Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - azizhayri

Sayfa: 1 ... 35 36 [37] 38 39
541
Kurgu İskelesi / Ynt: Karanlık Sevgi
« : 27 Temmuz 2011, 17:30:11 »
eleştirinize teşekkür ederim. Beğendiğinize de sevindim.

542
Kurgu İskelesi / Bahtsız Toraman'ın Aşkı
« : 27 Temmuz 2011, 13:06:51 »
BAHTSIZ  TORAMAN’NIN AŞKI


   Hans Efendi” diye seslendi tahta oturan adam birkaç basamak aşağıda saygıyla ayakta dikilen yaşlı köylüye   
       “İstediklerimi yaptın mı?”
        “Evet, lordum” diye yanıtladı adamın karşısında süklüm püklüm duran emektar uşak. “Bu kere işi tamamlayacağız. Adamlarımız bu iş için çok çaba sarf ettiler” dedi. Bir an durduktan sonra “Eğer onlarda halledemezse bu işi kimseler halledemez” dedi. Ses tonunda ki gurur apaçık belli oluyordu. “Oğlum bu tür işler için biçilmiş kaftandır. Günlerdir sınır boylarında özellikle de Türkmenlerin dolaştığı yerlerde konuştuğumuz hikâyeyi anlatıyorlar. Birileri nasıl olsa gelecektir” dedi.
       “Kızım orada durmaktan telef oldu” dediğinde “efendim kendisini orada bekletmeye gerek yok. Eğer kuleye bir yaklaşan olursa gözcüler bize haber verecektir. O nedenle gitsin dairesinde dinlensin” dediğinde adam olumsuzca başını salladı. “Olmaz, kendisinde de suç var. O bana ve soylu ailesine yakışıyor mu? Kendisini cezalandırmış olsun böylelikle” dedi.


       Ne zamandır bu ocakta olduğunu bilmiyordu. Babasından ayrıldıktan sonra Payitahta getirmişler ve yıllardır içinde yaşadığı Sipahi ocağına teslim etmişlerdi. Anası da, babası da ocağı olmuştu. Yamaklık yapmış, seyislik yapmış uzun yıllar çilesini çekmişti bu işin. Nice gazaların ardından anlı şanlı sipahi olmuştu. Askerlik eğitimini bil hakkın yerine getirmiş yıllarca Anadolu senin Urumeli benim oradan oraya gezmişti. Öyle cephelerde bizzat savaştığı azdı Zaman Osmanlının en güçlü zamanıydı. Ne şarkta ne de Garpta kendilerine karşı gelebilecek düşman yoktu. Ama yine de ufak tefek cenkler olmuyor değildi. O cenklerde yaralanan ölen arkadaşlarını görmüştü yanı başında. Pek çoğu ayrılsa da Ese Onbaşı hep yanında olmuştu, şimdi olduğu gibi.
     Uzun süren seferlerden cenklerden, devriye gezmelerden ve aradan geçen beş yıldan sonra tekrar gelmişlerdi bu topraklara. Devletin sınırlarının durağan olduğu zamanlardı. İstanbul’da tembel tembel otururken bir haber geldi mi yollara düşüyorlardı. Sağda solda tüm heybetleriyle gözüktükten ve de dosta itimat düşmana korku saldıktan sonra dönüyorlardı. Kışla da talimle vakit geçiriyorlardı. Şimdi yaşadığı o günlerden biriydi.
     Toraman Gazi yıllardır vatan borcunu ödemek için çabalıyordu. Ve askerlik yaşamının sonun yaklaşmıştı yavaş yavaş. Emekli olup bir dirlik sahibi olacağı günler yaklaşıyordu. O kendisine duyurulan tüm kurallara harfiyen uymuştu. Bazı ağaların yaptıkları gibi ne bir iş tutmuş çil çil akçalar kazanmaya çalışmıştı ne de -gözü arkada kalmasın, yiğitçe savaşmaya devam etsin diye- gizlice evlenmişti. Emekliliği yaklaştıkça çoluk çocuğa karışmanın vaktinin geldiğini biliyordu. Kendisini bekleyen huzurlu günler için neredeyse her şey hazırdı ama bir şey hariç. Şöyle boyu boyuna huyu huyuna bir hatun bulamamıştı Toraman Efendi kendisine.  Kendisine verilecek tımarda kendi dirliğini kuracaktı ama gönül dirliğinin başkişisini hala bulamamıştı.
       İki Hıristiyan derebeyi kendi aralarında kapışmışlardı. Birbirlerini yerlerken zaman zaman Osmanlı toprağına giriyorlar diye şikâyet gelmişti. O nedenle Ese Onbaşının ve Toraman Gazinin birlikleri gelmişti Nemçe sınırına. Akşam olmuş iki arkadaş sınır boyundaki devriyelerini bitirmiş alay Ocağına doğru yürüyorlardı.  İri olan diğerine çekinerek sordu.
       “Sence bu sabah duyduğumuz hikâye doğru mudur?” dedi. Ardından cümlesi eksik kalmış gibi “Beni yanlış anlamıyon değil mi?” dedi. Kafasının içindekilerin okunmasını kösnül düşkünü biri gibi anılmayı istemiyordu. Yanı başında yürüyen arkadaşı gülümsedi.
       “Eh Toraman” dedi “Seninle kundaktaki bebeklikten beridir tanışıyoruz neredeyse. İki kardeşten daha ileri hukukumuz var” dedi. “Seni annıyom, zamanın geldi. Zaten Ağa senin için ne dediydi biliyorsun ‘Dersaadet’e varır varmaz evraklarını Babıâli’ye sunacağım’ dediydi. Ne çabuk unuttun.”
       “Ama yine de bir kere bakalım ne olduğuna olmaz mı?”
        “Sen yine de fazla ümitvar olma. Bir prenses bekliyorsun ama Frengistan’ın tüm prensesleri bizler için sıraya girecek değil ya” dedi. Toraman gazi iri başını öne eğdi. Zaman zaman bir kral olmanın hayalini kurmuyor değil hani. Arkadaşı doğru söylüyordu prenses kim kendisi kim. Kafasındaki soruları dağıtıp
       “Öyle olmadığını biliyon ağa” dedi. “Gayem, Elga yengem gibi sarışın bir gelinle anamın evine gitmek ve ‘Bak sana dünyalar güzeli bir Frenk gelin getirdim’ demekti. Üstelik gâvurlardan birini daha müselman eylemek çok sevapmış geçen Cuma kadı efendi söylediydi” dedi.
       “Tamam, tamam anlaşıldı o Karaorman'a gitmeden senin için rahat etmeyecek” dedi. O veletlere iyice inanmış olmalısın” dedi. Sabah çocuk sayılabilecek bir iki genç kamplarına yaklaşmıştı. Yarım Türkmen yarım Nemçe lisanıyla aç olduklarını söylemişlerdi. Karınlarını doyurduktan sonra ileride karanlık ormanın ötesinde tutsak tutulan prensesten söz etmişlerdi. Neşeli iki genç tüm karargâhı kahkahaya boğmuşlardı. Belli ki zekiydiler ve kulakları delikti. Onları dinleyen herkes anlattıklarına gülüp geçmişti ama bizim yarım akıllı Toraman ciddiye almıştı anlatılanları.
       “Şimdi karavana da ne varsa atıştıralım ardından kısa bir uyku çekelim. Gece yarısında yola çıkarız. Yol bir hayli uzun olacak gibi”. Ve kendi kendine sürdürdü sözlerini “Barış zamanı da olsa bir hayli tehlikeli olacak düşman ellerine girmek” dedi. Ne de olsa kardeşliğinin hatırını kıramazdı.
       En yakın silah arkadaşlarına anlattılar durumu. Tedbirli olmakta fayda vardı Nemçe ülkesinin iç kısımlarına gideceklerdi. Helalleştiler. Yola üç atla çıktılar. Yanlarında konukla döneceklerdi değil mi? Gelin hanım içinde bir binit olmalıydı. Yanlarına bolca pide pastırma ve helva aldılar. Domuz eti yemek istemezlerdi doğrusu helva da iyi enerji verirdi kendilerine.
       Adı gibi kapkaraydı ormanın içi de. Gece boyu nereye kadar gittiği belli olmayan dar patika da at sürmüşlerdi. Çam ağaçları yolun iki yanında duvar gibi uzanıyordu. Hiç konuşmamışlardı. Ancak şafak sökerken bir mola verdiler ve yanlarında getirdikleri pideleri ve pastırmaları atıştırdılar. Ortalık lacivert bir ışıkla aydınlanmaya başladığında çevreyi daha iyi görmeye başlamışlardı. O zaman soru sormak cesaretini bulabilmişti kendinde Toraman
       “Ese Ağa daha çok var mı? Dedi. Adam ağzında çiğnediği lokmasını yuttuktan sonra yanıtladı arkadaşının sorusunu.
       “A oğlum sen Elga yengenle nikâh kıydım diye beni tümüyle cavurlaştı mı zannettin?” dedi. Evet, buralardan birkaç kere geçtim ama bizim memleketler gibi değil buralar. Köroğlu’nun dağları gibi karanlık ve kasvetliydi bu dağlarda. Derin vadileri sarp geçitleri var ama yabancı. Bizim ellerin sıcaklığı yok. Gâvur işte her şeyiyle gâvur.” Bir an durdu. Arkadaşına yanıt vereyim derken içinde biriken nefreti kusmaya başlamıştı.
     “Sanırım öğleye doğru varırız” dedi. Toramanın içine biraz olsun su serpilmişti. Bu yaban ellerde ölüp gitmek istemezdi doğrusu. Birkaç dakikalık dinlenmeden sonra atlara atladılar ve kuzeye doğru yollarına devam ettiler.
       Ese Onbaşı öğleye doğru demişti ama gün ikindi olmuştu hala ortalıkta görüne bir köy ya da kasaba yoktu. Akşamüzeri hava kararırken bir mola daha verdiler. O zaman daha Toraman Gazi sormadan Ese Onbaşı söylemişti ne kadar yollarının kaldığını
       “Aha şu tepeyi aşınca varacağız” demişti. Yanılmamıştı da. Eliyle gösterdiği tepeye vardıklarında öte yandaki küçük alçak düzlüğe inşa edilmiş kuleyi görmüşlerdi. Güneş çoktan dağların ardında kaybolmuş yerini ağır ağır ilerleyen gölgelere bırakmıştı. Yorgun atlarını kulenin yakınlarındaki derede bıraktılar. Daha baharın kar sularıyla taşmamış sakin akan dere yakınlarında yemyeşil otları yer dinlenirdi hayvanlar. Hayvanların kaybolacağıyla ilgili bir endişeleri de yoktu. Ne de olsa sipahi dediğin atıyla bütünleşmiş bir savaşçıydı. Talimli hayvanlarını istekleri dışında kimse götüremezdi. Hem bu koca ormanın içinde kendilerinden ve efsanesini duydukları prensesten başka bir Tanrı kulu olacağını düşünmüyorlardı.
       Ağır adımlarla bastıkları yerlere dikkat ederek kuleye yaklaştılar. Gölgeler sinsice ilerleyen düşman gibiydi. Hissettirmeden her yeri kaplıyorlardı. Toramanın aklına buralara gelmeden önce arkadaşlarının anlattıkları geldi. Karaormanın büyülü olduğu neredeyse tüm Urum eline yayılmıştı. ‘Orada cinler yaşar’ deniliyordu. ‘Bir dudağı yerde bir dudağı gökte devlerden’ söz ediyorlardı. ‘Bir nefes kadar sessizce yaklaşan ve tek hamlede ruhları acıyla teslim alan ifritler’ anlatılıyordu. Ama çavuşları bütün bu anlatılanların ‘Şvabo’ denilen ve kuzeyde yaşayıp giden zengin halk tarafından uydurulduğunu söylemişti. “Bu sayede kimse Karanlık ormanı geçip kendilerine ulaşamıyor” demişti. Asırlık bir meşe ağacının dibinde vedalaştılar. “Bundan sonrası sana ait git getir gelinimizi” demişti Ese. Toraman Gazi istemeyerekte olsa arkadaşını bıraktı ve kuleye doğru temkinli adımlarla yol almaya başladı
       Uzun süre bekleyeceğini umut ediyordu Ese onbaşı ama Toramanı karşısında nefes nefese görünce afalladı. Üstelikte koca adam yalnız geliyordu.
       “Ne oldu Toraman diye seslendiğinde iriyarı arkadaşı yanı başına varmıştı bile. Arkasından gelen bağırışlara bakılırsa yakalanmış olmalıydı. Doğrusu her kız kaçırmada olduğu gibi bu defa da peşinden koşanların olacağını biliyorlardı. Bu nedenle hızlı üç at ile gelmişlerdi. Yıldırım gibi gelecekler ve geldikleri gibi döneceklerdi. Ama nasıl olurda Toraman gazi elleri boş gelirdi. “Dur bakalım ne olacak” dedi kendi kendine.
       “Hadi ağam gidelim bir an önce” dedi ve kendisini bekleyen atına atladı. İki arkadaşın nal sesleri karanlığa karışırken bineklerinin başlarını çoktan geldikleri yöne çevirmişlerdi. Birkaç fersah dörtnala öylece gittiler. Arkadan gelen meşale ışıltıları ve gürültüler çok gerilerinde kaldığına inandıklarında yavaşladılar. O zaman Ese Onbaşı yere atladı. Kulağını yere dayadığında bir süre sessiz kaldılar. Çevreden kendilerine doğru yaklaşan yeri titretecek nal sesleri duyulmuyordu. Ormanın doğal sessinden başka bir ses duyulmuyordu etrafta.  Bu iyi haber demekti. Tekrar atına atladı. Merakı ağır bastı ve kendi anlatmadıkça sormayı düşünmediği soruyu arkadaşına sordu. Bir yandan da atının bağrını okşuyordu.
     “Hele anlat bakalım neler oldu” Arkadaşının yüzü ağlamaklı olmuştu.
     “Ben ne bahtsızmışım meğer” dedi. Ardından devam etti  “Ağa bundan böyle bana ‘Bahtsız Toraman’ diyesiniz” Atlarının dizginlerini gevşettiler. Peşlerinden gelen yoktu ama kendileri yaban ellerdeydi ve her an olay koruculara intikal edebilirdi. Hayvanlar tırıs gidiyordu. Ağaçların gölgeleri bir beliriyor bir yitiyordu. Terli hayvanları daha fazla yormamak için bir müddet böylece gittiler. Uzun süren bir tek düze nal sesinden sonra dayanamayan Ese onbaşı patladı…
     “E hadi yiğidim neler olduğunu anlat. Anlat ta neler olduğunu bilelim” dediğinde Toraman az önceki ağlamaklı ses tonuyla yanıt verdi.
     “Boş ver Ağa” dedi. “Ahmak iti, yol kocatırmış” bizimki de öyle. Kendi memleketimizden kendi köyümüzden birini bulamadık geldik taa Frenk ellerine. Dönüşte anama söyleyeceğim birini bulsun bana” dedi. Ese, arkadaşının başına neler geldiğini tahmin edebiliyordu. Üstelik dünden beri bunu anlatmaya çalışmıştı ama anlamamıştı arkadaşı. Yine de kendisinden duymak istedi ve atını durdurdu.
     “Neler olduğunu anlatmadan bir adım daha gitmem” dedi. Sesinde kararlılık vardı. Kaçacak yeri kalmamıştı Toraman Gazinin. Başladı anlatmaya

      “Senden ayrıldıktan sonra kuleye doğru yürümeye başladım. Bana gösterdiğin kuleden aşağı sarkan uzun sarı saça yaklaşmaya çalışıyordum. Üzerimi yırtan dikenli çalılara aldırmadan yaklaştım. Bosna sarayına kadar ulaşan dedikodular aklıma geliyordu. Her an karşıma iğrenç şekilli bir yaratık çıkacakmış gibi tedirgindim. Hafif bir yel esse bir dal kıpırdasa ürperiyordum. Tanrıya tevekkül ediyor aklıma Çavuşun anlattıklarını getiriyordum.  Her şeyin uydurma olduğunu mırıldanıyordum. Emekli olunca evleneceğim yengem Elga gibi bir hanımla nikâhlanma düşüncesi kamçılıyordu beni. Bir zaman yürüdükten sonra kulenin dibine vardım. Naz yapar gibi yavaşça çekildi bileğim kalınlığındaki sarı perçem yukarı. Raks eder gibi yükseldi yükseldi ve kulenin üzerindeki çıkıntıda kayboldu. O zaman yanında durduğum yapının ne kadar yüksek olduğunu fark ettim Namussuz taş bina neredeyse bir hisar kadar geniş ve bizim Koca Sinan Ustanın yaptığı minarelerden de uzunmuş. Neyse uzatmayayım sırtımı kesme taşlara dayayıp sağı solu dinlemeye başladım İşte o zaman burnuma gelen hoş kokuyu hissettim.
       Allah’ım delirecektim. Sanki binlerce gülü çevreye saçmışlardı. Yok yok gül değildi yalnızca. Lavanta, leylak, papatya, yasemin dünyanın tüm çiçekleri saçılmıştı sanki kulenin etrafına. Ama sonradan fikrim değişmişti, kokular bu dünyadan değildi. Böyle enfes bir koku bu dünyadan olamazdı, olsa olsa cennetten geliyor olmalıydı. Gözlerimi kısıp çevreme bakındım. O zaman kokunun yukarıdan kuleden geldiğini anladım. Eğer kokusu buysa kendisi nasıldır diye aklından geçiriyordum ki o sesi duydum.
     “Ses mi?  Ne sesi. Ben aşağıda ne bir koku ne de ses duydum” dedi.
     “Ağa bırakta anlatayım” dedi yarı pişmanlık yarı öfke dolu bir sesle. Karanlıkta iki adam  muhabbete dalmışlardı. Atlarıysa sanki yolu biliyorlarmış gibi usul adımlarla adeta adımlarıyla yürüyordu.
     “Ses yukarıdan geliyordu. Tatlı bir konuşma sesi ince bir tül gibi aşağı iniyordu. Bülbül şakıması dersen değil, derinden akan latif su sesi dersen hiç değil. Rabbim Şahadet mertebesini nasip eder de cennete gidersek ancak o sesin benzerini hurilerden duyarız” dedi Toraman Gazi.
       “Söylediklerini anlamıyordum ama o kadar tatlı konuşuyordu ki her nağmesi insanın içine işleyen saz dinliyorum zannederdin. ‘İşte aradığımı buldum’ dedim kendi kendime. Kuleye mutlaka tırmanmalıydım. Bu iş için lazım olur diye yanımızda getirdiğimiz urgan aklıma geldi. Talimlerden anımsadıklarımı uygulayıp ucunda kanca olan urganı fırlattım. İkinci atışta tutunmuştu kanca yukarıda bir yerlere. Beni çağıran sese o güzel kokuya doğru var gücümle tırmandım.
       Kolumu korkuluğa atınca iç tarafta divanın üzerine uzanan gölgeyi gördüm. İpek gibi parlayan saçları alaca karanlıkta sihirli bir ışık gibi çevresini aydınlatıyordu. Uzun beyaz elbisesi uzandığı yataktan aşağı doğru sarkıyordu. Libasının her kıvrımının dantellerle işlendiği gecenin zifiri andıran karanlığında bile belli oluyordu. Yorgun başımı yaslayıp dinleneceğim, tüm hayatım boyunca beklediğim kadın orada uzanıyordu. ‘Seni bu tutsaklıktan kurtaracağım’ dedim. Biraz daha sabret gülüm seni almaya geldim’ dedim. Geniş kulenin ortasına doğru yaklaştım. Her adımımım beni saadete götürdüğünü hissediyordum.” Dedi.
     “Ya Toraman sende ne cevherler varmış meğer” dedi şaşkınlıkla Ese onbaşı. Adam sözünün burasında durdu. “Evet dedi. Belki inanmayacaksın ama daha dün sabah o çocuk anlatırken aşık olmuştum ben o prensese” o ana kadar konuşmasındaki heyecan bitmişti sanki. “Gerçi prenses olmasaydı yine olurdu ama kısmet değilmiş” dedi. Karamsarlığın lime lime hissedildiği bir sesle devam etti konuşmasına
     “Ama maalesef bütün saadetim bu kadarmış” dedi. Arkadaşı bir anlam verememişti anlattıklarına. Bir an hayallerini ya da kafasından uydurduklarını anlattığını düşünmüştü. Şimdi ise gerçeğe döneceği anlaşılıyordu.
     “Kulenin karanlık köşesinde bir kıvılcım parladı. Ardından koca bir kav tutuştu. Ben ne olduğunu anlamadan çıralar yandı her yönde. İçine düştüğüm bir tuzakmış. Anlaşılan bizi bekliyorlarmış” dedi.
     “Sende o kalabalıktan korktun kaçtın değil mi?” dedi. Neden soluksuzca buralara geldiklerini anlamamıştı. Yılların yiğidi Toraman yaşlanmaya başlamıştı anlaşılan.
     “Çok mu kalabalıklardı?” dedi. “Bir ıslık çalsaydın yetişirdim” dedi. Arkadaşı hala susuyordu. “Anladım” dedi İkimizin de baş edebileceğinden fazlaydı sayıları”  ama hala arkadaşından bir tepki yoktu.
     “Çatlatma adamı ne olduysa anlat çok istersen daha kalabalık geliriz. Sonuçta bu iş bir hayır işi değil mi?” dedi.
     “Hiç biri değil Ağa” dedi üzgün bir sesle. “Yatakta dantelâlı süslü elbiselerle uzanan ne Elga yengeye benziyor ne de bizim oraların kızlarına. Kulenin tepesinde birilerini bekleyen yaşı geçmiş yüzü pörsümüş, tombalak kız kurusunun biriydi. İnan bana gündüz görsen heyula görmüş gibi kaçarsın.” Dedi  “Aha Ağa ah bende baht olsa yeter, tahtı neyleyeyim.

