Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - azizhayri

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 39
61
Konu vampirden açılmışken halen okuduğum John Man'ın Attila kitabından bir alıntı yapacağım (sf:37)

"Bizans önlerine geldiklerinde (Got'lar) saldırı surların görünüşü ve dehşet verici bir olay nedeniyle sona erdi. Şehir kendisini savunmaya başladığı sırada Seragen bölüğü aniden dışarı fırladı. Üzerlerinde peştemalden başka bir şey olmayan ve sadece bir kılıç taşıyan bu korkutucu savaşçılardan bir tanesi hızla kargaşanın arasına dalarak en yakınındaki Got'un gırtlağını bir kılıç darbesiyle parçaladı ve yere düşmekte olan cesedi yakalayarak şah damarından fışkıran kanı emdi"

Bu düşmana korku vermek için yapılan bir davranış mı yoksa vampir mi? ne dersiniz

62
Tabii ki Cristopher Lee
BARBAROS HAYRETTİN  geliyor aklıma

İyi kötü tarih bildiğimi düşünüyorum ama Barboros Hayrettin adının vampirlerle anıldığını ilk defa duydum...
 
Vampir denilince ilk aklıma gelen isim ise Cristopher lee

63
Kurgu İskelesi / Ynt: Kıpkısa Kulübü
« : 18 Temmuz 2016, 17:24:17 »
Hay Allah bu paraşüt niye açılmadı ki. Üstelik daha dün kayınvalide kontrol etmişti...

64
Mitolojiler / Ynt: Vampirler Hakında
« : 15 Temmuz 2016, 15:06:55 »
güsel bir  yazı  ama   vlad dracula  orada yazdıgı gibi  kana ekmek falan batırmıyor.  onlar sadece  uydurmalar.   ayrıca burada yazmıyor ama  vlad  dracula  fatih sultan mehmed in  çocukluk arkadaşı

Gerçek mi? yoksa rivayet mi? Fatih ve Vlad arkadaş salar neden böyle düşman olmuşlar. Araştırılması gereken bir konudur diye düşünüyorum. Bir ara Hasan Sabbah'ın da Ömer Hayyam la ve Nizamül Mülk ile arkadaş oldukları söylenmişti.
Bir de bu uzun çalışmayı yapıp yayınlayan arkadaşta teşekkürü hak ediyor.

65
Liman Kütüphanesi / Ynt: Beğendiğiniz Alıntılar
« : 14 Temmuz 2016, 17:21:59 »
"Bir imparatorluk batmak üzereydi; fakat taşralı zenginler sanki her şey sonsuza dek aynı kalacakmışcasına ev partilerine,banyolara, akşam yemeklerine, spor müsabakalarına, gösterişçi edebi tartışmalarına devam ediyorlardı" John Man, Attila Sayfa 257

66
John Man'ın Attila kitabını okuyorum. Daha önce aynı yazarın Kubilay kitabını okumuştum. Biyografi tarzında yazıyor ama dönemi de anlattığı için romandan daha çok belgesel havasında. Tarihe ve liderlere meraklıysanız tavsiye ederim...

67
Kurgu İskelesi / Ynt: a.y.n.a.
« : 12 Temmuz 2016, 15:55:47 »
Eline, diline sağlık üstat, yine çok hoş bir çalışma olmuş...Okuması hafif konusu merak uyandırıcı :)

Sadece bir konuda fikir beyan etmek isterim müsadenle,

BÖLÜM 13: GERİ DÖNÜŞ

      Kağıtta, Türkleri küçültücü cümleler vardı, tehditler vardı, öfke vardı. Adnan Bey, daha sonra bütün bunların gerçek olduğunu anlayacaktı. Ama ilginç olanı ise Veinnous Dauphin Humbert in Papa 6. Clement tarafından Symirna’yı geri almak için görevlendirilmesiydi. Saint Pietro kalesini geri almış Amazon kalesini alamayınca kahrından ölmüştü. Yani adam kağıtta yazdıklarının büyük bir bölümünü gerçekleştirmişti. Symirna’nın aşağı liman kalesini alınca, Umur Beyin yaptıklarını yapmamış şehir halkını kılıçtan geçirmişti. Bütün bunları geri döndükten sonra öğrenmişti Adnan Bey. Hiç bir şey demeden kağıdı geri uzattı.

"Bütün bunları geri döndükten sonra öğrenmişti." cümlesi neticede geri dönebileceklerini okuyucuya açık ediyor. Bu bilgileri aktarırken, geri dönebileceklerine dair bir ifade kullanmasan ve hatta geri dönüş çabalarında başarısız bir denemelerini de hikayeye eklesen daha hoş olur diye düşünüyorum.

Çalışmanın paylaştığın için tekrar teşekkürler :)
Okuduğunuz ve değerlendirdiğiniz için teşekkür ederim. Naif bir hikaye olsun istedim. Geri dönme cümlesi için de; evet daha iyi olurmuş: Teşekkür ederim...

68
Kurgu İskelesi / Ynt: a.y.n.a.
« : 11 Temmuz 2016, 14:58:09 »
             BÖLÜM 14: BAŞARILI BİR ÖDEV

   Yankı, ödevini dakikalarca inceleyen öğretmeninin ne yanıt vereceğini heyecanla bekliyordu. Heyecanlanan yalnızca o değildi, arkadaşları Aslıhan Alihan ve Nevzat ta heyecanlıydılar. Öğretmenleri Arife Hanım, bir kaç yapraktan oluşan ödevi hala inceliyordu. Neden sonra "Kim hazırladı bu ödevi" dedi. Yankı, gururla "Ben hazırladım öğretmenim" dedi.

   "Allah Allah” dedi öğretmeni sesi hayret ve şaşkınlık doluydu. “Bu ödev senin hazırlayamayacağın kadar mükemmel" dedi Sonra tümcesini düzeltme gereği duydu.   

   "Yani başarını küçümsemek istemiyorum ama bu sınıftan böyle bir ödev beni çok şaşırttı da" dedi. Kendi kendine konuşur gibi. "Sanki ödev değil de yaşanmış bir öykü anlatmışsın. Yazdığın tüm yazıları yaşamış gibi anlatmışsın. Yazdıklarını okuyanda, bu kişilerle tanışmışsın, o teknelere binmişsin zannedecek. Ne o öyle "Umur beyler, İbrahim Bahadır Beyler, Hundi Melek’ler Dük Zaccarialar hatta Humbert’ler falan." Kadırgalar Iğırbarlar Kırlangıçlar. Firkateler kalitalar. Bunların hepsinin ne anlama geldiğini biliyor musun?" 

   "Evet Öğretmenim, Firkatelerde 10 - 17 oturak bulunurdu. Oldukça hızlı oldukları için genellikle karakol gemisi olarak kullanılıyorlardı. Bu saydıklarınız hafif küçük tekneleri genellikle kürekli ve tek direkli yelkenlilerdi. Bir de bunların derin sularda yani açık denizlerde kullanılanları vardı. Onlara Birgende, Girap, Kalite gibi isimler veriyorlardı. Delikanlının gezisi içindeki özgüveni yerine getirmişti.

   Kendi arkadaşları bile şaşırmışlardı olanlara ve  Yankıdaki bu değişikliklere. Birkaç gün önce Amcasıyla birlikte aniden gelivermişlerdi. Bir gün koca bir gün aramışlar sormuşlar bir haber alamamışlardı. Kendi çabaları ile bir sonuç alamayınca polise bildirmeyi düşünüyorken birden bire ortaya çıkıvermişlerdi. Yalnızca Yankı anlatsa belki çocuğun hayal gücüne yoracaklardı ama amcası Adnan Bey de doğrulamıştı anlatılanları. Aslıhan Alihan ve Nevzat bunları düşünürken Yankı anlatmaya devam ediyordu.

   "Aslında o zamanlar yani Umur Bey ya da Aydın oğulları zamanında tekneler bu şekilde sınıflandırılmamıştı. Umur Bey ilk donanmasında bulunan yedi tür kayığı bu firkatedir bu da kırlangıçtır diye ayrılmamıştı. Anadolu kıyı beylikleri Emir Çaka’dan aldıkları denizcilik mirasını geliştirmişti. Çaka Beye de Finikelilerden Mısırlılarda Romalılardan kalmıştı bu miras yani bir çeşit insanlık mirasıydı. Az önce bahsettiğimiz sınıflandırmayı Osmanlılar yapmışlardı. Daha da sonralarda ise Kalyonlar savaş gemileri destroyerler falan almıştı bu gemilerin yerlerini.

   "Tamam yavrum, tamam, ödevini iyi hazırlamışsın. Kendi çabanla hazırlandığına ikna oldum dedi. Biraz düşündü; "Yalnız kaynak. Yani kaynağını belirtmemişsin" dedi. Aldığı yanıt ise kendisini bir kere daha şaşırtacaktı.

   "Bütün bunları, ödevime yazmıştım öğretmenim. 15. yüzyılda yaşayan Enveri’ den aldım. Enveri  'Düsturname' sini 1465 yılında yazmıştı." Yankı, Öğretmeni Arife Hanımın sormaya hazırlandığı soruyu tahmin etmiş olmalıydı ki  "Mükremin Yinanç' ın 1928 baskılı tercümesinden aldım" dedi. Yankı içinden birkaç gece önce kendisine bu bilgileri veren küçük arkadaşı Hundi Melek’e ve İbrahim Bahadır’a teşekkür ediyordu. Umur beyin söylediği sözler kulaklarında çınlıyordu hala "Başarmak için çok çalışmak gerekiyor" "Başarmak için çok çalışmak gerekiyor."

   Arka sıralarda oturun Muhsin bilmişçe sordu " Nasıl biriydi bu Umur" Sözlerinin başından beri sakin konuşurken birden hiddetlendi. " O senin sokak arkadaşın değil, Umur Bey diyeceksin." Bir saniye sustuktan sonra sözlerine eskisi gibi sakince devam etti. "Uzun boyluydu. Teni güneş yanığıydı ama buğday tenliydi, Ensesine kadar uzamış saçları vardı ve yakışıklıydı. Konuştuğu Türkçe bizim Türkçe'mize benzemiyordu ama etkileyici bir sesi vardı.  Arife Hanım yine şaşırmıştı. Bu çocuk yazdıklarını yaşamış gibi anlatıyordu. Durumu kurtarmak için Nevzat atıldı.

