştığı saatlerde yaşlı sayılabilecek ufak tefek bir adam kuytulardan, gölgelerden ilerliyordu. Hem yürüyor hem de kendi kendine konuşuyordu.
      “Yeteri kadar hoşgörü gösterdik" diyordu. "Daha dün geldiler bizleri baba toprağımızdan atmaya çalıştılar." Konuşan dili değildi sadece, gözü kaşı, eli, kolu konuşmasına eşlik ediyordu. "Yalnız Asya’nın içlerinden gelen Yörükler değil, Hıristiyan dönekleri de aynı. Biz onların ne ezanlarına ne çanlarına bir şey demiyoruz.  Peki, onlar neden bizlerle uğraşıyorlar. Ne istiyorlar bizlerden, bizim inançlarımızla ne alıp veremedikleri var.
     Bizler, yani akşam güneşinde yürüyen yaşlı adam ve birazdan aralarına katılacağı gurup; ve onlar, kendilerinden olmayanlar. Yani gücü yetermiş gibi tek bir tanrıya inananlar, İsa'ya, Musa'ya, Muhammet'e inananlar. Kafasını batıya çevirince güneşin ufka iyice yaklaştığını farketti, söylene söylene adımlarını hızlandırdı. Güneş, çam ormanlarıyla kaplı tepeyi aşmadan kendisi aşmalıydı. Üstelik daha öteye de çok yolu vardı.      
   Hıristiyan Rum köyünde doğmuştu. Köyün kilisesinde Mavro baba tarafından vaftiz edilmişti. Dini bilgilerini, İsa'yı, İncili hep Mavro Babadan öğrenmişti. O Mavro Baba ki kendi babasını da vaftiz etmişti. Köylerinde hiç müslüman yoktu. Köylerinde yoktu ama civarda Müslüman köyleri çoğalmıştı. Kendi çocukluğu da hemen yakınlarına konan göçebe Yörükleri anımsadı. Kendilerinden farklı yaşıyorlardı. Giyimleri, adetleri, ibadetleri, yaşantıları çok farklıydı. Büyükleri köy yakınlarında yerleşmelerini istemeyince karşı yamaca yerleşmişlerdi. İlk geldikleri gibi kalmamışlar sonradan gelenlerle çoğalmışlar, kocaman bir köy olmuşlardı.
     Yorgun bacakları yaşlı bedenini taşıyamaz olmuştu. Bütün gün evinin arka bahçesinde çapa yaptıktan sonra bu yürüyüş hiç mi hiç çekilmiyordu. "Önemli" denilmeseydi "Uzaklardan konuklar gelecek" denilmeseydi gitmezdi ya...
      Evlenme çağına geldiği günleri anımsadı. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan bir delikanlı olduğu yıllarda köylerine bir adam gelmişti. O günlerde şimdi yaşadığı yılları yaşayan bir adam. Uzun ve kırçıllı sakalları vardı. Adının "Aiptos" olduğunu sonradan öğrendiği bu adam köylerinde kaldığı müddetçe hiç sevilmemişti. Sevilmemişti ama kimsede hakkında kötü bir söz söylememişti. Ahali, Aiptos'a korku ve korkudan kaynaklanan saygı duyuyorlardı.
     Günün aydınlığı yerini akşamın alacasına bırakmıştı. Yine de yaşlı adam olası meraklı gözlere görünmemek için yol kenarından, gölgelerden yürümeye devam ediyordu. Allah'tan boyu fazla uzun değildi. Bazen kasıtlı yolunu değiştiriyor, ağaçların arasına girip çıkıyordu. Bir yandan da bu kadar korkmasının gereksiz olduğunu kendi kendine telkin ediyordu. Türkler askerlikten fırsat bulup buralara çıkmazdı. Kendi soyundan olanlar ise daha çok ticaretle uğraştıkları için çok sevdikleri iş yerlerini bırakıp uzaklaşamazlardı.
    Bu düşüncelerle yürürken yolun üç yüz dört yüz metre ilerisinde aksayarak yürüyen gölgeyi fark etti. Durdu, her dakika daha da koyulaşan gölgelerden ayırt edebilsin diye gözlerini kısarak dikkatlice baktı. Tahmininde yanılmamıştı, önünde yürüyen "Topal Memet"ti. Birader diyecekti, yutkundu, tedbirli olmakta yarar var diye düşündüğü için bağırmaktan vazgeçti. Çıkmakla bitiremediği yokuşta bacaklarına kuvvet vermek için elleriyle dizlerine bastırmaya başladı. Hızını biraz olsun arttırmıştı. Önünde giden yolcuyu yakalayabilirdi çünkü Mehmet ağa topaldı.
     “Merhaba" dedi soluk soluğa. Sesi başkalarınca duyulamayacak kadar yakına gelince seslenmişti.      
    “Merhaba" diyerek selamını aldı Topal Memet. Selamı vereni tanımak için bir an durdu. Akşamın alacasında Aksak Gazi Memet’in kendine selam veren adamı tanımaması mümkün değildi. Arkasından geldiğini uzun zaman önce fark ettiği bu adam, O'na kapısını açan adamdı. Soluklarını düzenleyebilmek için kendini zorlayan, zayıf keçi sakallı yüzü bir süre süzdü. Beyiyle kavga edip kovulduğunda dağların güney yamacındaki köylere kaçmıştı. Tanrı misafirini sorgusuzca kabul edenlerden biri olmuştu yüzüne baktığı nalbant Yorgo.
     “Seni de mi çağırdılar Turko" dedi kuşkulu bir şekilde ve zorla gülümseyerek Aslında kendi milletinde kovularak aralarına sonradan katılmış birinin çağrılmasına hayret etmişti. Topal alıngan bir sesle,
     “Turko değil" dedi. Üzerine basarmış gibi "Birader" diye sözlerini tamamladı. Peşinden de zorda olsa gülümseyerek “Ne zamandır sizlerleyim hala mı "Turko" dedi sitemle. Mehmet Ağa'nın zayıf yüzü durgunlaşmıştı bu sözleri söylerken.
     Bu Topalı kim çağırmıştı bilmiyordu ama çağırıldığı iyi de olmuştu. Ne de olsa kendisinde daha genç ve daha kuvvetliydi. Yorgo'nun düşünceleri doğruydu. Kendisi gelmeden çok zaman önce namı gelmişti birlikte yürümeye başladıkları adamın. Komşusunun karısına mı, kızına mı göz dikmiş denilmişti. Dayaktan neredeyse öldürülmek üzereyken dağlara kaçmışmış. Uzun zamandır bu civarda oturuyor olsalar da bu toprakların sahipleriymiş gibi davransalar da henüz dağlara dağ köylerine hakim değildi Türkler. Köy de kıstırdıkları topal adamı bir hayli hırpaladıkları, kaçıp gelen adamın halinden belliydi ama kendisini dağların eteklerine kadar kovaladıktan sonra peşini bırakmışlardı.
     Köylerine geldiğinde köyün ileri gelenleri kabul etmemişlerdi Topalı. Köylüsünün tavrı ortadayken Yorgo'da barındıramazdı doğal olarak. Yine de gizlice bir kaç günlüğüne de olsa yatacak yer vermişti. Bir zaman sonra kendisinin de üyesi olduğu guruptaki etkili kişilerin yanına göndermişti. Uzun süren sessiz bir yürüyüşten sonra Yorgo kafasındaki soruyu yanında yürüyen arkadaşına sordu.
        “Senide mi çağırdılar?" Memetin verilen her işi yaparak gurupta tanınıp sevildiğini ve bu nedenle sorusunun gereksizliğini biliyordu.
     “Önemli bir toplantı olacak, eski, yeni her birader mutlaka gelecek denildi" Bir kaç saniyelik duraklamadan sonrada "Her yöreden konuklar gelecek denildi. Teos Ephesos, Sisamos..." sözleri Yorgo devam ettirdi.
        “Khios, Fokhia." Yorgo’nun içi rahat etmişti. Topal kendisine verilen ve karşı taraftan aranması istenilen şifreleri tam ve sırayla vermişti. İçi rahat edince de  "İstersen şurada biraz soluklanalım" Ama Mehmet Ağa ise kafasını olumsuzca salladı.
     “Oyalanmaya gelmez" dedi. “Bizleri bekleyen yemekleri, şarapları düşün." Onun sözlerini dinlemeden devrilmiş bir ağaç gövdesine oturmuş olan yaşlı nalbant yutkundu. "O kadar uzaktan gelenler olacaksa mutlaka güzel kızlarda vardır." Yorgo’nun yutkunması iyice belirginleşmişti. İstemeyerek yerinden doğruldu.
     Tepenin en yukarısına varmışlardı. Bundan sonrası daha kolay olacaktı. Yokuş çıkmaya alışmış olan kasları daha rahat hareket ediyorlardı. Bu rahatlık yürüyüş hızlarını da arttırmıştı Topal ağa bir ara yol arkadaşından yavaşlamasını istemeyi düşündü ama hemen vazgeçti. Şarap ve kızlar" sözcükleri geçince adam bir hayli hızlanmıştı. Hatta utanmasa koşacaklardı.
     Bazen sessiz bazen konuşarak geçen uzun bir yürüyüşten sonra aşağılarda bir yerlerde zayıf ve soluk bir ışık gördüler. Mehmet ağa bu yöreyi iyi tanımasa da aşağıda parıldayan ışığın varmak istedikleri yer olduğunu anlamıştı. Yine de,
     “Şu aşağıdaki düzlük mü varacağımız yer" Yorgo bir ara durdu. Nefes nefeseydi. Dudaklarından belli belirsiz bir "Hıı" döküldü.
     “Ben daha ışıklı daha hareketli bir yer bekliyordum" deyince Yorgo yığılırcasına yol kenarındaki irice bir kayaya oturdu. Bir kaç defa soluk alıp verdikten sonra “Güvenlik için" diyebildi. Sonra inmeye devam ettiler.
      İndikleri meydan kendi köylülerinin Yazı diyebilecek kadar genişti. Düzlüğü çevreleyen ağaçlar sanki özellikle seçilmiş gibi yüksektiler. Işık yukarıdan göründüğünden daha fazlaydı. Meydanı aydınlatan meşaleler uzaktan seçilmesinler diye yere yakın ve dağınık yerleştirilmişti. Ne zaman, kimler tarafından yaptırıldığı belli olmayan ama yüzyıllardan geriye sadece yıkıntılarının kaldığı bir kentteydiler.
   Sağa sola biraz daha dikkatli bakınınca nasıl bir yerde bulunduklarını anlamıştı Topal ağa. Koca meydanı dolduran yıkıntıların meşaleler ışığında dans eden gölgeleri arasında koşuşturanlar vardı. Mehmet Ağa ertesi gün güneş ışığı altında aynı düzlüğü gördüğün de ise gecenin kendisini ne kadar yanılttığını anlayacaktı.
     Yorgo, içinde bulunduğu ortamda iyice rahatlamıştı, belli ki sıkça gelip gidiyordu böyle topluluklara. Etrafı sarıp sarmalayan irili ufaklı ağaçlar, çalılar, otlar doğal halleriyle bırakılıyor olmalıydılar. Bu sayede yabancıların bu gizli tapınağı bulmaları zorlaştırılmış oluyordu. Rastlantısal olarak bulanlarsa asırlar önce terk edilmiş olan bu yerleri önemsemiyor olmalıydılar. Kim bilir belki bu yüzden ardından iki büyük din doğmuş olsa da bu adamlar hala atalarından gördüğü eski inançlarını yaşıyorlardı.
     Gözleri çevreye alıştıktan sonra Mehmet Ağa yıkıntıların arasındaki mermer koltuğun farkına vardı. Bulundukları yerin çaprazında karşılarında duruyordu. Kolçakları aslan figürleriyle süslenmiş oturan kişinin neredeyse iki katı büyüklüğünde görkemli bir koltuktu. Öyle kuytularda değil de ortada bir yerde duruyor olsaydı büyüklüğüyle hemen fark edilebilirdi. Ufak tefek kırıkları olsa da bu onun görkeminden bir şey eksiltmiyordu.
     Koltukta, hiç kıpırdamadan oturan kişi ise bunların farkında değilmiş gibiydi. Haketmediği bir büyüklüğün altında ezilmemek için tüm çabasını gösteriyormuş ama yine de eziliyormuş gibiydi. Kendisine duruşuyla bakışlarıyla, yüzyıllardan geriye kalan en görkemli nesne kendisiymiş havası veriyordu. Yorgo, Topalın kulağına eğilerek
     “Bu rahip Zethos, İkiz kardeşi Amphion ile töreni yönetmek için buradalar" Vakit gece yarısına yaklaşıyor olmalıydı. Yorgo ve Mehmet ağa meydanın bir ucuna kalın bir ağaç köküne oturmuşlar kendilerine gelmeye çalışıyorlardı. Tepeden baktıklarında hemen şurası zannettikleri yere varmaları saatlerini almıştı. Kah koşarak kah yuvarlanarak inebilmişlerdi yokuşu, enerjilerini düşmemek ve kaymamak için harcamışlardı. Her ikisinin de elleri yaralanmıştı düşmemek için can havliyle sarıldıkları dikenleri ve çalıları tutmaktan.
      Mehmet Ağanın canı, ellerinin acımasından, orasının burasının çizilmesinden çok Yorgo’nun "Zeus aşkına, Rehea aşkına" diye sıkça şikayet etmesine sıkılmıştı. Kimdi bu "Zeus, kimdi bu Rehea" şimdiye kadar adını pek duymamıştı. Bir peygamber, bir ermiş miydi? Ne zaman ve nerede yaşamıştı? Yoksa hala yaşıyorlar mıydı? Kafasının içi soru işaretleriyle doluydu ve o sorulara yanıt bulabilmesi için sabretmesi gerekiyordu. Bir ara gözleri yanan meşalelerin ışığında dans eden ağacın dallarına takıldı. Muhteşem bir ağaçtı dayandığı ağaç. O tanımadığı sık olarak adı geçen kişileri tanıyabileceği onlar kadar eski olabileceği aklına geldi. Bu dayandığı ağacın ve diğer ulu çam ağaçlarının buraları gizlemek için dikilmiş olabilecekleri aklına geldi. Hemen yakınındaki ağaca dayanmış olan Yorgonun sözleri Onu daldığı düşüncelerden sıyırdı.

     “Birazdan ziyafet başlar. Topal Ağanın  "Daha acıkmadım" demesi gerekiyordu ama midesinden gelen sesleri bastıramıyordu. Karşıdan meydanın ötesinden gelen tok ses daha da uzayacak gibi görünen konuşmayı kesti. Bu sesi ise belirgin bir hareketlilik izledi.
     Rahip Zethos'tu konuşan, saatlerdir heykel gibi kıpırdamadan oturduğu mermer koltuktan kalkmıştı. Elinde kocaman bir asa vardı. Önceden hazırlanan kürsüde konuşuyordu, konuşmasını yaptığı kürsüde en az taht kadar eski ve yıpranmış görünüyordu. Kürsü, yapıldığı zamandan bu güne kadar geçen süre azametinden bir şeyler götürmemiş gibiydi. Kara cübbeli Rahip ise kürsüde ve kürsüyü aydınlatan, diğerlerinden daha güçlü meşalelerin ışığında olduğunda heybetli görünüyordu.
     “Önce kaos vardı. Her şeyin alt üst olduğu, Tanrıların dünyayı henüz yaratmadığı dönemdi Kaos. Ardından, Kaostan Evren doğdu. Titanlar, doğan evrenin sahipleriydiler." Zethos, o zayıf bedeninden umulmayacak gürlükte bir ses tonuyla konuşuyordu. Sesi, sanki büyülemiş gibi insanları kendisine çekiyordu. Vurgusu, gitgide artan dinleyicilerini sarıp sarmalıyordu. Bazen bağırıp çağırıyor, bazen de çığlıklar atıyordu, Meydanı dolduran insanlar Zethos'la birlikte hareket ediyordu.
“Zeus" dedi konuşmasında sıkça. "Rehea, Hekate" dedi. Topal Memet ise öğrendiğini sandığı yerli dilini şimdi anlamıyordu. Anlamadığı yalnızca konuşma arasında geçen yabancı isimler değildi tabii. Topal Mehmet, bu topraklarda doğmuştu. Babası Gündoğusunda "Anayurt"ta doğmuş olsa da küçükken bu topraklara geldiklerini söylerdi.  
   “Ben eski yurdu bilmem" derdi babası. Yalnızca dedesinden duymuştu geniş uçsuz bucaksız ovaları olan eski yurdu. Yıllarca süren ve nedenini tam olarak bilmediği göçten sonra buraları yurt tutmuşlardı. Gün doğusundan geldikleri bu yeni yurtlarında yaşayanlar olduğunu görmüşler ve geldikleri bu yerlerin yerlileriyle iyi geçinmeye çalışmışlardı. Güzel dostlukların kurulmuştu, komşuluklar gelişmişti zamanla İşte Mehmet Ağa ve diğerleri o bağlamda öğrenmişti Rumca'yı. Yani az öncesine kadar öğrendiğini zannediyordu.
