Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - azizhayri

Sayfa: 1 [2] 3
16
Başka Kurgular / Tuna Kılavuzu - Jules Verne
« : 26 Mayıs 2015, 12:56:30 »
Merhaba
Sizlere geçenlerde okuduğum -deyim yerindeyse araya sıkıştırdığım- bu naif romandan bahsetmek istiyorum. Jules Verne'nin bilmediğim kitaplarından biri bu sanırım kendisi vefat ettiğinden sonra yayınlanmış. Tuna Kılavuzu.
İş bankasının Kültür Yayınlarının iyi bir serisi var. Çok iyi fiyatlarla orijinal dilinde kısaltılmamış çeviri diye yayınlanıyor. Hani hep şikayet ederiz ya memleketimizde kitap pahalı diye işte ona inat ucuz ve iyi kitaplar basılıyor. Bu arada cep boylarını basan yayınevlerine de teşekkür etmeyi unutmamalıyım- Tuna Kılavuzu da bu tür kitaplardan biri. Çevireni Ferid Namık Hansoy. Önsöz olarak kitabın başında şöyle deniliyor Ferid Namık Hansoy için. “Türk okurunun F.N.Hansoyile asıl tanışıklığı, bilim kurgu türünün edebiyattaki en büyük sesi olan Jules verne’nin romanlarının çevrilmesinde gösterdiği titizlik, beceri, özen ve sabır nedeniyle olmuş ve kuşaklar boyu süregelmiştir.” Günümüzde yapılan ve forumun diğer bölümlerinde tartıştığımız çeviri hataları göz önüne alındığında bu çevirmenimizin önemi ve örnek olması gerekliliği daha da artıyor.
Kitabın arka sayfasında şöyle deniliyor “Avrupanın en büyük ve en görkemli nehri Tuna hareketli bir maceraya sahne oluyor. Tehlikeli bir çet, becerikli ve dürüst bir balıkçı, kurnaz bir polis şefi bir rekor gezisinde karşı karşıya geliyor ve Tuna Nehri boyunca yapılan yolculuk, hareketli bir dedektiflik hikayesine dönüşüyor.
Biraz macera biraz polisiye tarzı var. Rahat okunan, hafif ve eski dönemlerden söz eden bir kitap. Bu nasıl bir deha ki onca başyapıtın arasına böyle romanlarda sıkıştırabiliyor. Okumanızı önerebilirim...

17
Yüzüklerin Efendisi / Orta Dünya'da ne yok
« : 20 Mart 2015, 16:32:34 »
Merhaba
Bazı konuların foruma bulaşmasını istemediğiniz biliyorum ve bu fikrinizi destekliyorum ama benim merak ettiğim ve sizlerinde fikirlerinizi almak istediğim bir konu var.
Tolkien'in iyi bir hristiyan, dindar bir katolik olduğunu bir kaç yerde okumuştum. Buna rağmen bir kaç zamandır okumaya çalıştığım ve gittikçe bende daha fazla merak uyandıran Orta Dünya'da hiç bir dini öğe göremedim. Örneğin; belirli bir din yok. Din adamları, keşiş rahip papaz vb. yok. Tapınak benzeri bir yapı yok. İbadet veya ibadeti çağrıştıracak hareketler yok. Sizce neden dindar biri kendi dinini yazmaz?

18
Kitaplar / Okuma Sırası
« : 21 Kasım 2014, 12:05:09 »
Merhaba
Geçenlerde coştum ve internetten İthakinin  J.R.R.Tolkien setini aldım, az önce elime ulaştı (bu arada hızları ve titizlikleri için kendilerine teşekkür ederim.) Şimdi sizden ricam aşağıya adlarını yazacağım kitapların okunma sırası var mı? Bana yardımcı olur musunuz
Hurin'in çocukları
Bitmemiş öyküler
Silmarillion
Tehlikeli Diyarlardan öyküler
Roverandom
Hobbit
Sizce hangi sırayı izlemeliyim...

19
Kurgu İskelesi / Kırmızı
« : 15 Ağustos 2014, 09:47:49 »
   KIRMIZI
   Uzun zaman işsiz kaldıktan sonra bulduğum bu iş beni oldukça sevindirmişti. Bu devirde işsiz kalmanın ne kadar zor olduğunu benim gibi aylarca boş ve parasız kalan bilir. Verilen adrese gidip kapıyı çaldığımda beni orta yaşlı sayılabilecek bir kadın karşıladı. Saçına ve kıyafetlerine bakınca iyi bir eğitim almış olduğunu ve ciddi saygın bir işte çalıştığını hemen anlardınız. İstediğim ücrete hiç itiraz etmediğinde “Niçin biraz daha fazla istemedim” diye kendime kızmıştım., üstelik yapacağım işte oldukça basitti. Yaşlı kadının bakımını yapacak, yemeğini yedirecek, ilaçlarını tam zamanında almasını sağlayacaktım. Daha önce çalıştığım üç çocuklu aileyi ve onlardan gecikmeli olarak neredeyse zorla aldığım düşük ücreti anımsayınca işimin ne kadar harika olduğunu bir kere daha anlamıştım. Ha bir de söylemeyi unuttuğum saçma bir kural vardı. Eve gelirken gri renkli elbiseler kıyafetler giyecektim, parlak renkler katiyetle yasaktı. Pek bir mana veremesem de kabul ettim. Evin hanımı bu kuralı söylerken “Olmazsa olmaz kuralımız” demişti.
   Sabah, ben gelince evin hanımı yola çıkıyordu. Ne iş yaptığını sorma cesareti bulamamıştım kendimde. Olsun, ay ortasında avansım, ay sonunda maaşım tıkır tıkır yatacaktı banka hesabıma. Bu kadar iyi ücret için daha neler yapılmazdı ki. Evi baştan aşağı temizlemeye, yemek hazırlamaya hazırdım. Gerçi zaman zaman temizlik yaptığım oluyordu ve akşamlık bir tencere yemek yapıyordum aklıma esince benden olsun diyerek. Evde ilk yalnız kaldığımda dikkatimi çeken bir şey vardı. Hani bazen kafanıza takılır ne olduğunu anlayamazdınız ama ters giden bir şeyler olduğunu hissederdiniz. İşte o duyguyu uzun süre yaşadıktan sonra, dikkatimi çekmeyenin ne olduğunu anladım. Evde kırmızı yoktu. Duvarlarda, duvardaki tablolarda, halılarda, kapılarda, süslerde hiçbir yerde kırmızı yoktu. İnanamadım önce ama bütün evi dolaştım bir fırça izi dahi olsa kırmızı bulamadım. İnanmayacaksınız ama dolapta ketçap bile yoktu. O zaman bana ilk görüşmemizde dikte edilen kuralı anımsadım. Gri elbiseler giyecek makyaj yapmayacaktım. Bunları düşünürken gayri ihtiyari baktığım aynada zayıf olduğumu ve belki kansızlıktan belki doğal nedenlerden dolayı tenimin bembeyaz olduğunu fark etmiştim.
   Kaç gün ya da kaç hafta geçtiğini anımsamıyorum. Sabah erken geliyor, bir devlet memuru gibi akşam erkenden çıkıyordum. Düzenli bir işim vardı. Yorulmuyordum, temiz çalışıyordum. Bizimkiler de mutluydu. Askerden geleli bir sene olduğu halde hala bir iş bulup çalışmayan oğlum memnundu, endüstri meslek lisesine giden küçük oğlumun cebine harçlık verebiliyordum,  emekli maaşıyla ev geçindirmekte zorlanan babam mutluydu. Benim için en zor olanıysa evde televizyon olmamasıydı, dolayısıyla vakit geçmiyordu. Yok aslında eksik söyledim, mutfakta, tüplü otuzyedi ekran bir tv vardı ama Nuh Nebiden kalma siyah beyaz televizyondu. Buna da katlanabiliyordum ama asıl zor olan merakımı yenmekti. Neden kırmızı yoktu. Neden… Neden. Bu soru sahip olmaya başladığım her şeyin önüne geçiyor, beynimin içini bu soru daha fazla meşgul ediyordu. 
   Birkaç gün daha geçti ama kafamdaki merak büyüdü büyüdü, her şeyin önüne geçmeye başladı. O sabah bir plan yapmıştım. Birkaç defa sormaya yeltendiğim ama kaçamak cevaplar aldığım soruya cevap bulacaktım. Bir keresinde soruma “Annem hasta o nedenle kırmızdan uzak duruyoruz” demişti ev sahibim. Bir başka seferindeyse “Artık, işini eskisi kadar sevmiyorsun herhalde” demişti. Verilen cevaptaki mesajı gayet net anlamama rağmen içimdeki merak canavarı her şeyi göze almaya hazırdı. Kırmızı neden yok bu evde; bu soruya cevap bulmalıydım. O nedenle o gün çantama kırmızı bir elbise kattım. Yıllar önce rahmetli kocamın aldığı o pazen elbiseyi bir kere giymiştim geceden. Hoşuma giden formumu korumam olmuştu. Yıllar önce giydiğim elbiseye hala ve rahatlıkla girebiliyorsam kilo almamışım demekti, neyse bu da konumuzun dışında.
   Patronum Necla Hanım gittikten bir saat sonrasında büyük hanımın çorbasını içirdim. Ardından serbest saat diyebileceğim zaman gelmişti. Her zaman olduğu gibi oyalarımı çıkardım, örmeye başladım. Komşu kızını çeyizi için kocaman masa örtüsü örüyordum.    Bir zaman ördüm sonra yerimden doğruldum, her hareketimi izleyen yaşlı kadına “tuvalete gideceğim” dedim. Belli etmeden çantamı aldım ve içeriye koridorun sonundaki tuvalete yöneldim.
   Döndüğümde yaşlı kadın her zamanki yerinde oturmaya uyuklamaya devam ediyordu. Geldiğimi görünce göğsüne dayanmış başını ilgisizce kaldırdı. Yumuk gözleri hafif aralıktı. Önce bendeki değişikliği kavrayamadı. Bir saniye süren bu bakışın değişmesi çok daha kısa sürmüştü. Ben salonun ortasında görücüye çıkmış genç kız ürkekliğinde elimde tepsi “Büyük hanım çay içer misiniz?” diye soruyordum. Canlı kırmızı renkli rujla boyadığım dudaklarım kasıldı, gözlerim faltaşı gibi açıldı. Ölü bakışlı yaşlı kadının çıldırdığını sandım bir an. Önce keskin bir çığlık attı, orada olmasam sesi uzaktan duysam komşularımın bir yerlerde vahşi bir kaplan beslediklerini düşünürdüm. Uykulu veya şaşkın bir şekilde bazen gözlerinizi kırparsınız ya saniyenin küçük bir kesri süren bu istem dışı hareket süresinde yaşlı kadını yanımda gördüm. Sarhoş gibiydim veya günlerce uykusuz kalmış biri nasıl gözlerini açmakta zorlanır ya bende öyleydim ama büyük hanımın ağzının kokusunu duydum, yıllarca hava almamış mahzenin iğrenç kokusu vardı soğuk nefesinde. Parıldayan dişlerinin boynuma battığını hissettiğimdeyse tatlı ve tuzlu suyun birbirine karışmadığı o durgun sular gibiydim, tarifsiz acının ve sonsuz huzurun zirvelerini yaşıyordum… 

20
Bilim & Teknoloji / Güneş
« : 24 Haziran 2014, 12:46:42 »
Merhaba arkadaşlar:
Önce bu konunun burada olup olamayacağı hususunda tam bir karara varamadığımı söylemeliyim. Ya da şöyle diyebiliriz: daha iyi bir başlık bulamadığım için buraya yazıyorum.
Eskiden beridir merak ettiğim bir konu var. Acaba uzaklardan Güneş nasıl gözükür. Mesela Mars yörüngesinden veya Jüpiterin uydularından nasıl görünür. Bize hayat veren sarı yıldızımız Uranüsten ne kadar parlak görünüyordur. Bu konu da bana yardımcı olabilecek bir arkadaş var mı? Böyle bir astrofoto gören bilen var mı?
İlginiz için şimdiden teşekkür ederim...

21
Kurgu İskelesi / hiçkimse-Yeni görev daveti
« : 02 Aralık 2013, 14:34:07 »
YENİ GÖREV
   Sabahın, yavaş yavaş öğleye döndüğü saatlerdi. Güneş yeryüzünü ısıtmaya devam ediyordu. Yamacı tırmanan adam sıcağın ve yokuşun etkisiyle sık sık duruyor soluklanıyordu.  Her durduğunda kafasını kaldırıp yukarıya yamacın üst kısımlarına bakıyordu. Küçük çocukları zorla bir yerlere götürdüğünüzde sık sık “geldikmi? Diye sorarlar ya adam da o hava içerisinde bakıyordu yukarılara. Son durduğunda yine kafasını kaldırdı, baktı. Yüzünde yorgun bir gülümseme belirdi. Varmıştı. Son bir gayretle tekrar yola koyuldu.
   Adamın çıktığı düzlükte, manzara müthişti. Güneşin altında vadi göz alabildiğine yemyeşil uzanıyordu. Uzaklarda, yaz sonunun yorgunluğuyla kıvrımlanan ırmak güneş ışıklarının altında parıltılarla akıyordu. Irmağın hemen yanındaki yeşilliklerin arasında kaybolan kulübeler Af-Sa köyünün sakin halkını barındırıyorlardı. Af-Sa’lılar ,iki nesil önce, adını aldıkları ırmağın hemen yanında uzanan bataklığı kurutmuşlar, vadinin ırmağın uzağında kalan boz toprakları yemyeşil yapmışlardı. Adam bir kere daha soluklandı. Toprak basamakları çıkarak kulübeye vardı. Kapını tıklattı ama açan olmadı. Birkaç kere bağırdı “kimse yok mu” diye.  Cevap alamayınca kapının yanındaki sedire oturdu.
   Beş on dakika sonra beklediği ev sahibi, elinde uzun kulaklı bir tavşanla belirdi. Genç adam hem spor olsun, zinde kalsın diye hem de karnını doyurmak için sık sık ava çıkıyordu. Kendisini bekleyen adamı görünce “Keşiş, hoş geldin” dedi. Keşiş oturduğu yerden kalktı. Yüzünde bütün yorgunluğunu silen bir gülümseme vardı. “Hoş bulduk. İki adam kucaklaştı. Kısa bir hoşbeşten sonra mutfakta tavşanın kaynadığı ocağın yanında konuşuyorlardı.
   Keşiş, seni buralara çıkaran nedir? Adam kulübeye yayılan güzel yemek kokularından etkilenmişe benziyordu. Yürüdüğü uzun yol, kendisini iyice Acıktırmıştı anlaşılan. Aklı tencerede kaynayan Tavşan yahnisini unutmaya çalışarak cevap verdi
   Aslında hiç haber olmayışı, buraya çıkmamın ana nedeni. Yaşadığımız onca şey Tanrıların ilgisini gene çekmedi anlaşılan. Mağarada onca Kuzgunla savaşman, Kızıl Ejderhayı haklaman bir işe yaramamış gözüküyor. Hiç kimsenin gözleri daldı. Neredeyse onbeş gün olmuştu o macerayı yaşayalı.
   “Peki sen Payıtahta gidip olanları anlatmadın mı?
   “Anlatmaz mıyım? Hem öykü meydanında anlattım hem de yaşadıklarımızı yazıp kahramanlar duvarına astım.” Durdu birkaç saniye, sesindeki hüzün devam ediyordu. “Biliyorsun ki ben de olayların içindeydim.  Düşünceli bir ses tonuyla devam etti sözlerine. “Belki de ben yaşadıklarımızı iyi anlatamamışımdır.”  Birkaç süren sessizlikten sonra “Payıtahtta, Kraliyet merkezinde o kadar çok hikaye dolaşıyor ki senin yaşadıkların yaptığın onca kahramanlıklar vakıa-yı adiyeden sayılıyor. Adam gülümsedi. “Payıtaht mı? Vakıa-yı Adiye mi?”  Kızgınlığını gizlemeyen çalışan bir gülümsemeyle devam etti. “Hangi unutulan dilin nağmeleri bunlar… İnsanların yazılanları okumaması, acaba senin taş devrinden kalma dilin yüzünden olabilir mi? dedi alaycı bir sesle.
   “Neyse birde iyi haberim var.” İstediği merakı genç kahramanın yüzünde görünce, sözlerine devam etti.  Kralımız, senin başarından etkilendi. Tahtına musallat olan Kuzgun Kraldan kurtulduğuna seviniyor. Asi general ve onun Kuzguna dönüşen Ordusundan söz ettiğimi anlamışsındır.” Hiçkimse, düşüncelere daldı tekrar. Epey yormuştu kendisini bu savaş. Sonuçta güçte olsa mağaraya diri diri gömülmüştü onca karga. Ama ya ölmedilerse sorusu zaman zaman kafasını içerisinde dolaşıyordu.
   “Keşiş lafı dolandırmadan anlat” Sesi tatlı sertti. 
   “Afsay ırmağının, büyük sulara döküldüğü yerde, yeni bir yaratık peydahlanmış. Geçimini denizlerden balıklardan elde eden fukaraların canını yakıyormuş dediler. Balıkçıların teknelerini batırıyor, canlarını alıyormuş. Birçok kişi, balık tutmaya gittikten sonra bir daha dönmemiş. Kralımız, senin gidip sorunu çözmeni istiyor” dedi. Hiçkimse,  Gün batısını izlediği koltuğunda oturuyordu. Merak ettiği yerler aklına geldi.  Oralara gitmeliydi. Belki oralarda, neden burada olduğu hakkında bir fikir edinebilirdi. Kulübe kaldığı günler boyunca hep düşünmüş ama bir cevap bulamamıştı. Rahibin, kendisini buraya gönderen hakkında haberler vereceğini umut etmişti ama adam bu konuda hiç söz etmemişti.
   “Görev ne zaman” dedi. 
   “Sen ne zaman istersen, hazırlıklarını bitirir bitirmez diyelim mi? Genç yiğidin, yapacağı fazla bir hazırlık olmadığını biliyordu. Muhtemelen ertesi gün, seher vaktinde yola çıkardı. Yine de işini sağlama almak için “İnsanlar zor durumda, yardıma ihtiyaçları var” İki adam ister istemez başlarını kıvrılarak akan ırmağa çevirdiler. Vadi genişleyerek gün batısına doğru uzanıyordu.
   “Çok uzak mı o bahsettiğin büyük su.” Keşiş yerinden doğruldu. Ocağın üzerinde kaynayan tencereye yaklaştı. Tahta kaşıkla şöyle bir karıştırdıktan sonra “İyi bir yürüyüşle iki günde varırsın” Kaşığı tekrar daldırdı ve dolu çıkardı. Bir iki üflemeden sonra tadına baktı. Havuçların ve patateslerin doğranmasının zamanı gelmiş” dedi.
   Yemekten sonra veda zamanı gelmişti. “Karanlık çökmeden köye varmalıyım” Vedalaştılar Keşiş çantasını omzuna atınca “Bir de sana armağan var” dedi. Çantadan kocaman bir paket çıkardı “az daha unutuyordum” dedi. Paketi eline alan Hiçkimse ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Kızımız dan bir armağan “açtığında bir yelek ortaya çıktı. “Ne-Va, bebek ejderin kanatlarından sana bir yelek dikti. “ Bakışlardaki küçümsemeyi görünce “Öyle bakma sağlamdır” dedi. Bunu söylemesine gerek yoktu. Kızıl Ana’nın alevlerinden kendisini koruyan kalkanı bu kanatlardan yapmıştı mağarada.
   Uzun zaman izledi konuğunun uzaklaşmasını. Yola çıkmadan önce Ne-va’yı görmeliydi. O bayram gününden sonra bir daha görmemişti genç kızı. Oval yüzü, sarıya yakın renkteki kumral saçları ve uzun boyu aklına geldi. Daha O zaman kurtardığı kurbanla aralarında bir yakınlaşma başlamıştı. Başlamıştı ama köye gidip görecek cesareti kendisinde bulamamıştı. Keşişin görüntüsü kaybolasıya kadar ardından baktı… Rahibinde kendisiyle yola çıkacağını biliyordu. O olmasaydı kahramanlıkları kim yazacaktı.

22
Kurgu İskelesi / Kuyu
« : 27 Kasım 2013, 13:31:04 »
K U Y U

   İkinci çocukları olan kızlarının adını "Remide" koymuşlardı. Bir oğlandan sonra gelen ikinci çocuk kızdı. Baba Hüseyin, illa rahmetli annemin ismini vereceğiz deyince Nesrin Hanım itirazlarını sürdürememiş kızlarının adını Remide koymuşlardı. Remide yıllar sonra adının anlamının “korkmuş, ürkmüş” olduğunu sözlüklerden öğrenmiş kendine ne kadar uygun olduğunu anlamıştı.

      Remide, okulunu iki yıl önce zorla bitirebilmişti. Okuluyla, öğretmenleriyle ve arkadaşlarıyla bir hayli problem yaşamış neredeyse ite kaka mezun olmuştu. Annesi, bizzat gelerek tüm öğretmenleriyle konuşmuş hiç olmazsa bir lise diploması alması gerektiğini vurgulamıştı. Annesinin -ki annesi hayatta samimiyetine inandığı tek kişiydi- azmi sayesinde liseyi bitirmiş, liseyi bitirmesi sayesinde de bir tekstil fabrikasında iş bulmuştu. Memleketin işsizlerle dolup taştığı bir zamanda, diploması sayesinde iyi bir işi vardı. Evinde oturup koca beklemek yerine çalışıyor üretiyordu. Bu nedenlerle kendini mutlu saysa da doğuştan kendisine verilenlerle de hüzün yaşıyordu.

     Yaşadığı problemlerin temelinde kendi özel durumu vardı. Yüzlerce gece, yattığı yerde Tanrıyla kavga etmesinin ya da anne ve babasına kızmasının nedeni olan özel durumdu bu. Kabahatin en büyüğüyse şimdi hayatta olmayan doğum doktorunundu. Birkaç saniyelik gecikme bir yaşamı bu kadar etkileyebilir miydi? Etkiliyordu. O bir kaç saniye süren havasızlık, yaşamını temelinden etkilemiş şimdiki acınası duruma düşmesine neden olmuştu. Jinekolog Doktor Celal bilmem kimin, annesinin ikinci doğumunu yaptıran doktorun adı buydu- hatasını çekiyordu. Kordon dolanması sonucunda, doğum anında bir süre kısa bir süre nefes alamayınca, beyni bundan etkilenmiş ve tam anlamıyla gelişmemişti. O birkaç saniye, yıllardır yaşadığı, ömrünün sonuna kadar da yaşayacağı bu duruma düşmesine neden olmuştu.

