Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - azizhayri

Sayfa: 1 ... 32 33 [34] 35 36 ... 39
496
Kurgu İskelesi / Ynt: Göçebe
« : 18 Nisan 2012, 16:28:59 »
Merhaba Buzmavisi: Eleştirlerini okudum. Memnun oldum. Deneme böyle yanlız başına okununca bir anlam ifade etmiyor sanıyorum. Göçebe daha büyük bir bütünün parçası durumunda, o nedenle bir heyecan yok. Ama burada vurgulamak istediğim bir bilim kurgu olayı en azından bir fikir verebilecek bir olayı anlatabilmek.

       İyi sıfatını başına ekleyemesem de bir bilim kurgu okuyucusu olmaya çalışıyorum. Yıldız Şirketi bugün dünyaya hakim olan şrketelrin uluslar arasını bırakın Uluslar üstü denilebilecek bir şirket. Titan ise bir kuyruklu yıldız havası yaratılmaya çalışılan bir devasa gemi. Önceden belirlenmiş bir yörüngede sürekli yol alacak ve klasik motorlarla anlatmaya çalıştığım basit motor sistemiyle insana veya diğer canlılara zarar vermeyecek bir hızı yakalayacak bir gemi. Bir balon, içi boş bir meteor gibi düşünün. Hızı sürekli artan, lüks sayılabilecek bir meteor. Uzaklara gitmek isteyen maceraperestler araştırmacılara ve zenginlik hayali kuran işsizlere yardımcı olabilecek bir araç. Bu sayede insan oğlu güneşinin yaşanabilir gezegenlerine ve uydularına yayılmaya çalışacak. Yeni kaynaklar yeni yerleşim alanları bulmaya çalışacak Titan, belki zaman içinde hızını ışık hızına yaklaştırabilecek bir ivme verilmek isteniyor. Aslında bilsem ve o ivmeyi o zamanı hesaplasam daha inandırıcı olacaktır belki de ama ilk başta dedimya kendi içinde gelişmeye çalışan ve bir çoğu hala kafamın içinde yer alan bir bütünün parçası göçebe. İmla kurallarına gelince yerden göğe kadar haklısınız... Düzeltmeye çalışacağım.
Eleştirinize emeğinize sağlık...

497
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: Rama
« : 10 Nisan 2012, 18:04:14 »
Bu arada dikkatimi çeken bir noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum. A.C.Clark'ın gelecek öngörüsünde biz yokuz. Okuduğum üç kitapta Türklerden söz edilmiyor. Bir yerde Türkiyede tatil yapmaktan söz ediliyor yanlızca. Ne dersiniz...

498
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: Rama
« : 10 Nisan 2012, 17:32:40 »
Rama'yı okumaya başladım. Oldukça iyi bir seri. İlk kitap konuyu özetliyor gibi görünse de diğer kitaplarda daha farklı yaklaşımlara giriyor. Örneğin geri dönen Ramayı on iki kozmonot araştırmaya başlıyor. -Astronot değil de kozmonot?- İlk kitapta insanoğlu güneş sistemini kolonileştirmeye başlamışken krizler yüzünden dünyaya geri çekiliyor Burada psikoloji ve sosyoloji devreye giriyor. Özellikle üçüncü kitap bir harika. Düğüm bölümü çok hoşuma gitti. Yeni Cennet bölümü de iyi. İnsanın doğasını iyi yansıtıyor. Bilmiyorum burada kitabın içeriği hakkında fazla detaya giriyor muyum. Şimdi dördüncü kitaptayım ve merak içindeyim. Akşam olsa da tekrar okumaya başlasam diye yanıp kavruluyorum. Bilim kurguyu seven arkadaşlar ısrarla öneriyorum Rama serisini.

499
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Otuz Üçüncü Ay !!!
« : 03 Nisan 2012, 09:40:49 »
beklediğimden çok daha iyi oldu... Teşekkür ederim.

500
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Otuz Üçüncü Ay !!!
« : 02 Nisan 2012, 18:22:34 »
Açlık için geç mi kaldım? Özellikle gözümdenkaçan o yazar kamarasında ki o boş koltuklardan birine talip olmak cümlesini okuduktan sonra hırs mı bastı ne?...

501
Kurgu İskelesi / Göçebe
« : 28 Mart 2012, 18:06:21 »
GÖÇEBE

   Bir yandan ayaklarımın dibinde uzaklaşan yaşlı gezegene bakıyor diğer yandan da milyonlarca yıldan beridir varlığını sürdürmeyi başaran türümün yaşadığı bu açmazlardan nasıl kurtulacağını düşünüyordum. İnsanoğlunun ilerlediği dönemler vardı, atılımlar içinde geçen dönemlerdir bunlar. Rönesanslar, reformlar, aydınlanma çağları gibi.  Birde ilerlemenin yavaşladığı hatta gerilemenin olduğu karanlık çağlarda yaşanmıştı zaman zaman. Yaşadığım dünya birkaç yüzyıldır süren gelişmenin durduğu dünya haline geliyordu.

   O kadar çok çoğalmıştık ki şimdi gözüme küçük kirli bir mavi bilye gibi gözüken yuvasında birbirini ezen birbirini yiyen böceklere benziyorduk. Bir karınca yuvasındaki paylaşım ve işbirliği aramızda yoktu. Büyük bir bölümü gününü kurtarmaya çalışıyor, küçük çıkarları için bir biriyle savaşmaktan ve kan dökmekten çekinmiyordu. Ufak bir azınlık ise yaşamın anlamının zevkte olduğunu düşünüyor ve kendi yapay cennetlerinde sürdürüyorlardı. Hiçbir şey üretmeden yalnızca bencil duyguları için yaşıyorlardı. Birde fanatikler vardı. Her şeyin Tanrıdan geldiğine inanan ve kendi sefil çıkarlarını Tanrının isteğiymiş gibi göstererek hakimiyet kurmaya çalışanlar. Çoğu zaman başarıyorlardı da. Sonuçta kadim gezegende kalan milyarlarca insan çürüyordu adeta.  

Bütün bunların dışında tertemiz bir gurup daha vardı, kendi türü için akıl terini ve göz nurunu dökenler.  İşte benim ayaklarımın dibinde gittikçe uzaklaşan yuvama bakarak bunları düşünmeme neden olan gerçek idealistler bunlardı. Eğer o bilim insanları olmasaydı, hedonist azınlık kendini adadığı zevkin içinde boğulurken kalan mutsuzların umutsuzluğuna kulak tıkamaya devam edecekti. Erişilemez dünyalarında zevk içinde yüzerken diğerlerinin yaşadığı kıyıma göz yummaya devam edeceklerdi. Bu asalaklar bitmeyen savaşlardan medet umuyor hatta gizliden gizliye destekliyorlardı. Bir insanın eksik olması daha az kirlenen hava daha az tüketilen kaynak demekti onlar için. Cesaret edebilseler kendi soylarının yarıdan fazlasını, belki de kendilerinin dışındakilerin yok olmasını isterlerdi.

   Yörüngeye ulaştığımızı çevremizi saran karanlıktan anlamıştım. Bilim ve teknoloji dünyası yaklaşık on yıl önce uzay teknolojisinde büyük bir atılım yapmıştı. O yıllarda ben yani uçuş mühendisi Kaan henüz öğrenciydim. Mezun olduğum üniversitede araştırma görevlisi olarak kalmıştım. O sayede Yetkin Beyle tanışmış “Göçebe” projesinden haberdar olmuştum.