     Aslında Topal Ağa kendisine haksızlık ediyordu. Başrahibin konuştuğu her ne kadar Rumca olsa da yüzyıllar öncesinin Rumca'sıydı. Kullanılmadığı için çok kelimesi unutulmuş olan kadim bir dil. Dinleyenlerin büyük bir bölümü de kendisi gibiydi heyecanla söylenenlerden bir şey anlamıyorlardı.
     “Atalarımız" dedi Zethos. Her usta konuşmacının yaptığını yaptı; Durdu, karşısında kendisini dinlemek için gelmiş olan insanların yüzlerine baktı. Sonra bakışları hemen sağında ve solunda duran gençlere kaydı. Üçü bir yanında, üçü diğer yanında dikilen altı yarı çıplak genç vardı. Altı gencinde kucaklarında birer köpek yavrusu masumca duruyordu. Başrahip yanındaki toy gençlerden çok karşısında duran ve O konuştukça heyecanlanan kitlesini düşünüyordu. Bir kaç saniye süren bu bekleyiş istediği etkiyi yapmış kalabalığın ilgisini daha çok kendi üzerine toplamıştı. Sesini biraz daha yükselterek sürdürdü konuşmasını.
      “Atalarımız yüce bir Tanrıya inanıyordu. Tanrıların Tanrısı yüce Zeus'a... O Zeus ki Kahramandı ve Titanları yendi. Dünyayı Atlas’ın sırtında taşıdığı dünyayı kendisine kul yaptı. Kendine, kendi kadar etkili ve güzel bir Tanrıça buldu... Soyunu kurdu, dünyayı onlarla paylaştı... Adaletle yönetti. Sonra, bizler, faniler çoğalınca dünyadan elini ayağını çekip Olimpos'a döndü. Bizlere, armağan olarak "Hekate"yi bıraktı. Koruyucu Tanrıça Yüce Hekate'yi..." Hekate adı geçince Başrahibi dinleyenler anlaşılmaz hareketlere ve mırıltılara başlamışlardı. Görünmeyen iplerle birbirine bağlanmış kuklalar gibiydiler. Mırıltıları acemi bir koroyu andırıyordu
   Mermer tahtta oturan adam tekrar konuşmaya başladığında koroyla birlikte nereden çalındıkları belli olmayan ziller ve davullarda onlara katıldı. Koro adamdan adam korodan destek alır gibiydi Başrahip bağırıyordu artık.      
   “Sonra dinsizler geldi. Kendini Tanrının oğlu olduğunu iddia eden bir adama inanan Hıristiyanlar geldi. Benim atalarımı sizin atalarınızı inandıkları o yüce Tanrısından, Tanrılar Tanrısı Zeus'tan vazgeçirmeye çalıştılar. Bazen bir yılan gibi tatlı dille bazen de barbarlar gibi kuvvet ve zor kullanarak. Zavallıların pek çoğu onların isteklerine evet demek zorunda kaldılar, hıristiyanlaştılar. Nerede olduğu belli olmayan aslında varlığı ve yokluğu arasında hiçbir fark bulunmayan bir Tanrı’ya inanmaya başladılar. Zeus'un evlatları Herkül’ün, Ares’in ya da Artemis’in yerine İsa'ya tapınmaya başladılar.
      Sonra Müslümanlar geldi. Arapların Tanrısına ve peygamberine inanmamızı istediler." Yaşlı adam durdu. Bekledi. Meydandaki kalabalığın çoğalıp çoğalmadığını kontrol eder gibiydi. Dudaklarındaki memnuniyet gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. Toplanan kalabalıktan tahmininden çok olmalıydı. Yine de kendisinin bir davetiyle gelen bunca insanın yorgun olduklarını bildiği için sözünü bağlamaya karar vermişti. Asıl söylemek istediklerini ertesi güne bırakmalıydı. O an aklına geleni uygulamaya karar verdi. Hemen yanında duran genç çömezlere dönerek
        “Bana Yüce Rahip Amphion'u bulun" dedi. Bütün bu işleri planlayan kardeşine jest yapacaktı. Kalabalığın arasında alçak gönüllü bir şekilde dikiliyordu Amphion. İkiz olmalarına rağmen kardeşinden en az on yaş yaşlı gösteriyordu. İki kardeş birbirine taban tabana zıt karakterdeydiler. Zethos, ne kadar kendini düşünen olaylardan ve durumlardan kendine pay çıkaran biriyse Amphion'da o kadar içine kapanık ve duygusal biriydi. Birbirlerine fiziksel olarak ta duygusal olarak ta benzemiyorlardı.
“Amphion...Yüce Amphion... Prienli Amphion... Meydanı dolduranlar şimdi Başrahibin kardeşinin adını haykırıyorlardı. Amphion ise yüzü kızarmış bir halde olduğu yerde donup kalmıştı Sanki orada değildi, olduğu yere çömeldi kaldı. Kalabalığın uğultusu ona gördüğü rüyaları anımsatmıştı, uzun zamandır sürekli gördüğü rüyaları.
     Saniyeler sonra birileri çömeldiği yerden koltuk altlarına yapıştı. Kendini bir anda omuzlarda buldu, bir saniye sonrasındaysa kürsüdeydi. Kendine gelir gibi olunca sağ elini yukarı kaldırdı, ondan bu hareketi beklermiş gibi ziller ve davullar sustu. Zillerle birlikte de kalabalığın uğultusu da kesilmişti. Kardeşinin sesiyle kıyaslandığında cılız kalan bir sesle konuşmaya başladı.
      “Kardeşlerim..." Ama cümlesini tamamlayamadan sözleri mermer kürsüden konuşan kardeşi tarafından kesildi. Lidersin ama benim kadar değil havası açıkça belli olmuştu.
      “Aziz Amphion'un yol göstermesiyle kutsal törenimiz yarın başlayacak. Şimdi yiyebildiğiniz kadar yiyin, içebildiğiniz kadar için, dinlenin. Güçlü yakışıklı delikanlılar, güzel kadınlar sizlere hizmet edecekler. Tanrıçamız Hekate'nin sizlere sunduğu bu güzel armağanları alın, tadını çıkarın
      Sözlerinin sona ermesiyle zillerden ve davullardan oluşan garip müzik tekrar duyuldu. Uşaklar, genç rahipler, ellerinde tepsilerle ağaçların arasından çıkmaya başladılar. Nereden ve ne zaman geldiği anlaşılmayan meyveler ve içkiler dağılmaya başladı. Zethos, kürsüden indi, kalabalığın arasına karışıp kardeşini kucakladı. Müritlerine ve mürit adaylarına ne kadar içten ve ne kadar yakın olduklarını kanıtlamak ister gibiydi. Çekingen Amphion ise kardeşinin çok iyi tanıdığı yapmacıklığına tepki vermedi. Yine de kucakladı kardeşini. İki el birleşerek havaya kalktı. Kalabalık bu birliği kutsar gibi çılgınca alkışladı. Zethos, vakur adımlarla meydanı geçip kendine ait olan mermer koltuğa oturdu.
      Zethos'un koltuğuna oturması ile önce ziller ve davullar sustu. Ortada yalnızca bir uğultu kalmıştı, sesi havayı titreştiren kuvvetli gong sesi uğultuyu bıçak gibi kesti. Tahtın sağından ve solundan altı genç rahip çıktı. Kasıklarını örten yaprak kümesinden ve kucaklarındaki köpek yavrularından başka üzerlerinde hiç bir şey yoktu. Onlar meydanı dolduran insanların arasına girdikçe kalabalık geri çekiliyordu. Üçerli iki gurup geniş bir yay çizerek Zethos'un önünü boşalttılar. Kucaklarındaki enikleri, yavaşça Başrahibin az önce konuşma yaptığı mermer kürsünün üzerine bıraktılar.
      Onların sevimli yavruları kürsü üzerine bırakması ile birlikte zil ve davul sesleri duyulmaya başladı. Davullar ve ziller fersahlarca ve yüzyıllarca uzakta çalıyor gibiydi. Genç adamlar ritmik hareketlerle kürsünün önünde dansa başladılar. Gerilerden duyulan ilahi korosunun sesi çömezlerin hareketlerine yön veriyordu.
      Ağır bir tempoda başlayan dansın ritmi dakikalar ilerledikçe müzik sesi ile birlikte artıyordu. Çömezlerin kendilerinden geçmiş hareketleri gözle fark edilemeyecek kadar hızlanmıştı. Heyecan ve ritmin en üst düzeye ulaştığı bir an davulların ve zillerin sustuğu bir an çömezlerin ellerinde bıçaklar belirdi. Bıçakların görünmesiyle bir an susan davullar ve ziller tekrar çalmaya başlamıştı. Bu defa bıçakların meşaleler altındaki pırıltısı tempoyu daha da artmıştı. Çömezler, meşalelerin ışığında parıldayan bıçakları bedenlerinin bir parçası, ellerinin doğal uzantısıymış gibi dans ediyorlardı. Ziller davulların, davullar ilahilerin, ilahiler çömezlerin hızını arttırdı. Bu durum az önce töreni başlatan gongun sesiyle son bulduğunda altı çömez oldukları yere yığılmışlardı.
      Bir kaç saniyelik bu ölüm sessizliğinden hemen sonra altı genç yerlerinden yavaşça doğruldular. Ellerindeki bıçakları az önce kürsü üzerine bıraktıkları köpek yavrularının yanlarına önceden çalışıldığı belli olan bir şekilde bıraktılar. Başından beri olan biteni yol arkadaşı Yorgo’nun yanında izleyen Topal Ağa o zaman masa üzerinde yatan köpek eniklerinin usulcacık soluk alıp verdiklerini fark etti. Hayvancıklar yaşıyordu ama tören için uyutulmuş olmalıydılar.
      Ziller tekrar duyuldu. Bu defa iyice ağır bir tempoda çalıyordu. Anlaşılan tören henüz sona ermemişti. Altı çömez bellerindeki son örtü olan yaprak yumaklarını da çıkardılar. Dallardan ve yapraklardan oluşan yumaklar be defa yavru köpeklerin üzerlerine örtüldü. Zilleri temposu gene arttı, davulların sesleri, zillerin ince seslerini bastırdı. Tempo yükseldi, yükseldi. Üçüncü kere çalan gong sesiyle aniden durdu. Zethos ayağa kalkmıştı. Elindeki kadehi havaya kaldırdı...
     “Hekate aşkına ! "  Uzaklardaki koro yanıt verdi.
     “Hekate aşkına !! "  Kalabalık koroyu izledi.
     “Hekate aşkına  "
      Zethos, sol elindeki asayı yere vurdu Kadeh tutan eliyle birlikte yamakların ellerinde ve havaya kalkmış olan bıçaklar indi. Bir dakika sürmemişti ki bıçakların uçlarında köpek yavrularının başları duruyordu. Kalabalıkta korkunç bir bağırış koptu. Zethos yerine oturduğunda kalabalık az önce çömezlerin durumuna düşmüştü. Çılgınlar gibi bağırıyor, haykırıyor çığlıklar atıyordu. Bir kaç dakika sonrasında, altı minik kafa bıçakların ucunda, bıçaklarda birer sırığın ucunda olmak üzere meydanın çevresine dikilmişti. Başsız gövdeler ise çarçabuk yüzülmüş ateşte çevriliyordu. Yanık et kokusu, havadaki kesif ter ve içki kokusunu bastırmıştı.
      Topal Memet, gördükleri karşısında dona kalmıştı. Yıllardır cenklere katılmış, sayısız kereler kopan, kesilen kollar bacaklar hatta kelleler görmüştü. Hiç biri onu şu dakikaya kadar yaşadıkları kadar iğrendirmemişti kendisini. Yine de tepkisini hemen yanında oturan Yorgo’dan gizlemeye çalışıyordu. Çünkü yanındaki yaşlı nalbant olan biten karşısın da memnundu, neredeyse göbek atacaktı. Allah'tan bu yaşadıkları fazla uzun sürmedi. Yiyip içmeler çoğaldı, neşeli kahkahalar tüm meydanı kapladı. Birkaç saat sonrasında törene katılanlar içkiye dayanamamış birer ikişer sağa sola sızmaya başlamışlardı.
      Ortalık iyice sessizleşmiş olsa da yattığı yerde uyumayan iki kişi vardı. Topal Mehmet ve Amphion. Topalın kafasına "acaba benden başka Türkmen var mı?" sorusu takılmıştı. Gördüklerinin karşısında bir tanıdık yüz aramak bile aklına gelmemişti. "Yarın gündüz gözüyle araştırırım" kararına varınca biraz olsun rahatlamıştı. Az sonra yanında horuldayan Yorgo'ya katıldı.
      Amphion ise gözlerini ağaç dallarının arasından ışıldayan yıldızlara dikmiş düşünüyordu. Uzun zamandır bir tehlikenin yaklaştığını hissediyordu. Gökyüzünden gelecek olan bir tehlike gün gün saat saat yaklaşıyordu. Anlamadığı, bilemediği bir nesne kendilerine doğru ilerliyordu. Kendilerine yakınlaşanın kötü olduğunu  zarar vereceğini biliyordu, yüreğinde hissediyordu korkuyu, aklına geldikçe titreme alıyordu bedenini, saç diplerinden terler fışkırıyordu. Truvalı prenses Kassandranın laneti kendisinde de vardı. Neler olabileceğini biliyor ama bildiklerine kimseyi inandıramıyordu. iliyordu.
   Rüyalarına giren, kocaman gümüş rengi bir nesneydi. İlk başta görmeye başladığı rüyaları ve hissettiklerini kardeşine anlattığında ikizi kendisine inanmamıştı. Sonra ne olduysa düşüncesini değiştirmiş bu töreni planlamıştı. Zethos, her ne kadar onu ciddiye almasa hatta kullanmaya çalışsa da kendisi iyice yakınlaşan o nesnenin kutsiyetine inanıyordu. Geceyi pırıltılı bir yorgan gibi sarmalayan yıldızların arasından çıkıp gelecek olana inanıyordu.
      “Anchilie" dedi usulca. “Tanrıların kalkanı... Biliyorum geleceksin ama gelişin felaketimiz olmaz umarım" Kendi kendine konuşmakta olduğunu fark edince bir an çevresine bakındı. Son zamanlarda bu alışkanlığı artmıştı. Tekrar düşüncelere daldı. Bu defa konuşmamaya özen gösteriyordu "Zethos söylediklerinde haklıydı. Dedelerinin yaşadığı o altın çağda yaşamak isterdi doğrusu. Ya o kitapta okudukları, Halikarnosos'lu ünlü gezginin yazdıkları. Pers imparatorluğuna karşı gelebilen, büyük cihangir Aleksandr'a direnen soylu ataları. Zenginlik ve ihtişam dolu yıllar.
      Sonra... Sonra bir gerileme ve çöküş, yokluk, yoksulluk. Her şeyi yakıp yıkan persler, ellerinde ne var ne yoksa alıp götüren Latinler, Romalılar, Bizanslılar, Cenevizliler Venedikliler en son gelen Türkmenler. Şehrinin ve kadim dine inananların yaşadığı acılar ve bu acılardan kurtulma kurtulma düşüncesi, bütün bu öğrendikleri Amphion'u o altın çağın dinine yöneltmişti. Gençlik yıllarında tanıdığı gizli dinin, gizli ama güçlü ilahesine tapmaya başlamıştı. O Din ki; eski mutlu ve güzel günleri vaat ediyordu, kendisine güç ve kuvvet veriyordu. Veriyordu ama şimdi uyuması gerekiyordu, sabaha az bir zaman kalmış olsa da uyumalıydı ne de olsa yarın büyük bir gün olacaktı.
      Topal Memet uyandığında güneş çoktan tepelerine varmıştı. O meş'um kazadan sonra evde yatmaya alıştığı için toprakta uyumak her tarafını ağrımıştı. Doğrulmak istedi ama yanı başında hala horuldayan Yorgo' yu görünce vazgeçti. Gecenin davulları kulaklarındaydı hala.  Kendini tekrar toprağın sert kollarına bıraktı. Yattığı yerden hareketlenmenin başlamasını, seslerin çoğalmasını izledi. Saatlerdir henüz yaş sayılabilecek bir toprakta uyuduğu için bedeninin bütün uzuvları ağrımıştı. Yattığı yerden çevresini incelemeye başladı.