     Kulenin üzerinde bekleşen kişilerden biri gözleri nemli prensese yaklaşarak gönlünü almaya çalıştı.
     “Kocaman bir prenslik seni bekliyor a kızım bir baldırı çıplak Osmanlıyı ne yapacaksın” dedi. Giden atlıların peşinden sanki görebilecekmiş gibi karanlığa bakan prenses Rapunzel içini çekerek
     “Ah baba ah, bende baht olsa yeter tahtı neyleyeyim.” Dedi.  Ağır adımlarla eteklerini tutarak merdivenlere yöneldi. O ara yaşlı adam kendisine sürekli akıl veren kâhyasına yaklaşarak “Eee, Hans efendi bu planda sökmedi.” Dedi  “Sana kalsa bir taşla iki kuş vuracaktım. Hem kızımı evlendirecektim hem Türk damadım olacaktı, çevremizdeki asil geçinen zorbalara karşı üstünlük elde edecektim. Gittikçe büyüyen toprağım olacaktı”
     “Evet, beyim takdir edersiniz ki planımız çok iyiydi. Gece karanlığında nasıl biri olduğunu görmeden kızınızı kaçıracaklardı. Ardından diplomatik sorun çıkmasın diye evleneceklerdi. Ama niçin o çakmak çakıldı ki” dedi. Adam yavaşça kâhyasına yaklaştı. “Olan güzel kızıma oluyor.” Bir an durdu ve ardından devam etti. 
     “Neyse boş ver onu bunu senin oğlanların yeni bir planı var mı onu söyle” dedi. Yaşlı kâhyanın gözleri parladı. Ne zaman oğullarının adı geçse gizli bir gurur içini kaplıyordu.
      “Var beyim” dedi. “Bir söylenti daha yayacağız çevreye demişti oğlan geçen gün. ‘Yüz yıldır uyuyan ve kendisini uyandırmak için yakışıklı prensini bekleyen prensesin’ söylencesini anlatmaya başlayacaklar çevreye” dedi. “Umarım bu kere kızınızın talihi yaver gider” dedi son söz olarak Derebeyi de “Umarım” diye ekledi. Yoksa evde kalan kızının öyküsü dilden dile anlatılan masallara dönüşecekti.

543
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 25 Temmuz 2011, 17:29:18 »
merhaba
Dün gece Kehaneti izledim. Çok güzel bir filmdi. Hoş Nicolas Cage 'yi pek sevmesem de filmde iyiydi. Efektler çok daha iyiydi.

544
Kurgu İskelesi / Korkunç Deney
« : 25 Temmuz 2011, 17:12:33 »
KORKUNÇ DENEY

    Öykü uzun bir öykü ama dinleyecek vaktinizin kısıtlı olduğunu bildiğim için oldukça kısaltmaya çalışarak anlatacağım. Kaynağı ise benim bu türlü bir araştırma yaptığımı öğrenen bir öğretmen arkadaşım. Kendisiyle Anadolu’nun Ko... Kasabasında bir süre aynı okulda görev yapmıştık. O zamanlar emekliliği yaklaşmış bir Din dersi öğretmeniydi.

   Aydın bir kişiliği vardır öğretmen arkadaşımın, Osmanlıca’sı iyiydi ve en önemlisi tarihe meraklıydı. Kendisinin bu bilgileri, İstanbul İmam Hatip Liselerinin birinde görev yaparken herkesin giremediği, önemli kütüphanelerden birinde eline geçen bir defterden aldığını söylemişti. Doğruluğu konusuna gelince; önce anlattıklarını bir kere okuyun daha sonra tartışırız. Yazının buradan sonrası bir tür tercüme gibidir. Defter bir anı defteri gibi tutulmuş, yaprakları sararmaya yüz tutmuş eski yazı ile yazılmış bir defterdir. Bu nedenle konuyu bir öykü olarak değil bir araştırma olarak kabul etmenizi ve öyle okumanızı rica edeceğim.

   “Karmaşık bir öykü, ama öyküye başlamadan ben kendimi tanıtmak istiyorum. Adım Halik, Şarki karaağaç eşrafından Tüccar zade Hüseyin efendinin küçük oğlu Abdülhalik. Yirmi yedi yaşındayım ve hafiye olarak Devlet-i Ali nin kurduğu zaptiye teşkilatında görev yapıyorum. Bu nameyi ise gelecek kuşaklara ibret olsun diye bırakıyorum. Olur ya bir gün tarihe merak salan birinin eline geçer, o vakit yaşadığı yerlerin nemenem bir yer olduğunu öğrenmek ister.

   Padişah efendimizin sadaret başyaveri Mirliva Cemal Paşanın yaptırmak istediği köşk için bir arazi aranmaktaydı. Şehri- İstanbul’a yakın ama sessiz, sakin bir yer isteniyordu. Yeni açılan Bağdat yolu üzerinde bir arazi bulundu ama arazi hakkındaki şayialar Paşamızı çok üzdüğü için işin aslını öğrenmek gerekti. Bu nedenle Amirim Kerim Bey beni bu göreve uygun buldu. Yaptığım araştırmaların sonucunda duyduğum söylentilerin kısmen de olsa doğru olduğunu, şimdinin huzurlu ve güvenli mahallelerinde bir zamanlar hem kötü hem de iğrenç vakıaların yaşandığını öğrendim. İş bu aşağıdaki satırlar bu olayı tevatür havasında da olsa size anlatmak için kaleme alındı.

   Her şeyin başında beni âdemin ihtirasları ve hayvani hisleri yatmaktadır. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli vasıflardan biri de erdemidir, ahlakıdır. Eğer bu erdemden vazgeçecek olursanız otaya ne tür bir hilkat garibesinin çıkacağını bilemezsiniz. İşte cadı bostanına adını veren Cadı böyle bir iğrençlik sonucu peydahlanmıştır.

   İnsanoğlu Allah’ın yarattıklarıyla yetinmemiştir. Çoğu zaman hırsı ağır basmış, kendisini Yüce Tanrıdan daha akıllı zannedip, tabiata kendisi de yön vermek istemiştir. Misal mi istersiniz; Katır. İşgüzar insanoğlu ne merkeple yetinmesini bilmiş ne de atla. Ama umutları ve beklentileri katırdan daha fazlası olan kişiler kendi çıkarları uğruna yapmadıkları kalmamıştı. Ben bütün bunları olayın içine girdikten sonra öğrendim.

   İşin içine girdiğim günden beri bir “Cadı” lafı alıp yürümüştü yöreyi. Günler boyunca izini sürdüm bu cadının. Hakkında vahşi, canavar, kan emici gibi sayısız sıfatlar vardı ama öldürdüğü kişioğlu yoktu. Genellikle davarlara zarar verir halka zarar vermezdi. Öldürdükleriyse tam anlamıyla vahşetti. Kaçırdığı hayvanları paramparça eder kemiklerini dahi un ufak ederdi. Hakkında İstida verildiği için yakalamaya karar vermiştik. Canavarla ilgili o kadar çok dedikodu vardı ki; cadı diyenlerde vardı, aslan diyenlerde. Hatta kanatlı Ejderha gördüğünü söyleyen köylüler bile vardı. Sonuçta bu cadı yâda canavar her neyse yakalanmalıydı. Ölü yâda diri yakalanmalıydı.

   Uzun hazırlıklardan sonra bir takım düzdüm ve yola koyulduk. Takıma keskin nişancı iki asker, İki usta balıkçı almıştım.  Serpme ağ atan iki genç ve güçlü balıkçı. Yanlarına en sağlam ağlarını almışlardı, amacım cadıyı canlı yakalamaktı. Eğer canlı yakalamayı başaramazsam o zaman keskin nişancılar vuracaklardı. Akla gelebilecek her tedbiri almıştık. Kendimi övmekten hoşlanmam ama bendenizde iyi atıcıydım.

   Karanlık bir gece yol alıyorduk. Cadının görüldüğü Molla kuyusu civarına yol alıyorduk. Hava soğuktu ve kapalıydı ama havada bir damla yağmur veya kar yoktu. Soğuk ve karanlık iliklerimize kadar işliyordu. Ellerimizde meşaleler engebeli arazide önümüzü görmeye çalışıyorduk. Birden ileride bir gölge fark ettim. Bulutların arasından bir ara kendini gösteren ay ışığında, bir kayanın üzerine dikilmişti. Öyle heybetli bir görünüşü yoktu ama yinede ürkütücüydü. Eğer neyin peşinde olduğumu bilmesem yalnız dolaşan vahşi bir kurt ile karşı karşıya olduğumu düşünürdüm.

   Avımızı bulmuştuk, ele geçirmek kalıyordu yalnızca. Ele geçirecektik ama nasıl, çembere alacak kadar kalabalık değildik. O nedenle iyi bir plan dâhilinde hareket etmeliydik. Adamlarıma sessiz olmalarını işaret ettim. Neredeyse parmaklarımızın ucunda yaklaşmaya başladık. Canavar veya yaratık, koca kayanın üzerinde dinleniyor gibi uyukluyordu. Aramızdaki mesafe azaldıkça tedirginliğimiz artıyordu. Bir ara dönüp baktığımda arkamda yürüyen memurlardan birinin dudaklarının kıpırdadığını gördüm, belli ki dua ediyordu. Yanımda yürüyen ve eşyamızı taşıyan kılavuzumuz Abdullah kulağıma iyice yaklaştı.

   “Bu kadar az kişiyle bu iş olmaz" dedi.  "Geri dönelim ve daha kalabalık olarak gelelim" Sesi titriyordu, belli ki heyecanlanmış hatta korkmuştu. Bense tam aksini düşünüyordum. "Tam zamanıdır" dedim. “En etkili müdafaa hücumdur” derler” diye bilmişçe ekledim. "Bu pisliği bir an önce temizlemeliyiz. Üstelik görmüyor musun uyukluyor, kim bilir belki de hastadır. Hem de bu kadar hazırlık yapmışız."

   İki yanımda yürüyen balıkçı gençlere işaret verdim. “Hadi bakalım kahramanlar, şimdi av zamanı” dedim. Sağa sola açılmaya, kayaya sessizce yaklaşmaya başladılar. Daha önce planladığımız gibi iki keskin nişancıda yanlarındaydı birer birer. Bizlerde tabancalarımızı çekmiştik. Adımlarımızı olanca dikkatiyle atarken bir çığlık koptu birden “Yandım Anam” diye. Ardından da bir el silah sesi duyuldu ve acı bir çığlık. Adamlar birbirlerini vurmuş olmalıydılar diye düşünüyordum ki sevinç dolu bir bağırış tüm karanlığı kapladı.

   "Yakaladım... Yakaladım" Sessiz olmayı bir yana bırakmıştık.  Neler olduğunu görmek istiyorduk. Balıkçılardan biri ağını torba haline getirmiş çabuk hareketlerle yüksek bir dala asmaya çalışıyordu. Diğer askerse eliyle omzunu tutuyordu. Uzaktaki balıkçı ve asker gelince biraz daha rahatladım. Yaratığı yerden bir, bir buçuk metre yukarıya astılar. O zaman yaralandığını fark etmiştim. Yaratık yanlarına yaklaşan ikiliyi fark etmiş üzerine atlamıştı. Asker bir el ateş etmiş ama can alıcı şekilde vuramamıştı. Bir pençe darbesiyle askerin omzunu yarmıştı. İşte o zaman balıkçı ağını atmış cadıyı yakalayıp ağaca asmıştı.

   Ne yapacaktık, görevi tamamlamıştık ama avımızı kasabaya götüremezdik. Sabahı beklemeye karar verdik. Bu yaratık ağacın üzerinde acı acı haykırıyordu ama onu burada bırakıp gidemezdik. Yanımızda ise hiç götüremezdik. Hemen askerlerden birini destek çağırmak için gönderdim. Ortaya kocaman bir ateş yaktırdım. Ateş hem bizi ısıtacaktı, hem çevreyi aydınlatacaktı. Ateşten korkan vahşi hayvanlarda yanımıza yaklaşmaya cesaret edemeyeceklerdi. Bizler ateşin çevresinde gözümüzü dört açarak öylece beklemeye başladık.

   Kılavuzumuz Abdullah gideli uzun bir süre geçmişti ve hala beklediğimiz destek gelmemişti. Tedirgindim. Nedenini tam olarak bilemesem de sanki biri yahut bir şey bizi gözetliyor gibiydi. Çevremizi saran karanlık ağaçlar arasında gizli gözler bizi gözetliyordu sanki. Araziden gelen vahşi sesler tedirginliğimizi iyice arttırıyordu. Bir yerlerde baykuşlar ötüyor, kurtlar uluyordu. Böcekler ise ana temasıydı müziğin. Her yönden, her yerden sesler geliyordu. Böyle bir ortamda yalnız benim gibi şehirliler değil, herkes tedirgin olabilirdi.

   Yardım çağırmaya köylüyü merak etmeye başlamıştık. Çevreyi bilen biri olmasına rağmen kaybolmuş veya yolunu şaşırmış olabilir miydi? Az önce kıpırdayan dudaklar yine oynuyordu, üstelik transa geçmiş gibi ileri geri sallanmaya da başlamıştı. Diğer adamlarsa uyuklamaya başlamıştı. Karşımızda, ağ içine ağla sağlamlaştırdığımız avımız başarı madalyası gibi ağaca asılı duruyordu. Ağın içindeki yaratık ise bağırışları bırakmış, sesi inlemelere dönmüştü. Hatta konuşuyordu sanki. Hani mahalle çocuklarından dayak yiyen bir çocuk kenarı çekilir, burnunu çeke çeke mızıldar ya işte öyleydi, cadının içinde bulunduğu durum.

   Can sıkıntısından olacak aklıma yakaladığımız şeyi incelemek geldi. Usul adımlarla yakalanan avımıza yaklaştım. Arkamdan dua okuyan adamın sesi geliyordu; “Beyim aman deyim fazla yaklaşmayın. Elimdeki çıra yeterli ışık sağlamıyordu ve merakım ağır basmıştı. Peşinde olduğumuz cadı nemenem bir şeydi öğrenmeliydim. Zaten insanın başlına ne geliyorsa meraktan geliyordu.

    "Yapmayın beyim çocuk olmayın" dedi ardımdan bir başka ses. Geri dönüp gülümsedim. Hareketimden tedirgin olan balıkçılardı bu defa seslenen. "Ağa takılmış vede sudan çıkmış balık gibi, üstelik askıda görmüyor musun" dedim ukalaca

   “Yine de siz fazla yaklaşmayın dedi diğer kişi. "Uyuyorsa uyandırmak doğru olmaz."  Dedim ya merak duygum kabarmıştı bir kere. Sessiz adımlarla tortop olmuş kıl ve tüy yumağına yaklaştım. Gerçek ölçüleri canavarı öldürdükten sonra alabilirdik ama yine de kabataslak ölçüler çıkarılabilirdi. Yaklaşık Yarım kulaç eninde bir yumak vardı kaşımda. Rüzgârda alazlanan meşalenin titrek ışığında yaklaştığımı gören yaratık inlemeyi bırakmış gözlerime bakmaya başlamıştı. Birbirini tanımaya çalışan iki insan gibi göz göze geldik bir süre. O zaman hayvanın insanoğluna olan benzerliğini fark ettim. Gözleri acı çeken hasta gibi mahzun mahzun bakıyordu.

   “Pekte iğrenç görünüyorsun dedim" fısıltıyla. Yaratık kulaklarını dikti. Kanlı gözleriyle gözlerime bakmayı sürdürdü. İlk başta korkutucu görünse de bakışlarında garip bir hüzün vardı. Yalnızca gözlerine bakınca ağa yakalananın,  buralarda insanları korkuyla evlerine kapatan bir cani, bir cadı değil de masum bir ceylan yâda tavşan yavrusu zannederdiniz.

   “Sen onca cana ve mala zarar ver ve sonra yakalanmamayı bekle olur mu hiç?" dedim. Sesim azarlar tondaydı. Yanıt olarak yalnızca bir hırıltı çıktı hayvanın boğazından, sanki beni anlıyor, onaylıyordu. Olan bitenden kendi sorumlu değilmiş, bir başkasının kurbanıymış gibiydi. Garip bir sihrin etkisindeydim sanki.

   Aradan ne kadar vakit geçmişti bilmiyorum ama yaklaşan ayak sesleri dikkatimizi canavardan uzaklaştırdı. İleride ağaçların arasında bir gurup ellerinde meşalelerle yaklaşıyordu. Çıkardıkları gürültüye bakarsanız koca bir tabur geliyor zannedebilirdiniz ama yaklaşınca o kadar fazla kalabalık olmadıklarını anlamıştık. Biraz daha yaklaşınca gelenlerin ellerinde meşaleler taşıyan askerlerin çoğunlukta olduğu bir gurup olduğunu görmüştük.  

   Yanlarında yaşlı bir sivilde vardı. Hızını kendinden çok daha genç olan guruba uydurmaya çalıştığı için nefes nefese kalmıştı. Uzakta yükselti üzerindeki çam ağacının dalına asılmış ağı görünce yüzüne memnun bir gülümseme yayıldı. Balıkçılar yaptığı işin göz önüne alınmadığı düşünmüş olmalılar ki araya gidiler

   “Yakaladığımız en büyük balıklardan biri bu" dedi. “Gel bakalım kaçak" dedi karanlıkta ağaca asılmış ağa doğru. "Seni gibi asi mahlûk, bir sürü masumun hayvanın canına kıydın, bizi günlerce oyaladın" dedi. Elini yanındaki askerin silahına uzattı. Asker bir an duraladı, komutanına baktı. Bu küçük müfrezenin başındaki yüksek rütbeli subay başıyla onaylayınca silahını yaşlı adamın ellerine bıraktı.

   Karanlıkta ağa doğrulan tüfeğin namlusu bir an ışıldadı. Ardından alev kustu namert delikli demir. Önce bir patlama yankılandı en uzak kuytularda, ardından da bir feryat duyuldu ormanın içerisinde. Dünyanın tüm acıları bu bağırışta gizliydi sanki. Ağaçlar, yapraklar sessizce sallandı bu acıya ortak olur gibi. Kurtlar, kuşlar yanıtladı gecenin karanlığında, kendi dilleriyle acının sahibini. Hain tüfek bir daha patladı inildeyen ağın içine doğru ve bir daha, bir daha. Üç dört el ardı ardına patlayan tüfek sesi ormandaki tüm mahlûkatı susturmuştu. Ağda sallanan inilti sustu, yere düşen kan damlalarının sesini duyuyorduk sessiz karanlık içinde. Derin bir sükûnet kaplamıştı ormanı, dünyayı ve tüm kainatı.

   "Söz dinlemeyenin, efendisine asi olanın sonu budur" dedi yaşlı adam. Başkaca söz söylemeye fırsatı kalmadı. O saniye bir rüzgâr esti ormandaki küçük gurubun etrafında. Rüzgârın şiddetinden tüm meşaleler söndü bir anda. Kara bulutlar tek tük parıldayan yıldızları örtü. Gecenin karanlığını arttırmak olacakları gökyüzündeki ışıltılara göstermemek ister gibiydiler. Ortada, uzun zamandır yandığı için zayıflayan ateş söndü. Zifir gibi karanlık kapladı ortalığı. Korku içindeki askerler, balıkçılar ve ben bir şey anlamadığımızdan şaşkınlıkla birbirimize bakarken, az önce duyduğumuzdan çok daha şiddetli bir çığlık duyduk.

     Karanlıkta alev halinde bir çift göz parıldadı, devasa bir bedenin üzerinde. Kara tüylü bir gövde aramıza daldı. Karanlık bir şimşeğin aranızda dolaştığını ve değdiği her yere kan ve ölüm getirdiğini düşünün... Saniyenin küçük bir kesrinde şimşek yanı başımdaydı. Benim gibi olan biteni anlamaya çalışan yaşlı adamın boğazını yakaladı. O lahza hırs ve öfkeyle başını gövdesinden ayırdı. Önce boynunun kırılmasının sesini duydum. Adamın başı tamamen arkaya döndü. Küçük bir çocuğun ağzındaki sakızı uzatması gibi kafayı çekti. Boyun uzadı, uzadı ve kafa yerinden koptu. Oyuncağından sıkılmış şımarık çocuk gibi fırlattı attı elindeki kafayı. Yaşlı adamın kanlar içindeki gövdesini kaldırdı ve uzakta dikilen neler olup bittiğini anlamamış askerlerin kumandanına fırlattı. İki sıçrayışla üst üste yatan bedenlere vardı.

   Üzerine fırlatılan başsız bedenin kanlarına bulanmış zabit korku içinde titriyordu. Belki kaçmaya çalışacaktı ama üzerindeki ağırlık buna engeldi. Aynı sonun kendisini beklediğini biliyordu. Korku içindeki gözlerinin son gördüğü sahneyse biraz ötede canavarın koltuğunun altındaki cansız vücuduydu. Yaratık işini bir kaç saniyede görmüş kollarında iki başsız bedenle küçük tepedeki ağacın üzerinde sallanan ağa varmıştı.

    Gurupta bulunan bizler ne olduğunu anlamamıştık. Korku ile olduğumuz yere çömelmiştik. Kanımız çekilmişti, her birimiz bir taş heykel kesilmiş öylece duruyorduk. Zaten yaşlı adamın tüfeğinin patlamasıyla gelinen bu nokta arasında bir kuş kanat çırpımı süre anca geçmişti. Gurubun çavuşunun sesini duyduğumda kendime geldim.

   "Ateş" dedi, geceyi bu defa tüfek patlamalarının sesleri doldurdu. Ağaca tırmanmaya çalışan iri bedene çarpan her mermi yaratığın bir an sendelemesin neden oluyordu ama hayvan işine devam ediyordu. Ağı dala bağlayan ipi koparması çok zamanını almadı. Yediği mermilerden hareketleri biraz yavaşlamıştı ama yine de yere düşen ağı sırtlayacak gücü vardı.

   Müfrezedeki askerler başlarındaki çavuşlarının emirlerine harfiyen uyuyorlardı. ona yakın asker ve elinde tabancası olan çavuş hedef tahtasına atış talimi yapar gibi yağdırıyordu mermileri. Sırtında ağla cüssesi artmış iri gövde bir kaç adım daha atabildi ağaçların arasına doğru ve yığıldı kaldı.