   Yıllardır tedavi görüyordu. İlaçlar kullanıyor, yaşamla tanıştığı ilk anlarda olumsuz etkilenen beynini daha iyi kullanmaya çalışıyordu. Yine de durumu, o kadar kötü değildi. Kendisinden çok daha kötü durumda olanları görmüştü gittiği rehberlik servislerinde yada hastanelerde. Kendi işlerini görmekten aciz olanlar, üç beş yaşındaki çocuk beynine sahip olan yetişkinler, yanında biri olmadan tuvalete dahi gidemeyenler. Onların yanında, kendisi bilim insanı sayılabilirdi. Bütün enerjisini vererek ve öğretmenlerinin yardımıyla da olsa liseyi bitirmiş, halen çalıştığı işi bulmuştu. Bu duruma gelmesinde annesinin olağan üstü çabası ve modern tıbbın geliştirdiği ilaçların yapıcı etkisi söz konusuydu.

     Çocukluğundan, hatta bebekliğinden beri yaşadığı sorunlara, son bir kaç haftada yenileri eklenmişti; Rüyalar. Kesinlikle kendisinin olmayan rüyalar. Başını yastığa koyduğu anda görmeye başladığı farklı kişilerin, farklı yaşamlarından kesitler olduğuna inandığı rüyalar. Neredeyse her gece başka biri oluyor o kişiyle kendisinin arasındaki benzerlikleri veya farklılıkları görüyordu.

    Durumu kötülemeye başladığında, öğrenmeye ya da değerlendirmeye karşı kafasının direnci arttığında, hemen doktoruna koşardı. Artık ailede biri gibi olan Doktor İsmet Beyin önerdiği ilaçları tekrar kullanmaya başlardı. Maalesef ki her ilacın olabileceği gibi kullandığı ağır ilaçlarında yan etkisi vardı. Sanrılar görüyor, olmadık sesler duyuyordu. Garip sesler duymak,  olmayan şeyleri gördüğünü iddia etmek, her zaman olmasa da bazen başına geliyordu. Yıllardır bu yaşananlara kendisi de ailesi de alışmıştı. Son günlerde başına gelenler önceden yaşadıklarına hiç benzemiyordu. Gördüğü rüyalar açıklanması zor olaylardı.

     Biri vardı kafasının içinde, yüzünü göremese de sesini duyamasa da biri vardı. Ne zaman gözlerini kapatsa bambaşka birinin yaşamını yaşıyormuş gibi hissediyordu kendisini. Rüyasında, kendini her yerin loş ışıkla kaplandığı bir yerde görüyordu. Hiç bir ışık kaynağı gözüne çarpmıyordu. Yalnızca gölgeler vardı, açık gölgeler, koyu gölgeler. Derin bir kuyu gibiydi burası. Derinlerde, çok derinlerde bir yerlerdeymiş gibi görüyordu kendisini. Hatta orada doğmuş, orada büyümüş ve orada ölecekmiş gibi hissediyordu kendisini.

    Bunu ilk olarak ailesine anlatmıştı. Annesi "hayırdır inşallah, gündüz niyetine" diye kendisini dinlemeye başlayınca vazgeçti rüyasının tamamını anlatmaktan. Bir kaç cümle ile genel durumu anlatınca da "içinin çok sıkıldığını falan" söyledi. "Seni refah dolu günler bekliyor" demeyi de unutmadı. Söylediklerine kendisi de inanmıyordu ama yıllardır yaptığını yapmış kızına umut vermeye çalışmıştı. Annesi içinde yaşadığı duruma bağlamıştı gördüklerini. Kendi geleceğinden emin olmadığını yıllardır içinde bulunduğu güvensizliğinin kendisini fazlasıyla yorduğunu söylemişti.

     Peki ya o gördüğü loş ışıklarla kaplı kuyu neydi. Rüyalarına giren yüzlerce metre derinliğe sahip geniş silindirik bir yapı neredeydi. Nasıl yapılmıştı bilemiyordu ama yattığı her gece bu kuyuyu görüyordu rüyasında. Biri o kuyudan çıkmaya çalışıyordu. Karanlığa bakıp yardım istiyordu. Kah aşağıya iniyor kah yukarıya çıkıyor çıkacak bir yer, bir yol aranıyordu. Bulamayınca da sessiz çığlıklar atıyor yardım diliyordu. En kötüsüyse, kendinden başkası bunu duymuyordu. Bir kaç gece sonra bir yanıt vermeyi denedi bu kişiye. Yapması gereken özel bir çaba yoktu, yalnızca düşünmesi yetiyordu, yoğun bir şekilde düşünmesi. Beklediği de olmuş, yanıtına yanıt almıştı bir zaman sonra.

    Her şey güzel bir akşamın sonunda uykuya yatınca başlamıştı. Mesai arkadaşlarıyla sahile eğlenmeye gitmişler, güzel bir gün geçirmişlerdi. Milli parkın eşsiz sahilinde, yemişler, içmişler, denize girip şakalaşmışlardı. Deniz, kendisini iyice yormuş eve dönünce duşunu aldıktan sonra hemen uyumuştu. Belki saatler, belki de dakikalar sonra kendini o kapkaranlık kuyunun içinde görmeye başlamıştı.

     Dairesel kesitli bir kuyunun iç yüzeyi göz göz pencerelerle kapılarla donatılmıştı. Aşağı doğru da baksa yukarı doğruda baksa kuyu uzayıp gidiyordu. Yüzlerce binlerce pencere vardı kuyunun dipsiz gibi görünen boşluğuna açılan. Ve merdivenler vardı, bütün katları birbirine bağlayan merdivenler. Dikey inip çıkan camlı tüpler asansörler vardı. İnsanlar vardı. O kapılarda görünüp kaybolan, tüplerle aşağı yukarı yolculuk yapan insanlar vardı, erkekler ve kadınlar vardı.  Çocuklar vardı, gençler vardı ama sonraki akşamlarda dikkatini çektiği gibi yaşlılar yoktu.

    İçlerinden biri gözüne takıldı. Kendi yaşıtı bir genç karanlık bir odada uykuya yatmıştı. İşin en garibi, en kötüsü; yenilen yemekten sonra uykuya yatmış biri, rüyasında kendisini görmeye başlamıştı. "Antas" Kızın adı Antas tı. Kız mıydı? Hissettiği kadarıyla kız olamazdı. Kendisine yakın hissediyordu rüyasında kendisini gören kişiyi, bir tür cinsel cazibe gibi yani. O zaman bir delikanlı olmalıydı. Nasıl oluyorsa oluyor rüyalarda birbirlerini görüyorlardı.

     Bir iki gece sonra, aralarındaki iletişim güçlenmişti. Arada kelimeler olmasa da birbirleriyle konuşuyorlardı. Çok sonra bu durumu kendisinin çok sevdiği ama karşılık görmediğine inandığı abisine uygun bir dille söyleyince "telepati" demişti. Telepati. Bilinen yolların dışında iletişim kurma. Öyleyse, Antas gerçekti, yaşıyordu ve böyle bir kuyu vardı, bu kuyuda yaşayan insanlar vardı. Bütün bunlar beyninin kendisine şakası değildi, kendisi kafasından uydurmuyordu.

    Bir akşam erkenden yattı. Eğer düşündükleri gerçekse, O genç delikanlı da benzer durum olmalıydı. Onunla bağlantı kurmak istiyordu. Onu tanımalı, kim olduğunu bilmeli, daha önemlisi, niçin rüyalarına girdiğini anlamalıydı.



    Antas, kocaman dünyasında mutluluk içinde yaşıyordu. Daha doğrusu yaşıyordu. O rüyalar başlamadan önce...  İyi bir ailesi vardı. Üst düzey yöneticisi olan babası, kendilerini çok iyi bir şekilde geçindiriyordu. İyi bir eğitim almıştı Antas. Evrenlerinin tek üniversitesinden mezun olmasına, yalnızca az bir zaman kalmıştı. Toplumuna yararlı bir birey olarak çalışmaya başlayacaktı bir dönem sonra. Göndericinin emrettiği şekilde yaşayacaktı, üyesi olmaktan şeref duyduğu toplumunu tıpkı babası gibi, Gönderici’nin emir ve yasakları dahilinde yönetecekti.

     Neydi yaşamlarının temeli olan birinci kural; “Sormayacaksın”, ikincisi ise “Sordurmayacaksın” dı. Ve devam ediyordu  “Sorgulamayacaksın”, “Sorgulatmayacaksın”. Bazen aklına gelse de bazı sorular, hemen unutma ve uyma dualarını okuyordu.

     Sonra bir gün, kafasının içine “Aykırı Kişi” nin görüntüsü girmeye başlamıştı. Bir genç kız olarak uykusunda kendisini ziyarete geliyor, güzel rüyalar görmesine neden oluyordu. Bu kişi kendisini aydınlık ve uçsuz bucaksız yerlerde görmesine neden oluyordu. Büyüklerinin hep uyardığı uzak olmalarını söylediği kabusları görmeye başlamıştı. Eğer birine söylerse veya ağzından kaçırırsa tedavi için bir yerlere kapatılacağını biliyordu. Bu nedenle sustu ve içinde beliren kötücül gücü kendi yenmeye çalıştı.

    Başlarına dert olan, Aykırı Kişi’ler, zaman zaman herkesin rüyasına girebiliyordu. Rüyalarla, sorularla ya da başka yollarla kendisini bazen aykırı yollara sevk etmeye çalışıyordu. Örneğin, Kimsin diyordu?... Nereden geliyorsun diyordu? Sonra nereye gittiklerini soruyordu. Bu silindirik, kutsal dünyaları ne zamandan beridir vardı. Kim var etmişti bu dünyayı?  Kuyu dünyadan öncesi var mıydı? Sorular… Sorular… Ardından tövbe ediyordu kötü düşünceleri için. Kendisini, Göndericinin gönderdiği bu yoldan çıkarmaya çalışan Aykırı Kişi nin yaptıklarını Kadim Kitap anlatmıştı. "Belirlenen rotanın dışına çıkılmaması" diyordu Kadim Kitap. Aykırı kişi ise belirlenen rotadan zaten çıkıldığını, kendilerinin yanlış yola gittiklerini söylemişti." Böyle bir şey olabilir miydi? Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayan, yüce tasarlayıcı, “Gönderici” nasıl bir hata yapabilirdi. Yapmaları gereken tek şey, Gönderici kendileri için gerekli her şeyi planlamış ve hazırlamış olduğuna inanmaktı. İtiraz etmeden ve sorgulamadan emir ve yasaklara uymak düşüyordu. Ki bütün bunları kabullenmesi o korkunç ve bir o kadar da güzel rüyaları görmesine kadar sürmüştü.

     Antas’ın, ailesinin, arkadaşlarının ve toplumunun tüm evreni bu kuyuydu. Kuyunun sonrası var mıdır?  Yoktur ve Olamaz. Öncesi var mıdır? Yoktur ve Olamaz.  Kuyu, varlığın ta kendisidir zaten. Toplumunun bir kaç okulundan birinde okuyan bir çocuk olarak, öğretmenlerine sorular sormuştu küçükken. Ders esnasında, öğretmeninin anlattıklarını sorgulamaya başlamıştı. Örneğin nasıl olurda tüm dünyaları bu kuyudan ibaret olabilirdi. Nasıl olurda güneşleri ya da göremedikleri ama adına güneş dedikleri nesne hep aynı günde ve aynı dakikada doğmakta ve batmaktaydı. Okul yönetiminden bir kaç uyarı aldıktan sonra vazgeçmişti sorularını dillendirmekten.

    Bazen kuyunun aşağısında veya yukarısında ne var diye merak ederdi. "Aşağı doğru insek, insek, hep insek nereye varırız derdi. Tam tersi olarak, yukarı çıkmakla nerelere varabileceklerini sorardı arkadaşlarına. Arkadaşları, kendisine bir günahkarmış gibi bakarlar ve yanından uzaklaşırlardı. Öğretmenleri onu tehlikeli düşüncelere saplandığını söyleyerek uyarır böyle devam ederse, kendisini, kurula bildirmek zorunda kalacağıyla korkuturlardı. Bu nedenle kendine bir kafa dengi arkadaş bulamamıştı.
      Bir gün uzun süren bir düşünce ya da kararsızlık döneminden sonra aşağı doğru inmeye başlamıştı. Aşağı inmek daha kolay gelmişti kendisine. Normal katları indikten sonra çalışma ve üretme bölgelerine geldi. Durmadı. Alışmadığı kadar aşağılara inmişti. Öyle ki yukarı baktıkça, kendi konutlarını göremez olmuştu. Yoluna devam ettikçe bilmediği yerlere girmekteydi. Bakımsız, fare ve diğer hayvanlara mesken olmuş bölgelere. Ulaştığı her bölge, bir sonraki bölgenin, insansız ve tehlikeli bölge olduğu konusunda uyarı yazılarıyla dolu oluyordu. Korkuyordu aşağı indikçe. Korkuyordu ama merakını da yenemiyordu. Bir yerlerde rüyalarına giren yabancıyı bulacağına inanıyordu.

      Maden bölgelerine vardı. Bu bölge, koloninin ya da ülkenin tüm enerjisini elde ettiği yerdi. Göndericinin kendileri için dizayn ettiği, sonsuz güç ve enerji kaynağıydı. “Raktör” ün makamıdır burası. Çalışanların göreviyse Raktör ü besleyecek maddeleri bulup çıkarmaktır bilinmezlik evreninden. Sonraki aşamaysa emredildiği gibi özel ve kutsal giysileri giyip ona yaklaşmak, madencilerin bilinmezlik evreninden bulup çıkardıkları cevherleri kendisine sunmak. Babası, eğer eğitimini tamamlamazsa, kendisini bekleyen yegane işin bu olduğuyla korkutmuştu kendisini. Bütün bu olanakları sunan Göndericiye, bu şekilde teşekkür edecektir yinede. Ne de olsa Kıyamet gününden sağ kalanlara o can vermiştir. O, dünyaların çarpıştığı uğursuz günden, sağ olarak kurtulmalarını sağlamıştır; Kadim Kitap böyle demektedir.

    Madende, babasının tanıdıklarına rastladı, Antas. Her ne kadar üst düzey yönetici olsa da, çalıştığı bürolar kuyunun yukarısında yönetim katında olsa da; babasının çok geniş bir çevresi vardı. Delikanlı onlara, ödevi olduğunu bu konuda araştırma yaptığını söyler. O yorgun ve hasta görünüşlü adamlar, kendisini uyarır hatta biri birlikte geri dönmeyi bile teklif eder. "Sen araştırmalarına devam et akşam birlikte döneriz" der.

    Antas araştırmalarına başlar. Galeriler açılmıştır metrelerce. Belli bir eğimle aşağı iner. Karanlıktan başka bir şey yoktur bu galerilerde. Kolonilerinden çok daha karanlıktır buraları. Karanlıksa, korku demekti. Delikanlı bir zaman sonra aşağıya inmekle bir şey elde edemeyeceğini anlayınca geri dönmek zorunda kalmıştı. Ulaştığı son noktada, kazı makineleri terk edilmiş halde durmaktaydı. Bilinmezlik evreninin sınırı olmalıydı buralar. Daha aşağılara inmek kendisine bir yarar sağlamayacağı için çaresiz geri döndü.

     Günler geceler birbirini kovalıyordu. Gördüğü rüyalar azalmamış aksine çoğalmıştı. Rüyalarına giren kişi sürekli kim olduğunu nerede olduğunu soruyordu. Ama o, kendisine bile veremediği yanıtları, rüyasındaki yabancıya nasıl vereceğini bilemiyordu. Bu durum, Antas ta kimlik bunalımına neden olacak kadar ağır etkiler bırakıyordu. Toplumundan uzaklaşmaya başlamıştı, ailesine ve arkadaşlarına karşı ilgisini yitirmişti. Sorular... Sorular... Kafasının içinde dönüp duran sorular vardı.

     Bu durumu nasıl kabullendiklerini anlayamamıştı. Bir tür beyin yıkama ya da bir din öğretisi şeklinde eğitilmişlerdi. Kadim kitap ne derse onun sözünden çıkmamaları sürekli telkin ediliyordu. Kesinlikle soru sormayacaklardı, Sorgulamayacaklardı. Kendilerine verilen her görevi, önünü ve ardını sormadan yerine getireceklerdi. Bu dedelerinin zamanında da böyleydi kendi zamanlarında da. Toplumun kendisi için çizdiği çizgiden dışarı çıkmayacaktı. Okuduğu okul, bir yönetici okulu olduğu içinde babası gibi yönetici olacaktı. Bir dönem sonra stajyer yönetici sonra sorumlu yöneticiliğe terfi edecekti.  Alt kademe, orta kademe deyip yükselecekti. Ve sonunda da babası gibi bir üst yönetici olacaktı. Ve sonra varlığını topluma armağan edecekti.

    Cebinden Kadim Kitabını çıkardı. Herkesin cebinde bir kadim kitap vardı, olmalıydı, yasalar böyleydi. Kitabını araladı, ilk cümleyi okudu. "Sormayacaksın" Yalnızca ilk başı değil her bölümün başı da aynıydı. "Sormayacaksın, içinde yaşadığın toplumun geleceği için, yalnızca söylenenleri yapacaksın, sormayacaksın." Sonra "Sorgulamayacaksın, Sizleri sizlerden bile iyi tanıyan Göndericiniz sizler için gerekenlerin, gerekebilecek olanların en iyisini düşünmüş ve hazırlamıştır. Yalnızca Ona ve onun gönderdiği kitaba itaat edeceksiniz" diyordu Kutsal "Kadim Kitap."

      Aşağı doğru inmesinin üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Koşullar uygun olduğunda, yukarıya doğru tırmanmaya başlamıştı Antas. Çalışma sahalarını, mağazaları üretim birimlerini geçmişti. Yavaş yavaş çıkıyordu basamakları. Dikkat çekmeden, yukarıdaki Eğitim bölgelerini geçmişti. Yukarı doğru kademe kademe artan konutları geçmişti; halk konutlarını, yönetici konutlarını geçmişti. Tüm birimlere tepeden bakan her şeye hakim, üst yönetici bürolarını geçmişti. Özel bölgelere geldiğinde daha dikkatli davranmaya başlamıştı. Nöbetçilere ve görevlilere yakalanmamaya çalışarak o bölgeleri de geçmişti. Eğer birine yakalanacak olursa ya da gizli gözler varlığını koruculara ulaştırırsa bir kaç gün önceki mazereti - ders araştırması mazeretini- ileri sürecekti. Nede olsa bu gerekçe aşağıda işe yaramıştı.

     Yukarıdaki son noktaya ulaştığında nefes nefese kalmıştı. İnçık tüplerini kullanmamıştı görünmemek için. Ayna gözlerin İnçık tüplerini sürekli kontrol ettiğini biliyordu. Bu nedenle adım adım çıktığı basamaklar yormuştu kendisini. Konsey Başkanının konutunun yanından yukarı çıkmaya devam ettiğine inandığı yolun sonundaydı. Bilinen yolun son noktası olan büyük maden kapının önündeydi.
     Bir süre durdu kaldı o nokta da, kocaman maden kapı karşısındaydı ve kesinlikle geçit vermeyecek gibi durmaktaydı. Çaresiz geri döndü . Nede olsa akşam olmak üzereydi. Evine ailesinin yanına dönmek zorundaydı. Ama yolu öğrenmişti ve rüyalarındaki yerin, bu kapının ardında olduğunu düşünüyordu. Kapıda kendisini durduramayacaktı.

      Dikkat çekmemek için yine yukarı çıktığı yerden değil de başka ve bilmediği bir yerden indi. Daha önce fark etmediği ilk defa gördüğü bir yolu gördü. Aydınlık ve ışıl ışıl bir yol. Yürüdü... Yürüdü, yürüdükçe gözleri kamaştı. Ve terlemeye başlamıştı. Yolun kenarında bir maske buldu. Koyu renk camları gözlerinin önüne gelecek şekilde taktı maskeyi. Gözleri biraz olsun rahatlamıştı.

     Vardığı yer tarımsal üretimin yapıldığı yapay tarlalardı. O zaman okul kitaplarında okuduklarını anımsadı. “Göndericiniz sizin için her şeyi düşünmüştür” Yukarı baktı. Alışılmadık yükseklikteki tavan tamamen aynalardan oluşmuştu. Uzaklarda yanan ya da parıldayan alevler orayı aydınlatmaktaydı. Bu ise hem kendilerine düzen sağlayan gün ışığının hem de zaman zaman dağıtılan iyi yiyeceklerin kaynağını açıklamaktaydı. Kadim Kitabı anımsadı “Göndericiniz sizler için her şeyi düşünmüştür.”

      Antas geri döndüğünde gördüklerini kimseye anlatmadı. Anlatırsa, kimsenin kendisine inanmayacağını bildiği için anlatmadı. İlk tatil günü, "Unutulan Cennet Günü" oraya tekrar gidecekti.

     Her ne kadar maddi sorunları olmayan, her şeyin düşünüldüğü planlandığı bir toplum olsalar da üyesi olduğu toplumun bir sorunu vardı. Son günlerde artan nüfus sonucu, evrenlerine sığamaz olmuşlardı. Doğup büyüdükleri kuyu kendilerine yetmez olmuştu. Üretilenler, yaşayanların gereksinimlerini karşılayamaz durumdaydı. Eğitim ve istihdam sorunları başlamıştı. Okullar ve eğitim kurumları gereksinimlere yanıt veremeyecek duruma düşmüşlerdir. Sınırlı sayıdaki konutları paylaşamıyorlardı. Barış içindeki toplumları gerginleşmeye başlamıştı. Birbirlerine sevgiyle bakan insanlar düşmanca duyguları öğrenmeye başlamışlardı. Kuyuları, dünyaları, Evrenleri kendilerine dar gelmekteydi. Sorunlar dağ gibi birikmiş ve çözüm bulunamaz hale gelmişti.

     Yöneticiler çaresizlik içindeydiler. Toplumun tüm katlarında olduğu gibi eğitim kurumlarında da durum tartışılmaya başlanmıştı. Özellikle son sınıf öğrencilerinde bitirme ödevi gibi kabul edilmeye başlamıştı bu sorunun çözüm araştırmaları. Yöneticiler öğretmenlerden, öğretmenlerde öğrencilerden, çözüm üretmelerini istemekteydi bir tür beyin fırtınası gibi.