      Alçak hatta çukur sayılabilecek bir yerde uyumuşlardı. Sağı solu yıkılmış mermer bloklarla çevrelenmişti. "Allah korumuş ya biri üzerimize devrilseydi" diye düşündü. Ayağa kalktı. Kollarını açtı gerindi. Bulundukları yer bayır aşağıydı. Yalnızca yıkıntıların çevrelediği düzlük vardı. Yukarı doğru baktığında çalılar, ağaççıklar ve ağaçlardan oluşan bir orman tepelere kadar uzanıyordu. Aşağıya doğru baktığında da aynı ormanlık arazi vardı ama tek fark dalların ve yaprakların arasından görünen mavi pırıltılardı. "Deniz" diye mırıldandı Mehmet Ağa. Çok ötelerde ise karşı sahilde yükselen dağlar vardı. Aynı dudaklar bu kere de "Samos Adası" diye mırıldandı.
     Gece, köşeye bucağa yerleştirilen meşalelerin ışığında hak etmediği kadar azametli görünen açıklık, güneş ışığında eski alçak gönüllü haline bürünmüştü. Her yönde göze görünen bir hareketlilik vardı. Dün gece ayinde çıldıran, sonra verilen ziyafette tıkınıp zıkkımlanan, kendinden geçen insanlar, sızdığı çalı diplerinden, ağaç arkalarından, yıkılmış irili ufaklı mermer blokların çevresinden birer ikişer çıkıyorlardı. Çevreye bakınırken gözü mermer tahta takıldı Topalın. Zethos bütün kibirliliğiyle oturmaktaydı. Bütün bu dağı, denizi ve adayı o yaratmış ve yarattığı dünyayı seyrediyor zannederdiniz.
      Etrafına belli etmemeye çalışsa da bir hayli heyecanlıydı Zethos. Uzun zaman düşünmüş çok ince ayarlı planlar yapmıştı. Yaptığı planlardan dolayı kendi zekasıyla gurur duyuyordu. Khios'taki arkadaşları yanılmıyorsa, bugün tüm insanları kendisine bağlayacaktı. Yaşlı bunak Pitteus'un söyledikleri ile kardeşinin anlattığı rüyalar üst üste çakışıyordu. Üstelik bütün bunlar "Kanlı Günler"e denk geliyordu. Tanrılar böyle olmasını istedikleri için bu olsa olsa ilahi bir rastlantıydı. Gerçekleşirse Ben yaptım diyecekti. Belki bir Aziz, peygamber olacaktı. Kafasının içindeki hoş düşünceler dudaklarına hafif bir gülümseme olarak yayıldı. O gülümsemeyi ise ellerini eteklerini öpmeye çalışanlar Başrahibin bir lütfu olarak yorumluyorlardı.
      Pitteus, kuzeyde denizin karşısında bir ada olan Khios'un dağlarında kendi halinde yaşayan bir bilgeydi. Toplumdan uzaklaşıp kendisine bilime vermişti. Halktan uzak yalnız yaşıyor olması O'na deli, bunak, kaçık gibi unvanlar kazandırmıştı. Zethos geçen yıl tarikat arkadaşı saydığı bu adama ziyarete gittiğinde önemli bilgiler edinmişti. Adamın gerçekten kaçık olduğuna karar vermişti okuduğu o kocaman defterleri kitapları gördüğünde. O zaman Pitteus bu günü işaret ederek
      “Yaptığım hesaplamalara göre gelecek yıl baharda" demişti yaşlı bilge. "kanlı günlerin başlangıcında gündüz vakti gece olacak" demişti. Zethos daha o cümleleri duyduğunda neler yapması gerektiğini planlamaya başlamıştı. Neyin nasıl olacağını öğrenmek için arkadaşını ısrarla sorgulamış ama "öğleden sonra" dan daha ayrıntılı bilgi alamamıştı.

      Mehmet ağanın başı müthiş ağrıyordu. Bir gece önce ister istemez ortama uymuştu. Gençliğinde pek sevdiği, ama sonradan bıraktığı mereti içmeyi reddetmemişti. Hoş böyle bir şeyi yapsaydı çevresinde kuşku uyandırırdı da. Yani bir nevi görev saymıştı içmeyi, üstelik tanık olduklarını, yaşadıklarını ancak içki hazmettirebilirdi.
       Sağa sola ilgisizce bakınırken meydanın gün batımı yönünde yapılan hummalı çalışmayı fark etti. Fazla meraklı olamayacağını ve çok soru soramayacağını biliyordu. Kaçamak bakışlarla bir süre olanları anlamaya çalıştıysa da bir zaman sonra ayakları dibinde horuldayan yol arkadaşına kaydı. Yaşlı nalbant rüyasında kimbilir hangi hurilerin koynunda dün gece bıraktığı gibi horuldamaya devam ediyordu.
        “Yorgo!...Yorgo !..."
      Sesine bir yanıt alamadı, ayaklarının dibinde ki yağ külçesi öylesine bir kıpırdandı sonra gene öylece kaldı. Mehmet ağa bir kere daha seslendikten sonra üstelemedi. Sağda solda Yorgo gibi çok kişi vardı horuldayan. "Demek ki henüz uyanma vakti gelmedi" diye düşünüyordu. Aklına Süleyman Ağasının sözü geldi. "Oraya vardığında ağzını sıkı tut ama gözünü ve kulağını iyice aç" demişti. Oturabileceği bir yer arandı, düz bir taşa iğreti bir şekilde oturdu.
      Bir gurup çömez çalışıyorlardı, başlarındaki yaşlı kişi işi idare ediyordu. Neler olup bittiğini oturduğu yerden tam olarak göremiyordu. Görebildiği gençlerin aynı boydaki uzun ağaç dallarıyla uğraşmasıydı. Uzun ve düzgün dallar birlerine birleştirilmeye çalışılıyordu. Önce bir parmaklık veya hapishane yapıldığını düşündü. Biraz ötelerde benzer faaliyetler olduğunu görünce, neler olup bittiğini anlayabilmek için biraz daha zaman geçmesi gerektiğini anlamıştı.
     Ağaç dallarından parmaklık yapılmaya çalışılan yerin az ötesine de basamaklarla çıkılan yüksekçe bir yer yapılıyordu. Her şey ağaç dallarından ve kütüklerden yapılmaya çalışılıyordu. Kütükler ve dallar usta eller tarafından bir birlerine sarmaşıklarla bağlanıyordu. Dört ayak üzerine bir oda inşa ediliyordu sanki. Bir zaman sonra ise beri yanda yapılan parmaklık benzeri ağaç nesne odanın tavanı olacak şekilde birbiri üzerine konuldu. Mehmet Ağa ne yapıldığını anlamaya başlamış gibiydi.
      “Nerelere bakıyorsun vre Topal" Ses daldığı düşüncelerden uyandırmıştı Mehmet Ağayı. Bir an sıçradı, kendini çabucak toparladı.
      “Ne zaman yemek yiyeceğiz, acıktım" dedi. Adama fırsat bırakmadan önce kendisi konuşmaya başlamıştı. “Karnım gurulduyor, çevrede yiyecekle ilgili hiç bir hareketlenme yok, üstelik kafam kazan gibi" dedi. "Deminden beridir bakınıyorum ama bir kişi bile bir ihtiyacı var mı? diye sormadı. Sözü daha da uzatmasına gerek kalmamıştı. Adam koca bedeni zorlukla taşıyan bacaklarını elleriyle destekleyerek yerinden doğruldu. Kalkar kalkmaz karşısında Rahibi görünce durdu. Gözlerinden bir korku bulutu geçmiş gibiydi. Mermer koltukla birlikte yontulmuş gibi oturan Zethos'u başıyla selamladıktan sonra alçak bir sesle
      “Çalışmalar erkenden başlamış" dedi. Başının belli belirsiz hareketiyle ötelerdeki çalışmaları gösteriyordu. Topalın aradığı fırsat doğmuştu.
      Bende fark ettim ama bir anlam veremedim. ilgisiz görünmeye çalışıyor, fazla sorularla kuşku uyandırmak istemiyordu. Yoldaşı uzun süre bir tepki vermeden olanları izledi. Topal Ağa sabırla bekledi. Adamdan bir yanıt, bir açıklama gelmeyince tekrar sormak zorunda kalmıştı.
     “Orada ne yapmaktalar ki?" dedi. Yanıt isteksiz bir şekilde geldi yoldaşından
      “Herhalde bu günkü törenin sunağını hazırlıyorlar" "Tabii ya bu bir sunak olmalı?" diye düşündü. Dün gece ki köpek yavruları aklına gelmişti. Bu caniler kurban edeceklerdi acaba.
      “Bu gün martın yirmi biri, yani "Kanlı Günler"in sonu. Topalın yüzündeki aptalca ifadeyi görünce gülmeye başladı.
      “Kanlı Günler bizim kadim dinimizde büyük törenlerin yapıldığı bir bayramdır. Kurban edilen altı yaşında bir boğa ile başlar." Mehmet Ağa belli etmeden bir oh çekti. Hiç olmazsa bu kere doğru dürüst bir kurban olacaktı kesilen. Kanlı Günler boyunca yenilir içilir, ibadetler ve eğlenceler iç içedir. Kanlı günlerin sonunda ise çömez rahipler kutsanarak Rahip; Rahipler ise Başrahip olur" dedi.
      Ne ile kutsanma. Yine kanla mı? Yorgo, çevresinden utanmasa kahkaha atacaktı.
      Çömezler kendilerinden bir parçayı keserek Yüce Hekate adına kurban ederler. Elleriyle cinsel organını işaret ediyordu. Mehmet Ağa irkildi. Az kalsın,  Sen o nedenle mi evlenmedin? deyiverecekti. Çünkü ilk tanıştıkları günlerde, Yorgonun hiç evlenmediğini öğrenmişti. Adam ciddi bir ses tonuyla anlatmaya devam ediyordu.
     “Gençliklerini, cinselliklerini Hekate için ve O' nun aşığı Adonis için kurban ederler. Ulu bir çam ağacının dibine gömerler Bu defa Mehmet Ağanın elleri istem dışı bacaklarının arasına gitmişti. Yorgo, kendini tutamayıp basmıştı kahkahasını.
      Korkma Birader. Sen hem genç değilsin hem de sünnetlisin. Seninkinden kurban olmaz. Arkadaşının tepkisi hoşuna gitmişti, bir zaman gülmeye devam etti.
      O çömezler kendi istekleri ile hadım oluyorlar, onları bu konuda zorlayan yok. Üstelik bizim dinimizde rahip olmak kolay değil" dedi. Bir an ciddileşti. Yeni bir konuya girecek gibiydi. Mehmet Ağa bunu sezinleyince şakaya devam etti.
“Kesilen parçaları yemeklere katmıyorlar değil mi?" Bu şakasına karşısındaki adam hiç gülmedi.
      “Bak Turko birader" diye söze başladı. Sanki biraz önce kahkahalar atan kendisi değildi  "Bizler gençliğimizi, ömrümüzü Yüce Tanrıça için veririz. Çünkü O'na aşığız, çünkü hepimiz birer Adonis' iz. Tıpkı yüzyıllar önce yaşamış Adonis gibi kendimizden bir parçayı severek O'na veririz. Sizlerin yaptığı gibi sembolik olarak değil. Onları bir çam ağacının dibine gömeriz mor menekşelere dönüşsünler diye. Senin zannettiğin gibi yemeklerimize katmayız." dedi. Topal şakayı yaptığına yapacağına pişman olmuştu. Konuşmalar tehlikeli bölgelere kayıyordu. Aklına durumu toparlayabileceği konu olarak içki ve yemek geldi.
      Dün geceki ziyafet çok güzeldi. Kanlı Günlerde hep böyle mi oluyor" Karşısında ki adam anlamamıştı. O'na fırsat vermeden ekledi. Sahi bize ne zaman yemek verecekler, kurt gibi acıktım da." Olabildiğince sevimli olmaya çalışarak Yorgo’nun yüzüne gülümsüyordu. Gülümsemesi uzun süre karşılıksız kalmadı. Bir kaç saniye sonra adam da gülümsedi. Ağzından neredeyse salyalar akacak gibi
      “İçki, yemek ve kadınlar istersen delikanlılar olacak tabi. Ama önce tören bitmeli ki yeni rahip olacakları ve Başrahibi kutsamış olalım. Hele bir Zethos ve biraderi Amphion Başrahip olsun da." dedi.
      “Zethos Başrahip değil mi?"
      “Bir tek başrahibimiz var. Benim bu dini bulmama yardımcı olan Bilge Aiptos, törenler tamamlanınca da Zethos ve Amphion. Yorgo mırıldanır gibi devam etti.  Güçlü Tanrılar bilir Aiptos kaç yaşında." Bakışları daldı. "Ben yeniyetmeyken bile Aiptos yaşlı bir bilgeydi." Bakışlarını az önce göz göze geldiği Zethos'a çevirdi. Bir anlık sessizlikten sonra
      “Bakalım kan banyosundan sonrada böyle oturabilecek mi?" Topalın bir şey demesine fırsat bırakmadan devam etti. Açlığımızı yatıştırabilecek bir iki lokma araştırayım" dedi. Yerinden doğruldu. Topal sesini ardından yetiştirebilmek ister gibi acele ile konuştu.
      “Ya kadınlar, kızlar" Şişman beden bir kaç adım sonra geri dönüp; Kadınlar en sona sevgili dostum" dedi. Kahkahalar atarak gittikçe artan kalabalığa karıştı. Bu Topal Mehmet Ağanın Nalbant Yorgo'yu son görüşü olmuştu.

      Sabahın erken saatlerinde uyanmıştı Zethos. Oturduğu yerden poposunun uyuşma pahasına kıpırdamadan çalışmaları izliyordu. Gözü bir gün önce yerleştirdiği güneş saatindeydi. Pitteus' tan almış ve nasıl kurulacağını iyice öğrenmişti. Güneş tepelerinde ilerledikçe, saatin ortasındaki metal çubuk, işaretli yere yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Çevresine bakındı, insanlar meydanı doldurmaya başlamıştı. Onlarında  yemek yemediğini, hatta kahvaltı bile yapmadığını tahmin ediyordu. İzleyicilerinin aç olmaları doğrusu işine de geliyordu. Açlık, bekleyişi ve ilgiyi diri tutardı. Üstelik metal çubuğun gölgesinin ilk işarete gelmesine az bir zaman kalmıştı.
      Meydanı dolaşanların ilk anda fark edemeyecekleri bir yerden çıktı gerçek Başrahip Aiptos. Aniden belirivermiş gibi. Zethos bile bazen imrendiği bazen kıskandığı hocasının aniden ortaya çıkıvermesine şaşırmıştı. Kalablıktaki uğultu kesilmiş derin bir saygıyla iki yana açılmıştı. Yaşlı Başrahip, asasına dayanarak ağır adımlarla meydanın ortasına doğru yürüdü. Kalabalığın arasında adı bir efsaneden bahsediliyormuş gibi yankılanıyordu. Meydanın diğer ucundan da Amphion'da yürümeye başlamıştı tahtında oturan Zethos'a doğru.
      Üç bilgenin de meydanda olduğunu görenler sağdan soldan geliyor, meydanı dolduruyordu. Fısıltılar aleni konuşmalara dönmüştü. Bir kaç dakika sonra mermer tahtın önündeki güneş saatinin çevresinde içeride üç rahip dışarıda çömezler onunda dışında kalabalığın olduğu halkalar oluşmuştu.
      Zethos, yaşadıklarından memnundu, belki de yaşamının fırsatını yakalamıştı. Kafasını kaldırdı, güneşe baktı. Gökyüzünde parıldayan güneş onu endişelendirdi. "Acaba bunak Pitteus yanılmış mıydı?" Bakışlarını usulca önünde dikili bakır çubuğa ve çubuğun dikilmiş olduğu mermer bloğa baktı. Çevresinde halka olmuş bakışların kendisini izlediğini biliyordu. Hareketlerine bir esrar bir gizem vermeye çalışıyordu. Ağır hareketlerle eğilerek yanında duran yaşlı bilgenin eteklerini öptü, zamanı iyi ayarlamalıydı. Kendisini gören kardeşi de diz çökmüş durumdaydı. Herkesin duyabileceği bir sesle
      “Dualarını bizlerden esirgeme yüce Aiptos" dedi. Yaşlı başrahip, asırlık bedeninden umulmayacak gürlükte bir ses tonuyla eski ve az bilinen bir duaya başladı. Sesi titriyor, dalgalanıyordu. Çevreden çıt çıkmadığı için sesi meydandaki herkes tarafından duyuluyordu. Kenti ilk kuranların önemsediği akustik özellikler yıkıntılar arasında hala hissediliyordu. Arada sırada iki kardeş, pirlerinin dualarına yüksek sesle katılıyorlardı. Çömez rahiplerin ellerinde birer buhurdanlık belirmişti, dua eden Rahiplerini ve sessiz kalabalığı kutsuyorlardı.