       Son zamanlarda Uzay Bilimi hızlı bir atılım gerçekleştirmişti. Tıpkı yüz elli yıl önce hayvan gücü olmadan hareket edebilen araçların yaygınlaşması gibi on-onbeş yıl önce belli firmalar özel izin alınarak devletlere, topluluklara hatta kişilere bile araç üretmeye başlamışlardı. Bu gelişmeyi ilk bulan “Yıldız” adlı uluslararası bir işletmeydi. Teknolojisini diğer şirketlerden, uluslardan saklamaya çalışsa da zamanla benzerleri çoğalmıştı. Bu sayede bol parası olan herkes bir gemi alıp uzaya açılmaya başlamıştı. Büyük devletler önce yörüngede ardından da kadim dostumuz olan Ay’da yerleşim merkezleri açmıştı. Çok büyük bir uluslar arası uzay istasyonu –ki bu istasyonu kuran son birkaç yılda gezegenin en büyük işletmesi olan Yıldız’dı- şirket tarafından işletiliyordu.

   Yıldız şirketi bilinen tüm şirketlerden daha büyüktü. Uluslarüstü işletmelerin zirve noktasıydı. Eğer üretimi, tüketimi, ticareti, ulaşımı bir gezegen kabul ederseniz Yıldız bunların süper devletiydi. Uzay ve yer istasyonları kuruyor, hava gemileri inşa ediyor, bu gemilere formülünü yalnız kendisinin bildiği yakıt üretiyor gezegen dışı hizmetler sağlıyordu. Dünya dışı ticareti elinde tutuyordu. Bazı radyoaktif elemanlarla zenginleştirilmiş sıvı yakıtla çalışan motorlar vardı tüm araçlarında. Sattığı, işlettiği yüzlerce araçta yine tepkili roket benzeri sistemler kullanılıyordu Tek fark yakıtın eskilere göre çok daha verimli olmasıydı. Dev bir tekel haline dönüşmüştü Yıldız Şirketi. Şirketin rakipleri yakıtın nasıl bir formüle sahip olduğunu öğrenemiyorlardı. Bu sayede Yıldız Şirketinin gücü, Ay’a, Ay'la Dünya arasındaki boşluğa dağılan insan evreninin en uçlarına kadar uzanan bir alana yayılmıştı.

          Kafamı hafif sağa çevirince bakışlarını kocaman ekrandan alamayan patronumu gördüm. Türkiye’de ülke ölçüsünde büyük bir işletme sahibi olan Yetkin Bey ilerleyen yaşlarında hisselerini devretmiş, küçük uzay gemisiyle uzaya açılmaya karar vermişti. Patronum, yaşadığımız zamanı coğrafi keşifler öncesinin fırsatlar dünyasına benzetiyordu. O’na göre yalnız zekilerin ve cesurların kazandığı bir çağdı bu çağ.  Bu nedenle kaderin kendisine hazırladıklarıyla yetinmemiş kısmeti uzaklarda aramaya karar vermişti. İşletmelerini devretmiş, kendisine ait olan taşınmazlarını da satmıştı. Eline geçen tüm para ile –ki mütevazı bir servet sayılırdı bu para- özel jetten biraz daha büyük olan, adını “Göçebe” koyduğu bu aracı almıştı. Eğer işler umduğu gibi ilerlerse hayal ettiği madenlere ulaşırsa bu köhne gezegene gittiğinden çok daha zengin olarak dönecekti.

       Uçuş mühendisliğini yaptığım “Göçebe” Avrupa yapımı bir gemiydi. Son yıllarda gelişen uzay araçları teknolojisine göre eski model sayılabilirdi. Yine de Titan’ın yolcuları için belirlenen yaş sınırındaydı. Geçen yüzyılın sonlarında kullanılmaya başlayan uzay mekiklerine benziyordu. Yalnızca kargo bölümü yani ana gövde biraz daha uzun tutulmuştu. Sonuçta aracımız yedi yaşında Ay’daki maden ocaklarından dünyaya cevher taşımak için tasarlanmış kaba saba görünüşlü bir şilepti.  Aracı üretici firmanın hangarlarında iyi bir bakımdan geçirmişlerdi. Yetkin Beyin cin fikirliliğiyle iç içe geçmiş iki gövde vardı içeride. Eğer istedikleri gerçekleşirse yani yolculuğa çıkmalarının ana nedeni olan madenleri bulabilirlerse arkadaki geniş deponun içindeki bölüm hidrolik sistemler yardımıyla çıkarılacak ana geminin yarısından büyük bir römork elde edilecekti. Yetkin Beyin bu planı tutarsa iç deponun içine bir üçüncü depoyu yapmayı bile düşünüyordu.
 
       Gemimize mürettebat bulmak zor olmamıştı. Gemiyi idare edebilecek üç kişi –ki biri benim, madencilik araştırması konusunda deneyimli üç kişi daha. Benim Mürettebat kadrosuna dahil olmam ise bölüm başkanımız Selim Beyin önerisi ve ısrarıyla olmuştu. “Ülkemizden uzaya çıkacak ilk özel gemide seninde olmanı isterim” demişti. Bense ailevi nedenlerimden dolayı göreve soğuk bakıyordum. Burada alçak gönüllülük göstermeme gerek yoktu. Okulun en iyi öğrencisiydim. Teoride bilgim iyiydi ama teori başka pratik başka bir şeydi. Üstelik bilinmeze yapılacak yolculuk hayali bir hayli iştahlandırmıştı beni. Üstelik işverenimiz cömert davranmış iyi bir maaş, başarı halinde kargodan pay yani prim vaat etmişti.

       İnsanoğlu için bin dokuz yüzlü yıllardan beri süren hazırlıklar karşılığını vermeye başlamıştı. İnsanlar Ay’da düzenli olarak ve Mars’ ta araştırma kolonileri halinde yaşıyorlardı artık. Yüzyıllar öncesinde yeni keşfedilen kıtalara uygulanan yöntemi uygulamışlardı. Ne de olsa en kısa yol bildiğin yoldur. Evrendeki komşumuz Ay, otuz yılı aşkın bir süredir üzerinde gezinen kendisini delip işleyen insanlara alışmaya çalışıyordu. Çeşitli vaatler karşılığı oralara götürülen mahkûmlar ilk kurulan maden işletmelerinde, araştırma merkezlerinde cezalarını tamamlamaya başlamışlardı. Milyarlarca yıldır çevremizde dönüp duran komşumuz üzerine kurulan ilk yerleşimler teknolojik ilerlemelerin katkısıyla ümit verince, benzerleri çoğalmıştı. İleri ülkelerin kurduğu ilk yerleşimlere gelişmekte olan diğer ülkelerde eklenince nüfusu iyice artmıştı. Ay’lı bir nesil oluşuyordu. Evrende yalnız mıyız sorusuna hala bir yanıt bulunamamış olsa da uzaylı komşularımız olmuştu artık. Öyle ki bazı söylentilere göre kadim komşumuzun yurttaşları yakın zamanda bağımsızlığını ilan edecekti

       Atmosferi aşan Göçebe, tüm hızıyla yol alıyordu. Mürettebat günlerce üzerinde çalıştığı gemiyi faal yönüyle de tanımaya çalışıyordu. Sistemleri deniyor aracın işlevlerini tam olarak anlamaya çalışıyorlardı. Arkada biraz yüksekte kalan üç koltuktan ortada oturan Aylin Hanım karanlıkta ışıldamaya başlayan bir ışık demetini eliyle işaret etti. Binlerce yıldızın arasında bir gurup parlak nokta belirmişti. Varacakları nokta yani Titan oradaydı. Tüm dikkatlerimiz geniş ekranda yoğunlaştı.