   Antas, bu soru kendisine geldiğinde, çare olarak evrenin sınırlarına bakmayı önermişti. Alay edeceklerini bildikleri için gördüğü rüyalardan bahsetmedi ama yine de kafasındakileri söyledi. Bilinen evrenlerinin sınırlarını aşıp bilinmezlik evrenine ulaşmalarını, olabiliyorsa daha ötelerine geçmelerini önerdi. Bu araştırmaları, gönüllülerden oluşan gurupları yapacaktı. Kendisinin, bu tür ekiplerde görev alabilmek için gönüllü olduğunu söylemeyi de unutmadı. Daha aşağılarda ya da daha yukarılarda kendilerine uygun yaşam birimleri kurabileceklerini anlatmaya çalıştı. Daha geniş konutları olacaktı. Daha geniş okulları, daha geniş toplantı salonları, gezinti bahçeleri... Gel gelelim sözlerini dinleyen yoktu. Arada bir kaç mırıltı sözlerini destekler görünse de sınıfın geneli kendisini dinsizlikle suçlamıştı. Bir sapkına dönüştüğünü haykıranlar bile vardı sınıf arkadaşları arasında.

     Üzerinde baskı hissettiğinde, bir ara gördüğü rüyaları, ailesine anlatmak istedi.  Babası böyle bir şeyin kesinlikle olamayacağını söyledi sert bir ses tonuyla. Böyle bir şey asla mümkün değildi ve mümkün olması düşünülemezdi.  Her ne kadar serbest görüşlü gözüken babasının da Kadim Kitabın sözlerinden çıkamayacak birisi olduğunu anlamıştı Antas. Yine de babasının bir anlık durgunluğundan umutlanmıştı kendisini. Sanki kendisine inanmış ya da inanacak gibi zannetmişti. Bir şey vardı bakışlarında anlayamadığı.

    "Bir şey mi oldu baba?" dedi. Adam, dalgın bir ses tonuyla

    "Yok, yok bir şey diye kaçamak yanıtladı oğlunu. Kafasındakini bir kaç gün sonra toplanacak Olağanüstü Toplum Yönetim Konseyinde dile getirecekti.

   Babasından destek bulamayan genç, işin kendisine kaldığını anlamıştı. Ötelerde bir yerlerde geniş ve aydınlık bir evren vardı. Gördüğü rüyalar, Aykırı kişinin kendisine bir oyunu olamazdı. “Ya göndericiyse rüyalarına giren” Sürekli gergin duran dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. Eğer, Göndericiyse rüyasına giren kendisi seçilmiş kişiydi o zaman. O halde kendisi o evreni bulmalıydı, halkını oraya götürmeliydi. Yapması gereken, kendisiyle iletişim kurmaya çalışan kişiyi, rüyalarının Tanrıçasını bulmaktı.

     Fanatik "Kadim Kitap" çılar kutsal kitaptan uzaklaşıldığı için bu duruma geldiklerini söylemekteydiler. Kadim Kitabın öğretilerinin dışına çıkılmıştı, safahata ve lükse batılmıştı. İnsanlar olmadık sorular soruyorlardı. Sorguluyorlardı. Bu nedenle “Gönderici” toplumlarının sıkıntıya düşmesine göz yummuştu. Bir tür cezaydı yaşadıkları. O zaman çözümde Kadim Kitapta Gönderici tarafından yazılmıştı. Erken Uğurlama. Yapılması gereken, belli aralıklarla düzenlenen törenin, olağan dışı bir şekilde tekrarlanması gerekiyordu.

     "Uğurlama…"  Öte dünya aklına geldi. Toplumda yaşayan her kesin bir gün gideceği bir yerdi Öte Dünya. Doğduğunuz günden saymaya başlarsanız kırkıncı yılın sonunda gideceğiniz yerdi Öte Dünya. Kırmızı ovaların her yanda göz alabildiğince uzandığı, al renkli gökyüzünün altında özgür rüzgarların estiği bir yerdi ötedünya. Toplumun tüm bireylerinin özgürce, bir arada sonsuza kadar yaşadığı bir yer. Ne bir duvarın nede bir sınırın olmadığı bir yerdi. Her şeyin başladığı o muhteşem yerdi. Kovulunan Cennete geri dönüş. Ve sonsuz yaşam...

     O yerde, kovulunan Cennet te yaptığınız fedakarlıktan sonra yaşadığınız yaşantınıza göre bir yer alıyordunuz. Kendinize ve Toplumunuza iyi ve yararlı bir yaşam sürdürdüyseniz Göndericinin yanında sonsuza kadar yaşıyordunuz. Sonsuza kadar. Yok eğer kötüyseniz yine sonsuza kadar yaşıyordunuz ama acı içerisinde. En azından cezanız bitene kadar.

    Toplumunuz sizi eğlenceyle törenle gönderiyordu öte dünyaya. Bir düğün ve şenlik sonunda sizi uğurluyorlardı. Yüksek kapının arkasına geçiyor huzur ülkesinde uykuya yatıyordunuz. Peki ya sonrası... Sonrası bilinmiyordu işte. Derin bir uykunun kollarına yatıyordunuz İşte Fanatiklerin çözüm diye düşündükleri nüfusun fazlasını bir ödül olarak erken uykuydu İşte o zaman hem gidenler Göndericinin kızıl göğünün altında rahat edeceklerdi, hem de kalanlar Kuyularında huzur içinde yaşamlarını süreceklerdi.

    Olağanüstü Toplum Yönetim Konseyi toplanmıştı. "Binlerce yıldır yaşadıkları toplumun geleceğinden hep sorumlu olduklarını, aldıkları kararların kendilerinin ve toplumlarının uygarlıklarının varlığını sürdürebilmesi için ne kadar önemli olduğunu söyleyerek açmıştı başkan toplantıyı." Öyle herkese açık bir toplantı değildi bu. Son gelişmeler doğrultusunda bir durum değerlendirmesi yapacaklardı. Yaşanan ve çözüm bulunması gereken onca konuya ek olarak bir başka dertleri vardı.

     Hatta bazı fanatikler, yaşananların, o meraklı ve Aykırı kişiye kapılmış genç yüzünden başlarına gelen, Gönderici tarafından verilen bir ceza olduğunu bile söylüyorlardı. Her ne kadar Antas gezilerini gizli gizli yaptığını düşünse de toplumun egemenleri bütün olan bitenin farkındaydı. Bu nedenle Aykırı kişi kurbanı olan bu genç gündemin birinci maddesi olmuştu.

     Bir genç ortaya çıkmıştı son zamanlarda. Her şeyi merak eden, durmadan oradan oraya gezen bir gençti bu. Kadim Kitabın buyurduklarının tersini yapan ve en önemlisi sürekli sorular soran, sorgulayan bir genç. Durumu yalnızca izleniyordu. Sarı çizgileri geçmiş, kırmızı çizgilerin sınırlarında dolaşıyordu. Eğer Üst düzey yöneticilerden birinin oğlu olmasaydı kesinlikle cezalandırılabilecek biriydi.

     Antas ın babası söz alarak oğlunu savunmaya çalıştı. Ne de olsa kendisi konseyin sürekli üyesiydi. Etkili biriydi, sevilen, sayılan biriydi. “Oğlunun genç biri olduğunu hatalar yapabileceğini” söyledi. “Aykırı Kişi” nin etkisi altında kaldığını ekledi. Bir kaç zamandır garip rüyalar gördüğünü söylemeyi unutmamıştı. Bir türlü anlam veremediği garip rüyalar. Gerçi Baba özel konuşmalarda da kurul üyesi arkadaşlarına anlatmıştı bu durumu.

     Baba, asi oğlunun gördüklerini fazla iyimserlik ve geniş hayal gücü olarak yorumlamıştı. Hatta Konsey izin verirse çocuklara masal kitabı yazan bir sanatçı olabileceğini söylediğini anlattı. Kafasındaki düşünceleri dağıtmasını geleceği düşünmemesini istediğini söylemişti. Okulu bitirince karşısına çıkacak Yönetim sınavını kafasına takmaması gerektiğini söylemişti. Ne de olsa kendisi üst düzey yönetici oğluydu. Yine de gördüğü rüyalar azalmamıştı. Kuruldan biri söz aldı. 
   "Ne tür rüyalardı bunlar. Bize biraz anlatır mısınız?" deyince masa çevresinde bulunan kişilerden itiraz homurtuları duyulmaya başlamıştı. Adam sözlerini kürsünün üzerinde hiç konuşmadan duran başkana bakarak ;  “Yüce Konsey izin verirse tabi" dedi. Başkan, kafasını olumlu bir şekilde sallayınca homurtular biraz olsun azalmıştı. Baba ayağa kalktı. Başıyla ağzından çıkacakları merakla bekleyen konsey üyelerini selamladı.

     "Duvarların olmadığı bir yerden söz etmişti. Gözlerini kapatmak zorunda kaldığını söylemişti ışığın şiddetinden. Parlak beyaz bir ışık tüm açıklığı kapladığını söylemişti. Kafasını kaldırıp ışığın kaynağı olan nesneye bakmaya çalıştığını ama bakamadığını söylemişti. "Elleriyle gözlerini kapatmak zorundaydım biraz olsun yukarı bakabilmek için" demişti. Anlatılanları ağızları açık dinleyen üyelerden biri istem dışı konuşmuştu.

    "Kadim Kitabın özel bölümlerine, geçmişi anlatan bölümlere o kadar benziyor ki gördükleri." Bir diğeriyse, “Yaratıcı, toplumunu cezalandırmadan önce, toplumu kendisine verilenleri kötüye kullanmadan önce anlatılanlara benziyor gördükleri." Ayaktaki baba anlattıkça oğlundan dinlediği rüyasını konsey üyeleri kendi aralarında konuşmadan edemiyorlardı.

     "Birazda, iyi insanlar olduklarında ve bedenlerini toplumlarına verdikten sonra Yaratıcının kendilerini ödül olarak gönderecekleri kutsal yerlere benziyordu. Ne diyordu Kadim Kitap "Işığın gökyüzünde bir top gibi parladığı her yerin ışıl ışıl aydınlandığı bir yere gideceksiniz. Orada yaşayan kardeşlerinizle ortak bir geleceğiniz olacak" 

     Bütün bu konuşulanlar hoş görünse de ortada bir aykırılık vardı. Kadim Kitabın lanetlediği “Aykırı Kişi” ye hayranlık vardı. Sonuçta ortada değişmeyen bir gerçek vardı. Meraklı bir genç sağda solda dolaşıyor, yasaklanmış yerlere girmeye çalışıyordu. Rüyalar gördüğünü, rüyasında ışıklar içinde, geniş, mavi, sonsuz bir açık alanda dolaştığını söylüyordu. En kötüsüyse sorular soruyordu. Kadim Kitabın en eski, en temel kuralına karşı geliyordu. Bir adım ötesiyse “İnançsızlıktı. Göndericiye asi olmaktı. Kara araç ile yolculuktu.

    Konseyin diğerlerine göre genç üyelerinden biri söz istedi.   Anlatılanlar aynı zamanda Kadim Kitabın kayıp sayfalarında anlatılanlara o kadar çok benziyor ki" dedi. Bu cümle o ana kadar toplantıyı sessizce dinleyen başkandan beklenmedik bir tepkinin gelmesine neden olmuştu.

    " Ne Kayıp sayfaları!!" dedi kükrercesine. Başkan Konseyin konuştuklarından memnun değildi anlaşılan. Yanındaki yardımcıları sözleşmişler gibi başkanlarına destek verdiler.

     "Kadim Kitap tektir ve değişmemiştir."

     "Kadim Kitabımız; Göndericimiz ve sonunda Ona uğurlanacağımız Tasarlayıcı tarafından korunmaktadır. O ana kadar durumu izleyen üyelerin çoğu tepkilerini açıkça göstermeye başlamıştı. Konsey üyelerinden biri ayağa kalktı

     "Hadi, hep birlikte tövbe edelim" dedi. Salon tövbe sözcükleriyle çınlamaya başlamıştı. Ama az önce söz alan genç üyenin susmaya niyeti yok gibiydi.

     "Peki, o zaman Kadim Kitabının sonuç bölümünde anlatılan  “Bir gün gelecek içinizden biri, dış evrenle bağlantı kuracak. Kendisinin evrensel ikiziyle aynı rüyayı görecek” Öngörüsüne ne dersiniz" dedi. Masanın çevresindekiler üzerine yürümüş kendisini tartaklamaya başlamışlardı. Sayısız el ağzını kapatmaya çalışsa da ama onun sesi duyulmaya devam ediyordu.

     "O zaman yeni dünyanızla tanışacaksınız, yeni komşular edinecek onlarla kaynaşacaksınız" diyordu. Kendisini destekleyen ama korkudan sesini çıkaramayanlarda içlerinden  devam ediyorlardı;

     "O zaman sizlerin gerçek kurtuluşu sağlanacak."

     "Kendiniz gibi akıllı ve uygar canlılarla birlik olacaksınız.Bu sizin kurtuluşunuz olacak…"

     İyi ki toplantı gizli yapılmıştı. Geçmiş yöneticilerin, Kadim Kitapta, Toplumlarının yararına yaptıkları bazı değişiklikler dikkat çekmemişti. Antasın babası da diğerleri de genç üyenin doğruyu söylediğini biliyorlardı. Ama kimse macera aramak istemiyordu. Yaşadıkları huzurlu ve güvenli dünyanın sürüp gitmesini arzuluyorlardı. Kendileri için en hayırlısı da buydu.

     Uzun tartışmalardan sonra o gencin yakalanması ve toplumun geleceği için erken uyutulmasına karar verildi. Yaşının gelmesi beklenmeyecek, ilk fırsatta uyutulacaktı. Antas için bir karara daha varılmıştı. Her hangi bir şenlik ya da eğlence yapılmadan sessizce uyutulacaktı. Adı da, diğer isyankarlar ve günahkarlar gibi kara deftere yazılacaktı.

     Bu karara en çok üzülen Antas ın babası olmuştu. Başta itiraz etmeye çalışmış ama ne konseye nede Kadim Kitaba karşı duramamıştı. Ne yazık ki yapabileceği hiç bir şey yoktu.

    Antasa haber stajyer yazman sınıf arkadaşı tarafından ulaştırıldığında vakit gece yarısıydı. Yurtlarının duvarlarına vuran, akşamı belirten hafif ışık kaybolmuş, yerini gecenin derin karanlığına bırakmıştı. Gönderici, kendileri hakkında gerekli her şeyi düşünmüştü. Eşit zaman dilimleri halinde karanlık ve aydınlık dönemler yaşıyorlardı. Aydınlık dönemlerde toplumun kendilerine verdiği işleri yapıyorlar, karanlık dönemlerdeyse yatıp dinleniyorlardı. O, görevliler dışında, dışarı çıkmanın yasak olduğu dinlenme saatlerinin ortalarında, arkadaşı her riski göze almış, gelip kendisini uyarmıştı. "Seni erkenden Yüksek kapının arkasındaki salona gönderecekler, uyutacaklar" demişti kurul yazmanı dostu. “Bir şeyler yapmalısın” diye ekledi. İyi de ne yapabilirdi, gitmekten başka.

     Hazırlıklarını yaptı, rüyalarında gördüğü aydınlık ve ışıkla dolu yeri arayacaktı. Giyindi aceleyle ve yola çıktı. Bir saat sonra yerleşim merkezlerinin bir hayli yukarısındaydı. Birkaç gün önce karşısında durduğu kocaman maden kapı karşısındaydı yine ve yine kesinlikle geçit vermeyecek gibi duruyordu. Zorluklada olsa kapıyı araladı. Karanlık içinde karanlık uzanıyordu önünde. Küçük küçük adımlarla da olsa yoluna devam etmeye çalıştı zifiri karanlıkta.

    Ne kadar yürüdüğünü bilemeden dakikalarca yürüdü karanlıkta. Belli belirsiz bir eğimle yukarı doğru çıkıyordu karanlığın içerisinde. Kafasının içerisinde zıt düşünceler oluşuyordu. Geri dönmek istiyordu bir an. Geri dönüp, toplumundan özür dilemek ve yaşantısına kaldığı yerden devam etmek istiyordu bir yanı. Bir saniye sonrasındaysa vazgeçiyordu öte yanı. Gördüğü onca rüya gerçek dışı olamazdı. Kendisini bekleyen halkını aydınlığa ulaştıracak bir rehberdi rüyaları. Geniş ve aydınlık bir dünyaya açılan bir kapı gibi. O halde o kapıya ulaşasıya kadar tırmanmaya devam etmeliydi. Öyle de yaptı…

     Uzun süren bir uğraşıdan sonra tünelin sonuna vardığını anladı. Karanlık gene devam ediyordu ama hafif açılmış gibiydi tonu, karanlık içinde gri ışık. Gözleri çevresini daha iyi görüyordu, en azından dar ve uzun tünelin içerisinde olduğunu anlayacak kadar

     Bir kaç saniye sonrasındaysa içinde bulunduğu yerin ayırtına varmıştı. Karşısında bir kapı daha vardı. El yordamıyla açabileceği bir kol ya da düğme arandı. Birkaç dakikalık aramadan sonra kapı sessizce yana doğru açıldı. Bakışlarını karşıya yönlendirdi. O saniye korktu gördüğü manzara karşısında

    Odaya girdiği kapının ötesi karmakarışıktı. Geniş bir masa vardı. Tüm eğri duvar boyunca uzanıyordu bu masa. Masanın üzeri ve duvarlar düğmelerle tanımlayamadığı nesnelerle doluydu. Onlarca, yüzlerce hatta binlerce irili ufaklı düğme bulunuyordu masanın üzerinde ve duvarlarda. Odanın tam ortasındaysa geniş ve rahat bir koltuk vardı. Birden irkildi, Göndericinin katında mıydı yoksa? Bu kadar karmaşadan ancak o anlayabilirdi. Geri çekildi korkuyla. Sırtının dayandığı dümdüz bir duvarın önünde yere çömeldi. Biraz düşünmeye, ne
yapması gerektiği konusunda bir karara varmaya gereksinimi vardı.

     Bu dinlenmesi fazla uzun sürmedi. Az önce içerisinden çıktığı karanlık tünelden sesler gelmeye başlamıştı. Belli ki izini bulmuşlardı ve kendisini uyutmaya götürmek için geliyorlardı. Korku ve heyecanla yerinden doğruldu. Anlaşılan bütün macerası bu odada son bulacaktı. Ne kendine ne de toplumuna bir yararı olmadan pisi pisine gidecekti. Bir mucizeye gereksinimi vardı. Kendini buradan kurtaracak bir mucizeye. Bu mucizeyi de ancak rüyalarının prensesi gerçekleştirebilirdi. Son zamanlarda sık yaptığı gibi dua etmeye başladı.

*****

    Her ne kadar yardım almaya, çevresindekileri gördüğü rüyalar konusunda uyarmaya çalışsa da Remide’ye kimse inanmamıştı. Bazen ilgi ile dinlemişler ama bir şey yapma gereği duymamışlardı; bazen de –çoğu zaman yaptıkları gibi- dinliyormuş gibi yapmışlardı. Kendisine de rüyalarına da inanmamışlardı. Her zaman yaptıkları gibi başlarından savmışlardı. Ama o hiç yılmamış rüyasında kendisinden yardım isteyen kişiye tek başına da olsa yardım etmeye karar vermişti. Uzun çabaların sonucundaysa vardığı nokta burasıydı. Antik Pridima kenti.

     Pridima, eski dönemlerden kalma kentlerden birisiydi. Ovada veya deniz kenarında değil, başparmak dağlarının yüksek yamaçlarında kurulmuştu. Bir gurup arkeologa göre ilk kuruluşu eski İon öncesi dönemlerdendi. Diğer komşu kentlerden uzak, kendi Halinde ve yalnız bir kentti. Bu nedenle gözlerden uzak kalmıştı. Efes gibi Didim gibi büyük, şanlı,  şöhretli değildi. Yine de rüyaları Remide yi bu kente çekmişti.

    Dağ başında üç beş sütunun bulunduğu bir yerde dolaşan iki gençten büyükçe olanı kendi kendine konuşuyordu. “Bu dağ başında ne arıyoruz” dedi. Yanında duran kardeşi Remide yüzüne bakmakla yetindi ağabeyinin.  Kendiside bilmiyordu bu soruya verilebilecek yanıtı. Ama rüyaları ve sezgileri kendisini buralara çekmişti. Kentin en uç noktasına. Babası buralara yalnız gelmesini istememiş, gönülsüzde olsa abisi Alpayla gelebilmişti ancak.

     Alpay kardeşinin istediğini, babasının zoruyla da olsa yaptıracağını anlayınca "Bari tüfeği alayım, bir kaç karatavuk vururum belki" demişti. Birinin elinde tüfek diğerinde koca bir çanta uzun süre sağda solda dolaştıktan sonra görünen yıkıntıların dışına çıkmışlardı. İsteksiz bir şekilde babasının zoruyla gelen abisi bir an önce işlerinin bitmesi için yalvarıyordu Remide ye. O ise kafasının içindeki sesi tekrar duymaya çalışıyordu. Saatlerce dolaştılar. Bu arada antik kentten de uzaklaşmışlardı.

     "İşte aradığın orada olabilir" dedi Alpay. Parmaklarıyla gösterdiği yönde bir oyuk vardı. Adımlarını sıklaştırdılar.

     Ancak bir kişinin oda zorlukla girebileceği bir yarıktı. Remide, çantasından bir fener çıkardı. Dik bir eğimle aşağı inen tünelvari bir boşluktu fenerin ışığında aydınlanan. Işık huzmesi, sağı solu taradıktan sonra; önce Alpay girdi içeri ardından da Remide.

     Delikanlı belli etmemeye çalışsa da korkuyordu. Boşluk boyunca ilerlediler, avcılar veya define avcıları tarafından keşfedilmemiş bir mağaraydı burası. Ağabey, yanında kız kardeşi olduğunu unutmuş, söylenmeye başlamıştı. Yürüdüler... Yürüdüler... Yolun eğimi kendilerini dağın merkezine indiriyordu. Bir süre sonra yol bitti. Aradıkları yanıt burada da değildi. Çaresiz geri döneceklerdi.

     Alpay, Remide’nin elindeki feneri aldı. Mağaranın duvarlarını taramaya başladı. Bir şeyden etkilenmiş gibiydi. Neden sonra kardeşine dönerek; "Haklısın" dedi. -"Aradığın her neyse O burada" Remide abisinin yüzüne baktı. Kardeşiyle dalga mı geçiyordu yoksa gerçeği mi söylüyordu anlayamamıştı.