      Zethos, belli etmemeye çalışsa da durumdan hoşlanmamıştı. O'na göre yaşlı bunak ne yapmış ne etmiş törenin inisiyatifini ele geçirmişti. Bakır çubuğun gölgesi ikinci işarete yaklaşmaya başlayınca elindeki asayı yukarı kaldırdı. Kalabalığın dışında bekleyen görevlilerden biri işareti görmüştü. Tüm duaları ve ilahileri bastıran gong sesi duyuldu. Gong sesi Zethos'un sesinin tekrar duyulmasına neden olmuştu. İkinci plana düşmüş olan yaşlı Başrahibin duaları sürüyordu. Zethos’un elindeki asa bir kere daha kalktı ve indi. Peşinden gongun sesi tekrar dağlarda yankılandı. İkinci Gong Aiptos' un dualarını kesmesine neden olmuştu.
      “Önce boğa kurban edilecek, çömezlerim boğanın kanı ile yıkanacak. Ardından kutsal kanın arındırdığı bedenler, en önemli uzuvlarını Hekate'ye kurban edecekler. Eğer Yüce Hekate, Altın çağın Tanrıçası sunulanları kabul ederse, yeryüzü güpegündüz geceyi yaşayacak."
      Zethos, iyi bir konuşmacıydı, nerede sesini yükselteceğini, veya fısıltı havasına büründüreceğini, nerede duracağını ve nasıl konuşacağını iyi biliyordu. Kitlesi ona harfiyen uyuyordu, bir sözü ile çılgınlar gibi bağırıyor bir hareketi ile süt dökmüş kedilere dönüyorlardı.
      “Gündüzün içinde yaşanacak gecede gerçek kurbanların kanları Hekate için akacak. O küçük kalplerden akacak tertemiz kanlar bizlere hayat bahşedecek. O kanlar, sizlere zaferler getirecek, Hekate, düşmanlarımızı kahredecek. Yine sustu. Kalabalığın bağırışları istediği etkiyi oluşturduğunun göstergesiydi. "Gerçek kurbanlar…Küçük kalpler…"

      Kalabalığın içinde olan biteni anlamaya çalışan Topal Memet Ağanın kafasında bir kıvılcım çakmıştı. "Gerçek kurbanlar" Bir an Beyinin sözleri aklına geldi. Koca Mikal dağının öte yanındaki köyü ve köyünden bir zaman önce kaybolan küçük çocuk aklına geldi. Silah arkadaşının arkadaşının kızıydı. Bir gün evinin önünde oynarken annesinin ve komşularının gözleri önünde kaybolmuştu. Hani "kaşla göz arasında" dedikleri türden bir olaydı. Uzun süre arandıktan sonra bulamamışlar, kurda kuşa yem olmuştur diyerek aranmaktan vazgeçmişlerdi.

      “O kanlar benim liderliğimi, benim önderliğimi sizlere kabul ettirecektir. Yalnızca siz dostlarıma değil düşmanlarıma da. Bizleri Ulu Hekate'nin yolundan döndürmeye çalışanları kahredecektir. O altın geçmiş, mutlu bir gelecek olarak bizlere geri dönecektir".Zethos bir yandan konuşuyordu ama diğer yandan bakışları ara sıra saate kayıyordu. Mermer bloğun üzerindeki gölge dairesel bir hareketle son işarete yaklaşıyordu.
      Üç dört kişinin güçlükle zapt edebildiği bir boğa hazırlanan ızgaranın üzerine çıkarıldı. Yamacın eğiminin fazla olduğu bir yerde sunağın hazırlanmış olması işlerini kolaylamıştı. Boğanın sunağa çıkarılması ile birlikte bir gece önce köpek yavrularını boğazlayan altı çömez belirdi. Üzerlerinde beyaz bir entari vardı. En azından sunağa çevrilmiş ağaç dallarının altına giresiye kadar beyazdı.
      Aiptos’un sesi tekrar duyulmaya başlamış, meydanı dolduran kalabalığın seslerini bastırmıştı. Dualar, ilahiler peş peşe okunuyordu. Dua bilmeyenler ise aralarda, sallanıyor, kendince bir şeyler okuyorlardı. Bir önceki gece sabahlara kadar çalınan davullar ziller gene başlamıştı. Zethos, hem Aiptos u izliyor hem de güneşi takip ediyordu. Bir an gözleri parıldadı, hava kararıyor muydu ne?

      Mehmet Ağa gözlerini iyice açmıştı, olan bitenin dışında kalmak istemiyordu. Altı yaşında olduğunu öğrendiği boğa, ite kaka tahta ızgaranın üzerine çıkarılmış, yere yatırılmıştı. Hayvanın her hareketiyle bir gün önce yapılan ağaç sunak çatırdıyordu. Boğanın yanı başında, ızgaranın altında duran altı çömez gibi giyinmiş biri vardı. Kasap veya cellat olmalı diye düşündü Mehmet Ağa. Dikkatini kurban törenine yoğunlaştırmak istiyordu ama istediğini bir türlü gerçekleştiremiyordu. Olaylar gözlerinin önünde hızla yaşanıyordu ve şimdi de hava kararmaya başlamıştı. Acaba başrahip kılıklı o sevimsiz adam doğru mu? söylüyordu. Davul ve zil seslerinin arasına dua ve ilahi okuyanların sesleri karışıyordu. Kalabalığın içinden birinin bağırtısı işitildi.
      “Bakın... Bakın gece oluyor." İnsan denizinde bir dalgalanma oldu. Gerçekten de hava belirgin bir şekilde kararmaya başlamıştı. Bütün başlar gökyüzüne çevrildi, güneş gökyüzünde parıldamaya devam ediyordu. Vakit öğle saatlerini henüz geçtiği halde akşam olmak üzereymiş gibi hava kararıyordu. Bir gong sesi daha duyuldu, ses ile birlikte meydanlık derin bir sessizliğe büründü. Onbeş yirmi saniye geçmemişti ki yamacın aşağısından, ağaçların çok ötesinden bir gong sesi karşılık verdi. Bu denizin karşısından gelen bir yanıt olmalıydı.
      Gong seslerini, Zethos'un sessiz işareti izledi. Yukarıdan aşağı inen el ile birlikte koca boğanında boynuna bıçak inmişti. Hayvan debelenmeye başladı. Sunak çatırdıyor ama sağlamlığını da belli ediyordu. Izgaraya, ızgaranın altına kanlar akmaya başladı. Altta duran altı genç üzerlerindeki tek parça elbiseleri çıkarmışlardı. Üryandılar, yalnızca ince bir sarmaşık ve ucunda sallanan bıçak kalmıştı elbise niyetine. Damlalar önce minicik kırmızı lekeler oluşturdu beyaz tenlerde, sonra kırmızı lekeler birleşti, çoğaldı. Olay tam anlamıyla bir kan banyosuna dönüşmüştü. Çömezler bir damla kanı bile ziyan etmemek için birbirleriyle boğuşuyorlardı adeta.
      On iki İon'ya kenti bizimle. Zethos'un gür sesi yeniden duyulmaya başlamıştı. “Karşıda Samos ta da benzer törenler yapılıyor. Fokhia da Prien de Myus ta uyanık. Tüm İonların yürekleri birlikte atıyor. Tüm İonların yürekleri Hekate için atıyor" diyordu. O konuştukça hava kararmaya devam ediyordu. Zayıf bir ses daha duyuldu. Aiptos sunağın altındaki kan revan içindeki gençlerin yanına gelmişti.
      Yaşayan tek Başrahipleri yanına vardığında gençler üzerlerindeki tek giysi olan sarmaşık kemerde asılı küçük bıçakları çıkardılar. Bir gece önce köpek yavrularını kestikleri bıçaklar, alaca karanlıkta ışıldadı. Alt dalları sunağa değen ulu çam ağacının gövdesinin önünde diz çöktüler. Bu törenin çalışmasını yaptıkları uyumlu hareket etmelerinden anlaşılıyordu. Ağızlarından küçük birer çığlık çıktı. Ağacın dibinden çıkan bir kaç kişi bir yandan yaralı çömezlerle uğraşıyor diğer yandan toprağı eşeliyorlardı. Çömezler kendilerinden kestikleri parçalarını Tanrıçalarına sunmuş, artık birer Rahip olmuşlardı.
      Amphion’un rüyalarının ve Pitteus'un kehanetinin doğru olup olmadığını anlamak için çok az bir zaman kalmıştı. Zethos'un gözü tekrar ortadaki güneş saatine kaydı. Alaca karanlıkta saatin ortasındaki çubuğu zorlukla seçebilmişti. Şu dakikadan sonra saate de gereksinimi yoktu. Saniyeler geçtikçe Khios’lu Aziz Pitteus'unda, ikiz kardeşi Amphion'unda haklılığı anlaşılır olmuştu. Yine de zamana ihtiyacı vardı.
      “Dua edin kardeşlerim... Yakarın Tanrılara." diyerek tekrar bağırmaya başladı. Bir ara kaçırdığını zannettiği kontrolü tekrar ele geçirmişti.
      “Gündüzün içinde gece yaratan Hekate için dua edin. Yüce Tanrıça'mızın tüm düşmanlarımızı kahretmesi için yalvarın. Gündüzün içinde yaşanacak geceden bizi koruması için yakarın. Bizleri geceden kurtarsın ama düşmanlarımızın hepsi gecenin karanlığında boğulsun diye yakarın."
      Mehmet Ağaya kalabalık sanki çoğalmış gibi gelmişti. Az önce katledilen boğanın ölü bedeni ızgaranın üzerinde kalakalmıştı. Gözleri sunağın altındaki genç çömezlere kaydı, altı genç sarhoş gibi olmuşlardı. Ne yapacağını bilemez durumdaydılar, belli ki ilaç verilmişti kendilerine. Düşününce, bu çılgın kalabalığa karşı yapacak bir şey bulamıyordu, beklemeye devam edecekti çaresizce.
      Zethos, ağır hareketlerle oturduğu yerden kalktı. Etrafını çevreleyen insanları yararak sunağın altına doğru yürümeye başladı. İşin havasına çoktan girmişti bile. Çevresindeki kişiler bedenine ellerini sürsün, elbisesini öpebilsin diye yarışır olmuşlardı. Beklediği son gonga az bir süre kalmıştı. Sunağın altına vardığında yukarıdan ızgaradan hala kanlar damlıyordu.
      Sunağın altına vardığında sağ dizini yere koydu, o anda Gong sesi duyuldu. İnsanlar alışmışlardı her gong sesinden sonra sessizliğe bürünüyorlardı. Kendisini izleyenlerin şaşkın bakışları altında belindeki kemeri çözdü. Sırtındaki elbise sıyrılıp yere düşünce pörsümüş etleri meydana çıkmıştı. Kafasını öne eğip bir heykel gibi öylece kalakalmıştı.
      Sunağın arkasından aynı giysiyi giymiş altı kişi çıktı, altısının da ellerinde birer meşale vardı. Meşalelerin ışıltıları, havanın bir hayli karardığını belli ediyordu. Altı meşaleli adam, yolun sağına ve soluna yerleşti. Peşlerinden altı kişi daha belirdi, kucaklarında süslü örtülerle gizlenmiş bir şeyler taşıyorlardı. Düzenli adımlarla sunağa çıktılar. Eşgüdümlü hareketlerle ellerindeki kurbanları önceden hazırlanmış yerlere bıraktılar. Aşağı baktıklarında donmuş gibi hareketsizce duran Zethos'u görmüşlerdi.
      Amphion şaşırmıştı, töreni çömezlerin Hekate'ye kendilerinden birer parça sunmasıyla bitti sanırken yukarıya altı kişi çıkmıştı. Kardeşinin, kendi kafasına bir şeyler planladığını tahmin ediyordu. Aklına gelen olasılıkla belli belirsiz ürperdi. Zethos, yasaklanan asırlardır uygulanmayan bölümü mü uygulayacaktı?
      Sunağın üzerine yatırılmış kurbanlardan biri hafifçe kıpırdadı, veya bulunduğu yerden Topal Ağa öyle sanmıştı. Gölgeler varlığıyla gündüzü iyice geceye çevirmişlerdi. Diyardan diyara gezen, tüm dünyayı tanıdığını sanan Topal, tanık olduklarına inanamıyordu. Yaşadıklarının gerçek olmaması için dua ediyordu.
     Dakikalardır öylece duran Zethos bir ara başını kaldırdı. Yanı başına kadar gelen, gelişmeler karşısında öylece kalan kardeşine seslendi.
Hadi başlat töreni. Bu defa yasak tören yapılacak ve ben Başrahipler rahibi olacağım" dedi. Kardeşi hala donmuş gibi duruyordu. Bu törenin tamamlanması için mutlaka onun yardımına ihtiyacı vardı. Tekrar seslendi.
     “Böyle bir fırsat bir daha gelmez. Bırak çocuklara acımayı da töreni başlat. Ses tonu iyiden iyiye emrediciydi. Amphion olduğu yerde titremeye başladı. Köpek yavrularını anlamıştı, domuzları da, boğayı da anlamıştı, ya minik yavrular... Gözleri bir ara ikizinin gözlerine takıldı. Kan denizinde yüzen göz bebeklerini görünce kendisi bile korktu. Hırs dolu gözlerde, halkının kavuşmak için beklediği o mutlu geçmişten veya geçmek istedikleri zengin gelecekten eser yoktu.
      Zaman geçiyordu; “Sersem herif! Ne bekliyorsun başlat töreni." Gözlerin birbirleriyle teması devam ediyordu. Zethos, tıpkı avını sokmak için bekleyen yılanın tıslaması gibi konuş konuşmasını sürdürdü
      “Eğer sen yapmayacaksan yapacak birileri var nasıl olsa." Kimleri kastettiği belli olsun diye bakışlarını yanı başında duran genç çömezlere çevirmişti. "O zaman senide asi diye kurban ederler Hekate'ye, Hekate’nin ihaneti asla affetmediğini de biliyorsun." Son kelimeler üzerine basarak söylenmişti. Amphion, umutsuzca başını yukarı kaldırdı, gündüzün ortasındaki karanlık iyice çevreye iyice çökmüştü.
      “Diz çökün kardeşlerim...! Yüce Hekate'nin önünde diz çökün!  Önceleri titreyen ses konuştukça açılıyordu. "Kadim ve Kâbir Tanrılarımıza ve onların babası Zeus'a dua edin. Kendileri dünyamızı terk ettikten, vatanları Olimpos'a çekildikten sonra biz zavallı kullarına koruyucu olarak bıraktıkları kızları Hekate'ye dua edin. Kalbinizle yalvarın... Dilinizle yalvarın... Bedeninizle yalvarın. Yalvarın ki bizlere acısın, gündüzün ortasında yarattığı geceden kurtarsın. O mutlu geçmişin parlak günlerine çıkarsın."
      Topal Ağa bir an korktu. Ortada deli gibi dönerek bağıran adamın sesiyle herkes diz çöküverince O ortada sipsivri kalmıştı. Allahtan şaşkınlığı çabucak geçmiş kendisi de diz çökmüştü. Mehmet Ağa' da yalvarıyordu ama diğerleri gibi bir sürü Tanrıya değil. Bir olan Allah'ına yalvarıyordu. O'nun son peygamberi olan Muhammet'e yalvarıyordu. Dili sessizce kelime-i şahadet getirirken zihninin bir köşesi de kendilerini daha neler beklediğini anlamaya çalışıyordu.
       Zethos, kardeşi konuşurken başını yere eğmiş hafifçe sallanıyordu. Sanki transa geçmiş gibiydi ama bir yandan da düşünüyordu. İşlerin yolunda gitmesini umuyordu ama işler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Bir ara başını belli belirsiz kaldırdı. Denizin ötesindeki Samos adası sis ve duman içerisindeydi. Biraz daha dikkatli bakınca dumanın kaynağı olan ateşi gördü. Başını öte yana çevirince kendi yakalarında da benzer bir ateşin yakıldığını fark etmişti. Yamacın yukarılarında bir yerlerde alevler karanlığı yırtarcasına gökyüzüne çıkıyordu. Kıyaslama yapabilmek için başını tekrar karşı sahile çevirince, denizdeki hareketlenme dikkatini çekti. İçinde bir umut dalgası kıpırdandı, yoksa beklediği, kahinlerin müjdesini verdiği gelişmeler mi oluyordu.
1.bölümün devamı var...
      

13
Kurgu İskelesi / Hiçkimse; Sonsuzluk Gözesi
« : 21 Eylül 2015, 08:53:43 »
Günaydın:
Size Ejder Avcısı Hiçkimsenin bir denemesini daha gönderiyorum. Bu öyküyü yetmiş beşinci ayın konusu Yamyam başlığı için yazmıştım. Nefes nefese yetiştirmeye çalışsamda cuma sabahı geldiğimde seçkinin yayınlandığını gördüm. Bir umut diyerek mail gönderdim ama olmadı sanırım. Her nekadar sürci lisans ettiysem affola. Eleştirilerinizi bekliyorum... Umarım beğenirsiniz...