       Yıldız şirketi ve şirketin arkasında olan üç güçlü devlet bir yarış tertiplemişti. Kazananın başarıya, şöhrete, büyük paralara kavuşacağı bir yarıştı bu. Uzaklardan gözlenen, üzerinde yaşanmaya değer gezegenlere, uydularına yapılacak bir araştırma yarışı. Bir teknesi, standart personeli olan herkes bu yarışa katılabilirdi. Dünya siyasetine eskiden beri yön verenler bu fikri desteklemişti. İnsanlığın geleceğinin ancak kolonileşmeyle garanti altına alınacağı kararına varmışlardı. Ancak o sayede yeni maden ve mineral kaynaklarına sahip olabilirlerdi. Özellikle de üretim maliyeti halen çok yüksek olan Wolfram ötesi madenler aranacaktı. Ancak böyle bir girişimle Dünyanın ilgisi uzaya çekilebilir, cesur girişimcilere bu şekilde destek sağlanabilirdi.

       İçinde yol aldığımız sınırsız boşlukta yalnızdık. İnsanoğlunun yıllardır yaptığımız SETİ çağrılarına henüz bir yanıt gelmemişti. Gönderdiğimiz sondalar uzayda kaybolmuşlardı. Uzayın ulaşabildiğimiz sınırlarına kadar boş olduğunu öğrenmiştik. O halde o boşluğu bizler doldurabilirdik.

       “Sahi Patron, hala bizim nereyi hedeflediğimizi söylemedin” dediğinde o zamana kadar hiç konuşmayan işverenimiz “Uzay o kadar bakir ve geniş ki tüm insanoğluna yeter.” Ardından işaret parmağıyla kafasına dokunarak “Her şey burada sabırlı olun” Bir saniye sonrasında da asıl cümlesi geldi. “Çok paralar kazanacağımızdan emin olabilirsiniz” Uçuş kabinindeki tüm yüzler gülmeye başlamıştı. Eğer şans yüzlerine gülerde iyi bir cevher yatağı yakalarlarsa tahminlerinin üzerinde para kazanırlardı.

       Yıldız Şirketi uzun yıllar sonrasını bile planlamıştı. “Yörüngesinde sürekli dönüp duran Titan’la Dünyamızda yığılıp duran insanları bu uzak gezegenlere, onların uydularında kuracakları kolonilere taşıyabiliriz” diye düşünüyorlardı.  Ay yakındı, iyiydi ama insanın doğal yapısına uygun değildi. Üstelik o kaya yığını verimli de değildi. O yüzden Bilim insanları Jüpiter’in, Satürn’ün uydularına bel bağlamışlardı. Belki oralarda insana daha uygun yapıda yerler bulabilirlerdi.

       Yeni sistem yıllardır insanoğluna hizmet eden patlamalı motor tekniğine benziyordu. Dünya atmosferinin çok dışında yıllardır üzerinde çalışılan bir gemi hazırlanıyordu. Adını büyüklüğünden etkilenerek Titan koymuşlardı. Gizli tutulan yeni motor sistemi sayesinde yüksek hızlara ulaşmayı düşünüyorlardı. Titan, hızını aldıktan sonra hiç durmayacak Satürn ile Dünya arasında basık eliptik bir yörüngede yol alacaktı. Gerekli hızını aldıktan sonra -yapılan hesaplamalar doğru çıkarsa- ışık hızının yüzde birini aşmayı düşünüyorlardı- iki ay gibi bir sürede Satürn’e varmayı düşünüyorlardı. Tabii bunda ilk başta hesaba katılmaya hızlanma ivmesinde geçecek süre yoktu.  Eğer sistem istedikleri gibi çalışırsa hızı arttırıp süreyi daha da kısaltabilirlerdi. Yolcular, kargolar Titan yol alıyorken araç değiştireceklerdi. Şirket Titan’ın in hızını yakalayacak mekikler yapacak o sayede inişler ve binişler kolay olacaktı.

       Gemiye yaklaştıkça hayretimiz artıyordu. Titan’ın ana omurgası ışıklar içindeydi, boyu ise kilometreyi aşıyordu. Ana motorlar uzun bir iskeletin sonundaydı. Öndeyse, gövde yer alıyordu. Gövde, kısa bir puro şeklinde tasarlanan hangarlar ve onun üzerinde dönecek şeklinde tasarımlanmış ve dünyadaki yerçekimi ortamını sağlayacak büyük bir çark olacaktı. Yaşam alanında dünyadakilerin benzeri ama çok daha iyi durumda olan oteller olacaktı. Tertemiz atmosfer, konforlu bir yolculuk sağlanacaktı. İsteyenler tabii ücretini ödedikten sonra bu temiz ve huzurlu ortamda diledikleri kadar kalabileceklerdi. Titan hem bir şilep hem de her türlü lüksün olduğu uzay yatı olacaktı. Titan Projesi, Yıldız şirketinin yüksek karını katlamayı beklediği projeydi.  Bu sayede gelecekte kurulacak Jüpiter ve ötesi yerleşim merkezlerine güvenli, ucuz, konforlu yolculuklar yapılabilecekti.  

       Titanın ışıkları iyice netleşmişti. Binlerce yıldızın göz kırptığı sonsuz karanlıkta bir ışık denizi gibiydi. Gözlerimi alamaz olmuştum. Arkadaşlardan hayret ve hayranlık sesleri duyulmaya başlamıştı. Gemimizin kaptanı da bizlere uyup birkaç dakika an be an büyüyen ışıltılı gövdeye baktıktan sonra işine döndü.
Kaptanımız emekliliği yaklaşmış biriydi. Beyaz saçları siyahlarından daha fazlaydı ama yine de dinç görünüyordu.  Bakışlarıyla hala ekrana kilitlenmiş olan yardımcısına seslendi

       “Osman, hadi aslanım şu kuşu indirelim artık” dedi.  Büyülenmiş gibi köprünün ortasında dikilen uzun boylu sarışın delikanlı, izlediği ekran başından heyecanlı bir filmi izlemeyi bırakmak istemiyormuş gibi ekran başından zorlukla ayrıldı. Hasan Kaptanın solundaki döner koltuğa oturdu. Önündeki eğik panodan durumu izlemeye başladı. Önündeki sayısız düğmelerin bazılarına el attı.  Hasan kaptan elinde sıkı sıkı tuttuğu lövyeyle bir yandan önündeki ekrana bakıyor diğer yandan da düğmelerle ve kollarla devasa tekneye kuyruktan yaklaşmaya çalışıyordu. Dışarıda uzay boşluğunda nedensiz bir şekilde geziyormuş gibi dolanan birkaç gemi daha vardı. Boşta kalan dört kişi ise önceden konuştukları gibi koltuklarına oturmuş güvenlik kemerlerini takmışlardı.