   "Yeter, ateşi kesin… Ateşi kesin” diye bağırmaya başlamıştım. Önümde gecenin bir yarısında bir Dram sahnelenmeye başlamıştı. Bende diğerleri de anlamıştık acılı bir annenin yavrusunun cesedini alıp kaçmak istediğini. Yavaştan yağmur yağmaya başladı gecenin üzerine. Yıldızlardan bu korkunç sahneyi gizlemeye çalışan kara bulutlar her şeyi yıkamak istiyor gibiydiler. Bütün korkularımı unutmuş, hızla koşmuştum gölgeye doğru. Yaratığın yanına vardığımızdaysa son nefesini veriyordu. Tıpkı bir ana gibi yavrusunun cansız bedenini kucaklamış, onu tehlikelerden kurtarmak için kendini siper etmişti.

   Askerlere geniş bir çukur kazmalarını söyledim. Ne geceye nede şiddetini arttıran yağmura aldırmadan söylediğimi yapmaya başladılar. Meşaleleri yakmak için yanlarında taşıdıkları yağı bedenlerin üzerine döktüm. Ellerindeki çıraları da çukura attık. Geri dönerken ormanın içerisinden alevler yükseliyordu. Az sonra küçük gurubumuz iki başsız bedeni ve top gibi sağa sola yuvarlanmış kafaları almış geri dönüyorduk. İki üç asker çukuru kapatmak için nöbetçi kaldı.

   Ertesi gün İstanbol da öğrendim olanı biteni. Yaşlı adamın bir ecnebi doktoru olduğunu ve hayvanlarla insanları birleştirip korkunç askerler yapmayı planlayan bir cani olduğunu söylediler. Yanındaki yüksek rütbeli ise kendisine destek veren zabitti. Önce kendi ülkesinde denemiş bu tür çiftleşmeleri. Yasaklanınca kendisine uygun koşulları sağlayacak yerler aramaya başlamış. Kendisine resmi izin verilmediği için Gebze yakınlarında bir çiftlikte gizli gizli çalışıyorlarmış. Deney hayvanlarından biri yavrusuyla birlikte kaçmış bir zaman önce...”

      “Bundan sonrası yazmıyordu belge de.” Dedi arkadaşım. Sonra ne olmuştur. Muhtemelen dosya kapanmıştır tabi. Bense Cadı Bostanı efsanesinin ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olmuştum. İş bu yazıyı günümüz Türkçe sine çevirmeğe ve öykü havasında yazıp meraklılarına göndermeğe kalıyordu.                       AZİZ HAYRİ

545
Kurgu İskelesi / Ynt: TEPEDEKİ KONAK
« : 25 Temmuz 2011, 11:27:25 »
Okuyup beğendiğiniz için teşekkür ederim

546
Kurgu İskelesi / Tepedeki Konak
« : 22 Temmuz 2011, 12:53:57 »
T E P E D E K İ     K O N A K

  Oraya vardığımda sorunun temelinde ne olduğunu öğrenmiştim, tepedeki eski konak. Koca bölgeye uğursuzluk söylentisini, insanları hayalet ya da cadı korkusuyla evlerine kapatan tepedeki eski konağın kiracılarıydı. Evde kimin ya da kimlerin oturduğu tam olarak bilinmiyordu. Bilinen ya da bilindiği sanılan yalnızca sağda solda konuşulanlardı. Dedikodular Değirmenderesi köyünden buraya, Üçgözler Mutasarrıflığına kadar varmıştı. Yok geceleri evde dolaşan ışıklar varmış, yok bağırışlar çığırışlar geliyormuş. Durum bana yani resmiyete intikal ettiğinde neredeyse iş işten geçmişti.

   Kaymakamlığa yazılan dilekçe işleme giresiye ve Mutasarrıflıkta beni görevlendiresiye kadar geçen sürede olanlar olmuş, koca konak yanıp kül olmuştu. Bir gurup çocuk her şeyi halletmişti. Evin sahibi de kadıya dilekçe vermişti. Mülkünün yandığını ve neden olanlardan tazmin edilmesini istiyordu. Bir yanda evini rastgele birilerine verdiği için şikayetçi olan köylüler vardı diğer yanda da evinin kasti yakıldığını iddia eden ev sahibi vardı. Çift yönlü bir soruşturma olacaktı. Konağın yandığının ertesi günü olay yeri olan Değirmenderesi köyüne gitmiştim.

    Yanıma zabıt katibini de alıp köye sabahın erken saatlerinde vardım. Köyün muhtarı bana yardımcı oluyordu. Bu işe bulaşmış olduğu söylenilen çocukları yanıma, muhtarın bana tahsis ettiği eve çağırdım. Dört çocuk gelmişti odama. Kısa bir hal hatır sonra faslından sonra;

     “Hele anlatın bakalım şu olan biteni" dedim. İçlerinden biri başladı anlatmaya

    “Olanlar Abdi Beyin konağına yeni kiracılar taşınınca başlamıştı" diyerek başladı anlatmaya. Kendisi İstanbol da oturan Hassa İdadisi müderrislerinden birinin oğluymuş. Aydınlık yüzlü, zeki ve terbiyeli bir çocuktu. Diğerleriyse Değirmenderesi köylülerinin çocuklarıydı. Hepsi çocukluktan yeni çıkmış bıyıkları henüz terlemeye başlamış gençlerdi.  

    “O yaz her yaz olduğu gibi annemin köyü olan Değirmenderesine gelmiştim. Dedemin yanında kalacak, kendisine işlerinde yardım edecektim. Bu bana hem hava değişikliği olacak hem de dedemin işlerini kolaylamış olacaktım. Tabi her sene görüştüğüm arkadaşlarımla da görüşmüş olacaktım.

     Köye vardığımın ertesi sabahı tepedeki köşke taşınan esrarengiz kiracının lafını duymuştum. Buraya sahilden kara bir yelkenliyle geldiğini söylemişlerdi. Gecenin bir yarısında bir kaç araba yükle inmiş sahile. İşi bağlayan bir uşak gelip köyden yardımcılar almış, yanındaki sandıkları ve çantaları bizimkiler taşımış. Evi tutan adamın kim olduğunu, ya da ne iş yaptığını gören yokmuş. İşlerini takip eden zayıf bir uşak varmış yalnızca. Oda ortalıkta fazla görünmezmiş, bir kaç kerede köye gelip gitmiş, o kadar.

    Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde bu yabancıyı konuşur olmuştuk. Aslında yalnız biz değil, tüm köylü konuşuyordu yabancıyı. Beddualar ve ahlar Abdi efendiye gidiyordu. Üç kuruş paraya tamah edip evini tanımadık birine kiralamasına söyleniyorlardı. Ama yapılacak fazla bir şeyde yoktu.”

    “Bir keresinde babam arkadaşlarıyla ziyaretine gitti yeni kiracının." Bir başka genç sözü aldı. "Benim babam köyün muhtarıdır" dedi gizli bir övünmeyle.  “Yanlarında ben de vardım. O gün kapıyı gene o yaşlı bey açtı. Bembeyaz, kansız bir yüzü vardı. Üzerinde siyah bir takım elbisesi vardı. Bizlere "Beyim uzun bir yolculuktan döndü, istirahat ediyor"  dedi ve kapıyı yüzümüze kapattı.. Bizi ne içeriye davet etti nede bir şeyler ikram etmeyi önerdi. Her ne kadar Osmanlı lisanını düzgün konuşsa da yabancı biri olduğu belli oluyordu. Kös kös geri döndüydük o gün” diye sözlerini bağladı.

   Ben bir yandan muhtarın oğlunu dinlerken göz ucuyla diğer üç delikanlıyı izliyordum. Zaman zaman arkadaşlarını başlarıyla sessizce onaylıyorlardı. Bir ara, araya girip, “O kayıplarla ilgili dedikodular o zaman mı çıkmıştı?” dediğimde bir başkası söze girdi.
    “Hayır. Bizim köyden hiç kaybolan olmadı. Bazı köylülerin davarları saldırıya uğramıştı ama kurtlar yapmıştır diyerek önemsenmemişti." Durdu, yanlış bir söz söylediğini anlamıştı  “Yani tedbirleri arttırdılar, ahırların önünde nöbet tutmaya başladılar ama davara kimin ya da neyin saldırdığını ne gören vardı ne de duyan. Kimse olanlardan bir şey anlamıyordu. Gün geçtikçe korku yayıldı köye. Tarlada bahçede işleri olanlar hava kararmadan evlerine dönmeye çalışıyordu, kimse geceleri sokağa çıkmaya cesaret edemiyordu.”
      “İşte o zaman cadı söylentisi çıktı. Her gece ya bir koyun ya bir dana telef oluyordu. Sabah hayvancık gözleri açık ve kanı çekilmiş olarak bulunuyordu.” Bir diğer genç söze girmişti. Ama araya girme gereği duymuştum
     “İyi de olanları cadıya mal etmek ne demek onu anlamadım. Evet iri bir kurt olabilirdi bütün bu olanlara sebep. Ya da bir ayı dadanmış olabilirdi sizin taze koyunlarınıza ve keçilerinize.”
     “Bir ara Babam evde otururken koyunlarının çılgınca melediğini duyunca dışarı çıkmış. Bir gölge kanatlanmış uçuyormuş”. İlk konuşmaya başlayan müderrisin oğlu söz alan arkadaşını tanıtmaya gerek duydu,
     “Bu İsa, kendisi köy çobanı Tavşan Alinin oğludur.”  
     “O zaman bunların sebebi iri bir kuş mesela bir kartal olmalı" dediğimde sarışın ufak tefek köylü çocuğu yanıtladı beni alaylı ses tonuyla
      “Babam yaratığın önce yürüğünü ardından kuş gibi kanatlanıp uçtuğunu görmüş” dedi Sözlerini desteklemek için “hemi de kartal olsa, o kadar kocaman kartal dünyanın neresinde yaşar ki" diye ekledi. Konuyu uzatmanın gereği yoktu. Aynı alaycı ses tonunu vermeye çalışarak sözlerime devam ettim.
      “Demek kanatlıydı ve kuş değildi... O zaman olsa olsa bir cadıdır" Dördününde yüzüne baktım. Alay ettiğimi anlamışlardı.  


   “Yanlış anladınız, ben sadece neler olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Üstelik Cadı diye bir şey yoktur. İnsan ölür ve ruhu ahrete uçar.”  O dakikaya kadar hiç konuşmayan dördüncü delikanlı utangaç bir sesle konuşmaya başladı
     “Evet haklısınız. Benim babam köy imamı Yunus hocadır. Sözlerinizin benzerlerini babamda söyler her zaman. Ali amcaya da aynı şeyi söyledi. Ama Ali amca ve diğerleri hemen itiraz ettiler. "O zaman merhumu niye aydınlık bir yerde bırakıyoruz, o zaman niye çarşafa sardığımız ölümüzün üzerine bir bıçak bırakıyoruz" dediler. Diyebileceğim bir şey yoktu. Konuyu değiştirip Abdi beyin şikayetine getirdim.
       “Yine de Abdi bey konağını sizlerin yaktığını söylüyor ve bu konuda verilmiş dilekçesi var. Sizse bana, evi neden yaktığınızı söylemediniz hala.”  Dört delikanlı birden itiraz etti.
       “Konağı bizler mi yaktık ???”  Eğer bir araya gelip çalışılmış bir itiraz değilse şaşkınlıktı yaşadıkları. İstediğim etkiyi yaratmıştım. Konuyu anlamak için derine inmeliydim
       “Bütün bunlar tam olarak ne zaman başladı” dediğimde Müderrisin oğlu,
       “Yaz başında" dedi. Çobanın oğluysa
       “Yabancı Abdi beyin köşkünü kiraladıktan bir kaç gün sonra" dedi.
       “Peki siz mi yaktınız Konağı?" diye tekrar sorduğumda az önce bana olanları anlatmak için birbiriyle yarışan gençler sustular.
       “Hadi bana o gece olanları anlatın” dedim. Sesime arkadaşça bir ton vermeye çalışmıştım. Rahatlamaları için o dakikaya kadar oturduğum sedirden doğruldum. Mütevazı köy evinin kalın duvarlı penceresine yaklaştım. Temiz işlemeli pazen perdeyi araladım. Dışarıda çok güzel bir hava vardı. Birkaç dakika süren sessizlikten sonra kendilerinden bir yanıt gelmeyince

       “Hadi yangın yerine gidelim. Orada belleğiniz daha iyi yerine gelir." dedim. O dakikaya kadar olanları kayıt altına almaya çalışan zabıt memuruna dönerek
       “Sen de yazmaktan yoruldun, istirahat et bizler gelesiye kadar" dedim. Çocukların aileleri evin dışında bekleşiyorlardı. Bizle çıkınca itirazlar başladı
       “Orta da henüz bir şey yok, ama Abdi bey konağının kasten yakıldığını düşünüyor. Bu nedenle zararının karşılanmasını bekliyor.” Dediğim de başta çocukların aileleri olmak üzere toplanan köylüler söylenmeye başlamıştı. Ardımızdan gelmek isteyince delikanlılarla yalnız gitmek istediğimi söyledim. Birkaç itiraz mırıldanmasından sonra ardımızdan gelenler oldu. Zabıt memuru araya girince bizler yolumuza devam ettik.

    Tepeye vardığımızda güneş üzerimizde parıldıyordu. Yanık kokusu henüz geçmemişti. Ahşap konaktan geriye fazla bir şey kalmamıştı. Çocuklar yol boyu bir kaç adım arkamdan gelmişlerdi. Aralarında konuştuklarını duymamıştım ama işaretle anlaştıklarına emindim. Muhtar, muhtarlığının cesaretiyle iyice yakınımızdaydı, diğerleriyse daha aşağılarda bekleşiyorlardı. Yalnız gideceğiz sözünün bir hükmü kalmamıştı. Bulunduğumuz tepeye derin bir suçluluk sessizliği dolmuştu. Uzaklarda denizin üzerinde uçan martıların çığlıkları duyuluyordu yalnızca.
       "Bir kazaydı" dedi Müderrisin oğlu.
       “Ne yani koca konak bir kazayla mı yandı.” Elimle çevremizi saran yanmış enkazı gösteriyordum. Bazılarında sanki hala duman tütüyordu. Müderrisin oğlu konuşmaya başladı.
       “Köyün dışında anasıyla oturan Yanık Alinin de tek ineği ölünce kendisi hiddetlenmiş. Hanımının dur etme demelerine aldırmadan Konağa yürümüş. Gecenin karanlığında kaybolduktan sonra Elif bacı ağabeylerine haber vermiş. Yanık Alinin cesedini bir dere yatağında bulmuşlar. Tıpkı öldürülen davarlar gibi gözleri açık ve korku doluymuş. Vücudunda bir damla kanın olmadığı söylenmişti. Ben olayın bu boyutunun bilmiyordum.”
       “Ne zaman oldu bu olay...Niçin bana söylemediniz” dediğimde yılların muhtarı atıldı
       “Beyim bizlere hiç konuşma fırsatı vermiyorsunuz ki. Yalnızca kendiniz soruyor ve cevaplar almaya çalışıyorsunuz. Bulduğunuz dört masumun üzerine atmaya çalışıyorsunuz ...” Ses tonu azarlar gibiydi. Yetkimin gereğini yapmalıydım ve daha yüksek bir sesle
       “Tamam muhtar efendi” dedim. Göz göze geldik. Hatasını anlamıştı, başını öne eğdi, sustu.
       “Devam et delikanlı” dedim.
       “İşte o gün muhtar bey Üsküdar’a gidip Kaymakamlığa dilekçe verdi.” Muhtarın gözleri parladı.
       “Evet kaymakam efendimize bizzat sundum istidamı” dedi. Az önceki bakışımı atınca başını tekrar yere eğdi
       “O gün dört arkadaş cenaze namazından sonra toplandık. Olup bitenleri anlamak için gece Konağa gitmeyi kararlaştırdık.”  Karışma gereği duydum. İçlerinde en zayıf kişiliği olduğunu düşündüğüm Yunus Hocanın oğluna dönerek,
       “Sorunu temelinden çözmeye karar verdiniz ve konağı yaktınız” dedim.
       “Hayır” dedi ağlamaklı bir sesle. "Konağı biz yakmadık. Yalnızca neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk."
       “Peki sence konakta bir cadı mı yaşıyordu?” Yanıtı tek kelimeydi
       “Evet”
       “Eğer bir cadı varsa ortadan kaldırmak için yakılması gerekir değil mi?” Yanımıza usul usul yaklaşan Yunus Hoca araya girdi.
       “Dinimizde cadı diye bir şey yoktur dedi.” Aileler sessizce yanımıza yaklaşmışlar İtiraz etmeme rağmen soruşturmaya katılmışlardı.
       “Tamam Hoca efendi, bende biliyorum dinimizde cadılık yoktur. İstirham ediyorum söze girmeyin ve Lütfen yerinizde kalın.”
       “Deminki sözünüze yanıt vermek istiyorum. Cadının ruhunu rahata erdirmek için yapılması gereken, ya mezarını yakacaksınız ya da mezarını açıp göğsüne kızılcık sopasından yapılmış bir kazık batıracaksınız.”

       “Siz ilk yöntemi uyguladınız değil mi?”
       “Hayır yalnızca neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk.”  Bu kere itiraz eden çobanın sarışın oğluydu. Babasıyla birlikte hayvan güttüğü teninin yanıklığından belli oluyordu.
       “Gecenin ilerleyen saatlerinde bir araya geldik çünkü amacımız hiç görünmeyen hep dinlenen gerçek ev sahibinin kim olduğunu öğrenmekti. Olan bitenlerle ilgisi var mı? yok mu? anlayacaktık. Kıyıdan kenardan Konağa doğru yürümeye başladık. Cadı bize zarar vermesin diye bir arada yol alıyorduk.” Muhtarın oğlu anlatmaya başlamıştı. Dört kafadar nasılda birbirlerini bulmuştu. Bir yandan anlatıyor diğer yandan usul adımlarla konağın kalıntılarının yanına doğru yürüyordu
       “Şu pencereden içeri girmekti niyetimiz.” Gösterdiği yönde taş temelin üzerinde yerden yarım kulaç yukarıda bir pencere kalıntısı vardı.
       “Sessizce içeri girdik. Karanlıkta yılan gibi sürünerek yol alıyorduk. Niyetimiz evin bodrumundan yukarılara çıkmak, kendisinden sürekli söz edilen ama hiç kimsenin göremediği asıl ev sahibini bulmaktı. Hiç görmediğimiz ev sahibinin bir katil ya da Cadı olduğunu düşünüyorduk.”  Delikanlı sözünün burasında bakışlarını istem dışı beş on metre aşağıda dikilen yaşlı köy imamına çevirdi. Yine de anlatmaya devam etti.
       “İşte o an aşağıdan bir gürültü geldi. İki kişi bağırarak konuşuyorlardı. Bir an durduk. Evet bağırışlar geliyordu aşağıdan. Duyulan tok sesli bir erkek sesiydi. Azarlar gibi bağıra bağıra konuşuyordu, karşısındaki kişidense yalnızca iniltiler ve burun çekmeler geliyordu. İkinci kişinin ya bir çocuktu ya da bir kadın olduğunu düşünmüştüm”
       “Bu kanaate nasıl vardınız?”
       “Benzetme yalnızca, öyle ince bir ses ya bir kadına yada bir çocuğa ait olabilirdi. Üzerinde dikildiğimiz merdivenlerden biri yukarıya çıkıyordu diğerleriyse aşağıda bodruma iniyordu.” Eliyle şu an dikildiğimiz boşluğu gösteriyordu.  "Dördümüz bir kaç saniye karanlıkta bekledikten sonra ben aşağıya inen basamaklara yöneldim, ama koluma bir el yapıştı karanlıkta. Arkadaşlarımı unuttuğum için korkudan neredeyse çığlık atacaktım”


   “Bendim. Babası gibi çobanlık yapan İsa’ydı bu. "Korkuyordum ve geri dönmek istiyordum. Ben geri dönmeyi düşünürken o aşağı, cadının yanına inmeğe çalışıyordu.

    “Kolumu biri kavrayınca korkmuştum ama bizimkilerin kalp atışları o kadar hızlıydı ki varlıklarını anımsadım tekrar ve cesaret geldi. Dizlerim hafiften titrese de taş merdivenleri inmeğe başladım ağır ağır. İlk köşeyi dönünce zayıf bir ışık belirdi aşağılarda bir yerlerde. İkinci köşeden sonraysa ışık iyice belirginleşti. Merakım artmıştı iyice. Nefes bile almadan son basamağa kadar ilerledim.

   “Kocaman bir bodrum vardı merdivenlerin bittiği yerde. Rutubet kokusu havayı iyice ağırlaşmıştı. Uzak köşede bir kaç balya saman ve kocaman bir merdiven vardı. Diğer bir kenardaysa bidonlar, teneke kutular vardı. Bir çeşit depo yada ardiye gibi kullanılıyor olmalıydı. Bodrumun uzak köşesinde bir yağ lambası yanıyordu. İsli lamba içerisini olduğundan daha korkunç görünüyordu. Bizler merdivenin başına çökmüş neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Bir adam vardı tam karşı duvarda sırtı bize dönük duruyordu. Önünde de duvara dayanmış bir koltuk vardı. İskeleti demirden yapılmış genişçe bir koltuktu. Metal olmayan yalnızca otuma ve sırtını dayama minderleriydi.  
    Koltukta da çok güzel bir kadın vardı. İnce narin bir bedeni ve kibar bir yüzüyle, yağ lambasının loş ışığında masum bir şekilde koltukta oturuyordu. Biraz dikkat edince genç kadının koltuğa zincirlerle bağlı olduğunu fark ettik. Arkamdan arkadaşlarımın biri fısıldadı,

     “Cadıyı yakaladık.” Bir diğeriyse

   “Ben babama haber vermeye gidiyorum” dedi ve bir yanıt vermemize zaman bırakmadan merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Muhtarın oğlu Mehmet çoktan yukarıya varmış olmalıydı. İşte o zaman ayakta dikilen adam sesleri duydu ve merdivenlere baktı. Yakalanmıştık.

   “Allah rızası için beni kurtarın" dedi koltukta zincirli kadın. "Yardım edin, beni bu zalimin elinden kurtarın" yalvarıyordu. Ortaya çıkma zamanımız gelmişti.