   "Notunu söyleyin öğretmenim" dedi. Arife hanım hala kendi kendine konuşur gibiydi "Ben Yankı’nın bu ödevi hazırladığından hala kuşkuluyum ama ödevin notu; on.Birde sözlü notu veriyorum; 10” Sınıftan sevinç çığlıkları duyuldu. Yılların öğretmeni öğrencilerini elleriyle susturdu… “Ve 271 Yankı Çiftçi sınıfını geçti. Bu başarısını diğer öğretmenlerine de anlatacağım" dedi.

   O hafta sonu tüm gurup Adnan beyin evinde toplanmışlardı. Yeni yapılan çardağın altında kocaman bir mangal yanmış öğle yemeğine hazırlanıyorlardı. "Ne dersiniz arkadaşlar babamın önerdiği o ismi kendi gurubumuza verelim mi." Nevzat’ın önerisini Aslıhan sevinçle karşıladı. "

   "Neden olmasın. Biz, birbirimizi seven dört arkadaşız. Birbirimizden hiç ayrılmayız."

   "O zaman Aslıhan’ın A sı Yankı’nın Y si Nevzat’ın N si ve Alihan’ın A sı. "A.Y.N.A." Sevinç çığlıkları attılar.
   "Kusura bakmayın ama çocuklar gelecek yıl burada buna izin vermem" dedi Adnan Bey. Çocuklar şaşırmıştı. Amcaları, Adnan öğretmenleri kendilerinden bıkmış mıydı yoksa. Soruyu cesaret edip Nevzat dillendirdi. " Ne oldu amca, bizden bıktın mı yoksa "

   "Ne bıkması çocuklar. Burasını A.Y.N.A. nın buluşma noktası sayabilirsiniz. Yani benim evim sizin eviniz. Üstelik aynanın gizini çözmüş sayılmayız. Ben yalnızca gelecek yıl bu çardağın altında mangal yakmanıza izin vermem demek istedim. Gelecek yıl bu çardağın üzeri asma dalları ile dolacakta" dedi. Gurup, az sonra neşe ile sofraya oturuyordu.    

69
Kurgu İskelesi / Ynt: a.y.n.a.
« : 08 Temmuz 2016, 14:40:49 »
BÖLÜM 13: GERİ DÖNÜŞ

   Temiz hava, doğal gıdalar düzenli uyumasına yardımcı oluyordu Yankı’nın O nedenle erkenden kalkmıştı. Üstelik her sabah annesi zorlukla kaldırıyorken bu sabah kendisi uyanmıştı. Yerinden kalktı. Artık alışmaya başladığı bu yaşamın gereklerini yerine getirmeliydi. Gerçi gelmiş olduğu yerden ya da yılların verdiği alışkanlıklarda pek farklı değildi. Yine sabahları yüzünüzü yıkıyordunuz farkı eskiden yani iki gün öncesine kadar evde lavabonun başında elini yüzünü yıkıyordu. Şimdi ise kuyudan su çekip yüzünüzü öyle yıkamak zorundaydınız. Sonuçta alışmıştı bu yaşama.    

   Kuyunun başına vardı. Kuyunun hemen yanındaki ağaca bir ucu bağlanmış kovayı aldı. Birbirine geçmeli ağaçlardan yapılmış tabanı daireye yakın çokgen ve konik bir kovaydı elindeki. Kovadan çok minik bir fıçıyı andırıyordu. Kovayı kuyunun içine salladı. Attığı kova batmamış aksine yüzüyordu. Yukarı çekti, bir daha denedi. Yine başaramadı. İleriden Umur beyin çadırından gelen Hundi Melek’i gördü. "Hadi Yankı ağa geç kalıyoruz" dedi uzaktan. O zaman Yankının aklı başına geldi. Bu sabah Cenevizliler kaleyi boşaltacaklardı ve kendisi Adnan öğretmenle buluşacaktı.

   Düşünceleri Adnan öğretmenle buluşma konusuna gelince içine belli belirsiz bir hüzün çökmüştü. Alışmaya başlamıştı buralara. Yanına gelen küçük çocuk, kendisinin kerelerce denediği ve başaramadığı işi ilkinde başardı. Attığı gibi kova batmıştı. İşin sırrı kovanın ağzını suyla belli bir açı ile gelecek şekilde kovayı atmaktı. Buz gibi soğuk suyla yüzünü yıkadı. Hundi Melek eline yapıştı. "Şimdi sıra kahvaltıda diyordu.

   Adnan Bey’de uyanmıştı. Kendisine ayrılan odada havanın yavaş yavaş aydınlanmasını izliyordu. Bir saat kadar önce kalenin kilisesinde -belki de son kere- çanlar çalmıştı. Çan sesi ile birlikte sesler duyulmaya başlamıştı. Dük Zaccaria nın istediği yemek gerçekleşmemişti. Daha kötüsü Dükün küçük kızı yemek getirmeseydi o geceyi aç bile geçirebilecekti. Sevimli kız babasının yokluğunu aratmayacak kadar bilgili ve kültürlü biriydi. Uygun bir dille Dük babasının niçin gelemediğini sorduğunda
"Komutan Humbert in dairesinde bulunamadığını, arandığını söyledi. Anlaşılan zorda kalan kale komutanı firar etmişti. Genç kız kibarlığından sormasa bile dolaylı yollarla sözü "İbrahim Bahadır" beye getiriyordu.

   Sonra kafası nasıl geri dönecekleri konusuna takıldı. Yankı'da kendisi de öğle saatlerinde buraya geçmişlerdi. Bu aynada var olan ve tanımlayamadığı her ne ise öğlenleri harekete geçiyordu. Birden aklına geldi. Aynanın yüzeyi kırışıklaşmadan önce ezan sesi duyduğunu anımsadı. O zaman bu öğle bir kere daha deneyecekti. Tanrı’nın izni ile şu işler yoluna girdikten sonra Yankıyı bulacak ve geri dönmeye çalışacaklardı. Kapı çalınması onu bu düşüncelerinden sıyırdı.

   "Adnan Bey, uyandınız mı?"  Sesin sahibini tanımıştı. "Uyandım Düküm" dedi. Kapıyı açtı. "Dün gece için özür dilerim. Yapılacak o kadar iş vardı ki" sesi dokunaklıydı. Kolay değildi tabii, yıllarca valiliğini yaptığınız bir yeri bırakıp gidecektiniz. Bir ara sorup sormama konusunda ikilemdeyken Dük 
"Dün gece Komutan Humbert kaçmış" dedi. "Biliyorum. Kızınız söylemişti" diyemedi. "Kaçtığını nereden biliyorsunuz."  "Bir not bırakmış" dedi. Elinde bir kağıt vardı. Dük
okuması için kendisine uzatıyordu.

   Kağıtta, Türkleri küçültücü cümleler vardı, tehditler vardı, öfke vardı. Adnan Bey, daha sonra bütün bunların gerçek olduğunu anlayacaktı. Ama ilginç olanı ise Veinnous Dauphin Humbert in Papa 6. Clement tarafından Symirna’yı geri almak için görevlendirilmesiydi. Saint Pietro kalesini geri almış Amazon kalesini alamayınca kahrından ölmüştü. Yani adam kağıtta yazdıklarının büyük bir bölümünü gerçekleştirmişti. Symirna’nın aşağı liman kalesini alınca, Umur Beyin yaptıklarını yapmamış şehir halkını kılıçtan geçirmişti. Bütün bunları geri döndükten sonra öğrenmişti Adnan Bey. Hiç bir şey demeden kağıdı geri uzattı.

   "Bizler hazırız" dedi. Birlikte dışarı çıkmışlardı. Kalenin meydanında toplananlar yüz kişiden fazla olmalıydılar. Çoğunluğu kadın ve çocuklar oluşturuyordu. Herkesin ellerinde taşıyabileceği kadar eşya vardı. Kalabalığa derin bir sessizlik hakimdi. Yalnızca çocukların mızıldanmaları ve ağlamaları duyuluyordu. Dük meydana gelince kilisenin çanı çalmaya başladı. Kalabalıktan dualar, yakarışlar duyulmaya başlamıştı.

   Yukarıda, surların üzerinde duran iki asker kale kapısını indiren büyük kolları çevirmeye başladı. Böyle bir kapının nasıl olup ta bu kadar kolay açılıp kapandığına hayret eden Adnan Bey merakını gidermişti. Kalenin içerisindeki büyük ağırlıklar, köprü kapının ağırlığını dengeliyordu. Kapının ucu yere değdiğinde iki koruma ile Dük Zaccaria yürümeye başladı. Ardından önce erkekler olmak üzere kalabalıkta yürümeye başlamıştı. Dükün ardında iki kızı yürüyordu. Küçük olan Maria sık sık karşıya bakıyordu. Kendisini seven Türk gencini görmeye çalışıyordu. Bir ara kalabalık arasından çıkan elindeki dala dayanarak yürümeye çalışan birini gördü. Gözleri parıldadı, bir kere daha baktı. Bu Oydu, İbrahim Bahadır'ın ta kendisiydi. Şükürler olsun ki yaşıyordu ve yarası ağır değildi.

   Karşıda, hendeğin diğer tarafında, Türkler bekliyorlardı. Ama öyle kalabalık değillerdi. Kaleye yerleşmek için acele etmiyorlardı. Dük kendisini görünce atından inen Umur Beye yaklaştı.
"Onurlu bir düşman, onursuz bir dosttan daha iyidir" dedi. Umur Gazi’nin uzattığı eli tuttu. İki el dostça sıkıldı. "Belli ki suçlunun cezasını kendiniz vereceksiniz" dedi. Kimi kastettiğini anlamıştı Dük "Eğer suçlu bir korkak gibi kaçmamış olsaydı gerekli cezalandırmanın yapılacağına emin olabilirsiniz" diye yanıtladı Umur beyi.