       Geminin iletişiminden sorumlu olan Semra Hanım yaklaştıkları Titan’ın komuta kademesiyle iletişim kurmaya çalışıyordu. Akıcı bir İngilizcesi vardı. Birkaç defa tekrarlanan izin isteminden sonra karşı taraftan yanıt geldi. Konuştuğu bölüm yer küredeki en büyük havalimanlarından biri gibi çalışıyordu.  Daha önceden planlandığı gibi İskele yönünden gemiye yaklaşacaklar baştan üçüncü kapıdan gireceklerdi. Kendilerine verilen talimat bu kadar basit olsa da uygulama öyle değildi.

       “Yaklaşım açısı beş derece kaptan” Osman sayısız kere yaptıkları çalışmalardan birindeymiş gibi rahattı.  Uzun iskeletin uçunda sıralanmış metal kütleleri gördüler. Bunlar yeni geliştirilen motorlar olmalıydı. Sessizce sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Ardından rölantide çalışan otomobil eksozuna benzeyen iki motor ünitesinden geçtiler. Bunlar ana motorlar çalıştığında Dünyaya ve Ay’a zarar vermeyecek kadar uzaklaşmalarını sağlayacak olan klasik motorlardı. Büyük volkan ağzı, yaklaşan patlamayı haber verircesine alevler ve dumanlar içinde kaynıyordu. Bulundukları yavaşlama ivmesini koruyarak motorları ana gövdeye bağlayan uzun çelik bağlantılara paralel yol aldılar. Tam uzay geometrisine yakışacak bir bağlantı sistemiyle iki ana bölüm birbirine bağlanmıştı. Son olarak şişkin bir karnı andıran ana gövdeye ulaşmışlardı. Hızlarını belirgin bir şekilde düşmüştü. Dar bir açıyla gövdeye yaklaşmaları sürdü. Beş altı saniye sonrasında da gövde üzerinde kendi uçuş numaralarını gördüler. Yanıp sönen rakamların hemen altındaki karanlık bir mağarayı andıran boşluk gözlerine küçücük göründü.  Her saniye kendilerini yutacakmış gibi büyüyen boşluktan içeri girdiler.

       Birkaç dakika sonra bağlandıkları muazzam büyülükteki hangarda yerlerini almışlardı. Hasan kaptan, görevlilerin yardımıyla gemilerini yapacakları uzun yolculuk boyunca duracağı bölüme taşınmasına yardım ettiler. İçeride Göçebe’yi yol boyunca dinleneceği yere yanaştıracak kaptandan başka kimse gemide kalmamıştı.

       Uzun ve yorucu bir gün geride kalmıştı. Gemimizin tüm personeli kendilerine ayrılan kamaralarına çekilmişti. Ben, yani uçuş teknisyeni Kaan tüm çocukluğum ve gençliğim boyunca hayalini kurduğu uzayıma kavuşmuştum. Kendimi keşifler çağında yaşayan sıradan bir yelkenli teknenin sıradan tayfası gibi hissediyordum..Yorgun bedenimin evrene açılan pencereleri olan gözlerimi kapadığımda görevimizde başarılı olup olamayacağımızı bilmiyordum. Bildiğim tek şey İnsanoğlunun içinde bulunduğu kaotik ortamı da atlatacağıydı. Çünkü yaşam kutsaldı ve yaşamın en mükemmel örneklerinden birini kendinde barındıran insan bedeni varlığını her yerde sürdürecekti.

502
4. Yıl / Ynt: 4. Geleneksel Satranç Turnuvası!
« : 03 Mart 2012, 15:32:54 »
biz yani LordMuti ve ben oyun başlatmak istiyoruz. Siz mi başlatacaksınız? Nasıl yapacağız

503
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: Rama
« : 22 Şubat 2012, 12:54:17 »
Evet bir çılgınlık yapıp İlknokta'dan yüklü bir alışveriş yaptım. -bu söylediğim geçen haftaydı.- koca bir koli gelince mutluluğuma diyecek yoktu doğrusu. Ödeme günü gelince ne yaparım bilemiyorum. Önce Karpatlar şatosunu okudum hafta sonu. Şu ara elimde Rama İle Buluşma var. Roman okumayı özlemişim doğrusu.

504
4. Yıl / Ynt: 4. Geleneksel Satranç Turnuvası!
« : 22 Şubat 2012, 12:40:56 »
Birkaç kez belirlediğimiz saatte orada bulunamadığım için (tamamen tembellikten) çekildim. azizhayri bir üst tura çıkmıştır.
Sanırım nezaket gösteriyorsunuz. Jestiniz için teşekkür ederim

505
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Otuz İkinci Ay !!!
« : 17 Şubat 2012, 17:00:06 »
Lahit için öyküyü yarıladıktan sonra şehir dışına çıkmak durumunda kaldım. Döndüğümde seçki çoktan yayınlanmıştı. Kurgu iskelesine yollanacak artık çaresiz. Ama rehine de çok şahane tema sanki :) Bu konuyu kaçırmamalı...
Fena fikir değil. Benim de üzerinde çalıştığım bir öykü vardı. Kurgu iskelesine gönderebilirim.

506
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: Rama
« : 17 Şubat 2012, 16:58:55 »
peki 2001 serisi için bilgi verir misiniz...

507
Kurgu İskelesi / Ynt: Karıncalar
« : 13 Şubat 2012, 09:02:04 »
Okuduğunuza ve beğendiğinize sevindim... Okumanıza sağlık (yalan dünyadan alıntı) Sonu yeterince hüzünlü müydü sizce? Bence vurucu olan kısım öykünün sonuydu. Etkileyici olmuş mu?

508
Kurgu İskelesi / Karıncalar
« : 11 Şubat 2012, 15:58:33 »
K A R I N C A L A R

     Hepimiz karıncaları severiz.  Yolda bahçe de ya da evimizde koşuşturan küçük siyah noktacıkları diğer hayvanlardan özellikle diğer böceklerden daha farklı buluruz. İnsanoğlu genelde böceklerden nefret etse de karıncalar, arılar gibi bazı türler bu nefretten ayrı tutulur. Daha bir sevimli daha bir sıcak görünür gözlerimize. Bu sempatide çalışkan ve organize böcekler olmalarının etkisi vardır tabi. Bizlerin az bildiği bir yönleri vardır bu tür hayvanların, özellikle de karıncaların. Karıncalar zekidir ve kolektif bir bilince sahiptir ama bir yönleri vardır ki tehlikelidir… Karıncalar kincidirler. Kendilerine yapılan kötülükleri unutmazlar ve fırsatı bulduklarında gereken yanıtı verirler. En azından bunun bazı karınca türleri için geçerli olduğunu söyleyebilirim. Bu kanaate nereden vardığımı soracak olursanız size az sonra anlatacağım öyküyü dinleyiniz.

     İzmir, Türkiye’nin batıya açılan kapısı, doğunun Paris’i olan İzmir. Deniz kenarı, Karşıyaka sahili yada Alsancak için bunlar geçerli olabilir. Ya içerileri, işsiz ve yoksul insanların yaşadığı dar, kasvetli sokaklar. O sokaklara bakınca ne batıya açılan kapıyı görüyordunuz ne de Paris’i. Öykümüzün geçtiği sokakta böyle sokaklardan biri. Tek katlı evlerin çoğunlukta olduğu bir sokaktı burası. Az ama düzenli bir eğimle yükselen ta yukarılara Kadifekale ye kadar tırmanan bir sokaktı. Sokağa girer girmez anlıyordunuz ne kadar yoksul bir muhite geldiğinizi. Evlerin dış cepheleri boyasızdı, hatta pek çoğunda sıva bile yoktu. Naciye hanımın oturduğu bina ise sokağın en iyilerinde biriydi.