   "Bırak zavallı kadını" diyerek merdivenlerin karanlığından loş ışığa çıktım. Sesime kalın bir ses tonu vermeye çalışmıştım. Ardından bizlerde çıktık. Adama üç koldan yaklaşmaya başladık. Bir yandan da az önce fırlayan Mehmetin muhtar babasını bir an önce getirmesini diliyorduk.

     Adamla yüz yüze geldik. Onca davarı öldürecek birine benzemiyordu. Hareketleri ölçülüydü ve kibar sayılırdı.

    “Siz bu iş karışmayın” diyordu. Yaklaşınca adamın üst başının kan içinde olduğunu gördük. Koltukta bağlı kadında kanlar içerisindeydi. Ağız çevresi dişleri kanlıydı. Çenesinden damlayan kanlar ağzının içerisinde çiğnediği lokmasından sızıyordu. İnlerken dudaklarından dökülen kelimeler anlaşılmıyordu ama çektiği sıkıntıyı anlayabilmek için gözlerine bakmak yetiyordu. Adam hala "uzaklaşın" diye bağırıyordu. Belimde taşıdığım babamın piştovunu çıkardım.

    “Asıl sen uzaklaş o hanımdan” dedim. Adam belimden çıkardığım silahı görünce bir iki adım geriledi. Başımla Abdullah’a işaret edip,

   “Bağla şu cadıyı” dedim. Sözü Yunus hocanın oğlu almıştı.

   “Adamı yakaladım ve geriye doğru iteledim. Hazırlıksızdık, sağa sola bakınıp bağ olarak kullanabileceğim bir şey aradım. Koca mahzenden ipe benzer bir şey yoktu.”

   “O zaman yerden aldığım kalınca bir dalla kafasına vurdum. Olduğu yerde yığıldı.”  Kafasını kaldırdı, sırıtarak, "Bazen huysuzlanan koyunlara böyle yaparım. Beni dinlemezlerse kafalarına bir dal vurur, sırtımda taşırdım." Sırıtması durdu. "Karşımdaki koyun değildi o yüzden de içimden ölmesin diye dua ediyordum."

 “Bağlı olan kadını çözdük, çözdük ama ilk yaptığı bize saldırmak olmuştu. Ağzında çiğnediğini tükürdü ve çılgınca bize saldırdı. Tüyleri diken diken edecek tiz bir ses bodrumda yankılandı. O zaman geceleri uzaklarda duyulan çığlığın kimden çıktığını anlamıştık. Ellerimle ne kadar itelesem de üzerime geliyordu. Zayıf bedende olağan üstü bir güç vardı. Yere yuvarlandık, üzerime çöktü ağzının iğrenç kokusunu duyuyordum ve koku bana her saniye yaklaşıyordu.”

   “Ben atıldım üzerine. İsa da benimleydi. Amacımız yerde yatan Mithat’ı kurtarmaktı. Ama onca sarsmamıza rağmen bir parmak bile yerinden kıpırdatamamıştık. Sırtından yaklaşıp boğazını kavradım. İsa da başını geriye doğru çekmeye zorluyordu kadının. O saniye bizi üzerinden fırlattı. Birimiz sağa birimiz sola savrulmuştuk. Ben neredeyse duvara çarpıyordum. Bizler canımızı kurtarmaya çalışırken o kahkahalar atıyordu.” Sözü tekrar Mithat aldı.

   “Ağzından damlayan kanlar yüzüme geliyordu. Nefsinin kokusundan bayılmak üzereydim. Bir yandan var gücümle üzerimden atmaya çalışıyor bir yandan da dua ediyordum. Fazla merakın sonu  buydu. İşte o an güçlü bir darbe üzerimdeki beden yana devrildi.  Az önceki bayılttığımız adamdı bu. "Yardım edin tekrar koltuğa bağlıyalım" dedi. Ne yapmamız gerektiği konusunda kafamız iyice karışmıştı. Üçümüz bir adım gerileyip öylece kala kaldık. Adam bir yandan kadının üzerinde duruyor, diğer yandan da biraz ötede duran sandalyeden sarkan zincirlerden birini yerden almaya çalışıyordu. Zorda olsa kancanın birini kadının bileğine takmıştı. Ardından diğerine uzanmaya çalıştı. Uzanamayınca sandalyeden vazgeçip yerden ucu sivriltilmiş kazıklardan birini elin aldı. Az önce yere yuvarlanan narin bedenin üzerine çıktı. O zaman diğer elinde kocaman bir tokmak olduğunu görmüştük. Kazığı kadının göğsüne dayadı. Korkunç bir şey yapacaktı. Sağ elini kaldırıp elindeki tokmağı kazığın üzerine indirecekti ki Abdullah elini tuttu.  ‘Sen ne yapıyorsun be adam!!’  dedi. Adam,  bir eli havada durdu. ‘Bunun yapılması gerekiyor’ dedi. Elini Abdullah’ın elinden kurtarmak için silkindi.

     ‘Beni anlamıyorsunuz. Eğer bunu yapmazsak sonu daha acı olacak dedi. Ağaç tokmağı tutan eli tekrar havalandı.’  "Lütfen yap" dedi yerde yatan ses inilder gibi, hemen ardından da dişlerinin arasındaki kanlı etleri göstere göstere kahkaha attı.

    "Önce senden kurtulmam lazım salak" dedi. Bir silkinişte yerinden fırladı. Bileğine kilitlenen zinciri ve sandalyeyi gördü. Öfkeyle bağırdı. Sesi bodrumun taşlarında duvarlarında çoğaldı, duvarları aştı ovada dağlarda yankılandı. Zincirden kurtulmaya çalıştı. Koca metal sandalyeyi bir o yana bir bu yana savuruyordu. İşte o kargaşada duvardaki lamba devrildi. Yardeki samanları ve ıvır zıvırı tutuşturdu. Alevler çabucak yayıldı.

    “Bizler korkudan zaten basamaklara doğru çekilmiştik, alevleri görünce iyice korktuk ve dışarı kaçtık” dedi, şehirli çocuk. Bense konuyu aşağı yukarı anlamıştım.  Çocuklar bir kaza yapmışlar konağı yakmışlardı. Kafalarından da bir hikaye uydurmuşla çevresindekileri inandırmışlardı.

    “Bütün bu hikayenin kahramanı olan kişiler nerde peki” dedim alay edercesine. “Sandalyeye bağlı cadı kadın ve onunla kavga eden kocası nerede? Kanatlanıp uçmadılar ya?”

     “İşte burada.”  Sesin geldiği yöne dönünce uzun zamandır konuşmayan Muhtarın oğlunu gördüm. Aşağıda basamakların sonunda ki tavan tahtalarını kurcalamış, aradığı delilleri bulmuştu.  Üst üste adeta birbirine sarılmış gibi duran, yanık iki ceset vardı. Cesetlerin biraz ötesindeyse zincirle altta kalan bedenin ayak bileğine bağlanmış ağır metal sandalyede duruyordu. O zaman çocukların doğruyu söylediğine ikna olmuştum. Aşağıda bekleyen kalabalığa dönüp,

     “Peki bu merhumu ve merhumeyi tanıyan var mı?” deyince yanıt kalabalığın dışında sessizce dikilen birinden geldi.

    “Efendim ve eşi”  dedi uzaklardan gelen bir ses. Sesin sahibi zaman zaman köye alışverişe çıkan konakta yaşadığı bilinen tek kişi olan uşaktı. Yangından sonra ortalıktan kaybolmuştu. Muhtar adama dönerek

    “Sen önce nerede olduğunu söyle”  dedi. "Koca konak yanıyor, insanlar ölüyor ve sonra sen ortaya çıkıyorsun" dedi.

   - Müsaade edin anlatayım, dedi. Ağır adımlarla yukarıya konak enkazına çıkmaya başladı.

    “Ölen kişi, yani beyim Londra konsolosumuzun oğlu Kerim beydi. Yeni evliydi, çocukları yoktu. Babası Londra da kendisine yanında bir memurluk vermişti. Mutlu bir yaşantıları vardı. Ta ki o meşum olay gerçekleşesiye kadar.” Adam bir taşın üzerine oturdu. Muhtar başıyla işaret ederek adama bir bardak su getirilmesini istedi. Adam suyunu içtikten sonra sözlerin devam etti.

    “Ben o zamanlarda beyimin hizmetindeydim. Mutlu bir yaşantıları vardı, ta ki bir gece pencereden süzülen bir şey, bir mahluk kendisini ısırasıya kadar. O günden sonra hanımım iflah olmaz bir derde duçar oldu. Dışarı güneşe çıkamıyordu, gündüzleri uyuyor geceleri dolaşıyordu. Sürekli kan içmek, çiğ et yemek istiyordu. Oralarda yabancı memleketlerde rahat edemeyince, Beyim karısını çok sevdiği için alıp buralara getirdi. İstanbol’ dan getirttiği çiğ etleri ve hayvan kanı veriyordu. Yine de zaman zaman hanımım evden kaçıyor çevreye zarar veriyordu. Hastalığı artınca bir sandalye yaptırtıp bodrumda tutmaya başlamıştı. En son bir köylüyü öldürdüğünü öğrenince de sıranın masumlara geldiğini anladığında, canından çok sevdiği eşinin hayatına kendi ellerinle son vermek istedi. Sonrasını biliyorsunuz zaten...”
   Yapılacak bir şey yoktu. Burada olanları anlatsam kimse bana inanmazdı. Bu nedenle konağın  kaza sonuca yandığını belirten bir rapor hazırlayıp kaymakamlığa sundum. Londra Konsolosu Abdül Halim Bey de araya girdi köylülerin zararını tazmin etti. Konuda böylece kapandı.  aziz hayri

547
Kurgu İskelesi / Ynt: Hikayeler İndeksi
« : 22 Temmuz 2011, 12:48:44 »
merhaba
Yakın bir tarihte foruma üye oldum. Daha doğrusu forum kapılarını bana da açtınız, müteşekkirim. Ve ben şimdiye kadar üç denememi yayınladım. Birazdan dördüncüyü eklemek istiyorum. Sormak istediğim belli bir sınır limit var mı? Dört, beş altı diye devam edersem şansımı zorlamış olur muyum... Ayrıca indeks içinde teşekkürler.

548
Kurgu İskelesi / Karanlık Sevgi
« : 20 Temmuz 2011, 18:24:29 »
KARANLIK SEVGİ

Biraz inleme biraz ağlamaydı duyduğum ses ve ben birkaç gündür duyuyordum bu sesi. Zihnimin yorgunluğuna vermiştim önceleri ama kendi kendime yaptığım telkinlere rağmen ses kaybolmayınca üstüne üstlük beni sürekli izleyen bir gölgede görmeye başlayınca sorunlarımın artmaya başladığını düşünmüştüm. İlk fırsatta bir doktora görünecektim. Gerçi sonunda doktora veya hastaneye gitmeye gerek kalmamıştı. En iyisi ben size olanları en başından anlatmaya başlayayım.

Uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra son durak olan büyük şehirden küçük sakin bir kasabaya hanımın memleketine döndük. Sessiz, sakin ve huzurlu bir yerde, yıpratıcı onca yılın yaralarını sarmak daha kolay olur diye düşünüyorduk. Yine de dönüş kapısını tamamen kapatmamıştık. İzmir’deki dairemizi satmamış kiraya vermiştik. Onbin nüfuslu küçük bir yerde yaşamak hoşumuza giderse yerleşip kalacaktık. Yok, yapamazsak o zaman uzun bir tatil dönemi geçirdiğimizi düşünüp geri dönecektik. O nedenle artık evli barklı yetişkin olan çocuklarımız İzmir’de kalmışlardı. Kasaba ile İzmir arası o kadar uzakta sayılmazdı. Eyvah konu gene dağılmaya başladı galiba…

Dört katlı, eski ama bakımlı görünen bir binada kiralık bir daire bulduk. Sevinmiştik. Özellikle de bunca yıllık hayat arkadaşım çok sevinmişti. Kolay değildi hani, nikâhtan sonra öğretmen kocanın peşine takıl o il senin bu ilçe benim oradan oraya gez dolaş. Yıllar sonra doğup büyüdüğün topraklara dön. Belli etmemeye çalışsa da gözlerinin içi gülüyordu. Evde güneye bakan geniş bir cephesi olan lüks olmayan ama gereksinimlerimizi karşılayacak bir evdi. Yıllardır boş duruyormuş. “Mal sahibi öyle kiraya gereksinim duyacak biri değilmiş. Hatır için vermişler yani.” Bütün bunlar kayın babamın ağzından dökülen kelimelerdi. Ne de olsa ev sahibi çocukluk arkadaşıymış.

Eşyaların ağırlıkça büyük bir bölümünü tutan kitaplarımı koyabileceğim bir odası bile vardı. Ve yerleştik. Yıllardır hayalini kurduğum kitaplığıma kavuşmuştum. Tavana kadar rafları olan ortasında mütevazı bir masası, yazı makinesi gibi kullandığım bir eski bir laptopu ve gerektiğinde uzanabileceğim çek-yatı bulunan bir kitaplığım olmuştu. Ve ben gönüllü hapisliğe hazırdım. Defterlere kaydettiğim notları temize çekebilecek, yazdıklarımı gönül rahatlığıyla yayınevlerine gönderecek ve sonunda ileri yaşlarda “yazar” olabilecektim.

Ama birkaç gün sonra işlerin istediğim gibi yürümeyeceğini anlamıştım. Hanım yıllardır istediği hayata kavuşmuştu. Ev misafirden geçilmiyordu. Hoş geldiniz diyenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Akrabalar, dostlar, eski arkadaşlar dur durak demeden geliyorlardı. Ve bana yazabileceğim sessiz bir yer aramak düşmüştü. Çok geçmeden de aradığımı bulmuştum. Apartmanın bodrumu biraz elden geçince tamda istediğim gibi bir yer olacaktı.

Bol badana, iyi bir temizlik ve yeterli ışıklandırmayla izbe görünüşlü bodrum sevimli bir odaya dönüşmüştü. Kala kala tek bir sorun kalmıştı. Kötü zemin. İşinin ehli bir doğramacıyla da o işi hallettik. Masraflar mı, yıllardır evlerinden çıkmayan ev sahibimizle –ki kendisi aynı binada birkaç kat yukarıda oturuyordu- yarı yarıya anlaştık. Ne de olsa biz taşındıktan sonra üç odalı değil dört odalı bir evi kiraya verebilecekti. Bu arada ev sahiplerimizin garipliğinden de söz etmeliyim. Adam neredeyse hiç konuşmazdı. Kadın bütün işleri idare ediyor kocası dahil her şeyi yönetiyordu. Öyle sosyal birileri de değillerdi, özellikle çevre tarafından pek sevilmediklerini belirtmeliyim. Adamın yani Memduh beyin emekli maaşı ve kira gelirleriyle kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlardı. Tamam tamam muhabbet gene uzadı, konuya dönüyorum.
Kısa sürede taşındım bodruma. Masamı, laptopumu ve bir raf dolusu sevdiğim kitabı indirdim aşağı. Sıcacık bir havası olsa da bir sürgün yeri gibiydi,kendi isteğimle gittiğim gönüllü sürgün yeri. Sabahları diğer emekliler kahvelere giderken ben işine sadık bir esnaf gibi merdivenlerden aşağı iniyordum. Önceleri zor olsa da zamanla alışmıştım. Hatta sevmeye başlamıştım. Bazen kendimi unutacak kadar kalıyordum. Ve kendi kendime işte istediğim hayat bu diyordum. Ama her güzel şey gibi bu huzurda uzun sürmedi. Bir zaman sonra eve ilk taşındığımızda rüyama giren ses yanı başımda duyulmaya başlamıştı sanki. Dedim ya her şey olup bittikten sonra anlatmak kolay ama o günler bir hayli zordu.

Bir akşam üzeride çalıştığım dosyaya kaptırmıştım kendimi. Eğer merak ettiyseniz ne olduğunu da söyleyeyim. Bir tarih öğretmeninin yapabileceği en iyi şeyi yapmaya çalışıyor, konusu eski dönemlerde geçen bir roman yazmaya çabalıyordum. Kendimi bir hayli kaptırmış olmalıydım ki aşağıdan döşemenin altından gelen inleme seslerini duydum. Eşimin ince oyalarla işleyip astığı perdenin ardından tavana yakın pencerede karanlık çökmeye başlamıştı. Bir hırıltı ya da bir inilti gibi bir sesti. Aldırış etmemiştim ama ertesi akşam, yine akşam olurken duydum o sesi.

 Bu defa daha fazla dikkat etmiştim. Tam akşam ezanı okunurken duymuştum sesi. Daha belirgin daha yüksek perdeden geliyordu. Ve daha sonra ki gece iyice dinlediğimde yardım istediğini anlamıştım. İyi ama bu ses nereden geliyordu. Ve dedektiflik damarım ağır basmıştı. Birileri beni sessiz sakin bulmuş garip şakalar mı yapıyordu yoksa. İyi de niçin, bu küçük yerde sağlam dostluklar sürecek kadar kalmamıştık. Bir konuk gibi bayramlarda, tatillerde gelir, bir zaman kaldıktan sonra dönerdik. Şakayı yerinde ve zamanında seven ben bundan hoşlanmamıştım. Damadı olduğum bu yerde de bu tür şakalar yapacak samimiyeti kuracak kadar uzun oturmamıştım. Yine de ne olur ne olmaz diye yerimden doğruldum. Eğer şaka yapan biri varsa korkutayım diye sessiz hareket ediyordum. Üzerinde yürüdüğüm ahşap zemin gıcırdamasın diye olabildiğince ev sahibini uyandırmaktan çekinen bir hırsız gibi davranıyordum.

Kapıyı araladığımda önümde gittikçe karanlığın ağır bastığı bomboş bir koridor vardı yalnızca. Bürom!!! Koridorun en dibinde olduğu için ileride merdivenlerden düşen soluk ışık vardı yalnızca. Birde yukarıda oturanların olağan gürültüleri duyuluyordu. Yemek kokuları birbirine karışmış halde buralara kadar geliyordu. Çatal bıçak seslerini heyecanlı konuşmalar bastırıyordu. Zaman zaman öfkeli bir annenin tatlı sert sesi çalınıyordu kulağa. Ya da annenin söylemesiyle harekete geçen aile reisinin homurtusu duyuluyordu. Ama hiç biri birkaç gündür duyduğum o iniltiyi andırmıyordu. Ve artık yukarı çıkma zamanım da yaklaşıyordu. Akşamı siftah etmeden getiren bir esnaf havasında ışığı kapatıp kapıyı kilitledim. Ağır ağır basamakları çıkarken duyduğum o sesi eşime anlatıp anlatmamak gerektiğini kafamda sorguluyordum. Anlatamazdım, eğer anlatsaydım bana kesinlikle inanmazdı, zihin yorgunluğu, stres, uyum sorunu falan gibi gerekçeler ileri sürerdi.

Ses, duyduğum kadarıyla kalsaydı belki hiç söz etmeyecektim ama günden güne artıyordu. Üstelik gündüz saati sağda solda dolaşan çocukların gölgelerini de görmeye başlamıştım. İyice yoğunlaşıp kendimi satırlara verdiğim bir anda arkamda birinin beni gözlediğini hissediyordum. Kafamda sıralanan cümleleri bir yana bırakıp dizüstü bilgisayarımın tuşlarına öylesine vuruyor arkamda birinin olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Ama maalesef kimseyi göremiyordum. Sonra o son vuruşlarımı silip yeniden yazmaya başlıyordum. Bir kere daha bu kere daha ötelerde beni gözlüyorlar gibi geliyordu. İşte o zamanlar gündüzleri yazdığım için dua ediyordum. Hatta bir keresinde ensemde hafif bir soluk alış bile hissetmiştim. Ve uzaktan duyulan ezan sesiyle başlayan iniltiler ve ağlayışlar hiç kesilmiyordu. Mübarek Müezzin efendinin ezanı okumasını bekliyor gibiydi. Birkaç hafta sonrasında ne yapacağımı bilemeyecek hale gelmiştim. Aşağıya inişlerimin azalması eşimin de dikkatini çekmişti. Mazereti o ne zaman gelip ne zaman gideceği belli olmayan ilham’a yıkmıştım.

Düğüm bir öğleden sonrasında çözüldü.  Bir yönetmen bu hikâyeyi filme çekmeyi denese ancak bu kadar ürkünç bir atmosfer kurgulayabilirdi. O gün sabahtan kayınbabalara gitmiştik. Eşim rahatsızlanan annesinin yanında kalacaktı. Kahvaltıyı birlikte yapmıştık. Kadın ilerlemiş yaşına rağmen dinç görünüyordu ama o yaşlarda en basit bir hastalık bile adamı sarsıyordu. Geçmiş olsun dileklerinden sonra bir zaman oturduk. Ve mecburen öğle yemeğine kaldık Öğleden sonra ise ben eve dönmüştüm. Basit birkaç işi halletmek için çarşıya çıktığımda gökyüzünü kaplayan kara bulutlar olacakların habercisi gibiydiler. O gün bodruma inmeyecek laptopumu açmayacaktım. Kısa da olsa bir ara vermiştim. İçimde bir yerlerde pişmanlık duygusu “ha gayret sonuna yaklaştın” diyordu. Bir yandan bitmek üzere olan projemi düşünüyor ah ediyordum. –bu arada romanım bitti ve ben yayınevine gönderdim. Yanıt bekliyorum- Diğer yandan da küçük bir aranın çokta önemli olmadığını söylüyordu. En azından akşam ezanıyla birlikte duyduğum o sesleri duymayacaktım.

Yol boyu yağmur atıştırdı. Eve girdikten sonra ise sağanağa dönüştü. Çakan şimşekler kalın tül perdelerin ardından bir anda odayı ışığa boğuyordu. Birkaç saniyelik ürkütücü aydınlıktan sonra dekoru tamamlayan o korkunç çatırtı duyuluyordu. Televizyona baktım bir süre. Sesini açmama rağmen sesi gök gürültüsünün sesini bastıramıyordu. Üstelik yıldırım düşme olasılığı da vardı. Çektim televizyonun fişini.