SONSUZLUK GÖZESİ
O zamanlar on yedi onsekiz yaşında bir delikanlıydım. Ufak tefek  ve zayıf bir yapım vardı. Adını sonradan öğrendiğim, doğudaki uzak kolonilerden birinden geldiğimi söylediler. Dağların arasında, yabanın ortasında yoksul bir köyde doğmuşum. Annemi hayal meyal anımsıyorum. Bana babamın yiğit bir asker olduğunu söylemişti. Ben doğduktan bir süre sonra gitmiş ve bir daha dönmemiş. Beş altı yaşlarındayken köye gelen askerler tarafından götürüldüm. Merkez hükümeti zaman zaman ücra yörelerdeki köyleri kasabaları dolaşırlar kendilerine zeki ve yiğit çocuklar alırlardı. Ben de o çocuklardan biriydim. Daha doğrusu yiğit değildim, ufak tefek bedenim buna açıkça engeldi. Zeka konusuna gelince, bir ışık, bir işaret görmüş olmalılar ki yüzlerce fersah yol alıp Başkente götürmüşlerdi beni. Yıllar yılı başkentin bir çok biriminde görev yaptım. Tapınaklarda, kütüphanelerde, okullarda yardımcı eleman olarak görevlendirildim. Ve bir gün özel görev için seçilmiş bir gurup askere yardımcı eleman olarak görevlendirildiğimi söylediler. Bu seyahatte başıma gelenler bir insanın kaderine yazılabilecek en iyi yazıydı ya da en berbat yazı. Bir taraftan bakınca Tanrıdan gelen bir nimet bir armağandı ama diğer taraftan bakınca kimsenin üzerine almak istemeyeceği bir lanetti.
Bir sabah apar topar denebilecek şekilde yola çıktık. Yani demek istediğim ben takıma katıldığımda onlar hazırlıklarını yapmışlardı. Ben dahil dokuz kişilik bir manga oluşturmuştuk. Ordumuzun en iyi askerlerinden yiğit bir komutan, yedi seçkin asker ve askerlerin yardımcısı sayılabilecek bir uşak veya hizmetkar yani ben. Yanımızda olan ama bizlerden olmayan bir yabancıda vardı. Küçük birliğin komutanı başta olmak üzere kimsenin saygıda kusur etmedikleri bir konuktu yanımızda gelen yabancı.  Ne aradığımız konusunda takımın hiç birinin bir fikri yoktu. Sadece aradıklarını biliyorlardı ne aradıkları konusundaysa tek bilgi sahibi bizimle beraber gelen uzun boylu zayıf yabancıydı. Beyaz tenli adam aramıza başkentte katılmıştı, soylu biri olduğu her halinden belliydi. Yabancının üzerinde neredeyse hiç kirlenmeyen beyaz bir giysi vardı. İnce mat bir kumaştan dokunmuş elbise olan ve orta yaşı çoktan geçmiş birinin bizimle yolculuk etmesi önceleri bizleri tedirgin etse de zamanla aramızda bir gölge gibi dolaşan kimseyle konuşmayan bu kişiye alışmıştık. Yola çıkmadan ama görev bildirildikten sonra ustam, hocam olan Usbol Efendinin söyledikleri aklıma gelmişti. “Gözünü dört aç özellikle de yabancıya dikkat et” demişti.
Önce güneye yönelmiştik. Bindiğimiz yelkenli ordumuzun küçük, hafif ama hızlı yelkenlilerinden biriydi. Dost rüzgarların şişirdiği boyundan büyük bir yelkeni ve havanın dingin olduğu zamanlarda da çekebileceğimiz beş çift kürek vardı. Birkaç saatlik gün batısı yolundan sonra teknemiz uygun rüzgarlar arayarak burnunu doğuya çevirmişti. Küçük sapmalar olsa da pruvayı kah kuzeye kah batıya çevirse de çevirse de asıl hedefimiz olan doğuya gitmekten vazgeçmemiştik. Yolu konuğumuz olan, beyazlar içindeki uzun ve zayıf yabancı gösteriyordu. Elinde sadece kendinin baktığı ama ara sırada olsa Komutan Ketasa’yla paylaştığı boz renkli deri bir harita vardı. İri bir elden daha büyük olan bu haritayı bir kenara çekilip göğsünde sakladığı özel bir kılıftan çıkarıyor ve inceledikten sonra yerine koyuyordu. Aslında içlerinden biri veya en yetkili ve en bilgili olan Ketasa baksa da pek bir şey anlamıyordu. Bilmediği sembollerle doluydu küçük deri parçası. Övünmek gibi olmasın ama ben baksaydım haritaya eminim bir anlam verebilirdim çizgilere ve sembollere. En sevdiğim yanlarımdan biri de merakımı gizleyebilmektir. O yüzden komutan ve yabancı haritayı çıkardıklarında yanlarına yaklaşmak ve meraklı olmak istememiştim.
   Haftalar süren yolculuktan sonra genişliği yüzlerce adım olan bir ırmağın çamurlu sularının masmavi okyanusa döküldüğü kıyıya varmıştık. Nehir ve deniz birbirine karışıyordu. Nehrin nerede bittiği veya denizin nerede başladığı belli olmuyordu. Kıyılar, yeşilin her tonunu barındıran ormanlarla doluydu. Dev ağaçlar bir duvar gibi her iki aynı da kaplıyordu. Sahile yanaşıp demir attığımızda güneşin lacivert sularının üzerinde batmaya yaklaştığı saatlerdi. Sekiz güçlü kol ve ben kürek gücüyle ırmağın içine girdik ve ağaçların dallarının suları okşadığı küçük bir girintiye teknemizi bağladık. İki üç asker kestikleri kola dallarla yelkenliyi gizlemeye çalıştılar. Yarım saat sonra başarmışlardı da. Orman, indikleri geniş ince kumlu sahilin hemen bitiminden denizin yirmi adım ötesinden başlıyordu.
O akşam kumsalda kocaman bir ateş yakmış, iki askerin vurduğu ceylanla karnımızı iyice doyurmuştuk. Uzaklardan dünyamızı ziyarete gelen prenses yıldızı gökyüzünde asılı gibi duruyordu. Ben, yani manganın ikmal görevlisi Kıdara tüm hünerimi göstermiş, kahramanlara iyi bir akşam yemeği hazırlamıştım. Yola çıktığımızdan beridir yedimiz ilk taze etti bu yemek. Kalanları da diğer günler için hazırlamış ve sırt çantasına koymak istemişti. Komutan Ketasa buna izin vermemişti, ne de olsa önümüzde her türlü avın bolca olduğu bir orman vardı. Ben yine de kalan etlerin iyi parçalarını kızartmış, tuzlamış ve avın derisine sararak kumsalın bitip ormanın başladığı yere kazabildiği kadar derine gömmüştüm. Mütevazi hazinemin olduğu çukurun üzerine de vahşi hayvanlar kazamasın diye kocaman bir kaya kondurmuştum. Bu kaya aynı zamanda gömünün olduğu yeri belli eden bir işaret olacaktı. Ertesi sabah daha güneş doğmadan, ırmağın okyanus yönündeki sol kıyısından ilerlemeye başlamıştık.
   Takımımız sık ağaçlara, ağaçlarla birleşen sarmaşıklara, kısa boylu çalılara aldırmadan, ilerliyordu. Diğerlerinin yanında çocuk gibi kalıyordum bu nedenle onlara yetişmem çok zor oluyordu. Özellikle de ihtiyacımız olan ıvır zıvır taşıdığım ağır sırt çantası yüzünden geride kalıyordum. Gerçi diğerlerinin de yükleri vardı. Uzun kılıçlar, sadağı dolu oklar özellikle de pirinçten yapılmış örgü zırhları işlerini zorlaştırıyordu. En rahatımızsa bir türlü kanımın ısınmadığı yabancıydı. Ve bu şekilde iki gün yol aldık. Çoğu zaman ırmağın hemen yanlarda bıraktığı çamurda yol alıyorduk. Askerlerden biri niçin bir sal yapmadığımızı sorduğunda güçlü akıntıya karşı sekiz küreğin yetmeyeceğini söylemişti komutan Ketasa. Bu fikri dönüşte kullanabileceğimizi keseceğimiz ağaçlardan bir sal yapabileceğimizi de eklemeyi unutmamıştı
   O gün, yani yürüyüşümüzün üçüncü günü de sorunsuz bir şekilde tamamlanmıştı. Efendi Koyo ki kendisi yol uzadıkça bizlere yaklaşmaya başlamıştı, güneş tam tepelerindeyken verdikleri molada haritasını çıkarmış, komutanımız Ketasa’ya doğru yolda olduğumuzu söylemişti. Üç gün boyunca, ilk defa tanıştığım sekiz askere yaklaşmaya çalışmış ne kadar yolumuz kaldığını öğrenmeye çabalamıştım. Hemen hepsinden ne kadar yollarının kaldığını bilmediklerini söylemişti. Ya gerçekten bilmiyorlardı ya da ağızları çok sıkıydı. Yolun durumu hakkında bilgi alamıyorsam ne aradığımız sorusunu sormaya gerek yoktu. Akşam yaklaştığında nehrin ağzı belirgin bir şekilde daralmaya başlamıştı. Kıyıdan biraz içeride genişçe bir çimenlik bulduk ve orada kamp yapmaya karar vermiştik.  İyice yorulmaya başlayan askerler memnuniyetsizliklerini iyice dışa vurmaya başlamışlardı. Haksız sayılmazdılar, savaşmak için eğitim almış bedenler haftalardır yollardaydı ve kılıçları kınlarında paslanmaya başlamıştı. Ben de ateş yakabilmek için kuru dallar toplamaya çıkmıştım. Sırası gelen iki askerde oklarını ve sadaklarını alıp avlanmaya gittiler.
   Uzun boylu yabancı ne zaman baksalar uyanıktı ve çevresini gözlüyordu ve o akşamda beyazlı adamın gözleri açıktı. En yakın ağacın üzerine bir nöbetçi bırakarak ateşin çevresinde uykuya daldılar.  İlk iki saat vukuatsız geçmişti ama ikinci nöbetçi nöbetini devraldıktan yarım saat kadar sonra tırmandığı dalda çevresini kolaçan eden yanık tenli denizci avına yaklaşan bir yılan gibi kampa yaklaştı. Yabancının başı hemen döndü sürünen gölgeye doğru. Daha komutanının bedenine dokunmamıştı ki “Bende duydum sesleri dedi fısıltıyla.    Meydanda yanan ateş sönmeye başlamıştı. Konuk kenarda yığılı duran dallardan bir kaçını daha sönmeye yüz tutmuş alevlere bıraktı. Birkaç dakika geçmeden çevre kızıl dilli alevlerle aydınlandı. İşte o zaman çevrelerinde hareketlenen kara gölgeler oldu. Zaten hassas bir şekilde uyuyan diğerleri de uyandılar. Bu gölgeler kendilerini harekete geçiren alarm zilleri olmuştu.
   Ertesi sabah kampın çevresini dolaştığımızda çocuktan daha büyük çıplak ayak izlerine rastladık. “Patava” lar dedi beyaz adam dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı cılız bir gülümsemeyle. Komutan Ketasa’ya dönerek “Doğru iz üzerindeyiz. Bunlar kendilerini bu ormanın sahibi gören Patava’lar” dedi. “Hedefe biraz daha yaklaşmış olmalıyız.” Komutan çevrelerini saran adamlarına dönerek “Dikkat edin bu kabile Yamyam bir kabiledir. İnsan etini sever ve sizlerinde tadına bakmak isteyecektir” iri kıyım askerler boğuk seslerle güldüler ama aralarındaki zayıf bedenli olan ben korkuyla ürpermiştim. Elim gayri ihtiyari belimdeki kısa kılıca gitti. “Merak etme delikanlı, insan etini severler ama üzerimize saldıracak kadar da cesur değiller. Zayıf bir anımızı bulasıya kadar bizi uzaktan izleyeceklerdir. ” Komutanımız benim yani aşçılarının korktuğunu anlamıştı. “Korkuyor musun?” diye sorulduğunda da “Kim kendi etinin dişlenmesinden hoşlanır ki” diyerek soruya soruyla karşılık vermiştim.
O günde yürüyerek geçti. Büyük beyaz yelkeni olan kibar teknemizi onun samanla doldurulmuş şiltelerini özlemiştim. Akşama doğru nehrin çatallaştığı yani iki kocaman akarsuyun birleştiği yere varmıştık. Kollardan biri, büyük olanı hafifçe sola, gün batısına dirsek yapıyordu. Diğeriyse keskin bir köşe yaparak gün doğusuna yöneliyordu. Lord Koyo’nun yüzü gülmeye başlamıştı. Ne arıyorsak bulmak üzere olmalıydık.
Hangisini izleyeceğiz, Ketasa bizlerin yanında soru sormaktan çekinmediğine göre gerçekten hedefe yaklaşmış olmalıydık. “Hiç birini, ikisinin arasından yürüyeceğiz”  Uzun boylu yabancı biraz durdu, düşündü “Bir günden az bir yolumuz kaldı. Ağaçların arasında genişçe bir boşluğun olduğu bir yerde kamp kurmaya karar vermiştik.
   O akşam ateşin başından biraz uzakta, alevlerin kırmızılığının siyaha dönmeye başladığı bir noktada Ketasa ile Lord Koyo fısıltıyla konuşuyordu. Bir durum değerlendirilmesi yapıldığı belliydi.  İkisinin de başı bir ara yukarıya karanlık gökyüzüne çevrildi. Yıldızlarla bezenmiş tabloda uzun kuyruğuyla bir nişan gibi duran prenses yıldızına baktılar uzun uzun. Eskilerin söylediğine göre ışıktan uzun kuyruğu olan bu yıldız bir insan ömrü süresinde gelir dünyamızı ziyaret ederlermiş. Yani şimdi prenses yıldızını gören çocuklar ömrü yeterse ancak yaşlandıklarında bir kere daha görebilirlermiş,  oda Tanrının kendilerine bahşettiği hayat yeteri kadar uzun olursa. Lord Koyo işlerin tahmin ettiklerinden daha iyi gitmesinden kuşkulanmaya başlamıştı. Aslında bu durum diğerlerini de her an tedirgin uyumaya alışkın olan askerleri de rahatsız etmeye başlamıştı.
Komutan Ketasa’dan sonra en yetkili er olan Hateva bu durumu yakın arkadaşı olan Ketasa’ya sorduğunda “Az bir yollarının kaldığını ve kısa bir zaman sonra dönebileceklerini” söylemişti.  Onca savaşa katılmış kıdemli asker “Tam olarak aradığın nedir? Dediğinde “Sıra kocaman bir kaya bulmaya geldi. Kulağıma çalındığı kadarıyla bir vahşi hayvan kellesine benzeyen bir kayaymış bu. “İki nehrin birleştiği bir yerden çok uzakta değilmiş bu köpek kayası” demişti. Evet, kendilerine söylenenler dışında guruba kılavuzluk eden Efendi Koyo da hedeflerine yaklaştıklarını biliyordu. Ve yolun bu kadar rahat olması, isyancı yabanilerden bir ses seda çıkmaması kendilerini izledikleri konusundaki kuşkularını arttırıyordu. Bir gece önce gördükleri vahşilerin gölgelerini dikkate almadığı belliydi. Haa, bir de günler önce yelken direğinin üzerindeki nöbetçi uzaklarda bir yelkenli gördüğünü iddia etmişti ama o yelkenliyi nöbetçiden başka gören olmamıştı. Teknenin baş konuğu saatlerce çevrelerini incelemiş bırakın yelkenliyi bir sandal veya kayık bile görememişti. Krallığın ve uygarlığın başkenti olan adanın sürekli izlendiğini, barbarlarca gözlendiğini biliyorlardı. Yola çıkan küçük gurubun ne aradığını biliyorlardı o halde neden peşlerine düşmemişlerdi.
   O gece ormanda olmaması gereken sesleri bir kere daha duyduk, bu Patava’lar iyice acıkmış olmalıydılar. Çevremizde dolanan vahşi hayvanların seslerine alışmıştık ama bu sesler garip bir dille yapılan fısıltıları andırıyordu. Genizden gelen seslerin yoğun olduğu ve benim bilmediğim bir dil olmalıydı. Her bir usta asker olan manga durumu kavramıştı ve alışkın oldukları şekilde nöbetçileri ikiye çıkarmışlardı. Biri uyanık olduğunu belli eden ateş başında oturan ve görünen nöbetçi, diğeri daha uzakta sessizce yüksek bir ağaca tırmanan görünmeyen nöbetçiydi.