     Alpay feneri Remide nin eline tutuşturdu. Duvarı çakısıyla kazımaya başladı. Bir kaç santimetreden sonra da aradığını bulmuştu. Çakı metalik bir yüzeye sürtünüyordu.

    Alelacele kazımaya devam ettiler. Yarım saat sonra geniş ve bulundukları konuma göre dış bükey bir yüzey elde etmişlerdi. Metalik ve üzerine bir şeyler yazılmış yüzey. Zayıflamaya başlayan fenerin ışığında yüzeye işlenmiş karakterleri incelemeye başladılar. Bir yazı gibiydi ama bilmedikleri bilemeyecekleri sembollerden oluşan bir yazı. Alpay bir çığlık attı mağaranın duvarlarında yankılanan.

     "Uzaylılar" diyordu. Korkmalımıydı? Yoksa sevinmeli miydi? Bilemiyordu ama büyük bir buluş yapmışlardı.

   Uzun süre incelediler sembolleri. Bir yandan yüzeyi temizliyorlar diğer yandan çözmeye anlamaya çalışıyorlardı işaretleri. Anlamıyorlardı. Çözemiyorlardı. Ortada bir dairesel ve diğerlerinden daha büyük çizilmiş bir cisim, çevresinde de sayısız daireler vardı. Her dairenin bir noktasında belli oranlarda çizilmiş noktacıklar vardı. Noktacıkların çevresinde de daireler vardı daha küçük. Büyüklükleri birbirinden farklı noktacıklar. Beşinci noktaya yakın bir küçük nokta vardı değdi değecek gibi duran.  Yine beşinci noktadan diğer daire üzerindeki cisimlere doğru çizilmiş eğriler vardı. Üçüncü noktaya doğruda eğri bir çizgi çizilmişti. Oklar noktaların hareket yönlerini anlatıyordu sanki.

      "Güneş sistemi" dedi fısıldar gibi Remide. Halkaları saydılar, dokuz taneydi. "Hayır" dedi Alpay. "Güneş sisteminde sekiz gezegen var." Evet, sekiz gezegeni vardı Güneşlerinin. Bir tanesi fazlaydı halkaların. O halde başka bir açıklaması olmalıydı bu işaretlerin.

     O anda Remide kafasını elleriyle sıkmaya başladı. Ağabeyi konuşuyordu ama kız kardeş iki büklüm çökmüş kıvranıyordu. Konuşması bitmeye yakın farketti kardeşinin iki büklüm halini. Yanına yaklaştı korkuyla. “Rüyalar mı gene” dedi. Fısıldar gibi. Kardeşi konuşamıyor yalnızca fısıldıyordu.

      “Oradalar” dedi son sözlerini söylüyormuş gibi. “Duvarın arkasında bir yerlerde. Alpay yerinden doğruldu. Ne yapacağını bilemez haldeydi. Bir yandan duvarı temizliyor diğer yandan da pürüzsüz yüzeyde bir anahtar ya da kapı kolu aranıyordu. Kardeşini bu şekilde görmüştü defalarca ama son zamanlarda ama bu kadar acı çektiğine tanık olmamıştı. Acı içinde yerden doğruldu Remide. Eliyle ağabeyinin elini yakaladı. Temizlediği duvarın bir yerine yaklaştırdı. Beşinci noktadan çıkan eğrilerin ucunda bir yerdi dokunduğu yer.

      “İt” dedi. Alpay elinin dokunduğu yerdeki küçük bir girintiyi hissetti. Oraya bastırdı tüm kuvvetiyle. Bilinmeyen, şu an astroid kuşağına dönüşen beşinci gezegenden kendi dünyalarına olan yolun sonundaki noktaydı bastırdığı. Ayaklarının dibinde açılan kapağa elindeki fenerle ışık tuttu Alpay. Aşağıda karaltılar kargaşayı bırakmış kendilerine çevrilen ışığa vermişlerdi tüm dikkatlerini.

*****

    Toplum koruma görevlileri tünellerden çıkmış önlerinde dikilen kaçağı etkisiz duruma getirmek istiyorlardı. Her sözü her kelimesi Gönderici tarafından yazılmış Kadim Kitaba aykırı davranan günahkar, ellerine geçmişti artık. Çaresizlik içerisinde titreyen Antas olduğu yere diz çöktü. Ama bir saniye sonrasında karşısında dikilen öfkeli adamlar sus pus oldular. Bazıları diz çöktü bazılarıysa yere kapandı.  O saniye bir mucize olmuştu,  parlak ışık halinde gözlerine dolan bir mucize. Antas ın, rüyalarının Tanrıçası kendisini ve toplumunu kurtarmaya gelmişti. 



23
Kurgu İskelesi / Kısa Kara ve Islak Bir Öykü
« : 12 Nisan 2013, 12:41:59 »
KISA, KARA  VE  ISLAK ÖYKÜ

   Ne kadar zaman geçmişti aradan, kimse bilmiyordu. Televizyonlar, radyolar kendi aralarında çetele tutuyorlardı ama gerçek rakam hakkında kimse bir fikir öne süremiyordu. Varolan ve değişmeyecek tek gerçek havanın uzun süredir böyle olduğu ve düzeleceği konusunda bir işaret bulunmayışıydı. Yaşlı kadın, başını kaldırdı, yüksekte duran pencerenin perdesini araladı.  Küçük bir kısmını görebildiği sokağa bir kere daha baktı. Akşamın alaca karanlığında yukarıdan aşağıya düşen damlalar, sokak lambasının soluk ve hüzünlü ışığında ışıldamaya başlamıştı. Gökyüzünde düşen her kadife damla korkunç bir ordunun askerlerinden biri olarak görevini yerine getiriyordu. Dışarıdan gelen sesler hiç bitmeyen, çıldırtıcı bir senfoni gibi sürüyordu. Günlerden, haftalardan hatta aylardan beridir bitmeyen bir şarkıydı bu.

   Kapının zili çaldı, gelen eşi hayat arkadaşı olmalıydı. Merdivenden aşağıya bodrum katına doğru gelen sesleri dinledi, yorgun ayaklar basamakları ağır ağır iniyordu. Gideli onca zaman geçtiğine, eşi henüz geldiğine göre beklediği vakit bir hayli uzun olmalıydı. Bir an göz göze geldiler yaşlı adamla kapının eşiğinde. Yıllar öncesinin genç, yakışıklı delikanlısı geride yıpranmış bir beden bırakıp gitmişti. Buruşuk yüz, kır saçlar torbalanmış gözler ve adamın umutsuz bakışları ciğerini delmişti. Gözleri biraz aşağıya kayınca koltuğunun altındaki kağıda sarılı küçük paketi gördü. Hayat arkadaşı başarmıştı, başarmıştı ama getirdiği paket bir hayli küçüktü.

   Çekmecede dura dura sararmaya yüz tutmuş dantelli örtünün gizledi eski masa üzerinde minik bir mum yanıyordu. Karşılıklı yerleştirilmiş iki tabak içerisinde son kalan, bu gün için sakladıkları konserveden yapılmış yemek vardı. Evlilik alyansları karşılığında alabilmişlerdi bu küçük konserveyi. Tabakların yanında çeyizinden kalan gümüş çatal bıçak takımı görgü kurallarına uygun olarak dizilmişti. Sevgilisi, eşi, kocası içeri girince yaktı mumu. Adamda, her centilmen erkeğin yapacağı gibi sandalyesini düzeltti eşinin.

   Karşılıklı oturdular bir süre sessizce yaşadıkları anın tadına varmak ister gibi. Bakışları nasıl bu hale geldikleri konusunda birbirlerine soru sormuyordu artık. Gezegen, kendisine yapılan kötülükleri böyle yanıtlıyor ya da kendisini savunuyor olmalıydı. Çoğalan baca gazları, yükselen sıcaklıklar, hiç bitmeyen savaşlar ve ardından eriyen buzullar. Her yaz sonunda olabilecek bulutlar gökyüzünü kaplamış ve ardından bir ekim akşamüzeri başlayan romantik yağmur, ılık bir sonbahar akşamı başlayan ve hala süren yağmur. Dünyanın ısısını düşürmeye çalışan yağmur, kirlenen her yeri, her şeyi temizlemek isteyen yağmur, yumuşak sevimli damlalar halinde düşmeye başlamıştı. O narin sevimli damlalar günler haftalar geçtikçe önünde durulamaz selle olup yıkmıştı aktığı yerleri.  Irmaklar taşmış, önünde ne var ne yoksa silip götürmüştü, ne setler ne de barajlar durduramamıştı kendilerini. Teknoloji harikası devasa barajlar bile dayanamamış, yıkılmıştı. Yeryüzünde kuru bir yer kalmamış, her taraf sular altında kalmıştı.

   Bir ara ne kadar çok dinlemişlerdi felaket haberlerini, televizyondan ve radyodan. Asya’nın, Afrika’nın yoksul ülkelerinde başlayan açlığın etkileri yavaş yavaş gelişmiş ülkeleri de kapsamaya başlamıştı. Artık zengin, gelişmiş devletlerde anlıyordu çaresizliğin ne demek olduğunu. Ellerindekileri tükettikçe nasıl bir duruma neden olduklarını anlamışlardı. Yetinmeyen, hepsi benim olsun diyen insanoğlu yüzyıllardır üzerinde yaşadıkları gezegenden aldıklarını da var oldukları,  barındıkları yaşlı gezegeninin toprağına geri vermeğe başlamıştı. Komşu devletler arasında savaşlar, istilalar, yağmalar çıkmıştı. Yağan yağmur çıkan yangınları söndürüyor, akan kanları da yıkıyordu artık.

   Adam, karşısında oturan, hala güzelliğini taşıyan yüze baktı. Açlık, bakımsızlık özellikle de umutsuzluk derin çizgiler bırakmıştı aşık olduğu o güzel yüzde. Yüreği iyilik dolu eş, zor da olsa gülümsemeye devam ediyordu. Bir son vardı ve o son iyice yaklaşmıştı. Masada duran koyu renkli şişeden şaraplarını doldurdular yavaşça. Şerefe kadeh kaldırdılar birlikte, "Doğacak güneşe" dediler, aylardır bulutların arkasında saklanan küs güneşin şerefine içtiler. Kendini kurtarmaya çalışan gezegenin sağlığına, mutluluğuna içtiler. Koca Dünya, yaşlı gezegen kendisine zarar verenleri daha yumuşak bir şekilde nasıl temizleyebilirdi ki başka türlü.

   Bir sabah, komşuların şikayeti üzerine gelen görevliler bodrum katının kapısını kırarak açtılar. Kendilerine verilen adres doğruydu ve içeride karşılaşacakları manzarayı biliyorlardı. Daha genç ama bir o kadar daha soluk yüzlü olanı, diğerine
   -"Bunlarda diğerleri gibi" dedi.
   -"Umut tükenince yaşam tükeniyor" dedi diğeri bilmişçesine ve kendi duyacağı sesle devam etti. "Sanki bizi başka bir son bekliyor da..."

24
Kraliyet Meydanı / İnce adam
« : 29 Mart 2013, 11:32:36 »
Merhaba
Uzun zamandır kitaplığımda olan ve yıllar önce elime geçen Dashiell Hammett'in İnce Adam adlı kitabını okumak istedim. Baktım ki bir kaç sayfası boş çıkmış. Geçen hafta izmire gittiğimde Milli Kütüphaneye baktım. Bir örneği yoktu. Belki sizlerde vardır... Kitaplığında bu kitap olan var mı? Bana eksik sayfaları dönderebilir mi? İnce Adam (The Thin Man, 1932), Mitos Y., 1992
eksik sayfalara gelince 82-83; 90-91; 94-95; sayfalar eksik.

25
Kurgu İskelesi / Eşek Arısı
« : 31 Aralık 2012, 14:05:40 »
EŞEK  ARISI

   Karanlıkta gözlerini açtı. Ne zamandır uyuduğunu bilmiyordu. Anımsadığı, bilinmeyen galaksi sisteminin bir hayli dışında bir gezegene zorunlu iniş yapma gereksinimi duyduğuydu. Sonra acil yardım sinyalini göndermiş ve "Nasıl olursa beni arayacaklardır" diyerek kendini derin uyku konumuna getirmişti. Ama görünen o ki ne arayanı vardı ne soranı.

   Yattığı kabinden doğruldu. Hemen önündeki zayıf ışıklı düğmeye dokununca kendisini tanımadığı gezegenin yüzeyine taşıyan mekiğide uyanmıştı sanki. Önündeki kontrol panelinin ışıkları yanıp sönmeye başladı. Karşıda beliren küçük monitörde veriler hızla akmaya başladı. Yeterince beklediğine inandığında mekiğini çalıştırdı. Zaman zaman yapı itibarıyla daha yumuşak yüzeyli gezegenlere de inmişti. Bu yüzden indiği gezegendeki yüzey dokusunun daha sert olması aracını zorlamıştı. Yine de gemisinin otomatik kontrol sistemi yüzeyde kalmayı uygun bulmamış kalan yedek enejiyi de kullanarak güvenli bir derinliğe inmişti. Şimdi de korunma için daldığı derinliklerden yukarı gezegenin yüzeyine çıkmalıydı. Yavaşça çalıştırdı mekiğini, önce hafif bir titreşim duyuldu ardından küçük sarstılar. Nötr durumdaki enerjisini kullanan mekik bir kaç saniye sonrasında yüzeydeydi.

   Göstergeler indiği gezegenin atmosferinin biraz nitrojen ağırlıklı olduğunu belirtiyordu. Yine de yaşam desteği olmadan soluk alabilirdi. Yavaşça başındaki koruyucu maskı çıkardı, havalandırmayı açtı. İçeriye bir anda ciğerlerini hafifçe yakan taze hava doldurdu. Bir iki denemeden sonra vücudunun solunum sistemi bulunduğu atmosfere iyice uyum sağlamıştı. Sorunların birini hallettiğine göre diğer önemli sorunun çözümüne geçebilirdi artık. Açlık. Uzun süren uyku boyunca mekiğindeki tüm sıvı yiyeceğini damla damla tüketmişti. Taze sıvılara gereksini mi vardı.

   Ağır hareketlerle kendisini uzun süredir koruyan ve saklayan mekiğinden çıktı. Mekik karanlık, kapalı bir mekana çıkmıştı. İlk yaklaştığında aldığı verilerden çok farklı bir yerde olduğunu anlamıştı. Oldukça uzun süren uykusunda, düştüğü gezegende uygarlık bir hayli ilerlemiş olmalıydı. Uzun sürecek bekleyiş uykusuna yatmadan önce acil iniş yaptığı yerin boş arazi olduğunu anımsıyordu. Gezegenin atmosferindeyken yaptığı analizlerden aldığı veriler gezegende ilkel bir yaşam sürüldüğü yönündeydi. İki ayağının üzerinde dikilebilen canlılar olabileceğini düşünüyordu. Şimdi ise kocaman binalar yapacak kadar ilerlemiş olmalıydı gezegenin canlıları. Bir an içinden derinlerden çıktığı gibi içinde bulunduğu binadan da çıkmayı geçirdi aklından ama çabuk vazgeçti. Kendisini nelerin beklediğini bilemiyordu. Üstelik mekiğinin enerjisi gezegenin kurtulma hızına ulaşmasına yetmeyebilirdi. Bu nedenle mekiği kendini şarj edesiye kadar çevreyi dolaşmalı açlık sorununa acil çözüm bulmalıydı.

   Tıpkı kendi yiyeceklerini depoladıkları konutları gibi uzun sıralarla doluydu çıktığı bina. Tek fark kendi binalarında tüm sıraların dolu olması buradaki kutuların ise boş olmasıydı. Bulunduğu ortamdan yükseldi. Tavandan izledi durumu. Üç ya da dört yem vardı. Bu da ancak yemek öncesi aperatif sayılabilirdi. Yine de sessizce, gözüne kestirdiği ilk kurbanına yaklaştı. Bir saniye sonra ana damarı kesmiş yeminin tüm yaşam sıvısını içmeye başlamıştı. Ilık sıvı uzun sindirim borusunda inerken aldığı haz sonsuzdu. İlk kurbanının tüm sıvısını tükettiğinde diğerine geçti. Ancak ikinciden sonra biraz olsun karnını doyurmuştu. O zaman içinde bulunduğu Karanlık salonu ve karşı duvarda oynayan renkleri ve ışıkları fark etti.

   Genç kız arkadaşının küçük bir çığlık attığını duydu yalnızca. Başını çevirip baktığındaysa yalnızca boynunda bir leke vardı. Küçük kırmızı bir leke. "Seda, diye seslendiğinde bir yanıt alamayınca korktu. Leke bir sızıntıya dönüşmüş, bir kaç milimetre aşağıya akmaya başlamıştı. İşte o an tavandan kendisine yaklaşan gölgeyi gördü. Kocaman kanatlı bir gölge aileden gizli yapılan kaçak sinema macerasının sonu olmuştu.

   Tam bir katliamdı yaşanan. Sinemanın makinisti ve yer göstericisi dahil herkes bu katliamdan nasibini almıştı. Yalnızca dışarı çıkan, kızların küçük kardeşi kurtulmuştu. Onun anlattıklarına da kimse inanmadı. O kadar büyük eşek arısı olamazdı zaten.

   Haber gazetelerin üçüncü sayfasında yer aldı. Polis araştırmasını soruşturmasını yaptı ama herhangi bir sonuca ulaşamadı. Katilden ne bir işaret kalmıştı ne de bir iz. Olaydan sonra Anadolu’nun o kuytu ilinde sinema salonu kapatıldı. Bir kaç gün sonra düşen yıldırımla sinema salonu da yıkıldı. Görgü tanıklarına göre yıldırım bulutlardan yere doğru değil de yerden bulutlara doğru yükselmişti. Olayı yerinde incelemeye gelen, İlin meteoroloji müdürüyse bunun meteorolojik olarak mümkün olduğunu söyledi karşısına özenle geçtiği kameralara.

    Şimdileri o sinema salonun enkazına yaklaşan dahi olmuyor. Her gördükleri yerde içme alışkanlığı olan şarapçılar bile uğramıyor. Uğursuz bir anıt gibi ücra ilde öylece duruyor.

26
Kurgu İskelesi / Kull
« : 27 Ağustos 2012, 11:26:46 »
KULL

     Kayra Han ve Çalık, günlerdir kâh güneşin sert ışıklarının kâh ayın yumuşak dokunuşlarının altında yol alıyorlardı. Çölü andıran stepleri geçmişlerdi önce, ufukta kum ve tozdan başka bir şey gözükmeyen kum denizlerini aşmışlardı. Geniş otlaklara vardığında ise yaz yavaş yavaş yerini son bahara bırakmaya başlamıştı. Önemli bir görevleri vardı. Kendi kişisel hırsları uğruna Erlik ile anlaşma yapmaktan çekinmeyen ve yolu üzerindeki herkesi her şeyi çiğneyip geçebilecek olan Kull un canını alacaktı. İlimlerin en gizlilerini öğrenen ve ettiği yemine sadık kalmayarak bu bilgisini kendi hırsı için kullanan kötü birini cezalandıracaklardı.

      Ardına düştükleri Kull, yani eski adıyla Ak Bilge Öte kentin uzağında Altın Dağın ücra tepesinde gür kayın ormanının içinde bir okulda ders veriyordu. Tepedeki taş evine ki obanın bilgeleri törede böyle bir binanın olmaması gerektiğini söylüyorlardı Sha-To diyordu. Nedenini niçinini kimse bilmese de Sha-To adı yerleşip kalmıştı dillerine. Akıllıydı, bilgiliydi, cesurdu, iyi yürekliydi Ak Bilge. Bilinen ve bilinmeyen, pek çok bilgiye hükmedebiliyordu. Kendisine Ak Bilge diyorlardı bu özelliklerinden dolayı. Üstelik okulun en yaşlısı ve aynı zamanda okulu yöneten Sarı Bilge'nin yakın arkadaşıydı. Okulu, Kurultayla birlikte yöneten iki kişiydi Sarı bilge ve Ak bilge.

      Bir gün, gökyüzünün tüm hiddetini yağmurla ve yıldırımla boşalttığı bir günün gecesi ormanın uzağına düşen bir kocaman gök taşı Kull’un huyunu ve suyunu değiştirmişti. Neler olduğunu anlamak için ormana giden Ak Bilge, sanki o göktaşından çıkan bir ruh bir Şeytan içine girmiş gibi davranmaya başlamıştı. Yumuşak tavırları sertleşmiş, paylaşmacı davranışları bencilleşmişti. Kull’un davranışları beslenme davranışlarını değiştirecek noktaya gelmişti. Öğrencilerini boğazından ısırma noktasına kadar ilerletmişti melunluğunu. Zamanla Ak Bilge adı unutulmuş Kara Kull denmeye başlamıştı. Durumu değerlendirmek için okul kurultayı toplanarak duruma el atmış, Kara Kull’u otamağa karar vermişlerdi. Kendisi zorla alıkoyarak şamanlar ve hekimler gözetiminde sağaltmaya başlamışlardı. Bu sayede hiç olmazsa fenalıklarının önüne geçiliyordu. Ama Esenlik evinde tutulan Kull bir gece sabaha karşı gün batımına doğru bilinmeyen bir yere kaçmıştı. Bütün bu olanlar ise daha Çalık dünyada yokken gerçekleşmişti.

     Çalık, şaman okulunun en zeki öğrencisiydi. En iyi duaları çabucak öğrenir, tılsımları en güzel yapar, ilaçları en doğru şekilde uygulayabilirdi. Çalık’ın yoldaşı Kayra Han ise budununun en iyi savaşçılarından biriydi. Babası Bozkırın Han’ı için savaşırken öldükten Han’ın oğulluğu olmuştu. Tüm varlığını budununa feda etmeğe karar vermişti. Usta silahşorlardan eğitim almış iyi bir atıcı güçlü bir cengâver olmuştu. Ne Öte kent’te ne de Altın Dağın çevresinde bileğini bükecek bir başka yiğit yetişmemişti.

           İşleri önemliydi ve aceleydi. Kendisi işin maddi zorluklarıyla uğraşacak yanında dolaşan ve çok çene yapan Çalık ise ruhlarla uğraşacaktı. Yol boyu hiç durmadan konuşan esmer ufak tefek delikanlıya üstadı olan Sarı Bilge ne yapması gerektiğini söylemiş ve acele etmesi gerektiğini vurgulamıştı. Kayra Bey kaçağın eğer varsa uşaklarının ve korumalarının işini bitirecek, Çalık ise işini sağlama alacak o melun başı gövdeden ayıracaktı.