Yatak odasına girip kitaplıktaki kitapları kurcalamaya başladım. O zaman uzun bir süredir belki kafamın içindeki o ses yüzünden belki de bitmeye yakın gelen projeme tüm mesaimi harcadığımdan kitaplara uzak olduğumu fark ettim. Parmaklarım bir zaman kitaplar arasında gezindi ve birinde kaldı. Tanıdık sırtlı kitabı çekmek üzereydim ki koridorda bir ses duydum. Seğirtince küçük bir gölgenin karanlık koridorda kaybolduğunu gördüm. Ama kararımı vermiştim. Akşam hanım çağırdığında hiç düşünmeden evet diyecektim. Hatta gece kayınbabalarda bile kalmaya razıydım. Ve geceyi de atlattıktan sonra sabah ilk iş olarak İzmir arabasına binecek, eşime bile söylemeye çekindiğim durumu –beni özlediğini düşündüğüm- doktoruma anlatacaktım. Bir karara varmış olmanın huzuruyla yerime döndüm. O zaman elimdeki kitabın Monte Kristo Kontu olduğunu gördüm. Fena bir seçim değildi.

Birkaç dakika sonra yumuşak koltuğumda oturmuş dışarıdan gelen seslere aldırmadan kitabımı okuyordum. Birden irkildim. Hemen yanımda yanı başımda küçük bir kız çocuğu duruyordu. Allah’ım, gözlerim, beynim, bedenim hatta ruhum benimle alay ediyordu. Dokuz on yaşlarında, oval yüzlü, hafif çilli, kumral saçı örgülü, sevimli bir çocuk yanı başımda koltuğun kolçağında oturmuş kitaba benimle birlikte bakıyordu. Deliriyor olmalıydım. Ne yapacağımı bilemeyecek durumdaydım. Elimdeki kitaba baktım. Baba Aleksandra Dumas’ın kalın kitabı, incecik, renkli resimli çocuk kitabına dönüşmüştü.

Bir zaman öylece kaldıktan sonra küt küt atan kalbime aldırmadan kafamı çevirdiğimde çocuk bana gülümsüyordu. Oval yüzde iki göz tüm yüzü kaplamıştı sanki ve sımsıcak gülümsüyordu tüm masumiyetiyle. Kimseye anlatmadığım o ses yüzünden çıldırıyor olmalıydım. Eğilip kitaba bakan kocaman gözleri bir anda bana çevrildi ve sımsıcak bir öpücük kondurdu yanaklarıma. Bir saniye sonrasındaysa o masum öpücük dünyanın en büyük günahıymış gibi fırladı. Arkasından seslenmeme rağmen gürültüyle aşağıya indi. Başımı kaldırdığımda öfke dolu bir başka bakışla karşılaştım. Bir diğer çocuk en büyük günahı işlemiş biriymişim gibi bana bakıyordu. Yerimden doğrulduğumda kendimi eski tarz döşenmiş bir odada buldum. Koltuklar, Halı, perdeler hepsi değişmişti. Karşı duvarda dayalı duran Lui tarzı mobilyaların kötü bir kopyası olan büfedeki aynaya gözlerim takılınca şaşkınlığım iyice artmıştı. Ben, ben değildim. On iki on üç yaşlarında bir yeni yetmeydim. Yüce Rabbim neler oluyordu bana böyle. Öfkeli kız da dışarı fırlamıştı. Tüm bunları düşünecek zamanım yoktu. Neler olduğunu anlamıyordum ama soruların yanıtını verecek olan koşarak kaçmıştı. Ne olacaksa şimdi olacaktı ve ben küçük kızın peşi sıra koşmaya başladım.

Kapıyı açtığımda kabası bitmiş tuğla duvarları örülmüş ama sıvanmamış tek katlı bir binadaydım. Bir kikirdeme duyuldu aşağı inen basamaklarda. Kocaman kara gözler gel oynayalım der gibiydi. Her yeri beton ve kireç kalıntılarıyla dolu merdivenlerden hızla indim. Aşağı vardığımda küçük kızın gölgesi dipteki odaya girmişti. Ardından bende indim. Koridorun sonuna kadar koşmuştum ve kendimi savurturarak odaya, o günlerce yazmaya çalıştığım odaya daldım ama kör kasadan içeri adımımı atar atmaz durdum.

Nefes nefese kalmıştım. Şaşkındım ve korkmuştum. Odanın içinde kocaman bir kireç havuzu vardı. Kireç yeni söndürülmüş olmalıydı ki üzerinden hala dumanlar çıkıyordu. Zayıf köpükler kıyıda köşede hala patlıyordu. Karşımızdaki yarım duvar işçilerin binaya daha rahat girip çıkmaları için bırakılmış olmalıydı. Duvar, tahta parçalarıyla kapatılmaya çalışılmıştı ama çevrenin çocukları yer yer tahtaları parçalamışlardı. İşte o zaman her yanı kireç içerisindeki odada yalnız olmadığımızı fark ettim. Az önce yukarıda bana öfke ve kıskançlıkla bakan diğer küçük kızda oradaydı. Aynı yaşlarda ama daha zayıf, uzun boylu ve iyi giyimli bir kız çocuğuydu. Ayaklarım usul usul geri gitmeye başladı. Yeni kız, diğerini belki de iriliğinin verdiği üstünlükle rakibini tartaklıyordu. İşte o zaman kavganın nedeninin “ben” yani aynada gördüğüm kişi olduğunu anlamıştım. İki küçük kız yaşça kendilerinden bir ya da iki yaş büyük olan oğlan çocuğu için kavga ediyorlardı. Duruma bakılırsa bu delikanlıyı da keyiflendirmişti.

Bir anda aralarındaki konuşma bağrışmaya dönüştü. Neredeyse kavga edecek gibiydiler. Aslında eşit güçlerin tartışmasından çok yeni kızın diğerini hırpalıyordu. Biraz önce yanı başımda oturan kız ise yalnızca savunmada kalıyordu. İri kız diğerini acımasızca itiyordu. Ne olduysa birkaç saniyede olmuştu. Büyük kız kendisine karşı gelmeyi sürdüren çilli kızı öyle bir ittirdi ki minik yavrucak ayaklarının ardındaki kireç havuzuna düştü. İşte o zaman uzaklardan ilahi bir ses duyuldu. İnananları camiye çağıran hocanın sesi küçük odada yankuılanmaya başlamıştı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. O sevimli yavrucağın her yanı bembeyaz olmuştu. Kireç yeni sönmüş olmalıydı ki kızcağızın her yanı yanıyordu, eriyordu.. Bir zaman sonra acı dolu haykırışlar azaldı, azaldı. Sesi yalvarmalara inlemelere dönüştü. Ben, yani ben olan kişi ise onu oradan çıkaracak çareler arıyordu. Beyaz cehennemde kavrulan küçük bedense bir yandan acı içinde inliyor diğer yandan kendisini yakıp kavuran havuzdan çıkarmaları için, merhametsizce kendisine bakan kıza yalvarıyordu.

Gördüklerimi anlamaya başlamıştım. Beni rahatsız eden gölge durumun açıklanmasını istiyor gibiydi. Yere çömeldim. Olanları görüyor ama hiçbir şey yapamıyordunuz. Ellerimle kulaklarımı kapatmaya çalıştım ama iniltiler sönmüş kireç havuzundan değil beynimin içinden geliyordu. Henüz birkaç saniye geçmişti ki duyduğum ses dikkatimi başka yöne çekti. Eğer bir deniz kenarında olsaydık duyduğum sesin tramplenden havuza atlayan amatör birinin sesidir diyebilirdim. Ağır bir cisim yüksekten düşmüştü. Ve arkasından da acı dolu haykırışlar duyuldu. “Kurtarın beni” diye bağıran boğuk bir ses sokakta yankılanıyordu. Ne yapacağımı bilemeyecek durumdaydım.

Bodrumdan yukarı koştum. Sokağın ortasına kurulmuş bir başka kireç havuzunun içinde yanan bir başka beden vardı. Düşen yağmur damlaları beyaz ve yoğun havuz üzerinde kabarcıklar oluşturuyordu. Ama bu kere kirecin suyla oluşan ve kavurucu bir sıcaklık veren reaksiyonunda, beyaza boyanmış ölüm havuzunda kıvranan bir küçük çocuk bedeni değildi. Yaşlı bir kadın bedeniydi beyaza boyanan. Yenice soğumaya başlayan beyaz bulamaç tüm deriyi eritmeye başlamıştı. Bana yardım etmem için uzanan ellerin yer yer kemikleri görünmeye başlamıştı. Belki de ses telleri eriyen kadın anlamsızca inlemeye başlamıştı. Bakamıyordum. En cesaretli yönetmenlerin bile filmlerinde istemeyecekleri bir sahneydi bu. Yanık et kokusu, kan kokusu çevreye yayılmıştı. Beyaz saçlar, yaşlı deri gözlerimin önünde eriyordu. Kadın ağlıyor, yalvarıyordu. Hiçbir şey yapamamanın ezikliği içinde bir adım geri yürüdüm. Gözlerimi kapadım, tıpkı doktorumun bana tavsiye ettiği gibi içimden saymaya başladım. Bin bir, bin iki, bunlar gerçek değildi ve ben kâbus görüyordum. Bin üç bilinçaltım bana oyun oynuyordu. Bin dört gözlerimi açınca kendimi oturma odamda bulacaktım. Bin beş işte yüzleşeceğim gerçek” deyip gözlerimi açtım.

Olanlar hem gerçekti hem de hayaldi. Gerçekti çünkü gök gürültüsü ve çılgın gibi yağan yağmur devam ediyordu ve daha kötüsü bodrum penceresinin hemen önünde asfaltın üzerinde kıvranan bir beden vardı. Hayaldi çünkü şuan ne bir kireç havuzu vardı ne de yanmış bir beden. Yalnızca yere yapışmış gibi duran bir gövde bir adım ötemde duruyordu. Akan kan yol üzerinde yağmur sularına karışıyordu. Şimdiden asfaltın rengi kızıla dönmeye başlamıştı.

Yaşlı kadının dudakları bir şey söyleyecekmiş gibi kıpırdıyordu. Usulca eğildim. “Memduh’u en çok ben sevdim” dedi. Başımı kaldırıp yukarı baktığımda balkonda duran yaşlı adamı gördüm. Bir an göz göze geldik. Onca uzaklığa rağmen adamın huzurla gülümsediğini hissedebiliyordum.

O gece polisler her yandaydı. Kimi kendini asan Memduh bey’le ilgileniyordu. Kimi de benim o çok sevdiğim bodrum bozması çalışma odamın zeminini kazıyorlardı. Bir metre aşağıda eski kireç havuzuna ulaştılar, ardından da küçük kızın kemiklerini buldular. Her şey yaşlı adamın bıraktığı mektupta açıklanmıştı. Elif kız yıllar önce kaybolmuştu. Uzun süren aramalara rağmen ne ölüsü ne de dirisi bulunamamıştı. Ailesi kızlarının yokluğuna dayanamamışlar oralardan uzaklara, İstanbul’a göçmüşlerdi. Küçük Memduh ise olanları önceleri anlamamış ama kendisini korkutan kızın dediklerini ömrü boyunca yapmak zorunda kalmıştı. Kendisine yönelen bir Karanlık Sevginin esiri olmuştu. Ta ki vicdan azabına dayanamadığında eşini, hayat arkadaşını yukarıdan aşağı itene kadar ve aynı cesaret tavana astığı ilmeğin bir ucunu boynuna takmaya yetmişti. Birde çoktan ölüp giden bina sahibi vardı. Kızını seven, onun suçlanmaması için kireç havuzunu bir gecede toprak doldurup üzerine beton döken baba. AZİZ HAYRİ
 

549
Kurgu İskelesi / Yatır
« : 19 Temmuz 2011, 17:48:13 »
Y A T I R

     Öykümüz küçük bir kazada geçiyor. Kırık dökük asfaltla ana yoldan başlayıp, yılan kavi bir edayla dağ köylerine doğru şose olarak uzayıp giden yolun üzerinde kurulmuştu Gayretli Kazası. Yağış mevsimindeki sellerden korunmak için dağ silsilesinin kuzey yamacına kurulmuştu kasaba. Halkının çalışkanlığının, cumhuriyetin ilk yıllarında devrin valisinin gözüne batması ile şimdiki adını almıştı. Ana yolun çevresine kurulmuş dükkanları ve balık kılçığı gibi ana caddenin iki yanına sıralanmış sokakları vardı. Ama Gayretli Kasabasını diğer benzerlerinden ayıran temel neden sahiplendikleri “Gökçe Baba” ları. Kasabaya ilahi bir hva ve saygınlık kazandıran Gökçe Baba için yapılmış “Yatır”dı. Daha kasabaya girmeden yolun içerisine yapılmış dört beş metre yüksekliğinde taş binaydı. Kimilerine göre özgün mimari, kimilerine göre de ucubeydi. En belirgin özelliği ise dedenin ayakucundaki çinili plakaya desenlerin arasına ustaca işlenmiş ancak dikkatli bakılınca görülebilen yazıydı. “Mkim 3033” Bina yeni sayılırdı ama öyküsünün zamanını tam olarak çıkaran yoktu. Harbi umumi zamanı diyenlerde vardı İstiklal Harbinden hemen sonra diyenlerde. İşte size  “Yatır”ın hala anlatılan öyküsü...

“Güneş batalı çok zaman olmamıştı. Kasabanın tek lokantası ve meyhanesinin havası yenice dumanlanmaya başlamıştı. Ahşap binanın birinci katı gündüz lokanta olarak gece ise meyhane olarak iş yapıyordu. İkinci katta ise Meyhaneci İsmetin evi vardı. Kapıdan içeri girdiğinizde basık bir salon sizi karşılardı. Ortadaki iki meşe direk, salona dar bir hava verse de bu durum müşterileri fazla etkilemiyordu. Biraz ilerleyince tam karşınızda bir tezgah bulurdunuz. Uzun, tamamen masif meşe ağacından yapılma bir tezgahtı bu. Garsonların siparişleri götürmesi için sık sık uğradıkları bir yerdi. Mutfakla salon arasında bir set gibiydi. Bu setin arkasında da hiç yıkanmamış gibi duran kirli beyaz önlüğüyle meyhaneci İsmet dururdu. Müşteriler kesinlikle tezgah başında durmazdı. Tüm müşteriler salonda masalarda otururlardı. Biri hariç.

Bu her zaman barda, sırtı salona dönük oturan orta yaşlı biriydi. Hava karardıktan bir süre sonra ova yönünden çıkar gelir kendisi için ayrılmış taburesine otururdu. Ne kadar erken gelirseniz gelin o kişiyi orada bulurdunuz. Sırtı kapıya dönük olarak konuşmadan oturur sürekli içerdi.

İlk ne zaman geldiği kimse anımsamasa da haftalardır orada oturduğuna tanıktı meyhanenin çalışanları ve devamlıları. İyi sayılabilecek bir giyimi vardı. Belki ara sıra değiştiriyordu ama sanki üzerinde hep aynı takım elbise varmış gibiydi. Tertipli, lekesiz, tertemiz ve her zaman ütülüydü. İlk zamanlar yadırganmıştı sürekli içmesi. Her akşam hiç aksatmadan ücretini ödemesi onu sevilen ve aranan müşteri haline getirmişti. Dahası bahşişin hesabını yapmıyor, bol bol bahşiş bırakıyordu. Bu nedenlerden dolayı önceleri fısıltıyla sorulan "kimdir?  Kimlerdendir?  Nerelidir?" türünden sorular sorulmaz olmuştu.

İlk geldiği günlerde meyhaneci yabancıya kim veya kimlerden olduğunu sorma cesaretini göstermişti. Ama almış olduğu ters yanıt önceleri moralini bozsa da adamın ciroya olan katkısı göz önüne alındığında sesini çıkarmamaya karar vermişti. Bu yabancı sayesinde meyhanesinin reklamı ummadığı kadar yapılıyordu. Değil kendi kasabası komşu köylerden ve kasabalardan onu görmeye gelenler oluyordu.

Günler geçtikçe meyhane daha kalabalıklaşıyordu. Yabancıyı merak edenler bir kere görebilmek için İsmetin mekanına uğruyorlardı. Yılların Meyhaneci İsmeti para verip bir adam tutsa bu kadar reklamını yaptıramazdı. Hayatı boyunca içkili yere ayak basmamış çevre kasaba ahalisi bile binbir desturla içeri adamı görmeye geliyorlardı. Öylesine laflamaya gelenler olduğu gibi oturduğu yerden gözlerini dikip adamı ciddi ciddi izleyenler de vardı. Zamanla kasabanın erkekleri işlerini güçlerini bırakmışlar hep Yabancıyı konuşur olmuşlardı. Tabi kadınlarında muhabbetlerinin içinde vardı.

Yabancının ilk fark edilen özelliği hiç tuvalete gitmeyişiydi. Saatlerce oturup bira falan içtiği halde bir kere olsun tuvalete gittiğini gören olmamıştı. Bir keresinde bir gurup genç iddialaşmıştı. Ve "Tuvalete gitmeyecek" diyenler kazanmıştı iddiayı.

       Yabancıyla ilgili dikkat çeken bir başka özellikte kendisini kimsenin dışarı da aydınlıkta görmemiş olduğuydu. Ne kasabayı boydan boya geçip, kel tepeye uzanan tek ana caddede gören vardı ne de bu caddeye bağlanan ara sokaklarda. Bir evliya bir ermiş gibi meyhanenin yanınında belirirdi akşam alacasında.Bu rada Sırtını yasladığı Aladağlar nedeniyle ikindiden bir zaman sonra güneşin kaybolduğunu da söylemek gerekir.

      Yine ilk günlerde dedikodular üzerine basit polis memurundan yörenin yaşlı komiserine kadar pek çok polis memuru gelip gitmişti meyhaneye. Adamın üzerinde taşıdığı kimliklerinde ve diğer kağıtlarında görünürde bir olumsuzluk yoktu. İstanbullu görünüyordu. Ticaret yaptığı bu nedenle sürekli gezdiğini söylemişti. Türk Filmlerinden etkilendiği her halinden belli olan Komiser adama bir şey diyememişti. Üstelik adamın hiç kimseye zerre kadar zararı da olmamıştı. O nedenle herhangi bir şey dememişler diyememişlerdi. Yine de üzerinde hissettiği baskı sonucu Babacan komiser adamın kimliğinin bir örneğini kağıda yazdı. Ankara'ya soracaktı ne olur ne olmaz diye.

Zamanla müdavimler iyice alışmıştı yabancıya. İçeri girince adama Yılların meyhanecisinden bile önce selam vermeye başlamışlardı. Hoş adam selam falan almıyordu ama bu onun kabahatiydi kasabalıya göre. Müşterilerin adama alışmaya başladığı günlerde ufak bir yakınlaşma başlar gibi olmuştu. Birahanenin devamlısı olmasa da sık sayılabilecek şekilde gidip gelen ziraatçı Memet adamın yakınına oturma cesaretini göstermişti. Günlerden beri ilk defa adam "tazele"den başka bir kelime sarf etmişti. Zıraatçi Memetin selamını tok bir sesle almış bir kaç cümlede olsa konuşmuşlardı. Zaten o konuşmadan sonra adam hakkındaki dedikodular iyice artmıştı.

      "Birilerini bekliyorum" demişti. Zıraatçi Memede verdiği yanıt, Komisere söylediği yanıtla aynıydı. "Beni buradan alacaklar" demişti. Bu dağ başına kim gelirdi. Niçin onca yer varken dağ başında randevu verilirdi kimse bir şey anlamamıştı."Ne zaman?" dediklerinde de  
      "Yakında" yanıtını vermişti. O kısa konuşmanın sonunda sorulan "kimler" ve "nereden gelecekler" sorularına da hiç yanıt alamamışlardı. Adam tezgahın üzerindeki rakısına dalmıştı çoktan. Emniyet müdürü işte bu olayın duyulmasından hemen sonra Meyhaneye tekrar gelmişti. Önce yumuşak tonda sonra sert tonda sorular sormuştu. Önceki duyduklarından, Ziraatçi Memet’in duyduklarından başka bir söz işitememişti. Üstelik Yabancı bunları Komiserin gözlerinin içine bakarak söylüyordu. Aranan biri olup olmadığını anlayabilmek için kimliğinin örneğini bir kere daha almış Ankara'ya bir kere daha yazmıştı.

İnsan oğlu tanımadıklarını düşman bellermiş. Kasabanın ileri gelenlerinden birinin oğlu olan Memet yine içmeye gelmişti avanesiyle. Bir gece önce kendisine yapılan davranıştan memnun olmadığı her halinden belliydi. Belliydi çünkü bu kere daha kalabalık gelmişti. Maraza çıkacak gibiydi. Biraz içki içip kafaları demlenmeye başlayınca sözlü sataşmalara başlamışlardı. Belki kendisine ve babasına olan aşırı güveninden dolayı, belki de çevresindekilere güvendiğinden dolayı tacizlerinin dozunu arttırmıştı. Yabancı yine de olgun davranmış, bir kere olsun dönüp bakmamıştı bile. Bu tavır, ağa oğlunun iyice küplere binmesine neden olmuştu. Tam ayağa kalkmak üzereyken Komiser Baba içeri girince toparlanıp dışarı çıkmışlardı. O gece Yaşlı komiser niçin hala emekliliğinin gelmediğinin isyanıyla bir kere daha yanaştı yabancıya. Sorunun şımarık ağa oğlunda olduğunu biliyordu ama yine de adamla bir kere daha konuştu. Yabancı ise yalnızca kır saçlı adamın çakır gözlerine baktı.

       Bir sonraki gece bir kaç arkadaşını daha bulup geldi Ağa oğlu Memet. O gece kesin kavga çıkarmaktı amacı. Şehir züppesinden intikam alacaklardı kanını akıtacaklardı. Önceden anlaşmışlardı. Bir ya da bir kaçı araya girmek isteyen meyhaneciyi tutacaklardı. Diğer bir ikisi de adamın kollarından kavrayacaktı mengene gibi. Kasabalılar ise oldum olası böyle işlerden korkarlar, karışmazlardı. Ağa oğlu da, ağız burun dümdüz girecek adamı bir güzel benzetecekti.