    Naciye Teyze, bir çocuk annesi yaşlı bir duldu. İki üç ev aşağımızdaki oturuyordu. Geniş bahçeli tek katlı taştan duvarlı bir evdi. Bahçenin büyük bir bölümü kullanılmıyordu. Hurdalar, dışarıdan toplanan yada duvarlardan yıkılan taşlar, teneke kutular, plastikler, çöpler  bahçenin koca bir bölümünü işgal etmiş gibiydi. Bu evde yaşayan insanlar geçimlerinin bir bölümü için sağdan soldan hurdalar topluyorlardı. Metal, plastik kağıt, hiç ayrım yapmadan nerede bulurlarsa alıyorlar bahçenin bir köşesine atıyorlardı. İyice parasız kaldıklarındaysa bunları bahçenin bir köşesinde toplayıp hurdacıya satıyorlardı. Mahalleli bu saye de sakinlerinden birine, yaşlı Naciye teyzelerine ve onun berduş oğullarına bakmış oluyorlardı.

     Bahçenin yukarı bölümündeyse bölünmüş çatlamış bir beton ve bu betonun çevrelediği irili ufaklı ağaçlar vardı. Yine de bahçeye geçebilmek için yol hizasında bulunan iki göz odadan oluşan yığma taş evi geçmek zorundaydınız. Bahçe yoldan bir hayli çukurda kalıyordu. Bunun kabahati ise ev sahibesi Naciye teyzenin ifadesiyle “belediyenin ta kendisi”ydi. “Rahmetli kaynatam ilk yaptığında bu ev yolla bir seviyedeymiş, belediye asfaltını hep üst üste döktüğü için zamanla ev çukurda kalmış” derdi. Konuyu çevre detayına inmeden kahramanımızdan daha doğru bir deyimle rahmetli kahramanımızdan bahsetmeliyim.

     Şakir, bir evin bir çocuğu, bir evin bir oğlu. Ölü doğan ya da doğduktan sonra birkaç haftalık ömrü olan sayısız çocuğun yaşayan tek ağabeyleriydi Şakir. Kıt olanaklar arasında yoksul büyümüş, sorunlu bir delikanlılıktan sonra görücü usulüyle evlenmiş birkaç yıllık evlilikten sonra boşanmış ve bir kaç yıl önce kırkını aşmış bir dul. Deyim yerindeyse müzmin dul. Hani fıkrada geçtiği gibi;
     “Adama sormuşlar neden içiyorsun diye, karım evden kaçtı yanıtını vermiş. Karın neden evden kaçtı dediklerinde de "Çok içki içiyorum diye" demiş ya işte öyle. Gerçi kendisine kalsa öyle içki içtiği falan yoktu. Sıkıntılarını def edebilmek için akşamdan akşama bir kaç bira içtiğini söyleyebilirdi. Üstelik bira içki bile sayılmazdı. Ailesi ve arkadaşları ki bir tanesi hariç kendisine alkolik muamelesi yapıyorlardı. Bir önceki cümlede ki bağlacıyla ayırdığı Göksel vardı dostu. Kendisini anlayan ve dinleyen bir dost bir arkadaş olarak yalnızca Göksel vardı. Annesine ya da bana soracak olursanız Şakir’i içkiye alıştıran Göksel in ta kendisiydi. Gel gelelim Şakir Kırıcı bu asla kabul etmez, arkadaşı Göksel’e toz kondurtmazdı.

   Şakir in eski güzel günlerde geniş bir ailesi vardı. Eski güzel günlerde aileye dahil bir kendisini dizinde hoplatan bir dede ve karanlık gecelerde masallar anlatan maniler söyleyen bir nine vardı. Amcalar ve hala. Sonra ailesi küçülmeye başladı yalnızca üzerine titreyen bir annesi, kendi yağıyla geçinmeye çalışan bir baba kaldı ve bir de kendisi. Babası, birkaç yıl önce vefat edince ardından Leyla sı biricik eşi kendisini terk edince anasıyla birlikte yapayalnız kalmışlardı koca dünyada.

     İlkokulu bitirmeden daha kendisini meslek öğrensin diye bir işe vermişlerdi.  Ayakkabıcı olan babasının mesleğine yakın bir işti. İçkinin su gibi içildiği bir meslekte kendisini korumasını bilmişti. Ne içki ne sigara ve nede sağda solda bazen tanık olduğu diğer kötü alışkanlıklar. Askere gidesiye kadar ağzına içki koymamıştı. Gel gelelim asker ocağında başlamıştı bu merete. Daha sonra kankası Göksel’le ilerletmişti bira muhabbetini. İyi de olmuştu hani. Elindeki şişenin verdiği rahatlığı ve huzuru başka nereden bulabilirdi ki. O günde sayısız kereler yaptığını yapmış sandalyesini dayadığı dut ağacında geçmişine dalmıştı.

       Askerden teskeresini alıp geldikten sonra uzun süre iş aramış bulamamıştı Şakir. Baba zoruyla girdiği ve hiç sevemediği mesleği ile vedalaşmıştı birkaç ay sonra. Küçücük, havasız, ışıksız yerlerde ömrünü yarı aç yarı tok çürütemezdi. Sonra her şeyi denedi kendince. Pazarcılık yaptı, yumurta sattı, yeşillik sattı ama olmadı. Yeşillikleri yazın sıcaktan soldu, kışın soğuktan dondu. Yumurtaları kırıldı, sıcaklarda bozuldu. Borçla krediyle yapmaya çalıştığı her işte bir başarısızlık bekliyordu kendisini. Bir ara günden güne harabeleşen bu evde, bahçenin bir köşesinde civciv yetiştirmeye kalktı. Onun çabalarını gören iyi niyetli dost ve akrabalarının sağladığı destekleri de yetmedi. Talihi hiç bir şekilde kendisine yardımcı olmuyordu. Kalkıştığı işlerin hiç birinde başarılı olamadı. Hangi dala el attıysa kurudu, hangi suya girmeye kalktıysa kuruttu.

     Sonunda aynı akrabalar devreye girdi ve Şakir oldu Şakir Bey. Bir büyük şirkette odacılık yapmaya başladı, sigortalı oldu. Her ne kadar hamallık yapsa da çalışma saatleri belliydi. İşi eski işine göre temizdi ve yaşamını o iş sayesinde biraz olsun düzene koyabilmişti. Neydi eski işi öyle kesilmiş yüzlerce parça deriyi alacaktınız birbirine kah yapıştırarak  kah dikerek ayakkabı yüzü elde edecektiniz. Kasvetli bodrum katlarında, havasız ve ışıksız yerlerde ve  yapıştırıcı kokusu altında saatlerce çalışacaktınız. İnsanların yalnızca ayaklarını görebilecektiniz yüksekteki pencereden baktığınızda. Ama yeni işi öylemiydi ya. Geniş bir caddeye bakan aydınlık bir büroda çalışmaya başlamıştı. Çarşı içinde insanlarla yüz yüze görüşür olmuştu. Doğal olarak böylesi daha iyiydi. Üstelik yeni işi sayesinde Leyla’sı ile evlenmişti.