   Gecenin sabaha dönmeye başladığı ve uyuyanların en çok keyif aldığı saatlerde, nöbetçi duyduğu seslerin çoğaldığını söyledi. Hemen yanında uyuyan ben aralık bıraktığım gözlerimi tamamen açmıştım.  İlk sesleri duyduğumdan sonra birkaç dakika geçmişti ki sessiz alarm tüm birlik kıpırdamasa da uyanmış, askerler uzandıkları yerde gözlerini açmışlardı. Ormanın içine daldığımızdan beri askerler her an baskına uğrayacaklarmış gibi hazır yatıyorlardı. Gözlerimi sönmeye yüz tutan alevlerin uzağına kaydırdığımda avına yaklaşan yılan gibi sürünerek çevremizi saran kara gölgeleri gördüm. İlk darbeyi hemen yakındaki çam ağacının üzerinden düşmanın üzerine atlayan asker vurdu. Can tatlı tabii acı dolu bir çığlık ormanda yankılandı. O çığlık uzanmış hazır bekleyen askerlerin kurulu yay gibi sıçramalarına yetti. Tenleri geceden daha siyah sayısız yerli çevremizde peydahlanmıştı. Evet bir baskın olacaktı ama yaklaşan gurubun bu kadar kalabalık olması beni şaşırtmıştı. Çekilen kılıçlar gecenin zifirinde şimşek gibi parlamıştı. Ve dokuz kişi ve on sekiz kollu savaş makinası çalışmaya başlamıştı. Acı ve nefret kusan bağırışlar birbiri arkasına gelmeye başlamıştı. İlk yıkılansa gurubun benden sonra en genci olan Tatama’ydı. O zaman hava ıslık sesiyle uçuşan küçük okları fark ettik. Birkaç dakika sonra çevremiz sayısız cesetle dolmuştu. Tatama’nın peşinden bir başka yiğit kısa boylu çok konuşan Velata yere yığıldı. O zaman okların zehirli olduğu aklıma gelmişti. Gündüz olsa belki pan zehir hazırlardım ama şu an yediğimiz baskını savuşturmaktan başka gayemiz yoktu. Havada daha güçlü bir ıslık sesi duyuldu ve ardından ileride bir ağaç üzerinde tüner gibi duran bir beden yere yuvarlandı. Sabah olduğunda bu işi yapanın kim olduğunu görmüştük. Bizlere saldıranların büyücüsü diyebileceğimiz süslü çok süslü başlığı olan yaşlı biriydi. Yaklaşın beş dakika sonrasında bir bağırış bir nara duyuldu ve bizlere saldıran kara adamlar geldikleri gibi sessizce ağaçların ardında kayboldular.
   Üzerinde taşıdığım ve yatarken hemen yanı başıma koyduğum meşin çantayı açtık. Yiğitlerden biri alevleri canlandırmıştı. Yaralı çoktu ama onların sıyrıktan ve önemsiz kesiklerden öte hayatiyeti yoktu. Alevli bir dal alan Ketasa ve Lord Koyo ölen yerlilerin arasında dolandılar ve kendi aralarında fısıltıyla konuşmaya başladılar. Kamp yeri çevresinde tam on yedi ceset vardı. İkinci yaralanan Velata’nın yarası hafif sayılırdı ama Tatama’nın durumu ciddiydi. Kendi ellerimle hazırladığım merhemi yaralarına sürdüm ve ateşin yanında uzanmalarını sağladım. Komutan Ketasa savaş düzeni almamızı söylediğinde gökyüzünün siyahı lacivertten maviye dönmeye başlamıştı. Kısa bir araştırmadan sonra yakınlarda olan mağara bulduk ve orayı karargah haline getirdik.
   Lord Koyo, saldıranların isyancılar tarafını tutan kabilelerden biri olduğunu söyledi. Krallığın etkisinin hissedilmediği bu yerlerde uygarlığın ulaşmadığı ulaşamadığı vahşiler vardı. Ve Lorda bakılırsa bu ormanlarda yaşayan bazı kabileler insan etini yerlermiş. O gün kraliyet kitaplarında okuduğum yamyam kelimesiyle ciddi olarak karşılaşmıştım. Şimdi kendimizi onlardan korumamız gerekiyordu.
Hepimiz iyi kötü toparlanmıştık. Ağaçların arkasından yükselmeye başlayan güneş içimize umut serpmeye başlamıştı. Özgüvenimiz yerine gelmiş yabancı bir diyarda da olsak vahşilere karşı kazanacağımıza emindik. Yaralı askerlerden biri sırtını asırlık ağaç gövdesine dayamış dinleniyordu. Gözleri kapalıydı ve nefes alışverişi biraz daha düzelmişti sanki. Diğeriyse hala kendine gelememiş öylece derin bir uykuda yatıyordu. Yaranın üzerine sürdüğüm merhemi bir kere daha sürdüm. Birde kendisi için çantamda taşıdığım bitki özlerinden bir nektar hazırladım. Ölmeyecekti ama ne zaman iyileşeceği belli değildi.
Komutan iki askere bir sedye hazırlamalarını istedi ama ben hastanın sedye ile taşınamayacak kadar ağır yaralı olduğunu söyledim. Lord Koyo ile kısa bir görüşme yaptılar Aldıkları karar yola devam etmekti. Hedefe bu kadar yaklaşmışken vaz geçmek olmaz demişti yabancı. Ve guruptan bir askeri yiğit Hekapa’yı ve beni yanında bırakmaya karar verdiler. “Yamyamlar bizi izlemeye devam edeceklerdir sizin burada olduğunuzun bile farkına varmazlar. Bizlerde en geç iki güne kalmaz geri döneriz” dedi Az konuşan Yabancıysa “Eğer iki gün bu gece ve yarın gece bekleyin, ertesi sabah hala dönmemişsek yelkenliyi sakladığımız yere geri dönersiniz” dedi. O zaman kafamda kütükleri birbirine bağlayıp sal yapmak fikri yerleşti. Çevrede yeteri kadar ağaç ve bu ağaçları birbirine bağlayacak sarmaşık vardı. Bizi kısmen koruyacak bir yere bırakıp öylece uzaklaştılar. Üç kişi, hafif yaralı bir asker, bir uşak, birde kendinde olmayan yaralı öylece kalakalmıştık. Komutanımızın son sözleri “Bir ceset kadar sessiz olun” olmuştu.
   Bir gün önceden kalan soğuk etlerle karnımızı doyurduk. Hekapa birkaç noktaya tuzaklar kurmak için uzaklaştı. Ardından yanında durak küçük bıçağını uzun bir dala sapladı. Nehrin akıntısının azaldığı bir yerde balık tutmaya gitti. Özellikle de kendinde olmadan yatan arkadaşı için iyi besinlere gereksinim olduğunu biliyordu. O geldikten sonra ben azalan şifalı otlarımı tamamlamak için ormanın kıyısında dolanmaya başladım. Ne kadar uzaklaştığımı bilmiyordum ama bulmayı umut ettiğim şifalı otlardan çevrede pek yoktu. Yürüdüm ve tekrar yürüdüm. Her ağaç dibini, her gölgeliği araştırıyordum. Kalabalıklar içinde tanıdık yüzler arayan adamlara dönmüştüm. Topladığım numunelerin yeterince olduğuna kanaat getirince geri dönmeye karar verdim. İşte o zaman birbirine çok benzeyen ağaçlar arasında yönümü kaybettiğimi anlamıştım. Bazen eğilerek bazen sürünerek ilerliyor ama arkadaşlarımın yakınına varmak yerine bilmediğim yerlere ulaşıyordum. Bir an öyle oldu ki nehrin sesini bile duymaz olmuştum. İşte başıma ne geldiyse o zaman geldi.
    Eğildiğim yerden doğruldum. Çakımla kestiğim son bitki ender bulunan bitkilerden biriydi. Körpe yapraklarından toplamış çantamın bir gözüne doldurmuştum. Kersa çiçeği genelde dağların eteklerinde yetişen soğuk iklim bitkisiydi ama burada nasıl olup ta yeşermişti bir türlü anlam veremiyordum. Hafif oval koyu yeşil yapraklarını kaynatır da içerseniz kaybettiğiniz enerjiyi geri kazanmanıza fırsat veriyordu. Kaynattığınız yaprakları lapa haline getirirde yaraya üzerine sürerseniz yaradaki cerahati çekip alıyordu. Sevincim sözlerle anlatılmazdı. Eğer o lapayı yapabilirsem Tatama diğerleri dönmeden ayağa kalkardı. Çömeldiğim yerden doğruldum işte o zaman kaybolduğumu anladım kafamı kaldırıp baktığımda gökyüzünü görememiştim ki güneşi görebileyim. Nefesimi tuttum çevreyi dinledim ama günlerdir yanında yürüdüğümüz nehrin bile sesini duymuyordum. İçgüdülerime güvenip yürümeye başladım. Birkaç dakikalık yürüyüş kafamın iyice karışmasına sebep olmuştu. Etrafımı görebilmek için yüksek bir ağaca tırmanmaya kara verdim. Bin bir uğraşla alt dallara çıktığımda hala manzara değişmemişti. Sağım solum, önüm arkam hep yeşildi. Sarmaşıklar, gövdeler, kökler yer ve gökler hep yeşildi. Tam daldan inmek üzereydim ki bir yüz adım ötede kocaman bir kaya gördüm. Üzerine çıkmak daha kolay olacaktı…
   Yanına yaklaştığımda kayanın hayvan kafasını andırdığını gördüm. Hemen hemen iki insan boyunda bir kayaydı ve uzaktan bakıldığında hakikatten kurt başını andırıyordu. O kadar ki kayanın üzerindeki düzlükte iki çıkıntı vardı ve kulak şeklindeydi. Kötü haberse oradan da bir şey görünmüyordu. Kayanın diğer yönünden aşağı indiğimde yorgun ayakları su birikintisine dalmıştı. Dikkatli bakınca kayanın toprakla birleştiği yerden su sızdığını gördüm. Serçe parmağından daha küçük bir yarıktan akan su minik bir gölet oluşturmuştu. Eğildim, bir avuç alıp dilimi değdirince suyun tadını beğenmiştim. Damlalar ağzımın içinden boğazıma tatlı tatlı kayarken ne kadar susadığımın farkına varmıştım. İçtim, içtim kanasıya kadar doyasıya kadar içtim, içtikçe içesim geliyordu. Ne olur ne olmaz diyerek yanımdan hiç ayırmadığım küçük kırbamı da doldurdum. Kuru bir yer bulup sırtımı kayaya dayayınca yorgunluğumun etkisiyle kendimden geçmiştim.
    Ne kadar uyuduğumu bilemiyorum ama bağırışlarla uyandım. Sesin geldiği yöne seğirttiğimde aslında kamp yerimizden çok uzaklaşmadığımı anlamıştım. Korku ve telaş aklın düşmanı olan bu iki kardeş bana oyun oynamışlardı. Üç dakika sonrasında arkadaşlarımı bıraktığım yere varmıştım. Daha sonra çok daha sonra düşündüğümde bu duruma bir anlam verememiştim. Onca zaman dolandıktan sonra nasıl olmuşta tekrar aynı yere varmıştım. Kocaman bir daire çizmiş olmalıydım. Tabii o an bunları düşünecek zamanım yoktu. Rengi kuzguni siyah olan üç adam üç yarı çıplak adan iki arkadaşın başında dikiliyordu. Zavallı Tatama’nın durumunda bir değişiklik yoktu ve kıpırdayacak mecali yoktu. Hekapa ise belli ki gafil avlanmıştı. Bir süre ne yapmam gerektiğini düşündüm. Yalnızca üç kişiydiler ve iyi bir plan yaparsam onları haklayabilirdim. İşin iyi tarafı yamyamlar kendilerine o kadar güveniyorlardı ki arkadaşımı bağlama gereği duymamışlardı. Hekapa ise kendi kendine şarkı söyler gibi konuşuyordu ”Neredesin a uşak gelde kurtar bizi” diye… Mesajın bana olduğunu anladım ve harekete geçmeye kara verdim.
   Yerden yumruk büyüklüğünde sert bir kaya aldım, eskiden beridir elim doğrudur ve iyi atışlar yaparım. Iskalarsam diye bir iki tane de yedek olarak ayaklarımın dibine bıraktım. İlk atışım isabetliydi ama yeterli değildi. İri kaya adamların omzunu sıyırıp ileriye düşmüştü. Acele diğerini elime aldım, ve olduğunu anlamadan diğeri de elimden çıkmıştı. Bu daha iyi bir atıştı ve taşın geldiği yöne dönen ikinci yerlinin göğsüne çarptı. Hekapa da harekete geçmişti birkaç saniye sonrasında durum tersine dönmüş adamlar yere yığılmıştı. Hafif yaralı deneyimli asker Patava’ların silahlarını almış kısa bir vuruşmadan sonra üçünü de yere sermişti. Diğerleri arkadaşlarını merak edip geri dönmeden oradan uzaklaşmalıydık. Arayışlarını sürdüren yedi kişiyi iki gün beklemeden geldiğimiz yoldan geriye dönecektik. Eğer bekleyeceksek yelkenlinin yanında daha güvende olacaktık. Yine de benim hekimlik damarım ağır basmıştı. Az önce bulduğum tatlı su pınarını bulup Tatama’nın yarasını tımar etmeliydim. Temiz su kaynağı olabileceğini düşünerek ve de yanımda taşıdığım deri tulumu doldurmak için az önce bulduğum tatlı su pınarına dönmeyi teklif ettim. İkimiz iri bedeni zorla da olsa yüklendik ve çalılar arasından geri Kurt kayasına döndük.
   Hekapa daha uzaktan görür görmez kayayı tanımıştı. Bir sevinç çığlığı attıktan sonra kendini tuttu. Ama ben kayanın dibine vardığımda o ince yarığı ve yarıktan akan suyu bulanmadım. Cebimdeki bezi çıkarıp az önce hayal meyal hatırladığım çatlağın olması gerektiği yerdeki su birikintisine daldırdım. Akan su kesilince toprak içiyordu suyu anlaşılan. Yumuşak bezi genç askerin yarasına sürünce derin bir inilti geldi, canı yandığı belliydi. Az önce topladığım Kersa yapraklarını, bulduğum granit parçasıyla usul usul ezdim, dudaklarım hafif kıpırdıyor dualar ediyordum. Hazırladığım bulamacı yaraya sürdüm, kayanın dibindeki yavaş yavaş kurumaya başlayan su birikintisinin dibinde toplanan çamurla da bir güzel sıvadım. Bulabildiğim bez parçalarıyla sardım. İş beklemeye ve yamyamların arasından sessizce uzaklaşmaya kalmıştı.
Ben tedavimi ilkel şartlarda yaparken Hekapa’da dallardan ve sarmaşıklardan basit bir sedye yapmıştı. Beklemeden yola çıktık. Bir gün öncesine kadar akıntıya ters nehrin yukarısına doğru gidiyorduk. Şimdi akıntı yönünde geldiğimizden çok daha hızlı ilerliyorduk. Dönüşümüz gelişimizden çok daha çabuk olmuştu. Hekapa arkadaşını sedyeye yatırmış sürüklüyordu. Tüm ısrarlarıma rağmen Tatama2yı taşımama izin vermedi. Güneş gökyüzündeki milyonlarca yıldır bıkmadan usanmadan yaptığı devri tamamlamış ormanın ulu ağaçlarının ardında kaybolunca bir mola verdik. İyi ki de mola vermiştik zavallı ayaklarım bu zayıf bedenimi taşıyamayacak hale gelmişti. Üç beş kişinin saramayacağı gövdeye sahip ulu bir ağacın dallarına tırmandık. Sarmaşıklara bağladığımız yaralımızı çıkarmak işin en zor bölümüydü. Hayvanların ürkünç seslerine aldırmadan uykuya daldık. Uyumadan önce yaptığım son iş hala kırbamda kalan o tatlı suyu içip bitirmek olmuştu. Sabahleyin büyük bir sürpriz bizi bekliyordu…
Gözlerimi açtığımda ışık dalların arasından direk gözlerime geliyordu. Ama uyanmama neden olan ışık değil de Tatama’nın dürtmesiydi.  Birkaç saat öncesine kadar kendini bilemeyecek kadar zehirlenmiş olan adam sanki hiçbir şey olmamış gibi karşımızdaydı. Sürdüğüm merhemin iyi geldiğini düşünüyordum. Lakin Hekapa’nın tedirginliği sürüyordu ve tekneye varmadan hatta eve varmadan geçmeyecek gibiydi. Öyle ki yemek yememize bile izin vermeden yola koyulduk. Yolda tanıdığımız meyvalarla karnımızı doyururuz demişti. Geçtiğimiz her yer iyice tanıdık gelmeye başlamıştı. Yolda, başımıza neler geldiğini anlattık Tatama’ya “Ya bizlere ihtiyaçları varsa” bu soru bizimde kafamıza takılan bir soruydu. “Bize Ketasa’nın verdiği emirler bu, gideceğiz ve tekneyi yola çıkmaya hazır hale getireceğiz.” Akşamı yine bir ağacın yüksek dalında geçirdiğimizi söylemeye gerek yok tabii.