     Haberler Komisere ulaşmıştı tabi ama yapabileceği hiçbir şey yoktu, yalnızca uzun zamandır Ankara’dan gelmeyen postayı bekliyordu. Telefon etmeye çalışmıştı. Kazada bulunan birkaç telefondan biri karakolda olsa bile santrala ulaşmak Ankara’ya Bakanlığa bağlanmak zaman alıyordu. Çoğu zaman işlemlerin arasında hat kesiliyor tüm aşamaları tekrar denemek zorunda kalıyorlardı. Bir yandan mevzuatı unutmamış olayı ve kuşkulu kişiyi yazı ile olayı tekrar Ankara'ya bildirmişti. Yazalı; üstelik acele diye işaretleyerek yazalı bir hafta olduğu halde bir yanıt gelmemişti. Gündüzden kulağına gelen olayın tekrarlanmaması için hazırlandı. Gidip meyhaneyi dolaşması gerekiyordu.

      Ağa oğlu Memet ve arkadaşları içeri girdikten sonra sözlü sataşmalara başladılar yine. Meyhanecide anlamıştı bir şeyler olacağını. Uzun zamandır bekliyordu da bu marazayı. Önceden haber gönderdiği, araya ricacılar kattığı halde Ağa oğlu gelmişti. Ve yabancıyı da kapatırken uyardığı halde "yarın içeceğini kaldığın yere ovaya nereye istersen oraya göndereceğim, üstelik en iyi garsonumu bu işle vazifelendireceğim" demişti. Yabancı ise

“Zaman iyice yaklaştı. Gelip beni buradan alacaklar” demişti. İşte adam yine gelmişti. Artık meyhane kurdu olmuş Meyhaneci İsmetin bir işaretiyle garsonlar kıymetli içkileri içeri götürdüler. Kesme kadehler nadide şişeler kaldırılmıştı orta yerden

Tüm arsızlığıyla bir önceki gece olduğu gibi önce sözlü sataşmalar başlamıştı. Yabancı zararsız sayılabilecek sözlere dönüp bakmayınca doğrudan doğruya alaya ve hakaretlere vardırmışlardı. Yabancı yinede aldırış etmeyince yanına gelmişler el kol hareketlerine başlamışlardı. İşte o anda komiser içeri girmişti.
      Her şey bir kaç saniye içerisinde olup bitmişti. Hengameyi bekleyen meraklılar gözlerini dört açmışlardı. Gördüklerini tanık olduklarını sonraki günlerde kahvelerde ballandıra ballandıra anlatacaklardı ama pek bir şey göremediler. Izbandut gibi gördükleri ve bulaşmaya çekindikleri Ağa oğlunun yabancıya elini atmasıyla kendini yerde bulması bir olmuştu. Yabancı bir bilek hareketiyle yüz kiloluk herifi yere yapıştırmıştı. Ne arkadaşlarının adamı tutmasına nede diğerlerinin meyhaneciye engel olmasına gerek kalmamıştı. Ne olduğunu anlamadan kendini yere yapışmış bulan Memet hışımla doğruldu. Fakat oda ne Yabancı o iri cüsseyi bir kere daha hem de fiske ile yere yıkmıştı. Üstelik bu defa koca cüsse havada bir parende de atmıştı. Tabii yenilen pehlivan güreşe doymazmış hesabı Ağa oğlu bu defa oflayıp poflayarak yerden kalkmaya başladı. Belli etmemeye çalışsa da iyi yere çalınmıştı. Hep yanında duran kumral delikanlıya işmar etti. İşareti gören kumral delikanlı ve diğer arkadaşları uzun boylu yabancının çevresini sardılar. Artık hep beraber tekme toket yumruk Allah ne verdiyse girişeceklerdi.

O dakikalarda adam sanki bir sesle uyarılmış gibi kulak kesilmişti. Yalnız o değil kenarda oturanlardan biri de havadaki garipliği farketmişti. Yabancı kendisine yaklaşmaya çalışanları sinek kovalar gibi itti. Kapıya doğru yürümeye başladı. Meyhane kapanasıya kadar ayrılmayan yabancı ilk defa daha yatsı bile okunmadan dışarı çıkıyordu.

      Adamın dışarı çıkması ile birlikte oturdukları yerden kıpırdamayan kasabalı ürkek adımlarla dışarı çıktılar. Vakit akşam olmasına hatta yavaşça geceye dönmesine rağmen hava aydınlık sayılırdı. Ama pek öyle gün ya da ay ışığının verdiği bir ışığa benzemiyordu. Üstelik Kasabanın altını bir ıslık sesi doldurmuştu. Yabancı ağır ama emin adımlarla kasabanın dışına doğru yürüdü. Zaten beş on evden sonra kasaba bitiyordu Çabuk ama telaşsız adımlarla yürüdüler bir zaman, tıpkı usta bir çobanın sürüsünü yönlendirmesi gibi arkasından ahaliyi sürüklüyordu yabancı.

Asfalt yoldan çıkmışlar tarlalarda yürümeye başlamışlardı. Karanlık önce laciverde dönüştü ardından da koyu yeşil bir hal aldı. Yukarıdan gökyüzünün derinliklerinden bir ışık peydahlandı. Göz kamaştırıcı bir ışık Işıkla birlikte gümüş bir tepsi aşağıya inmeye başladı. Yere yirmi santim kala durdu. Yabancı her zaman yaptığı işmiş gibi tepsiye yaklaştı. Üzerine bindi. Tepsi ağır ağır yükseldi. Bir zaman sonra ışık kayboldu. Peşinden de ıslık sesi yankılanmaz oldu ovada
 
Bir daha yabancıyı ne gören oldu ne de duyan, ama onun göğe yükseldiği yerde bir mezar yapıldı. Gökçe Baba adı verildi kendisine yıllar sonra Belediye başkanlarından biride girişteki Yatırı yaptırdı. Bazı geceler oraya nur indiğini gördüğünü söyleyenler bile vardır.”

550
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 15 Temmuz 2011, 13:08:53 »
Dün akşam uzun zamandan beri elimde olan bir filmi izledim. Elm sokağı Kabusu. Yeni çevrim. İzlemeyenler varsa yani 1980 lerde başlayan seriyi izlemeyenler varsa izlesin derim.

551
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 13 Temmuz 2011, 12:55:09 »
dün akşam show tv de vavien'i izledim. Kanallar arasında gezerken rastladım. Film yeni başlamıştı sanırım. Ama bayıldım. Kaçırmayın derim

552
Kurgu İskelesi / Cadı Bostanı
« : 08 Temmuz 2011, 12:49:37 »
CADI BOSTANI

   Yağmur alabildiğine yağıyordu, Binlerce yıldır yağmayan yağmur birikimini bir gecede yeryüzüne aktarmaya çalışıyordu sanki. Karanlık gece, simsiyah bulutların etkisiyle katran karası bir hal almıştı. Beş- on saniyede bir çakan şimşekleri saymazsanız karanlığın sonu yok zannederdiniz. Işık yoktu, madde yoktu, yalnızca koyu bir karanlık vardı. Birden karanlığın içinden böğürtüyü andıran bir ses duyuldu.

    "Gel küçük kız, Arif amcan sana bir şey yapmayacak" Sözünün bitiminde çakan şimşek adamın iğrenç suratını aydınlattı. Kanlı gözleri yuvalarından fırlayacak gibi bakıyordu. Geniş arazide ellerinden kaçan çocuğu bulmak için arkadaşlarıyla birlikte çamurun içerisinde bata çıka yol almaya çalışıyordu. Kendince sessiz olmaya çalışıyordu ama bir boğa gibi soluk aldığı için nerede olduğunu o karanlıkta bile anlayabiliyordunuz.

    "Hadi benim tatlı ablacım" dedi bir başkası karanlığın içinden "Sana güzel armağanlar vereceğiz." Attığı kahkaha çevredeki kayalıklarda yankılandı.
 
    "Güzel pazen libaslar"

     "Cicili bicili kolyeler"

     " Kırmızı elma şekerleri." Karanlığın içerisinde aranan adamlar vaatlerini arttırıyorlardı. Bir kaç adım ötede çıtırtı duyuldu. Çakan şimşek çalıların arasında saklanmaya çalışan korku dolu gözlerde parıldadı. Yumuşak bir ses, "Eğer bizle gelmezsen üşütür hasta olursun. Bu yüzden hem kendin üzülürsün hem de bizleri üzersin" dedi. Sesin sahibi yanında yürüyen arkadaşına fısıltıyla

     "Bulamasaydık Ağa ciğerimizi sökerdi" dedi bir yandan usulca çalılara yaklaşırken. Evet, Koca Ağa, Padişahın bile baş edemeyip bıraktığı Ciğer Söken Ağa kendilerini bir küçük kız çocuğuyla baş edemediği için adamlarını ya asar ya da kazığa oturtur, ciğerlerini de öyle sökerdi.

    Evin bahçesinde günlerdir hüzün vardı. Bir kaç yıl önce buralara Balkanlardan göçen ve içinde oturdukları araziyi satın alan Hacı Beytullah efendinin ikiz torunlarından kız olan kaybolmuştu. Henüz on yaşında olan velet her yerde aranmış ama bir türlü bulunamamıştı. Neden olarak ta kendisine buralarda oturmaması konusunda tehditlerde bulunan Eski yeniçeri ağası sorumlu tutulmuştu. Nice aramalara fayda etmiyordu. Çünkü geniş ve boş arazide kendisine sayısız saklanacak yer bulabilen Ciğer söken Ağa yakalanamıyordu. 

     İşte o sabah, türlü işkencelere maruz kalmış minik cansız beden arazi yakınlarında bulunmuştu. Bir paçavra gibi atılmıştı evin yakınlarına. Evde, çaresiz ağlamalar ve yakarmalar duyuldu yalnızca. Ağlamayan, acısına katlanan bir kişi vardı. İkizlerin annesi, Hacı Beytullahın küçük gelini Zeynep kadın. Zeynep kadın herkesin yadırgadığı bir şey yapmış, yavrusunun cansız bedenini kapmış kaçırmış ve iki gün ortada görünmemişti. İki gün sonra kendisini bir mezar başında bulmuşlardı. Zavallı genç kadın yorgunluktan harap düşmüştü. Genç anne hiç iyi değildi, hastalanmış, üç gün sonra da yavrusunun yanına gömülmüştü. Hacı Beytullah Efendi ise bu olaydan sonra araziyi bırakmış ailesini ocağını toparlayıp güneye adalar denizine doğru yola çıkmıştı.

   Her yan geniş arazilerle doluydu. Arada sırada göze çarpan bahçeli evler manzaranın içinde erimişti sanki. Kente sırtınızı döndüğünüzde, kentin hemen dışında olsanız da sanki kilometrlerce ötedeymiş gibiydiniz. Arada tek tük evler olsa da bu evler bölgenin terk edilmişlik havasını etkilemiyor hatta arttırıyordu. Arazi insansız bölge gibiydi. Hatta bitkileri saymazsanız bölgede canlı yaşadığından bir kuşku duyabilirdiniz. Terk edilmiş bir bölge gibi, hani derler ya "Tanrının unuttuğu yer", işte öyle.   

   Yolcu, uzun süredir oturduğu ağaç kütüğünden baktığı bu araziye hayran kalmıştı. İki tepenin arasında kalmış bir vadi uzaklardaki denize kadar uzanıyordu. Hafif bir eğimle yükselen yamaçlar yeşilin her tonu ile bezenmişti sanki. "Yaradan Rabbim, ne güzel yaratmış ama nankör insanoğlu kendisine verilen nimetin kıymetini bilmeden çarçur etmiş" diye aklından geçirdi. Kentin hemen dışında böyle bir yer olması temsil ettiği kişi açısından önemliydi. Eğer bu terk edilmişliğin nedenini, yani gerçek nedenini öğrenebilirse buralardan yerini bilemediği geniş bir araziyi kumandanına alabilirlerdi. Mirliva Cemal Paşa burada arazi alıp kendisine emekli olduğunda yaşayabileceği bir yer yaptıracaktı.

    Etrafına tekrar bakındı. İstanbul a bu kadar yakın, bu kadar verimli bir arazinin söylenildiği kadar ucuza satılması garipti doğrusu. Evet, bir kaç yıl önce kaldırılan Asilerin kalıntıları bu arazide saklanıyorlardı ama onların temizleneceği belliydi. Bu yalnızca zaman meselesiydi.

    Sabah erken yola çıkmıştı Kadıköy’ünden. Yol tahmin ettiğinden daha uzun sürmüştü. Bir binekle gelmesi dikkat çekeceği için onca yolu yayan gelmişti. Kafasını kaldırıp gökyüzünde iyice yükselmiş olan güneşe baktı. Oturduğu yan yatmış koca ağaç gövdesinden kalktı, hızlı hareket etmesi gerekiyordu. Araziye serpiştirilmiş gibi duran bir kaç evin kapısını çalmayı aklından geçirdi ama bir sonuç alamayacağını düşünüyordu. Yinede kafasından basit bir plan çizdi. En yakın evin kapısını çalacak bir şeyler öğrenmeye çalışacaktı. Sonuç alamazsa doğuya, hayal meyal görünen köye gidecekti.

   Haklı çıkmıştı, bilgi alabileceğini düşündüğü eve gitmiş ama evde kimseyi bulamamıştı. Buralar hakkında hiç iyi şeyler söylenmiyordu. Asker kaçaklarının barınağı, hırsızların, çetelerin yatağı deniliyordu. Bütün bu söylentilere rağmen kumandanı bu araziyi satın almak istiyordu. Asıl varmak istediği arazinin nerede olduğu konusunda hala bir fikri yoktu ve bilgi alabilmek için mecburen köye gidecekti.

     Köyde kendisini karşılayan, sabahtan beri iyice aşina olduğu terk edilmişlik duygusuydu. Gördüğü kadarıyla altmış yetmiş hane olan köyün sokakları bomboştu. Evler bir kaç saat önce gördüğü arazideki evlerden farklı değildi. Bütün kapılar sımsıkı kapanmıştı. Pencerelerin her birinde kalın ağaçlardan yapıldığı belli olan kapaklar vardı. İstenmeyen konuklara karşı Bahçeler bakımsızlıktan harabeye dönmüştü. Köy sakinlerinin büyük bir kısmı ya kente veya başka yerlere göç etmişti anlaşılan.

     Vakit iyice geç oluyordu ve kendisi ne yapacağını bilemez durumdaydı. İstanbul a bu kadar yakın ve İstanbul'dan bu kadar uzak olmak şaşkınlık uyandırıyordu kendisinde. Acil bir durumda ve iyi bir arabayla bir saat sürmezdi Dersaadet'e varmak ama koca şehri İstanbul un hengâmesinden eser bulamazdınız böyle bir çevrede. Şimdiki sorunuysa bu saatten sonra geri dönememesiydi. Gece kalabileceği bir yere gereksinimi vardı. Saatlerdir yürüdüğü için yorulmuştu ve karnı iyice acıkmıştı. Köyün girişindeki ilk evleri geçtik ten sonra ana cadde sayılabilecek taşlı yoldan yürümeye devam etti. Nihayet bir açık kapı buldu. Bu köyün bakkalı olmalıydı. İçeri girdi.

    Selamım Aleyküm" dedi. Selamını alan başında namaz takkesi olan yaşlı bir dedeydi."

    "Aleyküm selam evlat"

    "Ben, birini arıyorum" dedi. Yaşlı adam söyleneni anlamamıştı. Genç dostumuz kendisine uzanan kulakları görünce işitme sorunu olduğunu anlamıştı. Yavaşça kendisine doğru eğilen yaşlı adamın kulaklarına yaklaştırdı dudaklarını. Tane tane ve az öncekinden daha yüksek bir sesle konuştu.

    "Hacı Beytullah efendinin evi için gelmiştim" dedi.   Bir an göz göze geldiler yaşlı adamla. Adam azarlar gibi sordu.

    "Ne edeceksin o evi." Genç yabancı karşısında duran adamın tepkisinden korkmuştu.

    "Şey yy" dedi titrek bir sesle.  "O evin satılık olduğunu duyduk." Yaşlı adamın gözlerinden ayırmadan gözlerini sürdürdü konuşmasını  "Ben Talat... Mirliva Cemal Paşanın yaveriyim. Kumandanım şu an birliğinden izinle Dersaadet'e geldi. Kendisi için iyi bir arazi bakıyor. Kumandanım, Hacı Beytullah efendinin evinin ve arazisinin övgüsünü duydu, almak istiyor" dedi daha alçak bir ses tonunda. Yaşlı adam şaşırmış gibiydi.

     “Desene her şey yeniden başlayacak. Karşısındaki adamın ne demek istediğini anlamamıştı ama genç yabancı sözlerine devam etti. "Evin ve arazinin ucuz bir fiyatla satılacağını duydu. Kendisi de Asitane ye geldiğinde rahat edeceği, huzur bulacağı bir yer istiyor. Araziye geniş bir konak yaptıracak. Bir kaç gün sonra kendisi gelip yeri hususen görmek istiyor. Gerekli tertibatı almak için beni gönderdi" diye sözlerini tamamladı.

     "Senin paşan kendisine alacağı daha iyi bir yer bulamadı mı? Dedi. Sesinde öfkeden çok aldırmazlık vardı sanki. “Oraya Cadı Bostanı” diyorlar, biliyorsun değil mi? O arazi uğursuz bir arazi, kimseye yar olmaz.” Sanki sözleri iyice anlaşılsın diye ağır ağır konuşuyordu. “Oralara Cadı Bostanı diyorlarsa bir bildikleri vardır" dedi. Bu sözler son sözlerdi, yaşlı bakkal başka bir şey söylemeden dükkânın içerisine yöneldi. İlk başta fark edilmeyen bir kapıyı aralayıp seslendi.
     
     "Derya! Hele bir gel bakalım" dedi. Bir kaç saniye sonra kapıda on oniki yaşlarında bir kız çocuğu belirdi.  “Hadi benim akıllı torunum, babanı çağır da gelsin" dedi. Adamın sözü biter bitmez kapıda görünen esmer yüz kayboldu.

     Yarım saat sonra iki adam arazide yürüyorlardı. Patikadan daha genişçe toprak bir yoldu üzerinde yürüdükleri. Yolun iki yanında ağaçlar ve çalılar uzanıyordu. Çoğunca meyve ağaçlarıydı ama sınır belli etmek için dikilen kavaklarda servilerde vardı araya serpiştirilen. Uzun bir zaman sessizce yürüdüler. Bir zaman sonra arkadan gelen yabancı bir iki adım önünde yürüyen köylüye seslendi.

     "Daha var mı Hacı Beytullahın arazisine” Yorgunluğu sesinde hissediliyordu.

     "Az kaldı. Cadı bostanına gelince soluklanırsınız" dedi adam yüzüne bakmadan. Bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Duyduğuna inanmamış gibiydi, ‘demek ki yaşlı adam doğru söylüyormuş diye aklından geçirdi. "Yine mi Cadı Bostanı?" dedi bir yanıt alamayacağını bile bile. Önde yürüyen köylü, adamın yanında durdu. Yabancının yorulduğunu anlamıştı. Birkaç saniye duraklayıp soluklandılar.

    "Karanlık çökmeden geri dönmeliyiz" dedi.  Evet haklıydı. Güneş, şu an içinde olmak için pek çok şeyi vereceği kente doğru alçalmaya başlamıştı. Bir saniye durdu. Çevresine bakındı. Yola çıktıkları köy çoktan bir tepenin ardında kaybolmuştu ama görünürde bir ev falan yoktu. Yürümeye devam ettiler.

    Yaklaşık on dakika kadar daha yürüdükten sonra güneşin batmaya hazırlandığı tepede uzaklarda bir ev göründü. Uzakta görünen eski bir kulübe varmak istedikleri yer olmalıydı. Çünkü görünürde başka bir ev yoktu. "Arazi şurası mı?” dediğinde önde yürüyen adam durdu. Bir angarya yüklendiği babasının zoruyla buralara geldiği her tavrından belliydi.

    "Evet, ev orası ama araziye çoktan girdik" dedi, eliyle bir kaç dakika önce geçtikleri enkazı göstererek. Bakışlarını adamın parmakların ucuna kaydırınca az önce içinden geçtikleri belli belirsiz yapının bir giriş olduğunu fark etti.  Kapı kalıntılarının iki yanında bir iki kazık vardı sınırı belli eden. Kazıklar sağa ve sola doğru uzanıp gidiyordu, kâğıda çizilmiş ama sonradan silinmiş izler gibi. Bazı yerlerde beliriyor ama sonradan kayboluyordu. Zaman değirmeninin güçlü taşları un ufak etmeye başlamıştı tüm izleri. Bu bölgede de ağaçlara vardı ama kurumuştu pek çoğu. Hastalıklı bir organ, zehirlenmiş bir bölge gibi.

    "Hemen tepenin arkası deniz" dedi. Kılavuzu. Gösterdiği yönde alçak bir tepe vardı ama yine de dikkat edildiğinde denizin kokusu ve dalgaların uğultusu duyuluyordu buralardan bile.

    Göreceğini görmüştü. Arazi, tahmininden daha iyi bir mevkideydi. Tıpkı kumandanının söylediği gibi. Hele yeni düşünülen yeni Bağdat yolu buradan geçince değeri bir kaç misli artabilirdi. O zaman Mirlivasının keyfine deyecek olmazdı. Gerçi arazi uzun zamandır bakımsız kalmıştı, evin neredeyse bütün duvarları yıkılmıştı. Kapılar ve pencereler kırılmış bazılarıysa kasasından sökülmüştü. Bahçede kuruyan ağaçların yenilerini dikmek o kadar zor olmazdı. Bir sorun kalıyordu geriye yalnızca, az önce adamın söylediği "Cadı Bostanı" deyimi. Evin arkasına dolandı.

    Evin arkası hafif yamaçtı. Bahçenin ötesinde, yavaş yavaş çökmeye başlayan karanlıkta zorlukla seçilen bir karaltıyı işaret etti eliyle

    "Şu görünen taşlar nedir?
   
    "Onun ve annesinin mezarı" dedi korktuğunu belli etmemeğe çalışarak. Yaver şaşırmıştı.

    "O kim... Annesi kim" doğal bir şaşkınlıkla.
 