       Günün geceye döndüğü saatlerde hayal meyal görmüşlerdi uzaklardaki binayı. Uzaklarda sislerle örülmüş mor dağların yamacında sessiz bir gölge gibi dikiliyordu. Ama kendilerinin Geçmeleri gereken donmuş bir göl vardı önlerinde. Kayra Bey ağır adımlarla gölün kenarına yürüdü. Bu bembeyaz ve yarı mat çölü geçmeliydiler ama nasıl. Eğer çevresinden dolanırsa yolu bir hayli uzayacaktı. Başını hafif kaldırdı ve uzaklarda zar zor seçilen uğursuz gölgeye bir daha baktı. Günlerden beri yollardaydılar ve yolların sonu o gölgeye varıyordu. Birkaç adım ilerledi. Çalık itiraz etmek istedi ama ret edileceğini bildiği için tetikte beklemeyi tercih etti. Kararan günün tüm renklerini yutan gri tabaka dakikalar ilerledikçe koyulaşıyordu. Genç yiğit atından indi Pusatlarını yoldaşına uzattı. Ayağını yavaşça buza değdirdi. Buz tabakası ayaklarının altında hafiften çatırdasa da yine de kendisini taşıyacak kadar sağlam görünüyordu. Ağırlığını arttırdı yine bir şey olmadı. Yapması gerekenin ne olduğunu anlamıştı. Tıpkı çölü aşmaya alışkın develerin ayakları gibi geniş basmalıydı ki ağırlığını buzun yüzeyine yayılabilsin. Sadık atının yularını serbest bıraktı. Serbest bıraktı ki geriden gelebilsin ve eğer kendisi soğuk sulara batacak olursa kurtarabilsin. Her adımda Tanrının adını anarak yürümeye başladı. Kara kuru Çalık ise daha geriden geliyordu. Uzun uğraşlardan sonra gölün öte yanına kazasız belasız vardıklarında gün yerini çoktan geceye bırakmıştı.
 
       Genç adam ateşin başında dalgın dalgın külleri karıştırmaya başladı. Amaçlarına bu kadar yaklaşmışken mola vermeleri gerekiyor muydu? Onca yolu aştıktan sonra onca dertle karşılaştıktan sonra yorulmuşlardı. Üstelik yalnız ikisi değil günlerdir kendilerini taşıyan atları da yorulmuştu. Bozkırın en güzel, en hızlı ve en dayanıklı iki atını vermişlerdi kendilerine. Yine de günler ve geceler geçtikçe iki yağız hayvan yorulmuştu.

     Kull’un kaçmasından sonra olanlar zamanla unutulmuştu. Sarı Bilge kutsal ormandaki okulu yönetmeyi bırakmıştı. Çalık gibi gençler okula öğrenci olmuşlardı. Ama her şey Kaan’ın yazlık çadırına iki yabancının gelmesiyle tekrar başlamıştı. Biri bir hayli yaşlı diğeri daha genç iki Tanrı Misafiri Kaan’larının huzuruna kabulünü dilemişlerdi. “Yıllar önce ülkelerine gün doğusundan gelen kötülüğün kaynağını aramaya çıktıklarını söylemişlerdi. İki adamın anlattığına göre yalnız başına köylerine gelen dilenci kılıklı bir adam zamanla tüm köyü ve civarını etkisi altına almaya başlamıştı. Önce hayvanlarına zarar vermiş ardından da köyün halkına eziyet etmeğe başlamıştı. Dağın başına yaptırdığı ev bütün kötülüklerin merkezi haline gelmişti. Yıllar geçtikçe gücü artmış çevresine kendi gibi bir sürü iblis toplamıştı. Bütün bu anlatılanlar yıllar önce Yurtlarını terk etmiş olan Kull’a aynen uyuyordu.

     Ardından kötülüğü yok etmek hiç beklemeden yola koyulmuşlardı. Dile kolay on günü ve on geceyi aşmıştı yurtlarından ayrılalı. Yaşlı adamın tarifiyle çölleri ve otlakları bataklıkları aşmış ve bu günde buzlu gölü geçmişlerdi. Üstelik hala aradıkları kaçağı bulamamışlardı. Ellerinde yalnızca uzaklarda gördükleri koca ev vardı. Ev yakın gibi gözükse de hala bir günlük uzaklıktaydı. Yine adamların anlattıklarına göre derin bir vadiyi üzerindeki asma köprü ile aşmaları gerekiyordu. Birden bir çıtırtı duydu. Soğuk bir rüzgâr esti içini titreten. Ayağa kalktı çevresine bakındı. Hiçbir şey göremedi. Ama biraz daha dikkatli baksaydı karanlıkta parıldayan sayısız çift göz görecekti. Yol yorgunu bedeni daha fazla ayakta duramıyordu. Tekrar yerine oturdu ve ateşe birkaç dal parçası daha attı.

     Aradan geçen zaman göz kapaklarını iyice ağırlaştırmıştı. Önceleri yani yola çıktığı ilk günlerde at üzerinde rahatlıkla uyuyabiliyorlardı. Ne de olsa oralar kendi yurtlarıydı ve kendi yurtlarında bir tek Tanrı kulunun burnu bile kanamazdı. Dost topraklardan uzaklaşmaya başladıktan sonra tedirginlikler artmıştı. Karanlıkta parıldayan gözler kendilerini izliyor gibiydi. Bazen de kafalarının üzerinde kocaman bir gölge –belki bir kartal ya da alıcı kuştu- dönüp duruyordu. Genç savaşçı kafasının içinde başka biri varmış gibi kendi kendine konuşuyordu. Bir an durduğunda ortalığın sessizliğini fark etti. Gece susmuştu, gecenin sesini oluşturan hayvanlar susmuşlardı. Uzaklardan bir yerlerden ulumalar geliyordu ama duyduğu sesler kendisine tanıdık gelen dost sesler değildi. Yüzyıllardır soyuna yardım eden zamanı geldiğinde yol gösteren dostça mırıltılar vahşi ulumalara dönüşmüş gibiydi. Bir an ürperdi, ensesindeki tüyler dimdik olmuştu. Gece olmadan hazırladıkları kalın dallardan bir kaçını daha ateşe attı. Biraz ötesinde battaniyesine sarılıp uyuyan çelimsiz bedene baktı. Adale gücünün yetmediği yerde kendisine yardımcı olacak şaman yamağı hafifçe kıpırdadı.

     “Korkma Bey” dedi yün keçelere sarılmış bedenden çıkan ses. “Bu ateş yandıkça bizlere ilişemezler”  

     “Hadi şaman efendi daha başka bir şeyler yapabilirsin” dedi. Koskoca Kayra Bey karanlıkta uluyan üç beş çakala pabuç bırakmazdı elbette ama yine de tedbirli olmakta yarar vardı. Ne de olsa buralar düşman elleriydi. Yün keçelere sarılmış ufak tefek beden isteksizce yerinden doğruldu başının altında yastık gibi duran heybesine elini attı. Dudakları kıpır kıpır eski bir şarkıyı ya da Tanrıya yakılan ezgiyi mırıldanmaya başlamıştı. Heybesinden kayın ağacından oyulmuş bir şişe çıkarttı. Şişenin ağaç tapasını çıkarttığında çevreye korkunç bir koku yayıldı. Yerinden doğruldu. Bitmesinden korkar gibi işaret parmağını şişenin ağzına dayayarak parmağını ıslattı ve parmağına bulaşan kötü kokulu sıvıyı fiskeler halinde çevreye attı. O saniye gecenin karanlığından çıkan binlerce kanat sesi ortalığı doldurdu. Ateşin yandığı ağaçların arasındaki küçük meydanlığı uçan tüysüz yaratıklar doldurdu. Kimi çevrelerinde dolanıyor kimileri saldırgan bir tavırla adamlara çarpıyordu. İçlerinden bazıları yükselen alevlere kapılıyor ve ateşin ortasına düşüyordu. En yakın ağaca bağlanmış atları korku içinde kişnemeye başlamışlardı. Genç şaman duasını daha yüksek sesle yapmaya başlamıştı. Elleri ise çevreyi sıvı ile takdis etmeye devam ediyordu. Adamın sesi arttıkça çevrede dolanıp duran tüysüz kanatlılar daha da çılgınca hareket etmeye başlamışlardı. Kayra ise eline ateşin içinden yanan koca bir dal almış sağa sola sallıyordu. Birden tüm yaratıklar dağıldı. Geldikleri gibi aniden kayboldular. İki genç neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki karanlığın içinde iki gölge belirdi. İnce uzun bedeni ve ölü gibi bembeyaz yüzleri ile mezardan çıkmış gibi duruyorlardı.

     “Efendimi ele geçiremeyeceksiniz.” Dedi biri  “Ne siz ne de başka bir ölümlü O’na zarar veremez”” devam etti sözlerine. Kayra ileri fırlayacaktı ki şamanın eli kolunu yakaladı.

     “Burası güvenli, orman ise onun. Bırak sabah olsun hele” dedi. Başlarını özlemle geldikleri yere gün doğusuna çevirdiklerinde karanlığın koyu bir maviliğe döndüğünü gördüler. Tan atmaya başlamıştı. Başlarını tekrar gölgeye çevirdiklerindeyse iri kanatlı devasa bir kuşun karanlığı yararak uzaktaki büyük eve yöneldiğini gördüler.

     “Neydi onlar öyle” dedi belinde uzun kılcı sallanan yiğit. Daha yorgun görünen arkadaşı omuzlarını silkerek tek bir kelimeyle yanıtladı “Yek’ler ”  Kötü Ruh Erlik’in en büyük yardımcılarından olan Yek kılıktan kılığa girebilen Şeytan’ dı”  Yerlerine oturdular. Beklemekten başka yapacak bir işleri yoktu.

     Heybelerinde taşıdıkları birkaç peksimeti ve eğerlerinin altında iyice ezilen bastırmayı ağızlarına attılar. Güneş sisli dağların arasından doğmuş ortalık iyice aydınlanmıştı. Eşyalarını toparlayıp tekrar yollara düştüler. Ama ikisinin kafasında da gece olanlar vardı. Bir yandan da kendilerini nelerin beklediğini düşünmeden de edemiyorlardı.

      Saatler ilerledikçe gecenin etkisi azaldı. Yedikleri de bedenlerine enerji olarak akmaya başlamıştı. Yönlerini çakılı gibi duran gri gölgeye döndürmüşlerdi. Tırıs giden atlarının her adımında kendilerini bekleyen kadere biraz daha yaklaştıklarını biliyorlardı.

     Mola vermek için uygun yer ararlarken uzaklarda kırmızı damlı evleri fark ettiler. Yolun inişe geçtiği düzlükte bir köy kurulmuştu. Günlerdir aldıkları yolun doğru olup olmadığını az sonra anlayacaklardı. Atlarının toynaklarının bastığı ilkel yol düzelmiş ve genişlemişti. Birkaç dakika sonrasında köyün taş evlerden oluşan köyün meydanındaki çeşmede atlarını suluyorlardı. Kendilerini uzaktan gören köylüler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamışlardı. İçlerinden daha iyi giyimli olan ikisi kendilerine yaklaştı. Eğilerek selam verdiler. Günlerdir yanında geveze konuşmalar yapan Çalık’ın köylülerle kendi dillerinden konuşması Kayra’yı şaşırtmıştı. Ne zaman nasıl öğrenmişti bu kaba dili. Çalık ise yoldaşını şaşırtmanın verdiği şımarıklıkla sırıtarak

     “Varacağımız yere geldik” dedi. Eliyle yukarıda görünen kocaman yapıyı göstererek “Sanırım düşmanımız Kara Bilge burada yaşıyor” dedi. Genç savaşçının içi bir garip olmuştu. Ak Bilge kendi yurtluklarındaki Şa-To sundan çok daha büyük ve çok daha görkemli bir konut yapmıştı. Her ne olursa olsun her nerede saklanırsa saklansın artık kötülükle yüz yüze gelmeleri an meselesiydi. Köylülerin davetlerine uyarak günlerdir ilk defa sıcak aş yemek için meydandaki büyük evlerden birine girdiler.

     Bir yandan yemeklerini yiyor diğer yandan köylülerle konuşuyorlardı. Kayra, yoldaşı Çalık’ın bu yaban dilini nasıl bu kadar iyi konuştuğunu anlamamıştı. Bir ara içeriye yaşlı kadınlar doluştu. Yaşlı gözlerini silerek konuştular iki yolcuyla. Sözlerin burasını birilerini tercüme etmesine gerek kalmamıştı. Yüreği yanık analar köle olan çocuklarının kurtarılmasını istiyorlardı besbelli.

     Yemeklerini yedikten ve iyice ısındıktan sonra akşamüzeri tekrar yola çıktılar. Köylüler, bütün kötülüklerin gece ortaya çıktığını ve kendilerinin ertesi günü beklemeleri gerektiğini ısrarla söylemelerine aldırmadan yola çıkmışlardı. Güneş yüksek tepelerin ardında kaybolmuştu. Yanlarına yolu gösterecek bir kılavuz almayı unutmamışlardı. Kılavuz kendilerine asma köprüye kadar yol gösterecek ardından geri dönecekti.

     Ne Kayra Han ne de Çalık bu kadar derin bir uçurum görmemişlerdi ömürlerinde. En hafif rüzgârda bile sallanan bir asma köprü dağ ile köyün düzlüğünü birbirine bağlıyordu. Dağın çevresinden dolanan çay azgın sularla yüzyıllarca yumuşak kayaları oyarak bu derin suyolunu oluşturmuş olmalıydı. İşin kötüsü köprünün genişliği ancak bir kişinin geçebileceği kadardı. Yol boyu kendilerini taşıyan atlarından geride bırakarak yollarına devam edebileceklerdi. Kılavuza yapılan sıkı bir tembihle iki güçlü hayvanı bıraktılar. Hayvanlar sahiplerinden ayrılmak istemiyor gibiydi.

     Onları ikna etmek görevi çenebaz Çalık’a düşmüştü. Bir yandan ağır adımlarla geldikleri yöne doğru yürüyor diğer yandan yetişmiş iki insanla konuşur gibi hayvanlarla konuşuyordu. Bu arada Kayra han sallanan köprüye girdi. Yağmurdan çürümüş tahtalara basmamaya dikkat ederek karşıya doğru yol almaya başladı.  Ayaklarının altında tahtalar gıcırdıyordu. Daha da aşağılarda sivri kayalıkların arasından köpürerek akan çay vardı. Yolu yarıladığı anlarda atların durumunu anlamak için başını çevirip baktığında kılavuzlarının atlarını dizginlerinden tutup köye döndüğünü gördü. O an iki kıyı arasındaki farkı gördü. Geldikleri yer ağaçlık ve yeşillik içindeydi. Önünde ise üzerinde bir yosun ya da bir ot bile bitmeyen kayalıklardan oluşuyordu. Adeta Kull’un nefreti tüm yamacı kaplamıştı. Belli etmemeğe çalışsa da Çalık korkuyordu. Korkusu hareketlerine yansımıştı. Kafasını tekrar varacağı yamaca çevirince şaşkınlık içinde kaldı. Nereden çıktıkları belli olmayan bir çakal sürüsü çıkacakları yamaçta toplanmaya başlamıştı. Her kayanın ardından hırıldayan bir çene görünmeye başlamıştı. Bir an tereddütte kaldıktan sonra Kayra han dudaklarını büzerek küçük bir ıslık çaldı.

     Islık sesini duyan Çalık Beyine bakınca manzarayı gördü. O da adımlarını hızlandırmaya başladı. Çakallar sinsi adımlarla köprüyü tutan koca kazıklara yaklaştı. İçlerinden bir ikisi bilek kalınlığındaki sarmaşıklara dişlerini geçirip kemirmeye başladı. İşte o zaman Kayra tüm dikkatini çakallara vererek koşar adımlarla köprüyü geçmeye çalışıyordu. Çalık ise köprünün ortasında ileriye mi yoksa geriye mi gideceğine karar verememiş gibi kalakalmıştı. Vahşi hayvanların dişleri arasında kesilip kopan her lif köprünün daha çok sallanmasına neden oluyordu. Uzun boylu genç adamla kıyı arasında birkaç metre kalmıştı ki ilk sarmaşık koptu. Vahşi hayvanlardan biri inleyerek yere yığıldı. Göğsüne saplanan ok hayvanın ölümüne neden olmuştu. Kayra Bey göz ucuyla geri baktığında kılavuzlarının geri dönüp kendilerine yayıyla yardım ediyordu. Kılavuzun ne yaptığını anlayan Çalık ta elini sadağına attı. İlk oku Beyinin sağından geçerek diğer çakala saplanmıştı. Canı yanan hayvan cıyaklamalarla kaçtı. Yerini hemen bir diğeri doldurdu. İkinci okta tam isabetle hedefini bulmuştu. Ama ne kılavuzun ne de Çalık’ın okları kayalıklarda öfkeyle saldırmaya çalışan çakalları durdurmaya yetmiyordu. İkinci sarmaşık koptuğunda Çalık sendeledi. Elindeki yayı düşürdü. Üçüncü halatta koptuğunda Kayra ilk adımını kayalara atmıştı. Ne zaman çektiği belli olmayan kılıcı elindeydi. Çevresini kuduz köpekler gibi saran çakallara sallamaya başladığında her hareketinde vahşi bir böğürtü kopuyor kılıcının ucundan kan damlıyordu. Çifte su verilmiş çelik vahşi hayvanların uzuvlarını koparıp atıyordu.  Çevresinde kılıcı yarıçapında bir boşluk meydana gelmişti. Kendisini garantiye aldıktan sonra son sarmaşığı kemiren hayvana yöneldi. Kanlı çelik koyun irisi hayvanın göğüs kemiklerini parçaladığında köprü de kopmuştu.

     “Yetiş Beyim” Çalığın tiz çığlığı derin boğazda yankılandı. Kayra bir an durdu. Yol arkadaşı silah arkadaşı derin kayalıklar arasında kaybolmuştu. Sağda solda kalan birkaç çakala aldırmadan kayalıklara doğru eğildi. Ama ne bir iz ne de bir ses duyamıyordu. Uzayan gölgelere baktığında karanlık kendini hissettirmeye başlamıştı. Geri dönemezdi çaresiz tek başına verilen buyruğu yerine getirecekti. Karşı kıyıda aptallaşan adama köye dönmesini işaret etti. Kılavuzluk yapan adam yayını omzuna astı ve biraz ötede sessizce bekleşen aygırlara döndü. Kayra ile Kull arasında hiçbir engel kalmamıştı artık. Kendisini ne tür tehlikelerin beklediğine aldırmadan kayalıkların arasındaki belli belirsiz basamakları tırmanmaya başladı.

      Bir saate yakın kâh kayalardan kâh dik patikalardan giderek yukarıya tırmandı. Nefes nefese düzlüğe vardığında gece iyice çökmüştü. Karanlıkların içinden karşısına dikilen koca binayı görünce neredeyse dili tutulacaktı. Bozkırdan başka bir yer görmemiş olan genç adam yarı korku yarı hayranlıkla üç katlı ahşap binayı incelemeye başladı. Bu yaban ellerde alışmadığı şeyleri görüyordu.  Birkaç fersah önce köyde aradıkları kişiyi nasıl bir yerde bulabileceğini de söylemişlerdi ama yine de gördükleri şaşırtıcıydı. Kıl çadırda doğmuş bozkırda büyümüş bir çocuk olarak görebileceği pişmiş topraktan yapılan tuğla binalardı. Ana Yurdunda nice çadırlar görmüştü. Hanın oturduğu kente gitmişti.  Oradaki hanları mabetleri görmüş hayretler içinde kalmıştı. Ama her durumda binalar tek katlıydı. Başkaca bildiği de yoktu.  Bu ise dağ başına yapılmış üç katlı bir binaydı. Üç kat ve bir kavaktan daha yüksek bir bina. Her şey kendilerinden yardım isteyen yaşlı adamın tarifine tamamen uyuyordu.

         O koca yapının önünde bunları düşünürken binanın üçüncü katındaki pencerelerden birinde bir ışık yandı. Genç savaşçı nereye gideceğini anlamıştı. Ana kapıya yöneldiğinde ışığında aşağıya inmeye başladığını fark etmemişti. Az biraz zorlamayla çift kanatlı ana kapıyı açtı. Girdiği salon kendisini daha da fazla hayrete düşürdü ama şu an hayretler içinde kalmaktan daha önemli işleri vardı. Karanlık salonda hiçbir şey göremiyordu. Salonun diğer iki köşesinden zayıf bir ışık taşıyan birileri belirdi. Attıkları her adımın tadını çıkarıyor gibi ağır ağır yaklaştılar genç adaman. Ellerindeki kandilin ışığı ancak kendisini aydınlatabilecek kadardı. İnce uzun bedenler seçilebilecek kadar yaklaşınca Kayra’nın içinde kıpırtılar oluşmaya başladı. Uzun boylu ince belli iki kadın yaklaşıyordu. Uzun pelerinlerinin yırtmacından bacakları görünüyordu. Saçlarını hafifçe sallayarak yaklaştılar, yaklaştılar.

      “Hoş geldiniz” dedi biri sıcak nefesi delikanlının yüzüne vuracak kadar yaklaşmıştı. İyi bilmediği ama her canlının doğuştan getirdiği kösnül duygular kaplamıştı içini.

     “Es... Eski bir dostu arıyoruz” dedi titreyen sesiyle. Ama bir yandan da bu kızların gündüz ağlaşan anaların çocukları olduğunu anlamıştı. Ses tonunu sertleştirerek

     “Yıllar önce gün doğusundan gelen Kara Bilgeyi yani Kull’u arıyorum” dedi.

     “Bizler O’nun hizmetkârlarıyız. Kull, yani efendimizde sizleri bekliyordu” dedi şuh bir kahkahayla genç kadın. Güldüğü zaman karanlıkta dişleri parıldadı her iki kadınında. Uzun sivri dişleri gören genç savaşçı ürperdi. Ama irkildiğini belli etmemek için sesini daha da yükselterek

     “Bana efendinizin nerede olduğunu söyleyin yeter” dedi. Usu tekrar kösnül duyguların önüne geçmişti. Bir saniyelik suskunluk esnasında yukarıdan gelen ayak seslerini fark etti. Merdivenlerden biri iniyordu. Ayak seslerini duyan iki kadın birkaç adım geri çekildi. Işığı tutan kişinin önce ayakları göründü. Her adımında ayak sesleri merdivenlerde yankılanıyordu. Aşağı inen her kimse bu inişin keyfini sürüyordu. Birkaç basamak sonrasındaysa simsiyah giyinmiş biri belirdi merdivenlerde. Elinde tuttuğu titrek meşale yüzünü aydınlatıyordu. Kayra Bey elini kılıcının kabzasına atmış bekliyordu.