     O gün yani olayımızın geçtiği gün Şakir bakımsız bahçelerinde pinekliyordu. Neredeyse tüm mahalle bizim semtten ötede olan bir düğün salonuna gitmişlerdi. Sokağın eski sakinlerinden olan Kemal Beyin kızının düğününe davetliydiler. Uzun yıllar bizim sokakta oturmuş ve sonra eşinin ve işinin sayesinde zenginleşmiş saygın birinin düğününe gitmemek olmazdı tabi. Ne de olsa Kemal beyin oğlu mühendis Mustafa ellerinde büyümüştü mahallelinin.

     Viran durumdaki bahçede yıllar önce dikilmiş bir dut ağacı vardı. Kendisi, dedesinin bu ağacı genç bir fidan olarak diktiği günleri anımsıyordu. O zamanların genç fidanı şimdinin kucakladığında parmaklarının birbirine değmediği büyüklükte bir ağaca dönüşmüştü. Gölgesiyle bahçeyi kaplayacak büyüklükte kocaman bir ağaç. Şimdi gölgesinde birasını yudumladığı ağaç, kendisine yaptığı gibi binlerce on binlerce karıncaya ev sahipliği yapıyordu. Karınca Olgunlaşmış ballı dutların dibine döküldüğü ağacın altında yuva yapmayacaklardı da nereye yuva yapacaklardı.

      “Bizimkiler şimdi ya yoldadır ya da düğün salonuna varmışlardır” diye aklında geçirdi Şakir. Her iki durumda da kalabalık vardı, neşe içinde insanlar vardı. Kendisiyse koca bahçede yapayalnız pinekliyordu. Bir türlü kaçamadığı, kaçıp kurtulamadığı yalnızlık girdabındaydı. Yo..yalnızdı ama yapayalnız değil. Şuan eline kadar tırmanan iğrenç karıncalar var kendisiyle bahçeyi paylaşan. Ani bir refleksle eline kadar çıkan küçük kara canlıyı aşağıya attı. Birden irkildi, her yanını sarmışlardı. Terliklerinde, pantolonunun paçalarında, gömleğinde, kollarında onlarca yüzlerce karınca vardı. Nefretten kaynaklanıyormuşçasına sert hareketlerle üzerini temizledi. O zaman durumu anladı; Farkında olmadan oturduğu plastik sandalyeyi dut ağacının dibine, karıncaların yuvasının üzerine koymuştu.

     Aklına karıncalar düştü. Hiç biri yalnız değildi, binlercesi, milyonlarcası bir aradaydılar... Minicik hayvanlar nasılda çalışıyor çabalıyorlardı. Yanında yerde duran şişeden bir yudum daha aldı. "Çok salaksınız yavrum" dedi karşısında bir yetişkin varmış gibi karıncalara. "Kafasız hayvanlar, yukarı bakın, bakında yıllarca çalışıp yapayalnız kalan şu adamı görün." dedi. Sesinde bir hüzün, gizli bir öfke vardı.

    “Karısını bile elinde tutamayan zavallı biri” dedi. Sinirlendi, önce ayaklarıyla ezdi zavallıcıkları. Beyninde çalan öfkeli davulların ritmiyle acayip bir dansa başladı her yanda dolaşan karıncaların üzerinde. Tımarhanede kaçan bir deli ya da ilkel mağarasında kendisini gök gürültüsünden kurtarması için Tanrısına dans eden mağara adamı gibiydi. Hareketlerinde ne bir ahenk vardı ne de bir ritim. Yalnızca kıskançlık, öfke ve hırs ve gazap, yorulasıya kadar sürdü bu acayip dansı.

     Daha önce de bahçenin davetsiz konuklarından kurtulmak istemişti. Her yanı sardıklarını düşünüyordu ama her girişiminde annesi karşı çıkıyordu günah diyerek. “Ne istiyorsun minicik hayvanlardan” der ardından da lafı oğlunun bozulan evliliğine getirirdi

     “Yuvaları için çalışıyor garibanlar” derdi. Dağılmış evliliğini ima eden sözlerinde, her zaman olduğu gibi kinayelik vardı. Annesi her bulduğu fırsatta yalnızlığını, başarısızlığını yüzüne vurmaktan çekinmezdi. Kimbilir belki annesi de bu sayede kendine olan nefretini kusuyordu. Bütün bu sözlere rağmen annesinin yokluğunda birkaç girişimde bulunmuştu karıncalardan kurtulmak için. Bir keresinde süpürgeyle süpürmeye çalışmıştı ama hayvanlar kısa sürede süpürgeye tırmanmışlar ve bütün bedenini sarmışlardı. Bir başka gün bahçeyi yıkamak bahanesiyle hortumun bir ucunu yuvaya dayamış, hepsini boğmaya çalışmıştı ama yine becerememişti. Binlerce, milyonlarca karıncayı boğacak su bulamamıştı. Operasyonun ortasında gelen annesinden bir hayli fırça yemişti.

     Yakmak aklından geçiyordu ama o kadar zalim olamayacağını anlamıştı. Üstelik eski ve ahşap çatılı evde bunu evi ve kendisini yakmadan beceremezdi.  Ama şimdi tam zamanıydı, kendisine karşı çıkacak annesi düğün ortamında ellerini çırpıyor olmalıydı. İçeriden hayvan damı ile ardiye deposu arasında kullanılan odacıktan aldığı şişeyi açtı ve plastik soğuk sandalyeye oturdu. Sandalyesini dut ağacının gövdesine dayadı. Birkaç yudumdan göz kapaklarının ağırlığını taşıyamaz oldu

      Dakikalar sonra uyandığında küçük iğrenç siyah beneklerin üzerine tırmandıklarını fark etti. Birini aldı parmaklarının arasına

     “Ulan oğlum” dedi “Neden bu kadar çok çalışıyorsunuz.” Birden parmaklarının ucunda debelenen siyah noktacık parmaklarını ısırdı. İstem dışı bir hareketle parmaklarını sıktı. O an sanki bir çığlık kulaklarını doldurdu. Şekilsiz bir varlığa dönüşmüş hayvanı ellerinden attı. Yakasında gezen birini daha aldı. İyice gözlerine yaklaştırdı. Tanıdık birini görmüş gibi oldu. Gözlerini kıstı, kıstı, daha dikkatli baktı parmaklarının arasında debelenen hayvancığa. “Senin yüzünde makyaj mı var? O halde sen dişi olmalısın” dedi mırıldanır gibi. Bir saniye sonra dudakları sinirli bir ifadeyle tekrar aralandı.

     “Tanıdım seni” dedi. “Sen beni terk eden Leyla sın, üstelik yine makyaj yapmışsın” Birden haykırdı

     “Ben sana kaç kere makyaj yapma demedim mi?” diye bağırdı. Bir saniye sonrasında ise gözleri doldu. “Neden Leyla, neden terk ettin beni” diye mırıldandı. “Seni çok sevmekten başka ne suçum vardı” dedi. “Sabahın erken saatlerinden gecenin geç vakitlerine kadar çalıştım senin için. Senin yanıtın ne oldu…” Gel-git devam ediyordu...
      “Beni terk ettin O…”  Parmaklarının arasında debelenen hayvan öylece kala kaldı. Şakir elinde iğrenç bir nesne tutuyormuş ta atamıyormuş gibi parmaklarını salladı. Eğildi ayaklarının dibindeki şişeden koca bir yudum daha aldı. Kaşınmaya başlamıştı, üzerinde dolaşan küçük hayvanların çoğaldığı hissediyordu. Sandalyesini geriye yasladı izlemeye başladı küçük siyah noktaları. Üzerine çıkıyorlardı adım adım. Tam göbeğinin üzerinde olan birini daha aldı eline. Tekrar gözlerine yaklaştırdı. Bu defa patronu parmaklarındaydı. Kendisine her zaman tepeden bakan kocaman kırmızı suratlı adam parmaklarının arasında minicik kalmıştı.