   Umur bey, solunda üç yüz metre kadar ilerisinde karaya yanaşmış olan kadırgasını gösterdi. "Yolculuğunuz için gereken önlemleri aldık" dedi.  Kadırgaya çıkacakları iskelenin hemen yanında hazırlanmış sofralar gözüne çarptı. "Biz inandığımız İsa gibi son yemeğimizi yedik" dedi. Ama Umur beyin bir gün önceden hazırlatıp Kadırgaya koyduğu yollukları görünce kalabalıktan kimse hayır diyemeyecekti. Türk usulü börekler, çörekler, sarmalar, tatlılar günlerden beri tam doymayan halka sonsuz bir sevinç yaşatacaktı. Yaşlı adam ağır ağır yürümeye başladı, kalabalıkta arkasından geliyordu.

   Dük Zaccaria, son yurttaşı da binesiye kadar kenarda beklemişti. Yanında kilisenin papazı vardı, Papaz efendi her bineni takdis ediyor, dudağı kıpır kıpır dualar ediyordu. Son yolcudan sonra papazda kadırgaya bindi. Dük bu kere elini Adnan beye uzattı.
"Garip bir adamsınız ama sizi tanıdığıma sevindim" dedi. Yılların öğretmeni Adnan Çelik, bu yaşadıklarından oldukça etkilenmişti. Gözleri dolu doluydu. Tarih boyunca savaştıkları bir milletti Cenevizliler, kendi deyimleriyle Cenovalılar. Ama tarih hep savaş hep kan ve gözyaşı demek değildi. "Bazen düşmanlık adı altında gizli dostluklar ve gizli hayranlıklarda yaşanıyordu.

   Uzakta olanları çadırından izleyen Aydın oğlu Mehmet Bey oğluyla gurur duyuyordu. Hem akıllı ve cesur olduğu için hem de mert ve gerektiğinde bağışlayıcı olmayı bildiği için. Oğlunun, Umur’unun burada Symirna da yaptırdığı kadırgayı ufukta kaybolasıya kadar izledi. Symirna artık tamamen kendilerinindi.

   Adnan Bey ve Yankı’nın karşılaşması daha duygusaldı. Gerçek iki dost gibi baba oğul gibi kucaklaştılar. Adnan Bey, dün akşam elçi olarak geldiğinde çocuğun sağ ve esen olduğunu görmüştü. Ama şimdi kucaklayasıya kadar yüreğinin bir köşesinde tedirginlik kalmıştı. Delikanlı mutluydu. İki gün öncesinden daha olgun görünüyordu. Bu yolculuk onu olgunlaştırmış olmalıydı. Kendisi altmış bir yıl yaşamıştı ama bu yaşadıkları onu daha fazla olgunlaştırmamış mıydı? Yankı, bu yaşamı benimsemişti, sanki burada doğmuş burada büyümüş gibiydi.

   Bir sela sesi duydu, kalenin surlarına çıkan gür sesli bir asker Tanrıya şükrediyordu. Kalabalık başta Hoca Selman ve Mehmet Bey olduğu halde kaleye doğru yürümeye başlamıştı. Aydınoğlu Mehmet beyin kaleye yürümesi ile ortalık bir anda şenlik yerine döndü. Davullar vuruluyor borular ötüyordu.  Yaşanan bir zaferdi bir fetihti. Bunca zaman ter dökmüş olanlar sevincini de yaşayacaklardı. Bu sevinci bu bayramı hak etmişlerdi. Sonra dualar edilecek sonra fethedilen kaleye yerleşilecekti. Yankının yanındaki Hundi Melek, Adnan beyi göstererek

   "Bu bey kim, giysileri seninkilere ne kadar benziyor" dedi. Evet, aynı zamanın, aynı dünyanın insanlarıydılar. "Bu benim öğretmenim, amcam" dedi. "Amcam" deyişinin içtenliği Adnan beyin hoşuna gitmişti.

   "Nasıl yaşamından memnun musun" diye sordu yaşlı adam. Yankı gülümsemeyle yetinmişti. "Dönme vaktimiz geliyor" deyince çocuk uykudan aniden uyanmış gibi irkildi.

   "Nasıl döneceğiz" dedi. Olayın bu boyutunu hiç düşünmemişti.

   "Geldiğimiz yolla." İstersen sen biraz daha dolaş Ama uzaklara gitme. Öğlen olmadan beni bul." dedi Çocuk bir an durdu "Ben gelmesem.”. Yaşlı adamın kafası olumsuzca sallandı.    "Bizler buraya ait değiliz. Geldiğimiz yere dönmek zorundayız" Durdu düşündü. Olacakları tahmin bile edemezsin" dedi. Sahilde görünen kaleye doğru yürümeye başladı.

   Yankı, kalan süresinin keyfini sürmek istiyordu. Değişik bayraklı tekneleri izlemek için Hundi Melek’le sahile indiler. Bir ağacın gölgesine oturdu, körfezin çırpıntısıyla, bir yükselen bir alçalan teknelere bakıyordu. Neden sonra kendilerine yaklaşan bir tek direkli yelkenli gördüler. Tekne burnunu çevirmiş küreklerle yaklaşıyordu. Güvertede biri el sallıyordu. Biraz daha yaklaşınca ayakta durmak için yelken direğine tutunmak zorunda olan İbrahim Bahadır’ı gördüler. "Hadi dolaşalım biraz" diye bağırıyordu.

   Adnan Bey, cebinde sakladığı saatini çıkarıp baktı. Vakit yaklaşıyordu. Kaleye gelmiş olduğu büyük konağı aradı. Kalenin içerisinde her şey nasıl bırakıldıysa öylece duruyordu. Bey’in izni olmadan kimse elini herhangi bir şeye sürmüyordu. Öğle namazı kalenin kilisesinde kılındıktan sonra içerideki ganimet dışarı çıkarılacak, Bey tarafından adaletli bir şekilde paylaştırılacaktı. Büyük konağı buldu. Merdivenlerden çıktı. Ayna kendi evinde duran ayna aynı yerinde salonun ortasında duruyordu. Şimdi sıra Yankı’yı bulmaya geliyordu. Geldiği gibi çabuk adımlarla merdivenlerden indi.

   Çevreye bakındı, ne Yankı nede Hundi Melek ortalıkta görünmüyordu. "Nerede kaldı bu çocuk" diye hayıflandı. Aklına surlar geldi. Taş basamaklardan yukarı çıktı. Hendeğin ötesinde kalabalık yiyor içiyor eğleniyordu. Gözlerini kısarak baktı, delikanlıyı göremiyordu. Öbür yana yürüdü. Kalenin içerisine baktı. Yine göremedi delikanlıyı. Kafasını kaldırdı güneşe baktı. Güneş tepeye varmak üzereydi. Birden aklına deniz geldi. Bir tekne bulmuş onunla geziyor olabilirdi. Zaten bu deniz tutkusuyla başlamamış mıydı her şey. Bakışları sahilde salınan teknelere kaydı. Aklına gelen başına gelmişti. Yankı ve yanından hiç ayrılmayan küçük çocuk tek direkli büyükçe bir teknedeydiler. Avazı çıktığı kadar bağırdı. "Yankı" diye. Rüzgar sesini dağıtıyordu. Elini kolunu deli gibi sallamaya başladı.

   Surların üzerinde deli gibi el kol sallayan adamı ilk olarak tayfalardan biri farketti. Kafasını kaldırıp direğin üzerinde seren duran Yankı’ya seslendi
"Miço! Hey çocuk bak" dedi. Yankı tayfanın gösterdiği yere bakınca Adnan öğretmenini farketti. Aklına ayrılmadan önce söyledikleri geldi. Direkten kayarcasına indi. Önemli bir şey olmasa Adnan Bey böyle bağırmazdı.

   Iğırbar, kalenin yanındaki küçük düzlüğe yanaşan tek direkli tekneye Iğırbar demişti, İbrahim Bahadır. Kırlangıç demişti kadırga, kalita demişti denizde dolaşan, sahile yanaşmış tekneleri göstererek. Ama en güzeli Umur ağamın kadırgası "Gazi" demişti. Önce Yankı atladı karaya arkasından Hundi Melek.

   Adnan Bey, surlardan inerken onlar kalenin kapısına doğru koşuyorlardı. Kalenin avlusunda buluştular. "Vakit gelmiş olmalı" dedi soluk soluğa. Delikanlı birden geri döndü.  Adnan Bey "Nereye" diyen sesini zor duymuş olmalıydı. Tayfalar Iğırbarı kayalara bağlamaya çalışıyordu. İbrahim Bahadır, aksaya aksaya yanlarına gelmeye çalışıyordu.

   Yankı, gazinin önünde durdu. "Ağam, hoşça kal. Belki bir daha görüşemeyiz" dedi. Kendi geldiği yerde olduğu gibi yanaklarını öptü. Koşarak geldiği yöne döndü. Hundi Melek ise ne yapacağını şaşırmıştı. Kale kapısından tekrar girdi. Adnan Bey, bir sokağın köşesinde el ediyordu. Yankının geldiğini görünce yoluna devam etti. Sokağa girince nereye geldiğini anlamıştı Yankı. Aynanın olduğu eve gidiyorlardı.
   
Bir an olduğu yerde donup kalmıştı Hundi Melek, Amcasının yüzüne baktı safça. Amcası "Peşlerinden git, ben yetişirim"  deyince fırladı. Girdiği sokağı görmüştü ama o geldiğinde sokakta kimse yoktu. Sokak boyunca duran evlerden birine girmiş olmalıydılar. İlk eve girdi. Bir ses seda yoktu. Ondan çıkıp diğerine girdi. Sokaktaki üç beş evi sırayla kontrol etmekten başka yapabilecek bir şeyi yoktu.

   İki yabancı eve girer girmez ikinci kata çıktılar. İkisi de soluk soluğaydılar. Yine aynı şey olmuştu. Dışarıdan ezan sesi geliyordu. Müezzin kilisenin çan kulesine çıkmış olmalıydı. Aynanın karşısına geçip beklemeye başladılar. Bakalım aynı şeyler tekrar yaşanacak mıydı?

   Hundi Melek, kendini şanslı sayıyordu. Diğer evlerin kapıları kapalı olduğu için direk olarak en sondaki en büyük eve yöneldi. Bu ev kaledeki en büyük ev olduğuna göre Zakkaria nın evi olmalıydı. İçeri girdi, içeride ses seda yoktu. Tam dışarı çıkacaktı ki yukarıdan gelen çıtırtıları duydu. Ağaçtan yapılan ikinci kat üzerinde yürüyenlerin ayak seslerini olduğu gibi yansıtıyordu. "Yankı Ağabey" diye seslendi.