     “Efendim sizi bekliyor” dedi. Genç adam kendisini karşılayanı görünce az kalsın gözleri yerinden fırlayacaktı. Kendisini karşılayan yol arkadaşı Şaman Okulunun genç öğrencisi Çalık’tan başkası değildi. Kayra’nın anlamadığı bu adam başından beri çaşıt mıydı yoksa bir çeşit etki altına mı girmişti. Çaresizce Çalık’ın gösterdiği yöne doğru yürümeye başladı. Merdivenleri Çalık önde iki güzel hizmetkâr arkada usul adımlarla çıktılar.

     Merdivenlerin sonunda geniş bir odaya varmışlardı. Çok uzun boylu zayıf biriydi. Kapana kısılan bir vahşi hayvan gibi odayı bir uçtan diğer uca adımlıyordu.

     “Geldin demek” dedi. Sesi bir yılanın ıslığı gibiydi. “Sarı Bilge’nin bana daha iri yarı birilerini göndermesini beklerdim. Ama seni ve bu zayıf adamı gönderdiklerine göre sizler görünenden daha yiğit birileri olmalısınız” dedi. “Kuracağım ordu için sizin gibi hünerli yiğitlere ihtiyacım var.”  Ardından hizmetkârlarına dönerek

     “Neden Han’ımıza ihanet ettin” dedi genç adam. Korkunç bir kahkaha yanıt olarak koca evde yankılandı. “Ben kendimi aştım. Sonsuzluğu gördüm, ölümsüzlüğü yaşadım.  Sizin zavallı Han’ınızın zerre kadar önemi yok” dedi. Ardından kendi kendine konuşur gibi

    “O gece yıldırımların ormanı dövdüğü o yağmurlu gece gökten inen bir taş beni aldı. Sonsuz gökyüzüne savurdu. Karanlığın içindeki kötülüğü hissettim. Tüm gücün kötülükte olduğunu gördüm. İşte o zaman Han’ın bana yetmeyeceğini anladım. Ne senin Han’ının ne de diğer Han’ların bana ve içimdeki bene yetmeyeceğini kavradım. Ben dünyaya alt etmek zamana hükmetmek istiyordum. İşte o zaman iki can bir olduk, iki ruh bir bedene sığdık.”

     “Ben de senin delirdiğini anladım ve buraya canını cehenneme göndermek için geldim” dedi genç savaşçı alaycı bir sesle. Bu sözlere kızan adam öfkeyle kükredi

     “Bu adamı alın aşağı indirin. Eğer fazla direnecek olursa ne yapacağınızı biliyorsunuz” dedi. Beş on dakika öncesine kadar kendisine şirin davranan iki kadın genç adamı merdivenlere ittiler. Kadınlar efendilerini iyice eğilerek selamladı. Yine Çalık önde kadınlar arkada aşağı inmeye başladılar. Yoldaşının hiç konuşmaması garibine gitmişti. Bildiği Çalık pek çok şeyden uzak olabilirdi ama gevezelik etmeden duramazdı. Sakin adımlarla aşağı inerken arkadaşına birkaç defa adını fısıldadı. Arkalarından gelen iki koruma duymuştu ama Çalık’ta hiçbir tepki yoktu. İkinci kata indiklerinde seslenmeye uykuda ise uyandırmaya devam etti yoldaşını. Giriş katına geldiklerinde ise dışarıda çakal ve köpeklerin ulumaları başlamıştı. Öyle uzaklardan değil sanki hemen kapının önünden geliyordu sesler. İki koruma bir an duraladılar. Belli etmemeğe çalışsalar da tedirginlik duydukları belliydi. Kapalı kapıların ardından da birkaç kişi çıktı. Olağan üstü bir şeyler oluyordu ya da olmak üzereydi. Kayra bir adım ileri atıp Çalık’ın omzuna dokundu. Ama zayıf bedende hiçbir tepki yoktu. Dışarıdan gelen hayvan seslerine insan bağırışları da eklenmişti. Kadınlar Çalık’ı ve Kayra Bey’i açtıkları kapıdan içeri ittiler. Ardından kapının sürgülendiği duyuldu.

     Kapının açılması ile iki adam karanlık bir çukura yuvarlanmış gibi oldu. Yerden doğrulurken ilk hissettiği içerideki insanın genizini yakan garip bir kokuydu. Kayra Bey birkaç saniye sonra zifiri karanlığa gözleri alışınca tavana yakın küçük bir penceresi olan bir odada kapatıldıklarını fark etti. Elini beline attı küçük bir çıkın çıkardı. Her zaman yanında bir parça kav ve çakmak taşı taşırdı. Yılların verdiği alışkanlıkla çabucak kavı tutuşturmuş ortalığı biraz olsun aydınlatmıştı. Ama o an o aydınlığa lanet etti. Orta yerde yanan küçücük yalazlar, oda duvarlarında kimisi inleyen kimisi ise çoktan canını Tanrıya teslim etmiş olan sayısız asılı bedende dans etmeye başlamıştı. Gözleri bir anda kapının hemen yanında duran meşaleye takıldı. Küçük ağaç kabuğu sönmek üzereyken uzun sapın üzerindeki yağ harladı.

       İçeride yabancıların olduğunu gören tutsaklar yalvarmaya yardım istemeye başladılar tutuştu. Kan kokusu, ter kokusu, idrar kokusu ve tutsaklara uygulanan ecza kokusu genizi yakacak kadar kesifti. Bir an önce buradan çıkmalıydı ve kendisine yardım edebilecek tek kişi yol arkadaşı çalık’tı. Bir kenarda uyutulmuş gibi duran arkadaşının yanına vardı. İki kolundan tutarak sıkıca sarstı. Adam derin bir uyku halinde olmalıydı ki uyanmadı. Bu defa yüzüne iyi bir tokat aşk eti.  Zayıf beden loş odanın orta yerine yuvarlandı ve öylece kaldı. O zaman Kayra, Çalığın cebinde duran küçük şişeyi fark etti. Bir gece önce tüysüz uçan yaratıkları kaçıran ağır kokulu yağ aklına geldi. Ahşap şişenin ağzını açtı. Ortalığa keskin bir koku yayıldı. Parmağının ucuna değdirdiği ıslaklığı Çalık’ın burnuna sürdüğünde adamın boş bakışları canlandı.

     “Tanrının izniyle düşerken bir çıkıntıya tutunmuştum. Orada beni iki güzel melek karşıladı, hatta biri beni boynumdan öptü” dedi eli boynuna gidince iki küçük derin yara gördü. Dalgın dalgın konuşmasını tamamladı  “sonrasını anımsamıyorum” dedi. Kayra’nın yüzünde mutlu ve alaycı bir gülümseme göründü. Mutluydu çünkü arkadaşı geri gelmişti. Alaycıydı zira birazdan iki melekle tanışacaktı. Elindeki şişeden akan sıvıyla Çalık’ın boynunu sildi.

     Dışarıdaki gürültüler çoğalmıştı. Kayra yüksek pencerenin kenarında durdu. Çalık ise bir kedi çevikliğinde arkadaşının omzuna tırmandı. Pencere tam da kendisinin çıkabileceği büyüklükteydi. Dışarı çıktığında karanlıkta oradan oraya koşan meşaleli adamlar gördü. O zaman köylülerin toplaşıp kendilerine yardıma geldiklerini anladı. Bu işi kendilerine kılavuzluk yapmaya gelen genç düzenlemiş olmalıydı. İkinci katın penceresinden aşağı oklar yağıyordu. İlk anda saldıran köylüler durumun ciddiyetini anlayınca geri çekilmeye başlamışlardı. O kargaşada Beyini kurtarmalıydı. Koşarak köylülerin yanına gitti. İlk gördüğü baltayı kaptı ve kapıya yöneldi. Kısa mesafeyi hızla aşıp kapıya vardı. Kapının üzerindeki geniş sundurma kendisini oklardan korumaya başlamıştı. Var gücüyle kapıyı kırmaya çalıştı. Kalın meşe kapı kendisine dirense de hırsla vuran balta darbelerine dayanamamıştı. Kapının kırıldığını gören köylüler Çalık’la birlikte içeriye doluştular.

     İki kadında merdivenlerde durmuş insanüstü bir kuvvetle Efendilerini savunuyorlardı. Çalık ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Bir zaman önce içeriye tıkıldıkları kapıyı aradı. Beyinin sesini duyunca hangi kapı olduğunu anlamıştı. Kapıyı kapatan kalın sürgüyü çektiğinde Kayra elinde kılıcı dışarı fırladı.

     Birkaç saniye sonrasında uzun boylu adam bembeyaz yüzüyle merdivenlerin başında göründü. Hızlı adımlarla kapıya çıktı. Kapıdaki ellerinde meşalelerle hiddetli kalabalığı görünce ejderha gibi ses çıkararak içeri yöneldi. Salonun ilk bakışta görünmeyen diğer kapısından çıktı. Gizli bir işaret çakılmış gibi iki güzel koruması da ardından aynı kapıdan girdi. Çalık aradıkları düşmanlarının nereye girdiğini görmüştü. Peşlerinden oda aynı kapıdan girmek istedi ama kapı adeta duvar olmuştu.

     Öfkeli kalabalık yıllardır kendilerine zulmeden canavarın kaçtığını görünce sevinç naraları atmaya başladı. Evin bütün odalarına girilmiş esir tutulan yakınları dışarı çıkarılmaya başlanmıştı. İşte o an kalabalıktan birisi elindeki meşaleyi ahşap binanın perdelerine tuttu. Ağır kadife perdeler alevlendi. Bu durum diğerlerinin de hoşuna gitmiş olmalıydı ki evin her yerini tutuşturmaya başladılar. Birkaç dakika sonrasında tepedeki koca ev ateş topu haline gelmişti. Alevler tüm günahları temizleyen kutsal su gibi tepeyi yıkamıştı.

     İki kahraman birkaç gün köylülerin misafirleri olduktan sonra tekrar yurtlarına doğru yola koyuldular. Görevlerini tam olarak yapamamışlar Kull’un kalbine şimşir kazık çakamamışlardı. Ama Kull ve Şa-To’ su tamamen yanmıştı. Hatta tepedeki yangın çevredeki ağaçlara da sıçramış ve birkaç günde anca sönmüştü. Yangın yeri iki yabancı tarafından uzun süre araştırıldı. Kull ve iki hizmetkârı konusunda hiçbir iz yoktu. Sanki yer yarılmıştı ve onlar yerin içine girmişlerdi. O halde iş tamamlanmış sayılabilirdi. Herkes durumdan memnundu. Yıllar yüzyıllar boyu o yörede benzer şikâyet duyulmadı. Lanetli tepeye kimse ilişmedi. Doğa ana yangının tüm izlerini sildi Lanetli tepe yeşil bir orman haline geldi. Taa ki bir gün...
  
     “Vlademir!! Vlademir neredesin”  Genç kadının sesi şatonun tüm koridorlarında yankılandı. “Ne buluyor bu çocuk soğuk dehlizlerde” diye kendi kendine söylenerek dolaşıyordu. Diğer kasabalılara göre daha bilgili olduğu için genç prense dadı olarak seçilmişti. Ama genç Vlademir ya da babasını çağırış tarzıyla ‘Vlad’ ders yerine saklambaç oynamayı seviyordu. Kâh yemyeşil avluda kâh bu karanlık labirentlerde saklanıyor dadısının kendisini bulmasını bekliyordu. Artık güneş batmış karanlık çökmeğe başlamıştı. Bir an önce çocuğu bulup yemek odasına götürmeliydi Çocuğu bulamayınca bahçeye çıktı. Tekrar bağırmaya başladı.
 
    Henüz on yaşına giren çocuk babasının yeni yaptırdığı bu şatoda oynamayı seviyordu. Kendince işin en güzel yanı şatonun Lanetli tepe denilen bu yerde yapılmış olmasıydı. Onun için lanet demek gizlilik ve merak demekti, keşfedilecek yerler demekti.  Karanlık koridorlar ve geniş bahçe oynadığı saklambaç oyununu daha güzel bir hale getiriyordu. Saklandığı karanlık mağarada bir yandan bulunmasını beklerken diğer yandan eliyle toprağı eşeliyordu. Birden eli toprağın içine bir metale değdi. Biraz eşeleyince metalin kalın ve paslı bir halka olduğunu gördü. Küçük zorlamalarla halkanın çakıldığı kapağı ortaya çıkardı.
 
    Uzaktan dadısının sesi geliyordu. Sağlam kalın tahtalardan yapılmış kapak az bir uğraşmayla açıldı. Karanlığa ve bilinmeze uzanan bir yol vardı önünde. Yaşının verdiği merak duygusu korkusunu bastırdı ve aşağı uzanan basamakları inmeye başladı. Ürkek adımları son basamağı da inince gözleri karanlığa alışmıştı. Kâh irileşen göz bebekleriyle kâh el yordamıyla geniş boşlukta dolanmaya başladı. Kendinden ileride olan elleri havada asılı duran soğuk ama yumuşak nesneye değdi. Kaba işlenmiş bir deri gibiydi. Sanki kocaman bir balık tavana asılmıştı. Birkaç adım daha attı. Ayakları sert nesneye takıldığında az kalsın düşüyordu. Elleriyle kontrol ettiğinde kocaman bir kasa olduğunu anladı. Bir insanın sığabileceği bir sandık belki de bir tabuttu. Tedirgin hareketlerle sandığın kapağını kenarı ya ittiğinde heyecandan kalbi duracak gibi olmuştu. Sandığın içinde bir çift kızıl göz parıldamıştı...

27
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Esrarlı Ada - Jules Verne
« : 28 Mayıs 2012, 18:12:29 »
Her nekadar günümüzde çocuk edebiyatı örnekleri arasında imiş gibi görünse de büyük usta Jules Verne'nin Esrarlı Ada romanı kendisine ayrı bir başlık açılmasını hak ediyor. Denizler Altında Yirmibin Fersah romanının devamı niteliğinde olduğunu duymuştum ama okuyunca aradaki sağlam bağlantıyı bir kere daha takdir ettim. Ustaya yıllar öncesinden var olan saygım daha da büyüdü Esrarlı Adayı okuyunca. O ne yaratıcılık, o ne kurgu öyle. Biraz Amerikan hayranlığı var olsa da kolay okunması, çağına göre oldukça iyi bir gizem yaratması ve verdiği bilgiler nedeniyle güzel bir kitaptı. Yazana da yayınlayana da teşekkürler...

28
       Hemen hepimizin çocukken okuduğu kitaplardan biridir Denizler altında yirmi bin fersah. Şimdileri çocuk kitapları arasında sayılsa da o yeri hak etmediğini düşünüyorum ne kitabın ne de Jules Verne üstadın. Ben bir kere daha okudum bu kitabı İthakinin yayınladığı tam çeviriyi. Ne güzel düşünmüş ve ne güzel yazmış Jules Usta. Bitki türlerinden hayvan türlerine, kıtalardan akıntılara kadar verdiği bilgileri görünce karşısında saygıyla eğilmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Cep telefonlarında bilgisayarlara nükleer denizaltılardan uzay araştırmalarına kadar pek çok buluşa ve nesneye sahip olduğumuz bu çağda yazdıkları basit gelse de yaşadığı yıllara göre çok önemli kitaplar bunlar. Düşünsenize bizler savaşlarla yokluklarla boğuşurken, imparatorluğu kurtarmaya, padişahımıza hizmet etmeğe çalışırken onlar denizlerin altında gezmeyi, aya seyahat etmeyi, yerin derinliklerine inmeyi düşünüyorlardı, yazıyorlardı. Daha da önemlisi okunuyordu. Okunuyordu diyorum çünkü belki bir yerlerde tarihimizin bir bölümünde bu tür denemeler yazanlar var olmuş olabilir. Zamanında bizlerde de Lagariler, Hezarfenler çıkmış. Ama ne çare ki devamını getirememişiz. -Biraz hey gidi günler hey gibi oldu ama- Yine de böyle bir alt yapıyla bu bilgilerle donanmış bu kitaplarla büyümüş nesilden günümüzün buluşlarını istemek çok normaldir.

       Konunun çok dağıldığını bilsem de bence bilim kurgu seven edebiyatı romanları seven herkesin kitaplığında olmalı bu eser. Bu nedenle bu kitapları özet olmadan aslına sadık kalarak hazırlayanlara teşekkür borçluyuz sanırım. Bir de bir eksik noktadan söz etmeliyim. Denizler Altında Yirmi Bin Fersahta ve devamı niteliğindeki Esrarlı Ada da bir eksik var. Keşke birer harita eklenseymiş kitabın sonuna. O zaman benim gibi meraklılar bir yandan okurken bir yandan da Atlastan Kaptan Nemonun gittiği yerleri bulmaya çalışmazdı.

29
Kurgu İskelesi / Göçebe
« : 28 Mart 2012, 18:06:21 »
GÖÇEBE

   Bir yandan ayaklarımın dibinde uzaklaşan yaşlı gezegene bakıyor diğer yandan da milyonlarca yıldan beridir varlığını sürdürmeyi başaran türümün yaşadığı bu açmazlardan nasıl kurtulacağını düşünüyordum. İnsanoğlunun ilerlediği dönemler vardı, atılımlar içinde geçen dönemlerdir bunlar. Rönesanslar, reformlar, aydınlanma çağları gibi.  Birde ilerlemenin yavaşladığı hatta gerilemenin olduğu karanlık çağlarda yaşanmıştı zaman zaman. Yaşadığım dünya birkaç yüzyıldır süren gelişmenin durduğu dünya haline geliyordu.

   O kadar çok çoğalmıştık ki şimdi gözüme küçük kirli bir mavi bilye gibi gözüken yuvasında birbirini ezen birbirini yiyen böceklere benziyorduk. Bir karınca yuvasındaki paylaşım ve işbirliği aramızda yoktu. Büyük bir bölümü gününü kurtarmaya çalışıyor, küçük çıkarları için bir biriyle savaşmaktan ve kan dökmekten çekinmiyordu. Ufak bir azınlık ise yaşamın anlamının zevkte olduğunu düşünüyor ve kendi yapay cennetlerinde sürdürüyorlardı. Hiçbir şey üretmeden yalnızca bencil duyguları için yaşıyorlardı. Birde fanatikler vardı. Her şeyin Tanrıdan geldiğine inanan ve kendi sefil çıkarlarını Tanrının isteğiymiş gibi göstererek hakimiyet kurmaya çalışanlar. Çoğu zaman başarıyorlardı da. Sonuçta kadim gezegende kalan milyarlarca insan çürüyordu adeta.  

Bütün bunların dışında tertemiz bir gurup daha vardı, kendi türü için akıl terini ve göz nurunu dökenler.  İşte benim ayaklarımın dibinde gittikçe uzaklaşan yuvama bakarak bunları düşünmeme neden olan gerçek idealistler bunlardı. Eğer o bilim insanları olmasaydı, hedonist azınlık kendini adadığı zevkin içinde boğulurken kalan mutsuzların umutsuzluğuna kulak tıkamaya devam edecekti. Erişilemez dünyalarında zevk içinde yüzerken diğerlerinin yaşadığı kıyıma göz yummaya devam edeceklerdi. Bu asalaklar bitmeyen savaşlardan medet umuyor hatta gizliden gizliye destekliyorlardı. Bir insanın eksik olması daha az kirlenen hava daha az tüketilen kaynak demekti onlar için. Cesaret edebilseler kendi soylarının yarıdan fazlasını, belki de kendilerinin dışındakilerin yok olmasını isterlerdi.

   Yörüngeye ulaştığımızı çevremizi saran karanlıktan anlamıştım. Bilim ve teknoloji dünyası yaklaşık on yıl önce uzay teknolojisinde büyük bir atılım yapmıştı. O yıllarda ben yani uçuş mühendisi Kaan henüz öğrenciydim. Mezun olduğum üniversitede araştırma görevlisi olarak kalmıştım. O sayede Yetkin Beyle tanışmış “Göçebe” projesinden haberdar olmuştum.

       Son zamanlarda Uzay Bilimi hızlı bir atılım gerçekleştirmişti. Tıpkı yüz elli yıl önce hayvan gücü olmadan hareket edebilen araçların yaygınlaşması gibi on-onbeş yıl önce belli firmalar özel izin alınarak devletlere, topluluklara hatta kişilere bile araç üretmeye başlamışlardı. Bu gelişmeyi ilk bulan “Yıldız” adlı uluslararası bir işletmeydi. Teknolojisini diğer şirketlerden, uluslardan saklamaya çalışsa da zamanla benzerleri çoğalmıştı. Bu sayede bol parası olan herkes bir gemi alıp uzaya açılmaya başlamıştı. Büyük devletler önce yörüngede ardından da kadim dostumuz olan Ay’da yerleşim merkezleri açmıştı. Çok büyük bir uluslar arası uzay istasyonu –ki bu istasyonu kuran son birkaç yılda gezegenin en büyük işletmesi olan Yıldız’dı- şirket tarafından işletiliyordu.

   Yıldız şirketi bilinen tüm şirketlerden daha büyüktü. Uluslarüstü işletmelerin zirve noktasıydı. Eğer üretimi, tüketimi, ticareti, ulaşımı bir gezegen kabul ederseniz Yıldız bunların süper devletiydi. Uzay ve yer istasyonları kuruyor, hava gemileri inşa ediyor, bu gemilere formülünü yalnız kendisinin bildiği yakıt üretiyor gezegen dışı hizmetler sağlıyordu. Dünya dışı ticareti elinde tutuyordu. Bazı radyoaktif elemanlarla zenginleştirilmiş sıvı yakıtla çalışan motorlar vardı tüm araçlarında. Sattığı, işlettiği yüzlerce araçta yine tepkili roket benzeri sistemler kullanılıyordu Tek fark yakıtın eskilere göre çok daha verimli olmasıydı. Dev bir tekel haline dönüşmüştü Yıldız Şirketi. Şirketin rakipleri yakıtın nasıl bir formüle sahip olduğunu öğrenemiyorlardı. Bu sayede Yıldız Şirketinin gücü, Ay’a, Ay'la Dünya arasındaki boşluğa dağılan insan evreninin en uçlarına kadar uzanan bir alana yayılmıştı.