     “Seni kendini beğenmiş, iğrenç adam” dedi gittikçe peltekleşen diliyle. “Bankaya git Şakir… Kargo gelmiş boşalt Şakir… Makineleri kamyona yükle Şakir… Çayımı getir Şakir.. Masamın üzeri neden bu kadar tozlu Şakir” sesini biraz kalınlaştırmış patronuna benzetmeye çalışmıştı.

     “Yapma Şakir, bu şirketin temel direği olduğunu biliyorsun değil mi?” Boğazı sıkıldığı için konuşmakta zorluk çekiyordu. “Buradaki herkesten vazgeçebilirim ama senden asla” dedi.

     “Sus pis kapitalist” dedi ve yüzüne tükürdü. “Senden ne zaman zam istesem bana bunları söylüyorsun. Bu sözlerle yıllarca beni sömürdün. Her türlü işini bana yaptırdın ama doğru dürüst bir maaş bile vermedin. Eğer sen bana iyi bir ücret verseydin Leyla’m hala yanımda olurdu.” Dedi ve az önce aldığı keyfi arttırmak için parmaklarını yavaşça bastırdı. Patronunun çiçek bozuğu kırmızı yüzü morardı. Nefes alamıyordu, gözleri yerlerinden fırlayacakmış gibi kocaman oldu ve kafası bir mengenedeymiş gibi ezildi.

     Oynadığı oyun hoşuna gitmişti. Geriye yasladığı sandalyesini düzeltti. Ayaklarının dibindeki bira şişesine el attı. O zaman öfkelenmesi için bir nedeni daha oldu, dudaklarını ıslatacak kadar bira kalmıştı şişede. Okkalı bir küfür savurdu. Yaşadığı gerçek değilmiş gibi hissedince havaya kaldırdı şişeyi. Hakikatten şişe boşalmıştı. Bir daha bu defa ağız dolusu küfretti. Yıllardı çevresinde duyduğu ama annesi tarafından söylenmesi yasaklanmış olan tüm küfürleri sıralamaya başladı. Küfürler kendisini rahatlatmıştı ama sorununa çare değildi. İşte o zaman öfkeyle içkinin de üreten fabrikanın da satan bakkalında kulaklarını çınlattı. Evde yalnız olmanın rahatlığıyla şişeyi karşıya hurda yığınlarının üzerine fırlattı. Şişe yığına ulaşmadı, yere düşüp parçalandı. İstediği bir kere daha olmuştu. Yüzünde annesinin yanında hiçbir zaman yapamayacağı bir eylemi gerçekleştirmenin alaycı gülümsemesi belirdi.

     Hiç birası kalmamıştı ve birkaç yıldır anladığı gibi birasız hayat hiç hoş değildi, yerinden doğruldu. Acaba bir yerlerde yedek şişesi kalmış olabilir miydi? Kenarda köşede bir şişe ya da bir kutu bırakmış olabilir miyim diye yattığı odaya girdi. Dolaplarda, divanın altında, kutularda hiçbir yerde yedeği kalmamıştı. Odasından çıktı, sallanarak bahçeyi dolaşmaya başladı. Bulanık kafasıyla tüm kuytuları ve köşeleri dolaştı. Tam ümidini kesecekken aklına mutfak geldi. Acaba olabilir mi diye eve çıkan iki basamağı yöneldi. Bir dakika sonrasındaysa yüzünde mutlu bir gülümseme ile ağacın dibine döndü. Mutfakta annesini hep şikayet ettiği eski buzdolabının dibinde açık bir şişe bulmuştu. Kimbilir hangi zamandan kalmıştı ama bira bozulmadı ki yalnızca daha etkili olurdu. Bir yudum aldı, tadı biraz garip olsa da içilebilirdi. Tekrar bahçeye döndü ve dut dibindeki sandalyesine yerleşti. Keyifle bir yudum aldı ve ayaklarını yuvalarının üzerine koyduğu karıncaların bedeninde yükselmesini beklemeye başladı.

     Göz erimine ulaşan ilk siyah lekeyi parmaklarının arasına aldı. İlk başta kaçma eğilimi gösterse de hayvancık önünde dikilen gözlere anlamsızca bakmaya başlamıştı.

     “Küçük bir zorlukta kaçmaya çalışıyorsun… Hiç gizlemeye çalışma seni tanıdım, sen bizim Rahmetliye benziyorsun” dedi. “Ne kadar beceriksiz olduğun her halinden belli Şakir” Başını hafif geriye atarak “Kaşları kaldırıyorsun, benim bu halimi beğenmediğini anladım ama seni kim beğensin.” Sanki karşısında babası varmış gibi sesini yükseltti. “Senin benden bir farkın var mı? Zavallı anneciğim olmasa kiminle evlenirdin” Neredeyse bağırmaya başladı, sesi içindeki öfkeyi kusuyordu.

     “Hayatta hiçbir baltaya sap olamadın, bizleri de kendi gibi yetiştirdin, korkak, beceriksiz, itaatkar ve pısırık, lanet olsun sana” dedi Bu kere bit kırar gibi tırnaklarını kullanmıştı zavallı karıncayı ezmek için. “Geber o zaman geber… Geber… Günahsız hayvancık sarı tırnaklar arasında ezildi… Ezildi. Adamın içindeki öfke dinmemişti birde tükürdü parmaklarına. Ardından da parmaklarını gene pantolonuna sürdü.  Bahçeyi çınlatan sesi azaldı. Biraz olsun rahatlamıştı eli alışkanlıkla yere kaydı. Şişeyi başına dikti sonuna kadar içti tüm şişedekini Bu defa şişeyi duvara ulaştıracak gücü bulmuştu.  

     Adamın bakışları hafif buğulansa da oyununa devam etmeye kararlıydı. Cesaretlerini arttırmış karıncalar vücuduna iyice tırmanmaya başlamışlardı. Sanki askeri bir harekat yürütüyorlar düşmana ait bedeni ele geçirmeye çalışıyorlar gibiydiler. Bedeninin her yanında kah ısırıklar kah karıncalanmalar duyuyordu. Başını hafifçe yere eğdi. Ağacın altını karanlık bir gölge, siyah, simsiyah bir leke kaplamıştı. Yer altında yuvalanmış bütün karıncalar toprağın üzerine çıkmışlardı sanki. Kıpır kıpır hareket eden kara bir suyun içindeydi ve su yer çekimine aykırı olarak sürekli yükseliyordu. Üzerini kaplamaya başlayan ve her saniye yükselen kara bir dalga vardı sanki.