   Bekledikleri olmuş aynanın yüzeyinde hafif dalgalanmalar başlamıştı. Yerinden önce Yankı kalkmıştı. Aynaya doğru yürümeye başlamıştı. Gitmek istemiyordu ama gitmek zorundaydı. Aynanın yanına yürüdüler. O an Hundi Melekin sesini duydular.

        "Hundi Melek hoşça kal" dedi. Aşağıdan ayak sesleri gelmeye başlamıştı.

        "Hadi" dedi Adnan Bey. "Biz buraya ait değiliz. Üstelik annen baban kardeşlerin arkadaşların" Adnan bey, söyleyince aklına geldi ailesi, onları özlemişti. Aynanın yüzeyi bir su yüzeyi gibi çırpınmaya devam ediyordu.

        "Seni unutmayacağım Hundi Melek. Hoşça kal" dedi bir kere daha. Sonra, aynanın dalgalanan yüzeyine daldı. Ardından da Adnan Muallim bıraktığı zamana dönmeyi umarak daldı.

   Hundi Melek, dakikalarca salonda dikilip kaldı. Az önce sesi gelen Yankı, odada yoktu. Her yana baktı, bulamadı. Pencerelerde sıkı sıkıya kapalıydı. Korku ve heyecanla ne yapacağını bilemez durumdaydı. Yanına gelen amcasını bile fark etmemişti. "Neredeler" dedi İbrahim Bahadır. "Bilmiyorum" diye yanıtladı. "Az önce yukarıdan sesi geliyordu. Ben çıkınca sır olmuşlardı." Amca ve yeğen birbirine destek olarak çaresizce aşağı indiler. Durumu babalarına anlattıklarında, yaşlı adam sorunun aynadan olduğunu aynanın tılsımlı olduğunu anlamıştı. Güvendiği beylerinden birini çağırdı ve

   “Şu kocaman aynayı kaldırın, saklayın.” Birkaç saniye düşündükten sonra, fikrini değiştirmişti  “Bana Pişrev Ağa’yı çağırın” dedi. Birkaç dakika sonra yaşına göre hayli dinç görünümlü Pisrev Ağa gelince de

   “Bu ayna, keferenin eline nereden geldi bilemem ama kimselere göstermeden sarın sarmalayın. İki ay önce gittiğimiz o urum köyünü hatırladın mı?”  Yaşlı adam, Beyinin nereyi kastettiğini anlamıştı. “Bildim beyim, gün batımında, Söke Beyin obasının o yanda, ovanın kenarında güzel küçük bir köy vardı orayı kastediyon değil mi?

   Evet, Pişrev kardaşım, köyün dışında viran bir ev vardı. Pişrev Bey anımsamıştı. Eski ama güzelce bir evdi. Eğer elden geçerse iyi bir konak olurdu. Ama yaşlı beyinin sözleri düşüncesini böldü.
O büyük boş evin bodrumuna gömün” dedi. Bir saniye durdu “Derine gömün he mi” dedi.  Ardından adamı yanına çağırdı ve kulağına “Bu durumu başkaları bilmese iyi olur he mi? Dedi…

70
Güncel / Ynt: Bayram
« : 08 Temmuz 2016, 13:22:35 »
Gene geç olacak ama herkesin geçmiş Şeker Bayramını canı gönülden kutlarım...

71
Kurgu İskelesi / Ynt: a.y.n.a.
« : 01 Temmuz 2016, 18:13:14 »
         BÖLÜM 12:   SAKIZ ADASINA GÖÇ

   Dışarı çıktığında güneş ufka yaklaşıyordu. Emekli öğretmenin İzmiri bu şekilde görebileceği dünyada aklına gelmezdi. Yukarıda kalenin çevresinde küçük bir mahalle vardı. Birde Kadifekalenin aşağılarında limanın bittiği yerde başlayan yamaçta da bir mahalle. Bütün ortaçağ kentleri gibi kendisini koruyacak bir derebeyine yaslanmıştı. Ortalarda bir yerlerde ise eski Roma’dan kalma Agora Yıkıntıları duruyordu. Bir ara kafasını çevirip Karşıyaka nın olması gerektiği yerlere baktı. Oralarda hiç bir yaşam izi görünmüyordu. Yalnız Bayraklı ve Bornova taraflarında yerleşimler vardı.

   Diğer iki kişi at üzerindeydi ama kendisi yayan gitmeyi tercih etmişti. Kendiside yaşlıydı ama at üzerindekiler daha yaşlıydı. Belli ki kalenin ileri gelenlerinden bilge kişilerdi. At üzerinde gidenlerden birinin elinde beyaz bir bayrak vardı. Bir ara Dük kendi arabasını önerse de kibarca reddetmişti. Bu sayede zaman kazanacak o yılların İzmir'ini yakından tanımaya çalışacaktı. Hiç bir tarihçinin rüyasında bile göremeyeceği bir fırsatı yaşıyordu. Kale kapısı açıldıktan sonra çadırların olduğu yerlerde bir hareketlilik yaşanır olmuştu. Kuşatmanın ilk sınırı denilebilecek silahların ve onları koruyan nöbetçilerin yanlarına geldiklerinde kendilerini karşılayacak küçük bir gurup belirmişti.

   Atların ağır aksak adımlarıyla yaklaştıkça kalabalığı seçebiliyordu. Birden kalabalığın içerisinden biri kendilerine doğru koşmaya başladı. Daha guruptan ayrılır ayrılmaz o kişinin kim olduğunu anlamıştı. "Tanrım sana şükürler olsun" diye mırıldandı. Karşıdan gelen, kaybolduğu için endişe duyduğu delikanlıydı. Birden kendisine doğru gelen çocuğu bir yetişkin yakalamıştı. Belli ki kendisine henüz güvenmiyorlardı. "Şu işi bir bitirelim ondan sonra” diye mırıldandı. Yankı’yla, geri nasıl döneceklerini düşünürlerdi.

   Umur Beyin, daha elçiler için önceden hazırlamış olduğu yere vardılar. Bu diğerlerinden biraz daha ayrı yüksekçe bir yere kurulmuş çadırdı. Çadıra önce Adnan Bey ve diğer iki Cenova’lı girdi. Ardından Hoca Selman,  Pişrev Ağa ve Umur bey girdi. Beş yaşlı kişinin arasında tek genç Umur Beydi. Kısa bir süre kaldılar çadırda. Cenovalıların ticaret etmeyi sevdikleri belliydi, zor durumda olmalarına rağmen pazarlık etmeyi bırakmıyorlardı. Sanki kendileri zafer kazanmışlar gibi gururla ve inatla koşullar ileri sürmeye çalışıyorlardı. Her ne kadar Adnan Bey onlara gerçekçi davranmaları için uyarıyorduysa da iki yaşlı adam Adnan beyi dikkate almıyordu. Bunları dikkatle izleyen Umur Gazi yerinden doğruldu. Çadırın kapısına yürüdü. Çadırın kapısını aralayıp elçileri çağırdı.

   Çadır kapısının açıldığını ve elçilerin kapıda olduğunu gören Umur beyin ağabeyi Hızır mancınıkların başında bekleyen askerler işaret verdi. Davullar vurulmaya başladı. Ardından boru sesleri davullara eşlik etmeye başladı. Bir kaç dakika davul sesleri artarak devam etti. Hızır beyin işareti ile birden sustu. Sessizliği iki ıslık sesi bozdu. İki taş gülle havada metrelerce uçarak kalenin önündeki hendeğe düştü. Biraz aşağıda düzenli sıra olmuş yüzlerce asker yüksek sesle, bir tür marş ya da ilahi söyleyerek bekliyorlardı. Çadırın kapısı tekrar kapandı. Umur Bey elçileri etkilemek için küçük bir gösteri yapmıştı.

   Dışarıda gördükleri elçilerin morallerini bir hayli bozmuştu. Çadırın kurulduğu yer askerlerin mancınıkların hazırlanmış olması böyle bir davranışı beklediklerini gösteriyordu. İsteselerdi o iki gülleyi kalenin içine de düşürebilirlerdi. Ayrıca dışarı da bir araya gelmiş ve hepsi silahlı yüzlerce asker vardı. Buralarda ender görülen kalabalık da bir orduydu bu. Sesleri söylediği şarkılar hala duyuluyordu. Denizde ise kadırgalar Saint Pietro kalesinin çevresinde dolanıp duruyordu. Umur beyin ve Hızır beyin hazırlamış olduğu bu küçük gösteri istediği etkiyi yapmıştı. Biraz önce çatır çatır pazarlık etmeye çalışan sanki onlar değildi.
"Yalnızca kişisel eşyalarınızı ve takılarınızı alabilirsiniz. Kale ve kalede kalacak silahlar hayvanlar ve diğer eşyalar kuşatma tazminatı olarak alıkonacaktır. Size kendi kadırgam olan "Gazi" yi vereceğim. Gazi, sizleri sağ salim Sakız adasına bırakacak. Söz verdiğim gibi Sakızın karşısına bir liman yapacağım. Bir yol ile Symirna ya bağlayacağım o limanı. Eşit koşullarda her türlü ticareti oradan rahatlıkla yapabileceksiniz. Ancak..." 

   Buraya kadar her şey elçilerin ve dolayısıyla Dük Zaccaria nın istediği şekildeydi. Hatta Umur Bey gözü gibi sevdiği yeşil yelkenli kadırgasını kendilerine tahsis edecekti. Yine de bu "ancak..."tan sonrası daha önemliydi.

   "Sizlerle görüşmek için yanınıza silahsız gelen canını sizlere emanet eden karındaşımı yaralayan o kalleşi istiyorum"  dedi. Adnan Bey araya girme gereği duydu
   "O kişi, kendi adına hareket eden birisidir. Yapmış olduğu davranış yalnızca kendisini bağlamaktadır" dedi. Karşısındaki esmer tenli uzun boylu gencin öylece baktığını görünce "Bendeniz Adnan kulunuz, Adnan Çelik; Milet dolaylarından Balat Köyündenim. Buraya öğrencim olan bir delikanlıyı aramaya geldim. İster istemez bu işlere bulaştım" dedi. Umur bey yeterince ikna olmamıştı ama kastettiği kişinin kardeşiyle birlikte gelen ve bütün gün kızı Hundi Melek ile dolaşan çocuk olduğunu biliyordu.