Ertesi gün öğleye doğru uzaklardaki laciverti farkettik. Gün batmadan da koyumuz diyebileceğimi küçük girintiye varmıştık. Tekneyi iyi gizlediğimiz belli olmuştu. Ne aradığını ve nereye bakacağını bilen biri görebilirdi ancak. Ben hemen beş altı gün önce diktiğim taşı aramaya başladım. Bulmam zor olmadı. Birkaç dakika sonrasındaysa midelerimiz bayram ediyordu. Tekneyi hazır hale getirdik ve kıyıdan uzakta güvenli bir açıklıkta demir atıp beklemeye başladık. Güvertede bir nöbetçi bırakıp uykuya daldık. Sırtımı güvertenin meşe kerestelerine verdim, gözüm ufka yaklaşmış Kraliçe yıldızındaydı. Güvenli bir yerde olmanın verdiği huzurla ve dalgaların hafif sallayan ritmiyle uyumam çok zor olmamıştı.
Kaç saat uyuduğumu bilemiyorum ama karmakarışık rüyalar gördüğümü anımsıyorum. Rüyamda Kurt kayası vardı. Kurt kayasının hemen dibinde, kayanın toprakla birleştiği yerde küçük bir yarıktan hafifçe sızan su vardı. Hekapa’nın fısıltısıyla uyandım. Kocaman elleri ses çıkarmayayım diye ağzımı kapamıştı. Diğer eliyle yüz adım kadar uzağımızdaki sahili gösterdi. Tatama’da uyanmış aynı noktaya sahilde ellerinde meşalelerle dolanan gölgelere bakıyordu. Korktuğumuz başımıza gelmişti ve yerliler bizi bulmuştu.  Ayakta duran Tatama  bir küfür savurdu. Arkadaşına eğildi ve eliyle hareket halindeki zayıf ışıkların arasındaki bir gölgeyi gösterdi. Patava’ların bir esiri vardı. Biz neler olduğunu anlamaya çalışırken de bir kano suya indirilmiş ve hızla teknemize yaklaşıyordu. Ben komut beklemeden yelkeni çektim. Karadan esen rüzgar tekneyi sarsmaya başlamıştı. Rüzgarla şişen bez tekneyi bağından kurtarmak alıp, götürmek istiyordu.
İnce uzun kano, bordomuza beş on kulaç kala durdu. Ayağa kalkan bir gölge elinde yağlı çıradan yanan bir dal tutuyordu. Kısa boyu, tıknaz gövdesi, belirgin bir kamburu ve geceden daha kara, kapkara bir yüzü vardı. “Siz yelkenlidekiler hemen teslim olmazsanız esirinizi diri diri Patava’lara vereceğim. Belki bilmezsiniz ama beyaz adam en sevdikleri yemek” dedi.
“Homtu” Tatama’nın ağzından bu söz küfür gibi çıkmıştı. Derin karanlıkların efendisi olan Bho’nun baş yardımcısı. İşte o zaman Kıdara kadim kitaplarda, adı her türlü fenalıkla bir tutulan ismin bir efsane olmadığını anlamıştı. “Sizde bana ait bir şey var, onu da istiyorum” Neyi kastettiğini anlamamışlardı üç adam öylece birbirine baktı. Onlar lafa dalmışken kıyıdan yelkenliye doğru yaklaşan diğer kanoları fark etmemişlerdi. Her birinde üç dört savaşçı olan irili ufaklı kanolar iyice yaklaşıyorlardı. Tatama hafice eğildi, bunlar beni öldü biliyorlar ben Lordu kurtarmaya gidiyorum, ardından kuzeye gideceğiz. Demir alın ve yerlileri peşinizden sürükleyin dedi. Ardından diğer yandan sessizce suya girdi.
Hekapa, Kıdara, sen ne kadar ok varsa buraya getir dedi fısıltıyla ve Karanlığa dönerek “Bizde sana ait hiçbir şey yok. Esirde senin olsun, adamlarına afiyet olsun, ne yapayım ben yabancıyı. O ara ben bulduğum tüm okları güvertenin yanına sinmiş olan savaşçının yanına yığdım. Yine fısıltıyla ikinci komut geldi. Yavaşça Demiral. Bir dakika sonrasında uzun zaman bağlı kalan hayvanların özgürlüğe kavuştuğunda yaptığı gibi gövde ileri atılmıştı. İşte o an gecenin karanlığını yırtan öfkeli bağırışlar duyulmaya başladı. Güverteye yağmur gibi ok yağıyordu. Hekapa, güverte kaplamalarının arasından ölüm oklarını göndermeye başlamıştı. Gecenin karanlığında da olsa güçlü yayından çıkan okları hedeflerini şaşmaz bir şekilde buluyordu. Birkaç dakika sonrasında rüzgarın etkisiyle ara iyice açılmaya başlamıştı. Patava’ların okları kısa düşmeye, karanlık sularda kaybolmaya başlamıştı. Homtu’nun başarısızlığı kabullenmekten başka çaresi kalmamıştı. İğrenç çığlığı öfkesini dışarı salmış ormanda yankılanmıştı. Ve ardından da gerçeği kabullenip geri döndüler.
Kanoların yelkenlilerini takip ettiğini gören Tatama kulaçlarını hızlandırdı ve kıyıda duran esir ve başındaki iki yerlinin uzağında karaya çıktı ıslak gölge hızla ormana daldı. İki yerli açıkta olanları izlemekle meşgulken saldırdı ve ikisini de saf dışı bıraktı. Beyazlar içindeki yabancının da bu kurtuluşta faydası olmuştu. Bir dakika sonrasındaysa ormanın içerisinde kaybolmuşlardı. Kambur prens Homtu karaya çıktığında esirinde kaçtığını görünce iyice delirdi ve gece boyu avını kaçırmış yaban hayvanları gibi öfkeyle bağırdı.
Ertesi gün, nehir ağzından kuzeye doğru ağır yolla seyretmeye başladık. İkimizin de gözleri ormanı tarıyordu. Akşamın alacası çökmeye başladığında kıyıda bulunan uzun bir ağacın dalları arasından bir parıltı gördük. Birkaç saniye sonrasında bir defa daha gözlerimizin içinde parladı ışık. Herhalde kılıcının yansımasıydı gözlerimizin içine dalan. Ardından kıyıya yanaşmaya başladık. Kumsalda iki adam bizleri bekliyordu.””
“Bütün bu olanlar senin başına geldi öyle mi?” Ses tonunda açık bir alay vardı. “Evet dedim ya o zamanlar onsekiz yaşında toy bir delikanlıydım. “Diğerlerine ne olmuştu” Hikayeyi başından beri dinleyen genç adam sormuştu bu soruyu.  “Komutan Ketasa, Hateva ve diğerleri yerliler tarafından öldürülmüşler. “Peki aradıkları neymiş” bu soruyu saçma bulmuştum. “Cevap vermek istemiyorum. Eğer sana Sonsuzluk Gözesinin pınarının peşindeymiş ve prenses yıldızının çıktığı yılda Tanrıların armağanı olarak yer yüzünde akarmış o göze. Kadim efsanelere göre sürgünde olan prenses yıldız olarak gökyüzünde dolaşır ve arada bir dünyaya yaklaşırmış. İşte onun yaklaştığını gören sevdiği  ağlarmış birkaç gün. Bazen bir göze bşr pınar olup sızarmış toprağın üzerine. Onların sevgisinin ölümsüzlüğü o sudan içene geçermiş.” Uzun bir sessizlik oldu. Genç adam tekrar konuşmaya başladı…
“Peki rahip sence bu öykü kraliyet duvarına asılmalı mı” beklediğimiz o ilgiyi çeker mi?
“Orasını hiç bilemeyiz? Kayıp, yıldız taşı, kambur prens, Meşe Asa, Kaos Günü ve diğerleri olmadı Yine de benim bu anlattıklarımı okuyan birileri olacaktır elbette… Hadi bakalım çok geç olmadan yola koyulalım…


14
Kurgu İskelesi / Şakacı Alex
« : 14 Eylül 2015, 18:07:26 »
uzun zaman olmuştu Kurgu İskelesine bir şeyler bırakmayalı. Yüküm eski bir yük ama elden geçirildiği için yeni sayılabilir. İskeleyi dolaşanlar arasında ilgilenenler olabilir diyerek beğenilerinize sunuyorum.

Şakacı Alex

   Bu hikâye, cesur kaptan, araştırmacı ünlü kaşif “Şakacı” Aleksandr’ın hikâyesidir. Anlatacağım neredeyse elli yıllık bir hikâyedir. Aleksandr’ı bilmeyeniniz yoktur, eski dünya doğumlu, gerçek adı İskender olan Aleksandır. Buradan, yani Aydan, Satürn’ün en yeni kolonisine kadar hemen hemen herkes tanır. Kendisini,  kimselerin gitmeye cesaret edemeyeceği yerlere gitme başarısıyla, kahramanlıklarıyla ve buluşlarıyla biliriz. Bu konuda kendisine mal edilen sayısız hikâye dinlemişsinizdir. Bu anlatacağım az bilinenlerden biridir.
   21 Temmuz 2069; tam yüz yıl olmuştu insanoğlu aya ayak basalı. Biliyorsunuz insanoğlu yüzyıllardır bakıyordu gökyüzüne. En yakın komşusu dediği, gecelerinin en büyük ışık kaynağı ayı izlerdi geceler boyu. Atalarımız, yüzyıllar önce kendisini tanrı zannetmiş, adına tapınaklar yapmış ve tapınmışlardı. Ama neredeyse elli yıldır çocukların Aydede adını verdiği bu uyduda olması gerektiğinden fazla ışık var. Özellikle de, yeniay öncesi karanlık evrede yıldız gibi parıldayan birkaç nokta vardı. Dolunayda ise ayın doğal lekelerine ek olarak ışık noktacıkları görülür. Şimdi Halkalı Gezegenin uydularından duyulan kalp atışları, o zamanlar buralarda konuk gibiydi.
   Biricik uydumuz olan Ayda İlk araştırma istasyonları ikibin yirmili yıllarda kurulmaya başlanmıştı. Ekonomik değerinin farkına varıldığında, bu istasyonlar laboratuvarlara, laboratuarlar işletmelere, fabrikalara dönüşmeye başlamıştı. Şimdileri unutulmaya yüz tutan İlk maden 2033 yılında faaliyete başlamıştı. Onu diğerleri izlemiş ve sayıları onlarla ifade etmeye başlamıştı. Gelişmeler Yerleşmelerin çokluğu, göçmenlerin sayısı, en büyük tahminleri bile aşmıştı. Teknolojik gelişmelerin birbirini izlediği elli yıl boyunca roket teknolojisi ilerlemiş, daha ucuz ve güvenilir yakıtlar dünya ile ay arasındaki mesafeyi iyice kısaltmışlardı. Dünyaya bu kadar yakın olmasa ve ana gezegen dünya izin vermiş olsa, Ay çoktan bağımsızlığını ilan edecekti.
   Önce, uluslar arası bir birlik tarafından, araştırma üssü kurulmuştu, galiba 2020 yılıydı. İşler yolunda gidince üstelik o yıl içerisinde ilk kurulan üssün yakınlarında Amerikalılar kendi yerlerini inşa etmeye başladı. Ardından, Ruslar, Çinliler, Japonlar kendi üslerini kurdu. Yıllar geçtikçe bu yarıştan kopmak istemeyen diğer ülkeler de bütçelerinde pek çok kalemden feda edip ayda yer tutmaya çalıştılar. BM bir karar alıp her ülkenin ayda yerleşim merkezi kurabileceğini ama dünya üzerindeki yer oranında bir yer alabilecekleri konusunda bir tavsiye kararı aldı. Bu ilerlemede en büyük pay roket sistemlerinin gelişmesi ve dolayısıyla yakıtların ucuzlamasıyla ilgiliydi.
   Galile, ay kentlerinin en büyüklerinden birisiydi. Maden ocaklarına yakın olduğu için sanayi devrimi döneminin kentlerini andırıyordu. Birkaç yılda büyüyen kalabalıklaşan düzensiz kentlerden biriydi. Yinede kentte var olan bu hareketlilik dışarıdan pek çok turisti ve iş adamını çekiyordu. Her şeyden önce iyi bir manzarası vardı. Galileo kenti, tam aydınlık ve karanlığın sınırındaydı. Kentin bir bölümü, daha çok fabrikaların olduğu bölümü dış uzaya bakıyordu. Diğer bölümüyse kadim dostumuzun gülümsediği bölgedeydi. Kent asıl maden ocaklarının olduğu ayın karanlık yüzünde kurulmak yerine burada sınır çizgisi diyebileceğimiz bölümdeydi. Yani işyerleri, üretim tesisleri karanlık yüzdeydi. Oteller, lojmanlar ve alışveriş merkezleriyse muazzam bir dünya manzarasının olduğu aydınlık bölümdeydi. Kent kocaman bir kraterin ortasında ayın kuzey kutbuna yakın bir yerlerde kurulmuştu. Bütün bunları sizlere neden anlatıyorum bilmiyorum ama yazdıkların tarih dersine dönmeden asıl anlatmak istediğim konuya dönmeliyim.
   Yüzüncü yıl şenlikleri yapılacaktı o ara. Aya ilk ayak basan insanoğlunun üzerinden yüz yıl geçmişti. Kutlamalar yarı resmi bir şekilde yapılmış, resmiyet yerini eğlencelere bırakmıştı. Araçlar, ayın düşük yer çekiminde ve direnç gösterecek atmosferin olmadığı yüzeyde çok rahat gidip geliyorlardı. Dünyada kullanılan uçakların benzeri yapıdaydılar. Önceleri, dünyadaki eski araçlar yer araçları ve uçaklar, ufak tefek adaptasyonlarla ay yüzeyinde de kullanılabilecek hale getiriliyordu. Kentler arasında düzenli yollar ve uçuş koridorları yapılmıştı. Çoğu kocaman tekerlekliydiler, Hidrojen yakıyorlar yanma sonucunda açıya çıkan oksijen özel bir depoda topluyorlardı.
   Şimdi hep anlatılan dedikodularla ilgili birkaç kelime söylemeliyim. Biliyorsunuz, Ayda en büyük sorun su idi. Günlük hayatta kullanılacak iyi ve kaliteli su temel bulmak temel sorundu. Bu nedenle gri bölgenin karanlık yüzeye yakın tarafında kaçakçı bölgeleri kurulmuştu. Bunların, o zamanlar, rahat hareket etmelerinin temel nedeni ayda hala ciddi bir otoritenin olmayışıydı. Dünyadan gizlice getirilen iyi kaynak suları, büyük ve zengin kentlerde iyi para ediyordu. Şakacı’nın işlere böyle bulaştığı söylenir. Bu iddiaya, doğru da diyemem, yanlışta. Çünkü benim doğduğum topraklarda eski bir söz vardır “hatasız kul olmaz” Neyse konuyu fazla dağıtmadan anlatmaya başlayayım.
   … Adam, soluk soluğa içeriye girdi. “Allah kahretsin az daha kaza yaptıracaktı bize” Yanındaki arkadaşı omzunu silkti “Aldırma, boş ver. Geçen yüzyıldan kalma bir dünyalı işte” dedi. İçeride boş buldukları bir yere oturdular. “Baksana” dedi ilk konuşan ve daha iyi giyimli olan “Kendisi de arabası gibi” İçeride oturan iki kişiyi gösteriyordu. Kendilerinden söz edildiğini anlayan iki kişi hafifçe dönerek göz ucuyla içeri yeni girenlere baktı. Kuzeyden, zengin bir üniversite kenti olan Yeniparis’ten geliyor olmalıydılar.  
   Bu arada söylemem gerekir ki şimdi rahatlıkla anlaştığımız ay dili o zaman daha oturmamıştı. Kolonicilerin arasında garip bir dil doğmaya başlamıştı. İlk başlarda kurulan ve farklılıkları açıkça göze batan kentler zamanla ve belki de uzak dünyaya göre yakın sayılmanın gerekliliğiyle kendilerini birbirlerine yakın hissetmeye ve bağlarını kuvvetlendirmeye başlamıştı. İnsanlar İngilizce ağırlıklı bir dille anlaşıyorlardı doğal olarak. İngilizce ama 16. Yüzyılda kurulan Amerika gibi, farklı bir dil yeni bir İngilizce doğuyordu.