     "Beyim nerede olduğunuzu unuttunuz galiba" sesi uyarı tonları taşıyordu. Yaverin aklına geldi, burası Cadı Bostanıydı. Geri dönüş boyunca hep kafasını kurcaladı "Cadı Bostanı" Bostanı anlardı ama Cadı nereden geliyordu.

     Köye döndüklerinde, yaşlı amca kendisine izzet ikramda bulunmaktan hiç geri kalmamıştı. Fakir mutfağında ne var ne yoksa paşanın yaveri için hazırlanmıştı. Yemekte bir hayli kalabalıktılar, kendisine eşlik eden küçük oğul ve gelin yemekteydi. Özellikle de o sevimli küçük kız, Derya. En küçük evlat olarak yaşlı adamın evinde kalıyor olmalıydılar. Ağabeyler ve gelinlerde gelip kendisine hoş geldin dediler. Uzun süre askerlikten harplerden söz edildi. En büyük oğlan Mirlivasını tanıyordu.  Ve geç vakitlere kadar süren sohbetten sonra eski bir Anadolu geleneği olarak hazır tutulan misafir odasını kendisi için açtılar. Genç yabancı kendisi için hazırlanan bembeyaz çarşaflarda derin bir uykuya daldı.

     Gecenin bir vaktinde bağırışlarla uyandı. Evin ışıkları yanmamıştı ama fısıltılardan kendisini uyandırmamak için kandillerin yakılmadığını anlamıştı. Yinede dışarıdaki sesleri duyup uyanmamak için insanın ya sağır ya da kütük gibi sarhoş olması gerekiyordu. Bir haykırış bütün köyü bütün vadiyi inletiyordu sanki. Olabildiğince tiz bir sesti vahşi bir kahkaha gibiydi. Bir kadın veya kız sesi olduğu belliydi, acı çeker gibi bağırıyordu. Köpek havlamaları, kurt ulumaları ve çakal sesleri çığlığa eşlik ediyordu. Uzaklardan duyulan baykuş sesleri bile koroya dâhildi.

     Bismillah deyip yerinden doğruldu. Odanın tek penceresini örten perdeyi açtı. Dalın duvarların ötesini ay ışığıyla aydınlanmış bahçeyi inceledi. Hiç bir şey görünmüyordu ay ışığı ve gölgelerden başka. Uykusu iyice dağılmış, gözleri karanlığa alışmıştı. "Destur" deyip kapıyı açtı.

     Kapının açıldığı sofa da karaltılar gördü. Kimi birbirine sarılmış kimi bir kenarı büzülmüştü ev halkı. Yaşlı dede ve nine mırıl mırıl ezberden kuran okuyordu. Her birinin ne kadar korktuğunu anlamak için ışığa gereksinim yoktu. Akşamdan anımsadığı kapıya yöneldiğinde ayaklarına bir şeyin sarıldığını hissetti. Tam silkinip kurtulmak için harekete geçecekti ki, ince, titrek bir ses kendisini durdurdu.

    "Dur gitme, Cadı seni yer" dedi. Bu evin en sevimli kızı, Derya'ydı.

    "Torunum haklı. Dışarıdakine karşı yapabileceğimiz bir şey yok, Yaradana sığınmaktan başka" dedi Yaşlı bakkal. Adam, olabildiğince incitmeden ayağını kurtardı ve kapıyı araladı.

     Geniş bahçede her hangi bir olağanüstülük yoktu. Hala köyde çınlayan çığlığı dinledi, uzaklaşıyordu sanki. Bir iki saniye sesin ne yönden geldiğini anlamaya çalıştı. Kulakları tırmalayan iğrenç çığlık aşağılardan geliyordu. Akşamüzeri evin en küçük oğluyla beraber yol aldıkları Hacı Beytullah Efendinin arazisinin yönünden, yani Cadı Bostanının oradan.

   İçeri girdiklerinde yaşlı adam konuğuna ters ters bakıyordu. Bakışlardaki anlamı sezmek için müneccim olmaya gerek yoktu. Bir kaç dakika sonrasında Yaver Talat Bey

    " Kimdir bu?" dedi. Ardından düzelmek ihtiyacı duymuşçasına ekledi, "Neydi o ?"

     "Uzun zamandır sesi soluğu çıkmıyordu iyi saatte olsunların. Kendisini rahatsız eden bir şeyler olmalı" dedi yaşlı adam konuğunu direk suçlamadan. Talat beyden önce beraber gittikleri küçük oğlu söze girdi

    "Baba, biz kendisini rahatsız edecek bir şey yapmadık. Evi beye gösterdim ve döndük. Girerken de çıkarken de dualarımızı okuduk" Yaşlı adam yerinden doğruldu

    "Gideyim de, bende bir yasin okuyayım bari" dedi. Ağır hareketlerle odadan çıktı. Hemen ardından da genç yaver yaşıtı, sayılabilecek adama dönerek

    "Bu konuyu bana anlatmalısın" dedi. Karşısında divanda oturan adam duymadı bile. Yalnızca ileri geri hareket ediyordu dudakları kıpırdanarak.


     "Hadi anlat bakalım evlat" dedi koltuğunda oturan yaşlı adam karşısındaki gence. Genç adam da üzerinde askeri kıyafetleri olduğu halde bir gün önce yaşadıklarını anlattı odada bulunanlara. Söylentileri, gece olan bağırışları anlattı. Yörenin terk edilmişliğini söylemeyi unutmadı. Sözlerini tamamladığında yaşlı adam evinde bulunan konuklarına göz ucuyla baktı. Yaverinden dolayı gizli bir gurur bakışlarındaydı.
    Yaveriyle evinde buluşmuştu. Kendisi bu tür ayrıntılara dikkat ederdi, kul hakkından çok korktuğu için çalışma saatlerini değil kendi özel saatlerini ayırmıştı bu işi için. Yaverinin de aynı davranmasına dikkat etmişti. Bu nedenle aslen Ayasulug'lu olan yaverinin de izinli olmasına dikkat etmişti. Bu sayede Devletinin zamanını almamış olacaktı.
 
     "Bak evlat" demişti sözlerine başlarken "Bu benim özel işim ve bana yardım etmek zorunda değilsin"

     "Emir Telakki ederim" demişti yanıt olarak genç yaver. "Üstelik oraların uzun zamandır iyi bir temizliğe gereksinimi var" dedi evdeki üçüncü kişi. Bu kişi yetmişli yaşlarını süren Dersaadet'in asayişinden sorumlu olan Hilmi Paşaydı. Şehremini yardımcısı Ferik Hilmi Paşa.

     "Eğer o araziyi zat-ı âliniz alır bahse konu olan havuzlu konağı yaptırırsanız oralar kanun kaçaklarından da temizlenmiş olacaktır." Bir an durdu. Kırlaşmış bıyıklarını burarak "Belki Padişahımızın iltifatına bile mazhar olursunuz ve başarınız üzerine yıllardır beklediğiniz Ferikliğe kavuşursunuz." Hilmi Paşaya göre bir hayli genç sayılabilecek Mirliva Cemal yanındaki büyüğüne dönerek

     "Paşam nedir bu anlatılanlar" dedi. Ferik Hilmi Paşa alaylıydı. Yani ordu içerisinden yetişmişti. Mektep medrese görmese de yıllarını boş geçirmemiş kendi kendisinin öğretmeni olmuştu. Gerçi hakkında pek çok dedikodu dolaşıyordu ama kazandığı başarılar, Devleti için verdiği çabalar hakkındaki söylentileri çürütmeye yetiyordu. Yaşlı adam bıyıklarını burarak başladı anlatmaya.

      "Evet, yıllar önce Yeniçeri ocağının kaldırıldığı o Hayırlı Olaydan kaçıp kurtulabilenler bir zaman bu yerleri kendilerine mesken tutmuşlardı. Bu güzelim araziler kanunsuzluğa ve zorbalığa teslim olmuştu. Devlet-i Ali, zaman zaman baskınlar yapmış, temizlik harekâtlarına girişmişti. Tüm bu çabalar başıboşluğa kökten bir çözüm sağlamamıştı." Durdu. Gözleri dolmuştu sanki. Bir kaç saniye sonra anlatmaya devam etti.

     "Bir ara bir küçük çocuğun tecavüz edilip öldürüldüğünü duymuştuk. Bir gurup gözü dönmüş yeniçeri eskisi, minik yavruya yapmadığını bırakmamış. Bu olayın ardından kimin işlediği belli olmayan cinayetler başlamıştı bölgede. Dinsizin hakkından imansız gelir hesabı bir zaman cesetler bulunmuştu sağda solda. Halk arasında bir cadının bunlara neden olduğu, iyi saatte olsunların ehl-i müslimi koruduğu söylentisi yayılmıştı. Sonra olaylar kendiliğinden durulmuştu. En son çare olarak yeni bir Anadolu yolu yapılması kararlaştırılmıştı. Hatta o zaman tahta olan Hünkâr Mahmud-u sani ecnebi mimarlara planlar çizdirtmişti. Yaşlı adam durdu.

     "Abdülhamit han da benzer düşüncelere sahip. Yeni Bağdat yolunun bu güzergâhtan geçmesini ister." tekrar durdu. Cebindeki köstekli saatini çıkararak baktı. Toplantının sonlarına gelindiğini anlamışlardı

     "Bak evlat" dedi, "Bu iş senin, Mirlivan senden övgüyle söz etti. Nasıl tuttuğunu koparan biri olduğunu söyledi. Bu nedenle bu işi yapsan yapsan sen yaparsın. Durumu gittin gördün.

    "Ama efendim... Ben yalnızca bir gün dolaştım o arazide"

    "Olsun. Yine de bir fikir edinmişsin. Gece olanlardan söz ettin az önce. Bağırışlar dedin, haykırışlar dedin. Bu işin aslını astarını öğrenmek sana düşer." Bir an gözleri daldı. Yerinden doğruldu, ardından odadaki diğer iki kişide kalktı. Kapıya yöneldiler.

     "Tam yetkili bir gizli görevlisin" dedi genç adama. Kumandanı Cemal paşa ekledi. " Git ve çöz bu işi."

     Kapının ağzında duran yaşlı paşa, pişmanlık ya da hüzün kokan cümlelerle sözlerini bağladı. "Kim bilir belki bu yaşlı adama yıllar önce işlediği günahların kefaretini ödeme fırsatı verirsin." 

     Ertesi gün sabah namazının hemen ardından yola çıktı. O gece ailesiyle görüşmüştü ama kendisini neler beklediğini bilmediği için eşi ve çocuklarıyla vedalaşmıştı. Kanını donduran bağırışlar kulaklarındaydı, sabah bahçe kapısından kendisini yolcu eden hanımından helallik alırken. Mirlivasının harasından iyi bir at seçmişti kendisine. Bu sayede iki gün önce yaşlı bakkalın oğluyla geldiği yere gelmesi zor olmadı. Askerlik eğitimini en iyi şekilde yaptığı için yol bulma konusunda mahirdi. Geçtiği yerleri kolay unutmazdı. Özellikle de pusu kurulabilecek yerlere dikkat ederdi.

    Karanlık çökmeye başladığında verdiği kararın ne derece doğru olduğu konusunda kaygılar taşıyordu. Cadı Bostanı denilen bu yerde kendisini nelerin beklediğini bilmiyordu. O gece karanlıkta çığlık atan kişi çevresine korku yaşatmaya çalışan kaçaklardan biri olabilirdi.  Sonrasını düşünmemeye çalıştı. Rabbinin yarattığı bin türlü mahlûk vardı, Nurdan yaratılanlar, ateşten yaratılanlar ve topraktan yaratılanlar. Onlardan her hangi biri olabilirdi karşısındaki. Hatta sesin şiddetine bakarsanız öyle bir yaratıkla -hem de en azılılarından biriyle- karşı karşıya olduğunuzu da düşünebilirdiniz.

     Bir ara çalılıklar arasında bir gölge gördü. İyi bir askerdi seviliyordu, sayılıyordu ama bu kadar sevilmesinin nedeni dalkavukluk değil, iyi bir asker olmasıydı. İyi asker olmanın gereği olan koşullar tamdı. İyi silah kullanır, iyi iz sürer, iyi koku alırdı. Planlama konusunda da yetkindi. Kendisinde doğuştan var olan bazı özellikler olduğunu söylerdi arkadaşları. Çevrede olabilecek tehlikeleri sezerdi. Gündüz öyle bir hissi yaşamıştı.

     Yemeğini yemek için bir ıhlamur ağacının gölgesinde durduğunda kendisini birilerinin izlediğini hissetmişti. Kim ya da kimler bilmiyordu ama kendisini izleyen gözlerin varlığını biliyordu. Ani bir hareketle o yöne doğru seğirttiğinde yanılmadığını anlamıştı. Evet, yanılmamıştı ama bir o kadar da şaşırmıştı. Bir kaç yüz metre ardından koşmuş tam yakalamak üzereyken buhar gibi uçup kaybolmuştu kendisini izleyen gözlerin sahibi. Şaşkınlığı da o zaman yaşamıştı. Dokuz, on yaşlarında kız çocuğuydu ve bu ıssızlığın ortasında ne arıyordu.

     Cadı Bostanına vardığında geceleyebileceği bir yer aradı. Hala hırsızların kaçakların saklandığı yerlerdi buralar. Askerden kaçan soluğu buralarda alıyordu, hırsızlık yapanında saklanabileceği yerdi, işsiz güçsüz serserilerinde. Onca kanun kaçağı, it, kopuk nerelerde saklanıyordu acaba. Bireysel mi hareket ediyorlardı yoksa çete mi oluşturmuşlardı? Öyle veya böyle kendisini gördüklerine hatta izlediklerine emindi. Zaptiye olduğu fikrine çoktan varmış olmalıydılar. Bu nedenle harekete geçmek için geceyi bekliyor olmalıydılar. Geniş arazide saklanabileceği iyi bir yer bulmaya çalıştı. Saklanıp neler olup bittiğini anlamalıydı. Yol kenarına oturdu, sırtını yaşlı meşe ağacına dayadı. Kısa bir soluk almalıydı yola devam etmeden önce...

   Uyandığında çevresi haydutlarla dolup taşıyordu. Çevresine bakındı bir mağara da olmalıydı. Havadaki rutubet kokusu kanaatini güçlendiriyordu. Yer yer meşaleler takılsa da duvarlara, karanlık hükmünü sürüyordu koca mağarada.
    "Ağam" dedi kalın bir ses. "Sana bir armağan getirdik" Uzandığı yerden doğruldu genç yaver. Bir kayanın arkasındaydı ve loş mağarada onlarca gölge vardı. Kimi oturuyor kimi sağa sola hareket ediyordu. Kafasını sesin geldiği yere çevirdi. İki iri kıyım adam aralarında bir küçük yavru getiriyorlardı. Ürkek bakışlarıyla çevresini kontrol etmeye çalışan kızcağızın saçları iki yana örülmüştü. Karşıya baktı tekrar. Kayaların biraz yukarısında teras gibi bir yerde oturan adamı gördü. Bu mağarada toplanan serserilerin başı olmalıydı.

    "Hele yakınıma getirin" dedi iğrenç bir ses tonunda. Avını yakalamış bir vahşi hayvan, ancak bu kadar keyif alırdı. İki yarmadan biri kolayca sırtladı çocuğu. Bir mal, eşya gibi attı ağasının önüne. Akabinde ödülünü aldı, ayaklarının dibine atılan bir kese altın olarak.

     Ağa oldukça gençti ve ağalığını iri yarılığıyla elde etmiş olmalıydı. Ateşin çevresinde oturan diğerlerinden çok daha iriydi. Önüne atılan yemini inceledi bıyıklarını burarak. Yanı başında duran toprak testiden bir yudum daha aldı.

     "Güzel bir yere saklayın. Hacı mollayı ikna etmek için böyle bir rehineye gereksinimimiz var" dedi. Karşısında oturan zayıf çelimsiz biri çırpı gibi kolları kırarcasına kavradı. Ne olup bittiğini anlayamayacak kadar küçük çocuk acı içerisinde bağırdı. Öfkeyle yerinde doğruldu yaver bey. Tüm enerjisini sesine vermiş gibi bir nara attı mağarada. İşte o zaman bir rüyada olduğunu anlamıştı. Bir rüyanın daha doğrusu bir kâbusun içerisindeydi.

     Sonrasında bir telaş yaşandı mağarada. Çetenin reisi naralar atıyor çevresine tehditler yağdırıyordu. Olmadık küfürlerle emirler veriyordu adamlarına. Uzun bir zaman sonra çamur içerisindeki beden bir kere daha getirildi çete reisini huzuruna. Saçlarından sürükleyerek götürdü bir kayanın arkasına vahşi hayvan kılığındaki çete reisi. Bir kaç saniye sonrasındaysa korkunç bir bağırış geldi yakınına kadar. Ardından da şiddetli bir tokat sesi geldi. Yaver Bey yerinde bağırıyor, çağırıyor ama hiç bir şey yapamıyordu. Çaresiz izlemekti onun da cezası. Beş dakika sonrasındaysa kulağı kanlar içerisinde tekrar belirdi kayaların önünde.

     "Bütün bu olanların sorumlusu yaşlı bunak, isteklerimizi kabul etseydi bütün bunlar olmazdı" dedi kendi kendine konuşur gibi. Daha yüksek sesle, emredici tonla ekledi "Atın bu leşi Hacıağanın evinin yakınlarına. Bizlerle oyun oynanmayacağını anlasınlar. Olanlardan şaşkın, hatta korkmuş kalabalıktan iki adam fırladı. Söylenen anında yapılmasaydı kendi başlarına da benzer olaylar gelebilirdi. Bir ses daha duydu ama bu kere duyduğu küçük kız çocuğunun sesiydi ve yakınlardan geliyordu.

     "Baba geçen gün gelen amca burada" diyordu. O zaman gözlerini açtı. Uyandığında güneş ufka iyice yaklaşmıştı. Kafası karma karışıktı ve neyin rüya neyin gerçek olduğunu hala anlayamıyordu. Yıllar önce neler olduğunu anlamıştı ama öykünün tamamı bu değildi. Daha önemlisi bu öykü kendisinin görevini ifa etmesine engel olmamalıydı.

    "Bizde sizi arıyorduk beyim" dedi yüzüne gülümseyen akranı Halil. Buralar tekin değildir, babam senin geri gelebileceğini tahmin ettiği için beni yolladı. Hala az önce gördüğü rüyanın etkisinde ki Yaver olan biteni kavrayamıyordu ve Halil bunu anlamıştı ısrar etti,

     "Anam güzel tarhana yapar, yengende iyi kahve pişirir. Sabah olunca da araştırmana devam edersin" Öneri çok iyiydi ve üzerine eklenecek hiç bir şey yoktu. Yola koyuldular. Bir ara yaşlı adamın minik torunu Derya yaverin yanına sokuldu

    "Onu gördün mü?  Bir an ne yanıt vereceğini düşündü Yaver Talat Bey. Gördüm dese doğru olur muydu ki? Görmedim dese de yalan söylemiş olurdu. Bir gölge görmüştü
     
     "Bir gölge gördüm, ama ne olduğunu anlayamadım" dedi doğruca. 
     
     "Ben rüyadan söz ediyorum efendi amca" dedi tane tane. “Benim de gördüğüm rüyalardan.”

     "Rüya mı? Nasıl rüyalar bunlar."

    "Bir kız çocuğu var benim yaşımda. Başından kötü şeyler geçtiğini söylüyor. Hep ağlıyor rüyamda, annesini özlediğini yanına gitmek istediğini ama gidemediğini anlatıyor.” Sorun daha da karmaşık hale geliyordu. Ortada çözülmemiş bir mesele vardı. Birde annesine kavuşmak isteyip başaramayan bir kız çocuğu. İçinden bir ses sorunun akşam çözüleceğini söylüyordu.

     Yemekler yenmiş kahveler içilmişti. Yaşlı adam, yatsı namazından gelmişti.  "Ne öğrenmek istiyorsun" dedi yaşlı adam sedir oturan konuğuna.

    "Geçenlerde de anlatmıştım ya amca. Benim Kumandanım buralardan yer almak istiyor. Kendine güzel bir konak yaptıracak ve ailecek oturacak. Oralarda Cemal Paşamın ailesinin dışında bekçiler, aşçılar, bahçıvanlar olacak. Paşamın konak yaptırdığını gören başkaları da, Ona komşu gelmek isteyecekler. Bu sayede çevre kalabalıklaşacak ve sizlerde rahat edeceksiniz, asayişle ilgili bir korku yaşamayacaksınız artık.

     "Uzun zamandır uyuyan bir cadıyı uyandırdınız. Ya sende veya senin çevrende, belki de soyunda bu iyi saatte olsunları rahatsız eden biri var."

      "Kapanmamış bir defter gibi" Artık iyice yakınlaşmışlardı deryanın babasıyla.

     "Bak evlat" dedi yaşlı adam aksakallarını sıvazlayarak. "Bir can öldüğünde ruhu uçar gider öte âleme. Yalnızca iki kişinin ruhu dünyada kalır. Biri öldüğünü fark etmeyerek mahşeri bekleyen şehitlerdir, diğeriyse kendisinde ah kalan masumlardır. Biri ya da bir şey, belki kasıt belki de ihmal onların ruhlarının bu dünyadan gitmesine engel olur. İşte bu ruhunda bir meselesi var. Eğe çözülürse gider. Çözemezse çözülünceye kadar kalır.

     "Ne yani, iyi saatte olsunların meselesi, benimle mi?

    "Ya seninle ya da çevrenden biriyle ilgili. Uzun bir zamandır sesi sedası çıkmıyordu. Sen geldikten sonra torunum rüyalar görmeye başladı. Cadı Bostanı yakınlarına giden köylüler garip şeyler görmeye başladılar.
   
     "Anladım, anladım da bir bedenden ayrılan ruh nasıl burada kalabilir.

     "Eğer cenaze karanlıkta kalırsa yahut gömülmeden üzerinden bir kedi atlarsa, ne bileyim ölmeden az önce insan eti yediyse" yaşlı adam oğlunun sözünü kesti

    "Bunların bizim dinimizde yeri yok. Hurafe hepsi" dedi. Babasının ses tonundaki uyarıyı fark eden oğul sustu. Yalnızca

    "Hayırda şer de hep Allah’tan" dedi. Odadaki herkes bu sözü tekrarladı
   
     "Hayırda şerde hep Allah’tan.”...   "Hayırda şerde hep Allah’tan.”...   