          Kafamı hafif sağa çevirince bakışlarını kocaman ekrandan alamayan patronumu gördüm. Türkiye’de ülke ölçüsünde büyük bir işletme sahibi olan Yetkin Bey ilerleyen yaşlarında hisselerini devretmiş, küçük uzay gemisiyle uzaya açılmaya karar vermişti. Patronum, yaşadığımız zamanı coğrafi keşifler öncesinin fırsatlar dünyasına benzetiyordu. O’na göre yalnız zekilerin ve cesurların kazandığı bir çağdı bu çağ.  Bu nedenle kaderin kendisine hazırladıklarıyla yetinmemiş kısmeti uzaklarda aramaya karar vermişti. İşletmelerini devretmiş, kendisine ait olan taşınmazlarını da satmıştı. Eline geçen tüm para ile –ki mütevazı bir servet sayılırdı bu para- özel jetten biraz daha büyük olan, adını “Göçebe” koyduğu bu aracı almıştı. Eğer işler umduğu gibi ilerlerse hayal ettiği madenlere ulaşırsa bu köhne gezegene gittiğinden çok daha zengin olarak dönecekti.

       Uçuş mühendisliğini yaptığım “Göçebe” Avrupa yapımı bir gemiydi. Son yıllarda gelişen uzay araçları teknolojisine göre eski model sayılabilirdi. Yine de Titan’ın yolcuları için belirlenen yaş sınırındaydı. Geçen yüzyılın sonlarında kullanılmaya başlayan uzay mekiklerine benziyordu. Yalnızca kargo bölümü yani ana gövde biraz daha uzun tutulmuştu. Sonuçta aracımız yedi yaşında Ay’daki maden ocaklarından dünyaya cevher taşımak için tasarlanmış kaba saba görünüşlü bir şilepti.  Aracı üretici firmanın hangarlarında iyi bir bakımdan geçirmişlerdi. Yetkin Beyin cin fikirliliğiyle iç içe geçmiş iki gövde vardı içeride. Eğer istedikleri gerçekleşirse yani yolculuğa çıkmalarının ana nedeni olan madenleri bulabilirlerse arkadaki geniş deponun içindeki bölüm hidrolik sistemler yardımıyla çıkarılacak ana geminin yarısından büyük bir römork elde edilecekti. Yetkin Beyin bu planı tutarsa iç deponun içine bir üçüncü depoyu yapmayı bile düşünüyordu.
 
       Gemimize mürettebat bulmak zor olmamıştı. Gemiyi idare edebilecek üç kişi –ki biri benim, madencilik araştırması konusunda deneyimli üç kişi daha. Benim Mürettebat kadrosuna dahil olmam ise bölüm başkanımız Selim Beyin önerisi ve ısrarıyla olmuştu. “Ülkemizden uzaya çıkacak ilk özel gemide seninde olmanı isterim” demişti. Bense ailevi nedenlerimden dolayı göreve soğuk bakıyordum. Burada alçak gönüllülük göstermeme gerek yoktu. Okulun en iyi öğrencisiydim. Teoride bilgim iyiydi ama teori başka pratik başka bir şeydi. Üstelik bilinmeze yapılacak yolculuk hayali bir hayli iştahlandırmıştı beni. Üstelik işverenimiz cömert davranmış iyi bir maaş, başarı halinde kargodan pay yani prim vaat etmişti.

       İnsanoğlu için bin dokuz yüzlü yıllardan beri süren hazırlıklar karşılığını vermeye başlamıştı. İnsanlar Ay’da düzenli olarak ve Mars’ ta araştırma kolonileri halinde yaşıyorlardı artık. Yüzyıllar öncesinde yeni keşfedilen kıtalara uygulanan yöntemi uygulamışlardı. Ne de olsa en kısa yol bildiğin yoldur. Evrendeki komşumuz Ay, otuz yılı aşkın bir süredir üzerinde gezinen kendisini delip işleyen insanlara alışmaya çalışıyordu. Çeşitli vaatler karşılığı oralara götürülen mahkûmlar ilk kurulan maden işletmelerinde, araştırma merkezlerinde cezalarını tamamlamaya başlamışlardı. Milyarlarca yıldır çevremizde dönüp duran komşumuz üzerine kurulan ilk yerleşimler teknolojik ilerlemelerin katkısıyla ümit verince, benzerleri çoğalmıştı. İleri ülkelerin kurduğu ilk yerleşimlere gelişmekte olan diğer ülkelerde eklenince nüfusu iyice artmıştı. Ay’lı bir nesil oluşuyordu. Evrende yalnız mıyız sorusuna hala bir yanıt bulunamamış olsa da uzaylı komşularımız olmuştu artık. Öyle ki bazı söylentilere göre kadim komşumuzun yurttaşları yakın zamanda bağımsızlığını ilan edecekti

       Atmosferi aşan Göçebe, tüm hızıyla yol alıyordu. Mürettebat günlerce üzerinde çalıştığı gemiyi faal yönüyle de tanımaya çalışıyordu. Sistemleri deniyor aracın işlevlerini tam olarak anlamaya çalışıyorlardı. Arkada biraz yüksekte kalan üç koltuktan ortada oturan Aylin Hanım karanlıkta ışıldamaya başlayan bir ışık demetini eliyle işaret etti. Binlerce yıldızın arasında bir gurup parlak nokta belirmişti. Varacakları nokta yani Titan oradaydı. Tüm dikkatlerimiz geniş ekranda yoğunlaştı.

       Yıldız şirketi ve şirketin arkasında olan üç güçlü devlet bir yarış tertiplemişti. Kazananın başarıya, şöhrete, büyük paralara kavuşacağı bir yarıştı bu. Uzaklardan gözlenen, üzerinde yaşanmaya değer gezegenlere, uydularına yapılacak bir araştırma yarışı. Bir teknesi, standart personeli olan herkes bu yarışa katılabilirdi. Dünya siyasetine eskiden beri yön verenler bu fikri desteklemişti. İnsanlığın geleceğinin ancak kolonileşmeyle garanti altına alınacağı kararına varmışlardı. Ancak o sayede yeni maden ve mineral kaynaklarına sahip olabilirlerdi. Özellikle de üretim maliyeti halen çok yüksek olan Wolfram ötesi madenler aranacaktı. Ancak böyle bir girişimle Dünyanın ilgisi uzaya çekilebilir, cesur girişimcilere bu şekilde destek sağlanabilirdi.

       İçinde yol aldığımız sınırsız boşlukta yalnızdık. İnsanoğlunun yıllardır yaptığımız SETİ çağrılarına henüz bir yanıt gelmemişti. Gönderdiğimiz sondalar uzayda kaybolmuşlardı. Uzayın ulaşabildiğimiz sınırlarına kadar boş olduğunu öğrenmiştik. O halde o boşluğu bizler doldurabilirdik.

       “Sahi Patron, hala bizim nereyi hedeflediğimizi söylemedin” dediğinde o zamana kadar hiç konuşmayan işverenimiz “Uzay o kadar bakir ve geniş ki tüm insanoğluna yeter.” Ardından işaret parmağıyla kafasına dokunarak “Her şey burada sabırlı olun” Bir saniye sonrasında da asıl cümlesi geldi. “Çok paralar kazanacağımızdan emin olabilirsiniz” Uçuş kabinindeki tüm yüzler gülmeye başlamıştı. Eğer şans yüzlerine gülerde iyi bir cevher yatağı yakalarlarsa tahminlerinin üzerinde para kazanırlardı.

       Yıldız Şirketi uzun yıllar sonrasını bile planlamıştı. “Yörüngesinde sürekli dönüp duran Titan’la Dünyamızda yığılıp duran insanları bu uzak gezegenlere, onların uydularında kuracakları kolonilere taşıyabiliriz” diye düşünüyorlardı.  Ay yakındı, iyiydi ama insanın doğal yapısına uygun değildi. Üstelik o kaya yığını verimli de değildi. O yüzden Bilim insanları Jüpiter’in, Satürn’ün uydularına bel bağlamışlardı. Belki oralarda insana daha uygun yapıda yerler bulabilirlerdi.

       Yeni sistem yıllardır insanoğluna hizmet eden patlamalı motor tekniğine benziyordu. Dünya atmosferinin çok dışında yıllardır üzerinde çalışılan bir gemi hazırlanıyordu. Adını büyüklüğünden etkilenerek Titan koymuşlardı. Gizli tutulan yeni motor sistemi sayesinde yüksek hızlara ulaşmayı düşünüyorlardı. Titan, hızını aldıktan sonra hiç durmayacak Satürn ile Dünya arasında basık eliptik bir yörüngede yol alacaktı. Gerekli hızını aldıktan sonra -yapılan hesaplamalar doğru çıkarsa- ışık hızının yüzde birini aşmayı düşünüyorlardı- iki ay gibi bir sürede Satürn’e varmayı düşünüyorlardı. Tabii bunda ilk başta hesaba katılmaya hızlanma ivmesinde geçecek süre yoktu.  Eğer sistem istedikleri gibi çalışırsa hızı arttırıp süreyi daha da kısaltabilirlerdi. Yolcular, kargolar Titan yol alıyorken araç değiştireceklerdi. Şirket Titan’ın in hızını yakalayacak mekikler yapacak o sayede inişler ve binişler kolay olacaktı.

       Gemiye yaklaştıkça hayretimiz artıyordu. Titan’ın ana omurgası ışıklar içindeydi, boyu ise kilometreyi aşıyordu. Ana motorlar uzun bir iskeletin sonundaydı. Öndeyse, gövde yer alıyordu. Gövde, kısa bir puro şeklinde tasarlanan hangarlar ve onun üzerinde dönecek şeklinde tasarımlanmış ve dünyadaki yerçekimi ortamını sağlayacak büyük bir çark olacaktı. Yaşam alanında dünyadakilerin benzeri ama çok daha iyi durumda olan oteller olacaktı. Tertemiz atmosfer, konforlu bir yolculuk sağlanacaktı. İsteyenler tabii ücretini ödedikten sonra bu temiz ve huzurlu ortamda diledikleri kadar kalabileceklerdi. Titan hem bir şilep hem de her türlü lüksün olduğu uzay yatı olacaktı. Titan Projesi, Yıldız şirketinin yüksek karını katlamayı beklediği projeydi.  Bu sayede gelecekte kurulacak Jüpiter ve ötesi yerleşim merkezlerine güvenli, ucuz, konforlu yolculuklar yapılabilecekti.  

       Titanın ışıkları iyice netleşmişti. Binlerce yıldızın göz kırptığı sonsuz karanlıkta bir ışık denizi gibiydi. Gözlerimi alamaz olmuştum. Arkadaşlardan hayret ve hayranlık sesleri duyulmaya başlamıştı. Gemimizin kaptanı da bizlere uyup birkaç dakika an be an büyüyen ışıltılı gövdeye baktıktan sonra işine döndü.
Kaptanımız emekliliği yaklaşmış biriydi. Beyaz saçları siyahlarından daha fazlaydı ama yine de dinç görünüyordu.  Bakışlarıyla hala ekrana kilitlenmiş olan yardımcısına seslendi

       “Osman, hadi aslanım şu kuşu indirelim artık” dedi.  Büyülenmiş gibi köprünün ortasında dikilen uzun boylu sarışın delikanlı, izlediği ekran başından heyecanlı bir filmi izlemeyi bırakmak istemiyormuş gibi ekran başından zorlukla ayrıldı. Hasan Kaptanın solundaki döner koltuğa oturdu. Önündeki eğik panodan durumu izlemeye başladı. Önündeki sayısız düğmelerin bazılarına el attı.  Hasan kaptan elinde sıkı sıkı tuttuğu lövyeyle bir yandan önündeki ekrana bakıyor diğer yandan da düğmelerle ve kollarla devasa tekneye kuyruktan yaklaşmaya çalışıyordu. Dışarıda uzay boşluğunda nedensiz bir şekilde geziyormuş gibi dolanan birkaç gemi daha vardı. Boşta kalan dört kişi ise önceden konuştukları gibi koltuklarına oturmuş güvenlik kemerlerini takmışlardı.

       Geminin iletişiminden sorumlu olan Semra Hanım yaklaştıkları Titan’ın komuta kademesiyle iletişim kurmaya çalışıyordu. Akıcı bir İngilizcesi vardı. Birkaç defa tekrarlanan izin isteminden sonra karşı taraftan yanıt geldi. Konuştuğu bölüm yer küredeki en büyük havalimanlarından biri gibi çalışıyordu.  Daha önceden planlandığı gibi İskele yönünden gemiye yaklaşacaklar baştan üçüncü kapıdan gireceklerdi. Kendilerine verilen talimat bu kadar basit olsa da uygulama öyle değildi.

       “Yaklaşım açısı beş derece kaptan” Osman sayısız kere yaptıkları çalışmalardan birindeymiş gibi rahattı.  Uzun iskeletin uçunda sıralanmış metal kütleleri gördüler. Bunlar yeni geliştirilen motorlar olmalıydı. Sessizce sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Ardından rölantide çalışan otomobil eksozuna benzeyen iki motor ünitesinden geçtiler. Bunlar ana motorlar çalıştığında Dünyaya ve Ay’a zarar vermeyecek kadar uzaklaşmalarını sağlayacak olan klasik motorlardı. Büyük volkan ağzı, yaklaşan patlamayı haber verircesine alevler ve dumanlar içinde kaynıyordu. Bulundukları yavaşlama ivmesini koruyarak motorları ana gövdeye bağlayan uzun çelik bağlantılara paralel yol aldılar. Tam uzay geometrisine yakışacak bir bağlantı sistemiyle iki ana bölüm birbirine bağlanmıştı. Son olarak şişkin bir karnı andıran ana gövdeye ulaşmışlardı. Hızlarını belirgin bir şekilde düşmüştü. Dar bir açıyla gövdeye yaklaşmaları sürdü. Beş altı saniye sonrasında da gövde üzerinde kendi uçuş numaralarını gördüler. Yanıp sönen rakamların hemen altındaki karanlık bir mağarayı andıran boşluk gözlerine küçücük göründü.  Her saniye kendilerini yutacakmış gibi büyüyen boşluktan içeri girdiler.

       Birkaç dakika sonra bağlandıkları muazzam büyülükteki hangarda yerlerini almışlardı. Hasan kaptan, görevlilerin yardımıyla gemilerini yapacakları uzun yolculuk boyunca duracağı bölüme taşınmasına yardım ettiler. İçeride Göçebe’yi yol boyunca dinleneceği yere yanaştıracak kaptandan başka kimse gemide kalmamıştı.

       Uzun ve yorucu bir gün geride kalmıştı. Gemimizin tüm personeli kendilerine ayrılan kamaralarına çekilmişti. Ben, yani uçuş teknisyeni Kaan tüm çocukluğum ve gençliğim boyunca hayalini kurduğu uzayıma kavuşmuştum. Kendimi keşifler çağında yaşayan sıradan bir yelkenli teknenin sıradan tayfası gibi hissediyordum..Yorgun bedenimin evrene açılan pencereleri olan gözlerimi kapadığımda görevimizde başarılı olup olamayacağımızı bilmiyordum. Bildiğim tek şey İnsanoğlunun içinde bulunduğu kaotik ortamı da atlatacağıydı. Çünkü yaşam kutsaldı ve yaşamın en mükemmel örneklerinden birini kendinde barındıran insan bedeni varlığını her yerde sürdürecekti.

30
Kurgu İskelesi / Karıncalar
« : 11 Şubat 2012, 15:58:33 »
K A R I N C A L A R

     Hepimiz karıncaları severiz.  Yolda bahçe de ya da evimizde koşuşturan küçük siyah noktacıkları diğer hayvanlardan özellikle diğer böceklerden daha farklı buluruz. İnsanoğlu genelde böceklerden nefret etse de karıncalar, arılar gibi bazı türler bu nefretten ayrı tutulur. Daha bir sevimli daha bir sıcak görünür gözlerimize. Bu sempatide çalışkan ve organize böcekler olmalarının etkisi vardır tabi. Bizlerin az bildiği bir yönleri vardır bu tür hayvanların, özellikle de karıncaların. Karıncalar zekidir ve kolektif bir bilince sahiptir ama bir yönleri vardır ki tehlikelidir… Karıncalar kincidirler. Kendilerine yapılan kötülükleri unutmazlar ve fırsatı bulduklarında gereken yanıtı verirler. En azından bunun bazı karınca türleri için geçerli olduğunu söyleyebilirim. Bu kanaate nereden vardığımı soracak olursanız size az sonra anlatacağım öyküyü dinleyiniz.

     İzmir, Türkiye’nin batıya açılan kapısı, doğunun Paris’i olan İzmir. Deniz kenarı, Karşıyaka sahili yada Alsancak için bunlar geçerli olabilir. Ya içerileri, işsiz ve yoksul insanların yaşadığı dar, kasvetli sokaklar. O sokaklara bakınca ne batıya açılan kapıyı görüyordunuz ne de Paris’i. Öykümüzün geçtiği sokakta böyle sokaklardan biri. Tek katlı evlerin çoğunlukta olduğu bir sokaktı burası. Az ama düzenli bir eğimle yükselen ta yukarılara Kadifekale ye kadar tırmanan bir sokaktı. Sokağa girer girmez anlıyordunuz ne kadar yoksul bir muhite geldiğinizi. Evlerin dış cepheleri boyasızdı, hatta pek çoğunda sıva bile yoktu. Naciye hanımın oturduğu bina ise sokağın en iyilerinde biriydi.

    Naciye Teyze, bir çocuk annesi yaşlı bir duldu. İki üç ev aşağımızdaki oturuyordu. Geniş bahçeli tek katlı taştan duvarlı bir evdi. Bahçenin büyük bir bölümü kullanılmıyordu. Hurdalar, dışarıdan toplanan yada duvarlardan yıkılan taşlar, teneke kutular, plastikler, çöpler  bahçenin koca bir bölümünü işgal etmiş gibiydi. Bu evde yaşayan insanlar geçimlerinin bir bölümü için sağdan soldan hurdalar topluyorlardı. Metal, plastik kağıt, hiç ayrım yapmadan nerede bulurlarsa alıyorlar bahçenin bir köşesine atıyorlardı. İyice parasız kaldıklarındaysa bunları bahçenin bir köşesinde toplayıp hurdacıya satıyorlardı. Mahalleli bu saye de sakinlerinden birine, yaşlı Naciye teyzelerine ve onun berduş oğullarına bakmış oluyorlardı.

     Bahçenin yukarı bölümündeyse bölünmüş çatlamış bir beton ve bu betonun çevrelediği irili ufaklı ağaçlar vardı. Yine de bahçeye geçebilmek için yol hizasında bulunan iki göz odadan oluşan yığma taş evi geçmek zorundaydınız. Bahçe yoldan bir hayli çukurda kalıyordu. Bunun kabahati ise ev sahibesi Naciye teyzenin ifadesiyle “belediyenin ta kendisi”ydi. “Rahmetli kaynatam ilk yaptığında bu ev yolla bir seviyedeymiş, belediye asfaltını hep üst üste döktüğü için zamanla ev çukurda kalmış” derdi. Konuyu çevre detayına inmeden kahramanımızdan daha doğru bir deyimle rahmetli kahramanımızdan bahsetmeliyim.

     Şakir, bir evin bir çocuğu, bir evin bir oğlu. Ölü doğan ya da doğduktan sonra birkaç haftalık ömrü olan sayısız çocuğun yaşayan tek ağabeyleriydi Şakir. Kıt olanaklar arasında yoksul büyümüş, sorunlu bir delikanlılıktan sonra görücü usulüyle evlenmiş birkaç yıllık evlilikten sonra boşanmış ve bir kaç yıl önce kırkını aşmış bir dul. Deyim yerindeyse müzmin dul. Hani fıkrada geçtiği gibi;
     “Adama sormuşlar neden içiyorsun diye, karım evden kaçtı yanıtını vermiş. Karın neden evden kaçtı dediklerinde de "Çok içki içiyorum diye" demiş ya işte öyle. Gerçi kendisine kalsa öyle içki içtiği falan yoktu. Sıkıntılarını def edebilmek için akşamdan akşama bir kaç bira içtiğini söyleyebilirdi. Üstelik bira içki bile sayılmazdı. Ailesi ve arkadaşları ki bir tanesi hariç kendisine alkolik muamelesi yapıyorlardı. Bir önceki cümlede ki bağlacıyla ayırdığı Göksel vardı dostu. Kendisini anlayan ve dinleyen bir dost bir arkadaş olarak yalnızca Göksel vardı. Annesine ya da bana soracak olursanız Şakir’i içkiye alıştıran Göksel in ta kendisiydi. Gel gelelim Şakir Kırıcı bu asla kabul etmez, arkadaşı Göksel’e toz kondurtmazdı.

   Şakir in eski güzel günlerde geniş bir ailesi vardı. Eski güzel günlerde aileye dahil bir kendisini dizinde hoplatan bir dede ve karanlık gecelerde masallar anlatan maniler söyleyen bir nine vardı. Amcalar ve hala. Sonra ailesi küçülmeye başladı yalnızca üzerine titreyen bir annesi, kendi yağıyla geçinmeye çalışan bir baba kaldı ve bir de kendisi. Babası, birkaç yıl önce vefat edince ardından Leyla sı biricik eşi kendisini terk edince anasıyla birlikte yapayalnız kalmışlardı koca dünyada.

     İlkokulu bitirmeden daha kendisini meslek öğrensin diye bir işe vermişlerdi.  Ayakkabıcı olan babasının mesleğine yakın bir işti. İçkinin su gibi içildiği bir meslekte kendisini korumasını bilmişti. Ne içki ne sigara ve nede sağda solda bazen tanık olduğu diğer kötü alışkanlıklar. Askere gidesiye kadar ağzına içki koymamıştı. Gel gelelim asker ocağında başlamıştı bu merete. Daha sonra kankası Göksel’le ilerletmişti bira muhabbetini. İyi de olmuştu hani. Elindeki şişenin verdiği rahatlığı ve huzuru başka nereden bulabilirdi ki. O günde sayısız kereler yaptığını yapmış sandalyesini dayadığı dut ağacında geçmişine dalmıştı.

       Askerden teskeresini alıp geldikten sonra uzun süre iş aramış bulamamıştı Şakir. Baba zoruyla girdiği ve hiç sevemediği mesleği ile vedalaşmıştı birkaç ay sonra. Küçücük, havasız, ışıksız yerlerde ömrünü yarı aç yarı tok çürütemezdi. Sonra her şeyi denedi kendince. Pazarcılık yaptı, yumurta sattı, yeşillik sattı ama olmadı. Yeşillikleri yazın sıcaktan soldu, kışın soğuktan dondu. Yumurtaları kırıldı, sıcaklarda bozuldu. Borçla krediyle yapmaya çalıştığı her işte bir başarısızlık bekliyordu kendisini. Bir ara günden güne harabeleşen bu evde, bahçenin bir köşesinde civciv yetiştirmeye kalktı. Onun çabalarını gören iyi niyetli dost ve akrabalarının sağladığı destekleri de yetmedi. Talihi hiç bir şekilde kendisine yardımcı olmuyordu. Kalkıştığı işlerin hiç birinde başarılı olamadı. Hangi dala el attıysa kurudu, hangi suya girmeye kalktıysa kuruttu.