   "Ben emrimdeki her kişinin her davranışından sorumluyum. Bey olmam bunu gerektirir. Bir kale beyinden de aynı davranışı beklerim" dedi. Sözlerinde yerden göğe kadar haklıydı. Diğer iki elçi şaşırmıştı. Bozukta olsa kendileriyle Cenova diliyle konuşan yabancı şimdi gayet düzgün bir Türkçe ile konuşuyordu. " Sizin biraderinize ok atan kişi kale komutanı Veinnous Dauphin Humbert tir. Ülkemizin ve Majesteleri Cenova kralının subayıdır. Şu an yargılanmak ve cezası verilmek üzere tutukludur" dedi elçilerden biri. "Sizde takdir edersiniz ki cezası bizim yasalarımıza göre verilecektir." Umur bey bu yanıtı bekliyordu. Tanıdığı Zakkaria başka türlü davranmazdı zaten.

         "Bu gece kadırgam Gazi sizleri alacak Sakız adası limanına bırakacaktır. Kadırgaya binen kişiler tek tek askerlerim tarafından kontrol edilecektir. Humbert in tekneye binmesine izin verilmeyecektir" dedi ve çadırın kapısına yürüdü. Yanında buluna Hoca Selman ve Pişrev beyde dışarı çıktılar. Çadırın kapısında son söz olarak "Sabah güneş doğarken hazır olmanızı istiyorum" dedi.
   Elçiler geri döndüğünde karanlık çökmek üzereydi. Dük Zaccaria, hemen kabul etti elçileri "Biliyorum yorgunsunuz ama acele karar vermemiz gerekiyor" dedi. Elçilerden daha yaşlı olanı söze başladı  "Evet istediklerimizi elde ettik. Umur bey biraderinin öldürülmeye çalışılmasından etkilenmiş. Sizinde tahmin ettiğiniz gibi Humbert in kellesini istiyor."  Diğeri

   "Güneşin doğmasıyla birlikte Saint Pietro kalesini boşaltmamızı istiyor"  Evet tahminleri gerçekleşmişti. Cenova ya döndüğünde yüzünün akı ile Majesteleri kralının huzuruna çıkabilirdi. İki yıl yedi aydır dayanmıştı. Emrindeki kişilerden birinin bile burnu kanamamıştı. Ve iyi sayılabilecek bir anlaşma ile Türklerden Sakız adasında bir yer almıştı. Hem de karşısında Küçük Asya topraklarında bir liman sözü ile. Ticaretlerine devam edebileceklerdi. Anatolia nın ve Asya nın bütün malları kuzey ülkelerine kendi kanallarından akmaya devam edecekti.

   "Tüm Saint Pietro kalesi halkına hazırlıklarını tamamlamayı söyleyin" dedi. Hazırlanmaları da fazla sürmezdi. Yılların verdiği alışkanlıklar ve deneyimler böyle bir sonucun olacağını fısıldamıştı kendisine ve etrafındakilere. Dışarı çıkmak üzereyken o ana kadar sessizce dinleyen Adnan Bey söze girdi.

   "Düküm izin verirseniz ben ayrılmak istiyorum. Öğrencim, kuşatmacıların arasında, Onu alıp evimize dönmek istiyorum" dedi. Dük bir an yanında dikilen adamın yüzüne baktı. Hem kendileriyle hem de Türklerle rahatlıkla konuşan bu adamın kim olduğu konusunda kafası iyice karışmıştı. Yine de bir kaç saattir gördüğü bu yabancıyı sevmişti. "Sinyor, siz iyi ve bilgili bir insansınız. Sizi tanımaktan çok mutluyum. İzin verirseniz kalede kalan yiyeceklerden hazırlanan son bir yemek yiyelim." Adnan Beyin yapabileceği bir şey yoktu. Aslında birazda kuşatmacıların yanına geçmek istiyordu. Onları da yakından tanımak istiyordu. Nazikçe yapılmış bu daveti kabul etmekten başka çare bulamıyordu. "Peki" dedi.
    
   Hekim, bir kaç gün dinlen demişti. Bu ayak ile dolaşma yoksa kalıcı izler bırakır demişti. Ama şu an yatıyor olmasının nedeni hekimin zoru değil babasının zoruydu. Kaleden biraz uzakta olduklarından dolayı ok fazla derine inmemişti. Yinede ilk yaralanması olduğu için belli etmemeğe çalışsa da canı yanmıştı. Hekimin yaptığı pansuman hem kanamayı kesmiş, sürdüğü otlar ağrısını almıştı. Şimdi ayağını uzatmış çadırın önünden çevreyi izliyordu.

   Bakışları uzakta kara bir gölge gibi duran Liman kalesine takıldı. Ağasının akıllı davranışları sayesinde bir askerin bile burnu kanamadan kaleyi ele geçireceklerdi. İki yılı aşmıştı uğraşmaları ama olsun son bir iki haftayı saymazsan öyle sıkıntıya girecek kadar uğraşmamışlardı. Kalenin çevresine çadırlar kurmuşlardı. Çadırda duran askerler hiç kimsenin ne dışarıya çıkmasına ne de içeriye girmesine izin vermiyorlardı. Umur ağası "Bunlar burada ticaret için var, eğer buralara kervan gelmezse hiç bir şey yapamazlar" demişti bir toplantıda. Gelen kervanları Nif’ çayından önce kesiyorlar Ayasuluğ a gönderiyorlardı. Aydan aya günden güne gelen kaleye kervanlar azalmıştı.

   Kara yolunu kesmişlerdi kalenin ama Ceneviz'den gemiler gelip gidiyorlardı. Ticaret yapamasalar da her türlü yiyecek ve içecekleri geliyordu. Sonra batıya Symirna körfezinin batısına bir köy kurdurmuştu. O köy sayesinde körfezin içine gelen gemileri de kontrol etmeye başlamışlardı. Birde hoca Selman ile birlikte bir tersane kurmuştu. Ayasuluğ dan Menteşeden ustalar getirtmişti İlk anda yedi büyük kayık ve bir kadırga yapmaya başlamışlardı. Yani bir yandan kaleyi kuşatıyorlar bir yandan da hazırlıklarını tamamlıyorlardı.

   Akıllı bir adamdı Umur ağası. Attığı her adımı bilerek atıyordu. Tekneler bittiğinde yeni kurdurduğu ve adına Urla dediği köy kuvvetlendiğinde harekete geçmeye karar vermişti. Eğirdir’e gitmiş İlhanlı valisi Temürtaş Beyden izin ve destek sözü almıştı. Daha iyisi Temürtaş Bey ustalarını göndermiş iki büyük mancınık inşa ettirmişti. Bu bilinçli, planlı adımlar sayesinde liman güçlü ve alınamaz denilen Saint Pietro kalesi yarın sabah boşaltılacaktı. Birden durdu. Maria’sı aklına geldi. İki gün önce bir kere daha göreceğim diye yakalanıp zindana atıldığı haince oklandığı Maria sı aklına geldi. Karanlıkta belli belirsiz omuz silkti. Kızın da kendisinde gönlü vardı. Değişen yalnızca uzaklıklar olacaktı. Maria’yı görmek için Sakıza gitmesi gerekecekti. Ve zamanı geldiğinde kızı alıp getirecekti. Anasına "Bak ana bu Meryem; gelinin" diyecekti. Gözleri karanlıkta bile mutlulukla ışıldadı.

   "Destur var mı İbrahim Bey" karanlıktan gelen ses daldığı hayal denizinden çıkardı İbrahim Bahadırı.

         "Kimsin" dedi sesin geldiği yöne dönerek. O zaman yakınına kadar gelen meşaleyi farketti.  "Yunus" dediğinde İbrahim sesin sahibini tanımıştı. Bu çocukluk arkadaşı Yunustu.

         "Gel Yunus" dedi. Yunus, İbrahim Bahadır yaşlarında karayağız bir gençti. Çadıra yaklaşınca sağında ve solunda yürümekte olan iki çocuğu gördü. Biri, yeğeni Ağabeyinin kızı Hundi Melek diğeri zindanda beraber kaldığı Yankıydı. "Selam" dedi Yunus yanına geldiğinde. İbrahim "seni kucaklamak isterdim ama" ayağını göstererek "görüyorsun" dedi. Kısa bir hal hatırdan sonra "Bu ikisini tersaneye yakın yakalamışlar. Aldım getirdim. Sen ver artık cezalarını" dedi. Bıyık altından gülümsüyordu.

   "Ne yapıyordunuz oralarda" dedi sesine tatlı bir kızgınlık vererek. Yankı yine başladığı yere döndüklerini düşündü. Hundi Melek e durumu anlatmış yelkenli tekneleri ne kadar sevdiğini söylemişti. O da Kabataşın olduğu yere yani tersaneye gidip bakabileceklerini söylemişti. Bütün bunlar Elçiler geri döndükten sonra oluyordu.
"Yankı ağama babamın Kadırgasını "Gazi" yi gösterecektim" dedi. Gecenin bu saatinde mi" "Evet" dedi. "yarın Cenevizlileri Sakız’a götürecek biliyorsun"  İbrahim Bahadır karşısında dikilen delikanlının yüzüne "niçin" der gibi baktı.

   “Ben" dedi. Bir an düşündü. "Ben denizi ve yelkenlileri çok seviyorum" Başı öndeydi. Çekingenliği gene su yüzüne çıkmış suçlu gibi başını öne eğmişti. "Ne var bunda" dedi İbrahim de ." Denizi seven yalnız sen değilsin. Bende seviyorum. Burada bulunan" çevredeki çadırları askerleri gösteriyordu elleri "burada bulunan herkes denizi çok seviyor. Kayığa bindiğinde kürekleri asılmayı seviyor. Dalgalarla oynaşmayı, onların üzerinde süzülmeyi seviyor" dedi.
 