     Tüm ev halkı gecenin bir yarısında acı dolu çığlıklarla uyandı. Hepsi, en küçüğünden en yaşlısına kadar tüm ev halkı böyle bir olaya karşı hazırlıklı olsalar da yine de korkuyorlardı. Duydukları ses insanüstü bir sesti. Bilinmeyen eski çağlarda olsa bir ejderha aynı sesi çıkarabilirdi ancak. Tüm köyün ışıkları yanmış, erkekler ellerinde çıralarla evlerinin önüne çıkmışlardı. Her kafadan bir ses çıkıyor ortalığı daha kargaşalı bir hale sokuyordu. Askerliğin vermiş olduğu disiplinle çabuk davranan Talat Bey köy meydanına çoktan varmıştı.

    Bir kaç saniye duraladı meydanda. Yanı başında Halili görünce biraz olsun rahatladı. Elini akranın omzuna koyup çevresine bakındı.

    "Eli silah tutanlar doğru Cadı bostanına, yaşlılar da evlerine, dualarına gereksinimimiz var" dedi. Ardından Halil’e dönüp, "Hadi Bismillah, Allah yardımcımız olsun" dedi.

     Birlikte Cadı Bostanına doğru koşmaya başladılar. Gökyüzü bir mayıs akşamı için oldukça kapalıydı. Uzaklarda duyulan çığlıklar yol boyu hiç dinmedi. Kimi zaman bir küçük çocuk gibi ağlıyor kimi zaman ise acı içinde kıvranıyordu ses. Büyük sona yaklaştıklarını anlamışlardı.

     Cadı Bostanına vardıklarında nefes nefeseydiler. Uzaklarda bir karaltı vardı. Yamaçta durmuş eğiliyor doğruluyor ilk başta anlamsız gibi görünen hareketler yapıyordu. Bostana adını veren cadıysa hemen yanında bağırıyor, çağırıyor adama engel olmaya çalışıyordu. Cadının bağırışlarına adamın kahkahaları karışıyordu.

    Bir kaç dakika sonra karaltıya iyice yaklaştıklarında adamın bir çukur açmaya çalıştığını fark ettiler. İyice yaklaştıklarındaysa açılmaya çalışılan çukurun bir mezar olduğunu anladılar. İşi yapansa yaşlı bir adamdı.
 
    "Gel yaver" dedi karanlıktaki ses. "Bütün bunlara neden olan cadıyı kıstırdım. Az sonra yaptığı bütün fenalıklar sona erecek." Sesi tanımıştı, ses ile karaltı belleğindeki yere oturmuştu. Ferik Hilmi Paşa

     "Paşam, sizin burada işiniz ne ola ki" Adam elindeki küreği bir yana bıraktı. Yanı başında duran kol boyundaki kazığı aldı.

     "Eğer bu kazığı mezardaki cesedin göğsüne çakabilirsek, cadı, cadı olmaktan çıkar." dedi. Yaver, Talat kumandanının söylediğini akşam konuk olduğu ev sahibinden de duymuştu. Biraz ötede şuursuzca çığlık atan cadıya döndü. Cadının korkunç çığlıkları susmuş sessizce gözyaşı döken bir kız çocuğuna dönüşmüştü. Bir an göz göze geldiler. Yalvaran bakışları rüyalarında görmüştü daha önce.

     "Kumandanım, müsaade ederseniz bir şey eklemek istiyorum.

     "Müsaade etmiyorum." Yaverin yanında duran adama dönerek, "Evlat sende askerlik yapmışsındır, ben seninde komutanın sayılırım. Gel birazda sen kaz bu mezarı" dedi. Halil bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Yaşlı adam iyi birine benziyordu. Tam adamın uzattığı küreğe doğru yürüyecekken karanlıktan gelen bir ses kendisini durdurdu.

     "Oğlum Halil, bu iş senin işin değil, üstelik sırası da değil. Önce küçük yavrucak kendisini bu hale koyanı bulmalı." Köylülerde birer ikişer bostana doluşmaya başlamışlardı. Manzarayı görenler bir şey anlamıyorlardı. Bir adam mezar kazmaya çalışıyor, bir kaç adım sağında bir kız çocuğu dikiliyordu. Yaşlı köy bakkalı sözlerine devam etti.

    "Aramızda şu sabiyi rahatsız eden biri var." Suçlayıcı parmaklar beyaz entarisi içindeki kızı cadıyı gösteriyordu. "Bu kişi eğer tövbe istiğfarda bulunursa, Tanrı da affeder kendisini" dedi. Bakışları Ferik
Paşadaydı ama yaşlı Paşa hiç üzerine alınmadan kazmaya devam etti.

   Bir kürek darbesi daha vuracakken acı içinde bağırdı. "Yandım Allah" Ne olduğunu anlamamıştı. Kazmayı tutan elleri bir kez daha yukarı kalktı. Sanki sırtına görünmeyen bir darbe yemiş gibi geriye düştü. "O an yanı başına kayan bakışlar kız çocuğunun tekrar cadıya dönüştüğünü gördüler. O taranmış saçlar bir anda karmakarışık olmuştu. Tertemiz entarisi çamur ve kan içerisindeydi.

     "Bak halime namussuz. Hiç mi acımadın bana? Yaşlı Paşa yerinden yavaşça doğruldu. Uzağa fırlamış kazmaya baktı. Ulaşamayacağını anlayınca açtığı çukura tekrar gömüldü. Toprağı eleriyle kazmaya başlamıştı. Görünmeyen darbenin şiddetiyle bir kere daha kazdığı mezarın çukurunda yuvarlandı.

     "Benim gibi sabi sübyandan ne istedin" Cadı tekrar konuştu. Sesinin tonundaki korku, kendilerini seyirlik bir oyun izler gibi izleyen kalabalığın tüylerini diken diken etti. Aralarında yaşlı olanlar o geceleri anımsadı. Küçük kızın eşkıyalarca öldürülmesinden bir kaç gün sonra kanlı günler başlamıştı. Hemen hemen her gün birinin cesedini buluyorlardı kanlar içerisinde. Kiminin boynu kırılmış oluyordu, kiminin de kasıkları parçalanmış. Ama her seferinde bu korkunç ses çevrede yankılanıyordu. Çetede olan üyelerin çoğu küçük cadının kurbanı olmuştu ya da diğer bir deyişle Cadı bostanında olanların intikamını alıyordu. Yalnızca kaçabilenler kurtulmuştu. Ciğer Söken Ağanınsa Rumeli’ne geçtiğini yahut Arabistan’da saklandığını söyleyenler vardı.

    Kendini kalabalığın kurtarıcısı gibi göstermeye çalışan yaşlı paşa Bir yandan tırnaklarıyla kazıyor diğer yandan kızla konuşuyordu.  "Bak kızım, bak minik yavrum" diyordu, "Sen beni birine benzetiyor olmalısın? Beni herkesler tanır. Nasıl biri olduğumu tüm Osmanlı bilir." Başını bir ara kaldırıp az aşağıda biriken kalabalığa baktı.

     "Aha şu beye sor,  kendisi anlı şanlı Osmanlı askeridir. Yalan söylemeyecektir. Aşağıda kalabalıkta bir hareketlenme oldu. Köylüler kendi aralarında mırıldanmaya başlamışlardı. Paşa kalabalığa dönerek sözlerine devam etti.

     "Efendiler, kardeşlerim, sizler de yardımcı olun. Yıllardır sizlere kök söktüren sayısız cana kıyan bu cadıyı ortadan kaldıralım" Sözlerinin etkisi olmuştu kalabalık yukarıya mezarlara doğru bir kaç adım attı. Küçük karaltı kendisini savunmaya geçti

     "Ama… Ama ben... Ben masumum. Olanların hiç biriyle alakam yok" dedi. Hilmi Paşanın böğürtüyü andıran sesi kızın sesini bastırmaya yetti.

    "Bakın hele bir de 'Ben masumum diyor' Ne yani onca insanı ben mi katlettim geceler boyu. Bu gün benim gibi varlığını devletine, milletine adamış bir paşayı suçlayan bir cadı, yarın sizlere neler yapmaz ki?"  Kalabalık içerisindeki Yaver ne yapması gerektiğini bilemeyecek haldeydi. Bir yanda gördüğü rüyalar sonucu masumiyetine inandığı bir yavru vardı. Diğer yanda da devleti için çalışan bir kumandan. Kalabalığa dönerek bağırdı.

    "Durun" Kalabalık bir an duraladı. Ferik Paşanın elleri ve dili boş durmuyordu.

     "Ey ahali, ey ehli Müslim, cadı şeytandır, şeytan lanetlenmiştir. Hala ne bekliyorsunuz" Şaşkınlık içerisindeki köylüler kime inanacağını bilemeyecek durumdaydılar. Yıllardır bu araziyi mesken tutmuş Cadı karşılarındaydı. Karşılarındaki yaşı küçükte olsa bir cadıydı, şeytandı, geldiği yere geri gönderilmesi gerekiyordu. Koskoca Osmanlı Paşası yalan söylüyor olamazdı. Kalabalık yavaş yavaş kayanın üzerinde büzülmüş duran minik bedene doğru yürümeye başlamıştı homurdanarak. Ama o an çakan bir şimşek ve ardından gelen korkunç gök gürültüsü kalabalığı durdurmaya yetti. Kimse neler olduğunu anlamamıştı. Birden Paşanın kahkahası duyuldu. Toprağı kazan parmakları sert bir cisme takılmıştı.

     "Küçük Or... Şimdi seni tekrar öldürdüm" dediğinde ellerinde beliren kazığı dizlerinin dibindeki toprağa saplamıştı. Yılların saygın Osmanlı Paşası asi bir yeniçeri ağasına, bir eşkıyaya dönüşmüştü. Sessizce olanları izleyen kalabalık kırılan kemikleri çatırtısını duydu. Kayaların üzerindeki gölge sendeledi, yalnızca bir hıçkırık duyuldu. Hani uzun süren bir ağlamadan sonra gözyaşınız bittiğinde ağlayamazsınız yalnızca hıçkırırsınız ya işte öyle bir hıçkırıktı duyulan. Cadı tekrar bir kız çocuğu olmuştu. Bembeyaz elbisesiyle, karanlıkta ayakta durmaya çalışıyordu.

     Mezarın içerisindeki haydut, avuçlarındaki kazığa bir kere daha yüklendi tüm gücüyle. "Bana yıllardır vicdan azabı çektirdin" dedi kendi kendine konuşur gibi. Titreyen ayaklarının üzerinde dik durmaya çalışan beyaz gölge, hafifçe ışıldamaya başlamıştı. Mezarın içindeki karanlık bir şeytana dönüşmüş karaltının yaptığı yetmemişti. Elindeki kızılcık kazığını hafifçe kanırttı, "Geceler boyu kâbusum oldun"

     Dakikalardır olduğu yere çakılmış gibi kıpırdamadan duran Yaver Bey ok gibi yerinden fırladı. Dizlerinin üzerine çöken küçük kızı kucakladı. Buruk bir gülümsemesi vardı masumun dudaklarında.
İşte o an yerin derinliklerinden gelir gibi bir ses duyuldu. Zelzele oluyor zannettiler bir an o korkunç uğultuyu. Gökyüzünden gelen seslerle yerin dibinden gelen sesler birbirine karışmış gibiydi. Ardından bir çatırtı koptu. Hilmi Paşanın az önce kazık çaktığı mezarın yanı başı yarıldı. Bir alev fışkırdı dışarıya gökyüzüne doğru. Alev top halinde gökyüzünde süzüldü bir müddet. Kalabalığın üzerinden alıcı kuş misali geçti. Köylüler eğilmeseydi o alev kuşu kendilerini yakıp kavuracaktı. Tekrar gökyüzüne yükseldikten sonra açılmış mezarın yanına kondu. Az biraz cesareti olanlar kafalarını kaldırıp baktıklarında alevlerin kırmızılığı solduğunu ve ardından kuşun bir insana, genç bir kadına dönüştüğünü gördüler.

     "Alçak adam, Biz sana ne kötülük yapmıştık." Sesi tüm meydanda çınlıyordu. Öfkesi sesine yansıyordu. "Ne istedin bizlerden, ne istedin şuncaaz masumdan" Kucağında on yaşındaki kız çocuğu öylece kala kalan yaver beye bakıyordu. Az önce böğürtülerle bağıran yeniçeri ağası tekrar saygın Osmanlı Paşası Ferik Hilmi Paşa olmuştu.
 
     "Ne bildin a kızım benim yaptığımı. Bana iftira atıyor olmayasın" dediğinde genç anne, az ötesinde dikilen Yaver Halil e dönerek
     
     "A ağabey, yavrumun ağzındakini çıkarsana" dedi içten bir sesle. Halil Bey parmaklarını usulca kucağındaki bebeğin ağzına soktu. Dişlerinin arasında kalmış minik bir et parçası buldu ve çıkardı. Görmek için gözlerine yaklaştırdığında

     "O, iblisin sol kulağının parçası" dedi. Yaşlı adam elini istem dışı kulağına götürdü. "O et parçası bize öte âlemde şahitlik edecek" der demez

    "Evet, itiraf ediyorum, bendim. Lütfen acı bana. Yaptıklarımdan çok pişmanım. Ben tövbekâr oldum" dediğinde bakışları az önce tövbeden bahseden yaşlı köy bakkalını arıyordu. Bulamayacağını anlayınca yerinden kalktı. Dizleri titriyordu. Önünde dikilen genç kadına baktı. Kadının gözleri yaşlı adamı deliyordu sanki.
 
    "Sana yalvarıyorum, beni bağışla. Evde beni bekleyen çocuklarıma, torunlarıma acı" dedi. Bir yandan konuşuyor bir yandan da arkasında sakladığı kazık ile ayakta dikilen genç anneye yaklaşmaya çalışıyordu.

    "Ne olur acı" derken ani bir hamleyle elinde tuttuğu ve az önce mezardaki minik bedenin göğüs kemiklerini parçalamış olan kazığı kadının göğsüne saplamaya çalıştı.

     "Geber Kaltak"  Kendisinden bir hayli zayıf olan bedeni yere yıkması zor olmamıştı Hilmi Paşa için. Tüm ağırlığını kazığa verince ucu özenle sivriltilmiş kazık önce eti delmiş ardından da kemiklere saplanmıştı. İki çığlık birbirine karıştı. Yaşlı eşkıyanın zafer çığlığı ve bir annenin acı dolu çığlığı. Tekrar şimşekler çaktı gökyüzünde ardı ardına. Bir an tekrar alev kapladı ortalığı. Cadı tekrar kor ateşe dönüşmüş ardından da alevden yapılmış bir alıcı kuş olmuştu. Pençeleriyle yaşlı adamın bedenini sımsıkı sarmıştı alıcı kuş. Zafer çığlığıydı şimdi ortalıkta yankılanan. Gökyüzüne yükseldi, yükseldi, yükseldi. İzleyenler takip edemez olmuştu onları. Ardından bir yıldırım düştü ötelere. Cesur köylülerden bir kaçı koşup baktıklarında yaşlı paşanın yanmış bedeniyle karşılaştılar. Bir lahza gözlerini açtı üzerinden hala dumanlar tüten yaşlı adam.

     "Su" diye inledi. Kalabalık çevreye henüz toplanmıştı ki, alevden sayısız el çıktı topraktan. "Bizlerin bu hale düşmesine sen sebep oldun 'Ciğer Söken', gel bizlere katıl" diyerek toprağın içine çektiler Ciğer Söken Hilmi nin bedenini. Birkaç saniye içerisinde feryat eden ağza toprak dolmaya başlamıştı. Eşkıya mezarlığı son müşterisini de almıştı artık.
   
     Az önce yarılan mezardaysa genç bir kadın yatıyordu tüm masumiyetiyle. Usul usul damlalar düşmeye başladı gökyüzünden. Halil Bey kucağındaki cansız bedeni incitmeden yavaşça bıraktı. Anne kız yan yana yatacaklardı artık. Çevrede biriken yaşlı genç tüm ahali yavaş yavaş mezarların çevrelerinde toplanmaya başlamıştı. Yaşlı Bakkal

     "Ruhlarına Fatiha" dedi gür bir sesle. İnsanlar mırıltılarla surelerini okumaya başladılar. Bir yandan da mezarların üzerlerini örtmeye çalışıyorlardı

     Ertesi gün olanları duyan Mirliva Cemal Bey Cadı bostanına geldi. Yaverinden dinledi olanları. Sözlerinin sonunda 

     "İyi bir iş başardın evlat. Mimar Ağayla konuşup iki havuz yaptıracağız konağımızın önüne. İki havuz ve iki çeşme. Biri kendini korumaya çalışan minik yavru Emine için, diğeri çaresizlik içerisindeki anne için. Belki o zaman rahat uyurlar yattıkları yerde" dedi.


   Yaşlı adam akşam yemeğinden sonra oturmuştu bahçeye. Evlatlarının seslenmelerine aldırmadan saatlerdir burada tek başına oturuyor, geçmişiyle hesaplaşıyordu. Yılların verdiği alışkanlıktı bu, güzel havalarda işinden gelir bu kanepede otururdu. Gökyüzünde yıllardır göremediği kuzey yıldızını arardı. Ama her seferinde, ne kadar dikkat ederse etsin her seferinde bulamazdı. Yıllar içinde kâh çocukları, kâh torunları kendisine kuzeyde parıldayan sayısız yıldızlar göstermişlerdi. O ise onların işaret ettikleri yönde koca bir boşluk bulurdu hep. Kocaman karanlık bir boşluk...

     Güzel bir geceydi. Tatlı bir yel denizden karaya doğru esiyordu. Yaşlı adam bir çocuk olarak geldiği bu topraklarda kendini hep yabancı hissetmişti. Onun vatanı, kardeşiyle birlikte koşup oynadığı Cadı Bostanıydı. Bu akşam, buralara büyük babası Hacı Beytullah Efendiyle geldiğinden beri ilk kez kendini yabancı gibi hissetmiyordu. Kuşaklardır buraların sakiniymiş gibiydi. Başını hafifçe kaldırdı, kuzeydeki karanlık gökyüzüne baktı. O karanlık bölgede bir nokta belirdi. Nokta her saniye ışığının artırmaya başladı. Bir sevinç kapladı içini. Bu yıllar önce kaybolduğu söylenilen ama başına neler geldiğini çok iyi bildiği ikiz kardeşinin yıldızıydı.

     Çocukluğun masumiyetinin her şeyden önemli olduğu o yıllarda Dersaadet yakınlarındaki geniş arazilerinde, gökyüzüne bakıp bu yıldızı izlerlerdi. Hatıralarının en seçkin yerinde, annesinin iki yanında oturan iki kardeş vardı. Anneciği bir kardeşinin bir kendisinin saçını okşar karanlık gökyüzüne doğru parmağını uzatırdı. "Şu uzaklardaki yıldıza iyi bakın o sizin yıldızınız" derdi. Hiç batmayan yıldız hep gökyüzünde var olan yıldız kız kardeşinin kaybolmasından sonra görünmez olmuştu. Utancından saklanıyordu besbelli. Belleğinin bir kenarında, karanlık bir yerinde, başka anılarda parıldamaya başlamıştı.

     Bir sabahı anımsadı. İşkence edilmiş, örselenmiş cılız kolların anne sevgisiyle kucaklandığı sabah. Annesi kardeşini almış uzaklara gitmişti. Çiftliğin az kullanılan bölgesinde buldukları bir mağaraya gitmiş, bir gece boyunca mağarada kalmıştı ölen kızıyla. Onu, zavallı kardeşini karanlıkta bir başına bırakmış, kendisi de mağaranın kapısında beklemişti. Sayısız kereler babası dedesi yahut diğerleri yanlarına gelmiş ama o asker gibi mağaradaki kızının cesedini savunmuştu.

      "Benim kızım kendisine bu kötülükleri edenlerden intikam alacak" demişti. "Kendi namusunu kendi temizleyecek" demişti. Sonra, sabah mağaradan kardeşinin cesedini almış tırnaklarıyla kazdığı mezara koymuştu.

     Kuzey yıldızı parıldamaya sanki kendisine gülümsemeye başlamıştı. "Kardeşim aradığı huzuru sonunda buldu" dedi kendi kendine. Kendisinin de içini tatlı bir huzur kaplamıştı. Kafasını kaldırıp ağarmaya başlayan gökyüzüne baktı. Uzaklarda beyazlaşmaya başlayan bulutların içerisinde iki gölge, kendisine el sallıyor, yanlarına çağırıyordu.

     Yaşlı babasını kahvaltıya çağırmak için dışarı çıkan oğlu, babasının artık soluk almayan ama mutlu bir şekilde gülümseyen dudaklarıyla karşılaştı. Gözleri uzaklarda parıldayan kutup yıldızındaydı...
     


553
Liman Kütüphanesi / Ynt: Alien Evreni.
« : 04 Temmuz 2011, 17:40:55 »
İyi bir çalışma olmuş teşekkürler...

554
Korku & Gerilim Eserleri / Ynt: Stephen King Kitaplığı
« : 30 Haziran 2011, 12:58:09 »
Ben "Sadist" adlı kitaptan başlamanı öneririm. Beni çok etkilemişti. Küçüklüğümde okuduğumdanmıdır bilmiyorum ama psikolojimi bayağı bir bozmuştu :P Konusu;

Spoiler: Göster
çok ünlü bir yazarın kitap serisinin sonunu basıma götürürken yolda bir kaza geçirmesini ve katatonik bir hayranının bu adamı kurtarmasıyla başlıyor. Kitabın son olduğunu öğrenince hayranı deliriyor ve işkence ede ede tekrar bir kitap yazdırıyor...


Edit: konusunuda yazayımda bilgin olsun :P
James Caan ın 1990 yılında oynadığı ölüm kitabı filmini de izlemelisiniz.

555
evet benim de okuduğum ve sevdiğim kitaplardandı. Acaba bir kere daha mı okumalıyım... Bu arada böyle bir şirin roman başka bir bölümde olmalıydı.

Sayfa: 1 ... 35 36 [37] 38 39