   İki genç masalarına oturduktan sonra garson yanlarına gelsin diye beklediler. Birkaç dakika geçmeden yeniden homurdanmaya başladılar. “ Crist, neden böyle bir salaş bir yerde durduk” dedi. “George, tam iki saattir yol alıyoruz ve aracımız yoruldu, bizlerde yorulduk tabii. Kısa bir mola vermemiz gerekiyordu.” dedi. O sırada garson yanlarına gelince, Crist, gencin eline tek bir anahtar bıraktı “Bakımını yapın ve bize de birer soğuk bira getirin” dedi. Garson, elindeki parıldayan anahtarlığa baktı, gözlerinin içi güldü, iyi bir bahşiş gelecek gibiydi.
   İki delikanlının başlarından yaklaşık yarım saat önce kuzey güney yolunda canlarını sıkacak bir olay geçmişti. Koca koridorda öyle kaza olacak falan değildi yaşadıkları olay. Kadim dostumuz ve yeni yerleşmeye başladığımız uyduyu bırakın dünyada bile az bulunan son model Aymobilinin performansı canını sıkmıştı. YeniParis’in kent içi yollarında hiçbir sorun yaşamayan aracı 1000 millik yolda düşük performans göstermişti. Kendileriyle aynı yöne giden bir aracı geçmekte zorlanmışlardı. Paris koleji son sınıf öğrencileriydi George ve Cristian ve Ekonomi Politik okuyorlardı. Okulları, kendilerini İnsan Oğlunun aya ayak basışının 100. yıl törenlerini izlemek için, öğrenci temsilcisi olarak seçmişlerdi. Toplantıya katılmışlar ve George Batamy, Ayın en güzel kentinin, en iyi kolejinin, bir temsilcisi olarak kısa bir konuşma bile yapmıştı. Ne de olsa George, arkanın, yani ayın karanlık yüzünün en büyük madenlerinden birinin sahibinin tek ve biricik oğluydu ve Cosmos Madencilik’in veliathıydı.
    Kimliklerinin etkilerini çok iyi bilen iki genç, törenden sonra, değişiklik olsun diye karayolundan dönüyorlardı. Önce sessizlik denizinden kuzey güney transit yoluna ulaşmışlar, ardından kuzeye gitmeye başlamışlardı. Bu arada o zamanki yollar bugünkü gibi değildi. Ana arter boyunca biraz düzeltme yapılmış geniş bir koridordu yol dediklerimiz. İşte o zaman, morallerini bozan olay; o hurda sayılabilecek araç arkalarında belirmişti. Fazla yoğun sayılmayacak trafikte, yanlarındaki aracı geçmek istediklerinde, geçen yıl dünya fabrikalarından çıkmış olan gıcır gıcır araçları hemen sağlarında yürüyen, boyaları dökülmüş, her yanı toz içindeki, belki yirmi yaşından fazla gözüken enkazı geçmekte zorlanmıştı. Uzun zaman kafa kafaya gittikten sonra gazı kökleyince, roket motorlarının türbolarıyla geride bırakabilmişlerdi.
   Henüz biraları gelmişti ki kapı açıldı. İçeri toz toprak içinde iki kişi girdi. Ağır adımlarla yanlarından geçerken hafif bir baş selamı verdiler. Crist, adamların gözlerinde alaycı bir ifade görmüştü sanki ama arkadaşına bunu söylemek istemedi. İki yabancı salonun dibindeki masalardan birine oturdular. Garson, yanlarına bekletmeden vardı, belli ki bu adamlar bu civarda seviliyorlardı. Siparişleri servis eden garson yanlarından geçerken durdurdular ve o kişilerin kim olduklarını sordular. Duyduklarına da şaşırmamışlardı. Biri emekli bir maden mühendisi ki ayda her zaman rastlanacak tiplerdendi. Diğeri de uçuş pilotu. Babasının şirketinde çalışan biriydi. Muhtemelen kendisinin kim olduğunu biliyorlardı ve yolda yaptıkları en hafif deyimle terbiyesizlikti. Yerinden doğruldu dipteki masaya yürümeye başladı.
   Geniş, basık salonun, loş köşesinde, iki adam kendi halinde takılıyorlardı. İkisinin de yaşı orta yaş sınırındaydı. Yaklaşan ayak seslerinden, olacakları tahmin edebiliyorlardı. Biri, saçları diğerinden daha fazla kırarmış olanı, diğerine farklı bir dille seslendi. “İşte geldiler” dedi Konuştukları, eski dünyada, Asya kıtasının batısında, yaygın olarak konuşulan bir dildi. “Ben sana ‘yol verelim’ demiştim” dedi diğeri. “Bende sana,  iyi eğleneceğiz” demiştim.  Sonra ay İngilizcesine döndürdüler konuşmayı
   “Buyurun efendim bir şey mi vardı?” ses tonundaki ezik hava genç adamı cesaretlendirmişti. “Yolda, bize yol vermek istemediğinizi düşünmeye başlamıştım” Masada oturan adam yerinden doğruldu “Aman efendim, sizin gibi eğitimi ve görgüsü, uzaktan belli olan birine bu kabalığı yapar mıyız?” dedi. “Üstelik-eliyle hangarda duran boyaları dökülmüş, yer yer dış cephesinde eziklikleri olduğu, uzaktan belli olan aracı göstererek “Bizim emektarın haddine mi?” dedi. Dördü birden hangara doğru kafalarını çevirdiler. Yan yana duran iki araç arasındaki fark o kadar belli oluyordu ki. “Bir daha olmaz umarım” kendince karşısındakine yeterli ders verdiği kanaatindeydi George. Masalarına bol bahşiş bırakarak hangara yöneldiler.
   “Gördün mü olanları, az daha patronumun oğluyla, veliaht prense takışacaktık”  Adam gülümsedi. “O yaşadığımız, bir denemeydi, asıl film şimdi başlıyor” Kahvelerini yavaş yavaş yudumlarlarken dışarıdan yeni aracın jet motorunun sesi geliyordu.
   George ve arkadaşı, araçlarının konforlu koltuklarında oturmuş yerden, standart yükseklik olan 300 metre yüksekte uçuyorlardı. Yolda yaşadıklarından söz ediyordu George. Bir gün babasının işini devralırsa yapacağı yapmak istediği yenilikleri, kafasından geçenleri anlatıyordu. “Tarihte benzerleri var ve o zamanlar işe yaramıştı. Şimdi neden yaramasın dı ki? Son elli yılda aya kimsenin öngörmediği kadar rağbet olmuştu. Yeni bir dünya, yeni bir başlangıç diye insanlar Aya göçmüşler, oralarda kurulan kentlerde yaşamaya başlamışlardı. Çoğu öylesine kanser gibi kendiliğinden beliren ve büyüyen bu kentler, George’a göre başlı başına bir sorundu. İyi ki kendilerinin gibi düşünenlerin kurduğu YeniParis vardı.
   George, hukuk alanında daha katı kurallar konması, göçmenliğe bir sınırlama getirilmesi gerektiğini söylüyordu. İnsanların seviyelerini bilmeleri gerektiğini ancak o sayede düzenini kurulacağını ve sistemin işleyeceğini anlatıyordu. Hemen sağda oturan Crist, aynı fikirde olduğunu ve diplomasını aldıktan sonra hukuk okuyabileceğini söylerken, gözleri ard kameraya takıldı. On dakika önce mola yerinde bıraktıkları araç hemen arkalarındaydı. Arkadaşını dürttü. Bir dakika sonrasındaysa diğer araç hemen yanlarındaydı, iki kolejli de şaşırmıştı. Genç sürücü kızdı, kokpitteki düğmelerin bir kısmını açtı ve güç ünitesini çalıştırdı. Elindeki levyeyi olabildiğince itti. İkisi de koltuklarına yapıştı, kırmızı renkli roket olanca hızıyla fırladı. “Serseriler” dedi öfkeyle. Ne olduğunu anlamadan yanlarından bir şey geçti. Otuz saniye sonrasındaysa ayın gri ufkunda kaybolmuştu… İki dakika sonrasında roket yolun sağında kayalıkların alaca karanlığında duruyordu.  Bu durum iki öğrencinin çok hoşlarına gitmişti. Aracın yanından geçerken alay eder gibi gülümsüyorlardı… Ve ardından bir kere daha hurda araç arkalarındaydı, birkaç saniye sonrasındaysa yanlarından hızla geçmişti. Bu olay birkaç defa gerçekleşmişti.
   Sonra, sonrası tam bir başarı öyküsüydü. Alex’in devrim niteliği taşıyan ve kendi geliştirdiği motor itki sistemlerinin ve tabii ki yakıt formülasyonu gerçek koşullarda test edilmiş ve başarı kazanılmıştı. İki zengin delikanlıyla yaşadıkları o zamanlar popüler olmuştu ve isminin önüne “Şakacı” sıfatı eklenmişti. Aleksandır daha sonra sisteminin patentini almış, planlarını bizzat çizdiği araçlarla insanoğlunun gitmediği yerlere gitme daha kısa sürelerde gitme başarısını göstermişti. Şimdi. Ey anlatıcı sen bütün bunları nereden biliyorsun derseniz koskoca patron çocuğunu kızdırırken de diğer dolaştığı yerlerde de yanında yanı başındaydım. Eğer isterseniz Şakacı Alex’in diğer maceralarını da isterseniz başka bir gün anlatırım…     

15
Yazarlar / O.Henry
« : 05 Haziran 2015, 11:55:56 »
Nam-ı Diğer O.Henry

   “Masa başında oturup düşünmekle yaşamın gerçeklerini dile getiren bir öykü yazamazsınız. Sokaklara, insanların içine dalmalısınız. Halkla konuşup gerçek hayatın akışını ve yürek atışını duymalısınız. Bir öykü yazarının dürtüsüdür bu” İyi bir öykücü olmak için neler yapılması gerektiğini özetliyor bu bakış. Okumaya ilk başladığım günlerde tanıdığım ve sevdiğim bir yazar William Sydney Porter veya Nam-ı diğer O.Henry. Bana okumayı sevdiren bir yazar.  O nedenle böyle büyük bir yazar hakkında birkaç kelime etmek sizleri böyle bir yazarın varlığından haberdar etmek istiyorum izin verirseniz. Her ne kadar sitemizin adı Kayıp Rıhtım olsa da ve ana temamız Fantastik kurgu ve bilim kurgu olsa da O.Henry adından söz edilmeyi hak eden öykücü.
   Öyküleri pek çok dile çevrilmiştir. Bazı öyküleri sahnelenmiş bazıları da filme alınmıştır. O.Henry adı kendisinin öykülerinde kullandığı müstear adıdır. 11 Eylül 1862’de Kuzey karolina’da doğmuştur. Kendisi orta sınıf bir aileden geliyordu. Babası bir doktor, annesi yüksek okul bitirmiş bir hanımefendiydi. Annesi öldükten sonra babası bir alkolik oldu. Ve genç Porter halasının yanında büyümek zorunda kaldı. Öğretmen olan halası Porter’a öğrenme, okuma ve yaratma sevgisi aşıladı. Kendisinin yeteneklerini keşfetmesine yardımcı oldu ve çizgilere hakim olduğunu gösterdi. 13-19 yaşları arasında oldukça fazla kitap okudu. O yıllarda tam bir okuma oburuydu ve klasiklerden ucuz romanlara kadar eline geçen her şeyi okuyordu. Böyle okuma meraklısı olarak Oğuz Aral’dan bahsedildiğini anımsıyorum. Kardeşi Tekin Aral bir ropörtajda ağabeyi için yolda bulduğu gazeteleri bile okurdu” demişti. Kaldı ki her iki kardeşte türk mizahının ustalarındandır
   Genç Porter, 15 yaşında okuldan ayrıldı ve eczacı kalfası olmaya çalıştı. Her ne kadar yapmasa da babası gibi eczacılık konusunda yetkinlik belgesi aldı. Bununla birlikte çalıştığı eczane kentin toplanma yeri olduğu için her türlü insanla tanışma, görüşme imkanı buluyordu. Onların öykülerini dinlediği, davranışlarını gözlemlediği, dedikoduları takip edebildiği bir yerdi bu eczane. Böyle bir mekandan yararlanan ikinci bir yazar bir tiyatrocu daha duymuştum; Moliere’de berber dükkanında çokça vakit geçiriyormuş derler.
Yirmi yaşında aile dostlarıyla Teksas’a gitti ve burada İnek çobanlığı, Koyun çobanlığı, aşçılık, pastacılık ve yazmanlık gibi işlerle meşgul oldu. Bütün bu yaşadıklarından süzdükleri kendisinin gelecekte yazacağı öykülerin çekirdeğini oluşturuyordu. Evlendi, resmi bir kurumda işe girdi ama bu işi uzun sürmedi, siyasi nedenlerden dolayı işten atıldı. İşsiz olduğu devre çok uzun sürmedi ve yine Teksas’da bir bankada iş buldu. Bir yandan bankada çalışırken diğer yandan adı kötüye çıkmış bir gazeteyi satın aldı ve kendi amacına göre yeni bir ad verdi. The Rolling Stone. Bu bir mizah dergisi olacaktı.
The Rolling Stone bir yıl ayakta kalabildi. Ama daha öncesinde dergiye daha çok zaman ayırabilmek için bankadaki işinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Zamanla büyük borçlar altına girdi. Dahası bankanın parasını hesabına geçirmekle suçlandı. Tabii suçsuz olduğunu ileri sürmüş arkadaşlarından da destek görmüştü. Bütün bunlar haklı olduğunu kantlamasına yetmemiş suç üzerine kalmıştı. Bunda bir zaman önce kendi isteğiyle işten ayrılmasının etkisi de vardı. Çarsizce yurtdışına Honduras’a kaçtı.
Ailesini de Honduras’a aldırmaya çalışıyordu ama Eşinin verem olması tüm umutlarının yıkılmasına neden olmuştu. Tutuklanacağını bile bile geri döndü. Eşi 1897 Temmuzunda öldü, kendisi de 1898 Şubatında beş yıl kalacağı hapishaneye girdi. Hapishaneden masum olduğunu belirten mektuplar yazsa da bu kendisine bir fayda sağlamadı. Ama hayatı gözlemlemek, değişik yörelerden gelen her soydan insanları ve onların öykülerini dinlemek açından bu hayat kendisine pek çok faydalar sağladı. Kendi deyimiyle Kötü yazgıları ve Düşük yaşamları anlayabilecekti. 1901 yılında serbest bırakıldı. Öykülerini gönderirken kullandığı değiştik takma adlardan O.Henry adını benimsemişti. İyi davranışları cezasını iki yıl kısaltmıştı. Tutukluk süresinde yazdığı ve yayınlanan öyküleri New York’tan çağrılmasına neden oldu. Hayatını en verimli yılları 1903 den 1907 ye kadar olan bu süredir. Ülkenin en büyük gazetelerinden biri için haftalık öyküler yazmaya başladı. Bu öyküler nünü doruğa çıkardı.
1907 yılında çocukluk arkadaşıyla evlendi ama alkol yüzünden evliliği fazla uzun sürmedi. Önceleri öykülerini benimseyen ve göklere çıkaran eleştirmenler 1940’lardan sonra yüzeysel ve düzmece bulmaya başladılar. Özenli düşünce ya da yetenekten yoksun genişletilmiş anılar olarak değerlendirdiler. Bu eleştiriler öyle bir noktaya gelmişti ki biri onun için “Entelektüel sahra” bile demişti. Ama daha sonraları atmışlardan sonra hak ettiği gerçek yeri tekrar kazandı ve kalıcı oldu.
O.Henry’nin lehçeler üzerindeki yeteneği, dili kapsamlı kullanışı kendisine Amerikan Çehov’u ve Yankee Maupassant’ı denilmesine yol açmıştır. Bir eleştirmenin söylediğine göre O.Henry, Mark Twain dışında bu denli özgün ve renkli olabilmiş tek Amerikalıdır. Benim kişisel görüşüm sorarsanız eğer öykülerden ve öykücülükten söz ediyorsanız Poe’yu unutmamamız gerektiğin söylerim.
O.Henry kitaplarının Türkçeye pek çok defa çevrildiğini ve yayınlandığını biliyorum. Bunların çoğu antoloji veya seçki olarak basılmıştı. Bu eserlerden bazıları şunlar:
Kabahat kimde 1939
Yeşil Kapı 1953
Son Yaprak 1954
Yanlış Tahmin 1957
Kuklalar 1960
Kalpler ve Haçalr 1967
Viski soda 1973
Bankerin Aşkı 1983
Yaşam Dönemçleri 1985 sayılabilir.  
Ama tüm eserlerini kapsayan bir çalışma olduğunu anımsamıyorum. Beni etkileyen öykülerinden aklımda kalan birkaç tanesinin adını yazmalıyım. Son Yaprak, Noel Hediyesi, Yirmi Yıl Sonra… Sizlerden de okuyup beğendiğiniz O.Henry öykülerini bekliyorum.

Sayfa: [1] 2 3