     Sonunda aynı akrabalar devreye girdi ve Şakir oldu Şakir Bey. Bir büyük şirkette odacılık yapmaya başladı, sigortalı oldu. Her ne kadar hamallık yapsa da çalışma saatleri belliydi. İşi eski işine göre temizdi ve yaşamını o iş sayesinde biraz olsun düzene koyabilmişti. Neydi eski işi öyle kesilmiş yüzlerce parça deriyi alacaktınız birbirine kah yapıştırarak  kah dikerek ayakkabı yüzü elde edecektiniz. Kasvetli bodrum katlarında, havasız ve ışıksız yerlerde ve  yapıştırıcı kokusu altında saatlerce çalışacaktınız. İnsanların yalnızca ayaklarını görebilecektiniz yüksekteki pencereden baktığınızda. Ama yeni işi öylemiydi ya. Geniş bir caddeye bakan aydınlık bir büroda çalışmaya başlamıştı. Çarşı içinde insanlarla yüz yüze görüşür olmuştu. Doğal olarak böylesi daha iyiydi. Üstelik yeni işi sayesinde Leyla’sı ile evlenmişti.

     O gün yani olayımızın geçtiği gün Şakir bakımsız bahçelerinde pinekliyordu. Neredeyse tüm mahalle bizim semtten ötede olan bir düğün salonuna gitmişlerdi. Sokağın eski sakinlerinden olan Kemal Beyin kızının düğününe davetliydiler. Uzun yıllar bizim sokakta oturmuş ve sonra eşinin ve işinin sayesinde zenginleşmiş saygın birinin düğününe gitmemek olmazdı tabi. Ne de olsa Kemal beyin oğlu mühendis Mustafa ellerinde büyümüştü mahallelinin.

     Viran durumdaki bahçede yıllar önce dikilmiş bir dut ağacı vardı. Kendisi, dedesinin bu ağacı genç bir fidan olarak diktiği günleri anımsıyordu. O zamanların genç fidanı şimdinin kucakladığında parmaklarının birbirine değmediği büyüklükte bir ağaca dönüşmüştü. Gölgesiyle bahçeyi kaplayacak büyüklükte kocaman bir ağaç. Şimdi gölgesinde birasını yudumladığı ağaç, kendisine yaptığı gibi binlerce on binlerce karıncaya ev sahipliği yapıyordu. Karınca Olgunlaşmış ballı dutların dibine döküldüğü ağacın altında yuva yapmayacaklardı da nereye yuva yapacaklardı.

      “Bizimkiler şimdi ya yoldadır ya da düğün salonuna varmışlardır” diye aklında geçirdi Şakir. Her iki durumda da kalabalık vardı, neşe içinde insanlar vardı. Kendisiyse koca bahçede yapayalnız pinekliyordu. Bir türlü kaçamadığı, kaçıp kurtulamadığı yalnızlık girdabındaydı. Yo..yalnızdı ama yapayalnız değil. Şuan eline kadar tırmanan iğrenç karıncalar var kendisiyle bahçeyi paylaşan. Ani bir refleksle eline kadar çıkan küçük kara canlıyı aşağıya attı. Birden irkildi, her yanını sarmışlardı. Terliklerinde, pantolonunun paçalarında, gömleğinde, kollarında onlarca yüzlerce karınca vardı. Nefretten kaynaklanıyormuşçasına sert hareketlerle üzerini temizledi. O zaman durumu anladı; Farkında olmadan oturduğu plastik sandalyeyi dut ağacının dibine, karıncaların yuvasının üzerine koymuştu.

     Aklına karıncalar düştü. Hiç biri yalnız değildi, binlercesi, milyonlarcası bir aradaydılar... Minicik hayvanlar nasılda çalışıyor çabalıyorlardı. Yanında yerde duran şişeden bir yudum daha aldı. "Çok salaksınız yavrum" dedi karşısında bir yetişkin varmış gibi karıncalara. "Kafasız hayvanlar, yukarı bakın, bakında yıllarca çalışıp yapayalnız kalan şu adamı görün." dedi. Sesinde bir hüzün, gizli bir öfke vardı.

    “Karısını bile elinde tutamayan zavallı biri” dedi. Sinirlendi, önce ayaklarıyla ezdi zavallıcıkları. Beyninde çalan öfkeli davulların ritmiyle acayip bir dansa başladı her yanda dolaşan karıncaların üzerinde. Tımarhanede kaçan bir deli ya da ilkel mağarasında kendisini gök gürültüsünden kurtarması için Tanrısına dans eden mağara adamı gibiydi. Hareketlerinde ne bir ahenk vardı ne de bir ritim. Yalnızca kıskançlık, öfke ve hırs ve gazap, yorulasıya kadar sürdü bu acayip dansı.

     Daha önce de bahçenin davetsiz konuklarından kurtulmak istemişti. Her yanı sardıklarını düşünüyordu ama her girişiminde annesi karşı çıkıyordu günah diyerek. “Ne istiyorsun minicik hayvanlardan” der ardından da lafı oğlunun bozulan evliliğine getirirdi

     “Yuvaları için çalışıyor garibanlar” derdi. Dağılmış evliliğini ima eden sözlerinde, her zaman olduğu gibi kinayelik vardı. Annesi her bulduğu fırsatta yalnızlığını, başarısızlığını yüzüne vurmaktan çekinmezdi. Kimbilir belki annesi de bu sayede kendine olan nefretini kusuyordu. Bütün bu sözlere rağmen annesinin yokluğunda birkaç girişimde bulunmuştu karıncalardan kurtulmak için. Bir keresinde süpürgeyle süpürmeye çalışmıştı ama hayvanlar kısa sürede süpürgeye tırmanmışlar ve bütün bedenini sarmışlardı. Bir başka gün bahçeyi yıkamak bahanesiyle hortumun bir ucunu yuvaya dayamış, hepsini boğmaya çalışmıştı ama yine becerememişti. Binlerce, milyonlarca karıncayı boğacak su bulamamıştı. Operasyonun ortasında gelen annesinden bir hayli fırça yemişti.

     Yakmak aklından geçiyordu ama o kadar zalim olamayacağını anlamıştı. Üstelik eski ve ahşap çatılı evde bunu evi ve kendisini yakmadan beceremezdi.  Ama şimdi tam zamanıydı, kendisine karşı çıkacak annesi düğün ortamında ellerini çırpıyor olmalıydı. İçeriden hayvan damı ile ardiye deposu arasında kullanılan odacıktan aldığı şişeyi açtı ve plastik soğuk sandalyeye oturdu. Sandalyesini dut ağacının gövdesine dayadı. Birkaç yudumdan göz kapaklarının ağırlığını taşıyamaz oldu

      Dakikalar sonra uyandığında küçük iğrenç siyah beneklerin üzerine tırmandıklarını fark etti. Birini aldı parmaklarının arasına

     “Ulan oğlum” dedi “Neden bu kadar çok çalışıyorsunuz.” Birden parmaklarının ucunda debelenen siyah noktacık parmaklarını ısırdı. İstem dışı bir hareketle parmaklarını sıktı. O an sanki bir çığlık kulaklarını doldurdu. Şekilsiz bir varlığa dönüşmüş hayvanı ellerinden attı. Yakasında gezen birini daha aldı. İyice gözlerine yaklaştırdı. Tanıdık birini görmüş gibi oldu. Gözlerini kıstı, kıstı, daha dikkatli baktı parmaklarının arasında debelenen hayvancığa. “Senin yüzünde makyaj mı var? O halde sen dişi olmalısın” dedi mırıldanır gibi. Bir saniye sonra dudakları sinirli bir ifadeyle tekrar aralandı.

     “Tanıdım seni” dedi. “Sen beni terk eden Leyla sın, üstelik yine makyaj yapmışsın” Birden haykırdı

     “Ben sana kaç kere makyaj yapma demedim mi?” diye bağırdı. Bir saniye sonrasında ise gözleri doldu. “Neden Leyla, neden terk ettin beni” diye mırıldandı. “Seni çok sevmekten başka ne suçum vardı” dedi. “Sabahın erken saatlerinden gecenin geç vakitlerine kadar çalıştım senin için. Senin yanıtın ne oldu…” Gel-git devam ediyordu...
      “Beni terk ettin O…”  Parmaklarının arasında debelenen hayvan öylece kala kaldı. Şakir elinde iğrenç bir nesne tutuyormuş ta atamıyormuş gibi parmaklarını salladı. Eğildi ayaklarının dibindeki şişeden koca bir yudum daha aldı. Kaşınmaya başlamıştı, üzerinde dolaşan küçük hayvanların çoğaldığı hissediyordu. Sandalyesini geriye yasladı izlemeye başladı küçük siyah noktaları. Üzerine çıkıyorlardı adım adım. Tam göbeğinin üzerinde olan birini daha aldı eline. Tekrar gözlerine yaklaştırdı. Bu defa patronu parmaklarındaydı. Kendisine her zaman tepeden bakan kocaman kırmızı suratlı adam parmaklarının arasında minicik kalmıştı.

     “Seni kendini beğenmiş, iğrenç adam” dedi gittikçe peltekleşen diliyle. “Bankaya git Şakir… Kargo gelmiş boşalt Şakir… Makineleri kamyona yükle Şakir… Çayımı getir Şakir.. Masamın üzeri neden bu kadar tozlu Şakir” sesini biraz kalınlaştırmış patronuna benzetmeye çalışmıştı.

     “Yapma Şakir, bu şirketin temel direği olduğunu biliyorsun değil mi?” Boğazı sıkıldığı için konuşmakta zorluk çekiyordu. “Buradaki herkesten vazgeçebilirim ama senden asla” dedi.

     “Sus pis kapitalist” dedi ve yüzüne tükürdü. “Senden ne zaman zam istesem bana bunları söylüyorsun. Bu sözlerle yıllarca beni sömürdün. Her türlü işini bana yaptırdın ama doğru dürüst bir maaş bile vermedin. Eğer sen bana iyi bir ücret verseydin Leyla’m hala yanımda olurdu.” Dedi ve az önce aldığı keyfi arttırmak için parmaklarını yavaşça bastırdı. Patronunun çiçek bozuğu kırmızı yüzü morardı. Nefes alamıyordu, gözleri yerlerinden fırlayacakmış gibi kocaman oldu ve kafası bir mengenedeymiş gibi ezildi.

     Oynadığı oyun hoşuna gitmişti. Geriye yasladığı sandalyesini düzeltti. Ayaklarının dibindeki bira şişesine el attı. O zaman öfkelenmesi için bir nedeni daha oldu, dudaklarını ıslatacak kadar bira kalmıştı şişede. Okkalı bir küfür savurdu. Yaşadığı gerçek değilmiş gibi hissedince havaya kaldırdı şişeyi. Hakikatten şişe boşalmıştı. Bir daha bu defa ağız dolusu küfretti. Yıllardı çevresinde duyduğu ama annesi tarafından söylenmesi yasaklanmış olan tüm küfürleri sıralamaya başladı. Küfürler kendisini rahatlatmıştı ama sorununa çare değildi. İşte o zaman öfkeyle içkinin de üreten fabrikanın da satan bakkalında kulaklarını çınlattı. Evde yalnız olmanın rahatlığıyla şişeyi karşıya hurda yığınlarının üzerine fırlattı. Şişe yığına ulaşmadı, yere düşüp parçalandı. İstediği bir kere daha olmuştu. Yüzünde annesinin yanında hiçbir zaman yapamayacağı bir eylemi gerçekleştirmenin alaycı gülümsemesi belirdi.

     Hiç birası kalmamıştı ve birkaç yıldır anladığı gibi birasız hayat hiç hoş değildi, yerinden doğruldu. Acaba bir yerlerde yedek şişesi kalmış olabilir miydi? Kenarda köşede bir şişe ya da bir kutu bırakmış olabilir miyim diye yattığı odaya girdi. Dolaplarda, divanın altında, kutularda hiçbir yerde yedeği kalmamıştı. Odasından çıktı, sallanarak bahçeyi dolaşmaya başladı. Bulanık kafasıyla tüm kuytuları ve köşeleri dolaştı. Tam ümidini kesecekken aklına mutfak geldi. Acaba olabilir mi diye eve çıkan iki basamağı yöneldi. Bir dakika sonrasındaysa yüzünde mutlu bir gülümseme ile ağacın dibine döndü. Mutfakta annesini hep şikayet ettiği eski buzdolabının dibinde açık bir şişe bulmuştu. Kimbilir hangi zamandan kalmıştı ama bira bozulmadı ki yalnızca daha etkili olurdu. Bir yudum aldı, tadı biraz garip olsa da içilebilirdi. Tekrar bahçeye döndü ve dut dibindeki sandalyesine yerleşti. Keyifle bir yudum aldı ve ayaklarını yuvalarının üzerine koyduğu karıncaların bedeninde yükselmesini beklemeye başladı.

     Göz erimine ulaşan ilk siyah lekeyi parmaklarının arasına aldı. İlk başta kaçma eğilimi gösterse de hayvancık önünde dikilen gözlere anlamsızca bakmaya başlamıştı.

     “Küçük bir zorlukta kaçmaya çalışıyorsun… Hiç gizlemeye çalışma seni tanıdım, sen bizim Rahmetliye benziyorsun” dedi. “Ne kadar beceriksiz olduğun her halinden belli Şakir” Başını hafif geriye atarak “Kaşları kaldırıyorsun, benim bu halimi beğenmediğini anladım ama seni kim beğensin.” Sanki karşısında babası varmış gibi sesini yükseltti. “Senin benden bir farkın var mı? Zavallı anneciğim olmasa kiminle evlenirdin” Neredeyse bağırmaya başladı, sesi içindeki öfkeyi kusuyordu.

     “Hayatta hiçbir baltaya sap olamadın, bizleri de kendi gibi yetiştirdin, korkak, beceriksiz, itaatkar ve pısırık, lanet olsun sana” dedi Bu kere bit kırar gibi tırnaklarını kullanmıştı zavallı karıncayı ezmek için. “Geber o zaman geber… Geber… Günahsız hayvancık sarı tırnaklar arasında ezildi… Ezildi. Adamın içindeki öfke dinmemişti birde tükürdü parmaklarına. Ardından da parmaklarını gene pantolonuna sürdü.  Bahçeyi çınlatan sesi azaldı. Biraz olsun rahatlamıştı eli alışkanlıkla yere kaydı. Şişeyi başına dikti sonuna kadar içti tüm şişedekini Bu defa şişeyi duvara ulaştıracak gücü bulmuştu.  

     Adamın bakışları hafif buğulansa da oyununa devam etmeye kararlıydı. Cesaretlerini arttırmış karıncalar vücuduna iyice tırmanmaya başlamışlardı. Sanki askeri bir harekat yürütüyorlar düşmana ait bedeni ele geçirmeye çalışıyorlar gibiydiler. Bedeninin her yanında kah ısırıklar kah karıncalanmalar duyuyordu. Başını hafifçe yere eğdi. Ağacın altını karanlık bir gölge, siyah, simsiyah bir leke kaplamıştı. Yer altında yuvalanmış bütün karıncalar toprağın üzerine çıkmışlardı sanki. Kıpır kıpır hareket eden kara bir suyun içindeydi ve su yer çekimine aykırı olarak sürekli yükseliyordu. Üzerini kaplamaya başlayan ve her saniye yükselen kara bir dalga vardı sanki.

      Kalkmak silkinmek istedi ama adaleleri kendisini dinlemiyordu. Sandalyesi tekrar ağaca dayadı. Alkol ve bağırarak sinirlerini boşaltmanın garip uyuşukluğu bedenini sarmaya başlamıştı. Üzerine basan gafleti yenemiyordu bir türlü. Kara dalga saniyeler geçtikçe yükseliyor ayaklarını aşıyordu. Günlerdir uyumamış gibiydi içinden esnemek geliyor ama çenesini aralayacak gücü bile kendisinde bulamıyordu. Çenesinde tatlı bir kaşıntı başladı. Titreyen parmakları zorda olsa o karıncayı yakaladı. Bu kere parmaklarının ucundaki siyah karınca gözlerine bir hayli sevimli göründü. Gözlerinin hizasına iyice yaklaştırdı bu defa kimi parmaklarının ucunda tuttuğunu anlamaya çalıştı. Ama içinden gelen derin bir uyku duygusu tatlı tatlı her yanını sarıyordu bedeninin.

    “Anne” dedi “Anam... Benim garip anam, senin ne işin var burada” sesinde merak ve şaşkınlık hissediliyordu.

     “Ben, senin iyiliğini istedim oğlum” dedi parmaklarının ucundaki kırışıklı yüz. “Seni bu yaşamdan kurtarmak istedim, bizlerden daha iyi yaşa istedim” dedi.

      “Sen tanıksın anne” dedi Şakir Derdini anlatmak istiyordu ama bedenini kaplayan kapkara kıpırtılı dalga boğazını aşmıştı… “Böyle bir yaşantıyı ben istemedim” Yükselen dalga yüzünü tamamen kaplamıştı. “Şanssızlık, beceriksizlik, yoksulluk, kadersizlik...“ Sesi boğuldu, metrelerce yerin altından geliyormuş gibi son cümlesi duyuldu “Kim ister, kim seçer böyle bir yaşantıyı”

***

     Düğün alayı geldiğinde hava kararıyordu. Yaşlı kadını evinin kapısının önünde bırakanlar birkaç saniye sonra bahçeden gelen acı bir feryat ile Naciye teyzenin evinin bahçesine girdiler. Eski ev bir anda ana baba gününe dönmüştü. Bir gurup komşu yaşlı kadını evden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Görülen manzara ise inanılmazdı. Duvara yaslanan plastik bahçe sandalyesinde uyur gibi duran, kanlar içerisinde bir ceset vardı. Üzerinde binlerce karınca hala titiz bir çalışma sergiliyor kopardıkları minicik parçacıkları yuvalarına taşıyordu. Kafatası kemiği belli olacak kadar açılmış,  alın kemiği ortaya çıkmıştı. Vücudunun sandalyeye değen kısımları eskisi gibi duruyorken üstte kalan kısımlar kemikler görünecek kadar açılmıştı. Göğüs kafesinin içerisindeki iç organları görünüyordu. Bir eli sadece kemikleri görünecek kadar kalmışken diğer eli hafif sıkılı yumruk halindeydi. Komşu delikanlılardan biri usulca yaklaştı.  Henüz katılaşmaya başlayan parmakları yavaşça araladığında minicik bir karınca sakin adımlarla yürüyüp gitti.

    Önce polisler geldi, ardından da ambulans. Cesedin kalan bölümünü bir torbaya kattılar.  Sağlık görevlisi torbanın fermuarını kapatırken gözlerim Şakir abinin kanlı gözlerine takıldı. Kan içindeki göz yuvasından fırlamış gibi duruyordu ama bir mesaj vermek ister gibi gizli bir tebessümle parıldıyordu. Şakir son nefesini mutlu bir şekilde vermiş olmalıydı.


****

      Aradan birkaç gün geçti, sokağın girişindeki bakkalda bir gurup genç takılıyordu. İşi gücü olmayanlar burada takılır gelen giden tanıdık müşterilerle laflardı. O ara Naciye teyze dükkandan içeri girdi. Yüzü iyice sararmış, Kan çanağı şeklindeki gözleri karanlık derin çukurlara kaçmış gibiydi. Oğlunun vefatından dolayı iyice çöktüğü her halinden belli oluyordu. Çırpı gibi olmuş ayakları bedenini zorla taşıyor adım atmak yerine ayaklarını sürüyordu. Kolay değildi tabi, oğlunu kaybetmenin yanında hayatta yapayalnız kalmış biriydi. Hala kendi kendine bakabilecek durumdaydı ama kısa bir zaman sonra iyice elden ayaktan düşünce ne olacaktı. Sokak sakinleri bunu kendilerine dert etmiş aralarında sıkça konuşuyorlardı, içlerinden bazıları huzur evi bile diyordu.

     Kısa bir hal hatır faslından sonra yaşlı kadın, akşam ekmeğini aldı, yaz kış üzerinden çıkarmadığı mantosuyla dükkândan ayrıldı. Henüz birkaç adım atmıştı ki Bakkal Mustafa arkasından seslendi.

   “Naciye teyze geçen gün verdiğim fare zehiri işini gördü mü?” Bakkalda duran birkaç kişi birbirlerine baktı. Bakkalda niçin şaşırdığımızı anlamış olmalıydı ki açıklama gereği hissetmişti.

    “Valla borcunu hatırlatmak için demedim” dedi  “Evine bir sıçan dadanmışta” dedi. Yaşlı kadın durdu. Veresiye defteri anımsatılmış gibi algılamıştı, Bakkal Mustafa bir pot kırmışlığın utangaçlığıyla başını eğdi.

     “Evi satıyorum, yakında alırsın defterdekileri hepsini” dedi, yaşlı kadın..

     “Bak yanlış anladın” dedi Bakkal zoraki gülümsemeyle. Eğildi masasının çekmecelerini karıştırdı. Eline geçen bir iki eski defteri karıştırdıktan sonra birini açtı. Ortalarda bir sayfayı buldu ve yırttı.

     “Ne yazıyor burada ekmek, peynir yumurta vesaire, bu hıyarlar şu an senin bütün borcundan fazlasını takıyor bana” dediğinde baklada bekleşip bira kola içen gençleri gösterdi. “Sen bizim Naciye Teyzemizsin” dedi.... Gençlerden biri ekledi,
 
     “Senin borcun bizim borcumuz” Mustafa araya girerek

     “Hedef saptırmayalım beyler” dediğinde yaşları kendisinden küçük olan gençler sustu.  

     “Fareler öldü mü? Ben yalnızca zehrin işe yarayıp yaramadığını öğrenmek istemiştim”  diye sözlerini bağladı.

     “İşe yaramaz olur mu hiç?” Dünyanın en zor işini yapıyormuş gibi soluk soluğaydı. “Bunlar iki taneydiler. Yarım paketi birine yetti” Durdu bu konuşma kendisini iyice yormuş gibi birkaç saniye dinlendikten sonra dudaklarında eski mutlu günlerden kalma bir tebessümle sözlerine devam etti  “Kalanı da diğerine yeter” Ağır adımlarla yürüdü.

    


Sayfa: 1 [2] 3