   Yankı, konuşma açıklama yapma sırasının kendisinde olduğunu biliyordu. Ama nereden başlayacağını bilemiyordu.
"Benim ve şu an kalede bulunan öğretmenimin burada olmamızın temelinde bu deniz sevgisi var. Bir öğretmen bana Türk tarihinde yaşamış denizcileri anlatan bir ödev verdi. Ben bu ödevi hazırlamak için kitapları karıştırıyorken garip bir şekilde kendimi burada buldum. Zannediyorum kötü bir büyü yaptılar. Delikanlı olanları kendisi anlamamıştı ki karşısındakilere nasıl anlatacaktı. Sözlerine devam etti. “Adnan Öğretmenimde aynı yolla peşimden geldi. Ve geri dönmeden ödevimi hazırlayabilecek bilgileri toparlamak istiyorum. Umur Gaziyle tanışmak onun çok sevdiği "Gazi" kadırgasını yakından görmek istiyordum. O nedenle tersaneye gitmiştik Hundi Melek’le" dedi. Bu kadar sözü nasıl bir araya getirdiğine kendisi de şaşırmıştı.

   İbrahim Bahadır şaşırmıştı. "Dur hele, dur bakalım" dedi "Senin bir öğretmenin var ve o sana bir ödev verdi. Ödevin konusu Umur Ağam öyle mi?" Yankı pot kırdığını anlamıştı. Durumu kurtarması gerekiyordu. "İnanın yiğitliğiniz bizim oralara kadar yayıldı. Tanıyanlar size hayran ve tanımayanlar neler yitirdiklerini bilmiyorlar. Sizler bizim için efsanesiniz. Umur beyin adından saygı ile söz ediliyor" Bu kadarını Hundi Melek bile biliyordu. Daha babası Symirna yı ağabeyine vermeden Ayasuluğ’tan çok denize açılmışlardı. Adalar denizinde gitmedikleri yer kalmamıştı.

   "Bana bu işleri nasıl başardığınızı anlatmanızı istiyorum" dedi. Denizcilik konusunda nasıl bu kadar beceriklisiniz." Gece ilerliyordu. Uzaklardan bir yerlerden ezan sesi duyuluyordu. İbrahim uzattığı ayağını düzelttikten sonra Hundi Melek e dönerek. "Hadi bize soğuk bir şeyler getir" dedi. Küçük çocuk bir anda karanlıkta kayboldu. Çevreyi avcunun içi gibi bildiği belli oluyordu.

   "Ben Ağama hayranım. Küçüklüğümden beri hayranım. Gözümü açtığımda onu gördüm. Beni hiç yanından ayırmadı, her nereye gittiyse beni de götürdü" dedi. Gözleri daldı. "Aslında deniz tutkusu bana ondan geçti. Suya denize sevdalıydı. Daha küçücük bir çocukken tahtadan kayıklar yapar, Birgi de Menderes ırmağında yüzdürürdük. Onun yaptığı oyuncaklar biraz yüzdükten sonra devriliyor batıyordu. Her defasında değişik şekiller veriyordu. Yaptığı her yeni oyuncak belki daha uzun süre yüzüyordu belki daha hızlı gidiyordu ama en sonuç değişmiyor batıyordu. Çocuk aklımızla batmaması için bir çare bulamıyorduk.

   Sonra bir gün babam bizleri Ayasuluğ’a götürdü. Orada yaptığımız oyuncakların gerçeklerini gördük. Liman yanaşmış kayıkları kadırgaları gördü. Nasıl oluyor da bizim oyuncaklarımız bir yüzdükten bir zaman sonra batıyordu da bunlar yüzüyordu. Üstelik insan hayvan mal yüklüyorlardı yine de batmıyordu. Bunun nedenini bulmalıydık. İçimizde bir tutku dizginlenemez bir istek oluşmuştu. Deniz bizi çekiyordu bizi. Ben hadi neyse ama ağabeyim o limandan ayrılmıyordu. Uzaktan izliyordu süzülen yelkenlileri Limana yanaşanlarını yakından inceliyordu. Medreseye bile gitmez olmuştu.

   Bir başka gün limandan yeni çözülmüş bir kadırganın yelken açmasını izliyorken, amcam yakaladı ağamı. Yanında biri vardı." sözünün bu noktasında durdu. "Hani elçi olarak benim yanımda giden aksakallı bir ihtiyarcık vardı. Bildin mi?" Yankı kimi kastettiğin anlamıştı. "Hoca Selman'dı o kişi. Amcam ağamın elini yakaladı. Hoca Selman’ın eline verdi. Al dedi. Eti senin kemiği bezim. Denizle ilgili denizcilikle ilgili ne varsa öğret"

   "Günler boyu geceler boyu kafamı kaldıramadan çalıştım" Onlar konuşmaya dalmışken yanlarına yaklaşan uzun boylu kişinin farkına varmamışlardı. İbrahim bahadır yerinden doğrulmaya çalıştı "Umur ağam. Geldiğini duyamadık" dedi. Yankı aptallaşmıştı. Buralara geldiğinden beri her yerde adını duyduğu kişi yanındaydı. Yüzüne baktı. Gülümsüyordu. Bıyıkları yeni çıkmış güneş yanığı teni karanlıkta bile belli olan biriydi. Üstelik gençti de. Yankıya oturmasını işaret ettikten sonra içeriden bir tabure getirdi.

   "Hoca Selman, bana sayısız kitap verdi okumam için. Aritmetik, geometri coğrafya kitaplarıydı bunlar. Hiç unutmuyorum şöyle demişti 'Bakarak öğrenilseydi kediler kasap olurdu'.'Başarmak için çalışmak gerekir' demişti.  Onun verdiği kitapları okumaya başladım. Okudukça ufkum genişliyordu. Bilinmesi gereken o kadar çok bilgi vardı ki. Yaşadığınız dünyayı bilmek zorundaydınız. Havayı, rüzgarı, bulutları öğrenmeliydiniz. Gökyüzündeki yıldızları bile tanımak zorundaydınız. Onlar olmadan, gece yolculuğunu nasıl yapabilirdiniz ki. Kendi denizinizi, kıyılarınızı, toprağınızı bilmek zorundaydınız. Kendi insanınızı tanımak zorundaydınız, kendinizi bilmek zorundaydınız. Ancak o zaman komşu denizleri komşu ulusları, komşu insanları tanıyabilirdiniz.

   O kitaplar bitince yenilerini getirdi. Değişik diller öğrenmemi sağladı. O dilleri bilmeden başka ülkelerin başka insanlarıyla nasıl iletişim kuracaktınız ki. Çalışmadan ter dökmeden başarmayı bekleyemezsiniz. Öğrendiklerimi uygulamaya başladım. Uygulama bilgiyi pekiştiriyor." Durdu. Gülümsüyordu. "Başarmak için çok çalışmak gerekiyor" dedi.
   "Ben aslında karındaşımın nasıl olduğunu merak ettiğimden gelmiştim. Ama kendimi ders anlatan bir öğretmen zannettim." İbrahim e dönerek "İyi gördüm seni. O kadar iyisin ki yabancılara ders veriyorsun" gülümsüyordu gene. "Yine de hekimin sözünden çıkma Bir kaç gün dinlen" diyerek yerinden doğruldu. "Allah rahatlık versin" dedi ve geldiği gibi karanlıkta kayboldu. Arkasından İbrahim Bahadır ve Yankı hayran hayran bakakaldılar."Onda Allah vergisi bir yetenek var. Bir iş bir kere gösterilsin hemen öğreniyor. Üstelik çok akıllı. Ama o bu aklını ve yeteneğini kötülüğe hainliğe kullanmadı." diye mırıldanıyordu İbrahim. Yankı’nın beyninde ise söyledikleri yankılanıyordu. "Başarmak için çalışmak gerekir. Çok çalışmak gerekir."

72
Genel Kültür / Ynt: Subliminal Mesajlar
« : 01 Temmuz 2016, 17:34:37 »
Merhaba:
Bu konu hakkında başka yerlerde de bir şeyler okumuştum.  Carpenter'in bir filmi vardı Yaşıyorlar diye. Onu izlerseniz daha bir korkarsınız.Konunun biraz abartıldığını ve Komplo teorisi havasına sokulduğunu düşünürdüm hep. Yazdıklarınız, yayınladığınız resimler tesadüf olmadığını yapılanların bilinçli olduğunu açıkça belli ediyor. Olanlardan ya da olabilecekler korkmadım desem yalan. O zaman temel soru şu olmalı. Ne yapmalıyız.

73
Eğlence & Mizah / Ynt: Bugün Ben Şunu Öğrendim:
« : 30 Haziran 2016, 17:31:25 »
İnsanların bodrumlarında solucan beslediklerini ve solucanların dışkılarının -b.k demek istemiyorum- çok kıymetli olduklarını öğrendim...

74
Kurgu İskelesi / Ynt: a.y.n.a.
« : 30 Haziran 2016, 17:25:35 »
             BÖLÜM:11  ELÇİLERE SALDIRI

   Adnan Bey, karşı koyamadığı bir kuvvetle aynadan içeri çekilince korkmuştu. Bir zaman kırılması mı yaşıyordu yoksa? Bir zamanlar bu konuda bir şeyler okumuş ciddiye almamıştı. Parmaklarının kaybolduğunu görmüştü. Ardından ellerinin ve kolları sanki bir kuyuya elini sokuyormuş gibi kaybolduğunu görmüştü. Bir acı, ağrı hissetmiyordu, yalnızca şaşkınlık ve bilinmezliğin korkusunu duyuyordu. Başı kaybolduğunda ise bir anda kendini bambaşka bir salonda buluvermişti. Yüksekten düşer gibi yabancı bir salonun ortasına düşüvermişti.

   Bir kaç saniye içerisinde şaşkınlığı geçmişti Adnan Beyin. Yaşlı beyni olabildiğince hızlı çalışıyordu. Düştüğü yerde kıpırdamadan bekledi, herhangi bir yerinde kırık çıkık olmadığını hissedince rahatladı. Ardından çevresini gözden geçirdi. Bodrumda bulduğu ve evinin girişine yerleştirdiği ayna burada duvarda duruyordu. O aynadan geçip buraya gelmişti. Soluk bile almayacaktı neredeyse. Düşmesinin oluşturduğu ses her ne kadar halı tarafından yutulmuş olsa da yinede "tok" bir ses çıkmıştı. Vücudunun ürettiği adrenalin artmış beyni hızla çalışıyordu.