      Kalkmak silkinmek istedi ama adaleleri kendisini dinlemiyordu. Sandalyesi tekrar ağaca dayadı. Alkol ve bağırarak sinirlerini boşaltmanın garip uyuşukluğu bedenini sarmaya başlamıştı. Üzerine basan gafleti yenemiyordu bir türlü. Kara dalga saniyeler geçtikçe yükseliyor ayaklarını aşıyordu. Günlerdir uyumamış gibiydi içinden esnemek geliyor ama çenesini aralayacak gücü bile kendisinde bulamıyordu. Çenesinde tatlı bir kaşıntı başladı. Titreyen parmakları zorda olsa o karıncayı yakaladı. Bu kere parmaklarının ucundaki siyah karınca gözlerine bir hayli sevimli göründü. Gözlerinin hizasına iyice yaklaştırdı bu defa kimi parmaklarının ucunda tuttuğunu anlamaya çalıştı. Ama içinden gelen derin bir uyku duygusu tatlı tatlı her yanını sarıyordu bedeninin.

    “Anne” dedi “Anam... Benim garip anam, senin ne işin var burada” sesinde merak ve şaşkınlık hissediliyordu.

     “Ben, senin iyiliğini istedim oğlum” dedi parmaklarının ucundaki kırışıklı yüz. “Seni bu yaşamdan kurtarmak istedim, bizlerden daha iyi yaşa istedim” dedi.

      “Sen tanıksın anne” dedi Şakir Derdini anlatmak istiyordu ama bedenini kaplayan kapkara kıpırtılı dalga boğazını aşmıştı… “Böyle bir yaşantıyı ben istemedim” Yükselen dalga yüzünü tamamen kaplamıştı. “Şanssızlık, beceriksizlik, yoksulluk, kadersizlik...“ Sesi boğuldu, metrelerce yerin altından geliyormuş gibi son cümlesi duyuldu “Kim ister, kim seçer böyle bir yaşantıyı”

***

     Düğün alayı geldiğinde hava kararıyordu. Yaşlı kadını evinin kapısının önünde bırakanlar birkaç saniye sonra bahçeden gelen acı bir feryat ile Naciye teyzenin evinin bahçesine girdiler. Eski ev bir anda ana baba gününe dönmüştü. Bir gurup komşu yaşlı kadını evden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Görülen manzara ise inanılmazdı. Duvara yaslanan plastik bahçe sandalyesinde uyur gibi duran, kanlar içerisinde bir ceset vardı. Üzerinde binlerce karınca hala titiz bir çalışma sergiliyor kopardıkları minicik parçacıkları yuvalarına taşıyordu. Kafatası kemiği belli olacak kadar açılmış,  alın kemiği ortaya çıkmıştı. Vücudunun sandalyeye değen kısımları eskisi gibi duruyorken üstte kalan kısımlar kemikler görünecek kadar açılmıştı. Göğüs kafesinin içerisindeki iç organları görünüyordu. Bir eli sadece kemikleri görünecek kadar kalmışken diğer eli hafif sıkılı yumruk halindeydi. Komşu delikanlılardan biri usulca yaklaştı.  Henüz katılaşmaya başlayan parmakları yavaşça araladığında minicik bir karınca sakin adımlarla yürüyüp gitti.

    Önce polisler geldi, ardından da ambulans. Cesedin kalan bölümünü bir torbaya kattılar.  Sağlık görevlisi torbanın fermuarını kapatırken gözlerim Şakir abinin kanlı gözlerine takıldı. Kan içindeki göz yuvasından fırlamış gibi duruyordu ama bir mesaj vermek ister gibi gizli bir tebessümle parıldıyordu. Şakir son nefesini mutlu bir şekilde vermiş olmalıydı.


****

      Aradan birkaç gün geçti, sokağın girişindeki bakkalda bir gurup genç takılıyordu. İşi gücü olmayanlar burada takılır gelen giden tanıdık müşterilerle laflardı. O ara Naciye teyze dükkandan içeri girdi. Yüzü iyice sararmış, Kan çanağı şeklindeki gözleri karanlık derin çukurlara kaçmış gibiydi. Oğlunun vefatından dolayı iyice çöktüğü her halinden belli oluyordu. Çırpı gibi olmuş ayakları bedenini zorla taşıyor adım atmak yerine ayaklarını sürüyordu. Kolay değildi tabi, oğlunu kaybetmenin yanında hayatta yapayalnız kalmış biriydi. Hala kendi kendine bakabilecek durumdaydı ama kısa bir zaman sonra iyice elden ayaktan düşünce ne olacaktı. Sokak sakinleri bunu kendilerine dert etmiş aralarında sıkça konuşuyorlardı, içlerinden bazıları huzur evi bile diyordu.

     Kısa bir hal hatır faslından sonra yaşlı kadın, akşam ekmeğini aldı, yaz kış üzerinden çıkarmadığı mantosuyla dükkândan ayrıldı. Henüz birkaç adım atmıştı ki Bakkal Mustafa arkasından seslendi.

   “Naciye teyze geçen gün verdiğim fare zehiri işini gördü mü?” Bakkalda duran birkaç kişi birbirlerine baktı. Bakkalda niçin şaşırdığımızı anlamış olmalıydı ki açıklama gereği hissetmişti.

    “Valla borcunu hatırlatmak için demedim” dedi  “Evine bir sıçan dadanmışta” dedi. Yaşlı kadın durdu. Veresiye defteri anımsatılmış gibi algılamıştı, Bakkal Mustafa bir pot kırmışlığın utangaçlığıyla başını eğdi.

     “Evi satıyorum, yakında alırsın defterdekileri hepsini” dedi, yaşlı kadın..

     “Bak yanlış anladın” dedi Bakkal zoraki gülümsemeyle. Eğildi masasının çekmecelerini karıştırdı. Eline geçen bir iki eski defteri karıştırdıktan sonra birini açtı. Ortalarda bir sayfayı buldu ve yırttı.

     “Ne yazıyor burada ekmek, peynir yumurta vesaire, bu hıyarlar şu an senin bütün borcundan fazlasını takıyor bana” dediğinde baklada bekleşip bira kola içen gençleri gösterdi. “Sen bizim Naciye Teyzemizsin” dedi.... Gençlerden biri ekledi,
 
     “Senin borcun bizim borcumuz” Mustafa araya girerek

     “Hedef saptırmayalım beyler” dediğinde yaşları kendisinden küçük olan gençler sustu.  

     “Fareler öldü mü? Ben yalnızca zehrin işe yarayıp yaramadığını öğrenmek istemiştim”  diye sözlerini bağladı.

     “İşe yaramaz olur mu hiç?” Dünyanın en zor işini yapıyormuş gibi soluk soluğaydı. “Bunlar iki taneydiler. Yarım paketi birine yetti” Durdu bu konuşma kendisini iyice yormuş gibi birkaç saniye dinlendikten sonra dudaklarında eski mutlu günlerden kalma bir tebessümle sözlerine devam etti  “Kalanı da diğerine yeter” Ağır adımlarla yürüdü.

    


509
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: Rama
« : 11 Şubat 2012, 14:06:20 »
şimdi yukarıdaki linke baktım ben. Sanırım ilgileneceğim ama sorun şu Bu Rama serisi toplamda kaç kitap, asıl onu bilmek istiyorum...
Bir de Uzay efsenesi serisi var. Onlar Rama'ya dahil mi?

510
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Rama Serisi - Arthur C. Clarke
« : 10 Şubat 2012, 13:06:54 »
Yeni bir kitaba başlamak istiyorum. A.C. Clark'ın Rama serisine başlamak istiyorum. Hangi kitaptan başlamalıyım yeni baskıları var mı yoksa eskilerden mi derlemeliyim? Bu konuda ne önerirsiniz...

Sayfa: 1 ... 32 33 [34] 35 36 ... 39