   Nasıl buraya geldiğini düşündü. Ayna bir çeşit kapı gibi çalışıyor olmalıydı. Zamanda bir yolculuk yapmıştı. Çünkü içine girdiği salon kendi çağında olmayacak şekilde dekore edilmiş bir salondu. Kendi zamanında hiç bir salon bir müze olsa dahi bu şekilde dekore edilmiş olamazdı. Daha sonra haklı olduğunu anlayacaktı.

   Çevresinden hiç ses seda gelmeyince ağır ağır yerinden doğruldu. Bir gören olmasın diye dizlerinin üzerinde pencerelere yaklaştı. Görebildiği kadarıyla İçinde bulunduğu bina iki katlıydı, çevresinde taş binalar, kiremit çatılar vardı. Ötelerde bütün binaları çevreleyen yüksek duvarlar görmüştü. Salonun öbür yanındaki pencereden de benzer manzara görünce bir kalenin içerisinde olduğunu anlamıştı. Şimdi çözmesi gerek hangi zamanda ve nerede olduğuydu. Uzaktan sesler duydu, aşağıda askerler yürüyorlardı. Evet, bir zaman kırılması yaşamış orta çağda bir yerlere gelmişti. Önce nerede ve hangi zamanda olduğunu anlamalı ve sonra bir gün önce kendi gibi buraya gelen Yankıyı aramalıydı.

   Ağır adımlarla salonun kapısına yaklaştı. Süslü ağaç kapı koluna bastırarak açtı. Bir "tık" sesi duyuldu. Dışarı çıktı, olabildiğince sessiz olmaya çalışıyordu. Kendini bir merdiven bitiminde, sahanlıkta buldu. Koca konakta hiç kimse yok gibiydi. Eğer Yankı buraya geldiyse kendisi gibi soğukkanlı ve sessiz olmamıştır. Bu nedenle çok çabuk yakalanmıştır diye düşünüyordu. Merdivenlerden usul usul indi. Merdivenleri kaplayan halı sessiz olmasına yardım ediyordu.

   Şimdi, yukarıdan daha büyük ve daha yüksek salondaydı. Kapıyla arasında beş altı metre mesafe vardı. Ama zeminin çıplak ve taş olması kötüydü. İlk adımının sesi salonda yankılandı. Parmaklarının ucunda yürüdü. Kapı koluna el atasıya kadar soluk almamıştı. Kapının kanadı azıcık aralanınca sevindi. Milim milim açtı kapıyı. Kendi geçebileceği kadar açılınca dışarı süzüldü. Kapıyı ardından çekti. Kapı biraz sert kapanmıştı. Kapının sesine içeriden "Kim var orada" sesi eklendi. Adnan Bey, sesi duyunca irkildi. Konuşan bir genç kız olmalıydı ama dili Türkçe değildi, Latince veya İtalyan'ca olmalıydı. Hızlı adımlarla sağına yürümeye başladı. Bir an önce evden uzaklaşmak istiyordu. Evin köşesini dönüp bir "oohh" demek üzereyken silahlı bir nöbetçi ile burun buruna geldi, yakalanmıştı.

   Kapatıldığı yerde on dakika bile geçmemişti ki kapı açıldı. İçeri kalabalık bir gurup girdi. "Ne istiyorsunuz bizden yetmedi mi ha" dedi. Adnan Bey, zayıf İtalyanca'sıyla "Özür dilerim" dedi. Dük şaşırmıştı. Türklerin kendi dillerini bildiğini zannediyordu ama onlar inadına Cenova dili konuşmazlardı. Bu adam ise hem garip görünüşlüydü hem de bozukta olsa Cenova ağzıyla konuşuyordu. Yaşlı adam, öğretmenlerinden birini anımsadı. Üniversite yıllarında olmalıydı, "Bir tarihçi, bir araştırmacı ne kadar yabancı dil bilirse o kadar rahat eder demişti. Özelliklede dillerin kaynağı olan Latinceyi öğrenirseniz çok rahat edersiniz" demişti. Öğretmenini dinlediğine bir kere daha memnun olmuştu. Şimdi karşılarında duran bu insanlar Latince ile modern İtalyanca karışımı bir dil konuşuyorlardı. Bu kere Latince sordu.

   "Kimsiniz siz"  Dük Zaccaria iyice afallamıştı. "Latince'yi nereden biliyorsunuz" dedi. "Ben bir öğretmenim. Yalnızca Latince yi değil diğer dillerden pek çoğunu bilirim." Adnan Bey, ikinci cümlesini İngilizce söylemişti. Zaccaria, adamlarına seslendi. "Çözün çabuk. Kendisi benim konuğumdur." İki asker koğuştaki bu tür işler için hazırlanmış halkalardan çözdü ellerini Adnan beyin. On dakikadır kolları havada duran adam rahatlamıştı. "Saygıdeğer Dük." dedi Zaccaria düzeltti. "Dük Zakkaria... Messire Martino Zakkaria. Saint Pietro kalesi valisi"  Adnan Beyinde bir yanıt vermesi kendisini tanıtması gerekiyordu.

   "Miletos eşrafından Adnan Çelik. Araştırmacı, gezgin ve öğretmen" dedi. Sonrada kendisine yakıştırdığı sıfatlar aklına gelince gülecekti. Yalan da sayılmazdı hani. Anne tarafından Balat köyündendiler, Miletli sayılırlardı yani.

   Yaşlı adam, bu kadar çabuk güven sağlamasına İçeri Dükün konutuna geçtiler. Salona oturmak üzereydiler ki bir büyük gürültü koptu. Ardında telaşlı koşuşturmalar ve bağırışlar geldi. Dük ne olduğunu anlamak için dışarı çıktı, konuğu Adnan Beyde ardından tabii.  Kapıdaki asker olayı bilmediğini ama "dünya yıkılıyor sandığını söyledi. Biraz ileriden Humbert koşarak geldi. "Türkler sabah kurdukları Mancınıkla bir atış yaptılar. İlki üzerimizden aşıp denize düştü ama ikinci surlara isabet etti" dedi.

   "Ölü veya yaralı var mı?" kale komutanının sesinde endişe vardı.

    "Sur üzerindeki nöbetçi öldü. Yakınındakinin de kafasına büyükçe bir taş parçası isabet etmiş" dedi. Hem konuşuyor hem de olayın geçtiği sura çıkıyorlardı.

   Futbol topundan biraz küçük küreye yakın şekillendirilmiş bir kaya aşağıda duruyordu. Taşın isabet ettiği köşe darmadağın olmuştu. Nöbetçileri kaldırmışlardı ama onlardan akan kan küçük bir gölcük oluşturmuştu. Humbert, aşağıdan ağır adımlarla yaklaşan üç atlı gördü. Heyecanla Dükünü uyardı. "Bakın Düküm, beyaz bayraklı ve silahsız üç atlı geliyor. Elçi gönderiyor olmalılar" dedi. Gerçekten üç atlı ağır adımlarla yaklaşıyorlardı. Üzerlerinde silaha benzer bir şey görünmüyordu. "Konuşmaya geliyor olmalılar" dedi. Beş altı dakika sonra atlılar aşağıya hendeğin önüne varmışlar birilerinin kendilerini dikkate almalarını bekliyorlardı.

   Adnan Bey, atlılara baktı, ikisi kendi akranı sayılırdı. Biri çok gençti. Yaşlıların biri ak ve gür sakallıydı diğeri ise yalnızca bıyıklıydı. Sakallı olan aşağıdan seslendi. "Saygıdeğer Dük hazretleri; Beyim, Gazi Umur sizlere önerdiği anlaşmayı anımsatıyor. Eğer kabul ederseniz önerdiği anlaşmanın tüm maddeleri geçerli olacak." Biraz sustu. Söylediklerinin anlaşılması için tane tane konuşuyordu. Yanında olan genç irisi ise sürekli surları tarıyordu. Bu Umur Beyin kardeşi İbrahim Bahadırdı ve gözleri fıldır fıldır surları tarıyordu, belli ki Dükün kızını arıyordu.

   "Size, en son getirdiğimiz mancınıklarla neler yapabileceğimizi gösterdik. Umur beyim, kimsenin canı yansın istemiyor. Bu nedenle sizlere yarın sabah güneş doğana kadar süre verdi. O vakte kadar sizlerden bir yanıt alamazsak topluca saldıracağız. O zaman olacakların sorumlusunun bizler olmayacağını bilmenizi isteriz" Yine durdu. Yanında duran İbrahim Bey kısık sesle “Zakariyanın yanında biri var, bir yabancı. Hele dikkatli bakın tanıyabilecek misiniz" dedi. Üç elçide başlarını surlara kaldırdı. Surlarda, Zakariya’nın yanında dikilen garip libaslı adamı ilk kez görüyorlardı.

   Adnan Bey, bir ara yanına baktı. Askerlerin komutanı Humbert, bir adım geri çıkmış, gizliden okunu geriyordu. Elçiler ise aşağıdan konuşmaya devam ediyordu.

   “Güneşin doğuşu ile sizlerden bir yanıt gelmez...."  sözünü tamamlayamadı. Adnan Bey, hemen arkada Genç komutan Humbert in yay gerdiğini görmüştü. Nefesini tutmuş, nişan almış, okunu bırakmak üzereyken bir omuz vurdu kale komutanına. Ok yaydan fırlamıştı ama attığı o omuz işe yaramıştı. Humbert yere yıkılmıştı. Aşağıdan hafif bir çığlık duyuldu. Hep birlikte baktılar. Humbert'in fırlattığı ok İbrahim Bahadır beyin baldırına saplanmıştı. Üç atlı geriye döndüler. Atlarını mahmuzladılar. Biraz geri gittikten sonra az önce konuşan sakallı yaşlı adam tekrar konuştu. Sakin görünmeye çalışsa da öfkesi sesine yansıyordu

    "Unutma Zakariya, sabah güneş doğana kadar vaktin var, iyice düşün" dedi. Onun sözü bitmeden İbrahim Bey haykırmaya başladı

   "Oku atanın sen olduğunu biliyorum Torfil Frenk. Bu kalleşliğin hesabını vereceksin" diye haykırıyordu.

   Doğrudan bey çadırına gitti elçiler. Yerleştirilen çadırların arasında ve ilk bakışta görülmesin diye ağaçların altındaydı. Çadırın önüne geldiğinde attan yalnız inemeyecek durumdaydı. Zaten bütün beyler ve ileri gelenler burada toplanmışlardı. Kapı önü nöbetçisi hemen beyine yardıma koştu. Aydın oğlu Mehmet Bey, ortanca oğlunun yaralandığını duyunca heyecanlanmıştı. Ama ciddi bir şey olmadığını görünce bir oh çekmişlerdi. Hekime gönderdiler hemen. Diğer iki yaşlı adam ise durumu anlatmak için kurulun yapıldığı çadıra girdiler.

   "Beyimizin emirlerini aynen ilettik" Yaşlı adam kurulda Beyinin karşısında saygıyla duruyordu. Mehmet Bey "Sağ olasın Hoca Selman" dedi. Sonra diğerine dönerek "Sağ olasın Pişrev bey" dedi. Hemen yakınındaki yerleri göstererek "Oturun hele. Temürtaş beyin gönderdiği makine işe yarıyor mu anlatın bakalım?" deyince beylerinin gösterdiği yerlere oturdular. Hoca selman

   "Kapıyı çok iyi çalmış olmalıyız Zakariya bizi surların üzerinde karşıladı" diye başlayarak kale önlerine varmalarından itibaren olanları anlatmaya başladılar. Sözlerini çadırda bulunan bütün beyler ve dedesinin dizinin dibinde oturan Hundi Melek dinliyordu. Sözlerini tamamlayınca başka Mehmet Bey olmak üzere hepsi "ağzınıza sağlık, ayağınıza" sağlık diyerek teşekkür ettiler. Pişrev beyin aklına sonradan yabancı geldi.

   "Surların üzerinde bir yabancı vardı" dedi. Şaşırmışlardı. "Cenevizli mi?" "Bizanslı mı?" diyenler oldu. "Sinsice nişan almaya çalışan Humbert’i iterek İbrahim Bey oğlumuzun yaşamını kurtardı" dedi.

   Yabancı sözcüğünü duyan Hundi Melek dışarı fırlamıştı. Bir dakika sonra Yankıyı sürüklercesine içeri getiriyordu.  Kıyafeti buna mı benziyordu?" dedi Başı açıktı değil mi?" İçeridekiler şaşırmıştı. "Bizim Yankı, gibi gizlice mi girmişti içeri" Pişrev Beyde Hoca Selman da bir şey anlamamıştı. "Yankı Ağam seninkileri bulduk galiba" dedi. Küçük kız heyecanla olanları anlattıktan sonra Yankı neler olup bittiğini anlıyor gibiydi. Pişrev beyin tanımlamasından da o kişinin Adnan öğretmeni olduğunu tahmin ediyordu.

   "Tutsak gibi mi duruyordu" diye sorunca "Önce tutsak gibi değildi ama Humberti ittikten sonra hali ne olmuştur bilemeyiz" yanıtını almıştı.

   Umur Bey, babasından izin almak istedi. "Yarın büyük bir gün olabilir. Destur verirseniz hazırlıkları gözden geçirmek istiyorum" dedi. Ardından diğer beylerde kendi hazırlıklarını gözden geçirebilmek için izin alıp dışarı çıktılar. Hundi Melek "Ben amca mı ziyaret gidiyorum" deyince Yankı da ona katıldı. Ama aklı hala kalede görülen yabancıdaydı.

   Dük zaccaria, ne olduğunu anlamamıştı. Birden bir kargaşa olmuş yabancı öğretmen kale komutanının üzerine atlamıştı. Sonradan Humbert in yay çektiğini öğrenmişti. Ne yapacağını iyice bilemeyecek haldeydi. Karışık olan kafası karmakarışık olmuştu. Kale komutanının yaptığı davranış hoş görülemezdi ama yabancının davranışı düpedüz saldırganlıktı. Büyük beyin yani Mehmet beyin oğlunu öldürmüş olsaydı düzeltilemeyecek yanlışlık olurdu bu. Yerden doğrulmakta olan Humbert e dönüp

   "Bu davranışın bağışlanacak bir davranış değil" dedi. Eğer Cenova’ya sağ salim dönersek bunun savunmasını isteyeceğim senden" dedi Ardından yanındaki Adnan beye "Sizin davranışınızda kahramancaydı ama üzerine atıldığınız kale komutanımız." Biraz durdu. Devamını getirmekte zorlanıyor gibiydi. "Yinede, sizin özgürlüğünüzü kısıtlamak zorundayım" dedi. Yanı başlarında duran asker ne demek istediğini anlamıştı. Adnan Beye alışkın olduğu sert tonda "Beni izleyin" dedi. Dük ise sesini herkesin duyabileceği bir şekilde yükselterek

   "Ben Dük Mese Martino Zaccaria kale konseyini bir saat sonra toplantıya çağırıyorum" dedi.

   Dükün ses tonu ve son gelişmeler kale konseyinin çabucak toplanmasını sağlamıştı. İki buçuk yılı aşan kuşatma kale halkını canlarından bezdirmişti. Kaleden bulunanların pek çoğu tüccardı, ticaret yapmak birinci işleriydi. Diğerleri ise Cenova cumhuriyetinin resmi memurları ve askerlerdi. O çağda umulmayacak bir düzen içerisinde çalışıyorlardı. Cenova’dan günlerce uzakta olmuş olsalar bile bu durum kolay değişmiyordu. Önceleri, kale içerisinde çekip gitme taraftarı olan pek az kişi vardı. Gitmeyelim yardım gelir. Yardım gelinceye kadar sıkıntılara göğüs gerebiliriz diyenler çoğunluktaydı. Kuşatma devam ettikçe çekilelim diyenler çoğalmıştı. Hele bu toplantı öncesi Türklerin estirdiği hava ve mancınıktan atılan kaya parçası tuz biber olmuştu.

   Kısa bir toplantı olmuştu ve karar ise oybirliğiyle çıkmıştı. Kale komutanı Humbert ilk günlerde savunduğu gibi kaleyi sonuna kadar savunmak taraftarıydı hala. Humbert gibi düşünen bir kaç kişi ya var ya yoktu. Onların itirazları sonucu değiştirmedi. İleri gelen tüccarlardan birinin getirdiği önerinin uygulanmasına karar verildi. Hemen üç kişilik bir elçi gurubu toplanacak koşulları görüşmek üzere Umur Beye gönderilecekti. Ardından da üç kişi seçildi.

   Dük ün üç kişiden birinin Adnan Bey olması için ısrar ediyordu. İtiraz edenlere karşı Dük Hazretleri savunmaya geçmişti. Surların üzerinde olanları anlattı. Humbert in Mehmet beyin oğlunu nasıl öldürmek istediğini anlattı. "Eğer başarmış olsaydı şimdi canımızı nasıl kurtaracağımızı düşünecektik" dedi. "Bu davranışıyla yabancının güvenlerini kazandığını bu nedenle elçilerden biri olmayı hak ettiğini" söyledi. Elçilerin eski anlaşma önerisinin yürürlükte kalması için konuşmaları gerektiğini söyledi. Elçilerin hava kararmadan gönderilmesi düşünülüyordu.

   Adnan Beyin kapatıldığı yer bir disiplin odası gibi bir yerdi. Duvar dibine çömelmiş olanları düşünüyordu. Aydın oğulları tarihiyle fazla ilgilenmemişti ama bildiği kadarıyla İzmir savaşmadan bırakılmıştı Türklere. Sonra haçlılar büyük çarpışmalarla geri almışlardı Symirna’yı Peki bu ok neyin nesiydi. Ya Aydın oğulları İzmir’e saldırırlarsa. Kendisinin yapmış olduğu o küçük davranış tarihte köklü değişikliklere neden olabilir miydi? O bunları düşünürken ağır demir kapı gıcırtıyla açıldı.

   Bir kaç saatlik tanışma birbirlerini tanımaları için yeterliydi. Dük Zaccaria çağdaşlarından görülmeyecek bir insancıllığa sahipti. Bunu kaleyi ve kenti yönettiği on beş yılda göstermişti. Zaten onun iyiliği nedeniyle Umur Bey ve diğerleri kaleyi doğrudan zaptetmek için saldırmamışlardı. Kuşatmışlar sağ salim çıkabileceği bir anlaşma önermişlerdi. Üstelik Sakız gibi bir yeri, Adalar denizinin iyi bir adasını önermişlerdi yerleşebilmesi için. Ticari kayıplarının da en alt düzeyde olabilmesi için karşısındaki koyda bir liman yapmayı ve Symirna da ki yolu oraya kadar uzatmayı vaat etmişlerdi.

   Özür dileyerek başlamıştı söze Zaccaria. Yaptığı davranışın pek çok masumun kanının akmasına engel olacağını söylemişti. Yinede bu önlemin gerektiğini anlatmıştı. En son olarak ta durumu Aydın oğlu Mehmet beye anlatmasını rica etmişti. "Oğlunun yaralanmasından üzüntü duyduğunu olayın kendi iradesi dışında geliştiğini" anlatmasını istemişti."Sizi bir tutsak olarak değil geç tanışılmış bir arkadaş olarak gördüm" demişti. Diğer elçiler hazır olur olmaz haber vereceklerini söylemişti.

   Emekli öğretmen böyle bir öneriyi bayıla bayıla kabul etmişti. Yine de kuşku uyandırmamak için sevincini belli etmemeğe çalışmıştı. Hem dedelerini görecek hem de dün yine aynı salona gelen delikanlıyı bulacaktı. Kafası yine tarihin değişip değişmeyeceği konusuna takılmıştı. O bunları düşünürken kapısı tekrar açıldı. Elçilerlerin birlikte yola çıkmaya hazır olduğu söylendi.

75
Liman Kütüphanesi / Ynt: Beğendiğiniz Alıntılar
« : 30 Haziran 2016, 10:03:16 »
"Kehanetlerimde gördüm" dedi kökçü; "Ruhlar sizi kutsadı" Bu sözleri duyunca Cengiz'in yüzü gerildi
"Güç bir kutsama oldu. Şu gördüğün ordu, kuvvet ve beceri sayesinde galip geldi. Atalarımızın ruhları bize rehber olduysa benim göremeyeceğim kadar siliklerdi herhalde

Conn İggulden; Okçuların Efendisi Sayfa:20

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 39